pdf - UTEK 2014 - International Burch University
Transkript
pdf - UTEK 2014 - International Burch University
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 II.ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ BİLDİRİ KİTABI Saraybosna, Bosna Hersek 23-25 Mayıs 2014 1 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 . II. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ . BİLDİRİ KİTABI .PUBLISHER: .International Burch University .EDİTÖRLER: .Yard. Doç. Dr. Mustafa ÇETİN .Doç. Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN .REVIEWED BY: .Prof.Dr. Ali Fuat BİLKAN, İpek Üniversitesi .Prof.Dr. Kerima FİLAN, Univerzitet u Sarajevu .DTP&DESING: .DTP AND PREPRESS: .International Burch University, Sarajevo .PRINTED BY: .Sabah Print .CIRCULATIONAL: 250 Coples .PLACE OF PUBLICATIONAL: Sarajevo .COPYRIGHT: International Burch University, 2014 . ISSN 2303-7016 Reproduction of this Publication for Educational or other non-commercial purposes is authorized without prior permission from the copyrightholder. Reproduction for resale or other commercial purposes prohibited without prior written permission of the copyright holder. Disclaimer: While every e_ort has been made to ensure the accuracy of the information, contained in this publication, Burch University will notassume liability for writing and any use made of the proceedings, and the presentation of the participating organizations concerning the legal statusof any country, territory, or area, or of its authorities, or concerning the delimitation of its frontiers or boundaries. 2 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 II. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ BİLDİRİ KİTABI 23-25 Mayıs 2014 Saraybosna http://utek.ibu.edu.ba 3 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Düzenleme Kurulu: Prof.Dr. Mehmet UZUNOĞLU (IBU REKTÖRÜ) Doç.Dr. Melih KARAKUZU (EĞİT. FAK. DEKANI) Yrd.Doç.Dr.Ali Rıza ÖZUYGUN (TDE BÖLÜM BASKANI) Doç. Dr. Azamat AKBAROV (REKTÖR YARDIMCISI) Doç.Dr. Mustafa ARSLAN Yrd.Doç.Dr. Mustafa ÇETİN Ars.Gör. Elçin KARLI Ars.Gör. Ayse DİNÇ Ars.Gör. Hilal OTYAKMAZ Ars.Gör. Sevinç AKKAYA Ars.Gör. Sultan SUBASI Ars.Gör. Lokman GÖZCÜ ÖğretimGör. Mustafa TAKTAK ÖğretimGör. Mehmet DOĞAN Bilim Kurulu: Prof.Dr. Turan KARATAS Prof.Dr. Ali Fuat BİLKAN Prof.Dr. Menderes COSKUN Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU Prof.Dr. Turgut KARABEY Prof.Dr. Abide DOĞAN Prof.Dr. Kemal SILAY Prof.Dr. Murat ÖZBAY Prof.Dr. Alim GÜR Prof.Dr. Kerime FİLAN Prof.Dr. Ramazan GÜLENDAM Prof.Dr. Fehim NEMETAK Prof.Dr. Hanifi VURAL Prof.Dr. Yusuf ÇETİNDAĞ Prof.Dr. Erdoğan ERBAY Prof.Dr. Metin AKKUŞ Prof.Dr. Orhan Kemal TAVUKÇU Prof.Dr. Mehmet GÜMÜŞKILIÇ Prof.Dr. Kenan ERDOĞAN Prof.Dr. Kazım YOLDAS Prof.Dr. Süleyman ÇALDAK Prof.Dr. Necati DEMIR Prof.Dr. Cihan OKUYUCU Prof.Dr. Yasar AYDEMİR Prof.Dr. Bego ÖMERCEVİC Prof.Dr. Münevver TEKCAN Prof.Dr. Recep DUYMAZ Prof.Dr. Ahmet KIRKKILIÇ Prof.Dr. Claus SCHÖNİG Prof.Dr. Damir KUKİC Prof.Dr. Ahmet GÜNSEN Prof.Dr. A.İhsan ÖBEK Prof.Dr. Nurettin CEVİZ Prof.Dr. Nurettin CEVİZ Prof.Dr. Mesut SEN Prof.Dr. Selahittin ÖZÇELİK Prof.Dr. Mahmut KAPLAN Prof.Dr. Aziz Kılınç Prof.Dr. Mustafa SARI Doç.Dr. Hüseyin ÖZCAN Doç.Dr. Alena ÇATOVİC Doç.Dr. Mustafa ARSLAN Doç.Dr. İsmet BİNER Doç.Dr. Muharrem DAYANÇ Doç.Dr. İsmet SANLI Doç.Dr. Kerim DEMİRCİ Doç.Dr.Atilla BATUR Doç.Dr. Sabina BAKSİÇ Doç.Dr. İlyas ÜSTÜNYER Doç.Dr. Rıdvan CANIM Doç.Dr. Zekeriya BASKAL Doç.Dr. Nurgül ÖZCAN Doç.Dr. Bekir SİSMAN Doç.Dr. İdris KADIOĞLU 4 Doç.Dr. Müberra GÜRGENDERELİ Doç.Dr. Edina SOLAK Doç. Dr. Sezayi ÇOSKUN Doç. Dr. Şadi AYDIN Doç. Dr. Işıl ALTUN Yrd. Doç.Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN Yrd. Doç.Dr. Mustafa ÇETİN Yrd.Doç.Dr. Alparslan TOKER Yrd. Doç.Dr. Cemal SARAÇ Yrd.Doç.Dr. Hasan ÖZER Yrd.Doç.Dr. Serkan TÜRKOĞLU Yrd.Doç.Dr Muhammet KUZUBAŞ Yrd. Doç.Dr. Tacettin SİMSEK Yrd.Doç.Dr. Rıfat GÜRGENDERELİ Yrd.Doç.Dr. Latif BEYRELİ Yrd. Doç. Dr. Hüseyin GÖNEL Yrd.Doç.Dr Orhan SARIKAYA Yard. Doç. Dr. Fatih İYİYOL Yard. Doç. Dr. Adem BALABAN Yard. Doç. Dr. M. Uğur TÜRKYILMAZ Yard. Doç. Dr. Mehmet Celal VARIŞOĞLU Yard. Doç. Dr. Öznur ÖZDARICI Yard. Doç. Dr. Zülfikar BAYRAKTAR Öğrt.Gör.Ömer AKSOY BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………………………………… Değerli Akademisyenler, International Burch Üniversitesi Eğitim Fakültesi bünyesinde bulunan Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü tarafından 23-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna şehrinde düzenlenen II.Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi (UTEK’14) gerçekleştirilmiştir. Kongrenin amacı: Türk dili, edebiyatı, tarihi ve kültürüyle ilgili yapılan çalışmalara katkıda bulunmak; özellikle Balkanlarda bu alanlarla ilgili çalışmalara zemin hazırlamaktır. Ayrıca, akademisyen ve bilim insanlarının çalışmalarını uluslararası düzeyde tanıtmalarına, paylaşmalarına imkan sağlamaktır. Bununla birlikte toplumlar, diller, kültürler ve insanlar arasında diyalog, dayanışma ve paylaşmayı artırmaktır. Bosna Hersek’te Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ahidname’siyle hoşgörünün temelleri atılmıştır. Türk kültürünün derin izlerini taşıyan Bosna Hersek’te son yıllarda Türkolojiyle ilgili önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Dört farklı üniversitede Türkoloji bölümü bulunmaktadır. Bosna Hersek’teki Türk okullarında Türkiye Türkçesi öğretilmektedir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin açtığı Yunus Emre Kültür Merkezlerinde Türkçe kursları verilmektedir. Bunun yanında Bosna Hersek’in bazı Kantonlarındaki okullarda Türkiye Türkçesi ikinci dil olarak okutulmaktadır. Türk dili ve edebiyatıyla ilgili kongreler düzenlenmektedir. Bütün bunlar, Bosna Hersek’te Türkçeye verilen önemin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu vesileyle siz değerli katılımcılara, bilime ve Türkçe sevdasına katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ederiz. Geçen yıl ilkini gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi’ni geleneksel hale getirmek istiyoruz. Sizlerin ilgileri ve katkıları bunu gerçekleştireceğimize olan inancımızı pekiştirmektedir. Balkanlarda, özellikle Bosna Hersek’te bulunan Türk kültürü, Türk edebiyatı, Türk dili ve Türk tarihiyle ilgili zengin miras, bu kongrenin Saraybosna’da düzenlenmesini önemli ve değerli kılmaktadır. Bosna Hersek geçmişten günümüze toplumların, kültürlerin ve dillerin önemli temas noktalarından birini teşkil etmektedir. Gelecek yıllarda da siz değerli bilim insanlarını Bosna Hersek’in zengin tarihi mirasını, harikulade tabiatını, kendine has kültürel dokusunu ve toplumsal hoşgörüsünü teneffüs etmeye davet eder, bir sonraki kongrede görüşmek dileğiyle bütün katılımcılarımıza esenlikler dileriz. Organizasyon Komitesi 5 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KRONOTOP KURAMI IŞIĞINDA CENGİZ DAĞCI’NIN ROMANLARINDA MEKÂN Abdulkadir ÇEKİÇ ÖZET Bir toplumun yaşadığı yerler, o toplumun tarihsel geçmişlerinden süzülüp gelen bellek mekânlarıdır. Kültürün ve kimliğin oluşmasında mekânının büyük önemi vardır. Bina, sokak, meydan, şehir gibi yerler kendine özgü şekilleriyle toplumların kimlik ve belleklerinin mekânlara yansımalarıdır. Bundan dolayı ülke toprakları sıradan mekânlar değildir. Toplumların yurt bağıyla bağlandıkları kimlikleriyle özdeşleştirdikleri özel yerlerdir. Romanlarda bahsedilen mekân vakanın varlık bulduğu yerlerdir. Bu mekânlar aynı zamanda romanın şahıslarını da şekillendiren yerlerdir. Bu bağlamda romanlarda bahsedilen mekânlar, gelişigüzel seçilmiş mekânlar değillerdir. İlk kez Mikhail Bakhtin tarafından dile getirilen kronotop kuramı,zaman-uzam(mekân) diye Türkçeye çevrilmiştir. Kronotop, romanlardaki olay örgüsünün zaman ve mekânla olan ilişkisidir. Bundan dolayı Mikhail Bakhtin romanları mekân ve zaman bakımdan kronotop kuramı ışığında yorumlamak gerektiğini savunur. Cengiz Dağcı İkinci Dünya Savaşı’dan sonra zorla yurdundan kopartılmış Kırımlı bir yazardır. Bu yurdundan kopuş, onun sonraki yıllarda teşekkül eden kimliğinde derin izler bırakmıştır. Hemen hemen her yazdığı romanda ülke toprakları ve oralarda bulunan bağ ve bahçe, cami, sokak, dağ, nehir vb. gibi özel mekânlardan bahsetmiştir. Cengiz Dağcı’nın romanlarında geçen mekânlar sıradan mekânlar değillerdir. Kendisi ve Kırımlılar için bu mekânlar özgürce yaşadıkları ve kendileriyle özdeşleşmiş özel yerlerdir. Cengiz Dağcı’nın romanlarında geçen ve onun kimlik ve belleğinin teşekkülünde önemli yer tutan bu mekânlar Mikhal Bakhtin’in kronotop kuramı ışığında değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Bakhtin, kornotop, Cengiz Dağcı, mekân. Okutman,Fatih Üniversitesi, Hazırlık Okulu- İstanbul/Türkiye acekic@fatih.edu.tr 6 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 PLACES IN THE NOVELS OF CENGIZ DAĞCI IN TERMS OF CRONOTOPE THEORY ABSTRACT The places where people live are special locations flowing from their historical memories. These locations play big roles to form their identity and culture. The shapes of buildings, streets, squares, and in fullest extent a city are reflections of collective identity and memory of a nation. Therefore, the lands of a country are not ordinary places but special places with connections to their identity that tie them with homelands. The places mentioned in a novel are the places where the plot of the story becomes existence and it forms characters as well. In this context, the places in a novel cannot be considered as ordinary places. Cengiz Dağcı who is Crimean a writer was deported from his county. This deportation causes big impact on his identity. He mentioned special places like gardens, mosques, mountains, and rivers almost in his each novel. That is why these places are special to him and all Crimean people.Cronotope is theorized by Mikhail Bakhtin for the first time and translated into Turkish as zaman- uzam. It shows plot of story with relation to time and space. In terms of time and space if a novel needs analyzing, Mikhail Bakhtin claims that the novel should be taken into consideration with this theory. In this study, the places in the novels of Cengiz Dağcı, which have great importance in forming his identity, are analyzed from the point of Bahtin’s cronotope theory. Key Words: Bakhtin, cronotope, Cengiz Dağcı, place. Giriş Mekânsız bir roman düşünülemez. Mekân her şeyden önce ve en azından olayların bir dekorudur. Ama genel olarak mekân, vakanın varlık bulduğu yer, şahısların içinde yaşadıkları, kendi oluşlarını fark ettikleri alandır (Narlı 2007). 7 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bununla birlikte zamansız bir mekân da düşünülemez. Bundan dolayı Mikhail Bakhtin zamanmekân ilişkisini açıklamak için kronotop kavramını kullanır. “Krono” Latince zaman “topos” mekân(uzam) anlamındadır (Bakhtin 2001: 318 ). Zamanın mekânsal değerinin veya mekânın zamansal değerinin ortaya koyulması, toplum içindeki karmaşık ilişkilerin ve çatlamaların anlaşılmasını sağlar (Coşkun 2011). Şahısların içinde bulundukları çevreyi algılayış biçimlerini, ruhsal ekonomik durumlarını, karakterlerini açıklama yolunda imkânlar sunabilir. Şahısları tanıtma yollarından biri olarak dramatik bir iş de üstlenerek vakanın temel öğesi olur ve şahsın çevresini, algılayış şekillerini, o çevredeki ruh durumunu hatta karakterini etkiler. Yer değiştirmelerin vakaya ve davranış biçimlerine kattığı değişiklikleri de gözden uzak tutmamak gerekir (Narlı 2007). Mikhail Bakhtin’e göre edebi bir yapıtın fiili bir gerçeklikle ilişkili sanatsal bütünlüğü zamanuzamıyla(mekan) tanımlanır. Bu nedenle, bir yapıttaki zaman-uzam sanatsal zaman-uzamın bütününden yalnızca soyut analiz düzeyinde yalıtılabilecek bir değerlendirme boyutu içerir. Edebiyatta ve bizzat sanatta, zamansal ve uzamsal belirlenimler birbirinden ayrılamaz ve daima duyguların ve değerlerin izini taşır. Sanat ve edebiyat, çeşitli derece ve kapsamlarda zamanuzamsal değerlerle doludur (Bakhtin 2001: 318 ). Mikhail Bakhtin’e göre bir romanda karşılaşma ve onunla bağlantılı yol kronotopu, şato(onun misafir odaları ve salonları), taşra kasabası, eşik (merdiven, ön hol ve koridor ve ayrıca sokak ve meydanlar) kronotopu vardır. Anlatı dilinin kendisi de bu kronotoplara dâhil olabilir. Bu kronotopların en belirgin önemi anlatı açısından taşıdıkları anlamdır. Romanın temel anlatısal olaylarını örgütleyen merkezdir bu zaman-uzamlar. Zaman-uzam, anlatı düğümlerinin bağlandığı ve birleştiği yerdir (Bakhtin 2001: 316). Mikhail Bakhtin’e göre özetle dört somut kronotoptandan bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi yol kronopudur. Yol kronotopuyla kastedilen şey vakaların yolda vuku bulmasıdır. Bakhtin’e göre bir romanda karşılaşmalar genellikle “yolda” cereyan eder. Yol rastlantısal karşılaşmalar için özellikle iyi bir yerdir. Yolda -tüm toplumsal sınıfların, zümrelerin, dinlerin, milliyetlerin, çağların temsilcileri olan- çok değişik insanların izledikleri uzamsal ve zamansal patikalar, tek bir uzamsal ve zamansal noktada kesişir. Yol kronotopu hem yeni başlangıçların hareket noktası hem de olayların sonuçlandığı yerdir. Zaman adeta uzamla kaynaşarak uzamın içine akar ve yolu 8 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 şekillendirir; bu, bir seyir, bir akış olarak yol imgesindeki zengin mecazi genişlemesinin kaynağıdır(Bakhtin 2001: 316-319). İkicisi şato kronotopudur. Şato kronotopu adından anlaşılacağı üzere şato tarihsel zamanın mekânıdır. Geçmişin tarihsel figürü olan feodal lordların yaşadığı mekânlar şatolardır. Şatonun hollerinde, odalarında ve salonlarında küçük veya büyük entrikaların yaşandığı mekânlardır. Hanedanlık ilişkileri, babadan oğla geçen haklar, efsanelerin anıldığı diyaloglarının yaşandığı ve gelenekler, duvarlarda ataların portreleri, silahları ve mobilyalarıyla şato tarihsel geçmişin ortamıdır (Bakhtin 2001: 319-321 ).” Üçüncüsü taşra kronotopudur. Taşra kronotopunda kasabalar gündelik döngüsel zamanın mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz, yalnızca kendilerini sürekli yineleyen “etkinlikler” bulunmaktadır. Her gün durmadan, aynı etkinlikler döngüsü yinelenir. Karşılaşma ve kopuşların pek yaşanmadığı, küçük entrikalar dışında monoton bir zaman uzamın pastoral anlatımla şekillendiği tipik taşra kasabaları bu kronotopun durağan mekânıdır (Bakhtin 2001: 321-322). Dördüncüsü de eşik kronotopudur. Eşik kronotopu zaman-uzam karşılaşma motifiyle ilişkilendirilebilir, ama en temel örneğine, yaşamdaki bir dönüm noktası ve kopuş kronotopu olarak rastlarız. “Eşik” sözcüğünün kendisi de gündelik kullanımda zaten metaforik bir anlam barındırır ve yaşamın bir dönüm anıyla, bir yaşamı değiştiren kararla (ya da bir yaşamı değiştirmede başarısızlığa uğrayan kararsızlıkla, eşiğin ötesine adım atma korkusuyla) bağlantılıdır. Edebiyatta eşik kronotopu bazen açıkça ama genellikle de örtük bir biçimde hep mecazi ve simgeseldir. Örneğin, Dostoyevski’de eşik ve ilgili kronotoplar-merdiven, ön hol ve koridor kronotopları kadar bu uzamları açık havaya taşıyan sokak ve meydan kronotopları da- ana eylem mahalleridir; büyük olaylarının, bir insanın tüm yaşamını belirleyen düşüşlerin, dirilişlerin, yenilenmelerin, tecellilerin, kararların gerçekleştiği yerlerdir. Bu kronotopta zaman temelde ansaldır; sanki hiç süresi yokmuş ve biyografik zamanın normal seyrinin dışına çıkmış gibidir (Bakhtin 2001: 321-322). Cengiz Dağcı’nın eserleri de kronotopik okumaya müsaittir. Kendi biyografisiyle ete kemiğe bürünmüş zaman ve mekan kavramının buluştuğu vaka sürgündür. Vatanı Kırımdan kopuştur. Zaman Dağcı için sürgünden önce, sürgün anı ve sürgünden sonradır. Mekânsa sürgün öncesi Kırım’ın ilçe ve köyleri Gurzuf, Kızıltaş, Çukurca, Akmesçit, vb. geniş mekânlar ve bu mahalde geçen simgesel dar mekânlar, Gelinkaya, Muharrem’in Fırının yanındaki çeşme, Tokal cami, 9 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Memiş’in bayırı vb. yerlerdir. Vatanından kopuş anı veya sürgün anında karşılaştığı mekânlar, savaş cephesi, esir kampları, tren yolculuğu ve uğradığı bazı şehirler yolda karşılaşılan yerlerdir. Sürgünden sonra ulaştığı mekânların yazar için bir değeri yoktur. Bundan dolayı sürgün sonrası yerlerin adından az bahsedilir. Onun için daha ziyade sürgün öncesi yer olan Kırım daha önemlidir. Geçmiş bellekteki hatıralarla Kırımda ki mekânlarda hep gezintiler yapmayı tercih eder. Cengiz Dağcı’da Kronotopik Unsurlar Cengiz Dağcı’nın eserleri iki tür kronotopik okumaya uygundur. Bunlardan biri yol diğeri eşik kronotopudur. Yol Kronotopu: Anayurt ve Kopuşun Savurduğu Mekânlar Cengiz Dağcı’nın romanlarının başlangıcı veya sonu sürgündür. Sürgün de mekândan yani anayurttan kopuştur. Bu da yol hikâyesi demektir. Yol Kronotopu Cengiz Dağcı’nın eserlerinde en belirgin olanıdır. Korkunç Yıllar ve onu takip eden roman Yurdunu Kaybeden Adam, Yoldaşlar, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, İhtiyar Savaşçı, Benim Gibi Biri, Dönüş adlı eserler yol Kronotopuna sıkıştırılmış vakalarla doludur. Yolda yerler yaşanan acıları anlatması bakımından önemli olsa bile yoldan sonra ulaşılan mekânların çok bir değeri yoktur. “Benim köyümün ismi vardı. Yalnız köyümün değil, köyümün deresinin, çayırlarının, kayalarının, tepelerinin, çeşmelerinin, camilerinin de isimleri vardı. Buranın bir ismi yok mu? “Var!” dedi adam. “Burası Sürgün yeri” ”(Dağcı 2010: 67) Bu sözlerle sürgünden sonra ulaşılan mekânların değerinin olmadığını belirtir. Onun için varsa yoksa sürgün öncesi mekânlardır. Yol kronotopunu Korkunç Yıllar’la başlayan ve Yurdunu Kaybeden Adam’la devam eden romanlarda görmek mümkündür. Ancak bu iki Romanda sık sık molalar vardır. Rus cephesi, Alman Esir kampları, Türkistan Lejyon’u gibi yerler uzun mola mekânlarıdır. Yolculuğa başladığı nokta olan köyüne kısa bir fiziki bir geriye dönüş vardır. Ancak bu kalıcı değildir yine yola koyulacaktır. Kendini mülteci kamplarında bulacak sonra oradan da bu bahsedilen romanlarda İtalya dediği ama gerçekte İngiltere’ye uzanan uzun bir yolculukla sonlanacak zaman-uzamı içinde bitirecektir. Bu iki romanın başlıca mekânları Gurzuf ve onun Köyü olan Kızıltaş ve bir de Akmesçit’tir. Az da olsa Bahçesaray’dan bahseder. Bu mekânlardan kopmadan önce bu mekânlar 10 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bazı acı olaylara sahne olmuştur. Ancak bu mekânlardan kopuş trajedinin en büyüğüdür. Yazar bu romanlarında Kızıltaş’a veya yukarıda saydığım belli başlı mekânlara geri dönüşler yapar. “Dün gece, buhran geçtikten sonra, saatlerce, yeşil vatanımı düşündüm. Ayı Dağı’nın arkasından güneş doğuyordu. Karadeniz kıyılarından ta ayaklarıma kadar, yemyeşil bağlar, basamak basamak yükseliyordu. Tepeler, köy mescitlerinin minareleri sisler içimden çıkıp güzel yurdum gözlerimin önene seriliyordu. Bu manzara kaybolmasın diye gözlerimi öyle sımsıkı kapıyorum ki…” (Dağcı 1989 : 251-252) . Yazar sık sık bu mekânlara geri dönüşler yapar. Çünkü bu yerler onun için Smith’in dediği gibi az çok kendilerini özdeşleştirecekleri, aidiyet hissi duyacakları belli bir toplumsal mekân ve sınırları belli bir toprak parçasıdır (Smith 2004:24).” Bu alıntıya benzer mekân anlatımları aynı romanların birçok yerinde bulmak mümkündür. Çünkü bu mekânlar yazarın kendini özdeşleştirildiği kimliğini oluşturduğu belleğine hapsettiği mekânlardır. En ilginç yol Krontopu Biz Beraber Geçtik Bu Yolu adlı eserdedir. Burada çifte zaman örgüsü vardır. Geçmiş ve şimdiki zaman aynı anda yola koyulur. İzmail Tavlı’nın tek başına annesinin ölümü, babasını hapse girmesi ve üniversiteye başlaması ve oradan askere gidişiyle başlayan sonra yolda yol arkadaşı Ramilla’yla karşılaşması ve şimdiki zamanda hastane odasına kadar süren yol uzam-zamanıdır. Ukrayna cephesi sonra Kirovograd esir kampı oradan Azatlık Ordusu katılmak Ostrov şehri ve Varşova istasyonu Ramila ile karşılaşma Salzburg’ta bir çiftlik, İtalya’da bir mülteci kampı ve Londra son durak yolculuğu ve yolculuk esnasında yine onlarca iri ufaklı başka mekânlardır. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarındaki yol hikâyesi ile ortak birçok olay mevcuttur. Sürgün sonrası varılan mekân Londra’dır. Buranın mekânsal bir değeri yazar için pek yoktur. Sadece yolda karşılaştığı Ramila’nın yazar için özel bir anlamı vardır. “Masalımsı bir görünüm değil bu. Farkındayım, sen ihtiyarlandın. Vücudun güçsüz. Görme yeteneğin zayıf. Bir kolunda ben, öbür kolunda Ramila, seni Salgır’ın kıyılarında gezindireceğiz; Çukurca’nın bahçeleri içinde, kayabaşı kırlarında gezindireceğiz; pırıl pırıl bir taksiye bindirip Soğuksu’yun kıyılarına götüreceğiz seni; Ayı Dağı’nın gerisinden Gurzuf’un göğüne yükselen güneşin Işınlarında ısınacak horlanıp ihtiyarlanmış vücudun.” (Dağcı 1996: 277). Burada kendini özdeşleştirme iki şeyde mevcuttur. Biri kendi yurdu diğeri Sevgili eşi Ramilla’dır. Millet olma niteliklerinden biri yurt bağıdır. Tarihsel bir bağ ile sınırları belli topraklarda hayat 11 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 sürmektir. Bu topraklar öylesine topraklar değildir. Kimliğin oluşmasını sağlayan mekânlardır. Oralarda tarihsel bellek havzaları bulunur. Millet kimliği bu mekânlara sıkı sıkıya tutunur. Benzer bir karşılaşma ve yol kronotopu Benim Gibi Biri adlı eserdedir. Barda geçen birkaç saatlilik sohbetten geçmişe dönüp uzun bir kaçış ve yolda Joseph Tucknell ile karşılaşma sonra onu kaybetmesi ve yıllar sonra tekrar barda buluşma ve kısa sohbetlerinde geriye dönüşler vardır. Kırım’da toprağında özgürce yaşama isteğinden dolayı sistemin yurdundan kopardığı Cengiz Dağcı ve yolda karşılaştığı Joseph Tucknell ile süre giden yol zaman- uzamı. Yolda uğranılan mekânlardan bara kadar uzanan bir tünel(yol)kronotopundan bahsedilebilir. Yoldaşlar adlı romanda da yol Kronotopu vardır. Bu cepheden geri dönüştür. Yani cepheden geri çekiliş zaman-uzamıdır. Bu cepheden dönüş anında ve mekânlarında vuku bulan olaylar da yoldaşlar romanının zaman ve uzamını oluşturmaktadır. Dönüş adlı eserde Niyazi adlı kahramanın yol zaman-uzamı vardır. Yol hikâyesi de Gurzuf, Polonya Varşova, Krakov, Prag ve tekrar Gurzuf’ta geçen zamana temellük etmektedir. Yol zaman-uzamının en güzel anlatılığı romanlardan biri olan İhtiyar Savaşçı adlı eserinde yol kronotupu şu şekilde anlatılmıştır. Gurzuf-Kızıltaş ve sürgün yeri arasında geçen, sürgün yerine gidiş ve geliş, yolun başlangıcı ve başladığı aynı yere dönüşle biten bir yol hikâyesi. Savaşçının İkinci Dünya Savaşı’ndan köyüne dönüşü romanın başlangıç zamanı oradan köyüne varana kadar yolda gördükleriyle başlar. Köyü Kızıltaş’ta meşe ağacının altında karşılaştığı büyük facia romanın dönüm noktasıdır. Sonra sürgüne gidiş. Tren yolculuğundan sürgün yerine varış. Sürgün yerinde sanki uzun bir moladan tekrar yola koyulmayla aynı şekilde trenle geriye yolculuk. Kızıltaş’a geri ulaşma ve meşe ağacının altında biten yol. Olaylar A noktası Kızıltaş uzamından başlayıp B noktası Sürgün yerine gidiş ve dönüş arasında ki zamanda cereyan etmiş gibidir. Eşi Melek Hanım kocasının ölümünden sonra B noktası olan sürgün yerine tekrar gider. Ölümüne yakın Kızıltaş’a geri döner. Ve yolculuğunu sonlandırır. Diğer kalanların da yolculukları başlangıç yeri olan A noktası Gurzuf-Kızıltaş’a dönüşle bitecektir. O anlar şu sözlerle anlatılır. “Savaşçı, Ceneviz kalesinin az uzağındaki Adalar’a dalmıştı; Melek hanımsa iskeleye. İskeleye bakarken çocukluk yıllarını hatırlıyordu: gün, bugünkü gün gibi güneşli ve sıcak bir günse, annesiyle birlikte Yalta vapurun beklediklerinde iskeleden inip kıyını çakıltaşları üstünde koşardı küçücük Melek hanım; ve koşarken ayakları dibindeki çakıllardan çıkan şakırtıyı dinlerdi.” 12 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Gurzuf, Ceneviz kalesi, Adalar, Ayı Dağı kırkbeş yıl öncesi gibi görünüyorlardı buradan. Haziran güneşi de, kırkbeş yıl öncesi gibi, Ayı Dağı’yla Adalar arasına sepetler dolusu mücevher serpmişti sanki ışıl ışıldı denizin yüzü.” (Dağcı 2010: 118-122) Dönüşte Gurzuf değişmiştir. Belleğindeki Gurzuf’u hatırlar. Burada mekânlarla beraber diğer imgelerde zihnine üşüşür. Çünkü “Bellek, mekân dışında, seslere, kokulara, dokulara, imgelere demirler. Bellek dilsel değil imgesel yapılanmıştır: Hatırlamak zihnine bir takım “imgeler” çağırmaktır.”(Dereli 2011) Ceneviz kalesi Adalar, iskele, gün, güneş, sıcaklık, Yalta vapuru, çakıl taşlarından çıkan sesler, kokular, dokular, imgeler, sesler ve mekânlardır. İhtiyar Savaşçı’da diğer romanlarda olmayan bir durum söz konusudur. Bu romanda anayurda dönüş söz konusudur. Yazar dönüşle beraber gelecek mekân inşası yapma gayreti içindedir. “Siz gidin. Ben yaya gideceğim. Muharrem’in fırını önünde bekleyin beni, dedi. Yarım kilometre ötedeki Memiş’in deresi üzerine atılı köprüyü geçerek…O bayırın(Memiş’in bayırı) öncesinde Kızıltaş bekliyordu onu. Oysa farkındaydı, kendi insanlarından kimse yoktu Kızıltaş’ta. Belki de bomboş kalmıştı Kızıltaş kırkbeş yıl süresince. Evler çökmüştü belki de. Hayvanlar gebermişti. Yollarını, çeşmelerini yabanıl otlar kaplamıştı belki de Kızıltaş’ın. Ama boş olsundu Kızıltaş. Issız olsundu. Yavan olsundu. Onun Kızıtaş’ıydı gene de. Ve Kızıltaş’ına gidiyordu Savaşçı. Birinciydi. İlkin o girecekti Kızıltaş’a Ondan sonra oğullar gelecekti; kızları, torunları gelecekti. Kızıltaş bağrını açacaktı onlara bir ana hasretiyle. Savaş sonrası Kızıltaş’a çökmüş lanetli karanlık çok uzun sürmüştü. Kalkacaktı artık. Dağılacaktı. Güneş doğacaktı. Evet, güneş ışıyacaktı.” (Dağcı 2010: 126). Yazar bu satırları yazarak hayalen öz yurduna dönüşü ilk kendisi yapıyor. Roman kahramanı İhtiyar Savaşçı’yı Kızıltaş’a göndererek yapıyor. Kızıltaş bıraktıkları gibi olmayabilir ama ne olursa olsun orası onlarındı ve yeniden bu mekâna dönüp orayı inşa etmelidir. Bu romanların yol ortak kronotopunda anlatılmak istenen yazarın kendi biyografisinden de romanlara sızan ana tema vatandan kopuştur. Kızıltaş’tan, Gurzuf’tan, Akmesçit’den bütünde ise Kırım’dan kopuştur. Bu mekânlardan kopuş kendiliğinden olmamıştır. Sistemin müdahalesi sonucu vuku bulmuştur. Bu kopuş yazarında bizatihi yaşadığı durumdur. Bundan dolayı bu romanlara hayalle karışık yazarın kendi gerçekliği sinmiştir. Romanlarda yer yer şimdiki zamandan bahsedilse de geçmiş zaman ön plandadır. Çünkü geçmişte yazar kendi vatanı olan Kızıltaş, Gurzuf, gibi mekânlarda yaşardı. Belleğinin mekânları bu yerlerdi. Yolda uğradığı diğer 13 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 mekânlar onun için sonuçtur. Trajedinin bir sonucu olarak bu mekânlara yolculuk yapmak zorunda kalmıştır. Yazar kendini hep buralara ait hisseder. Belleğinde ki bu hafıza mekânlarına yolculuk yaptırarak geriye gider. Salgır’ın kıyısında dolaşır. Memeşin bayırından geçer. Ayı Dağ’ına, Romankoş’a, Gelinkaya bakar. Muharrem’in fırınının önündeki çeşmede soluklanır. Üzüm bağlarında çalışmak onun için iş değil keyiftir. Eşik Kronotopu: Toprakta Ölüm ve Toprakta Diriliş Cengiz Dağcı’nın Kırım’ı anlatan romanlarında başka bir kronotop türü de eşik kronotopudur. Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi ve Badem Dalına Asılı Bebekler adlı romanlar bu kategoriye girer. Bu romanlar Kızıltaş ve Çukurca’ın hikâyeleridir. Bir bakıma Taşra Koronotopu görünümündedirler. Ama taşra kronotupuna girmezler. Çünkü olaylar durağan değildir, dinamiktir. Evlerin eşiklerinin ön hollerinden sokaklara taşan açık meydanlarda vuku bulan olaylar dizisi bu üç romanın atmosferine sinmiştir. Ayrıca toprakta ölümle eşiğinden yine toprakta dirilmeye giden mecazi anlatımların da bulunduğu romanlardır. Onlar da İnsandı adlı eserde dönüm noktası Bekir’in evine aldığı iki Rus garibanıdır. Bundan sonra olaylar hızla gelişir. Önce uğursuzluklar zuhur eder. Macik adlı ineği hastalanır. Ensesinde çıban çıkar. Seydali’yle arası açılır. Otomobil Niyazi’yi ezer, vb. uğursuzluklar zinciriyle eşikten meydanlara sarkan olaylar başlar. Sonra Ruslar Kızıltaş’ı istila ederler. Evlerine aldıkları İvan adlı kişi Bekir’e ihanet eder. Birçok kişiye zarar verir. Ve en sonunda Bekir’in evine yerleşir. Olayların genel mahalli Kızıltaş’tır. Onunla birlikte Topkaya, Kuşkaya, Gelinkaya, bağ, bahçe ve tarlalar gibi birçok mekânlar da zikredilir. “Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi temiz ve parlaktı. Aşağıda, köyün gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cılız çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı renklere bürünmüş Gelinkaa ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yaz-kış hiç değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessiz-sakin, dertlerini söyleşiyorlardı. Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nınkinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün kimbilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya!yı sarardı. Esen rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları 14 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip yatarlardı…” (Dağcı 1999: 9) Çevresel etkilerin öneminden bahseden Nurullah abalı sosyal yapıyı oluşturan tabii çevredir, der. “Tabii çevreden kasıt iklim ve bitki örtüsü, coğrafi ve jeolojik yapıdır. Tabii çevre iktisadi ve sosyal hayatı geniş ölçüde etkiler ve en çok insanların örf ve adetlerinde ayırıcı özelliğini gösterir.” (Abalı 2009:43) Kızıltaş’ın etrafında oluşan sosyal yapı, iklim ve bitki örtüsü, coğrafi ve jeolojik yapı tabii çevre iktisadi ve sosyal hayatı geniş ölçüde etkiler ve en çok insanların örf ve adetlerinde ayırıcı özelliğini gösterir. Örneğin Gelinkaya sadece Gelinkaya değildir. Gelinkaya kendi efsanesini oluşturup bir milletin belleğine çadır kurup o milletin kimliğini de oluşturur. Ve Kızıltaş’ta yaşayan insanlar bu mekânın iklimiyle mündemiç bahçe tarla işleriyle sosyal ve iktisadi yapıları teşekkül eder. Romanda bu topraklarda çalışmak Kızıltaş’lılar için bir zevktir. Onlar için bağ ve bahçelerinde çalışmak adeta günlük yapa geldikleri hobileridir. İstila ile beraber tarlaları ellerinden alınıp kolhoza verilmek istenmektedir. Bekir’in arkadaşı, komşusu Enver karşı çıkar bu topraklar için ölür. Bekir ise tarlasına gider. “Bekir Kuşkaya’ya gidiyordu. Elleri, yumrukları, dişleriyle Kuşkaya’yı sökmek, parçalamak, taşını toprağını şosede otomobile yol verdiği yere devirmek istiyordu. Bekir’in acısı, Enver’inkinden daha keskindi belki. Çünkü Bekir de bu toprakta, bu güneşin altında doğmuş, büyümüştü. Birden ayakları altında yumuşak toprağı tanıdı, durdu. Başını göğsüne eğdi, göğüslerini açtı, toprağa baktı. Evet toprağıydı; Güzel, kılık, kalbe yakın, dost toprağıydı, kendi toprağıydı, bu! Başını kaldırdı, karşıdaki bayırda mahsun mahsun duran beş armut ağacına baktı. Uzun uzun baktı. Birden bire yere kapandı, toprağına sarıldı, ağlamaya başladı: “toprağım. Ben seninim. Ben seninim, toprağım! Beni bırakıp gitme gavur Ruslara al beni, al! Koru beni, toprağım koru!” (Dağcı 1990: 9) Bekir’in tarlasının yanında Kuşkaya vardır. Kuşkaya yıkılacak ve oradan yol geçecektir. Bekir tarlasına gidince Kuşkaya yol çalışmalarında patlatılır. Bekir’in üzerine yığılır. Tarlasına beni bırakma diyen Bekir, kendi tarlasında can verir. Romanın sonunda istilanın şiddeti artar. Köylüler meydanda toplatılır. Karşı koyanlar öldürürler. Kalan Kızıltaş’lılar da sürgüne gönderilirler. 15 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 O Topraklar Bizimdi romanı Onlar da İnsandı romanının devamı niteliğindedir. Bu romanda mekân Çukarca’dır. Bu romanda Kırım tarihinde yaşanan olaylar-Sovyet işgali sonrasında Alman işgali ve tekrar Sovyet işgali- anlatılmış Kızıltaş’tan sonra Çukurca ve insanlarına ayna tutulmuştur. İstila sonrası kolhoz sistemi kurulmuş. Çukurcalıların topraklarına devlet tarafından el konulmuş. Yeni sistemin negatif etkilerinin derinden hissedildiği dönemdir. Mekânsa Çukarca’nın meydanları, bağ ve bahçe ve tarlarıdır. Eşik kronotopununda belirtilen sokak ve meydanlara denk düşmektedir. Onlar da İnsandı adlı romandakine benzer bir hikâye de O Topaklar Bizimdi’de vardır. Yalnız birinde romanın sonunda yer alırken diğerinde benzer hikâye romanın başındadır. Hikâye şöyledir. Kolhoz sistemi kurulmuş insanların ellerinden malları alınmıştır. İsteyen istediği gibi kendi toprağına girememektedir. Hasan’ın kayınpederi ısrarla kendi toprağında bir gün çalışmak istemiştir. Reis Bilal’da ısrara dayanamayıp izin vermiştir. Yazar günün sonunda vuku bulan olayı şöyle anlatır. “İki eliyle toprağı tutmuştu. Toprağı avuçları içine alıp yüzüne sürmüş ve ölmüştü. Pişman değildi öldüğüne. Yüzünde, hayatı bırakıp gittiğine dair bir üzüntü yoktu. Yatıyordu eşikte. Dizlerinde toprak, avuçları içinde toprak, dağınık saçlarında toprak, her yerinde toprak! Yalnız çok sevdiği toprağın altına girip sonsuz uykusuna yatmadan önce, evine uğramıştı. Eviyle ve evinin içerisindeki insanlarla vedalaşmak için evine uğramıştı. Sonra toprağın altına yatıp kendisi de bir avuç toprak olacaktı. Bunun için yaşamıştı. Ve işte, şimdi toprağa gidiyordu.” (Dağcı 1990: 11) Yazar bu olayı bir iç konuşmasında anlatırken mekânının önemine vurgu yapmıştır. Burada mekân kişinin öz toprağıdır. Ancak elinden alınmış; ondan yoksundur. Hasretle hep toprağında çalışmayı arzulamıştır. Bir gün ısrar edip toprağında çalışmış ancak iş bitip ayrılmak zorunda kalınca toprağına bir daha kavuşamayacağı duygusuna dayanamayarak ruhunu toprağında teslim etmiştir. Reis Bilal bu olayın detayını şu şekilde anlatır. “-Ah, öyle. Ben arabada, tarlanın kıyısındayım. Kaynatan beni görünce tırpanını bıraktı, elini kaldırıp bir selam verdi. Sonra bana doğru yürüdü. Ama yanıma gelmeden bir kez durdu. Durdu da iki eliyle kendi gırtlağını kavradı… Ne olduğunu anlamama vakit kalmadan iki dizi üstüne düştü, namaz kılar gibi, iki elini uzattı, toprağı tuttu, sonra da alnını kolları arasında toprağa vurdu. Ben hemen arabadan atlayıp koşa koşa gittim, ama geç. Başını kaldırdı, iri gözleriyle yüzüme baktı. Sonra gözlerini döndürdü. Bir şey 16 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 söyleyecekti, söylemedi. Ağzına ak köpük doldu. Yalnız bir kerecik boğazı içinden bir gık çıktı da o saat yere serildi. Yürek, balam, yürek!” (Dağcı 1999: 11) Burada anlatılanlar toprak sevgisinin yüceliğidir. İnsan toprağı için yaşar. Topraksız yaşamın mümkün olamayacağını belirtmek içindir. Toprak insanın mekânıdır. Kendi varlığının, aidiyetinin bir parçasıdır. Mekânsız hayat kimliksiz bir yaşamdır. Yazar bundan dolayı toprağıyla hep var olmuş kişinin onsuz var olamayacağını, olsa bile kimliksiz biri olacağını belirtmeye çalışmıştır. Yazar bu romanda Çukurca’ya bakınca Kızıltaş’ı hatırlamış. Oranın bağlarını, bahçelerini, denizini hatırlamış ve hislenmiştir. Yazarın çukurca ile ilgili görüşlerinin özeti niteliğindeki bu görüşlerini bu romanda şöyle ifade eder. “Çukurca da güzeldi. Bir yanda, Karadeniz’in derin ve ışıltılı sularını andıran, yeşil bahçeler; öte yanda güneş ışınlarında yıkanan ekin tarlaları; orta yerde ise, kocaman bir çanak içindeymiş gibi, Çukurca. Solda, taa Çadır Dağı’nın dibinden çıkıp kara ormanlar içinde, derelerde gizlene gizlene akıp gelen Salgır, Çukurca’nın az ötesindeki ormanlardan başlayarak kendini insanlara gösterip tanıtmak istiyormuş gibi, kalınlaşıyor, büyüyor, güçleniyor ve bütün Çukurca’yı kucaklamak özlemiyle buruluyor, güneşin altın ışınları altında gümüşten bir kuşak gibi parlıyordu…”(Dağcı 1990: 23) Yazar için Çukurca vatanın bir parçasıdır ve orası da onu hislendirecek kadar güzeldir. Vatandan ayrı kalmış bir kişi için bu ifadeler bir bellek tazelemedir. Bu ifadelerle belleğinde işaretler bıraktığı mekânlarda gezintiler yapmaktadır. Ancak ne yazık ki bu mekânlarda hep acı yaşanmıştır. Dede Cavitler caminin yanındaki ağaçta asılmış. Köy meydanında millet toplanmış kurşuna dizilmiştir. Çukurca yazarın ifadesiyle yüzyılların sırrını saklayan mezarlık gibidir. Acı ve tatlı hatıralarla doludur. Ama ne olursa olsun oradan ayrılmak niyetinde değildir. Yazarın rotası Çukurca’ya doğrudur. Bunu da romanın sonunda Selim Ayşe’nin oğlu Alim’in elinden tutup Çukurca’ya doğru gitmesiyle ifade etmiştir. Badem Dalına Asılı Bebekler romanında da eşik kronotupu vardır. Olaylar durağan değildir. Yoğun trajik olaylar vardır. Bu olaylar küçük yaştaki Haluk adlı kişinin gözünden anlatılır. Zaman Birinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet dönemidir. Mekân yine Kızıltaş’tır. Kızıltaş’ın mezarlıkları, evleri, meydanları bu romanın eşik kronotopuna ev sahipliği yapar. Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Kırımlılar kısa bir müddet huzur içinde yaşamışlar. Bu romanda bu huzur dolu günler 17 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Haluk’un mutlu günleri olmuş ancak bu günler çok sürmez. Önce Haluk’un annesi ölür. Evler işgalciler tarafından müsadere edilir. Sevgil’in babası ölür. Tomak amca mezarlıktaki badem ağacına asılmış olarak bulunur. Haluk’un babası da köyü terk eder ama ayrılmadan önce “Bu toprakların bizim olması şart” diyerek vasiyette bulunur. Artık bu topraklarda sevinç kalmamıştır Haluk için. Yakın arkadaşları da kısa bir müddet sonra köyü terk ederler. Sonra yine aynı trajedi. Kızıltaş’lılar sürgüne gönderilir. Bu romanda geçen başlıca mekânlar Haluk’un kaldığı Mansur’un odası, müsadere edilmiş evler ve mezarlıklardır. Yazar Haluk’un gözüyle şöyle anlatır. Haluk hep Mansur’un odasında hep hayale dalar. “Ben usumda badem filizleriyle örülü bir çevre çizeceğim. Usumda çizdiğim bu çevre içinde kulaklı ve kulaksız Alim Aydamaklarımız; çilli Sevgililerimiz ve koca burunlu Halidelerimiz; üzüm bağlarımız ve mezarlıklarımız; ak keçilerimiz ve karatavuklarımız; Ayı Dağ’ımız ve Soğuksu’yumuz; badem dallarına asılı bebeklerimiz ve bağlarda kanlanan tavşanlarımız; suyumuz, havamız, ışığımız; etimiz ve canımız; akımız, karamız, yaramız… her şeyimiz ve her şeyimizin ortasında ben- ben, sürgünü bin yıl süren Yahudi sabrıyla usumda çizdiğim bu çevre içinde durarak içimden:”(Dağcı 2012: 220) Mansur’un odası Haluk’un hayalinin yeridir. Müsadere edilmiş evler ise gerçekliğin mekânlarıdır. Mezarlıklar milletin kolektif hafızasının mekânlarıdır. Haluk’un hayali olarak romana girmiş olanlar aslında yazarın biyografisinden taşıp gelenlerdir. Kendisinin ve Kırım’lıların ortak hayalidir. Efsanevi yurtsever Alim Aydamak, üzüm bağları, dağları, ve mezarlıklarıyla bunlar bir millete ait değerlerdir. Yazar sabırla hayalinin gerçek olacağı günü beklemektedir. Müsadere edilmiş evler Kırım’ın tarihidir. Kırım’da yaşanan gerçek tarihtir. İstilanın neticesidir. Mezarlık ise bir milletin belleğidir. Her ne kadar orada yatanlar hayatta değillerse de milletin belleğinde canlıdırlar. Geçmişi yaşatırlar. Doğal olarakmezarlıklar, bir milletin hayatta olmayan insanlarınıgünümüzde yaşatan yegâne fiziki yerlerdir. Bundan dolayı olayların belli bir bölümünde mezarlıklardan bahsedilmiştir. Romanın can alıcı noktasını mezarlıktaki badem ağacı oluşturur. Mezarlıktaki bu badem ağacı kesilir. Ama bu badem ağacı yine filiz vermeye devam eder. Bu metafor Kırımlıların çoğu mezarda 18 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 olsa bile tamamen yok olmayacağının ve Kırım’da tekrar yaşayacaklarına dair bir göndermedir. (Kocakaplan 1998:70) Diğer iki romanın Onlar da İnsandı’da Bekir’in, O Topraklar Bizimdi’de Hasan’ın kayınpederinin kendi toprağında can vermeleri de bu iki romanın eşik kronotupunun mecazi anlatımlarıdır. Kendi toprağında ölmek kendi toprağında dirilmenin simgesel anlatımıdır.(Şahin 2011: 145) Mikhail Bakhtin’e göre eşik kronotopu üstü örtük bir şekilde vurgulanan metoforik ve simgesel anlatımdır. Cengiz Dağcı’nın romanlarında vurguladığı bu mekânlar onun geriye dönüp baktığı ve hatırladığı mekânlar değildir, o hayattayken Londra’da eşi Regina’nın yanında bu bahsettiği mekânlarda adeta bizzat yaşardı. Kendisi de bunu hatıralarında şöyle ifade eder. “Sık sık. Altmış yıl boyunca üstünde doğup büyüdüğüm topraklara dönmediğim bir günüm, gecem olmadı. Yolum oraya her düştüğünde başkalarının beni görmelerini ve duymalarını istedim. Hayır, hayali değildi benim ziyaretlerim. Hiç kopmadı benim gerçeklerimizden benim ziyaretlerim.”(Dağcı 1998: 12) Sonuç Netice olarak, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde iki türlü kronotop görülür. Bunlardan biri yol, diğeri ise eşik kronotopudur. Yol kronotopunda anayurtdan çıkıp yollarda karşılaştığı olaylar yol zamanuzamıyla ifade edilirken, ikinci tür kronotop ise sokak ve meydanlara taşan olaylar örgüsünün eşik zaman-uzamı kullanılarak anlatılmasıdır. Cengiz Dağcı’nın bu mekânlardan uzun süre uzak kalmasına rağmen sanki bu mekânlarda hep yaşamış gibi bu mekânlardan bahsetmesi, bu mekânların bellekte canlı kalmasını sağlamak ve tekrar oralarda Kırım Tatarlarının yaşamasına yol açmak içindir. Bir ölçüde kimliğin ihtiyacı olan toprak parçasını inşa etmektir. Bunun öylesine bir toprak parçası olmadığını bu toprak için çok acılar çekildiğini onun için bu yerlerin kendileri için vazgeçilmez bir mekân olduğudur. 19 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bu mekânlar orada hayat sürdükleri, orada var oldukları, oradan çıkınca yaşamakta zorlanacakları yerlerdir. “Yurt kavramı nehriyle, deniziyle gölleri ve dağlarıyla kutsal hale gelir. Tarihi bellek ve çağrışımların mekânları haline gelir.”(Smith 2004: 25) Anthony Smith’in bu sözünü haklı çıkarcasına çok kez romanlarında yazarın bu özel mekânlardan bahsetmesi, oraların kimlikleri için çok önemli hatta kutsal olduğunun bir kanıtıdır. Kaynakça Abalı, Nurullah, (2009), Gelenksellik ve Modernizm açısından Kılık Kıyafet, İstanbul, İlke Yayıncılık. Bakhtin, Mikhail, (2001), Romana Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, (Çev: Soydemir,Cem) İstanbul: Ayrıntı. Coşkun, Betül, "Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma", Turkish Studies, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, , 6/1, Winter 2011, s. 860-877. Dağcı, Cengiz, (2012), Badem Dalında Asılı Bebekler, İstanbul, Ötüken, 6. Basım Dağcı, Cengiz, (1998), Hatılarda C.D., Ötüken, İstanbul. Dağcı, Cengiz, (2010), İhtiyar Savaşcı., Ötüken, İstanbul. Dağcı, Cengiz, (1989), Korkunç Yıllar., Ötüken, 5. Basım,İstanbul. Dağcı, Cengiz,(1990), O Topraklar Bizimdi., Ötüken, 15 Basım, İstanbul. Dağcı, Cengiz, (1990), Onlar da Insandı., Ötüken, 15 Basım, İstanbul. Dağcı, Cengiz, (1996), Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, Ötüken, 1. Basım, İstanbul. Dereli, Gülsüm, (2011), "Kültürel Bellek: hatırlayış ve unutuş." Hafıza Çalıştayı, Nesin Matematik Köyü, Ekim 2011. Kocakaplan, İsa. (1998), Kırım'dan Londra'ya Cengiz Dağcı., Ötüken, İstanbul. Narlı, Mehmet. (2007), "Romanda Zaman ve Mekan Kavramları." Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Mayıs 2007, s.5-7. Smith, D. Anthony (1991),Milli Kimlik. (Çev: Şener, Bahadır Sina). 2004 ed. İstanbul. Şahin, İbrahim, (2011), "Cengiz Dağcı'nın Eserlerinde Neden/nedensizlik Dili." Bellek-İnsanEser. Ed. Emel Kefeli, Nesrin Sarıahmetoğlu, Ötüken, İstanbul. 20 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 SOFRACI DİVANI VE NÜSHA TANITIMI Adem Balaban Bünyamin Çağlayan ÖZET Dil, kültür ve tarihimizin hazineleri olan Türkçe yazma eserler, yurt içi ve dışında birçok kütüphane bulunmaktadır. Bunlardan birçoğu incelenmiş olsa bile bazıları hala bilinmemekte ve gün ışığına çıkmayı beklemektedir. Bu eserlerden biri de Arnavutluk Milli Kütüphanesi Dr. 7. D. 19 numarada kayıtlı olan Sofracı Divanı’dır. Eserin Uşşakitarikatına bağlı Sofracı mahlaslı biri tarafından yazıldığı anlaşılmakla beraber, Sofracı’nın kim olduğu hakkında herhangi bir bilgi yoktur. İçindeki şiirlerden Sofracı’nınadının Derviş Ali olduğu, Uşşakitarikatine mensup olduğu ve Uşşakişeyhi CemâleddinUşşâkî(ö. 1750) döneminde yaşadığı anlaşılmaktadır. Şiirlerinde sade bir dil kullanan şair dini tasavvufi şiirler yazmıştır. Bu çalışmamızda Sofracı Divanı’nın nüsha tanıtımı ve içindeki şiirler hakkında bilgi verilecektir. Kaynaklarda adı veya mahlası zikredilmeyen Sofracı’nın bu çalışmamız ile edebiyat dünyasında bir değerlendirmeye tabi tutulacağına inanıyoruz. Anahtar Kelimeler: Sofracı divanı, Uşşakî, nüsha, yazma eser. SOFRACI’S DIVAN ANDITS DESCRIPTION ABSTRACT Turkish manuscripts are treasures of our language, culture and history. These works are found at many libraries in Turkey and abroad. Many of them have been studied even though some of them Dr.Hëna e Plotë "Bedër" Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Tiran/Arnavutluk. Dr.Hëna e Plotë "Bedër" ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı BölümüTiran/Arnavutluk. 21 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 still wait tobe known. One of these works is Sofracı’s Divan. This book was registered at Dr. 7. D. 19 number at the National Library of Albania. Sofracı who is a member of Uşşaki Cultwrote this work. There is no information about him in his book or in any other sources. According to his poems, Sofracı lived during sheikh Jamaluddin Uşşâkî (d. 1750) period or after him. He used plain language in his poems and wrotereligiousmystical poems. In this study, we will present Sofracı’s Divan and will give information about the content of the book. We belive that our study will contribute to the literary by introducing Sofracı’s Divan to the world. Keywords: Sofracı’s Divan, Uşşakî, manuscripts, copy. Sofracı’nın Hayatı Sofracı mahlasıyla yazan şair hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Ancak eserinden hareketle, kişiliği, dili, edebi kimliği, dünya görüşü hakkında bilgiler vermeye çalışacağız. Hakkında bilgi edinmeye çalıştığımız tek eser, yine kendinin yazmış olduğu divanıdır. Bir şiirinden adının Ali olduğu ve Edirneli Pir Cemâleddin Uşşâkî’nin müritlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Kullandığı mahlasa ve aşağıdaki beyte bakılırsa Pir Cemâleddin Uşşâkî’nin yanında sofracılık yapmıştır: Cemâlinin bendesidir Sofracı derviş ‘Âlî Nâm u ‘ârı terk idüp şevkiyle devrân eyleriz (18a/10) Bunda bana didilerSofracı derviş ‘Âlî Bundan ulu adımız cândamihmân gizlidir (16b/10) Eserin telif ya da istinsah tarihi bulunmamaktadır. Dolayısıyla Sofracı’nıneserini nerede ve ne zaman yazdığı bilinmemektedir. Ancak şeyhinin İstanbul’a gitmesini bir şiirinde dile getirmesi, muhtemelen Edirne’de yaşadığını göstermektedir. Bir şiirinde şeyhinin İstanbul’a gidişini ve kendisinin bu ayrılıktan duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir: İslâmbul’a hicret itdi,egri kapuyı feth idi Meşâyih cümlesi didi, kutb-ı ‘âlemdir ey sufî (40a/11) Şair divanının başında yazmış olduğu bir elifnamede, kendisinden ve divanını yazmasından bahsetmektedir. Aşağıdaki beyitlerden mahlasının Sofracı olduğu ve divanını yazmak için büyük zatların himmet ve dualarına müracaat ettiği anlaşılmaktadır. 22 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yatıp her dem Sofracıâh eyledi Yürek suzân , ciğerbiryân eyledi Yazampîrler himmetiyle divânı Yardım ide, bulamHak’da mekânı (3b/2-3) Şair, divanının başında yazmış olduğu elifnamede Uşşâkî tarikatının methini yapar. Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hasan Basri’den başlattığı Uşşâkî tarikatındaki silsileyi sayar ve kendi şeyhi Edirneli Pir Cemaleddin Uşşakî’ye kadar getirir ve onları över. Bu ‘Uşşâkîtarikiminmedhini Eyledin yâd, cümle erler ismini Pürnur eyle cümlesininkabrini Bu fakire ‘ayân eyle sırrını (6a/10-11) Kendisinin de Halvetilerin Uşşaki koluna mensup bir derviş olduğunu, şeyhininde Edirneli Pir Cemaleddin Uşşakî ve Pir Hüsameddin Uşşakî olduğunu zikretmektedir: Bu derviş Sofracı anunkuludur Cemâleddinolubdur ol meşâyih (13a/10) Gel ey Derviş Sofracı nuş eyle câmısakiden Dost elinden içmeyen mestâne olmaz âşinâ (7a/7) Yeri gögikaplamışdırkemâlî Ya’nisultân şeyhimdir Cemâlî Yeter dilde bana şâhım Cemâlî Yeter cândasecdegâhımCemâlî (5b/12) Sofracının budur hâli, bir oldıhâl ile kâli 23 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Pîrioldır ŞeyhCemâlî, kalma yabanda ey zâhid (14b/14) Ehil diller ser çeşmesi, evliyâlar güzidesi SeyyidAhmedhalifesi, Hüsâmeddin benim pirim Kasım Paşa’dır ol er makâmındadolunurlar ‘Âşık isen sen de eger, Hüsâmeddin benim pirim Sofracının odur şâhı kusurı çokiderâhı Evliyâlarpadişahı , Hüsâmeddin benim pirim (29a/3,6,9) Ezelden yâr ile yâriz,bize ‘Uşşâkîlerdirler Gel ey zâhid biz ol cânız, bize ‘Uşşâkîlerdirler Ezel bezmindenuşitdik , anınçun mest olup geldik Dost cemâlin‘âyan gördük, bize‘Uşşâkîlerdirler (15b/7-8) Şiirlerinden,bir peygamber aşığı, ehl-i beyt ve Hz. Ali sevdalısı olduğu anlaşılan Sofracı, Hz. Peygambere ve onun ehline karşı duyduğu sevgiyi şöyle dile getirmektedir: Cümlenin şâhı sensinyâ Muhammed Şefâ’atkânı sensinyâ Muhammed (13b/5) Cümle mahluk sana ‘âşık efendim ‘Âşıkıncânı sensinyâ Muhammed (13b/10) Hakikat menzilin bilen Sofracı Muhammed’le ‘Âlî sevmek durur farz (23a/3) Enbiyâlar mahremisinkıl şefâ’atyâ‘Âlî Evliyâlar rehberisinkıl şefâ’atyâ‘Âlî (39b/13) 24 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Divanında tasavvuf öğretilerinin izleri çok sık görülmektedir. Şiirleri, Allah ve peygamber sevgisinin yanı sıra gerçek ilim, dünyanın faniliği, ölüm ve ahiret, ramazan, tarikat adap ve kuralları gibi konuları işlemektedir. Uşşakilik Uşşakiye veya Uşşakîler, Halveti Tarikatı’nın bir koludur. Merkezi, İstanbul Kasımpaşa’dadır. Kurucusu olarak Pir Hüsameddin Uşşakî kabul edilir. (Serin, 1984:131) Pir Hüsameddin 1475 yılında Buhara’da doğmuştur. Daha sonra Anadolu’ya giden Pir Hüsameddin Uşak’a yerleşir. Uşakta yaşadığı ve böyle tanındığı için Uşşakî diye anılır. Bu şehirde Halvetî şeyhlerinden Emir Ahmed-i Semerkandi’ye intisap eder. Uşak’ta yüz yaşına kadar yaşar. III. Murad döneminde İstanbul’a getirilir, padişah onun için bir tekke yaptırır ve Kasımpaşa’ya yerleştirir. Yüz yaşından fazla yaşadığı rivayet edilir. 1595 yılında vefat etmiştir, türbesi bu semtteki kendi adıyla anılan Hüsameddin Uşşakî tekkesindedir (Özdamar, 2007:1-15). Pir’in ölümünden sonra Uşşakiye tarikatı üç talebesi tarafında devam ettirilmiştir ve farklı adlarla anılmıştır. Akkuşa’a göre, “HüsâmeddinUşşâkî’nin tarikat silsilesi, Halvetiyye’nin ana kollarından Ahmediyye’nin kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Efendi’ye ulaşır. Kurucusu olduğu Uşşâkiyye tarikatından Edirneli CemâleddinUşşâkî’ye (ö. 1164/1751) nisbet edilen Cemâliyye, Cemâliyye’den de SalâhaddinUşşâkî’ye (ö. 1197/1783) nisbet edilen Salâhiyye ve CâhidîAhmed Efendi’ye (ö. 1070/1659) nisbet edilen Câhidiyye şubeleri meydana gelmiştir.” (Akkuş, 1998:515). Günümüzde, merkezleri İstanbul/Kasımpaşa olmak üzere PîrSeyyidHüsâmeddinşşâkî Vakfı çatısı altında Uşşakilerin birçok şehir ve ülkede şubeleri bulunmaktadır. Vakıf ve şubeleri, ilmi toplantı ve kurslar düzenlemek, ihtiyaç sahiplerine maddi destekler yapmak, yurt içi ve dışında ahlak dersleri tertip etmek gibi faaliyetler yapmaktadır. Vakıf, isminin kaynağını ve amaçlarını resmi internet sitesi http://www.ussakivakfi.org/ ‘da şöyle ifade etmektedir: “Uşşâkî vakfı ismini peygamber torunu tasavvuf ve islam âlimi hâtemen Pir, Seyyid Hasan Hüsâmeddini Uşşâkî hazretlerinden almıştır. Uşşâkî vakıfları, Pir Seyyid Hasan Hüsâmeddin 25 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Uşşâkî hazretlerinin bıraktığı mirâsa sahip çıkarak, onun tasavvuf yolunu, eserlerini, fikirlerini, kısaca tüm mirasını daha sonraki nesillere aktarabilmek için kurulmuşlardır.” Son zamanlarda her türlü medyada yer almaya başlayan Uşşakiler, yurt dışında da birçok faaliyet yapmaya başlamıştır. (Konuralp, 2006) Uşşakiler ve Uşşakilik hakkında http://www.ussakivakfi.org/ adlı internet sitesinden detaylı bilgi bulunabilir. Sofracı Kavramı Şairler mahlas seçerken kişiliklerine uygun veya yaptıkları işe göre uygun düşen kelimeleri tercih ederler. Bu yüzden mahlasları da şair ile birlikte bir değerlendirmeye tabi tutulur. Şairin mahlasını Sofracı olarak seçmesi bir tarikata bağlılığı ve burada ifa ettiği görevi konusunda bize bilgi verir. Tekkelerde Sofracı veya kurbancı olarak adlandırılan görevliler mutfak malzemelerinin temini, yemek hazırlanması ve servis yapılması gibi işleri yapan dervişlerdir. Şairin de bu görevi yapan bir derviş olduğu anlaşılmaktadır. Sofracı Divanı Tiran Milli Kütüphanesi’nde Dr 7/19 D yer numarası ile kayıtlı olan Sofracı Divanı 48 varaktan meydana gelmektedir. Tamir gördükten sonra kiremit renkli karton ciltli hale getirilmiştir. Varakları 18.5X14, 15X11 cm. ölçülerindedir. 2a’da ”Sahib ve maliki Koplikzadeganlarından ElHac Tahir oğlu Rüstem. Sene H.1212” sözleri ile ifade edilen temellük kaydı bulunmaktadır. Müstensih, istinsah tarihi ve istinsah edilen yer konusunda bilgi veren kayda yer verilmemiştir. Her sayfada on beş satır yer alır. Varaklar numaralandırılmış olduğundan baştan bir varak eksik olduğu anlaşılmaktadır. Saman kâğıt üzerine siyah mürekkeple harekesiz rika ile yazılmıştır. Mahlaslar kırmızı mürekkeple yazılmış ve üzerine kırmızı çizgi çekilmiştir. Varak sonlarında bulunan çobanlar da kırmızı mürekkeple yazılmışlardır. Okunmasında zorluk yaşanacağı tahmin edilen kelimeler kırmızı renkli mürekkeple harekelendirilmiştir. Şiirlerde geçen özel isimler de kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Baş tarafta mesnevi nazım şekliyle yazılmış bir sebeb-i telif ve devamında silsilename bulunmaktadır. Eserin başlangıcında yer alan bu mesnevi ve sonunda bulunan iki elifname ile Cemali’nin iki gazeline ve Niyazi’nin bir gazeline yapılan tahmisler hariç şiirler alfabetik sıraya göre tertip edilerek yazılmıştır. Kafiyelere ayrılan bölümlerde farklı nazım şekilleri de yer alır. Öztürk’ün aktardığına göre, elifnameler kimi araştırmacılara göre tür(Güzel, 26 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2006:634), kimilerine göre ise tür mü şekil mi olduğu belli olmayan(Gökçimen, 2010:105)bir şiirler olarak kabul edilir. Ayrıca Öztürk de, “Elifname önce harfin zikredilmesi, sonra da onunla başlayan bir kelimenin seçilmesi biçiminde olabildiği gibi sadece alfabetik dizilişleri alt alta sıralı ya da belli bir düzen dahilinde kelimelerin seçilmesi yolu ile de meydana getirilmiştir. Harfler, dolayısıyla kelimeler, ekseriya rastgele olmayıp muhtevaya uygunluk gösterir. Eski Yunan ve Latin edebiyatlarındaki akrostiş bizdeki karşılığı ile “muvaşşah” şiir türüyle benzerlik göstermektedir.” demektedir(Öztürk, 2012:175). Sofracı Divanı’nda elifname suretinde yazılmış bir silsilename de bulunmaktadır. “Bir tarikatın birbirine icâzet veren şeyhlerinin adlarını ihtiva eden liste olarak tanımlanan silsile ve silsileyi oluşturan isimlerin yazılı olduğu belgeye silsilenâme veya tomâr denilmiştir. Bir tarikata veya çeşitli tarikatlara ait silsilelerdeki isimlerin geniş olarak anlatıldığı eserlere de bu adlar verilmiştir(Tosun, 2009:207).Silsilenameler özellikle tarikat mensubu şairlerin eserlerinde görülür. Divanın baş tarafında birbiri ile bütünlük taşıyabilen iki mesneviden sonra elif harfiyle kafiyelenmiş 10, be harfiyle kafiyelenmiş üç, te harfiyle kafiyelenmiş 5, se harfiyle kafiyelenmiş 1, cim harfiyle kafiyelenmiş 2, ha harfiyle kafiyelenmiş 1, hı harfiyle kafiyelenmiş 1, dal harfiyle kafiyelenmiş 4, zel harfiyle kafiyelenmiş 1, re harfiyle kafiyelenmiş 8, ze harfiyle kafiyelenmiş 7, sin harfiyle kafiyelenmiş 2, şın harfiyle kafiyelenmiş 3, sad harfiyle kafiyelenmiş 2, dat harfiyle kafiyelenmiş 3, tı harfiyle kafiyelenmiş 2, zı harfiyle kafiyelenmiş 2, ayn harfiyle kafiyelenmiş 2, gayn harfiyle kafiyelenmiş 1, fe harfiyle kafiyelenmiş 2, kaf harfiyle kafiyelenmiş 2, kef harfiyle kafiyelenmiş 4, lam harfiyle kafiyelenmiş 8, mim harfiyle kafiyelenmiş 6, nun harfiyle kafiyelenmiş 10, vav harfiyle kafiyelenmiş 3, he harfiyle kafiyelenmiş 15, ye harfiyle kafiyelenmiş 10 şiir ve sonda ise iki elifname ile Cemali’nin iki gazeline ve Niyazi’nin bir gazeline yapılan tahmisler yer alır. Gazel, terkib-i bend, murabba, tahmis ve mesnevi nazım şekilleriyle yazılı şiir toplamı 127’dir. Sofracı kafiyeler ile ilgili farklı bir uygulama yapmaya özen göstermiştir. Divanın başında yer alan elifnamede mısra başları ve sonlarında aynı harfleri kullanmak suretiyle her beyitte bir harfi kullanarak 28 harfi tamamlar. Şiirin devamı olarak da değerlendirebileceğimiz 58 beyit uzunluğundaki kısımda 39 beyit boyunca her beyitte mısra başları ve sonlarında y harfi kafiye olarak kullanılır. Son dokuz beyitte ise sadece mısra sonlarında y harfi ile kafiye yapılmıştır. 27 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Şairler muvaşşah (akrostiş)şiirler yazarak mısra başlarında kullandıkları harflerle ancak dikkatlice incelendikleri zaman anlaşılabilecek kavramları gizleyerek anlatmak suretiyle şiirlerine zenginlik katmak isterler. Divanın başındaki elifname, sonunda onun devamı mahiyetindeki şiir ile birlikte ele alındığı zaman eserini tamamlamaktan duyduğu sevinci “heyyyyy...” şeklinde bir ünlem ile anlatmak istediğini düşünebiliriz. Divan sonunda yer alan ikinci elifnamede diğer elifname yazan şairlerde karşılaştığımız gibi harfler alfabetik sıraya göre mısra başında kullanılırlar. Üçüncü elifnamede ise harfler tersten başlanarak kullanılır. Bu iki elifname beraber değerlendirildiğinde simetrik bir yapı arzettikleri görülür. Sofracının Edebi Kişiliği Mutasavvıf şairler şiirlerini bağlı bulundukları tarikatın düşüncelerini geniş bir kitleye anlatabilmek amacıyla bir araç olarak kullanırlar. O yüzden fikirlerini kolay anlaşılır şekilde edebi kaygı gütmeden anlatmaya çalışırlar. Sofracı da bir tarikat mensubu olduğundan aynı yolu izler. Hatta daha etkili olması için tarikata yeni gelen dervişlere tarikatın esaslarını anlatmak için kaleme aldığı nutuklarında nefsine hitap eder. Böylece daha etkili bir şekilde dervişlerin tarikat geleneklerine uymalarını sağlamaya çalışır. Sofracı, tasavvufi anlayışına göre yazdığı şiirlerinde, inançlarını, sevgilerini dile getirmiş. Sevdiği kişileri övmüş ve içindeki duyguları lirik bir tarzda yazıya dökmüştür. Bunu yaparken ağdalı bir dil yerine sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Allah aşkını, peygamber, Ehl-i beyt ve Hz. Ali sevgisini, tevhit akidesini, dini akideleri, nefis mücadelesini şiir şeklinde ifade etmiştir. Dil ve Üslubu Diğer tasavvuf şairleri gibi, Sofracı da günlük dile yakın sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. O yüzden şiirlerinde aruz ölçüsü yanında hece ölçüsünü de kullanmıştır. Özellikle bazı gazelleri, içerisinde hiç bir Arapça ve Farsça tamlama kullanılmadan yazılmış şiirlerdir. Şiirlerinde günlük konuşma dilinden birçok kelimeyi kullanan Sofracı, yer yer Arapça ve Farsça tamlamalarda kullanmıştır. Bu da onun klasik şiir geleneğini bildiğini ve tarikatta iyi bir eğitim aldığını göstermektedir. Şu beyitler oldukça sade yazılmıştır: Gel ey derviş baña itme sen de naz 28 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Var ise gönlünde ‘aşkın durma yaz Erenler kuru laf almaz cihânda Yürü gel hâlini söyle behakaz İkilikden geçüp birlik eyle sen Olam dirsen eger ‘âlemde üstaz (18b/10,11,13) Şu beyitlerde ise yer yer tamlamalar kullanmıştır: Ehl-i ‘aşkın her demi zevk u safâdır sema’ Dost yoluna cân atar ruha gıdadır sema’ Muhabbetin şevkine pervâne-veş yandılar Bahr-i ‘ummâna dalup cezbe-i hüdâdır sema’ (24a/5-6) Sade bir dilin yanında çok az da olsa Arapça ifadeler de kullanmıştır. Bu da onun din ilimlerine ve Arapçaya hakim olduğu göstermesi bakımından önemlidir: Ey Sofracı fedâ eyle dilbere sen cânını “Mutıgableentemuten” sırrına ir bul necât (11a/2) Hakk Te’âlâ buyurdu Musa’ya “lenterâni” Vücudunda anların nice sultân gizlidir (16b/9) Sofracı şiirlerinde sanat kaygısı gütmez, onun amacı şiiri bir araç olarak kullanmak ve fikirlerini ifade etmektir. Bundan dolayı halka hitap etmiş ve bu sebeple herkesin anlayabileceği sade bir dil kullanmıştır. Aşağıdaki beyitleri onun sade ve anlaşılır bir dil kullandığını göstermektedir: Nefsi kim bildi, Râbbin buldı Şikârın aldı ala gör sende Sofracı söyler kendisi dinler 29 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gözüm kan aglar göresin sende (37b/4-5) Sofracı divanı harekesiz bir metin olduğu için tahmini yazıldığı yüzyıla göre Osmanlı Türkçesiyle okumayı tercih ettik. Ancak eser, Eski Anadolu Türkçesi dil özellikleri de göstermektedir. Bu şairin halkın anlaması için sade bir dil kullanmayı tercih etmesindendir. seninçün (4a/5), fırsand (10a/4), oluben (10a/11), aldamasun(10b/5), urmuşum (11a/12), görücek (39b/10) gibi ifadeler onun halkın diline çok yaklaştığını göstermektedir. Şiirlerini, dini tasavvufi bir çizgide yazan Sofracı’nın şiirlerinde üslup açısından Yunus Emre gibi tasavvuf şairlerinden etkilendiği görülür: Aç gözün sen sana bak, sendedir bu dört kitab Cehlini elden bırak, sendedir bu dört kitab (9b/8) Otuz iki harfi okudum tamam Gidüp benlik kalmadı hiç bahâne (36b/6) Sofracı’nın başka bir mutasavvıf şair olan Hüdayi ile aynı redifi kullanarak “Tevhide Gel” redifli bir şiir yazmış olması ondan da etkilendiğini gösterir. Muhtemelen bu şiir de Hüdayi’nin şiiri gibi bestelenip tekkelerde okunmuş olabilir. Sultân olmak ister isen sen eger Tevhîde gel, tevhîde gel tevhîde Sırrı Hakk’dan almak istersen haber Tevhîde gel, tevhîde gel tevhîde (39a/4-5) Aziz Mahmud Hüdayi’nin tevhide gel redifle şiirinin ilk beyti de şöyledir: Buyruğun tut Rahman'ın, tevhide gel tevhide Tazelensin imanın, tevhide gel tevhide (Tatçı&Yıldız, 2005:220) Sonuç Tanıtımını yaptığımız ve genel olarak değerlendirdiğimiz eser “Sofracı Divanı”, Sofracı mahlaslı Uşşaki tarikatına bağlı bir tasavvuf şairi olan Derviş Ali tarafından yazılmıştır. Divan başta 30 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 elifname ile başlayıp yine elifname ile bitmektedir. Divanda gazeller,musammatlar, tahmisler ve elifnameler vardır. Manzumeler, dinî-tasavvufî edebiyat geleneği çerçevesinde yazılmış, şekil ve muhteva olarak bu edebiyatın kaidelerine bağlı kalınmıştır. Dörtlük ya da beyit nazım birimleriyle yazılmış olan manzumelerde, dinî-tasavvufî edebiyatın ilahi aşk, ahlak, ibadet gibi bilinen ve ortak konuları, tasavvuf adabı ve erkanı, sufi bir bakış açısıyla, öğretici ve rehberlik edici bir tarzda yazılmıştır. Divan üzerine yapılacak olan dil araştırmaları, farklı tematik ve mukayeseli çalışmaların, divanın muhtevasının anlaşılması ve zenginliğinin ortaya konması bakımından faydalı olacağı kanaatindeyiz. Kaynakça Akkuş, Mehmet(1998). Hüsameddin Uşşakî, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.18, s.515, İstanbul. Aziz MahmudHüdayi(2005), Divan-ı İlahiyat, (Haz. Mustafa Tatçı, Musa Yıldız), 1.bs., Üsküdar Araştırma Merkezi, İstanbul. Gökçimen, Ahmet(2010). Türkmen Edebiyatında Elifname, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (TAED), 43, Erzurum, ss. 105-120. Güzel, Abdurrahman(2006). Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, AkçağYayınları , Ankara. Konuralp, Okan(2006). Türkiye’nin Tarikat Ve Cemaat Haritası, Hürriyet Gazetesi, 17 Eylül 2006. Özdamar, Mustafa(2007). Hüsameddin Uşşaki ve Uşşakiler, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul. Öztürk, Nuran(2012). Elifname ve Nidai'ninElifname'si, Çukurova Üniversitesi, Türkoloji Sempozyumu Bildirileri, Adana. Serin, Rahmi(1984). İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, Petek Yayınları, İstanbul. Sofracı Divanı, Derviş Ali, Arnavutluk Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümü, Nur: Dr. 7. D. 19. Tosun, Necdet(2009). Silsile, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.37, s.2, İstanbul. Yücer, Hür Mahmut(2002). XIX. Asırda Anadolu’da Tasavvuf, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi. http://www.ussakivakfi.org/ 31 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRKÇE ÖĞRETİM PROGRAMLARININ YAZMA BECERİSİ BAKIMINDAN İNCELENMESİ Ali Fuat ARICI Hikmet DEGEÇ ÖZET 1924 yılında hazırlanan program, cumhuriyet döneminin ilk Türkçe programı olma özelliği taşımaktadır. Bu programın adı 1340 “Lise Birinci Devre Müfredat Programı” olarak belirlenmiştir. Programda yer alan “lise birinci devre Türkçe” ibaresi, cumhuriyet döneminin başlangıç yıllarında ortaokul ve liselerin tek bir yapı altında birleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yapının ortaokul devresi birinci devre; lise devresi ise ikinci devre olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle Türkçe programı da lise programı ile birlikte yayınlanmıştır. Türkçe eğitimi ve öğretimi dinleme, konuşma, okuma, yazma becerileri ile dil bilgisi etkinlikleri üzerine temellendirilmiştir. Bu ayrım, uygulamalarda kolaylık olması açısından yapılmıştır. Bu etkinlik alanları, kendi içinde bir bütünlük taşıdığından Türkçe dersleri işlenirken buna uyulmaz. Yeri ve zamanına göre bir etkinlikten diğerine, derste herhangi bir kopukluk olmamasına dikkat ederek geçişler yapılır. Türkçe öğretiminin en önemli ilkelerinden birisi de değişik dil çalışmaları, etkinlikleri arasında sıkı bir iş birliğinin bulunması gerektiğidir. 1924 Türkçe programında Türkçe öğretimine bir bütün olarak yaklaşılmadığı görülmektedir. Türkçe dersi kendi içinde kıraat, sarf ve nahiv, kitabet… gibi alanlara bölünmüştür. Programda belirtilen dersler yoluyla öğrencilere okuma, yazma, konuşma becerileri kazandırılmaya, dil bilgisi konuları öğretilmeye çalışılmaktadır. Yeni alfabenin kabulü ile birlikte 1929 Doç. Dr. Dumlupınar ÜniversitesiEğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi, Kütahya. Okt. Dumlupınar ÜniversitesiEğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi, Kütahya. 32 yılında yeni bir Türkçe BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 programı hazırlanarak 1930 yılında uygulanmaya başlamıştır. Ancak bu programda da Türkçe derslerine bir bütün olarak yaklaşılmamıştır. Programda Türkçe dersleri gramer, tahrir ve kıraat alanlarına ayrılmış ve bunların her biri için farklı ders saatleri belirlenmiştir. AnahtarKelimeler: Türkçe, öğretim programları, yazma eğitimi. RESEARCHING OF WRITING SKILL OF THE REPUBLIC PERIOD TURKISH TEACHING PROGRAMMES ABSTRACT The programme which was arranged in 1924, is the first Turkish programme of republic period. The name of this programme has been determined as “the first period curriculum programme of high school”). The clause of “the first period curriculum” which is in the programme shows that secondary school and high school were associated in the same system at the beginning of the republic period. The secondary school period of this structure has been named as the first period and high school period has been named as the second period. For this reason, Turkish programme was published with high school programme. Turkish education was based on listening, speaking, reading, writing skills and grammar. This division was made in terms of convenience in practices. These practices which has integrity are not performed during Turkish classes. During the classes, practices are performed without disconnection. One of the most significant principle of Turkish teaching is that there is a cooperation between language practices. Turkish teaching was not approached as a whole in 1924 Turkish programme. Turkish class is divided into parts named reading, grammar, rhetoric, writing and speaking skills are being had and grammar is being taught by these classes that are in the programme. By accepting of new alphabet, a new Turkish programme was worked out in 1929 and was put into practice in 1930 But as before, Turkish classes were not approached as a whole in this programme either. In the programme, Turkish classes are divided into grammar and reading parts, also different schedules are specified for these parts. 33 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Giriş Cumhuriyet döneminin ilk programı Cumhuriyetin ilanından 1 yıl sonra 1924 yılında hazırlanmıştır. Bu program, “Lise Birinci Devre Müfredat Programı” olarak belirlenmiştir. Bunun ortaokul kısmı birinci devre; lise kısmı ise ikinci devre olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle lise programı ile birlikte yer almıştır. Yeni alfabenin kabulü ile birlikte 1929 yılında yeni bir Türkçe programı hazırlanarak 1930 yılında uygulanmaya başlamıştır. 1931-32 ders senesinde Türkçe programı tadilatı yapılmıştır. 1938 yılında ‘Ortaokul Türkçe Programı adıyla yeni bir program hazırlanmıştır. Yine aynı adla 1949 yılında program yenilenmiştir. 1962’de yine aynı başlıkla yeni bir Türkçe programı yapılmıştır. 1981 yılında ise ilkokul ve ortaokul programları birlikte ‘İlköğretim Okulları Türkçe Eğitim Programı’ adıyla yenilenmiştir. Cumhuriyet döneminin son programı ise 2006 yılında tamamlanmıştır. 1340 [1924] Türkçe Programı Bu programın adı 1340 “Lise Birinci Devre Müfredat Programı”1 olarak belirlenmiştir. Programda yer alan “lise birinci devre Türkçe” ibaresi, cumhuriyet döneminin başlangıç yıllarında ortaokul ve liselerin tek bir yapı altında birleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yapının ortaokul devresi birinci devre; lise devresi ise ikinci devre olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle Türkçe programı da lise programı ile birlikte yayınlanmıştır. 1924 Türkçe programında Türkçe öğretimine bir bütün olarak yaklaşılmadığı görülmektedir. Türkçe dersi kendi içinde kıraat, sarf ve nahiv, kitabet… gibi alanlara bölünmüştür. Programda belirtilen dersler yoluyla öğrencilere okuma, yazma, konuşma becerileri kazandırılmaya, dil bilgisi konuları öğretilmeye çalışılmaktadır. Maarif Vekâleti; Lise Birinci Devre Müfredat Programı, MatbaaiȂmire, İstanbul, 1340 1 34 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1924 programında yazma becerisine yönelik birinci sene haftada 1 saat “imla” ile 1 saat “kitabet”, ikinci sene haftada 1’er saat “imla ve kitabet”, üçüncü sene ise haftada 1saat “kitabet” dersleri yer almaktadır. 1924 Türkçe programında birinci sene imla dersinde bir talebe tahtaya kaldırılarak müşterek ve münferit tedris usulüne tabiiyetle gösterilir. Yazdırılacak parçalar o hafta zarfında okunan sarf kaideleriyle mütenasip vasıfları haiz olanlar içinden intihap edilir. Kitabet dersinde ise talebenin müşahede ve tahassüslerine müstenit serbest mevzular esas hududu çizilmiş vazifeler şeklinde verilmiştir. İkinci sene imla dersinde birinci sınıf programının mütekâmilen devamı, kitabet dersinde ise talebenin kabiliyetine ve müktesebatına göre vazifeler şeklinde verilmiştir. Üçüncü sınıfta ise bir saatlik kitabet dersinde yıl içinde edebi malumata müsteniden esas hududu çizilmiş vazifelere ve talebenin müşahedelerine müstenit serbest mevzulara devamı şeklinde ifade edilmiştir. Tahrir mevzuları hayattaki ihtiyaçlara tekabül etmelidir. Çocuk şahsi görüşleriyle yazı hazırlamakta serbest olmalıdır..Bununlabirlikte muallimin hududunu çizerek vazife vermesi icap eder. Tahrir dersleri yine talebenin müşahede ve tahassüslerine, muallimin vereceği esas, hududu muayyen mevzulara ait olmak üzere mütekamilen devam etmelidir. Muhtelif üslupta yazılmış eserlere dair bazı mülahaza ve tenkit tecrübelerinde bulunmak da faydalı olur. 1929 Ortamektep Türkçe Programı Yeni Türk alfabesinin kabulünden sonra 1929 yılında Türkçe programı yeniden düzenlendi2. Ders içeriği gramer, kıraat ve tahrir olmak üzere üç ana bölüme ayrılmıştır. Ders saatleri ise 1.sınıf için haftada 2 saat, 2.sınıf için 1 saat, üçüncü sınıf için ise 1 saat olarak belirlenmiştir. Maarif Vekâleti; Ortamektep ve Liselerin Türkçe Müfredat Programı, Yeni Gün Matbaası, Ankara, 1929 2 35 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Derslerin gayesi yedi madde ile ele alınmıştır. Kabul edilen yeni alfabenin kurallarına yönelik gayelerin arasında gramer ve sentaks kaideleri maddesi yer almıştır. Ancak gramer konuları sadece başlık düzeyinde nelerin işleneceği ile sınırlı tutulmuş alt başlık olarak derinlemesine bilgi açılımı yapılmamıştır. Bir başka gaye maddesinde ise dönemin yazışmaları içerisinde önemli bir yeri olan mektup yazmaya yer verilmiştir. Sanat ve düşünce ağırlıklı yazılar yeteneği keşfedilen, yazmaya yatkın talebeye yönelikken, mektup gibi toplumun her kesimini ilgilendiren türlerin yazılması her talebeyi kapsamıştır. Talebenin gördüklerini, düşüncelerini ve tasarladıklarını yazı ile anlatıp bunu alışkanlık haline getirebilmesi amaçlanmıştır. Yazınsal ürünlerin ortaya koyulmasında harflerin doğru yazılmasına ve talebenin kelime gücünü arttırmaya yönelik çalışmalara ağırlık verilmiştir. Dil bilgisi sorunlarının tümevarım yöntemiyle öğretilmesi tavsiye edilmiştir. Neyin yazılacağından çok nasıl yazılacağı üzerinde durulmuştur. Tahrir mevzularının genel hedeflerine baktığımızda ise; anlatım çalışmaları, okuma çalışmaları, milli ve ahlaki açıdan olumlu değer kazandırma olarak belirlenmiştir. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda da bir ilk olarak Türk inkılâbına dair mevzular yer almıştır. İnkılâpların içeriğinin ve amaçlarının talebeye doğru bir şekilde aktarılabilmesi için tahrir mevzularına böyle bir madde dâhil edilmiştir. Halk millet mekteplerinde yeni yazıyı ve vatani mevzuları öğrenirken, talebelerde okullarda hazırlanan 1929 Ortamektep programıyla mahalli, milli veya vatani mevzuları öğrenmişlerdir. Birinci sınıf tahrir mevzusunda talebenin anlatacağı hadiselere kısıtlamalar getirilerek, konu daraltılmıştır. Sınıfa ilişkin konuların anlatılmasına, ilişkin olmayan konulara ise yer verilmemesi tavsiye edilmiştir. Diğer maddesinde ise bir nesnenin her yönden anlatılması gerektiğine ancak sınıftaki diğer talebelerin bilmediği nesnelerin tanımlanması, anlatılmasının daha gerekli olacağı düşünülmüştür. Yine nesne tasvirinden başka okuduğu kitaba yönelik özeti de yaparken arkadaşlarının ilgisini çekecek şekilde yapmalıdır. Bu üç tahrir mevzusunda genel olarak birey değil sınıfın tümünü kapsayan amaçlar yer almıştır. Konular aktarılırken genel öğrenmeye önem verilmiştir. Talebenin düşünsel gücünün arttırılması için tamamlanmamış metinlere başvurulmuş, bu metinlerle yarım kalan hikâyenin farklı şekillerde tamamlanabilmesine müsaade verilmiştir. 36 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Konuşmaya dair çalışmaları ise talebenin gezintileri, mektep haricindeki faaliyetleriyle tamamlanmıştır. İkinci sınıf mevzuları ise genel itibariyle talebenin biliş üstü algılamalarını ortaya çıkaracak maddeleri içermektedir. Soyut faaliyetler, kavramlar amaçları içine alan konular olmuştur. Hayal kurabilmenin ulvi gücünü gösterebilmek adına okudukları her türlü eserde gerçek olmayan konuşmalara, söyleşilere yer verilmesi tavsiyeler arasındadır. Hayal ve hakikat ayrımının göz önünde bulundurularak talebeye düşsel gezintiler yaptırılması amaçlanmıştır. Yine birinci sınıf mevzusunda yer aldığı gibi burada da Türk inkılâbına dair mevzuların öğretilmesi amaçlanmıştır. Talebe temas ettiği hayatları arkadaşlarına aktarırken onlarla basit düzeyse karşılıklı fikir alışverişine girmesine izin verilebileceği de yer almıştır. Gördükleri yerlerin izlenimlerinden de öte bu yerlere nasıl ulaşılabileceğine de değinmesi gerektiği belirtilmiştir. Üçüncü sınıf tahrir mevzuları incelendiğinde karşımıza geleceğe yönelik tasarımlara ağırlık verildiği görülmektedir. Talebe meslekler hakkında bilgi sahibi olup bunları arkadaşlarına ifade edebilmesi gerektiği yazılmıştır. Yine kitaptaki bir konuya, yazara yönelik mektup yazdırılması da geleceğe yönelik yazma alışkanlığının kazanımına dönük faaliyetlerdir. Üçüncü sınıf mevzularında diğer iki sınıftan farklı olarak talebelerin bir konuya ilişkin tutum ve davranışlarını ölçme yoluna gidilmiştir. Üzerlerinde bıraktığı etkiler test edilmeye çalışılmıştır. Kendilerinde bıraktığı izlenimlere dayanarak bunların sözlü olarak anlatılması gerektiği yer verilen maddeler arasındadır. Son olarak da 1929 programı olması sebebiyle üçüncü sınıfta da Türk inkılâp mevzularına ek olarak Türk Cumhuriyeti cephelerine ait mevzular da yerini almıştır. 1931-1932 Ders Senesi Tadilati Türkçe Programı 1931-32 ders senesi tadilatı Türkçe programı hemen hemen 1929 ortamektep Türkçe programının tekrarı niteliğindedir3. Tahrir derslerinin gayesi, tahrir mevzularının sınıflara göre saat dağılımı ve Maarif Vekâleti; Ortamektep Müfredat Programı (1931-1932 Ders Senesi Tadilatı), Devlet Matbaası, İstanbul, 1931 3 37 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tashih ederken dikkate alınacak noktalar da 1929 Türkçe programıyla birebir örtüşmektedir. Yeni Türk alfabesinin kabulü, Arapça derslerin müfredattan çıkarılması nedeniyle 1929 programı yeniden gözden geçirilerek Türkçe derslere farklı bir içerik kazandırılmıştır. 1938 Ortaokul Türkçe Programı4 Bu program genel amaçların en ayrıntılı şekilde aktarıldığı programdır. Ders içeriği gramer, kıraat ve tahrir olmak üzere üç ana bölüme ayrılmıştır. Tahrir mevzuları sınıflara ayrılmış ancak saatler belirtilmemiştir. Derslerin gayesi ise altı bölümle belirtilmiştir. Tahrir derslerinin gayesinden bir madde olan “gramer ve sentaks kaidelerine muvafık olarak yazmaya alıştırmak” program gayelerinden çıkarılmıştır. 1929 ve 1931-32 senelerindeki Türkçe programında yeni Türk alfabeleri talebeye benimsetildiği için 1938 programında böyle bir maddeye ihtiyaç duyulmadığı için çıkarılmıştır. Birinci sınıf tahrir mevzularında genele yönelik amaçlar yine devam etmektedir. Verilen bilgilerden alınacak olan genel çıkarımlar da talebe temellidir. Konuların talebenin arkadaşlarına yönelik hazırlanması gerektiği belirtilmiştir. Bildiği konuların aksine bilmediklerinin öğretilmesi, ilgisini çekecek konulara ağırlık verilmesi gerektiği yer almıştır. Daha önceki programda Arapça ve Farsça derslerin kaldırılması ve kelimelerin lügatten çıkarılmasıyla birlikte bu programda maddelerde bulunan cümlelerden “muallim” yerine “öğretmen”, “alaka” sözcüğünün yerini ise “ilgi” almıştır. Bunun dışında tahrir mevzularının maddeleri bir önceki dönemle birebir aynıdır, farklılık arz etmez. İkinci sınıf tahrir mevzularına geldiğimizde ise talebenin gerçekdışı unsurları kullanabilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Okudukları, dinledikleri veya yaşamlarında rastladıkları birçok şahsiyet arasından hangisini beğenip rol aldığı tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu sayede talebenin karakterini analiz edebilmek mümkündür. Bir başka maddede hayran oldukları şahsiyetle hayali söyleşi yapma imkânları herhangi biriyle söyleşi yapmaya göre daha fazla merak uyandırır ve söyleşiyi gerçekleştirme arzusunu arttırır. Talebenin gezip gördüğü yerleri anlatıp bu yerler Kültür Bakanlığı, Ortaokul Programı, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938. 4 38 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 hakkında yol tarifi, kültür gibi alt başlıklardan da bahsetmeyi çocuğun çok yönlü düşünmesini sağlamıştır. Ortaya çıkabilecek sade münakaşalara da sınır getirilmiştir. Böylece çocuğun daha saygılı tartışabileceği düşünülmüştür. Son olarak 3.sınıf tahrir mevzularına baktığımızda ise meslekler genel kavramlarıyla öğretilip hangi mesleğe nasıl girildiği ve meslekte bulunulduğundaki faydaları göstermek amaçlanmıştır. Talebenin geleceğe dönük ilk basamağını atabilmesi için böyle bir madde seçilmiştir. Bu madde sayesinde talebenin meslekleri düşünebilmesi ve bunlar arasında mukayese edebilmesi gerektiği belirlenmiştir. Resmi işlerde başvurulacak dilekçe gibi yazışma ürünlerinin üzerinde bu programda da durulmuştur. Çeşitli sahalarda farklı mevkilerdeki şahsiyetlere yönelik mektup yazdırılması da amaçlar içerisinde yerini almıştır. Bu üç sınıf dışında her sınıf için belirlenen dört madde vardır. Bu maddelerde genel olarak talebenin yaşamı içerisinden ona temas edilmesi gerektiği amaçlanmış bir ürün ortaya koyarken talebenin çevresiyle etkileşim halinde olmasının daha yararlı olacağı düşünülmüştür. Yazılacak olan eserlerin önemli bir amaç taşıması gerektiği de var olan maddeler arasındadır. Yazılı basından bir türde yayınlanması belirlenirse talebenin daha fazla istekli olacağına karar verilmiştir. 1949 Ortaokul Türkçe Programı5 1949 Türkçe programı diğer programlardan daha kapsamlı ve daha geniştir. Ders içeriğinde amaç, açıklamalar, plan, konu ve düzeltmeler bölümü yer almıştır. Programın genel amaçlarına baktığımızda muhakeme, güzel konuşma-yazma ve imgelem yer almıştır. Amaçları ise sekiz maddeden oluşmuştur. Bir önceki programlardan farklı olarak talebenin okuma-yazma çalışmalarıyla imgelemini geliştirme ve güzel konuşma ve yazma yeteneklerini geliştirme de maddelere eklenmiştir. MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1949. 5 39 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Açıklamalar bölümünde yazının bireyin yaşantısında, kendini ifade etmesindeki önemine değinilmiştir. Hayatın her anında birçok gözlem yapmak mümkündür. Bu gözlemleri de aktarmanın en önemli yolu da yazıdan geçmektedir. Bu nedenle yazıya 1949 programında daha fazla önem verilmiştir. Söz ve yazı ile nakledilen bu tür ürünlerle Türkçe derslerinin de çocuğun gözünde öneminin artacağı belirtilmiştir. Yazı ile ifade adlı alt başlıkta ise kompozisyonun olmazsa olmazlarına değinilmiştir. Öğrencinin güzel yazı yazma adına hususları da beş madde olarak bu alt başlıkta yerini almıştır. Düzgün yazabilmek öğrencinin bilişsel gelişimiyle alakalı olduğu için düzgün yazabilmenin yolunun da düzgün konuşmak olduğu gösterilmiştir. Öğrenciye yazma aşamasında öğretmen değerlendiren taraf değil, rehber konumunda olan taraf olmalıdır. Yazı dilini ise yapay bir dilden öte daha samimi ve sıcak bir dile çevrilmeye çalışılması gerektiği belirlenmiştir. Öğrenciye düzgün yazı yazabilme alışkanlığı kazandırabilmek için de yine beş madde oluşturulmuştur. Bu maddelerde okunaklı yazı, imla kuralları, dilbilgisi kuralları, noktalama işaretleri dikkat edilmesi gereken hususlar olarak yer almıştır. Bu konunun sonundaysa serbest yazma çalışmalarının en faydalı olacağına karar verilmiştir. Ders içeriklerinde plana geldiğimizde ise plan, ilk defa programa girmiştir. Plan sayesinde tesadüf kavramı öğrenicinin yaşamından kaldırılıp tertip ve düzenin yerine getirilmesi amaçlanmıştır. Öğretmen tarafından verilecek olan planlar öğrenciyi kısıtlayacağı düşünülmüş bu nedenle planın öğrenciye hazırlatılmasına karar verilmiştir. Buna yönelikte üç tip plan belirlenmiştir. İlk plan devinsel-hareki plandır. Bu planda olayların akışındaki hareketlere, olayların düzenlenmesine ağırlık verilmiştir. Hikâye anlatma, gezi yazıları gibi belli bir zaman dilimine bağlı olayların saat olarak düzenlenmesinde bu planla kolaylaştırılmıştır. Fikri veya mantıklı planda ise düşünceye dayalı seminer, konferans, muhasebe gibi konuların işlenmesi mümkündür. Bu planda ise belli bir olaydan öte olayın nasıl sonuca varıldığını tespit etmek daha mühimdir. Son plan tiplerinden olan duygusal-hissi planda ise soyut ruh hallerinden olan sevgi, korku, üzüntü, endişe gibi görünüşlerin ortaya çıkartılması bu planla uygulanabilir. Olaylar karşısında verilen tepkiler, bu tepkilerin ortaya çıkışı ve sonuçları da bu planın kapsadığı belirtilmiştir. 40 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Planın yanı sıra konuda yer almıştır. Bu bölümdeyse konuların sıralanışı ve önceliğin yaşanmış olanlara verilmesi kararlaştırılmıştır. Yazma konuları belirlenirken öğrencinin ilgi ve hoşnutluğu ön planda tutulmalıdır. Yaşanılan olayların drama tekniğiyle canlandırılması öğrencide öğrenmenin görsel hafızayla destekleneceği düşünülmüştür. Öğrencinin duygularını ortaya çıkarabilmek adına sanatsal eserleri okuduktan sonra yazıya dökmeleri ve onlardan ufak piyes, hikâye gibi yazınsal ürünler çıkarılması gerektiği de amaçlar arasındadır. Yazma konularında yaşamlarındaki olayların yanı sıra yaratıcı metinler ortaya çıkartma adına serbest yazmaya yönlendirilebilir. Bu serbest yazma çalışmaları çoğaltılarak devam edilmesi gerektiği belirlenmiştir. Öğrenci kişiliklerinin geliştirilmesi açısından bu yazma çalışmaları büyük önem taşır. Bu sebeple öğrencilerin yazarlık tiplerinden hangisine uygun olacağının tespit edileceği belirtilmiştir. Öğrencinin rahat ve derin düşünebilmesi için öğretmenin konu daraltma yoluna gitmemesi gerektiği de düşünülmüştür. Sınıflara göre tasnifine gelindiğinde ise birinci sınıfta “doğrudan doğruya gözlemle elde edilen konular” alt başlığıyla dört madde yazılmış, bu maddelere genel olarak bakıldığında insan tipleri, çeşitli yerler arası kıyaslamalar, olayların ve eşyanın tasviri başlıca mevzulardandır. Bir diğer alt başlık ise “iç gözlemle düşünme yoluyla elde edilen konular” başlığıdır. Bu başlık altında da on madde yer almıştır. Bu maddelere baktığımızda ise yeni kelimesi üzerine çağrışımlar (yeni kitap, yeni öğretmen, yeni okul) üzerinde durulmuş, ruh hallerinin bıraktığı izlenimleri, atasözü ve deyimlerin kullanımı da bu maddeler içerisinde yer almıştır. İkinci sınıf konularına baktığımızda “doğrudan doğruya gözlemle elde edilen konular “dört madde ile belirtilmiş. Bu maddelerde ayrıntılı tasvir önemli yer tutmuştur. Bunun dışında bilgi şöleni, konferans gibi tartışma panellerinin tespitinin yapılmasına da karar verilmiştir.”İç gözlemle elde edilen konular” alt başlığında ise on bir madde yer almıştır. Bu maddelerde gezilen yerlerin izlenimleri, karakterlerin tasviri, yazılan mektupların rapor şeklinde özetlenmesi gibi daha ayrıntılı yöntemler belirlenmiştir. Son maddesinde ise ulusal ve resmi bayramlarla ilgili konuların belirlenmesi ve bu konulara dönük duyguları aktaran yazılar yazılması amaçlanmıştır. 41 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Son olarak üçüncü sınıfı incelersek karşımıza ilk önce yine dört madde çıkar. Bu dört madde de köy şehir, insan, tip ve karakter, gezilen yerlerin tasviri yer almıştır.”İç gözlemle elde edilen konular” alt başlığında ise tam 18 maddeye yer verilmiştir. Üçüncü sınıf mevzularında ruh ve düşüncenin derin tahlilleri, bir konferans, piyes, nutuk gibi türlerin özetini çıkararak hüküm verilebilmesi amaçlanmıştır. Mektuplar çeşitlendirilerek iş mektupları da maddelerin arasına eklenmiştir. Bu maddelerden en dikkat çekici madde ise Türk devriminin safhalarını yazıya geçirme maddesidir. Bu maddeyle yapılan inkılâpların kalıcı olarak temellendirilmesi amaçlanmıştır. 1949 programında ilk defa düzeltmeler bölümüne yer verilmiş. Düzeltmenin temel kazanımları ise öğrenciyi samimi, sade, dil, imla ve yazı kurallarını ve noktalama işaretlerini düzgün bir şekilde kullanması amaçlanmıştır. Düzeltmenin sadece tek bir düzlemden değil karşılıklı, kümeler içinde, sınıfça ve öğretmen düzeltmesi şeklinde olacağı açıklanmıştır. Düzeltmeler öğrenciyi rencide etmeden, yanlışını uygun bir dille kısa cümlelerle açıklayarak ilerlenmesi gerektiği yazılmış. Yazma etkinlikleri ne denli diğer dil bilgisi konularıyla ilişkilendirilirse o denli başarı sağlayacağı gösterilmiştir. 1962 Ortaokul Türkçe Programı6 1962 yılında hazırlanan program 1949 programındaki amaçlarla benzerlik gösterir. Programda 8 tane amaç belirlenmiştir. Yazılı anlatımla ilgili olan madde 2 tanedir. Bu programda söz ve yazı ile ifade şeklinde başlık verilmiştir. Öğrencilerin meramlarını düzgün bir şekilde ifade etmeleri için kazanılması istenen alışkanlıklar: Yazı ile İfade: Karşısındakinin durumuna ve yazacağı konunun gereğine uygun bir şekilde yazmak, seviyeye uygun konulardan birisini açık ve okunabilir bir şekilde kaleme almak, fikirlerini bir veya birkaç paragrafla düzenleyebilmek ve sıralayabilmek, okunan bir parça veya eserin ana hatlarını özetlemek, kendisini ilgilendiren bir yazım veya bilim konusunda MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1962 6 42 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 araştırmalarda bulunmak ve bunları okuyanları ilgilendirecek şekilde yazmak, küçük bir hikâye yazmak ve bazı hikâyeleri piyes haline çevirebilmek, tarzında sıralanabilir Öğrencilere yazma ile ilgili “yazmanın, söylenenlerin tespitinden başka bir şey olmadığı, ancak yazının konuşmaktan daha düzgün olduğu ve kaybolmayarak kaldığı’’ verilen fikirlerin başında gelmektedir.Öğrencilere yazma ile ilgili verilmesi gerekenlerden bir tanesi de ”yapmacık bir dille yazma heves ve alışkanlığı’’ ile yazanların gerçek yazma eylemine ulaşabilmeleri için yapılaması gerekenlerle ilgilidir. Yazı yazmak asıl anlamında “duygu ve düşüncelerin tespiti” demek olduğuna göre, öğretmen, ilkokuldan gelen öğrencilerin yazma kişiliklerini belirtmeye çalışacak ve ödevleri inceleyerek edindiği kanılardan, onların yazma eğilimlerine uygun yazma konuları vermek hususunda faydalanacaktır. Özellikle serbest yazma çalışmalarının bu konuda çok yararlı sonuçları görülmektedir. Plan:Bu programda ilk defa plan ele alınmıştır. Planlı yazma çalışmalarına gelince, öğretmen tarafından verilecek planlar, öğrencinin serbest yazmasına engel olacağından yararlı değildir. Bu sebeple yazma planlarının öğrencilere hazırlatılması uygundur. Öğrencinin hazırladığı plan, yazma ödevlerini rastgeleliklerinden, bocalamalardan kurtaracağı için iyi sonuçlar verecek, kendisine bütün hayatı boyunca faydalanacağı iyi bir alışkanlık kazandıracaktır. Ortaokul yazma derslerinde uygulanabilecek plan tipleri, devimsel-hareki-plan;(Bu çeşit planda asıl olan, olayların akışındaki hareketlerin bir sıra içinde düzenlenmesi ve planın bölümlerinin buna göre tespit edilmesidir. Bu planla hikâye etme, anlatma ve seyahat yazıları, zamana bağlı olayların sıralanışlarını kolaylaştırır.)fikri veya mantıki plan; (makale, konferans, muhasebe konuları, fikre dayandığı için, bu planla işlenebilir. Öğretmen bu planlı bir veya birkaç yazı üstünde, fikrin konuşunu, muhakeme, iddia ve ispat olunuşunu ve nasıl bir sonuca varıldığını belirterek açıklamalıdır.)duygusal- hissi-plan(küçük hissi yazılarda, sevinç şaşkınlık ve üzüntü gibi ruh halleri belirten iç görünüşlerin yazılmasında bu plan uygulanabilir. Böyle yazılarda, küçük de olsalar, ruh hallerinin doğuşu, doğuş sebepleri, tesirleri ve sonuçları gösterilmelidir.) şeklindedir. 43 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Konu: İlk sınıfların yazma konularında somuttan başlayarak soyuta doğru gidilmeli, önce yaşanmış konuların hazırlanmasına önem verilmelidir. Öğrencilere verilecek konular, onların hayat içinde müşahede edebilecekleri konular olmalıdır. Yazma konuları öğrencinin hoşlanacağı nitelikte olmalıdır. Onlar, yalnız büyüklere zevk veren, sadece akıl, mantık veya öğüt içeren, mutlaka ahlaki telkinlerle mevzularda ziyade, bu amaçlan hareketli, konuşmalı hikâyelerle sağlayan konulardan hoşlanırlar. Bu sebeple ortaokul yaşında da daha ziyade vakaları canlandıran ödevler tercih edilmelidir. Öğrencinin bildiği, yaşadığı ve kavradığı olaylar, anlamaya başladığı gerçekler, okul, sınıf, mahalle, arkadaş tip ve karakterlerinin tasviri, bu ilk yazma denemelerinin doğal konularıdır. Bir taraftan bu tip konularla çalışırken bir taraftan da onları yaratıcı çalışmaya yönelten serbest yazma konuları denenmelidir. Ortaokul sınıflarında tek ve serbest yazma çalışmaları ilk okula göre çoğaltılacaktır. Serbest yazmada ödev yanlışlarına fazlaca rastlanışı bir sakınca gibi görünüyorsa da bunun yanında öğrenciye sağladığı yaratıcılık ve düşündürücülük çalışmalarının faydalı sonuçları unutulmamalıdır. Serbest yazma ödevlerinin pek önemli bir faydası da, öğrencinin özel istidatlarının belirtmesinde ve öğrenci şahsiyetlerinin gelişmesinde oynadığı yapıcı roldür. Ortaokul yazma konularını sınıflara bölmek hususunda, açıklanan konuya göre işletmek ve gerektikçe bunlara aynı nitelikte yeni konular eklemek yetkisi öğretene bırakılmak şartıyla aşağıdaki tasnifin tatbiki uygun görülmüştür. Konular doğrudan doğruya gözlemle ve iç gözlemle ortaya konulabilecek şeklinde oluşturulmuştur. Düzeltmeler bölümü ilk defa yer almıştır. Önceki programlarda da vardı; ancak ilk defa ayrı bir başlık olarak ele alınmıştır. Bunlardan bazıları ilk başlarda öğrencinin şevkini hevesini kırmayarak yaklaşım gerekmektedir. Fakat zaman içinde belirli sınırlamalar getirmekte yarar olacaktır. Bu program diğer programlara göre detayların fazla olduğu daha kapsamlı bir program olarak karşımıza çıkmaktadır. 1981 İlköğretim Okulları Türkçe Eğitim Programı7 MEB; Temel Eğitim Programı, İstanbul, 1982. 7 44 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Programda eğitim sistemindeki değişiklik sebebiyle sınıflarda ve içerikte değişiklik yapılmıştır. 6.sınıf,7.sınıf ve 8.sınıfı kapsayan yazılı anlatım amaçları belirlenmiştir. Genel olarak amaçlara bakıldığında amaçların hepsi, düşünmeye yönelik olarak belirlenmiştir. Bu programda ilk defa yöntem başlığı da yer almıştır. 6.sınıf yazılı anlatım unsurlarına bakıldığında; öğrencilere paragraf kavramını kazandırma yer almaktadır. Atasözü ve deyimlerin anlamını bir önceki programda sadece tanımlamak yer alırken bu programda üzerine kısa bir metin yazabilme onu analiz edebilmede farklılık gösteren maddelerdendir. Toplamda 15 madde yer almasına rağmen maddeler birbiriyle ilişki halindedir. Maddeler arasında en önemli madde ise çocuklara yazma alışkanlığını kazandırabilmek adına şiir defteri tutturma maddesi belirlenmiştir. Yine yakın çevreyi, bayram, şölen, şenlik ve her türlü etkinliği de kısaca anlatabilme becerisini kazandırma amaçlanmıştır. 7.sınıf unsurlarına gelindiğinde ise cümle yapılarının üzerinde durulması gerektiği, yazışma etkinliklerini yazabilmek, daha sonra da bir olay üzerine rapor yazabilmek yer alan maddelerden biridir. 17. maddeyle belirlenen bu hususlarda öğrencinin izlenimleri, deyim ve betimlemelerine önem verilmiştir. Bir diğer maddedeyse yeteneği olan öğrencilerin belirlenerek o öğrencilere sanatsal metinler yazdırma eğilimine girilmesi gerektiği aktarılmıştır. Son sınıf olan 8.sınıfın yazmaya ilişkin maddelerine bakıldığında yurt ve dünya sorunları ile ilgili yazı yazabilme en dikkat çekici maddelerden birisidir. Öğrencilerin geleceğe dönük öğrenim ve hayatıyla ilgili düşündüklerini rahatça anlatabilmelerini sağlamakta önemli maddeler arasındadır. Uygun cümlelerle kurulan paragraflarda da yazıya uygun bir plan gütme amacı yer almıştır. Toplamda 17 madde olmakla birlikte genel olarak yazınsal türlerin içeriği üzerinde durulmuş ve bu türlerin düzgün yazıyla aktarılmasına ağırlık verilmiştir. 2006 İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı8 MEB; İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu (6, 7, 8. Sınıflar), MEB Yayınları, Ankara, 2006. 8 45 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yazma alt başlığı altında yazılı anlatım kavramı tanımlanmıştır. Yazma becerisinin kazanılması için uzun ve çeşitli merhalelerin olduğu yazılmıştır. Yazma becerisini tek cepheden ele almak yerine çok yönlü, dil bilgisi etkinlikleriyle desteklenmesi gerektiği belirtilmiştir. Öğretmen yazma etkinliklerini zevk verici hale getirebilmek adına farklı yöntemler bulup, çeşitli etkinliklerle bunu sağlamaya çalışmalıdır. Yazma çalışmalarının sonuca ulaşabilmesi için değerlendirme yapılmasının en önemli ölçüt olduğu yazılmıştır. Değerlendirme yöntemlerinin de öğretmen odaklı değil, öğrencinin bireysel olarak kendini tenkit etmesi, arkadaşlarının da bu eleştirilere katılmasıyla başarılı olacağı belirlenmiştir. Daha önceki programlardan farklı olarak derslerin gayeleri bu programda tablolar halinde aktarılmıştır. Ortaya konulan tablolarda 6.7.8. Sınıflara dönük temel dil becerileri: Yazma başlığı altında amaç ve kazanımlara yer verilmiştir. Bu amaç ve kazanımları destekleyen etkinlik örnekleri de yer almıştır. Belirlenen amaç ve kazanım ne ise o konuya dair özet niteliğindeki bilgiler açıklamalar bölümünde yer almıştır. Yazma becerisine yönelik yöntem ve tekniklerde 15. maddeyle yerini almıştır. 2006 öğretim programında her şeyin temelinde öğrenci vardır. Öğrenci ders içersinde pasif değil, aktif ve sürekli sorgulayan taraftadır. Bu programla birlikte ürün odaklı yazma sürecinden süreç odaklı yazma planına geçiş yapılmıştır. Programda yer alan amaç ve kazanımlar şu şekildedir: Yazma Kurallarını Uygulama 1. Kâğıt ve sayfa düzenine dikkat eder. 2.Düzgün, okunaklı ve işlek bitişik eğik yazıyla yazar. 3. Elektronik ortamdaki yazışmalarda biçim ile ilgili kurallara uyar. 4. Standart Türkçe ile yazar. 5. Türkçenin kurallarına uygun cümleler kurar. 6. Yabancı dillerden arınmış, dilimize henüz yerleşmemiş kelimelerin yerine Türkçelerini kullanır. 7. Olayları ve bilgileri sıraya koyarak anlatır. 8. Yazısında sebep-sonuç ilişkileri kurar. 9. Yazısında amaç-sonuç ilişkileri kurar. 46 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 10. Tekrara düşmeden yazar. 11. Yazım ve noktalama kurallarına uyar Planlı Yazma 1. Yazma konusu hakkında araştırma yapar. 2. Yazacaklarının taslağını oluşturur. 3. Yazısını bir ana plan etrafında planlar. 4. Konunun özelliği uygun düşünceyi geliştirme yolları kullanır. 5. Yazının ana fikrine yardımcı fikirler destekler. 6. Atasözü, deyim ve söz sanatlarını uygun durumlarda kullanarak anlatımı zenginleştirir. 7. Yazdığı metni görsel materyallerle destekler. 8. Yazdığı konunun ve türün özelliğine uygun bir giriş yapar. 9. Yazıyı etkileyici ifadelerle sonuca bağlar. 10. Yazıya konuyla ilgili kısa ve dikkatli çekici bir başlık bulur. 11. Dipnot, kaynakça, özet, içindekiler vb. kısımları uygun şekilde düzenler. Farklı Türlerde Metinler Yazma 1. Olay yazıları yazar. 2. Düşünce yazıları yazar. 3. Bildirme yazıları yazar. 4. Şiir yazar. Kendi Yazdıklarını Değerlendirme 1. Yazdıklarını biçim ve içerik yönünden değerlendirir. 2. Yazdıklarını dil ve anlatım yönünden değerlendirir. 3. Yazdıklarını yazım ve noktalama kurallarına uygunluk yönünden değerlendirir. Kendini Yazılı Olarak İfade Etme Alışkanlığı Kazanma 1. Duygu, düşünce, hayal, izlenim ve deneyimlerini yazarak ifade eder. 2. Yeni öğrendiği kelime, kavram, atasözü ve deyimler kullanır. 3. İlgi alanına göre yazar. 4. Şiir defteri tutar. 5. Günlük tutar. 6. Beğendiği sözleri, metinleri ve Şiileri derler. 7. Okul dergisi ve gazetesi için yazılar hazırlar. 47 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 8. Yazdıklarını başkalarıyla paylaşır ve onları değerlendirmelerini dikkate alır. 9. Yazdıklarından arşiv oluşturur. 10.Yazma yarışmalarına katılır. Yazım ve Noktalama Kurallarını Uygulama 1. Yazım ve noktalama kurallarını kavrayarak uygular. 2. Noktalama işaretlerini işlevlerine uygun olarak kullanır. (MEB,2006) Programda yazma becerisini geliştirmek amacıyla çeşitli etkinlik örnekleri yer almaktadır. Bunların yanında, not alma, özet çıkarma, boşluk doldurma, kelime ve kavram havuzundan seçerek yazma, kontrollü yazma, güdümlü yazma, yaratıcı yazma, metin tamamlama, tahminde bulunma gibi yöntem ve tekniklere de yer verilmiştir. Ülkemizde yazılı anlatım çalışmaları ilköğretimde başlar ve lise boyunca devam eder. Üniversitede ise birkaç bölümde bu çalışmalara yer verilir. Bu kadar uzun süren bir öğretime rağmen, öğrencilerin yazılı anlatım becerileri yeterince iyi değildir. Hangi öğretim kademesinde olursa olsun öğrencilerden kompozisyon yazmaları istendiğinde bundan pek hoşnut oldukları söylenemez9. Bunun nedeni öğrencilerin yazma etkinliğini yeterince sevmemeleri ya da başarılı olmamaları olarak düşünülebilir. Bütün dil becerileri gibi yazma becerisini gelişmesi de diğer dil becerilerinin gelişmesine bağlıdır. İyi bir okuyucu veya dinleyici olunarak yazma becerisi geliştirilebilir. Yazma becerisinin geliştirilmesinde öğretmenin tutum ve davranışları da etkilidir. Öğretmenin kullandığı materyaller ve sınıf içindeki davranışları, öğrencilerin yazma becerisin geliştirecek nitelikte olmalıdır. Öğrenmen yazma süreci boyunca öğrencilere rehberlik yapmalıdır. Arıcı, Ali Fuat ve Ungan, Suat. Yazılı Anlatım El Kitabı, Pegem Akademi Yayınları. Ankara, 2012. 9 48 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça Maarif Vekâleti; Lise Birinci Devre Müfredat Programı, MatbaaiȂmire, İstanbul, 1340. Maarif Vekâleti; Ortamektep ve Liselerin Türkçe Müfredat Programı, Yeni Gün Matbaası, Ankara, 1929. Maarif Vekâleti; Ortamektep Müfredat Programı (1931-1932 Ders Senesi Tadilatı), Devlet Matbaası, İstanbul, 1931. Kültür Bakanlığı, Ortaokul Programı, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938. MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1949. MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1962 MEB; Temel Eğitim Programı, İstanbul, 1982. MEB; İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu (6, 7, 8. Sınıflar), MEB Yayınları, Ankara, 2006. Arıcı, Ali Fuat ve Ungan, Suat. Yazılı Anlatım El Kitabı, Pegem Akademi Yayınları. Ankara, 2012. 49 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 TÜRKÇE'DEN ÇEVİRİLERDE ÖZEL İSİMLERİN CİNSİYET SORUNSALI Alena ĆATOVIĆ Edina USTAVDIĆ NURIKIĆ ÖZET Türk kültürüne yabancı olanların Türk özel isimleri ile ilk karşılaştıklarında cinsiyetlerin ayırımı konusunda zorluk çektikleri gözlemlenmektedir. Bu sorun özellikle cinsiyet ayrımının (eril/dişil kavramının) belirgin olduğu dillere Türkçeden çeviri yapılması sırasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle öz Türkçe ve Farsça isimlerde bu sorun daha fazla göze çarpmaktadır. Öte yandan, bir yabancı Türkçe isimlerin anlamlarına hakim olduktan sonra görecektir ki bu isimler cinsiyetlere toplumsal olarak yüklenen roller ve vasıflarla paralellik göstermektedir. Örneğin erkek ismi Yiğit bir erkeklik vasfı olarak ya da kadın ismi Narin bir kadınlık vasfı olarak bu isimlere tipik birer örnek teşkil ederler. Bu çalışmada özel isimler cinsiyet perspektifi bakımından değerlendirilecektir. Anahtar Kelimeler: özel isimler, toplumsal cinsiyet, çeviri. Giriş Türkçe bilmeyen ya da Türkçe’yi yeni öğrenen kimseler için Türkçe’deki pek çok özel isim kişinin cinsiyetini bildirme bakımından bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazılı bir metinde Türkçe kökenli özel bir isme rastlanıldığında bu ismin kadın veya erkek ismi olup olmadığı sorusu cümlenin doğru anlaşılıp, doğru tercüme edilmesi bakımından ehemmiyet taşımaktadır. Boşnakça, Hırvatça, Sırpça gibi Slav kökenli dillerde bulunan gramatikal eril ve dişil isim (özel ve genel isimler için de geçerlidir) ayırımı cümlede geçen özel ismin cinsiyetine vakıf olunmasını gerektirmektedir. Zira, cümledeki gramatikal yapılar, ön ek ve son ekler, yardımcı öğeler, ismin kadın veya erkek ismi olmasına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Buna Prof. Dr.Saraybosna Üniversitesi/ Bosna Hersek. Araş. Gör. Saraybosna Üniversitesi/ Bosna Hersek. 50 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 binaen, özel bir ismin hangi cinsiyete ait olduğunu belirlemek Türkçe öğrenimi sürecinde gözardı edilmemesi gereken noktalardan biridir. Türkçe’de bulunan erkek ve kadın isimleri incelenirken birkaç nokta ayırd edici faktör olarak öne çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi, ismin hangi cinsiyete ait olduğu konusundaki belirsizliğin daha ziyade Türkçe kökenli isimlerde ortaya çıktığıdır. Özellikle Müslüman toplumlarda genel olarak kabul gören ve kullanılan Arapça kökenli isimler Boşnakça’da da yaygın olduğu için, Türkçe’deki Arapça kökenli isimler konusunda genel itibariyle ayırd etme sorunu yaşanmamaktadır. Diğer taraftan, Türkçe’de de yaygın olan bazı Farsça kökenli isimlerde benzer bir sorun söz konusudur. İsimlerde ayırd edici bir başka önemli nokta ise isimlerin sözlük anlamı ile ait oldukları cinsiyet arasında kurulabilecek olan bağ üzerinden okunabilmektedir. Toplumun her iki cinsiyete yüklediği roller üzerinden bir değerlendirme yaptığımız takdirde, görülecektir ki bu ikisi arasında organik bir bağ mevcuttur. Bu noktada toplumsal cinsiyet kavramını devreye sokmamız gerekmektedir. Cinsiyet kavramı biyolojik bir olguya işaret eder. Kadın ve erkek arasındaki doğuştan gelen, genetik, fizyolojik ve biyolojik, sabit farklılıklar bu kavram kapsamında ele alınır. Gelgelelim, toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde toplum tarafından verilen erkeklik ve kadınlık hakkında kültürel görüşler, inanç sistemleri, imajlar ve beklentilerle yapılanır. Farklı kültürde, tarihin farklı anlarında ve farklı coğrafyalarda kadınlara ve erkeklere toplumsal olarak yüklenen roller ve sorumlulukları ifade eder. Toplumsal cinsiyet kısaca, sosyal yönden kadın ve erkeğe verilen roller, sorumluluklar olarak tanımlanır. Biyolojik olarak baktığımızda cinsiyet, fiziksel farklılıklara işaret ederken, toplumsal açıdan cinsiyet, sosyal ve kültürel açıdan kadın ve erkeklerden rol beklentilerini ifade etmektedir. Psikolog Ayten Zara'nın ifadesiyle ''toplumsal cinsiyet toplumsal, kültürel, coğrafi farklılıklara göre bu ‘kadın’ ve ‘erkek’ bireylere yüklenen rolleri, sorumlulukları içerir. Biyolojik cinsiyet doğuştan gelen, toplumsal cinsiyet ise sonradan edinilen özelliklerdir.'' ( Zara, Özdemir, 2012). Bu konu hakkında Hırvat edebiyat eleştirmeni Dubravka Oraiç Toliç'in şu düşünceleri dikkat çekmektedir: ''Sadece gerçek dünya değil, modern kültürün sembolik evreni de keskin bir şekilde iki cinsiyet alanına ayrılmıştır. Bu ayırım öylesine serttir ki mental, antropolojik ve ontolojik alana kadar tüm genel kategoriler cinsi ayırım belirtileri gösterir. Rasyonalite ve mantık alanına girebilecek her şey erkek cinsi ile bağdaştırılırken, tam tersine mantık dışı, irasyonalite alanında yer alan her şey açıkça veya içkin olarak kadınlık çağrışımı yapar. Elbette, burada ontolojik erkek ve kadın aitliklerinden değil, kültürel bir kurgudan bahsedilmektedir'' (Oraić Tolić, 2005: 87) Buna göre, kadınsı cinsiyet rolleri sıklıkla hassasiyet, anlayış, duygusallık, 51 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bağımlılık özellikleriyle; erkeksi cinsiyet rolleri ise liderlik, baskınlık, bağımsızlık gibi özelliklerle karakterizedir. Toplumda oluşan bu erkek ve kadın rolleri ile kadın ve erkeğe yüklenen özellikler, toplumca benimsenen kadın ve erkek isimlerinde de bir tutarlılık göstermektedir. Güçlü Erkek – Hassas Kadın Yukarıda da değinmiş olduğumuz gibi toplumca kabul edilmiş, erkekliğin en karakteristik özelliklerinden biri güçlü, cesur ve kahraman olduğu algısıdır. Erkek çocuklara verilen isimler üzerinden de bu algı toplumda tekrar tekrar kurulmakta, pekiştirilmekte ve bireysel planda erkek çocuğuna, sahip olması gereken özellikler konusunda bir nevi telkinde bulunulmaktadır. ''Erkek'' kelimesinin kökü olan ''er'' kelimesi ile türetilen erkek isimleri bu tür isimlere örnek teşkil edebilecek niteliktedir. ''Er'' kelimesinin sözlük anlamı: ''işini iyi bilen, yetenekli kimse, kahraman, yiğit, rütbesiz asker''. Bu anlamdan yola çıkarak türetilen karakteristik erkek isimlerinden bazıları şunlardır: Erdoğan ( kahraman, asker olarak doğan kimse), Erdil (kahraman yürekli), Ercan (cesur, kahraman yürekli), Erkan (kahramanlık kanı taşıyan), Erhan ( kahraman, yiğit han, yönetici) Türkçe'de sıfat işlevi gören çok sayıda özel isim de mevcuttur. Bu tür isimlerde toplumsal cinsiyet rolleri ayırımı oldukça belirginleşmektedir. Kadınlık ve erkeklik sınırları isimde ihtiva edilen anlam ve nitelik ile daha da keskinleşmektedir. Aşağıda toplum algısında erkeklerin karakteristiği haline gelen vasıfları ifade eden erkek isimleri bulunmaktadır: Yaman (korkulan, şiddetli, cesur, güçlü, işbilir, becerikli), Yiğit ( Çetin (sert, zor, inatçı, azimli, şedid), Yavuz (gürbüz, mert, cesur, kötü, güçlü, keskin), Sarp (dik, güçlük, sert, şiddetli), Engin (çok geniş, vasi, temiz, sağlam), Kıvanç (övünç, iftihar, sevinç, memnuniyet), Mert (yiğit, güvenilir, erkek insan, çevik, zinde), Metin (sağlam, dayanıklı, metanetli), Olgun (bilgi , görgü ve hoşgörüsü gelişmiş, ağırbaşlı, kamil), Aydın (kültürlü, okumuş, görgülü, münevver), Bilgin (bilgili kişi, alim), Eren (ermiş, evliya, deneyimli, akıllı, cesur, yiğit). Dubravka Oraiç Toliç’in de altını çizdiği gibi toplumca kabul gören kadınlık özellikleri mantık ve dimağ alanından ziyade irrasyonalite ve duygusallık alanında ortaya çıkıyor. Kadından beklenen hassas, şefkatli, duygusal, sevecen, saf, temiz, iffetli ve çoğu zaman da erkek perspektifinden bakılacak olursa gizemli ve nazlı olmasıdır. Toplumsal algıda kadın, aşk, özlem, arzu gibi duyguların da öznesi haline gelmektedir. Buna şu örnekleri vermek mümkündür: 52 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Nazlı, Naz, Nazenin, Nazan, Narin, Duru, İffet, Duygu, Özlem, Arzu, Gizem, Dilek, Rüya, Hülya, Neşe, Sevgi, Sevda, Sıla, Melek, Ferişte (melek), Peri vb. Büyük devlet yöneticileri, liderleri erkeğe atfedilen güçlü olma, baskınlık, liderlik gibi vasıfların bir çoğunun timsali olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkçe’de erkek isimleri olarak sıklıkla görülen devlet yönetici isimleri elbette Türk tarihi ve Türk kültürü ile de yakından ilintilidir. Türk tarihi boyunca büyük devletlerin, imparatorlukların kurulması, bu devletlerin yöneticilerinin bir çoğunun dünyaca ünlü, güçlü, haşmetli liderler olması ve ayrıca Türk tarihindeki devlet geleneğinden ötürü askerlik ve kahramanlığın Türk toplumunda genel geçer vasıflar olarak kabul görmesi itibariyle bu tarz özel isimlerin mevcudiyeti beklenen bir durumdur. Türkçe öğrenen kimselerin Türk kültürünün bu yönüne aşina olmaları bu noktada önem kazanmaktadır. İslam öncesi ve İslamın ilk dönemlerinde ünlü Türk liderleri ve kahramanların isimlerinden bazıları şu şekildedir: Timur, Çağatay, Cengiz, Atilla, Kubilay (Moğol hanı), Teoman (Hun lideri), Mete (Hun lideri), Bilgekaan, Kültigin Oğuz, Ertuğrul, Alparslan vb. Bu bağlamda yukarıda zikrettiğimiz aynı nedenlerden ötürü sıklıkla kullanılan ‘’han’’ ünvanından da bahsetmek gerekir. ‘’Han’’ kelimesi Osmanlı padişahlarının adlarının sonuna getirilen ve Doğu ülkelerinde yerli beyler için kullanılan, Türk-Moğol topluluklarında hükümdar anlamı taşıyan tarihi bir ünvandır. Kelimenin sözlük anlamı ‘’ulu insan’’, ‘’hükümdar’’dır. Türkçe erkek özel isimlerinin türetilmesinde oldukça yaygın ve verimli bir kelime olduğu gözlemlenmektedir. Bu kelimeden birleşik kelime olarak türetilen bazı erkek isimleri şunlardır: Okan (vladar -strijela), Ayhan (mjesec- vladar, vladar poput mjeseca), Kağan (kagan, vladar) Hakan (han, sultan, vladar), Yiğithan (junak vladar), Ağahan (gospodar, gospodin vladar), Alphan (hranbri, smjeli vladar), Çelikhan (čelični vladar, vladar poput čelika, snažan kao čelik), Erhan(vojnik vladar, vladar vojnika), Efehan (junak vladar), Doğanhan (soko-vladar, vladar poput sokola), Gökhan (nebo-vladar, nebeski vladar, vladar neba), Koçhan (vladar poput ovna), Korhan (plameni vladar). ‘’Han’’ kelimesi ile ayrıca yukarıda belirtilen aynı nedenlerden ötürü Arapça kökenli bazı erkek isimlerinin sonuna getirilmek suretiyle yeni isimler türetilmektedir. Bu isimler yaygın olarak Osmanlı padişahlarının isimleridir: Murathan, Selimhan, Mehmethan, Yavuzhan vb. 53 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bir erkeklik özelliği olarak güç ve dayanıklılık, maden isimlerinden gelen bazı özel isimlerde de kendini göstermektedir. Çelik, Demir, Tunç gibi isimler buna tipik örnek oluşturur. Öte yandan kadın isimlerinde narinlik, hassaslık ve güzellik vasıflarını barındıran bazı değerli metal ve taşların isimlerine sıklıkla rastlanır: Gümüş, Zerrin (Farsça. altın), Beril, Sedef,, Zümrüt, Mercan,İnci, Elmas,Firuze vb.. Bu grup içindeki bazı isimler dilin özelliklerine göre modifiye edilerek Boşnakça’da da kullanılır hale gelmiştir. Almasa, Sejdefa, Zumreta, Merdžana, Zerina vb. bu tür isimlere örnek olarak verilebilir. Diğer bir takım değerli kumaşlar ve işlemeler de kadın isimlerinde sıkça rastlanır: Kadife, İpek, Oya, Mine, Ebru vb. Esin kaynağı doğa olayları ve doğadaki canlı ve cansız varlıklar olan erkek ve kadın isimlerinde de benzer şekilde kadınlık ve erkeklik rol ve özelliklerine göndermeler vardır. Gücü, görkemi, celaliyeti temsil eden bazı doğa olaylarının isimleri yaygın olarak erkek ismi olarak görülür: Volkan, Rüzgar, Bora, Yıldırım, Bulut, Tayfun, Kaya, Dağhan, Gökhan, Engin, Tufan Doğa ilhamlı kadın isimlerinde dikkat çeken ise kullanılan isimlerden her birinin kadının hassasiyetine bir vurgu olarak daha narin, hassas, hafif ve saf bir doğa olayını veya oluşumunu işaret ettiğidir. Bu isimlere çok sayıda örnek verilebilir: Jale (ince nem, çiğ, kırağı), Şebnem (çiğ), Irmak, Nehir, Damla, Ada (ostrvo), Saba (gündoğusundan esen hafif rüzgar), Meltem (karadan denize doğru esen hafif rüzgar), Burcu (güzel koku, ıtır, sakız ağacının tomurcuğu), Yeliz ( havadar, aydınlık), Yaprak, Hazal (kuruyup dökülen ağaç yaprakları), Güneş, Hilal vb. Ay kelimesinden türetilen kadın isimlerinin çokluğu dikkat çekmektedir: Aynur (ay ışığı), Ayten (ay gibi teni olan), Aysu, Aysun, Aylin (ay ışığı), Ayla (ışık çevresi, ay ağılı, ayevi, hale), Ayça (hilal), Aydan. Bitki ve Hayvan İsimleri Bazı hayvan isimleri kadın ve erkek isimleri olarak yaygınlaşmış durumdadır. Elbette özel isimlere konu olan bu hayvanlar fiziksel ya da karakter özellikleri ile takdir gören, beğenilen, insanların gıpta ile baktıkları, özendikleri ve sevdikleri hayvanlar olma özelliğini taşır. Bu tür 54 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 isimler sayıca fazla değillerse de erkek ile kadın isimleri arasındaki farklar manidardır. Yukarıda verilen isim örneklerinde olduğu gibi burada hayvanların özellikleri ile cinsiyet özellikleri arasında paralellikler söz konusudur. Kartal, Şahin, Arslan, Yunus, Doğan vb. gibi isimler erkek isimleri olarak karşımıza çıkar. Bu hayvanların tehlikeli, güçlü, cesur, bağımsız ve zeki olma özellikleri, aynı zamanda toplumun erkeğe atfettiği özelliklerdir. Diğer taraftan, bu tür kadın isimlerine baktığımızda güzellik, sevimlilik, ürkeklik, narinlik gibi niteliklerin öne çıktığını görebiliriz: Ceylan, Burçin, Ahu, Ceren, Kumru vb. Bitki isimlerine gelince, burada da benzer bir erkek-kadın ayırımının var olduğunu söylemek mümkündür. Ancak, bu grupta erkek isimlerine nispeten kadın isimlerinin çok daha fazla ve çeşitli olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumu bitkilerin doğaları itibariyle daha kırılgan ve narin varlıklar olduğu savına bağlamak mümkün olabilir. Bu gruptaki az sayıdaki erkek ismi genellikle daha sağlam ve görünüşü açısından daha ihtişamlı olan bazı ağaç isimlerinden türetilmiştir. Çınar, Gürgen, Gürçınar bu gruba dahil edilebilir. Türkçe kökenli kadın isimlerinin çok büyük bir bölümünü çeşitli bitki ve çiçek isimleri oluşturmaktadır. Çiçekler güzellikleri, yaydıkları güzel koku, hassas ve narin olma özelliklerini taşıdıkları için kadın isimlerine ilham olmaları şaşırtmamaktadır. Bu gruptaki en tipik ve en yaygın isim örnekleri şunlardır: Gül, Menekşe, Lale, Nergis, Papatya, Çiçek, Manolya, Açelya, Akasya, Fulya, Nilüfer, Yasemin, Funda, Ajda, Çiğdem, Başak, Burçak, Yonca, Defne, Yaprak. Gelincik, Müge. Somut bitki ve çiçek isimlerinin yanısıra Türkçe kadın isimleri arasında bitkinin veya çiçeğin çeşitli hallerine işaret eden isimler de vardır: Gonca, Fidan, Filiz, Nihal, Pelin, Bahar, Demet, Buket vb. Çiçek isimleri arasında en yaygın olanı hiç şüphesiz güldür. Gül isminden türetilen çok sayıda kadın ismi olmasını bu çiçeğin Türk kültüründeki özel konumuna yormak gerekli olabilir. Zira, gül, divan edebiyatı sembolizminin doruk noktalarından birini temsil eder. Güle benzetilen sevgili, sevgilinin gül goncasına benzetilen ağzı gibi nice edebiyat sembolü Türk kültüründe günümüze kadar yaşamaya devam etmiştir. Gül isimlerindeki çeşitlilik bu kültürel oluşumun doğal bir sonucu olarak görülebilir. Bahsettiğimiz türdeki isimlerden bazıları şunlardır: 55 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gülay, Gülşen, Gülben, Güldane, Gülden, Gülfem, Gülnihal, Gülperi, Gülsüm, Songül, Gülbahar, Ayşegül, Fatmagül vb. Özel İsimlerde Emir Kipinin Kullanımı Özel isimlerde emir kipi kullanımı ilginç bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Emir kipi Boşnakça ve diğer pek çok Slav dilindeki isimlerde görülmeyen bir olgudur ve bu yönüyle ilgi uyandırmaktadır. Emir kipinin kullanıldığı isimlerde, ismin verildiği kişiye bir nevi ondan olması ve yapması beklenen şey telkin edilir. Bu tipteki isimler çoğunlukla erkek ismi olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni üzerinde durmadan önce ilgili örneklere göz atmak gerekir: Ataol, Erol, Başar, Korkut,Birol,Ünal, Ünsal , Vural,Varol,Yücel Verilen örneklerde telkin edilen özelliklere odaklanmak yerinde olacaktır. İlk örnekte atalara gönderme yapılarak ‘’atan gibi ol’’ mesajı verilmektedir. Diğer örneklerde sırasıyla er olmak, cesur olmak, başarmak, korku salmak, birlik olmak, nam salmak, kararlı olmak, yükselmek, yücelmek gibi vasıflar ön plana çıkartılmaktadır. Bu özellikleri erkeğe yüklenen toplumsal rol ve görevlerin bir birleşimi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Zira, özellikle Türk toplumu gibi ataerkil toplumlarda erkeklik bir başarı, cesaret, kararlılık, yücelik ölçüsü olarak değer kazanmaktadır. Buna binaen, erkek bireylere isim üzerinden bu değerlerin telkini, dahası bu değerlere sadık kalmaları emri verilmektedir. Osmanlı Sarayı'nda Kadın İsimleri ve Anlamları Osmanlı sarayında rastlanılan isimler bugün itibariyle yaygın olmamakla birlikte, ihtiva ettikleri anlam bakımından daha yakından incelenmesi gereken kadın isimleri arasında yer almaktadır. Dönemin şiir estetiği ve dili çerçevesinde şekillenen bu isimlerin büyük çoğunluğu Farsça kökenlidir. Mehpeyker (ay yüzlü güzel), Sultan Ibrahim ve IV. Murat'ın validesi, I. Ahmed'in eşi 17. yüzyıl. Mahfiruz (Turkuaz ay), II. Osman'ın validesi, I. Ahmed'in eşi, 17. yüzyıl. Gülnûş (gül içen, dudaklarında gül olan), III Ahmed ve II. Mustafa'nın validesi, IV. Mehmed'in eşi, 17. Yüzyıl. Şevk-efzâ (şevk veren, Klasik Türk müziğinde III. Selim tarafından düzenlenmiş birleşik bir makam), Sultana V. Murat'ın validesi , Sultana Abdulmecid'in eşi, 19. Yüzyıl. 56 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Pertevniyal (ışık veren, aydınlatan), Sultan Abdulaziz'in validesi, Sultan II. Mahmud'un eşi, 19. Yüzyıl. Mahidevrân (zamanının güzeli, dünyanın ayı), Şehzade Mustafa'nın validesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi, 16. yüzyıl. Mihrimâh (güneş ve ay), III. Mustafa'nın validesi, III. Ahmed'in eşi, 18. yüzyıl. Bezmialem(alemin süsü), Sultan Abdulmecid'in validesi, II. Mahmud'un eşi, 19. yüzyıl. Nakşidil (kalbin süsü), Sultan II Mahmud'un validesi, I. Abdulhamid'in eşi, 18-19. yüzyıl. Mihrişâh (padişahın güneşi), II. Selim'in validesi, III. Mustafa'nın eşi, 18. yüzyıl II. Hürrem (gönül açıcı, şen şakrak, sevimli), II Selima validesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi, 16. Yüzyıl. Dilaşub (kalbi sıkan, gönle eza veren), II. Süleyman'ın validesi, Sultan İbrahim'in eşi, 17. Yüzyıl. Gülcemâl (güzelliğin gülü), Mehmet Reşad'ın validesi, Sultan Abdülmecid'in eşi, 19. Yüzyıl. Tîrimüjgân (ok gibi kirpikleri olan) Sultan II. Abdulhamid'in validesi, Sultan Abdulmecid'in eşi, 19. yüzyıl. Verilen tüm bu örneklerde dikkat çeken şey, geçmişteki kadın algısıyla günümüz toplumunun kadın algısı arasında pek çok benzerlik bulunduğudur. Örneklerden de görüleceği gibi, kadın bir güzellik, süs, sevgi, sevimlilik, zerafet timsali olarak sunuluyor. Elbette bu türdeki isimlerde etkili olan bir bir başka önemli faktör de Divan edebiyatındaki kadın/sevgili tasavvurudur. Tirimüjgan, Dilaşub, Gülnuş, Mahpeyker gibi isimlerde görüleceği üzere Divan edebiyatında sevgilinin özelliklerini yansıtan semboller büyük bir ilham teşkil etmiştir. “Cinsiyetsiz’’ Özel İsimler Modern ''baba kültürü'', kadınlık ile erkeklik arasında keskin bir sınır çekmiş, erkekliğin alanını rasyonalite, kadınlığın alanını irasyonalite olarak belirlemişti. Hırvat edebiyat eleştirmeni Dubravka Oriç Toliç'e göre modernizm eleştirisi kadının imgesel dünyasından ortaya çıkmıştır. Erkek özneler modernizm sonrasında kadınlık çizgilerini benimseyerek ''modern baba kültürü'' ile bir polemiğe girmiştir. (Oraić Tolić,2005: 89) Başka bir deyişle, modernizmin getirdiği ikili 57 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 cinsiyet sistemini aşabilmek adına bir nevi bir androjenik yol bulundu. Bu androjenik metod geleneksel kadınlık ve erkeklik çizgilerini bir arada getiriyordu. Türkiye'de son bir kaç on yılda isim dağılımına baktığımızda ilginç bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Buna göre, hem kadın hem erkek ismi olabilecek isimlerde bir artış yaşanmaktadır. Bu trendi, modernizm eleştirisi olarak ortaya çıkan androjenik eğilimlerle açıklamak da mümkün olabilir. Zira, bu isimlerin yaygın olduğu çevrelere göz attığımızda bu çevrelerin gelenek ile bağlarının daha alt düzeyde olduğunu görebiliyoruz. Doğa olaylarını işaret eden bazı isimler bu gruptandır: Deniz, Yağmur, Bulut, Cemre, Şafak vb.Diğer taraftan, bu isimlerden bazıları ideolojik eğilimleri de belirtmektedir: Devrim, Evrim, Evren, Ender, Bilge, Umut, Özgür, Özgün vb.''Cinsiyetsiz'' diyebileceğimiz bu isim trendinin yaygın olduğu toplumsal kesimlerin gelenekselliğin eleştirisine daha açık ve isimlerde işaret edilen ideolojik yönelimlere daha meyilli oldukları düşünülürse, Oraiç-Toliç'in bahsettiği türden bir cinsiyet ayırımı eleştirisinden söz etmek mümkün olabilir. Sonuç Özel isimler, isim vermeler her zaman bir toplumun yaşayış, düşünüş, kendini ve çevresini tanıyış şekillerini yansıtan küçük ama önemli göstergeler olmuştur. Zengin aidiyet ve kimlikleri içerisinde barındıran Türk toplumunda bu göstergeler çeşitli ve fazladır. Türk toplum yapısını, düşünce dünyasını ve kültürünü tanımayan ya da henüz tanımakta olanlar için isimler çoğu zaman bir muamma olarak görünür. Diğer taraftan, Türkçe öğrenenler için de özel isim geçen cümlelerin anlaşılması ve gramatikal olarak diğer bir dile doğru aktarılması ayrı bir önem kazanmaktadır. Her şeyden önce, eril ve dişil gramatikal yapılara sahip dillerde ismin cinsiyetinin belirlenmesi gereklidir. Bu noktalardan yola çıkarak isimlerin cinsiyet göstergelerinin toplumdaki kadın ve erkek anlayışı, toplumun dayattığı kadınlık ve erkeklik rolleri ile paralellik gösterdiği sonucuna varılabilir. Örneklendirilen isimlerin büyük bir bölümü erkekliği güç, kuvvet, liderlik, başarı, bağımsızlık gibi değerlerin ifadesi olarak yansıtırken, kadın isimlerinde hassasiyet, bağımlılık, anlayış, duygusallık gibi değerlerin ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Türkçe kökenli erkek isimlerinde bu erkeksi değerleri telkin eden sıfatlar, doğa olayları, büyük Türk liderlerinin isimleri, ağaç ve hayvan isimleri, ayrıca, bir fenomen olarak emir kipi kullanımının ağırlıkta olduğunu söylemek mümkündür. Kadın isimlerinde ise kadınlık değerlerini gözeten sıfatlar, doğa olayları, çiçek ve bitki isimleri, 58 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 değerli taş ve kumaş isimleri ağırlıktadır. Osmanlı sarayındaki kadın isimleri örnekleri ile tarihin bu bölümündeki kadın algısının kısmen de olsa divan edebiyatı sembolizmi üzerinden şekillendiğine dair bazı göstergelerden bahsedilebilir. Çağdaş zamanın bir getirisi olarak geleneksel kadınlık ve erkek algısının dışında, her iki cinsiyete ait olabilecek özel isimler işaret ettikleri değerler, ideolojik yönelimler itibariyle aynı zamanda gelenekselliğin bir eleştirisi olarak da algılanabilirler. Tüm bu göstergeler ışığında kadın ve erkek isimlerinin Türkçe öğrenenler tarafından daha iyi anlaşılması, dolayısıyla Türkçe'den yapılacak çevirilerde karşılaşılabilecek sorunların en aza indirgenmesi amaçlanmıştır. Öte yandan, özel isimler vasıtasıyla Türk toplumu ve kültürüne dair pek çok ipucunu okumak mümkündür. Kaynakça Eagleton, Terry, Književna teorija, prevod: Mia Pervan-Plavec,SNL,Zagreb, Irzık, Sibel, Parla, Jale, Kadınlar Dile Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Moran, Berna, Edebiyat kuramları ve eleştiri, İletişim Yayınları, Istanbul, 1999 Oraić Tolić, Dubravka, Muška moderna i ženska postmoderna – rođenje virtualne kulture, Ljevak, Zagreb, 2005. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 2011. Zara, Ayten, Özdemir, Burçak, Cinsiyet Rolleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi. 59 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 OĞUZ ATAY’IN “DEMİRYOLU HİKÂYECİLERİ- BİR RÜYA” ADLI ÖYKÜSÜNÜ ÇÖZÜMLEME DENEMESİ A. Yasemin UYAR ÖZET Bu bildiride; çağdaş Türk romanının sıra dışı yazarlarından Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya adlı öyküsü metne bağlı ama çoğulcu bir yöntemle çözümlenmeye çalışılmıştır. Öyküdeki olaylar, beş bölüme ayrılarak her bölüm kendi içerisinde bağımsız olarak incelenmiştir. Öykü, hem kurgusu hem de muhtevası itibariyle farklı okumalara ve çözümlemelere müsait çok katmanlı, çok anlamlı ve semboller açısından son derece zengin bir mahiyettedir. Öykü, bu özelliklerinden dolayı çözümlenmeye değer bulunmuştur. Bu çözümleme denemesinin başka okuma ve çözümlemelere vesile olması bu incelemenin en başat hedeflerinden birisidir. Anahtar Sözcükler: Oğuz Atay, Bir Rüya, öykü çözümlemeleri, hikaye tekniği. Giriş Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı hikâye kitabında yer alan “Demiryolu Hikâyecileri” sekiz sayfadan oluşan kısa bir öyküdür. Bununla beraber, nesnel bir bakış açısıyla okunduğunda bile, öykünün bir kitap kadar kapsamlı olduğu görülür. Öykünün konusu, “uzak” diye nitelenen bir yerde, tren yolcularına kendi yazdığı öyküleri satmaya çalışan yazarların yaşadıklarıdır. Bu yazarlar sepetlerine koydukları öyküleri pazarlamaya çalışır çünkü bu sayede hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu nedenle mümkün olduğunca “güncel” konularda yazarlar. Konu seçimlerini istasyon şefi de etkiler. Yolcular bu öyküleri almakta pek istekli değildir. Yazarlar “uzak” bir yerde yaşamaktadır. Bu uzak ve tenha yerden ayrılamazlar. Umutsuz ve zor hayatları bu şekilde devam eder. Dört kişinin etrafında cereyan eden öykü, postmodern özellikler taşır. Öyküde, belli başlı, sivrilmiş bir “kahraman” yerine sıradan olay kişilerine rastlanır. Hatta bu kişilerin adları bile kafkaesk bir tarzda- zikredilmez. Öyküdeki olay kişileri şunlardır: anlatıcı/yazar, genç Yahudi, genç kadın, istasyon şefi. İlk üç kahramanın farklı taraflarından çok ortak yönleri vardır. Çoğu zaman birlikte zaman geçiren bu kişiler, geceleri öykü yazarlar, öykülerin yazdıktan sonra, yine Arş. Gör., Süleyman Demirel Üniversitesi, Türkiye. 60 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 geceleri bu öykülerini satmaya çalışırlar. Gündüzleri uyurlar, daha doğrusu uyumaya çalışırlar. İstasyon şefi bu kişilerden biraz daha farklıdır. Şef sıradan bir memur hayatı yaşar, ara sıra yazarları öykülerinin biçim ve içeriği yönünden değil de, yaşam tarzları bakımından eleştirir. Onların üzerinde bir tür baskı unsurudur. Mekân için de çok fazla ayrıntı yoktur. İstasyon, yazarların yattığı kulübe ve istasyon şefinin odasından ibaret olan mekânlar, kurguyu oluşturmak için önemli vazifeler görse de, herhangi bir tasvir yapılmaz. İstasyonun karanlık oluşu dışında mekân hakkında hiçbir şey söylenmez. Öykü çoğulcu (plural) ya da eklektik bir yöntemle incelendiğinde/çözümlendiğinde karşımıza birçok anlam katmanı çıkar. Eseri bölümlere ayırarak derinlemesine çözümlediğimiz zaman, yazarın demek istediklerini, daha önemlisi, okur olarak hikâyeden neler anlayabileceğimizi görebiliriz. Hikâyede anlatılmak istenen örtük anlam, sadece anlatılanla değil, aynı zamanda öykünün hissettirdiğinde de aranmalıdır. Bölümler halinde incelediğimizde bu anlam katmanlarını daha iyi görebiliriz. Öykü baştan sona istasyonda geçtiği için mekân konusunu her bölümde tekrarlamadık: 1. Bölüm kişiler Yazar genç yahudi istasyon şefi olay hikâyecilerin “mallarını” beğendirme çabası, “parça başına” ücret alması sadece güncel hikâyelerin alıcı bulması, öykülerin kısa bir sürede “bayatlaması” yiyecek satıcılarının yazarlardan daha atak ve avantajlı durumda olması İstasyonun genel olarak piyasayı, ticaret alanını simgelediği ön kabulünden yola çıkarsak, yazarların sembol değil gerçek kişiler olduğu sonucuna varırız. Yaşadıkları tabii ki kurmacanın varmaya çalıştığı hedefin ön çalışmaları niteliğindedir. Fakat hikâyedeki yazarlar, geçmişte ve şimdi yaşayan yazarlardır. Yazarların kendi eserlerini beğendirmeye çalışması, bu süreçte ürettikleri edebi eseri piyasadaki herhangi bir tüketim ürünüyle aynı kategoride görmeleri, günümüzdeki kitap piyasasına bir göndermedir. Savaş yıllarındaki maddi sıkıntıların anlatılmasıyla devam eden öykünün geçtiği mekân olan istasyonda, bombalanma tehlikesinden dolayı sık sık yapılan karartma neticesindeki ölgün ışık yazarlar için kifayetsiz gelmeye başlar. Bu maddi sıkıntılar anlatıldıktan sonra, yataklı vagon yolcularının rahatlığı anlatılır. Bu ikinci bölümde olay kişileri; yazar, “yataklı vagon yolcuları” ve yiyecek satıcılarıdır. Bağlama göre bu kişiler şu şekilde gösterilebilir: 2. Bölüm yazar yataklı vagon yolcuları 61 yiyecek satıcıları BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 pazarlamacı konumunda okumaktan uzak, parasal durumları iyi rahat, okumaktan uzak, sadece günlük işleriyle meşgul Bu şemayı biraz açalım. Yazar anlatıcı, hikâyelerini satma çabası içerisindedir ve yazdıklarının içeriğiyle –istese bile- ilgilenemez, yaşadığı şartlar içerisinde yazdıkları üzerine düşünmeye fırsatı yoktur. Sadece para vereceklerini bildiği, okuma ediminden uzak birtakım yolcuların vagonlarına girmek için rüşvet bile verir. Ayrıca, yataklı vagon yolcularının verdiği yiyeceklerle karnını doyurur. Günümüzde, sanatçının tek hamisi, koruyucusu halktır. Bu durum, sanatçıyı halka yönlendirmiştir. Ancak bazı sanatçılar bu halka yönelme popülizmine rağbet etmeyerek elit bir tabaka tarafından okunup takdir edilmenin kendilerine yeteceğine inanmışlar ve kendilerine böyle bir yol çizmişlerdir. Bu durumu yazar simgelerle anlatır, ama bunu çok uzun ve dolaylı bir biçimde yapmaz. Yataklı vagon yolcuları, burjuva sınıfı temsil eder, parasal sıkıntı çekmeden yaşarlar, başkaca bir sıkıntıları da yok gibidir, okumaya zaman ayırmazlar. Yazarların satış yaptığı yerin “hikâye satılan tek istasyon” olması onları cezp eder, bu yüzden edebî eserleri satın alırlar. Bunları okumazlar. Rahat yaşayan bu topluluk, rahat para harcar, hatta yazar anlatıcıya yiyecek de verirler. Bu durumda, burjuva sınıfının desteğiyle, hatta artığıyla beslenen ve onların beklentileri doğrultusunda yazan bir “aydın sınıf” tanımı karşımıza çıkar ki, bu tanım bütün gerçekliğiyle, günümüzde de kendisini göstermektedir. Yiyecek satıcıları, burjuva olmayan, sanattan da anlamayan, hatta anlamak için en ufak bir çaba göstermeyen bir grup gibi görünmektedir. Aslında bu grup, vagondaki diğer yolcularla beraber, nüfusun maddi dağılımını gösteren şemanın altındaki kitleyi sembolize eder. Orhan Veli’nin “Düşünme, arzu et sade/ Bak böcekler de öyle yapıyor” ifadeleriyle tanımlanabilecek kitle de böyle bir kitle olsa gerek, sadece tüketen, sadece karnını doyuracak kadar hayat üzerine düşünen bir topluluk. Yazar anlatıcı, anlattıklarının uyuklanarak dinlenmesine bile razıdır. Bu, okurunu arayan yazarın durumunu özetlemeye yeterlidir, denebilir. Günümüzde de olduğu gibi, popüler olma kaygısından uzak bir sanatçı, geniş kitleler tarafından anlaşılamamaktadır. Hatta insanların çoğu kitleler tarafından beğenilme kaygısı taşımayan eserleri gerekli görmezler hatta bu tür eserlerden habersizdirler. Yazar, istasyondaki diğer satıcılara, kendilerini anlatan “satıcıların hikâyesi” adlı öyküyü anlattığında, satıcılar hepten uyur. Bu durum, kaderine razı oluş, kendisinde herhangi bir şey için hak bile görmeyişin tanımıdır. Yazar bütün bu anlamları tek bir cümlede tamamlamıştır. Sanatçılar toplumun sorunlarını göstererek onları ve yöneticileri bilinçlenmeye çağırır, ancak bu çağrı yönetilen/ezilen halk tarafından bile dinlenmez. Toplumun bazı kesimleri, kendisini itaate mahkûm görmesinden kaynaklanır. 3. Bölüm Yazar, bu bölümde devlet otoritesini eleştirir, devleti farklı simgelerle anlatır: 62 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kanunlarını sert bir şekilde kanunlarında eksiklik olan halkını düşünmeyen devlet uygulayan devlet devlet istasyon şefi yazarlar genç Yahudi Yazarların her hikâyesinin, -kanunen- arşivlenmesi bir devlet geleneği olarak anlatılır, bu sıkı kanunlar, devletin halk için değil halkın devlet için olduğunu ispatlarcasına, kişilerin özlük haklarına gelince uygulanmaz. Böyle bir kanunun adı bile geçmez. Bu durumun bir yansıması da, bir sanatçı ya da yazar olarak değil bir birey olarak genç Yahudi üzerinden anlatılır. Devlet ona yaptırım uygular, her şekilde sınırlar ama onun için bir şey yapmaz, ihtiyaç sahibi olduğu halde el uzatmaz. Bu bölümde, yazarın âşık olduğundan da bahsedilir, fakat bu olayın üzerinde durulmaz. Yazarın bu konuyu kısaca geçmesi, anlatıcının ruh halini yansıtır. Anlatıcı, aşkı üzerinde fazla düşünmez. O, bir kanuni boşluğu değerlendirme, bir şekilde “mal”larını pazarlama derdindedir. 4. Bölümde yine devlet otoritesi, ama bu kez farklı bir sembolle anlatılır: anlatıcı/yazar günlük hikâyelerle günü kurtarma çabası içinde genç yahudi istasyon şefi kanun mağduru baskıcı devlet otoritesi Bu bölümde semboller daha az kullanılmış, neredeyse kurgu bozulup doğrudan gerçeklere temas edilmiştir. Yazar hem hikâye yazarak para kazanmak zorunda hem de devlet otoritesine uygun şeyler yazmak zorundadır. “[istasyon şefi] şimdi hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını çıkarmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır oldu.” Bu cümleden olarak devletin, yazarların üzerinde sadece denetleyici vazife ifa etmekle kalmaz, aynı zamanda onları baskı altında tuttuğu sonucuna ulaşılır. İstasyon şefi, tek yönlü bir kişiliktir. Duyguları hakkında bilgi sahibi olamayız. Sedece kendisine verilen/verildiği düşünülen görevleri yerine getirir. Bulunduğu ortamın düzeninden başkaca bir şeyle ilgilenmez. Sanat ya da sanatçıya dair herhangi bir düşüncesine rastlayamayız. Şef, olaylar bağlamında değerlendirildiğinde devlet otoritesine aracı olan, sorgulamayan, sadece emirleri yerine getiren bir portrenin kurmaca dünyadaki yansımasıdır. Genç Yahudi mağdur, dirençsiz bir bireyi ve aynı özellikteki bir yazarı temsil eder. Bu bölümde, yazar anlatıcı genç Yahudinin hikâyelerini yazma işini de yüklenir. Bu şekilde ona karşı koruyucu bir işleve bürünür. Bununla beraber kendi üzerine yeni bir yük almış olur. “Genç kadın” bu bölümde belli belirsiz görünür. Yazar ve genç kadın arasında bir gönül ilişkisi vardır, fakat bu ilişki, yazarların “güncel”i yakalama ve geçim kaygıları arasında adeta kaybolur, hikâyenin konu akışında, seks dışında bir yansıması görülmez. 63 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İlerleyen satırlarda da yazarın devlet otoritesinden kurulmayı denemediği, işini ve gelirini kaybetme korkusuyla, yasaların, yönetmeliklerin dışına çıkmadığı görürüz. Bir sanatçı olarak kendini gerçekleştirmez. Bir anlamda, sanatçı değil memur tiplemesine yaklaşır. Bununla birlikte, sanatçı duyarlığını da aşamaz. Çevresiyle kaynaşamaz, düşünmenin ve üretememenin huzursuzluğunu taşımaya devam eder. Yazar giderek bunalır, diğer iki yazara, yine “baba” arketipiyle özetleyebileceğimiz şekilde yardım eder. Bu yazma edimi, popüler ve “çok satan” bir yazar olmaya çalışması fizyolojisine “uykusuzluk” olarak yansır. Yazar yaşadıklarından şüphe eder, savaş olmuş mudur? Hangi ülkede olmuştur? Bu tür sorularına yanıt bulamaz, zamandan ve mekândan kopmuş gibidir. Burjuvaziyi temsil eden yataklı vagon yolcularının tavırlarını artık katlanılmaz bulur. İstasyondan bıkar ama artık genç olmadığı düşüncesiyle oradan ayrılamaz. Genç yazarlara yardım etmek de onu ayrıca yorar. Sonrasında, çevreyle; zengin olan ve olmayan “müşteri”leriyle, istasyonla, şefle bağlantıları kopar. Tamamen yalnız kalır. Üretmeye çalışan ama ürettiklerini beğenmeyen ya da paylaşmayan bir sanatçının ruh haline bürünür. Bu yalnızlığa, genç kadının sessizce bir trene binip gitmesi de eklenir. Yazar, artık daha uzun, daha derin hikâyeler yazar ama satamaz. Oğuz Atay’ın öykü boyunca yaptığı gönderme/eleştirilerin belki en can alıcı ya da nihai hedefi bu kısımdır, Güncel olan ve “bayatlamaya” mahkûm olan öyküler alıcı bulur, hatta onlar bile zor alıcı bulur. Sanatın asıl tanımını ve niteliğini yansıtan eserlerse adeta hiç alıcı bulmazlar. 5. Bölüm Sanatsal içerikli eserler, zor anlaşılır olduğu, “açık seçik” ifadeler ya da popülerliği sağlayan başka unsurlar barındırmadığı için bir köşede unutulur. Yazarını aç bırakacak kadar az bir topluluğa hitap eden, sadece nitelikli okur tarafından satın alınan bu kitapların, biraz da para kaygısıyla, pahalıya satılması gerektiği düşünülür. Kitap “piyasa”sı tarafından aşılamayan bu sıkıntı, kurmacadaki yazar için sıkıntı oluşturmaz. Kendisini gerçekten ifade etmenin, sadece sanatıyla meşgul olmanın hazzı, onu parasal kaygıdan kurtarır. Bu şekilde düşünen ve bu şekilde yaşayan yazar sayısı, evet, azdır. Ve onların yazdığı eserler sayesinde toplumun bir kısmı, okuyan bir kısmı, öğrenir, aydınlanır, dönüşür. Yazar, bu hikâyenin hem kahramanı hem yazıcısı olarak da ortaya çıkar. Meta-fiction, üstkurmaca dediğimiz yöntemle, yine Atay’ın “Parmak izi” niteliğindeki ifadelerle karşılaşırız. Yazar yalızlığına son vermek için bir mektup yazmaya çalışır. “Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum.” Diyerek tamamen yalnız olduğunu ifade eden yazar; güncel olmayan, çok satan kitap yazmayan kitaplar yazmanın sanatsal oluşun başlangıcı olduğunu, ama yerine ulaşmayan bu sözlerin, söyleyeni daha da yalnızlaştırdığını söyler. Hikâyenin son kısmında popüler kültürün kıskacından kendisini kurtarabilen yazarın, okurunu artık bir müşteri olarak değil, mektup yazdığı birer adres şeklinde gördüğü belirtilir. Çok satan kitap tüccarı olmaktan kendisini kurtarıp sanatsal olanı, insan ruhunda karşılığı olan değerleri anlatan yazarın çağrısı ile sonlanır hikâye. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesi acaba?” bir sorudan çok bir beklentiyi ifade eder. Bu çağrıya kulak veren olmuş mudur? 64 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yazarın ölümünden sonra, evet. Hikâyenin, yazarın ölümünden üç ay önce yazılması, bu soruya verilen cevabı gösterir niteliğindedir. Fakat bu çağrıyı yazarın sadece kendisi için yaptığı düşüncesi yanlış değilse de eksiktir. Bu çağrı, “gerçek” edebi eser üreticilerinin kendi okurunu arama, diğer bir deyişle mektuplarını gönderecekleri adres bulma çabasıdır. Sonuç Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya adlı hikayesi çoğulcu bir yöntemle çözümlenmeye çalışılmıştır. Öykü, olayların yön değiştirmesine göre, beş bölüme ayrılarak analiz edilmiştir. Birinci bölümde yazar mekânın kendisini etkileyen boyutunu, istasyon şefinin ve diğer satıcıların, yazarların hikâyelerini satabilme konusunda çıkardıkları engelleri anlatır. Yazarın, savaşı anlatmasıyla olay çevresini genişletmeye başladığı kısmı ikinci bölüm olarak düşündük. Yazar bu bölümde kendisini ve diğer yazarları biraz daha ayrıntılı biçimde anlatır. Hemen hiç sembol kullanmadan devletin yazarlar üzerindeki otoritesinin anlatıldığı bölümü ise üçüncü bölüm olarak değerlendirdik. Yazar bu bölümde, devletin/devlet memurlarının yazdıklarıyla hiç ilgilenmediklerini ama arşivlediklerini ve kanunlar vasıtasıyla kendilerini sınırlandırmaya çalıştıklarını anlatır. Dördüncü bölüm/dönüm noktası, yine devletin otoriter yapısını anlatıyor olmakla birlikte durumu farklı bir şekilde değerlendirir. Burada yazılanlarla ilgili sınırlandırmalar değil, bireysel mağduriyetler anlatılmıştır. Olayların debisinin düştüğü, yazarın okura kendi varlığını hatırlatmaya çalıştığı bölümü ise beşinci bölüm olarak değerlendirdik. Bu son kısımda kurmacanın sınırlarından oldukça uzaklaşılmıştır. Yazar hikâyenin başından beri aslında kendisinin ve kendisiyle aynı açmazda bulunan yazarların sıkıntılarını anlatmıştır. Kurmaca yazarlar sürekli bir hikâye satma mücadelesi içerisindedirler. Ama bu satış mağduriyeti karşısında maddi bir sıkıntıdan söz edilmez. Asıl problem; okura ulaşamama, kendilerini istenen düzeyde anlayacak bir muhatap bulamayıp güncel, hemen “bayatlayacak” olana yönelme ve hikâyelerini maddi durumu iyi olan kitleye hikâyelerini satabilseler bile onlar tarafından da okunmama, şeklinde özetlenebilir. Öyle ki yazar hikâyesini, okura “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba diye bitirerek yazdıklarını anlayabilecek okurlar aradığını açıkça ifade eder. Netice itibariyle metnin merkezde olduğu (text based), ancak çoğulcu bir yöntem kullanılmak suretiyle öyküdeki derin yapı/anlam ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Edebî eserin doğasında mevcut olan çok katmanlı yapının, farklı okumalarla daha farklı şekillerde anlaşılabileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri- Bir Rüya adlı öyküsü, başka okuma ve çözümlemelere de son derece müsaittir. 65 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça Aytaç,Gürsel, (2009), Genel edebiyat Bilimi, İstanbul, Say Yayıncılık Ecevit, Yıldız, (2011), Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İstanbul, İletişim Yayınları Erden, Aysu, (2002), Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul, Gendaş Kültür Jahn, Manfred, Anlatıbilim, (Çev Bahar Dervişcemaloğlu), İstanbul, Dergah Yayınları Yüksel, Ayşegül, (1995), Yapısalcılık ve bir Uygulama Melih Cevdet Anday Tiyatrosu, Ankara, Gündoğan Yayınları Mehmet Rifat, (1990) Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş Kuramları, İstanbuş, Düzlem Yayınları Wellek, Rene; Austin W., (2011), Edebiyat Teorisi, (Çev: Ömer Faruk Huyugüzel), İstanbul, Dergah Yayınları 66 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İLK TÜRKÇE KABUSNAME'DE AŞKI, LEE'NİN AŞK BİÇEMLERİ ÜZERİNDEN OKUMA DENEMESİ Aysel GÜNEŞ ÖZET Kabusname, İran edebiyatında 11. yüzyılda Keykavus bin İskender bin Kabus tarafından kaleme alınmış, zamanının siyasi ve sosyal yaşamını açık şekilde yansıtan bir eserdir. Bir yönüyle nasihatname, bir yönüyle de siyasetname özelliğini taşıyan ve Farsça yazılmış olan bu eserin, ilk olarak 14. yüzyılda Türkçeye çevrildiği bilinmektedir. Bu çalışma; bugüne kadar altı Türkçe çevirisinin yapıldığını bildiğimiz Kabusname’nin bilinen en eski Türkçe çevirisi üzerinden oluşturulacaktır. Türk ve dünya edebiyatının en önemli temalarından biri olan “aşk” ve “cinsellik”, Kabusname’nin içeriğinde yer alan 44 başlıktan iki tanesidir. Kanadalı bir sosyolog olan John Alan Lee’nin aşk kuramında; aşkın doğal bir davranış değil, öğrenilmiş bir yaşantı olduğu iddia edilir. Ebeveynler, yaşıtlar, kültürel ve tarihsel değerler insanların aşka ilişkin yaklaşımlarının şekillenmesinde etkilidir. Aşk biçemleri yaşam biçemlerine benzer, değişebilir ve tercih edilebilirler (Aktaran Hülya Ercan, 2008). Lee aşkı altı biçem üzerinden tanımlamakta ve kuramını oluşturmaktadır. Lee’nin de belirttiği gibi aşka ve cinsel yakınlığa dair tespitler yapılırken kültürün ve toplumsal yapının etkileri göz ardı edilmemelidir. Bireylerin kültürel değerlerin ve toplumsal yaşam biçimlerinin etkisiyle ilişkilerini biçimlendirdiklerini belki de değiştirdiklerini düşündüğümüzde; Keykavus b. İskender b. Kabus’un oğlu Giylanşah için kaleme aldığı nasihatnamede de oğlunun aşka ve cinselliğe dair eylemlerinin şekillenmesinde her türlü yol gösterici olmaya çalışan bir baba figürü görülecektir. Aşk konusunda oğluna sürekli uyarılar yapan baba; aşkın acı ve kederden başka bir şey getirmediğini, kendisini aşka çok kaptırmaması gerektiğini, kaptıracak olursa bir an önce bundan kurtulması için neler yapabileceğini, aşkın aynı zamanda ne kadar büyük bir zayıflık olduğunu vurgulamaktadır. Oğluna anlattığı küçük aşk hikâyelerinde de aşkın tamamıyla toplumsal dolayımla bireyde şekilleneceği üzerinde durulmaktadır. Bu aşk Türk Dili Okutmanı, Koç Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türkçe İletişim,Türkiye, agunes@ku.edu.tr 67 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 hikâyelerinden birinde de erkek bir kahramanın diğer bir erkek kahramana duyabileceği olası bir aşkta kendine engel olma çabasını toplumun nasıl biçimlendirdiği göze çarpmaktadır. Eserin bizim üzerimizde duracağımız bir diğer bölümü de Kabus’un, oğluna cinsel ilişkiye dair verdiği tavsiyeleri içermektedir. Bu makale Kabusname’de aşka ve tensel yakınlığa dair verilen tavsiyeleri; Lee’nin aşk biçemleri kuramı üzerinden okumayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: aşk, aşk biçemleri, kabusname, nasihatname, kadın, erkek, eşcinsellik. Giriş İnsanlık tarihi boyunca gerek sözlü gerekse yazılı edebiyatın en önemli temalarından biri olan aşk; ilk görüşte başlasa da, uzun yıllar süren arkadaşlıktan evrilse de, kimi zaman insanları ölmeye/öldürmeye sürüklese de, kimi zaman âşığın içinde saklı kalarak ifşa edilmese de, kimi zaman ise birden fazla kişiye karşı hissedilerek bedenden bedene yapılan yolculuklarla aranır olsa da acaba ansızın tecelli eden, doğal bir davranış mıdır? Yoksa ebeveynler, yaşıtlar, kültürel ve tarihsel değerlerle şekillenen öğrenilmiş bir duygu hali midir? Bu bildiride; bugüne kadar altı Türkçe çevirisinin yapıldığını bildiğimiz Kabusname’nin bilinen en eski Türkçe çevirisinde yer alan aşka ve cinselliğe dair yaklaşımları öğrenilmiş/öğretilmiş bir yaşantı çerçevesine oturtmak amaçlanmaktadır. Kanadalı bir sosyolog olan John Alan Lee’de altı biçem üzerinden tanımladığı aşk kuramında aşkın öğrenilmiş olduğunu ve kişilerin istediği bir aşk biçemini tercihetmekte özgür olduğunu iddia etmektedir (Aktaran Hülya Ercan, 2008). Kabusname’de baba tarafından oğluna verilen aşka dair öğütler tartışılırken Lee’nin altı aşk biçemine de göndermeler yapılacak ve bu biçemlerle bağlantılar kurulacaktır. Lee; her çeşit sevgiyi birincil ve ikincil renkler gibi sınıflandırır. Gökkuşağının üç ana rengi (sarı, kırmızı, mavi) olduğu gibi aşkın da üç temel biçemi vardır: 1. EROS “Tutkulu aşk”: Fiziksel çekiciliğe dayalı aşk türüdür. Kişi, aşık olmak istediği kişiyi “sarışın, zayıf, renkli gözlü…” gibi açıkça tanımlayabilir. Bu tür aşkta güçlü bir fiziksel çekim söz konusudur, cinsel yakınlık önemlidir ve aşık, aşk için risk almaya hazır olmalıdır. 68 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2. LUDUS “Oyun gibi aşk”: Bu tür aşkın bağlayıcı yönü düşük, eğlencesi ise ön plandadır. Tercih edilen ideal özellikler yoktur, çok eşliliğe açık ve kısa süreli aşklardır. 3. STORGE “Arkadaşça aşk”: Birdenbire ortaya çıkmayan, zamanla gelişen aşk türüdür. Birlikte olunan kişi ile çeşitli etkinlikleri ve ilgileri paylaşmak önemlidir. Bu aşkta fiziksel etkileşimin hiç önemi yoktur. Gökkuşağının ikincil renkleri (yeşil, turuncu, mor) nasıl ki birincil renklerin birleşiminden oluşuyorsa aşkın da ikincil biçemleri vardır ve bunlar da temel biçemlerin birleşiminden oluşmaktadır: 4. MANİA “Bağımlı aşk” (EROSveLUDUS birleşimi): Kıskanç, güvensiz, biraz da patolojik bir aşk türüdür. Çiftler birbirine güvenmezler ve sürekli diğerini kaybetme korkusu yaşarlar. Ne kadar sorunlu olursa olsun, ilişki bitirilemez. Genellikle diğer taraf bitirir ve ayrılığın olumsuz etkileri uzun sure atılamaz. Çiftler ilişki sırasında da bittikten sonra da acı çekmekten hoşlanırlar. 5. PRAGMA “Mantıklı aşk” (LUDUS ve STORGE birleşimi): Devam edileceğine ve olumlu gelecek sağlayabileceğine inanılan ilişkilerdeki eşlere duyulan aşk türüdür. Birlikte olunan kişide sosyal ve kişisel özellikler bakımından uyum aranır. Bu kişinin inancı, ailesi, gelecek beklentileri de ayrıca önem taşır. 6. AGAPE “Özgeci aşk” (EROS ve STORGE birleşimi): Seven kişi aşkı vermeye inanır, çünkü bunu herkesin hak ettiğini düşünür. Aşkı hissetmeyi bir görev gibi algılar, ancak aşktan ya da aşık olunan kişiden herhangi bir beklenti yoktur. Bağışlayıcı ve destekleyici bir özne vardır. (Atak, Taştan, 2012, 525-527) Kabusname, İran edebiyatında 11. yüzyılda Keykavus bin İskender bin Kabus tarafından oğlu Giylanşah için kaleme alınmış, zamanının siyasi ve sosyal yaşamını açık şekilde yansıtan bir eserdir. Bir yönüyle nasihatname/öğüt kitabı, bir yönüyle de siyasetname özelliğini taşıyan ve Farsça yazılmış olan bu eserin, ilk olarak 14. yüzyılda Türkçeye çevrildiği bilinmektedir. Kabusname’de öğütler 44 başlık altında verilmektedir. Bu çalışmada yalnızca aşk ve cinselliğe dair önerilerin bulunduğu ve tespitlerin yapıldığı “Âşıklık Beyan İder”, “Fasıllarda Cima İtmekligi Beyan İder”, “Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” ve “Yatmagı, Dinlenmegi Beyan İder” başlıklı bölümler üzerinde durulacaktır. Çalışmanın merkezinde ise “Âşıklık Beyan İder” bölümü olacaktır. Eserde oğula verilen öğütlere, anlatılan küçük hikâyelere bakıldığında babanın; oğlunun aşka yaklaşımının şekillenmesinde yol gösterici bir figür olmaya çalıştığı fark edilir. 69 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eserde aşka dair ilk tespit aşkın, yumuşak ve güzel huylu insanlarda olabileceğinin belirtilmesidir. Eğer kişi çok nazik, hoş ve yumuşak değilse onun âşık olamayacağını söyleyen baba; aşkın güzel huydan kaynaklandığını ve beslendiğini ileri sürer. Bu tezden yola çıkarak da aşkın genç insanlara yakıştığını, yaşlıların bunak ve hastalıklı olduğunu, dolayısıyla âşık olmamaları gerektiğini söyler. Gençler neşelidir, hayat doludur ve hasta değillerdir. Babanın aşka dair yaptığı bu tespitin ana ekseninde aşk ve gençliği görürüz. Baba, aşkı yaşlılara değil gençlere yakıştırmakta çünkü aşkın hastalıklı ve bunak bir bünyede barınamayacağına, yer bulamayacağına inanmaktadır. Yani gençlik, sağlık, yaşam sevinci, gelecek beklentisi gibi kavramların âşık olunacak zaman konusunda belirleyici olması; insanın aşkı her zaman, her yaşta yaşayabileceği düşüncesini yıkmakta; babanın oğluna mantık üzerinden bir aşk çerçevesi çizdiği görülmektedir. Ancak bu tespitlerde gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da aşkın güzel, hoş ve yumuşak huylu insanlarda görülebileceğidir. Aşk ve güzellik/iyilik/yumuşaklık ilişkisi yine gençlikle ilişkilendirilmiş ve yaşlı insanların bu özelliklere sahip olamayacağına – belki de huysuz olduklarına- atıfta bulunulmuştur. Oğul Giylanşah’a verilen ikinci aşk öğüdü âşık olmanın büyük bir sıkıntı ve bela olduğudur. Aslında kişinin aşka düşmemesini, düşerse de sabretmesi gerektiğini söyleyen baba; oğluna gücü yeterse yaşlı bir insanmış gibi davranıp hiç düşünmeden/ansızın âşık olmamasını tembihler. Çünkü aşk babaya göre içinden çıkılması güç bir durumdur. Hatta babaya göre kişi, bir parasız olduğunda, bir de âşık olduğunda kendi kanına susamış yani belasını aramıştır. Baba, bütün bunlara rağmen oğlunun yine de çaresiz kalarak âşık olabileceği bir durumu da göz önünde bulundurur. Bu durumda oğluna, kendi huylarını/kişilik özelliklerini bir kenarda bırakarak sevgilisine boyun eğmesi gerektiğini öğütler. Çünkü burada da karşımıza aşkın başka bir özelliği çıkmaktadır. Âşık olan kişi ya sevgilisine kavuşmuştur ya da sevgiliden ayrıdır. Aşk bu iki durumu da göze almak demektir ve kişinin bunu bilerek âşık olması gerekmektedir. Aşkın içinden çıkılması güç, sıkıntılı olan durumunun ayrılıktan geldiğini savunan babanın iddiası; bir saatçik ayrılık sıkıntısının bir yıllık kavuşma zevkini yok ettiğidir. Hatta bunu bir de Arap bir atasözüyle destekler. Atasözünün Türkçesi şudur: “Sevgiliyle vuslat bir yıl uyuklamaktır.” Eserde atasözünün açıklaması da şöyle yapılır: Kişi uyuklayınca nasıl uykusunu tam olarak alamazsa âşık da sevgiliyle birlikte olursa aslında 70 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bunun bir anlamı olamaz. Çünkü aslında aşk baştan ayağa bela, sıkıntı, zahmet ve değersizliktir. Öyle ki âşık, bir kısa uyuklama vakti kadar bile sevgiliden ayrı kalsa bu ona bir yıl gibidir. Ayrılığın sıkıntısı anlatılamaz. Kavuşma olsa da aşkın zahmetli yönü devam etmektedir. Bu defa da nazlanma, kibir ve şehvet devreye girmektedir. Ne zaman sevgiliyle söyleşmek gerekse sevgilinin nazlarına ve kaprislerine tahammül etmek gerekmektedir. Babanın oğluna bu konudaki en önemli tavsiyesi kendisini âşıklık halinden kurtarması gerektiğidir. Bunu elinden gelse de gelmese de, gönlü istese de istemese de yapmalıdır. Çünkü başka çaresi yoktur. Oğlu bir gün nefsine uyup âşık olmak isteyebilir, ama bu durumda kendisini tutabilmeli, nefsine uymamalıdır. Bunun için en temel tavsiye oğlunun başka işlerle meşgul olması gerektiğidir. Hatta şehvetin de başka yerlerde kullanılması, görmezden gelinmesi en doğrusu olacaktır. Aşktan kurtulmak için sıkıntılı olan bu süreci atlatmanın bir diğer yolu da hükümdar adayı olan oğulun halktan utanması gerektiğidir. Çünkü bu, kişiyi aşktan uzaklaştıran bir durumdur. Babaya göre aşk bir illet yani hastalıktır. Bu konuda kendine başka destekler de bulan baba; Muhammed bin Zekerriya’nın Taḳsim-i ‘İlel kitabında aşktan kurtulmak isteyen kişinin bir süre oruç tutmasını, böylece nefsi güçsüz düşen kişinin aşk illetinden de kurtulacağını iddia ettiğini belirtir. Bu kitaptaki diğer tavsiye de âşık olan kişinin sefere çıkması ya da şehvetini bir şekilde uzaklaştırmasıdır. Keykavus, her şeye rağmen yine de oğlunun, yanında rahat olabileceği birini sevmekten onu menetmeyeceğini belirtmektedir. Şeyh Said-i Belhi’nin yazdığı eserde bir insan için dört şeyin gerektiğinin belirtilmesine vurgu yapan baba; bu dört şeyi şöyle sıralar: Ekmekli olmak (sanırım iş güç, meslek sahibi olmak), güzel ahlaklı olmak, kibirli olmamak ve güçlü, etkili, hayat dolu olmak. Bir de hadis örneği veren baba Tanrı’nın bile kullarına kendisini kırık kalplerde araması gerektiğini söyler. Buradan sonra aşkın başka bir boyutuna geçen baba; dostluğun ve aşkın birbirinden farklı olduğuna vurgu yapar. Hatta yeni iddiasını da şöyle ileri sürer: Gönlü, yüreği hoş/rahat olan hiçbir âşık yoktur. Ne olursa olsun aşk kederli ve kaygılıdır. Ancak güzel/rahat olan aşk da vardır ki bu da kişilerin birbirlerine dost olmasıyla mümkün olur. Eğer âşıklar, dost değilse sevdikleriyle her zaman sıkıntı çekeceklerdir. Her ne olursa olsun gençlikte bu aşk oyunlarını oynamak kolaydır. Baba bölümün başındaki ilk öğüdünü tekrarlar: “Sakın yaşlılığında âşık olma.” Çünkü gençlerin sahip olabileceği hünerler, yaşlılara yakışmaz. Tabii yaşlıyken âşık olan kişi, toplumda önemli bir yerde değilse bu durum yine kolaydır. Fakat hem yaşlı hem de 71 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bilgili bir kişi veya yönetici biri ise aşktan kendini sakınması gerekmektedir. Çünkü aşk halktan yani sıradan olanların hedefidir. Âlimler ve yöneticiler takımı için kusurlu bir duygudur aşk. Baba, oğluna öğüt verirken zaman zaman konuyla ilgili kısa öyküler de anlatır. Oğluna aşka yaklaşımla ilgili anlattığı öykülerden ilkini, dedesi Şemsü’l-Maâlî’den duymuştur. Şemsü’lMaâlî’ye bir gün bir tüccarın elinde bulunan pahalı bir kuldan/köleden bahsedilir. O da bu kulu/köleyi bir bey için satın alır. Bey de o kulu görüp beğenir ve ona kendisine peşkir/havlu tutma görevi verir. Bey bir gün su içtikten sonra kulunun elindeki peşkiri/havluyu alırken yüzüne hayranlık ve tutkuyla uzun uzun bakar. Öyle ki peşkiri geri vermeyi unutur, o kadar hoşlanır ondan. Vezirini çağırır ve bu oğlanı bir köye göndermesini, ona güzel bir kız bulmasını ve onu evlendirmesini, sakalı gelinceye kadar o köyde durmasını, sonra kendi katına gelmesini emreder. Vezir de Be’ye bu emrin yerine getirileceğini, ancak küstahlık olmazsa bunun sebebini sorar. Bey de sabah kulun yüzüne baktıktan sonra kafasının karıştığını, başka şeylerle avunamadığını fark eder. Düşünür ki aşk kendisini dağıtacak, onun utanma perdesini yırtacak ve kendisini halkın karşısında küçük düşürecektir. Daha da önemlisi bey yetmiş iki yaşındadır ve âşık olmasının kendisine yakışmadığına inanır. Çünkü halkın beylerinin güvenilir olması gerektir, Yüce Allah da ona tebaasını koruma ve ülkeyi düzenleme görevi vermiştir. Dolayısıyla nefsine uyarsa halkın dilinden nasıl kurtulacak ve Allah’a nasıl hesap verecektir? İkinci hikaye de şöyledir: Gazne şehrinde SultanMesud’un on güzel oğlanı vardır. Bunlar hazinede/haremde bulunur. Kim görse bunlara hayran olur. Bir de bunların içinde bir gözde vardır ki Sultan’ın başı onunla hoştur. Yıllar geçer, ama kimse Sultan’ın bu gözdeye âşık olup olmadığını bilemez. Baba, bütün bunları anlatmasının oğluna fayda etmeyeceği ve oğlunun yine de birine âşık olacağı ihtimali üzerine de öğütlerini vermeye ve aşka dair tespitler yapmaya devam eder: Oğluna her şeye değecek birine âşık olmasını söyler. Sevilecek kişinin Platon (Eflatun) ve Ptolemaios (Batlamyus) gibi akıllı olmamasını isterken güzellikte Yusuf peygamber gibi birini bulmasını önerir. Sevilen kişi, bir kitap yazarı kadar bilgili olmamalı, şuh ve güzel huylu olmalıdır. Böylece halk, âşık olan kişiyi yadırgasa da âşık olunan kişinin güzelliği ve etkileyiciliği nedeniyle ayıplamayacağını düşünür. Babaya göre oğlu yani bir âşık, bir yere misafirliğe gittiğinde sevgilisiyle beraber gitmemelidir. Beraber gitmek zorunda kaldıysa bile misafirlik boyunca ondan tarafa bakmamalı, onu yanına çağırmamalı, kulağına herhangi bir şey fısıldamamalıdır. Çünkü bu durumlara halk güler. Aslında sevgiliyi o misafirlik boyunca yok 72 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 saymalıdır. Birinin sevgiliye baktığını görürse de kıskanmamalıdır çünkü Keykavus’a göre kimse, sevgiliye farklı bir gözle bakmayacaktır. Yine de ne olursa olsun âşık olunan kişinin üzerine fazla düşülmemeli, çok özen gösterilmemelidir. Kabusname’de aşk dışında ele alacağımız diğer bölümler biraz daha bedensel arzulara dairdir. “Fasıllarda Cima İtmekligi Beyan İder”, “Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” ve “Yatmagı, Dinlenmegi Beyan İder” başlıklı bölümlerde özellikle şehvet olgusuyla karşımıza çıkan cinsellik konusu vardır. Buradaki ilk bölümün ana ekseninde, babanın oğluna cinselliğe dair verdiği öğütleri okuruz. Önemli noktalar; oğlunun birini cinsellik yaşamak için sevmesi durumunda hemen kendini bırakmaması, sarhoşken cinsellik yaşamaması gerektiğidir. Ama hafif mahmurken yaşanan cinselliğin yararlı olduğu söylenir. Cinsellik, insan için hayvanlardan farklı olmalıdır; yani her zaman, her saat yapılamamalıdır. Yerli yersiz cinsel ilişki nasıl bedene ve insana zarar verirse cinselliğin hiç yaşanmaması da zarar verir. Oğluna tavsiyesi şudur: Eğer cinsellik yaşamak istiyorsan bunu gerçekten çok arzula ve çok soğuk ya da çok sıcak ortamlarda/mevsimlerde ilişkide bulunma. Sıcakta beden tembelleşir, soğukta ise ısınmak için daha fazla güç harcanır. Cinselliğin en güzel vakti bahardır. Oğluna eğer kış mevsiminde cinsellik yaşamak isterse onu şerbet ve gıda ile defetmesi gerektiğini söyler. Hatta kışın hamama da gitmemelidir kişi. Son öğüt de kışın bir kadınla cinsel ilişki kurma tavsiyesidir. Sağlıklı ve rahat bir beden için bunların bilinmesi gerekmektedir. “Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” başlıklı bölümde hamamda cinsel ilişki kurulmaması gerektiğinden bahsedilirr. Çünkü hamamın çok sıcak olması ansızın ölüme sebep olabilir. Keykavus bin İskender bin Kabus, oğlu Giylanşah'a “Yatmagı, Dinlenmegi Beyan İder” başlıklı bölümde uyumaya ve dinlenmeye dair öğütlerini verirken uykuyu güzelleştirecek bir durumdan bahseder. Bilindiği gibi uyku, insan bedeninin ve ruhunun dinlenmesi için gereklidir. Günün tüm sıkıntılarından, yorgunluklarından ve dertlerinden uzaklaşmak için uyuyan insan, bir yandan da cinselliğin dünyayı unutturan yalnızlığına sığınmak ister. Bu yaklaşımlar Kâbusnâme'de şu şekilde karşımıza çıkar: İnsan gece de gündüz de yattığı zaman yanında cana can, hayata hayat katan biri olmalı. İnsan uyuduğunda ölü gibidir. Ölen de uyuyan da dünyadan habersizdir. Ancak uyuyanda hâlâ hayat vardır. Ölü, çaresiz yalnız yatar. Uyuyanın yanında gönlünün dilediği biri yatmalıdır. İnsan uyurken yanında bir gül yanaklı, selvi boylu bir güzel olduğunda yatak da güzelleşir. Böyle 73 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 olmazsa dirilerin yatışı, ölülerin yatışından farklı olmaz. Türkçe bir şiirde de bu durum şöyle anlatılır: Dilinden akıda ab-ı hayatı Lebinden göstere kand-i nebatı Visali gününü andırmağıyçün Unuttura dükeli kainatı.(Özkırımlı, 1974, 196) 74 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1908’DEN 1928’E BATI ÇOCUK EDEBİYATI ESERLERİNİ OSMANLI TÜRKÇESİNE ÇEVİRME ŞEKİLLERİ: DİL VE EDEBİYAT ÜZERİNE ÇEVİRİ ODAKLI BAZI GÖZLEMLER Ayşe Banu KARADAĞ ÖZET Bu bildirinin amacı, Tanzimat’tan Latin harflerinin kabul edildiği tarih olan 1928’e kadar Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan özellikle çocuk edebiyatı çevirilerini, bu çevirilere yazılan ön sözler tanıklığında erek-odaklı bir yaklaşım çerçevesinde dil ve edebiyat vurgusuyla irdelemektir. Bilindiği üzere birçok edebi tür, Osmanlı dil ve edebiyat dizgesine çeviri yoluyla girmiştir. Roman, Batılı anlamda hikâye ve masal da bu edebi türlerdendir. Böyle bir çalışmanın hazırlanmasının nedeni, Osmanlı Türkçesine çevirisi yapılan bu tür edebi eserlerin çoğuldizgedeki konumunun belirlenmesinin çeviri tarihimize ışık tutacağı düşüncesidir. Öncelikle, Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıkan ve bu bildirinin temel araştırma nesnesini oluşturan çeviri çocuk edebiyatı hakkında genel bilgi verilecektir. Daha sonra, Zohar Shavit’in çeviri çocuk edebiyatına ilişkin kuramsal görüşleri temel alınarak anılan dönemde Osmanlı Türkçesine çevrilen eserlerin bazılarının ön sözlerinin çeviriyazısı yapılacaktır. Çeviri yazısı yapılacak bu örnek metinlerden hareketle, çevirmen ve yayıncıların çocuk edebiyatı oluşturmak için nasıl bir yol izledikleri, nasıl bir dil kullanmayı tercih ettikleri, neleri amaçladıkları, hangi yazarları ve eserleri tercih ettikleri vb. sorulara yanıt aranarak nasıl bir “kültür repertuarı” oluşturmaya çalıştıkları betimlenmeye çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Batı Çocuk Edebiyatı Eserleri, Osmanlı Türkçesi, Kültür Repertuarı, Çeviri Tarihi, Çeviribilim. WAYS OF TRANSLATING WESTERN CHILDREN’S WORKS OF LITERATURE INTO OTTOMAN TURKISHFROM 1908 TO 1928: Yıldız Teknik Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı, aysebanukaradag@gmail.com. 75 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 SOME TRANSLATION-ORIENTED OBSERVATIONS ON LANGUAGE AND LITERATURE ABSTRACT This paper aims to examine particularly the children’s literature translations rendered from Western languages into Ottoman Turkish from the Tanzimat Period to 1928, when the Latin alphabet was adopted, with a target-oriented approach and with an emphasis on language and literature in the witness of the prefaces written for these translations. As is well known, considerable deal of literary genres was introduced into Ottoman linguistic and literary system via translations. Novel; story and tale, in the western sense of the genres, are included in the aforementioned imported literary genres. The basic aim which set ground for such a study is the fact that the transcriptions of the prefaces of such genres of literary work which were translated into Ottoman Turkish, can set light to the history of translation of children’s literature. To start with, in order to constitute the main object of analysis of this very paper, general information about the emergence of translated children’s literature during the Tanzimat Period will be given. Then, some prefaces belonging to the works translated into Ottoman Turkish during the era mentioned above will be analysed in the light of Zohar Shavit’s theoretical framework concerning children’s literature translations. With reference to these sample texts which will be transcribed into Latin letters, the kind of the “cultural repertoire” which the then translators were trying to form will be attempted to describe by seeking answers to certain questions such as “What kind of method did they follow so as to compose children’s literature?”, “What style of language did they prefer to use?”, “What did they aim at?”, “What authors and works did they choose?”. Key words: Works of Western Children’s Literature, Ottoman Turkish, Cultural Repertoire, Translation History, Translation Studies. Giriş Bu bildirinin amacı, Tanzimat’tan Latin harflerinin kabul edildiği tarih olan 1928’e kadar Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan özellikle çocuk edebiyatı çeviri örneklerini, bu çevirilere yazılan ön sözler tanıklığında erek-odaklı bir yaklaşım çerçevesinde dil ve edebiyat vurgusuyla irdelemektir. Bilindiği üzere birçok edebi tür, Osmanlı dil ve edebiyat dizgesine çeviri yoluyla girmiştir. Roman, Batılı anlamda hikâye ve masal da bu edebi türlerdendir. Böyle 76 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bir çalışmanın hazırlanmasının nedeni, Osmanlı Türkçesine çevirisi yapılan bu tür edebi eserlerin çoğuldizgedeki konumunun belirlenmesinin çeviri tarihimize ışık tutacağı düşüncesidir. Bildirinin temel inceleme nesnesini oluşturmak amacıyla çocuklar için çevirisi yapılmış olan edebi türlerden, özellikle içerisinde ön söz barındıran romanlardan bazı örnekler verilecektir. Çeviriyazısı yapılacak bu örnek metinlerden hareketle, çevirmen ve yayıncıların çocuk edebiyatı oluşturmak için nasıl bir yol izledikleri, nasıl bir dil kullanmayı tercih ettikleri, neleri amaçladıkları, hangi yazarları ve eserleri tercih ettikleri vb. sorulara yanıt aranarak edebiyat çevirisinin edebi çoğuldizgedeki konumuna dikkat çekilecek ve nasıl bir “kültür repertuarı” oluşturulmaya çalışıldığı betimlenmeye çalışılacaktır. 1. Tarihimize Çeviri Çocuk Edebiyatı Odağıyla Bakmak Tarihimize çeviri çocuk edebiyatı odağıyla bakıldığında Tanzimat Dönemi’nin bir başlangıç noktası olarak ele alınabileceği söylenebilir. Nitekim bu konuda yapılan birçok araştırmada Tanzimat, çocuk edebiyatının Türk edebiyat ve kültür çoğul dizgesinde ortaya çıkış dönemi olarak anılmaktadır (Krş. Çıkla, 2004; Neydim, 2000 ve 2005; Sılar, 2006). Bu dönemde yaklaşık 1250 roman Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine çevrilmiştir (Taramada öncelikli olarak Seyfettin Özegetarafından hazırlanan Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu (1971, 1973, 1975, 1977 ve 1979 - 5 cilt) temel alınmıştır; bu konuda yapılan araştırmalar için Bkz. Bozkurt 2014; Karadağ 2014). Bu eserler arasında doğrudan çocuklara yönelik yapılan birçok çeviri bulunmaktadır. Çeviri çocuk edebiyatı üzerine yaptığı çeviribilim odaklı çalışmalarla tanınan Necdet Neydim, Türkiye’de çeviri çocuk edebiyatının, yenileşme çabalarının başladığı Tanzimat’tan bu yana edebiyat ve kültür dizgemizde “merkezi” bir yer tuttuğunu ifade eder. Neydim’e göre, Batı’da da modernleşme sürecine kadar ayrı bir çocuk edebiyatından söz edilemez; çünkü “çocuk edebiyatı, modernleşme ve sanayileşmenin zorunlu kıldığı bir alan olarak ortaya çıkmıştır” (Krş. Neydim, 2005: 99). Bu konuda Neydim’e yakın bir görüş Selçuk Çıkla tarafından benimsenmiştir. Tanzimat’tan günümüze Türk çocuk edebiyatının tarihçesini ana hatlarıyla incelediği “Tanzimat’tan Günümüze Çocuk Edebiyatı ve Bazı Öneriler” başlıklı makalesinde Selçuk Çıkla, çeviri çocuk edebiyatına ayrı bir bölüm ayırır. Çıkla’ya göre, “Tanzimat sonrasında çocuklara yönelik süreli yayınların ve çeşitli türlerdeki kitapların yayınlanması konusunda yavaş da olsa gelişen bir çaba olduğu gözlenir” (Çıkla, 2004: 94). Çıkla, anılan zaman diliminde çocuk edebiyatının sınırları 77 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 içine girebilecek ilk eserlerin tarihi Tanzimat’ın ilânından yirmi yıl sonraya rastladığını şu örnekleri vererek açıklar: “1859 yılında üç farklı çalışmayla Türk çocuk edebiyatının bir nevi temelleri atılmıştır. Bu üç çalışma şunlardır: a) Şinasi’nin La Fontaine 10 ’den yaptığı fabl çevirileri 1859’da şairin Tercüme-i Manzume adlı kitabında yayınlanmıştır. b) Kayserili Doktor Rüştü adlı bir kişinin 1859’da yazdığı Nuhbetü’l-Etfâl isimli Arapça alfabe kitabının sonuna eklediği çocuk hikâyeleri, fabl tercümeleri ve kısa hayvan hikâyeleri bu türün Tanzimat sonrası Türk edebiyatındaki ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir. c) Yusuf Kamil Paşa’nın klâsizmin zevk vererek eğitmek prensibini dikkate alarak François de Saligna de la Mothe Fénélon’dan 1859’da çevirdiği Telemak (Tercüme-i Telemak) adlı roman da önemli bir çalışmadır” (Çıkla, 2004: 94-95). Tanzimat’ın ilanıyla birlikte, Türkiye’nin modernleşme serüvenini başlatan gerçek anlamda dizgeli bir değişim ve dönüşüm sürecine girildiği ve Even-Zohar’ın çoğul-dizge kuramına göre çeviri çocuk edebiyatının da içinde yer aldığı çeviri edebiyatın “merkeze” yerleştiği ve “çevreyi” şekillendirdiği söylenebilir (“çoğuldizge henüz oluşmamışken ya da başka deyişle, edebiyat henüz “genç” ve yerleşme sürecinde iken; edebiyat ya “çevresel” ya “güçsüz” ya da her iki durumda iken; edebiyatta dönüm noktaları, bunalımlar ve yazınsal boşluklar yaşanırken” (Krş. Even-Zohar (çev. Paker), 1987: 58-68). Türkiye’deki çocuk edebiyatı çalışmalarını tarihsel bir bakış açısıyla irdeleyen Alev Sınar da çocuk edebiyatının Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra başlayan dönemden itibaren yavaş yavaş ortaya çıktığının altını çizer ve bu ilânı başka bir medeniyet dairesine giriş şeklinde ele alır: “1839 tarihinde ilân edilen bu ferman sadece sosyal ve siyasî açılardan toplumumuzu etkilemekle kalmaz. Türk Edebiyatı da yeni bir medeniyet dairesine, Batı medeniyetine girdiğimizi ilân eden bu değişimden etkilenir. Bu süreç içinde yabancı dil bilenlerin sayısı yavaş yavaş artar, Batı’dan çeviriler yapılmaya başlanır ve bu çeviriler sayesinde Avrupa’daki çocuk eğitimi ve psikolojisi ile ilgili çalışmalardan da haberdar olunur. Bu Osmanlı Türkçesinde yer alan La Fontaine çevirileri üzerine yapılan çeviribilim odaklı bir tez çalışması için Bkz. Sirkecioğlu, 2010. 10 78 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yeni bilgiler ışığında çocuk eğitiminin önemi vurgulanır ve böylelikle doğrudan doğruya çocuk için yapılacak çalışmalara zemin hazırlanmaya başlanır” (Sınar, 2006: 178). Sınar’ın sözünü ettiği şekilde çocuk eğitiminin gündeme gelmesi, ilgili dönemden itibaren çeviri yoluyla edebiyat ve kültür dizgemize giren roman türüne eğitici-öğretici bir işlev yüklenmesiyle örtüşmektedir (“Medeniyet” algısı üzerinden çevirinin modernleşme sürecindeki işlevini irdeleyen bir çalışma için Bkz. Karadağ, 2008a ve 2008b). 2. Kuramsal Çerçeve Bildirinin kuramsal çerçevesi, çocuk edebiyatı çevirisinin edebiyat çoğuldizgesindeki konumunu irdeleyen Zohar Shavit’in görüşleri üzerine temellendirilecektir. Shavit, Itamar Even-Zohar’ın çoğuldizge kuramına göndermede bulunarak kuramsal görüşlerinin çıkış noktasının edebiyatın bir çoğuldizge olduğu gerçeğine dayandığını belirtir. Çocuk edebiyatını edebiyat çoğuldizgesinin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul eder ve çocuk edebiyatı çevirilerinde izlenen yolun, çocuk edebiyatı dizgesinin edebiyat çoğuldizgesindeki konumuna göre nasıl belirlendiğini göstermeye çalışır. Shavit’e göre çevirmen çocuk edebiyatı çevirisinin dayandığı iki temel ilkeyi göz önünde bulundurduğu sürece “metni özgür bir şekilde işleyebilir” (Shavit (çev. Besen), 1991: 19). Bu iki ilke “metnin seçimini ve işlenişini” belirler ve bu şekilde metnin “dizgesel yatkınlığının” temelini oluşturur. Bu iki ilke şöyledir: “a) Metni, toplumun, “çocuk için iyi” diye tanımladığı şekilde, çocuğa uygun ve yararlı olarak düzenlemek, b) Olay örgüsünü, tiplemeleri ve dili, çocuğun kavrama düzeyine ve okuma yetisine göre düzenlemek” (Shavit (çev. Besen), 1991: 19). Shavit öğretici çocuk edebiyatı kavramının yaygınlığını koruduğu sürece çocuk edebiyatının eğitimde bir araç olduğu fikrinden kaynaklanan birinci ilkenin egemen olduğunu, ne var ki kavrayış odaklı ikinci ilkenin de baskınlığını koruduğunu ileri sürer (Krş. Shavit (çev. Besen), 1991: 19). “Dizgesel yatkınlık” Shavit tarafından birbiriyle bağlantılı 5 ana başlık altında ele alınır: 1) Var olan örnekçelere yatkınlık; 2) Metnin bütünlüğü; 3) Metnin karmaşıklık düzeyi; 4) İdeolojik ya da değerlendirici uyarlama; 5) Biçimsel normlar (Krş. Shavit (çev. Besen), 1991: 19). 3. “Dizgesel Yatkınlık” ve Osmanlı Türkçesindeki Çeviri Çocuk Edebiyatı 79 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yukarıda ana hatlarıyla değinilen kuramsal görüşler ışığında bildirinin temel araştırma soruları şunlardır: Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan çocuk edebiyatı çevirilerinde bu ilkeler benimsenmiş midir? İlgili dönemin çeviri çocuk edebiyatı bağlamında “dizgesel yatkınlık”tan söz edilebilir mi? Bu sorulara, çocuk edebiyatı çevirileri yan metinleri (ön söz / ön kapak / arka kapak vb.) ışığında yanıt aranacaktır 3.1. “Var Olan Örnekçelere Yatkınlık” “Dizgesel yatkınlık”ın ilk ana başlığı “Var Olan Örnekçelere Yatkınlık”tır. Shavit bu yatkınlık türünü şöyle açıklar: “Özgün metnin örnekçesi erek dizgede yer almıyorsa, özgün metnin çevirisini erek yazının içine aldığı örnekçelere göre düzenlemek için bazı öğeler çıkartılarak metin değiştirilir” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20). Shavit’e göre çevrilecek metin hakkında çevirmenin araştırma yapması, çevirinin daha önce erek edebiyat ve kültür dizgesinde yer alıp almadığına bakması gerekmektedir. Daha önceki veya ilgili/benzer örnekçelerin yapılacak çeviriyi etkileyeceği açıktır. Çevirmen yapacağı araştırma sonucunda öncelikle çeviriyi yapmaya ya da yapmamaya; şayet yapmaya karar verirse, nasıl yapacağına karar verir. Örnek vermek gerekirse, ünlü İngiliz yazar Daniel Defoe’nun (1660-1731) The Life and Adventures of Robinson Crusoe (1716) adlı eserinin Osmanlı Türkçesinde 6 farklı çevirisi yer almaktadır (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Osmanlıcada Robenson, 2008). Bu çevirilerden Mehmed Ali’ye ait olan, Robenson Issız Adada (tarih belirtilmemiştir) adıyla edebiyat ve kültür çoğuldizgemizde yer almıştır. Bu çeviriye yazdığı ön sözde çevirmen Mehmed Ali, çocuk edebiyatı üzerine nasıl bir araştırma yaptığını, çeviri eser seçiminde ne gibi etkenleri göz önünde bulundurduğunu şu şekilde dile getirir: “Çocuk edebiyatını teşkil eden ve memleketimizde adedi pek mahdut olan kitapları topladım. Bunların hemen ekserisi masal nevinden olan şeylerdi. Masallar küçük çocuklar için faydalı ve eğlenceli oluyor. Fakat her şeyi tahlile kalkışan 14-15 yaşındaki çocuklar için eğlenceli olmakla beraber muhteviyatı akıl ve mantıkla kabil-i telif olmuyordu. Çocuklarımın yalnız gülmesini değil aynı zamanda da haberleri olmaksızın, içtimaî, ahlâkî, tarihî... malûmat edinmelerini şiddetle arzu ediyordum.” […] “Muhtelif birçok hikâyeler söyledim. Yirmi, yirmi beş hikâyeden sonra, en ziyade hangilerini sevdiklerini anlamak için, bir anket açtım. Neticede gördüm ve anladım ki 80 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 çocuklar daha ziyade maceralı ve sergüzeştli hikâyeleri tercih ediyorlar. O zaman bu ihtiyacı en iyi ve en cazip bir şekilde temin ve tatmin eden “Robenson”u aradım” (Mehmed Ali, (…): Ön söz) (Bkz. Ek 1). Mehmed Ali, çeviri süreci öncesinde edebi türe ilişkin, benzer konulu örnekçeleri tarayıp Robenson konusunda karar verdikten sonra Shavit’in belirttiği çeviri süreci düzenlemelerini de yapmıştır. Mehmed Ali’ye göre yazar her ne kadar “mufassal” bir eser ortaya koymuş olsa da, “hey'et-i umûmiyesi itibarıyla uzun ve manasız tafsilâtla doludur”. Bu nedenle çevirmen çeviride ne tür bir düzenlemeye gittiğini, “Biz ise Robenson'u ilk mektep talebesinin okuyabileceği bir hâle getirmeğe çalıştık” açıklamasıyla okurun bilgisine sunmuştur. Bir başka Robenson çevirmeni, Şemseddin Sâmi ise 1302 [1884] tarihli çevirisinde erek edebiyat ve kültür dizgesindeki örnekçe araştırmasının sonucunu, yazdığı ön söze bir dipnot düşerek açıklamıştır. Şemseddin Sâmi bu dipnotta, o dönemde edebiyat ve kültür dizgesinde var olan var bir çeviriye rağmen -Vakanüvis Ahmed Lütfi’nin Tercüme-i Hikâye-i Robenson (1283 [1866]) adlı çevirisi- neden bir yeniden-çeviri yapmak istediğini dil ve kültür vurgusuyla dile getirir: “*Lisanımızda Hikâye-i Robenson nâmıyla bir diğer kitap daha mevcûd ise de bu hikâye Avrupa lisanlarında muhtelif suretlerde ifrağ olunarak müteâddid envâ-ı bulunmağla mevcûd olan tercüme –el yevm Fransa mekâtib-i ibtidaiyyessi broğramına dahil olup bizde dahi lisân-ı Franseviyenintahsili için okutturulmakta olan mösyö (Ambroise Randü)nün eserine mûtabık olmayıp, diğer bir telifin tercümesi olduğu anlaşılır olduğu anlaşıldığından eser-i mezkûrun Fransızcasını okuyan şâkirdâna medârı suhûlet olmak üzere mekâtib-i müte’addidede Fransızca muallimi bulunan e’azzi ehibbâmdan mösyö (De Varez)in ibrâm ve teşvîkiyle tercümesine mecbur oldum” (Şemseddin Sâmi, 1302 [1884]: Ön söz) (Bkz. Ek 2). Vakanüvis Ahmed Lütfi çevirisini Arapçadan yapmıştır; Şemseddin Sâmi’nin tercihi ise kaynak dil olarak Fransızca olmuştur. Bir İngiliz dili edebiyatı eserinin özgün dil olarak İngilizceden değil de zaten bir ara dilden -Arapçadan- çevirisi varken başka bir ara dilden Fransızcadan- çevrilmesinin tercih edilmesi, dönemin “medeniyet” algısını şekillendiren Fransız kültür ve edebiyatının merkezinde yer aldığı Batı modernleşme olgusuna örnek oluşturabilir. 3.2. “Metnin Bütünlüğü” 81 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sahvit’e göre, “Metnin tam olarak çevrilmesi günümüzde saygın görülen yetişkin dizgesindeki pek çok çeviride benimsenmiş bir normdur”; Ancak Shavit bu normun on dokuzuncu yüzyılda, hatta yirminci yüzyılın başlarında geçerli olmadığını, çevirmenlerin kendilerinin özgün metnin bütünlüğünü ayarlayabildiğini ileri sürmüştür (Shavit (çev. Besen), 1991: 21). Metnin bütünlüğü çerçevesinde Shavit’in dikkat çektiği temel nokta ahlâk kurallarına uygunluktur: “Bu gibi çıkartmalara özellikle yetişkinler için yazılan kitaplar çocuk dizgesine aktarıldığında ve çocuğun kavrama düzeyine (yetişkinin anladığı şekilde) ya da çocuk dizgesinde izin verilen ahlâk kurallarına uyarlanmaları gerektiğinde rastlanır. Eğer bir metin, çocuklara izin verilen ya da yasaklanan şeylere uygun değilse ya da metin çevirmene göre çocuklar tarafından anlaşılamayacaksa, çoğu kez büyük değişikliğe uğrar” (Shavit (çev. Besen), 1991: 21-22). Edebiyat ve kültür dizgemizdeki bir başka Robenson çevirisinin ön sözünde Osman Nuri (1925), çeviride “aynen tercümeye uğraşmadıklarını”, “hatta bazı yerlerini tayy, bazı yerlerini de kendi âdâtımıza göre ta‘dîl ettiklerini” açıkça belirtmiştir. Osman Nuri’nin gerek çeviri eser seçimini gerekse çeviri stratejisini belirleyen temel etmen Robenson’un ahlâki bir hikâye olmasıdır: “Bu hikâyeyi tercüme etmekten maksadımız: Robenson,çocuklara fikr-i teşebbüs verir. Meşakkatleri iktihâm etmeye, acılara çekîlere dayanmaya alıştırır. Dindarlığı telkin eder ve nihayet ana ve baba sözü dinlemeyenlerin pek çok tehlikelere uğrayacağını gösterir ahlâkî bir hikâye olmasıdır” (Osman Nuri, 1925: Ön söz) (Bkz. Ek 3). 3.3. “Metnin Karmaşıklık Düzeyi” Shavit’e göre metnin karmaşıklık normu, çocuk edebiyatının özimegeleminde yatmaktadır ve yalnızca metnin izleğini değil, metnin tiplemesini ve ana yapısını da belirler (Krş. Shavit (çev. Besen), 1991: 22). Bu çerçevede Shavit “yalınlık” normunun işlev sayısının azaltılmasıyla ortaya çıktığına dikkat çeker: “Metni basitleştirilmiş örnekçeye uyarlarken çevirmenler, çoğunlukla öğeler ve işlevler arasındaki ilişkileri değiştirerek, öğelere daha az sayıda işlev yükleyerek, metni daha yalın kılarlar” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20). Çocuklara Hikâye Demeti: Deniz Perisinin İnekleri üst başlığı altında İnsanın Hilesi (13391342 [1923-1926]) adıyla yayımlanan çocuk kitabının ön kapağında okura “Meraklı, heyecanlı, 82 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kış gecelerini hoş geçirmeye hâdim şâyân-ı mütâla‘a bir hikâyedir” şeklinde tanıtılmıştır. “Nâkili S. T.” Sunulan bu kitabın arka kapağında öğretmenlere ve velilere seslenilerek hikâyelerin “gayet açık, sade, selîs bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edildiği” vurgulanr: “Bütün Muallimlerin, Çocuk Velilerinin Nazar-ı Dikkatine: Çocuklara Hikâyeler Aziz çocuklarımızın, sevgili yavrularımızın istifadesini düşünen Orhaniye Matbaası bir “Çocuklara Hikâyeler” külliyatı neşretmiştir. Bu hikâyeler ve masallar, gayet açık, sade, selîs bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edilmiştir. Lüzum görüldükçe Avrupa eâzımının âsârından millî hayatımıza naklen iktibas edilen bu hikâyelerin her biri, çocuklarımıza en fâideli ve heyecanlı vakit geçirten birçok harikulade vakaları tasvir eder. İhtiyar edilen masrafa mukabil, başlı başına bir veya iki hikâyeyi ihtivâ eden renkli ve resimli kitapların bir adedi yalnız beş kuruştur. Bütün muallimler, talebesine; analar babalar, yavrularına, büyükler, küçüklerine bu eserleri tavsiye ve hediye etmelidirler […]” (İnsanın Hilesi (1339-1342 [1923-1926]): Arka Kapak) (Bkz. Ek 4). 3.4. “İdeolojik ya da Değerlendirici Uyarlama” Shavit’e göre, yetişkin edebiyatın ilk aşamalarında edebiyat öğretici bir araç olma işlevini üstlenmiş ve “belli bir değerler dizgesi ya da ideoloji açısından” önemli bulunmuştur. Zaman içinde bu işlev, yetişkin edebiyat için geçerliliğini yitirmiş olsa da, çocuk edebiyatı için korumuştur. Bu bilgilere dayanarak Shavit, çevirmenin “metni ideolojik bir araca dönüştürmek için bazen kaynak metni tamamen değiştirdiğinin” altını çizmiştir (Krş. Shavit (çev. Besen), 1991: 24). Himâye-i Etfâl Cemiyeti Çocuk Külliyatı’nın on ikinci eseri olarak yayımlananKeçi Çobanı(1928) adlı çeviri kitabına çevirmen Sabiha Zekeriya “Mukaddime” başlıklı kısa bir ön söz yazmıştır. Bu ön sözde çevirmen kaynak metni neden “tercüme” değil de “adapte” etmeyi seçtiğini şu şekilde açıklar: “Haydi”nin çocuklar arasında gördüğü rağbet, onlar üzerinde yaptığı tesir, aynı müellifin (Keçi Çobanı) isimli bu küçük romanını da nakil için bana cesaret verdi. Keçi Çobanı, ahlâki bir gaye ile yazılmış temiz ve nezih bir çocuk romanıdır. Bunda da tabiatın temiz ve sade güzelliği içindeyiz. Bir köy çocuğunun saf ve masum kalbinde 83 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 geçen bir mücadeleyi öğreniyoruz. Eser baştan başa o kadar temiz hislerle doludur ki, hiçbir çocuk bu güzelliğin karşısında mütehassis olmaktan kendisini menedemez. Keçi Çobanı’nı tercüme etmedim. Kendi muhitimize adapte ederek çocuğa daha ziyade yakın bir hale getirmeye çalıştım” (Sabiha Zekeriya, 1928: Ön söz) (Bkz. Ek 5). 3.5. “Biçemsel normlar” Shavit’e göre, en belirgin biçemsel norm “yüksek yazın biçemi normudur”. Bu norm hem yetişkin hem de çocuk edebiyatı için geçerlidir. Ancak geçerlilik nedenleri farklılık göstermektedir: “Yetişkin yazınında kendi başına “yazınsallık” düşüncesiyle bağlantılıyken, çocuk yazınındaki yüksek biçemin nedeni, yazının öğreticiliğiyle ve çocuğun sözcük dağarcığını varsıllaştırma çabasıyla bağlantılıdır” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20). Biçimsel normlar bağlamında örnek olarak ise Aziz Hüdai’nin Kamerde İlk İnsanlar (13341336 [1918-1920]) adlı çevirisi verilebilir. Ön kapağında “Fennî, seyyâhî, harikulade roman” şeklinde okura sunulan ve “Vels”ten (Herbert GeorgeWells’ten) çevrildiği belirtilen bu eserin başında çevirmen Aziz Hüdai tarafından kaleme alınmış bir ön söz yer alır. Bu ön sözde çevirmen soru-yanıt şeklinde çeviri eser seçimini belirleyen etmenleri açıklar. Açıklamada dikkat çeken, “fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan” oluşan “latif” bir karışımın “talebe edebiyatında aranan faydayı” sağlayacağı düşüncesidir: “Bazıları sordular: Niçin? Çünkü (Vels)in romanları fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan mürekkep latif bir halîtadır. Çocukları mizah ile hayâlât kadar cezbeden bir şey yoktur. Bu iki lezzete bir de fen karıştırılırsa talebe edebiyatında aranan fâidelerden en büyüğü husûle gelmiş olur; işte “Vels” bunun için intihâb edildi” (Aziz Hüdai, 1334-1336 [1918-1920]: Ön söz) (Bkz. Ek 6). Biçemsel normlar bağlamında öğreticilik vurguna bir başka örnek olarak Ahmed İhsan’ın ünlü bilim kurgu romanı yazarı Jules Verne’den yaptığı Deniz Altında 20000 Fersah Seyahat (1307 [1889]) adlı çevirisi verilebilir. “Musavver fennî roman” olarak ön kapakta sunulan bu kitabın ön sözünde Ahmed İhsan, “her romanda bir meziyet aramak gerektiğine” ve “fennin ciddi meziyetleri” olduğuna dikkat çeker. Romana öğreticilik işlevinin yüklendiği görülen bu ön sözde çevirmen, eser ve yazar seçimini belirleyen temel unsurları “eğlenceli vakit geçirtmek” ve “fennen istifade sağlamak” şeklinde açıklamıştır: 84 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Her romanda bir meziyet aranmak lazım gelir. Âsârını tercüme ile iftihar ettiğim Jül Vern’in romanlarında ise “Gizli Ada”da, “Seksen Günde Devr-i Âlem”de görüldüğü üzre meziyet-i ciddiye-i fenniye vardır. Bunlar öyle fikir ve hayali tahdîş ederek yüz kızartacak, insana nefret verecek kerîh manzaralardan ârîdir. Jül Vern’in romanlarını mütalaa edenler hem fennen istifade ederler, hem zamanlarını hoş geçirirler. En müşkülpesend bir peder bunları sevgili çocuklarına okutmakta mahzur görmez” (Ahmed İhsan, 1307 [1889]: Ön söz) (Bkz. Ek 7). 4. Sonuç Gözlemleri Bildiride, Shavit’in çocuk edebiyatı bağlamında öne sürdüğü “dizgesel yatkınlık” bağlamında beş alt başlık altında örneklerle incelenip ulaşılan veriler ışığında, bir edebi tür olarak romana “ahlâk” vurgusuyla “eğiticilik”, “fen” vurgusuyla da “öğreticilik” işlevinin atfedildiği görülmektedir. Bu işlevler doğrultusunda bilinçli bir şekilde oluşturulmaya çalışılan çocuk edebiyatı “kültür repertuarı”na ilişkin gerek çeviri eser seçiminde gerekse çeviri stratejilerinde gösterilen hassasiyetin, çevirilerin “rastlantısal” bir anlayışla yapılmadığına ışık tuttuğu ve “dizgesel yatkınlık” normunun incelenen çeviri çocuk edebiyatı dönemi için geçerliliktaşıdığı söylenebilir. 5. Kaynakça Bozkurt, Eshâbil. (2014). “1908-1928 Yılları Arasında Batı Dillerinden Osmanlı Türkçesine Çevrilen Romanlarda Mukaddime Geleneği”. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi. Çıkla, Selçuk. (2005). “Tanzimat’tan Günümüze Çocuk Edebiyatı ve Bazı Öneriler”. Hece. Çocuk Edebiyat Özel Sayısı. Ağustos - Eylül 2005. s. 89-107. Defoe, Daniel. (1716/1920). The Life and Adventures of Robinson Crusoe. London: Macmillan & Co. Ltd. _______. (1283 [1866]). Hikâye-i Robenson (Müt. Ahmed Lütfi). İstanbul: Takvim-hâne-i Âmire. _______. (1302 [1884]). Robenson (Müt. Ş. Sâmi). İstanbul: Mihran Matbaası. _______. (…). Robenson Issız Adada (Müt. Mehmed Ali). İstanbul: Sühûlet Matbaası. _______. (1925). Robenson (Müt. Osman Nuri). Varna: İleri Matbaa. Even-Zohar, Itamar. (1987). “Yazınsal Çoğuldizge İçinde Çeviri Yazının Durumu” (Çev. Saliha Paker). Adam Sanat, S 14, s. 59-68. Karadağ, Ayşe Banu. 2008a. Çevirinin Tanıklığında ‘Medeniyet’in Dönüşümü. İstanbul: Diye Yayınları. _______. 2008b.Osmanlıcada Robenson. İstanbul: Diye Yayınları. 85 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 _______. 2014. Çevirmenin Tanıklığında Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Çeviri Tarihini Yeniden Okumak. 2 cilt. İstanbul: Diye Yayınları. Neydim, Necdet. (2000). “1980 Sonrası Paradigma Değişimi Açısından Çeviri Çocuk Edebiyatı”.Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi. _______. (2005). “Küçük Prens Çevirilerindeki Çevirmen Kararlarına Erek Odaklı Bakışla Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım”. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, S 17, s. 99-110. Özege, M. Seyfeddin. (1971). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 1. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1973). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 2. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1975). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 3. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1977). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 4. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1979). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 5. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. Shavit, Zohar. (1991). “Çocuk Yazını Çevirisinin Yazınsal Çoğuldizgedeki Konumu Açısından Belirlenmesi” (Çev. Pınar Besen). Metis Çeviri. Bahar 1991. s. 19-24. Sınar, Alev. (2006). “Türkiye’de Çocuk Edebiyatı Çalışmaları”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi,c. 4, S. 7, 2006, s. 175-225. Sirkecioğlu, Murat. (2010). “Osmanlıcada La Fontaine: Mehmed Ali Çevirisi Üzerine Betimleyici Bir Çalışma”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi. Spyri, Johanna. (1928). Keçi Çobanı (Müt. Sabiha Zekeriya). İstanbul: Resimli Ay Matbaası. Unat, Faik Reşit. (1940). Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu. Ankara. Verne, Jules. (1307 [1889]). Deniz Altında 20000 Fersah Seyahat (Müt. Ahmed İhsan). İstanbul: A. Asaduryan Şirket-i Mürettibiye Matbaası. Wells, Herbert George. (1334-1336 [1918-1920]). Kamerde İlk İnsanlar (Müt. Aziz Hüdai). İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası. (…). (1339-1342 [1923-1926]). Deniz Perisinin İnekleri - İnsanın Hilesi (Müt. S. T.). İstanbul: Orhaniye Matbaası. 6. Ekler Ek 1: Mehmed Ali, Robenson Issız Adada, Sahip ve nâşiri Bâbıâli Caddesinde Sühûlet Kitâbhânesi Sahibi Semih Lütfi Erciyas. 86 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Birkaç Söz Bütün gün dimağları yorulan talebelerime, geceleri, bilhassa uzun kış geceleri, birer hikâye anlatarak hem zihinlerini dinlendirmek ve hem de içtimâî, ahlâkî… fâideli ve canlı dersler vermek istiyordum. Çocuk edebiyatını teşkil eden ve memleketimizde adedi pek mahdûd olan kitapları topladım. Bunların hemen ekserisi masal nevinden olan şeylerdi. Masallar küçük çocuklar için pek fâideli ve eğlenceli oluyor. Fakat her şeyi tahlile kalkışan 14-15 yaşındaki çocuklar için eğlenceli olmakla beraber muhteviyatı akıl ve mantıkla kâbil-i te’lîf olmuyordu. Çocuklarımın yalnız gülmesini değil aynı zamanda da haberleri olmaksızın, içtimâî, ahlâkî ve târihî… ma‘lûmât edinmelerini şiddetle arzu ediyordum. Muhtelif birçok hikâyeler söyledim. Bütün bunlar çocuklarımın muhayyilelerini tanımaya ve ufk-ı hissîlerini inkişâf ettirerek zihnen daha uyanık ve zinde olmalarına hizmet ediyordu. Yirmi, yirmi beş hikâyeden sonra, en ziyade hangilerini sevdiklerini anlamak için, bir anket açtım. Neticede gördüm ve anladım, ki çocuklar daha ziyade maceralı ve sergüzeştli hikâyeleri tercih ediyorlar. O zaman bu ihtiyacı en iyi ve en cazip bir şekilde temin ve tatmin eden “Robenson”u aradım. Her gün iki, üç parça tercüme ederek talebeme okudum. Pek ziyade hoşlarına gitti. O kadar ki gündüzleri sabırsızlanmaya ve akşamları büyük bir hâhişle beklemeye başladılar. Robenson’un sergüzeşti üç hafta kadar devam etti lakin talebem beni rahat bırakmıyor ve mutlaka bunları kitap hâline getirmemi şiddetle arzu ediyorlardı. İşte ben de şimdi onların arzularını yerine getirmek maksadıyla neşrediyor ve bu kitabın benim değil daha ziyade çocuklarımın olduğunu itiraf ediyorum. Burada had-nâ-şinaslık etmemek için müellifin mukaddimesindeki bazı parçaları nakledeceğim. Müellif diyor ki: “Herkes Robenson’u okumuştur. Bu, gençlerin en ziyade sevdikleri bir kitaptır. Robenson ailesinin yanından kaçıyor ve akabinde, vaktiyle kendisine haber verilen bütün felâket ve musibetlere dûçâr olan Robenson teşebbüs ve cesareti sayesinde bin türlü ihtiyaçlara karşı yalnız ve sade marifet ve maharetiyle mücadele ediyor ve bütün engelleri yıkarak, mâniaları çiğneyerek muzaffer oluyor. Robenson yine senelerce yapyalnız yaşadıktan sonra müşkilâtı yenmeyi öğreniyor ve can sıkıntılarını birçok tatlı meşguliyetlerle izâle ediyor. Kendisi gibi pek bedbaht olan bir adamın imdadına yetişerek onu büyük bir felâketten kurtarıyor. Talim ve terbiyesine çalışarak medenileştiriyor. Nihayet Robenson anavatanına avdet ediyor. Dünyayı gezmek ve sergüzeşt sahibi olmak için tedbirsiz ve ihtiyatsızca feda ettiği aile kucağına dönüyor.” İşte bütün bunlar çocukların pek ziyade arzu ve alakalarını celbediyor ve seve seve okunmaya ve dinlenmeye layık pek canlı dersler oluyor. Robenson hakkında “Daniel Defoe” mufassal bir eser vücuda getirmiştir. Bununla beraber eser, hey’et-i ‘umûmiyesi itibarıyla uzun ve manasız tafsilatla doludur. Biz ise Robenson’u ilk mektep talebesinin okuyabileceği bir hâle getirmeye çalıştık. Bundan başka, Robenson macerasının en dikkate şâyân ve istifâde-bahş kısmı ıssız adada geçirdiği hayat teşkil ediyor. Esasen ona husûsî seciyesini veren de yine orada imrâr ettiği hayattır. Bunun için biz kahramanımızın daha ziyade sergüzeştinin bu kısmına ehemmiyet veriyoruz. Bu küçük kitabın asıl ruhu ve esaslı maksat ve gayesi de, ne kadar mümkünse, basit ve tabi‘î bir hikâye ile onu anlatmak ve çocuklara duyurmaktır. Mehmed Ali Ek 2: Robenson, Fransızcadan harfiyen tercüme olunmuştur, Mütercimi Ş. Sâmi, Maârif Nezâret-i Celîlesinin ruhsatı ile tab‘ olunmuştur, Ruhsat-nâme numarası, İstanbul, Mihran Matbaası, Bâbıâli Caddesinde Numara 7, 1302. 87 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İfâde-i Mütercim Tenezzülen eserlerimi okuyanların malumudur ki: yazar iken birinci dikkat ettiğim şey sade yazmak ve tercüme eder iken en ziyâde özendiğim şey aslından ayrılmamaktır. Bu ikinci şıktan lisanımızın şîvesine halel gelir korkusu ile ihtiraz veya tariz edenlere, makâm-ı redd ü te’mînde derim ki bu şîve tegayyüründen lisanımıza ıslâh ve terakkîden başka bir şey terettüp edemez. Avrupa lisanlarıyla lisanımız arasında tercümeyi müşkilleştiren fark, lafzî ve manevî olarak iki cihetle münkasımdır. Lafzî ciheti kelamı terkip eden cümlelerin ve cümleyi teşkil eden kelimâtın takdîm ve tehirinden ibaret olup buna riâyet etmemek mümkün değil ise de mümkün mertebede kelâmı giriftlikten kurtarıp cümleleri kısa kesmekle ve sûret-i ifâdeyi şîve-i kâtibâneden kurtarıp şîve-i tekellüme kalb ve takrîble bu farkın kısm-ı küllîsi izâle edilmiş ve bununla beraber lisanımız dahi sadeleşmekle beraber güzelleşmiş olur. Manevî ciheti ise Avrupa muharrirleriyle bizim kâtib ve şâirlerin arasında düşünmece olan farktır, efkâr-ı cedîde ve terakkiyât-ı hâzırayı köhne tarzı-ı münşiyâne ile ifâde etmek müstahîldir. Bu tebeddül belki ibtidâ garip görünür lakin ilk nazarda garip görünen nice şeyler vardır ki göz kulak alışmakla me’nûs u mahbûb olur. Islâh ve terakkîyi müntec olan bu tebeddüle en ziyâde hizmet edecek şey bu sûretle edilecek tercümelerdir. Çocukların kâbiliyet-i zihniyelerine göre düşünülmüş olan bu hikâye-i ‘ibret-âmîzin çocukların anlayacağı bir lisanla tercümesi zaruri olduğu gibi Fransızcasını tederrüs edenlere dahi bir medâr-ı sühûlet olmak üzere kâide-i müttehazime bundan daha ziyade riâyet ederek mümkün mertebede aslından ayrılmamaya çalıştım. Ş. Sâmi İstanbul, 1 Ramazan 1302 Ek 3: Robenson, Millette hususiyle gençlerimizde ve mekteplilerimizde mütâlaa hevesi uyandırmak maksadıyla tercüme edilmiştir, Tercüme eden Varna Rüştiyesi Müdürü Osman Nuri, Tâbi‘ ve nâşiri Varna’da İleri Matbaa ve Kütüb-hânesi, 1925. Bir İki Söz Robenson hikâyesini çocukluğumda okumuş, günlerce zevkini yaşamış idim. Otuz yedi, otuz sekiz sene geçti. Bir daha görmedim. Geçende bir mecliste çocuklarımıza, gençlerimize istifâdeli hikâyeler yazmak mevzubahis oldu. Bilmem nereden Robenson’u tercüme edip 88 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bastırmak hatırıma geldi. Hemen bir nüshasını tedarik ederek tercümeye başladım. Az vakitte şu eser meydana geldi. Gençlerimizi mütâlaaya heveslendirebilirsem ne mutlu bana. Robenson, yazılalı pek çok seneler olduğu, pek çok okunduğu hâlde eskimemiş, lâ-yemût eserler sırasına geçmiştir. Yazılış, çocukların anlayacağı tarzda sade bir eser olup biz de aslına teba‘an tercümede sadeliğini muhafaza etmeye çalıştık. Kitabı da aynen tercümeye uğraşmadık. Hatta bazı yerlerini tayy, bazı yerlerini de kendi âdâtımıza göre ta‘dîl ettik ve aslında olduğu gibi biz de rivâyet tarîkini tuttuk. Bu hikâyeyi tercüme etmekten maksadımız: Robenson, çocuklara fikr-i teşebbüs verir. Meşakkatleri iktihâm etmeye, acılara çekîlere dayanmaya alıştırır. Dindarlığı telkin eder ve nihâyet ana ve baba sözü dinlemeyenlerin pek çok tehlikelere uğrayacağını gösterir ahlâkî bir hikâye olmasıdır. Hikâyemiz rağbet görürse Kristof Kolomb’un Amerika’yı nasıl keşfettiğini de sade bir lisanla yazacağız. Bu hayalî hikâyeyi o hakikî eser takip edecektir. Ve minallâhi’t-tevfîk 24 -Teşrînisânî 1924 Osman Nuri Ek 4: Çocuklara hikâye demeti, Deniz Perisinin İnekleri, İnsanın Hilesi, Meraklı, heyecanlı, kış gecelerini hoş geçirmeye hâdim şâyân-ı mütâla‘a bir hikâyedir, Nâkili S. T., Tâbi‘ ve nâşiri Orhaniye Matbaası, Dersaâdet, 1339-1342. Bütün Muallimlerin, Çocuk Velilerinin Nazar-ı Dikkatine: Çocuklara Hikâyeler Aziz çocuklarımızın, sevgili yavrularımızın istifadesini düşünen Orhaniye Matbaası bir “Çocuklara Hikâyeler” külliyatı neşretmiştir. Bu hikâyeler ve masallar, gayet açık, sade, selîs bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edilmiştir. Lüzum görüldükçe Avrupa eâzımının âsârından millî hayatımıza naklen iktibas edilen bu hikâyelerin her biri, çocuklarımıza en fâideli ve heyecanlı vakit geçirten birçok harikulade vakaları tasvir eder. İhtiyar edilen masrafa mukabil, başlı başına bir veya iki hikâyeyi ihtiva eden renkli ve resimli kitapların bir adedi yalnız beş kuruştur. Bütün muallimler, talebesine; analar babalar, yavrularına, büyükler, küçüklerine bu eserleri tavsiye ve hediye etmelidirler. Bu külliyatın neşrolunan kitapları şunlardır: Birinci kitap : İki Öksüz Arkadaş İkinci kitap : Kuyuya Düşen Çocuk 89 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Üçüncü kitap : Korkunç Bir Akşam Dördüncü kitap : Küçük Hırsızlar Beşinci kitap : Oduncunun Kızı Altıncı kitap : Havaya Uçan At Yedinci kitap : Mavi Sakallı Adam Sekizinci kitap: İnsan mı Yılan mı? Dokuzuncu kitap : Paşa Kızı ile Köylü Çocuğu Onuncu kitap : Cesur Gemici Her kitapçıda bulunur. Tâbi‘ ve nâşiri: Orhaniye Matbaası. Ek 5:Himâye-i Etfâl Cemiyeti, Çocuk Külliyatı, 12, Keçi Çobanı, Haydi’nin müellifi Cohana İspirinal’in Keçi Çobanı adlı eserinden adapte edilmiştir, Nakleden Sabiha Zekeriya, İstanbul, Resimli Ay Matbaası, Türk Limited Şirketi, 1928. Mukaddime “Haydi”nin çocuklar arasında gördüğü rağbet, onlar üzerinde yaptığı tesir, aynımüellifin (Keçi Çobanı) isimli bu küçük romanını da nakil için bana cesaret verdi. Keçi Çobanı, ahlâkî bir gaye ile yazılmış temiz ve nezih bir çocuk romanıdır. Bunda da tabiatın temiz ve sade güzelliği içindeyiz. Bir köy çocuğunun saf ve masum kalbinde geçen bir mücadeleyi öğreniyoruz. Eser baştan başa o kadar temiz hislerle doludur ki, hiçbir çocuk bu güzelliğin karşısında mütehassis olmaktan kendisini menedemez. Keçi Çobanı’nı tercüme etmedim. Kendi muhitimize adapte ederek çocuğa daha ziyade yakın bir hale getirmeye çalıştım. Sabiha Zekeriya Ek 6:Talebe Defteri Kitâb-hânesi 5, Çocuk Edebiyatı Külliyatından 2, Seyyâhî, fennî, harikulade roman, Kamerde İlk İnsanlar, Muharriri Vels, Mütercimi Aziz Hüdai, Nâşiri Muallim Ahmed Halid, Talebe Defteri mecmuasının Çocuk Edebiyatı Külliyatından 2, Satıldığı Yer Bâbıâli Caddesinde Halk Kitâb-hânesi, İstanbul, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1918, 13341336, Tanesi 20 kuruş. 90 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Roman Hakkında “Talebe Derfteri” yeni bir teşebbüsüyle bize iki şey öğretmiş oldu: “Çocuk Edebiyatı” ve “Vels”. “Çocuk Edebiyatı” herkes bilir, birkaç roman neşrinden ibaret değildir. Burada “çocuk” demek “talebe” demektir, bu da malum. Böyle olunca çocuk edebiyatında talebenin zevkine, ihtiyacına, inkişafına .. ait ne varsa dâhildir. O hâlde bu büyük edebiyat için birkaç roman, birkaç lokma gibidir; doyurmaz, biraz lezzet verir ve kaybolur. Bunu da itiraf ederiz. Ne çare ki çocuk gibi her şeyi isteyen bu aç edebiyatı “Talebe Defteri” doyuracak kadar zengin ve kuvvetli değildir. Başka memleketlerde “Çocuk Edebiyatı” namına çıkan yüzlerce risâle, kitap ve resim namına bizde yalnız “Talebe Defteri” vardır.. Son zamanlarda “Çocuk Edebiyatı” hakkında matbuat sütunlarına geçen yazılar, hep “Talebe Defteri”nin bu teşebbüsü üzerine hatırlanmış fikirlerdir ki, hisse-i şerîfi doğrudan doğruya “Defter”e aittir. Defter, çocuk edebiyatını ölmeyecek kadar beslemek içindir ki bu namda ayrı bir neşriyat silsilesi açtı ve bunun ikincisini de, birincisi gibi, (Vels)in romanlarından intihâb etti. Bazıları sordular: Niçin? Çünkü (Vels)in romanları fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan mürekkeplatif bir halîtadır. Çocukları mizah ile hayâlât kadar cezbeden bir şey yoktur. Bu iki lezzete bir de fen karıştırılırsa talebe edebiyatında aranan fâidelerden en büyüğü husûle gelmiş olur; işte “Vels” bunun için intihâb edildi. Ama (Vels), İngiliz’dir. Evet, öyle. Fakat biz (Vels)in kendisini değil, eserini alıyoruz. Peygamberimiz ilim için bizi (Çin)e bile göndermiyor muydu? Mamafih “Görünmeyen Adam” romanını, (Şarlok Holmes) hikâyelerine benzetmek gafletinde bunanlar da oldu. Onlara cevaben bir şey söylemeyeceğiz. Çünkü (Vels)i yeni öğrenecekler ve bu itibarla bilmedikleri bir şey hakkındaki fikirlerinin yanlış olacağı pek tabiidir. “Kamerde İlk İnsanlar”, (Vels)in diğer eserleri gibi, mevzu itibariyle hayalin, ahenk itibariyle de edebiyat ve mizahın birleşmesinden doğmuştur. “Kamerde İlk İnsanlar” okunurken (Jül Vern)in “Arzdan Kamere ve Kamer Etrafında” gibi romanları hatıra gelir. Fakat bunlar (Vels)in romanıyla karşılaştırılacak olursa görülür ki (Vels)te hayâl ve icat sanatı daha geniş, daha kuvvetlidir. Her iki muharrir de insanları kamere çıkarmak yolunu düşünmüşlerdir.. (Jül Vern) cesim bir top tasvir etmiş, çıkacak adamları topun güllesi içine koymuş, topa ateş ettirmiş. Gülle gitmiş, gitmiş.. Fakat kamere yetişememiş; tekrar arza dönmüş. Seyahat bitti. Çünkü (Jül Vern) kamer hakkında fazla bir şey bilmiyormuş; yahud hayâlâtı orada bir şeyler bulamamış.. (Vels) ise işe daha fennî başlıyor: İnsanları taşıyacak olan 91 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gülleyi arzın câzibesinde kurtarıyor. Câzibe olmayınca arzdan ayrılmak pek tabii ve kolay bir iş değil mi? (Jül Vern) burasını düşünememiş değil, ancak gülleyi kamer istikâmetinde yürütmek çaresini bulamamış, (Vels) ise bunu kolayca halletmiş… Romanlar dikkatli okunursa bu iki muharrir arasında fark kendiliğinden yükselir.. Seyahate gelince (Vels) seyyahlarını kamerin en esrâr-engîz noktalarına varıncaya kadar kâh hayâl, kâh hey’ât ve kâh ilm ü fen kuvvetiyle gezdiriyor. Rasat-hânelerin şimdiye kadar keşf ü tertip ettiği şeyler burada basit bir roman letafetiyle okunuyor. Ve bir daha unutulmamak üzere hâfızaya yerleşiyor. (Jül Vern)in “Kamere Seyahat”i, bir peri hikâyesi gibi, olmayacak şeylerden ibaret olduğu hâlde “Kamerde İlk İnsanlar”, göreceksiniz basit bir ihtimâl şekline konmuştur. Talebe ve aile için güzel bir roman ve aynı zamanda latif bir fen ve hey’ât dersi… “Kamerde İlk İnsanlar”ı Okuyanlara: Ötede beride epeyce yazılarım vardır. Ve bunların dörtte üçü başka lisanlardan tercüme edilmiş şeylerdir. Tercüme.. Çünkü bizim birbirimize öğreteceğimiz fazlalığımız yok. Hâlbuki Avrupa o semalar kadar geniş ve dolu eserleriyle önümüzde kapıları açık bir kütüphane.. Vakıa bizde tercüme edilmiş pek çok eserler vardır. Fakat bunlar, ya siyasî, askerî; sizin işinize yaramaz; veya âdetimize, terbiyemize uymayan eserlerdir; o da bizim işimize gelmez, yahud eserin aslı iyidir de fena tercüme edilmiştir, karışık yazılmıştır; sizi yorar, zihniniz kavramaz, istifade edemezsiniz. Nankörlük etmiş olmamak için şurasını da söyleye[yim] ki asıl iyi eserler de yok değildir. Burasını söylememiş olsaydım kendi tercümemi methediyorum ve yegâne buluyorum gibi olacaktı. Bunu iddia edemem. Fakat tercümede bir şey ile iftihar ederim ki o da (Çocuk Edebiyatı), (Kadın Edebiyatı) ve (Köylü Edebiyatı) için kabul edilebilecek bir lisanla yazılmış olmasıdır. Eserin müellifi, Mösyö (Vels) üslupça bu edebiyatların aradığı müelliflerden değildir. Fakat onun mevzuları, onun fennî ve ciddî mevzularda kullandığı neşeli üslûbu diğer noksanlarını bize unutturmaktadır: (Vels) bir masalcıdır. Fakat masalını Bin Bir Gece gibi hayalden değil, fenden alır. Fransızlar (Vels)te kusura benzer bir hâl zikrediyorlar: (Vels) halka göre yazmamış. Evet,, hakikaten bu İngiliz muharriri mevzu ve üslupta daima yüksektir. Çocuk edebiyatınca anlatmak istersek iptidai mekteplerine göre değil, tâlî mekteplerine göre yazar diyebiliriz. Fakat biz tercümede bu kusuru örtmeye çalıştık. Bizde tiyatro muharrirleri mevzuu diğer lisandan alıp bizim hayata göre kaleme alıyorlar. Biz burada yalnız üslubu değiştirdik. Yani (populaire) olmayan (Vels)i (popüler) yaptık. Ve görüyorsunuz ki mümkün mertebe bir (aile lisanı) ile yazmaya çalıştık. (Kamerde İlk İnsanlar)ın bir hâssası daha var ki o da muharririn İngiliz oluşudur. Bizde sinirlerinin ve kafalarının sertliğiyle tanınmış olan bu milletten pek az şey tercüme edilmiştir. O kadar az ki (hiç) diyebilirsiniz. (Kamerde İlk İnsanlar) size bu mermer kafaların içinde neler düşünüldüğünü öğretmek cihetinden bir yeniliktir. Kamer ve (Selenit) hikâyesi hâlis bir masaldır. Fakat bu cismin cazibeden kurtarılması ve bunun kurtulmasıyla hâsıl olabilecek netâyic ile kamerin ilm-i hey’ete ait tafsilatı en karışık bir fen meselesidir ki bunu (Vels) bize latif bir romanla izah ettiği için düşünmez bile olsa müteşekkir kalmamız lâzımdır. Kitabın nasıl tercüme edildiğine dair de bir iki kelime ilave edeceğim: (Vels) bazen en küçük bir madde üzerinde o kadar çok dolaşır ki okuyanın yorulması, sabırsızlanmamaları kâbil değildir. Tercümede bu uzunluklar kesilmiş, ayıklanmıştır. Yine bazı 92 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yerlerde (Vels) kendi kararının aksine olarak o kadar fennî tabirler, o kadar çok nebatat isimleri kullanmıştır ki eğer aynen tercüme etseydim kâri’lerimin pek çoğu romanı şüphesiz yarıda bırakacaktı; bazı ibareleri hiç anlaşılmayacak şekle sokan mürettip hatalarıyla başka şugûliyetlerden doğan ufak tefek bazı arızaları da zikredersem (Kamerde İlk İnsanlar)ın mahiyeti anlaşılır. (Çocuk Edebiyatı) yeni başlıyor.. Her başlangıcın bu kadar bir kusuru olur. Bizim ümidimiz ileride.. A. H. Ek 7:Fransa Akademisi’nin bilhassa mazhar-ı takdîr ü tahsîni olmuştur, Deniz Altında 20000 Fersah Seyahat, Musavver fennî roman, Müellifi Jül Vern, Mütercimi Ahmed İhsan, Birinci kitap, Maârif Nezâret-i Celîlesinin ruhsatıyla tab‘ olunmuştur, İstanbul, Artin Asaduryan Şirket-i Mürettibiye Matbaası, Bâbıâli Caddesinde Numara 52, 1307. İfade “Deniz Altında Yirmi Bin Fersah Seyahat” unvanlı romanımızın neşrine her ne kadar evvelce edilen ilan hilâfına olarak iki ay sonra başlanmış ise de -her gün adedi tezâyüd eden muhterem kâri’lerimi mahzâ bir kat daha memnun etmek üzere eserin aslındaki resimleri, Avrupa’dan bilhassa celb ile derc-i sahîfe ve tezyîn-i kitâb etmek isteyişim- buna sebep olduğundan elbette mazur görülürüm. Resimlerdeki letâfet-i mahsûsayı muhafaza ancak aslındaki tasvîrâtı mahallinden celb ile olabileceği, musavver âsârı görenler teslim ederler. Hâlbuki bu yolda musavver roman neşri hayli fedakârlıkla meydana geldiğine binaen romanımız ba‘demâ eskilere nispeten büyük olan sahifelerin 16 adedinden mürekkep forma şeklinde bir kıta mükemmel resimle gayet nefis çıkacak ve beheri {40} para fiyatla satılacaktır. Eser takriben {400} sahifeden müteşekkil olacaktır ki sâir neşriyatımda gösterebildiğim sebât ve intizam ile bunun dahi karîben ikmâline muvaffak olunacağında kâri’lerim dûçâr-ı şüphe olmazlar ise beni minnettar ederler. Her romanda bir meziyet aranmak lazım gelir. Âsârını tercüme ile iftihar ettiğim Jül Vern’in romanlarında ise “Gizli Ada”da, “Seksen Günde Devr-i Âlem”de görüldüğü üzere meziyet-i ciddiye-i fenniye vardır. Bunlar öyle fikir ve hayali tahdîş ederek yüz kızartacak, insana nefret verecek kerîh manzaralardan ârîdir. Jül Vern’in romanlarını mütâlaa edenler hem fennen istifâde ederler, hem zamanlarını hoş geçirirler. En müşkil-pesend bir peder bunları sevgili çocuklarına okutmakta mahzur görmez. Sâye-i kadr-i tevâye-i cenâb-ı pâdişâhîde daima miktarı tezâyüd eden mekâtib-i ‘umûmiye şâkirdânına ders tetebbuundan âzâde kaldıkları bir zamanda bundan istifâdeli bir kitap olamaz. “Deniz Altında Seyahat”i mütâlaa edenler görürler, teslim ederler ki fennen edilen bir hayal ne kadar mugâyir-i ‘akl olsa ol kadar hâiz-i ehemmiyet ve meziyettir, ne kadar vâsi olsa o kadar istifâde-bahştır. Bahsimiz erbâb-ı mütâla‘anın tezâyüdüne, mektepler tekessürüne intikal etmiş iken o mektepleri tesis buyurarak müntesibîn-i ma‘ârif yetiştiren ve bu mülk ve devlete mevhibe-i rabbânî olan bu zâtı mülkiyet-i sıfat-ı hazret-i pâdişâhînin efzûnî-i ‘ömr ve ikbâl ve feyz ve şevketleri duasını tekrar 93 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 eder ve eseri okuyacaklara her türlü şeref ve saadete mahzâ o sevgili padişahın sâye-i kemâlâtvâyelerinde nâil olduklarını ihtar ederek onları ‘umûm-ı teba‘a-i sâdıka ile beraber kendi hisselerine düşen du‘â-yı vâcibü’l-edânın îfâsına davet eylerim. Ahmed İhsan 94 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 NECAD İBRİŞİMOVİÇ’İN “KARABEY” VE MİZANCI MEHMET MURAT’IN “TURFANDA MI YOKSA TURFA MI”ADLI ROMANLARINDA “İNANÇ” TEMİ ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME Ayşe Sümeyye TURAN ÖZET Doğu ve Batı dünyası arasında köprü vazifesi gören Mostar ve İstanbul birçok farklı dinin birbirine temas ettiği iki nokta; kültürel zenginliklerle dolu, ortak geçmişleri olan iki şehirdir. Aralarındaki ortaklığın tarihsel bir süreci paylaşmaktan başka cepheleri de vardır. İslâm inancı; bir zamanlar tek bir devletin bayrağı altında bulunan; fakat artık ayrı sınırlar içerisindeki bu iki şehrin yakınlığını artıran manevî bir güçtür. XIX. yüzyılın sonlarında yaşanan ayrılığa karşı insanların birleştirici güç olarak daha sıkı tutunduğu İslâm inancı, edebiyata da etki etmiş, Boşnak ve Türk edebiyatlarının o dönem yazılmış ya da o dönemi işleyen tarihî romanlarında ortak bir tema olarak yerini almıştır diyebiliriz. Bu çalışmada Boşnak edebiyatının ünlü yazarlarından Necad İbrişimoviç’in XIX. yüzyıl sonlarındaki Mostar’ı gözler önüne taşıdığı tarihî romanı Karabey ile Mizancı Mehmet Murat’ın Turfanda Mı Yoksa Turfa Mıadlı, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde toplum yapısındaki değişme ve gelişmeleri İslâmî düzen etrafında takip ettiği romanı, önce müstakil bir şekilde ele alınacak, daha sonra ise inanç teması bağlamında karşılaştırılarak incelenecektir. İnceleme esnasında toplumbilim, felsefe ve tarih alanlarından daha isabetli sonuçlar elde etmek adına yararlanılacaktır. Edebî eserler hakkında yapılan her çalışma, mevcut eseri daha iyi anlamak adına gerçekleştirilen bir çabadır. Bu çabaya ilave olarak eserler vasıtasıyla Boşnak edebiyatı ile Türk edebiyatı arasında ayniyet teşkil eden unsurları ortaya çıkarmak ve Mostar ile İstanbul şehirlerinin dinî, kültürel zeminde buluşan yönlerine işaret edebilmek; böylelikle edebiyat araştırmalarına katkı sağlamak ve kültürel temasları canlandırmak amaçlanmıştır. Türk dili okutmanı, Trakya Üniversitesi. 95 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Anahtar kelimeler: XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti, Roman, Tarihî Roman, İnanç, İslâmiyet, Kültür. A COMPARATIVE INVESTIGATION OF “İNANÇ” THEME IN NECAD İBRİŞİMOVİÇ’S NOVEL “KARABEY” AND MİZANCI MEHMET MURAT’S NOVEL “TURFANDA MI YOKSA TURFA MI” Abstract Mostar and Istanbul cities are bridge between world of East and West. They are a point of contact for a lot of religions. They also have a common past. This cities not only share a period of historical, but also peoples in there mostly believe in Islam. Religion of Islam has an important role in the lands because of brings people together. They relied on Islam as separated from each other in past. And this situation have influenced on their literature. It is possible to say that religion of Islam have occurred in novels of Bosnian and Turkish literature as a common theme. In this study, it is investigated Necad İbrişimoviç’s historical novel Karabey and Mizancı Mehmet Murat’s novel, firstly one by one, and than comparing with each other. In this way, it is aimed to contribute the researches of literature and also aimed to find points of common between two cultures. Key words: Ottoman Empire in nineteenth century, Novel, Historical Novel, Belief, Islam, Culture. Giriş Boşnak edebiyatının ünlü isimlerinden Necad İbrişimoviç, 1972 yılında yayımlamış olduğu Karabey adlı romanında, 1878’te Mostar şehrinde “...yaşanan trajik bir hadiseyi” günümüz penceresinden değerlendirerek ortaya tarihî nitelikte bir roman çıkarmıştır. Birol Emil’in “Son Dönem Osmanlı Aydını” (Emil, 2009) olarak nitelediği Mizancı Mehmet Murat ise 1890 yılında yayımladığı Turfanda Mı Yoksa Turfa Mıadlı romanında 1870’li yılların Osmanlı İmparatorluğu’nu, sınırları dâhilindeki toprakları ve en önemlisi İstanbul ile ele alarak yaşadığı dönemdeki havayı, çevreyi yansıtan bir eser meydana getirmiştir. İncelemeye kaynak teşkil eden romanlar, vakaları itibariyle 1870’li yılları yansıtmakla benzerlik gösterirler. Bu iki romanın aynı dönemi ele alması, söz konusu dönemin hilâfet diyarı Osmanlı’ya rastlaması ile 96 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 her ikisinde de İslâmiyet’e dair unsurların belirgin bir biçimde işlenmesine sebep olmuştur. Ayrıca “… İslâm ideolojisi Osmanlı İmparatorluğu’nun genel ideolojisiydi.” şeklinde bir görüş vardır (Moran, 2010: 13). Elbette yazarlar, düşünce tarzları itibariyle kendilerince bu ideolojiyi belli oranlarda yansıtır veya yansıtmazlar. Romanlardaki zaman ve mekân benzerliği de tek başınamuayyen bir sonuca ulaştırmayabilir. Karabeyile Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı adlı romanları her şeyden öte birbirine bağlayan özellik, bu romanlarda millî kimlik yerine İslâm inancının ön plana çıkartılmış olmasıdır. Karabey Necad İbrişimoviç’in Karabey romanı, konusunu Avusturya-Macaristan’ın 1878 yılında Bosna’yı işgali sırasında Mostar şehrinde meydana gelen trajik bir olaydan alır. Eserin yazım dili Boşnakça’dır. İnceleme için Suat Engüllü’nün Türkçe çevirisinden yararlanılmıştır. Eldeki çeviriye göre Necad İbrişimoviç eserini, öykü, roman ve tiyatro formunda kaleme almıştır. Hikâye edilen olaylar, kişiler bütün bölümlerde aynıdır. Yalnız değişen tek şey, edebî metnin formudur. Öykü bölümü, roman bölümünde aktarılan metnin özeti mahiyetindedir. Öykü bölümünde roman kahramanı Karabey kısaca tanıtılmış, olay örgüsü kısaca aktarılmıştır. Roman türündeki Karabey metni ise, kendi içinde yirmi bir bölümden oluşur. Romanın daha en başında yazar, eseri hakkında okuyucu bilgilendirir; “…her şeyin hem oyun olduğunu, hem öyle kabul edilmesi gerektiğini görmelisin.” (İbrişimoviç, 2007: 14). Konuşan bir cindir ve “Bu bir cinin kitabıdır; kitapta ise bir insanın günahlarından söz edildiği için, sana hüküm vermek yasaklanmıştır.” (s.14) şeklinde okuyucuya seslenilir. Necad İbrişimoviç, kurmaca dünyanın kendisine sunduğu imkânları sonuna kadar kullanır. Kitapta her şeyi bilmeye muktedir olan ve nefesi romanın başkahramanı Karabey ile sınırlı olan bir cin vardır, Karabey’in cini… Cin’in sesi, kurmaca dünyadan bir sestir. Tiplerle, mekânla, zamanla istediği gibi oynar. Okuyucu ise önce bir seyirci gibi romana dâhil olur. Vaka derinleştikçe okuyucu da romanın bir kişisi olur çıkar. Karabey romanının vakasını, Karabey adlı kişinin etrafında gelişen olaylar oluşturur. “Celaleddin Tayyip Karabey, hicrî 1256 yılında Mostar’da dünyaya gelir. Doğuştan akıllı, yakışıklı, sebâtkar, alçak gönüllüdür; canlı ruha sahiptir. Babası zengin bir kişidir; okuması için onu İstanbul’a gönderir. İstanbul’a gittiğinde, Karabey henüz yirmi yaşındadır [hicrî 1276]; Mostar’a geri döndüğünde ise yirmi dördüne basmıştır.” (s.7). Eserin öykü formunda Karabey bu şekilde tanıtılır. Yüksek vasıflara sahip olan Karabey, Mostar şehrinde herkesin sevdiği, beğendiği bir kişidir. Öyle ki onu genç yaşına rağmen Mostar’a müftü olarak seçerler. Böylelikle “…Karabey, Bosna Hersek tarihine, en genç müftü olarak girer.” (s.7). İnsanlar, Karabey’e saygı ve sevgide kusur etmez, ona tamamiyle bir bağlılık gösterirler. O da elindeki gücü, halka hizmet etmeye kullanır. Adalet arayışındadır. Haksızlık yapan, nizama aykırı 97 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 hareket eden şehrin ileri gelenlerinden kimi insanları eleştirmekten çekinmez ve böylece onların tepkilerini de üzerine çeker. Karabey’in düşmanları çoğalır ve Karabey’i ortadan kaldırmak isterler. Bir fırsatını bulup Karabey’i İstanbul’a vezire şikâyet ederler. İstanbul’a gideceği günlerde babası Ahmet Karabey, inat olsun diye onu düşmanı Mutasarrıf Paşa’nın düşmanı olan Zaim Abbas Bey Çauşeviç’in kızı Ümmühan ile evlendirir. Karabey, Sadrazam’ın huzuruna çıkıp hesap vermek üzere İstanbul’a gider; ancak orada cezalandırılmak şöyle dursun bir de “…kendisine yüksek mevleviyet payesi, molla kadı unvanı, bol miktarda hediyeler verilir; ayrıca sultanın teveccühünü, vezirin güvenini kazanır; hac farizasını yerine getirmek üzere deve sırtında Mekke’ye gider; Mutasarrıf Paşa’yı ve Saraybosna valisini görevden alır, dokuz ay sonra Mostar’a geri döner.” (s.8-9). Karabey, dürüst ve ahlâklı bir kişi olunca kendini sultana sevdirmesi kolay olur. Bunun yanında örnek bir Osmanlı olduğu dile getirilmese de sultanın teveccühünü kazanması, tastamam bir Osmanlı Beyefendisi olmasından ileri gelir. Karabey, İstanbul’dayken babası vefat eder. Karabey, babasının ölümünden sonra iyice hassaslaşır, etrafındaki kötü niyetli insanlar yüzünden çevresinden uzaklaşır ve evinde inzivaya çekilir. Tam o sıralarda Avusturya-Macaristan’ın Bosna Hersek’i işgal edeceği haberi her yere yayılır. Bu işgale engel olmak için harekete geçilmesi gerektiği söylenir. Karabey’e danışırlar; fakat o “kendisine akıl danışmaya gelenlerin karşısına çıkar, bu savaşın, Allah’a, Sultan’a ve akla karşı savaş açmak anlamına geleceğini söyler.” (s.9-10). Nedir, bu tavrı sebebiyle Karabey, hain olmakla suçlanır. Asiler, sonunda Karabey’i öldürürler, Avusturya-Macaristan gelir ama hiçbir şey yapamazlar. Hatta “Kentin ileri gelenleri ise küffar generalini karşılamaya koşarlar ve önünde eğilerek selam dururlar.” (s.12). Vatanını yürekten seven Karabey, insanları sükûnete davet ettiğinde asiler Karabey’i dinleseydi her şey daha farklı olabilirdi mesajı sezdirilir. Vatan aşkıyla direniş orduları toplayanlar ise Avusturya-Macaristan Bosna’yı işgal ettikten sonra herkesten önce gidip önlerinde saygı duruşuna geçerler. Karabey’i hain olmakla suçlarken kendi hainliklerini göstermiş olurlar. Mutasarrıf Paşa yahut diğer din adamları, dine tümüyle bağlı da değillerdir. Onların inançları bir yere kadardır ve Bosna Hersek’in de sonunu aslında kendileri hazırlamışlardır. Sonuçta ise birlik ve beraberlik şuuruyla hareket etmek fikrine işaret edilmiştir. Bu aşamada vakanın merkezinde bulunan Karabey tipini tanıtmak gerekir. Karabey Tipi “Celaleddin Tayyip Karabey, hicrî 1256 yılında Mostar’da dünyaya gelir. Doğuştan akıllı, yakışıklı, sebâtkar, alçak gönüllüdür; canlı ruha sahiptir.” (s.7). Yaradılıştan iyi huylu bir gençtir. Babası Ahmet Karabey, ilim erbabı kimselerin ısrarı üzerine iyi bir eğitim alabilmesi için onu, İstanbul’a göndermeye karar verir. Karabey’in İstanbul’a gideceği günlerde ilahî alametler vuku bulur; “…öğlende güneş tutuldu, ertesi gün yoğun kar yağışı görüldü, bir sonraki gün de yağan kar birdenbire eridi. Neretva nehri, daha önce hiç görülmediği kadar kabardı.” (s.22). Böylelikle Karabey, yüceltilir, ileride âlim bir zat olacağına işaret edilir. 98 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Karabey, İstanbul’da “Tefsir: Kur’an’ı yorumlama, Hadis: İslâm geleneği, Fıkıh: İslâm hukuku, Hikmet-i teşri: İslâm hukuku felsefesi, mantık, Arap dili ve edebiyatı” (s.24) derslerini alır ve yüzlerce dinî kitabı okur, öğrenir. Son derece iyi bir öğrenci, kusursuza yakın bir insan olmuş, çıkmıştır.Karabey, 4-5 sene İstanbul’da kaldıktan sonra Mostar’a geri döner, orada müftü olur ve Bosna Hersek sınırları içinde en genç müftü olarak tarihteki yerini alır. Yazar, Karabey’i gerek manen gerek ilmen üstün niteliklere sahip bir tip haline getirir. Karabey, “Göreve seçilmesi dolayısıyla kentin ileri gelenlerinin hediye vermesi faslı biter bitmez, verilen bütün altınları toplar, bunlara kendisinden de bir kese altın katar ve hepsini yoksullara dağıtır; kentin ileri gelenlerine karşı sert eleştiride bulunur ve yaptıkları kötülükler nedeniyle herkesin önünde şereflerini beş paralık eder.” (s.7). Mostar halkının Karabey’e olan itimadı tamdır. Tıpkı romandaki halk gibi okuyucununda adalete, dürüstlüğe ve iyiliğin tüm uzantılarına bağlı olan bu genç müftünün, kötü bir davranışta bulunmayacağına inanması istenir. Karabey müftü iken bir hadise meydana gelir. Halim Derziya, tüccar amcası Ziya Bey Kordiç’i mirasına konmak için öldürür. Daha sonra, şehrin ileri gelenlerinden kimi insanları suçsuz olduğuna inandırmaya çalışır ve hatta onlara rüşvet bile verir. Kadı Molla Fettah Bahtiyareviç, Halim Derziya’yı mahkemeye çıkaracağını söyler. Bir huzursuzluk ortamı peyda olur. Bu durum, Karabey’in eleştiri oklarına maruz kalarak ona düşmanlık besleyenlerin eline geçen birinci kozdur. İkinci koz, Nevesinyeli isyancılardan zulüm gören halkın, genç müftü Karabey’den yardım istemesinden sonra ortaya çıkar. Karabey, insanlara yardım etmek üzere Nevesinye’ye asker gönderilmesi için fetva verir. Genç müftünün yanlış kararlar verdiğini ve huzursuzluğun önüne geçemediğini savunan Mutasarrıf Kuduz Bey iftirasıyla birlikte Saraybosna valisine gider ve Karabey hakkında Babıâli’ye derhal şikâyette bulunmak lazım geldiğini söyler. Karabey, İstanbul’a çağrılır ve gider; ancak işler aleyhinde iken lehine dönerek orada da Sultan’ın teveccühünü kazanır. Karabey İstanbul’dayken, babası Ahmet Karabey oğlunun hasretine dayanamaz ve ölür. Karabey de kaderinden dert yanarak yasını tutar. Dünyası alt üst olmuş gibidir. İstanbul’dan Sultan’ın teveccühünü kazanarak dönmesi onun için hiçbir şey ifade etmemektedir. Karabey’in gözünde bütün insanlar birbirlerine benzemeye başlamıştır; Allah inancını olmasa da insanlara olan inancını kaybetmiştir. “İstanbul’da yalana, rüşvetçiliğin ve çürümüşlüğün her çeşidine karşı hissettiğim tiksintiden vazgeçiyorum.” (s.62) der. Karabey etrafındaki adaletsizlikleri görmekte ve bundan etkilenmektedir, işin kötü yanı şudur ki bu adaletsizliklere karşı artık ne yapacağını bilememektedir. İsyanı bastırmaktan da vazgeçer. “Mostarlılar ve İstanbul yüksek uleması tarafından biçilen adalet ve adaletsizliğe bulaştığım için cezayı hak ediyorum.” (s.62) der. İnsanlardan uzaklaşır, 99 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 çünkü insanlar insanlıklarını kaybetmişlerdir. Verdiği tepkiler, bu kişiyi tipleştiren özelliklerinin bir tezahürüdür. Karabey, bütün dinî ilimleri öğrenmişti, İslam âlimi Mağribi onun hocasıydı. İyi bir öğrenciydi ve her zaman gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalan dürüst bir insan olmuştu. Ancak okuduğu kitapların içinde insanların alçaklıkları, sahtekârlıkları yoktu. Babasını kaybettikten sonra yaşadığı ruhsal çöküntü, zamanla varlık karşısında bir iç hesaplaşmaya dönüşür ve “1295 yılının başlarında, Celaleddin Tayyip Karabey evine kapanır ve yılın yarısından uzun bir süreyi orada geçirir; bu zaman zarfında hiç dışarıya çıkmaz. Kısa bir süre sonra Mostarlılar, hem de ağız birliği etmişçesine, müftülerinin bilgeliğini ve büyüklüğünü övmeye başlarlar.” (s.9). Bu cümlelerden de anlaşıldığı gibi halk ne olursa olsun müftünün yanındadır. Yıl 1878… Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı işgal edeceği haberi, Mostar şehrinin her yerine yayılır. Halk, hala müftü olarak gördüğü Karabey’den yardım ister. Mostar kendini savunmaya karar vermiştir. Ancak Müftü Karabey, Sultan’ın bile bir şey yapamayacağını görerek insanların boşuna direnmemesi gerektiği fikrindedir. İnsanlar, Müftü Karabey’e karşı tavır alırlar. Halkın çok sevdiği Karabey’in direnişe katılmaması, onlara çok ağır gelmiştir. Karabey’in düşmanı Mutasarrıf Kuduz Bey ise işgale kesinlikle direnilmesi gerektiğini düşünür ve halkı müftüye karşı iyice kışkırtır. Mutasarrıf Paşa’nın asıl çabası, hain addettiği Müftü Karabey’i cezalandırarak Bosna direnişi oluşturmak ve Bosna’yı kurtarmak değildir. Birincil planı ömrünce kıskandığı Müftü Karabey’i ortadan kaldırmaktır. Sonuçta Karabey, öldürülerek bu kötü niyetli insanın kurbanı olur. Tarih, kurmaca gerçeklerle oynadığımız gibi bir oyun değildir. Değişmesi mümkün olmayan gerçekleri ihtiva eder. Karabey romanı,işte bu değişmeyen gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış tarihî bir romandır. Necad İbrişimoviç, Karabey’in ölümü ile biten romanın hazin sonuna gelmeden önce Karabey’i bir tip haline getirmiş ve Karabey çevresinde gelişen olayların temelinde iyi-kötü çatışması olduğunu sezdirmiştir. Mostar Şehri Yazar, okuyucunun hayal dünyasını şekillendirmek ve esere mistik bir hava katmak üzere, her şeyi bilen ve gören bir cinin anlatımına başvurmuştur diyebiliriz. Cin, Mostar şehrini resmetmeye başlar; “Her yer karanlığa bürünsün önce ve göz alabildiğine geniş bir alanın üzerine ser karanlığı. Karanlığın üzerine bir yan kesik at ve bu, suları soğuk, derin bir nehir olsun; önüne çıkan kocaman kayalara meydan okusun, büyük yassı taş blokları sinsice ve hızlıca yalayıp geçsin. 100 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Nehrin etrafa yayılan tertemiz soluğu gözündeki karanlığı dağıtmasın; karanlığın üzerine ışık damlaları serp ve bu ışığı önce etrafa yay, sonra da taş yapıların, Mostar camilerinin, taş kulelerin ve duvarların üzerine sabitlendir. Kenti ışıkla aydınlat ve zarif taş köprüyü gör; fakat gözüne göründüğü, sana anlatıldığı şekliyle değil, benim sözlerimle betimlendiği şekliyle anılarına buyur et.” (s.16) Romanın başlangıcında Mostar şehri, bir cinin gözünden işte böyle kasvetli bir tabloyla aktarılır. Romanın sonuna kadar devam edecek olan bu kasvet, Karabey’in ölümünü hazin kılan yardımcı bir unsur gibi olayların arasında yer alacaktır.Kendisine Karabey’in hayatı kadar bir ömür biçilen cin, okuyucunun düşüncelerini ve hayallerini şekillendiren bir araçtır. Anlatıcı, cindir ve okuyucuya neyi düşünmesi gerektiğini, nasıl hissetmesi gerektiğini söyler. Karabey’in evini, okuyucuya inşa ettirir; “Yüksek taştan duvarlar ör; göz açıp kapayıncaya kadar, duvarların üzerini sarmaşıklar ve asmalar kaplasın. Önün, sütunların az ilerisine, öbek öbek bitki, çimen ve çiçekler serpiştir. Berrak, yüzeyi hafif dalgalı bir dere akıt, yatağı taştan yapılmış olsun; senin sol tarafından gelsin, sağındaki duvarın altından akmaya devam etsin. Bu noktadan sonra dereyi takip etme; onun hafif şırıltısını dinle sadece. Arkana gelecek şekilde bir duvar ör ve duvarda büyük bir kapı aç. Duvarla çevrilmiş vaziyettesin ve her şeyin üzerinde süzülüp durmaktasın.” (s.34) Yazar,“Bu kitabın bir mucizevî yanı daha var” (s.54) diyerek metin aralarında, neden cinin anlatımına başvurmuş olabileceğine dair izler bırakmıştır. Kitabın mucizevî yanları vardır ve mucizeler, az önce kasvetli halinden bahsettiğimiz Mostar şehri ve bu şehirde yaşayan Karabey çevresinde gelişir. Romanın böylesi cephelerine temas edilmesi, inanç bağlamında yapılacak olan değerlendirmelere ışık kaynağı olacaktır. Çünkü mucizeler ve cin, İslâmiyet içerisinde yer alan unsurlardır. Mostar şehri, Osmanlı İmparatorluğu’nun beş asır boyunca sınırları dâhilinde kalmış olan Bosna topraklarının bir simgesi gibidir. Bugünkü bakışla Senad Hasanagic, Osmanska Tolerancija (Osmanlı Hoşgörüsü) kitabında Bosna ve Mostar’dan şöyle bahseder; “Dinlerin birbirine temas ettiği yerdir Bosna. Dış etkilere direnemedikleri söylenebilir. Millî kimlik yerine, İslâm dinini ön plana çıkarmışlardır. Bosna’da din savaşları olmuştur. Boşnaklar, özgün bir grup olarak Avrupa’da kabul edilemedi. Hristiyanların Balkanlar’a bakışı intikam doludur. Hristiyanlar, ortaçağın intikamını almak isterler. Mostar, arada bir şerit gibi, 33 metre bir haç var, batıda Amerika’ya kadar, doğuda ise Japonya’ya kadar. Bosna Hersek bir yapraktır ve etrafı düşmanlarla kaplıdır. O kadar sıkışmış, o kadar zor bir pozisyonda ki üstlerine kaldırılan kılıçlar Bosna’yı, Mostar’ı kesmeye başlar. Osmanlı hoşgörüsünün esasları nelerdir? Tartışılmaz bir otorite olarak halifelik elinde idi. Bu 500 sene sürdü. Osmanlı’nın bu kadar uzun süre yaşamış olmasının sırrı işte buradadır; 101 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Hoşgörü”. Osmanlı, o kadar toprağı uzun süre kendi safında tuttu. Bir sistem oluşturmuşlardı. Ve bu muhteşem bir şey… Bu hoşgörünün olduğu dönemde bir benzerini daha bulmak mümkün değil. Bosna dinlerin buluştuğu yerdir ve Bosna’daki farklılıklar, aslında bir zenginliktir, karakterdir, Allah’ın lütfudur, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi.” Bosna ve Anadolu topraklarının benzerliğini vurgulayan Senad Hasanagic’in ifadeleri, Karabey romanındaki ana mekân Mostar’ın ruhuna açıklık getireceği düşüncesiyle buraya alınmıştır. İnanç Karabey romanında iyilik ve kötülük çatışma halindedir. Sonuçta kötülük, devlete ve insanlara zarar verir. Daha önce anlatıcının cin olduğu söylenmişti. Tarihin kapılarını aralayan ve Karabey’in başından geçenleri aktaran cin “gözle görünmez, lâtif cisimlerden ibaret bir yaratık”tır (Devellioğlu, 2000: 143). Kişi, din duygusu haricinde ancak inanmak isterse varlığını kabul edebilir. Dolayısıyla anlatıcının cin olması, dinî inançla bağlantılı bir durumdur. Anlatıcı cin, romanı eline alıp okumaya başlayanlara isterlerse daha yolun başında gidebileceklerini, yok eğer gitmezlerse kitabın içine hapsolacaklarını haber vermiş ve kimi bölümlerde bu yönde söylediklerini hatırlatmıştır. Cinin yaşamı, Karabey’in yaşamından ibarettir. Karabey susunca o da susacaktır. Dolayısıyla romanın ilerleyen bölümlerinde romana hapsolmuş, romanın içindeki olaylara müdahil olarak romanın şahıs kadrosuna girmiş olan okuyucunun kurtulabilmesi için Karabey’in ölmesi gereklidir. Böylece cinin de anlatma görevi bitecek ve susacaktır. Karabey’in katledilmesi olayında Karabey’e öldürücü son darbeyi elindeki kamayla vuran okuyucunun ta kendisidir. İşte Karabey’in insanlara olan sevgisinin yitip gitmesine sebep olan menfaat ve ihanet en sonunda okuyucuda belirmiştir. Bu aslında varoluşun bir parçasıdır. Her zaman bir tarafta iyilik varken bir tarafta kötülük olacaktır. Romanı, bir cin yönetmektedir; “…istediğin takdirde ayrılman hala mümkün olan girdiğin bu garip ilişkinin, kendi isteğinle kabul ettiğin bir cinle kurulan bu beraberliğin, sana yeni güç verdiğini, yeni kazanç kapısı açtığını da hissetmiyor musun?” (s.40).Roman, adeta uyanık halde görülen bir rüya gibidir. Cinin anlatımı ile meydana gelen olaylara iyice kapılan ve artık zihnini cin haricinde kendi kendine şekillendirmeye başlayan okuyucu, romanın kurmaca dünyasında istediğini yapmaya muktedir bir güç elde etmiştir; “…yaptığını yapabiliyorsun ve ben seni engelleyemiyorum; bunu yapabilmem için vakit çok geç artık; görünmez elini hiç sakınmadan meyve tabağına uzatıyorsun ve ihtiyar Ahmed incirin nasıl kendiliğinden yukarıya kalktığını, havada uçtuğunu ve gözden kaybolduğunu kendi gözleriyle görüyor. Böylece, istemeksizin de olsa ilk işareti verdin ve zavallı ihtiyarı korkuttun. 102 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Şimdi onun bir şey söylemek istediğini, ancak bunu yapmaktan nasıl çekindiğini görüyorsun, bunun olabileceğine inanabilmesi için fazlasıyla olağandışıydı.” (s.43). Yukarıdaki cümlelerde de görüldüğü gibi inanç meselesi ile alakalı olan cin kavramı, okuyucuyu romanın vakasına karıştıran bir unsur olarak kullanılmıştır. Romanın kahramanı Karabey, iyi bir dinî eğitim almış, sonunda müftü olmaya layık bulunmuş, inançlı bir gençtir. Karabey’in kuvvetli inancı, zaman zaman onun kendi cümleleri ile desteklenir. İsyancıları bastırmak için toplanan askerlere hitap eden Karabey; “Cennet kapıları açılıyor! Elinde kılıcı, dudaklarında Allah’ın adı ile şehit olana ne mutlu! Yaralanmayanın vay haline!” (s.50) der. Karabey, babasının ölümünden itibaren başlayan olaylar silsilesini hayatın oynadığı bir oyun olarak görür ve Rabbine sığınarak; “Allah büyüktür ve merhamet sahibidir; O, zalimlerin kimler olduğunu bilir. Ebedî bir ceza ile cezalandıracaktır sizi. Seni hafife aldığımı görüyorum hayatım; bana şimdi oynadığın bu oyuna ise gülüp geçiyorum sadece!” (s.106) der. Turfanda Mi Yoksa Turfa Mi Mehmet Murat’ın, tahlil etmiş olduğumuz Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı romanı 1890 yılında yayınlanmıştır. O yıllarda Osmanlı Devleti 93 harbini yaşamış ve Balkanlardaki topraklarını kaybetmiş bulunuyordu. Devlet, çökmek üzereydi ve dönemin ileri gelen isimleri, devletin kurtarılması adına kendince çarelere girişmişti. Mizancı Mehmet de ‘inanç’ ekseni etrafında ele aldığımız romanında açıkça görüldüğü gibi tek kurtuluş yolunu İslâmiyet’e sarılmakta bulmuştur. Roman, son bölümü “Mektuplaşmalar” adıyla yazışmaların bulunduğu bölüm ile beraber toplam on üç bölümden oluşmaktadır. I. Bölüm: İstanbul’a Geliş Bu bölümün daha ilk satırlarında romanın zamanı ile ilgili bilgi verilir. Eserin yayımlanma yılı 1890 olduğuna göre “yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız.” (Mehmet Murat, 1995: 5) cümlesi, romanın vaka tarihini 1865-1870’lere yani, yeniliklerin hızla Osmanlı topraklarına girmeye başladığı, Islahat Fermanı’nın henüz yayınlandığı, 93 harbinden önceki bir döneme götürür (Özön, 1932: 406-407). Yine romanın ilk satırlarından “Ay, güzel kokular saçan baharın goncalar açan Nisanı, gün ise Hilâfet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan Cuma’sıdır.” (s.5) cümlesinde ise zamansala işaretten ziyade mekân olarak İstanbul’a ve taşıdığı dinî mahiyete açıkça vurgu yapılır. Romanın ana mekânı İstanbul’dur. İstanbul ki “Osmanlı Saltanatı’nın merkezi, İslâm Hilâfeti’nin makamı bulunan” (s. 9) yüce bir yerdir. Roman kahramanı Mansur Bey, Varna’dan hareket eden bir vapurun içinde gayri müslim ve Müslüman insanlarla birlikte İstanbul’a doğru yolculuk yapmaktadır. İstanbul’daki yer isimleri, kişilerce sık sık zikredilir. Ufukta İstanbul 103 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 görününce bir bir sayılmaya başlanan mekânlar, Rumeli Feneri, Kavaklar, Telli Tabya, Sarıyer, Büyükdere, daha iç taraflarda ise Boğaziçi, Rumeli Hisarı, Anadolu Hisarı’dır. İsmi geçen mekânlar arasında, Robert Kolej, Bektaşi Tekkesi, Göksu Kasr-ı Hümâyûnu, Kandilli, Mısırlı Mustafa Paşa yalısı, Sultan Sarayı ve İslâm dininin sembolü olarak Ayasofya, Sultan Ahmed, Süleymaniye, “Bilâd-ı Selâşe”, (Üsküdar, Galata, Eyüp) yer alır. Roman kahramanı Mansur Bey, vapurda seyahat ederken İstanbul manzarasına tesadüf edildiği sırada güvertedeki düşünceli haliyle tanıtılmıştır; “Aşağı yukarı yirmi, yirmi bir yaşında bir fesli delikanlı, şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak, iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu halde, azim ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu.” (s. 6) Romanın vaka tarihi 1860’lı yıllar olduğuna göre Mansur Bey’in 1840’lı yılların başında doğmuş olduğu sonucu ortaya çıkar. Mansur Bey’in doğum yılı, Tanzimat’ın ilan edildiği yıla isabet eder. Mansur Bey, dalgın duruşundan başka kusursuz ve özenli dış görünüşüyle de etrafındaki insanların dikkatini çekmiştir; “…delikanlının her hali ve davranışı, kalabalık içinde bile dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü teveccüh uyandırıyordu. Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri; uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı. Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti. Giyinmesi de sade ve zevkliydi.” (s.7) Mansur Bey, “gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu.” İstanbul’u (s.8). Mansur Bey’in seyahat ettiği vapurda “Boğaziçi ile İstanbul’un güzel ve birbirinden ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı turistler” (s.5) vardır. İstanbul’da yaşayan veya İstanbul’da bir sebepten bulunan insanlar, İstanbul’a bakış açıları itibariyle ikiye ayrılır. Müslümanların İstanbul algısı, daha çok maneviyata dönüktür. Avrupalı turistler veya İstanbul’da yaşayan gayri müslimler ise daha çok maddî mekânın görselliğine önem verirler ve ruhlarında Müslümanlarınki gibi dinî bir heyecan uyanmaz, mekânın taşıdığı anlamdan ruhlarına akseden bir saadet meydana gelmez. Bu ayrım, “İstanbul’a Geliş” bölümünde kişiler, İstanbul manzarasıyla buluşurken yapılmıştır. Vapurdan inen Mansur Bey’in yanına bir komisyoncu gelir. Amerika Oteli’ni tanıtan komisyoncudan beş kuruş yerine beş frank sözü işitince Mansur Bey’in canı sıkılır. Mansur Bey’in hilâfet merkezi İstanbul’da konuştuğu ilk kişi olan gümrük memuru onda iyi bir izlenim bırakmaz. Çünkü; Mansur Bey’in eşyalarını kontrol eden gümrük memuru, sandıktaki kitapları henüz incelemeden zararlı neşirden olmadığına kanaat getirerek görevini hakkıyla yerine getirmemiş bir kimsedir. Varna’dan hilâfet merkezi İstanbul’a hareket eden bir vapur vardır. İçinde İstanbul’u görmeye can atan turistlerin yanında düşünceli haliyle etrafındakilerin dikkatini çeken roman kahramanı Mansur Bey vardır. Mansur Bey hariç vapurdaki herkes belirmeye başlayan İstanbul manzarası karşısında heyecan dolu tepkiler verir. Mansur Bey ise İstanbul’a ilk defa gelmesine 104 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 rağmen onun harikulade güzelliklerine “…baka baka bıkmış gibi kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak, heykel gibi, davlumbaz kenarına dikilmiş duruyordu.” (s. 9) Mansur Bey, İstanbul’a ayak bastığında can sıkıcı hadiselerle karşılaşır. Memurların tedbirsizliği, özensizliği, Frenkçe yer isimleri, insanlardaki Frenk özentiliği canını sıkar. Devletinin istikbali adına endişelere gark olmuş bir halde İstanbul’daki ilk günü geride kalır. Mansur Bey’den bahisle “Bu delikanlı kimdir? Korku ve sevinçlerinin sebepleri nedir?” soruları atılan ilk düğümdür. İkinci düğüm, Mansur Bey’in Hünkâr İskelesi ve Balta Limanı sözlerini işitince halinin değişmesi ile atılmıştır. Romanın ilk bölümünde Hilâfet merkezi İstanbul’da toplumsal nizamın yokluğuna işaret edilen yerler vardır. Gümrük memuru, işi icabı Mansur Bey’in sandığındaki kitapları incelemekle yükümlü iken bunu yapmaz. Bir başka örnekte ise Frenk mağazasında görevli kişi ile hamalın kavgasına müdahale edecek zaptiye memuru, etrafta yoktur. Mansur Bey’in İstanbul’u gördükten sonra bile kayıtsızlık hali devam eder. İşte tam bu noktada Mansur Bey, Müslüman, namuslu bir genç olarak yüceltilir; “Doğuştan fedakârlık duygusuyla bezenmiş, kafası ilmî düşüncelerle aydınlanmış, millî fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, halini, istikbalini düşünerek zihnini yormuş, yerini yurdunu bırakmış, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki pek güçtür. Çünkü o hal, beşer ahlâk ve faziletlerinin hemen tek örneği bulunduğu için, düşünce âleminde henüz layıkıyla kendisini ortaya koymamış olan İslâmiyete mahsus yüksek bir vasıftır.” (s. 9) Mansur Bey, örnek bir Müslüman olmasından ileri gelen vasıfları nedeniyle etrafındaki insanlardan ayrılır ve yüceltilir. “Dinin ve iman kuvvetinin timsali gibi heybetle semaya doğru yükselmiş sayısız minareler ve kubbelerle taçlanmış bulunan İstanbul’un eşsiz manzarası bile, sanki Mansur Bey üzerinde, görünüşte, yanındakiler kadar bir tesir uyandırmadı.” (s. 13) gibi görünse de Mansur Bey herkesten ziyade mana denizinin derinliklerine inmiştir. İslâmiyet, İstanbul’un her yerine sinmiş, oradan da Mansur Bey’in gönül gözüne, ruhuna aksetmiştir. Rumeli Hisarı görüldüğü sırada İslâm inancıyla dolu kalbinden geçen iç konuşmaları şöyledir; “Ey kahraman Gazi! İşte senin Bizans anahtarın! Tarihin bunca kahramanlarının hayat ve iktidarlarını uğrunda harcadıkları halde açtıramadıkları o demir kapıları, müminlerin merkezi, cihan padişahlarının payitahtı olmak üzere, sen bu mübarek anahtarınla fethettin ve açtın!” (s.10) Batılı devletlerin, Osmanlı Devleti’ni içten ve dıştan parçalamaya ve Osmanlı topraklarına hâkim olmaya dair emelleri malumdur. Yunan/Latin kökenli Hristiyan milletlerin amaçlarına ulaşmak doğrultusunda hilâfet merkezinde açtıkları misyoner mekteplerinin varlığını öğrenen Mansur Bey, derin bir üzüntü duyar. Romanın neredeyse her sayfasında İslâmiyet’in yüce bir din olduğuna dair ifadelere, İslâmiyet’e kendini teslim edenlere has ağırbaşlı tavra rastlanır. Mansur Bey’in tasavvurunda 105 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Allah’ın kelâmını yaymaya memur vaizleri yetiştirmek üzere inşa edilmiş bir millî mektep” (s.12) olarak canlanan binanın takdim cümlesi bile inanç vurgusu yapıldığına yeterli bir delildir. Mansur Bey için Dolmabahçe Sarayı sadece mükemmel güzellikte bir yapı olarak izah edilemez, zaten o İstanbul içindeki mekânlara ve yapılara manevî bir gözle iştirak eder. Dolmabahçe Sarayı “…Halife-i rûy-ı zemîn ve sultanlar sultanı padişah hazretlerinin azamet ve ihtişamla oturdukları mukaddes daireler!” dir. “…Ümmetin ‘ikinci kıblegâh’ı” dır. (s. 12) Osmanlı padişahının sarayı göklere çıkarılmıştır. Romanda “…Osmanlılar tarafından her zaman coşkuyla söylenen ve tekrar olunan ‘padişahım çok yaşa’ duası” Frenk turistleri bile heyecana getirmiş, bu duaya “Vive Le Sultan- Yaşasın Sultan” diyerek onlar da katılmıştır (s.13). Osmanlı Devleti’nin kudreti ve büyüklüğü vurgulanmıştır. 550 yıllık varlığında topraklarını genişletmiş, üç kıtaya hâkim olmuş, milletleri bayrağı altında toplamış bir İslâm devletinin topraklarını bir bir kaybederken yaklaştığı hazin sondan kurtarmak çareleri adına romanda bir yandan Osmanlı Devleti yüceltilirken bir yandan da Osmanlı’yı çöküşe götüren toplumsal aksaklıklara eleştirel bir tavırla yaklaşılmıştır. Romanda Frenk milletlere özençle kendi değerlerinden uzaklaşan kişilerin eleştirisi yapılmıştır. Yazarın hassasiyetle üzerinde durduğu noktalardan bir başkası da işte bu millîlik algısıdır. “Mansur Bey, otelin kapısına geldiği vakit üzerinde yalnız Fransızca olarak ‘Hotel d’Amérique’i gördü. Türkçe yazıdan, rakamdan eser göremedi. Keza yerleşmiş olduğu odanın eşya ve döşemesini gözden geçirdiği sırada, bazı lüzumlu eşya ile seccadeyi aradıysa da bulamadı. Bunun için odanın döşemesini, genişliğini, bilhassa manzarasını beğendiği halde odadan, otelden soğudu.” (s.18). Mansur Bey, her şeyden önce inançlıdır, imanlıdır. Osmanlı Devleti’nin eski heybetli günlerine geri döneceğine dair sarsılmaz inancı, imanından ileri gelir. Sonra Osmanlı Devleti’nin mazisi ortadadır. “Toprağın her bir karışı birer tarih sayfasıdır. Gayret ve vatanseverlik kanıyla yoğrulmuş hayat ve kuvvet macunudur. Rahîm ve Rahman olan Allah’ın seçkin kullarına mekân olmuş birer ümmet ‘ziyaretgâhı’dır.” (s.20). Mansur Bey, Osmanlı Devleti’nin istikbalinin, mazisinden bile daha parlak bir hale geleceğine inanır. II. Bölüm: Maziye Dönüş Mansur Bey, İstanbul’a gelmeden önce mektebini bitirmiş, İstanbul’a “…din ve devlet hizmeti meydanına kendisini atmış”tır (s.23). Anavatanı ise Cezayir’dir. Dedesi, İbn-i Galib’tir. İbn-i Galib’ler Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıdırlar. Ailenin Fransızlarla münasebetleri çoktur. Mansur Bey üç yaşındayken babası Ebulmansur Fransızlarla yaptıkları savaşta şehit olmuştur. Mansur Bey’in amcası Ahmet el-Nâsır ise kardeşinin aksine Fransız taraftarıdır. Mansur, babası ölünce kendinden bir yaş küçük kardeşi Zehra ile amcasının himayesinde, onunla yaşamaya başlar. Ahmet el-Nâsır “…Mansur ve Zehra’yı şanına göre yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha tutmuştu. Bu suretle konağın köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış”tı (s. 26) 106 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mansur o günlerde yedi yaşındaysa sene 1850 ya da 1855’ti. Mansur ve Zehra, yetim çocuklar oldukları için amcasının çocukları tarafından hâkir görülür, kendileriyle alay edilirdi. En çok da Zehra ile alay edilirdi. Mansur’un çocukluk mizacı hakkında şunlar söylenir; “Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, bencilliğe meyilli olduğunu göstermekteydi. Yaradılıştan kalbi pek merhametli, yumuşak idiyse de, Çerkez dağlarında doğmuş, İstanbul’da büyücek bir ailede büyümüş, en sonra Ebulmansur gibi kahramanlığına mağrur bir yiğite eş olmuş annesinin üzerindeki tesiriyle, Mansur’un ahlâkında bazı uygunsuzluklar görülüyordu.” (Murat, 28) Mansur’un amcası, din kardeşlerinin gözünden düşmüştü. Abisinin İstanbul çağrısına da burun kıvırdı. Mansur’un annesi bu işe çok üzülüp İstanbul’a gitmek isterken Mansur’da bir İstanbul sevgisi oluşuverdi. İstanbul’da aç kalmadan yaşayabilmek için Mansur, tahsil görmesi gerektiğine kanaat getirdi, önce uzunca bir süre Marsilya’da bir pansiyonda kaldı ve eğitim aldı. Oradan üniversiteye devam etmesini sağlayacak bir diploma aldıktan sonra arkadaşı Henri ile birlikte tıp fakültesine başladı ve tıp tahsilini başarıyla tamamlayıp İstanbul’a gitti. Roman anlatıcısı, yazarın kendisidir. Mansur çocukluk âlemine daldığı zamanlarda bile her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilir. Hatta Mansur’un Rumeli Hisarı’nı gördüğü an zihninden geçen konuşmayı da birebir aktarabilecek güçtedir. Anlatıcı, dışarıdan her şeyi gören bir göz gibidir. Kanaatleri vardır, Mansur’un yakışıklı olduğunu söyler. “Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini, en ufak teferruatına varıncaya kadar, düşünce süzgecinden geçirdi.” (s. 32) Mansur’un çocukluk yılları Cezayir’de geçmiştir. Daha sonra Mansur, tahsiline devam etmek için amcasından izin alarak Fransa’ya gitmiştir. Amcasının konağı, Frenk dünyasına açılan bir kapı gibidir. Mansur, daha çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren inancına sıkı sıkı sarılmış bir yapıya sahiptir. Hatta tahsil gördüğü Fransa’daki arkadaşları ona “Büyük Sahra Filozofu” ya da “Ütopist” derler. Çünkü Mansur, inancına oldukça bağlıdır. “Mansur, İslâmcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de ‘paşa olmak istiyorsun’ yolunda az sataşma yapılmamıştı.” (s.41) Fransa’da tıp fakültesini birinci olarak bitirip devlete hizmet aşkıyla hemen İstanbul’a gitmesi, kuvvetli inancının göstergesidir. III. Bölüm: Görüşme Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda kalan konaklardan büyük ve eski olan yalnız süslemeleriyle de herkesin dikkatini çeken bir konağı, İbn-i Galiblerden Şeyh Salih Efendi tutar. İki karısı ve iki çocuğu vardır. Çocuklarından biri yirmi beş yaşında ve evli İsmail Rüşdü Bey, 107 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 diğeri on dokuz yaşında bekâr kızı Sabiha Hanım’dır. Zehra Hanım da bu konakta yaşamaktadır. İslâmî nizama göre düzenlenmiş olan bu konakta Şeyh Salih Efendi’nin sürekli oturduğu sofanın duvarlarından birinde Osmanlı İmparatorluğu’nun haritası, karşısında da Afrika’nın haritası asılıdır. Şeyh Salih Efendi sırtını Afrika haritasının asılı olduğu duvara yaslar ve karşısında Osmanlı İmparatorluğu haritası bulunur. Böyle olmasını özellikle istemiştir. Çünkü Salih Efendi kendini bir Arap addeder. Mansur Bey ise halis bir Türk ve Osmanlı olduğunu savunur. Çerkez annesi onunla hep Türkçe konuşmuş, annesinin telkinleri Mansur’u Osmanlı sevdalısı yapmıştır. Mansur Bey, İstanbul’a geldiğinin ertesi günü amcasının konağına gider. Orada sevilir, sayılır, konakta yaşaması konusunda ısrar edilir. Konakta Zehra ile karşılaşır. Küçüklükten aralarındaki düşmanlık başlayan ve Zehra’ca tek taraflı bir dargınlığa dönüşen münasebetleri, karşılaştıkları dakikalarda da devam eder. Zehra Hanım, Mansur Bey’e kinlidir. Mansur Bey ise kendini affettirmek ister. IV. Bölüm: İlk Adım Ve İlk Ümitsizlik Mansur Bey’in ağırbaşlılığı, dinine bağlı oluşundandır. Konağa gelmesi için ısrarlar eden İsmail Bey’e “Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslâmın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa kırmak istemem” (s.71) diyerek hassasiyetini gösterir. Mansur Bey, Tıbbiye Mektebi’ne müracaat eder ve işe başlaması uygun görülür. Tıbbiye Mektebi’nde işlerini tamamladıktan sonra Osmanlı nüfusuna kaydolur. Dolayısıyla arzu ettiği gibi artık bir Osmanlı’dır. İşlerini doğru yaparak herkesin teveccühünü kazanır. Yazar, bazen belirgin bir şekilde araya girer ve söze karışır; “Romanın şahıslarından bulunan bu Doktor Mehmet Efendi, Çankırılı halis bir Türk’tü.” (s.78) cümlesinde de görüldüğü gibi. Mansur Bey’in tıbbiyeden arkadaşı Mehmet Efendi tanıtılırken dindar bir kişi olduğu, beş vakit namaz kıldığı söylenmiştir (s.79). Bu iki arkadaş din ve devlete layıkıyla da hizmet etmiş, bu suretle işleri hep rast gitmiştir. Mansur Bey, aynı zamanda Hariciye kaleminde çalışmaya başlar. Bu kalemde çalışmak üzere yeterli donanıma sahipken amcası Salih Efendi, Mansur’un haberi olmadan iş için araya aracılar koymuş, Mansur’un yerini hazırlamıştır. Mansur ise her şeyden habersiz hakkıyla işe girdiğini zanneder. Eğitimli ve terbiyeli bir kişi olarak Mansur, kalemde tesadüf ettiği uygunsuz hallere ve haksızlıklara derhal müdahale eder. Sonuçta kalemde barınamaz. V. Bölüm: Güller Ve Dikenler 108 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bu bölümde vakanın çoğunluğu Şeyh Salih Efendi’nin konağında geçer. Konak içerisinde ayrılan haremlik, selamlık ve sofa bölümleri ile kişilerin kendilerine ait odalar da diğer iç mekânlar olarak yer alır. Salih Efendi’nin kızı Sabiha Hanım ile Gelin Hanım’ın arabayla gezintilerinde gittikleri yerlerden Kâğıthane ve Beyoğlu dış mekândır. Mansur Bey bin bir ısrarla konağa taşınmayı kabul etmiştir. Önceleri İsmail Bey’in kendisine gösterdiği yakınlığa, tatlı arkadaşlığa mukavele etse de onun kendisine uygun bir mizaca sahip olmadığını anlayarak uzaklaşmaya çalışmıştır. Çünkü İsmail Bey, Beyoğlu’na gitmeyi ve kumarı çok sever. Mansur Bey ise din ve devlet hizmetine kendini adamış bir gençtir. Mansur Bey, Zehra Hanım’a kendisini affetmesini talep ettiği bir mektup yazar ve gönderir. Mansur Bey iyi niyetini göstermiş olmasına rağmen Zehra biraz olsun yumuşamak yerine daha çok hiddetlenmiştir. Hâsılı namuslu; ancak içine kapanık yalnız bir kızdır Zehra. Mansur Bey’in de namuslu bir genç olduğu kişide şüpheye mahal bırakmayan bir gerçektir. Hatta Zehra Hanım da Mansur Bey’in iyi özelliklerinin olduğunu düşünür, yine de çocukluktan gelen hırsının önüne geçemez; “Zehra kitap okumak sayesinde dünyanın iyi ve kötü taraflarını öğrenmiş bir hanımdı. Bunları takdir etmemek elde değildi. Fakat Zehra, Mansur’un hiçbir halini takdir etmek istemiyordu. Düşüncesi, Mansur’un birçok hallerini ona zorla beğendiriyordu. Diğer taraftan Mansur’un doktorluktaki mahareti, mektep derslerindeki başarıları, hele fakir ve düşkünlerin tedavisinde gösterdiği fedakârca gayreti, İstanbul’da bir benzeri olmamakla ün salmış muayenehanesi, Mansur’u herkes tarafından tavsiye edilir hale getirmişti. Yirmi yaşındaki bir çocuk, koca İstanbul’da pek çabuk kendini kabul ettirmişti.” (s.130) Mansur Bey, kişilerle ilişkilerinde özenli, ahlâk ve terbiye sahibidir. Şeyh Salih Efendi, sofanın camından bakarken gördüğü komşusu Müzeyyen Hanım’ı beğenir ve onunla evlenir. Bu evlilikten bir çocukları olur. Gel gelelim Müzeyyen Hanım’ın abisi Raşit Efendi pek hayırlı bir kimse değildir. Memuriyetlerinde iyi hal gösterememiş, kötü niyetli bir adamdır ve kız kardeşi vasıtasıyla Salih Efendi’nin zenginliğinden yararlanmayı aklına koymuştur. Sabiha Hanım, herkesçe kendine yakıştırılan Mansur Bey’e açık veya gizli bir muhabbet besler; ancak Mansur Bey’den karşılık bulamadıkça türlü oyunlara başvurur. Beğenilmekten hoşlanan Sabiha Hanım, Mansur Bey’in ilgisizliği ile ara ara hırslanır görünür. Romanda Mansur Bey ve Zehra Hanım, herhangi namussuz davranışları olmayan kişiler olarak tasvir edilirken konaktaki diğer kişiler Şeyh Salih Efendi’nin oğlu İsmail ve gelini, kızı Sabiha Hanım, kaynı Raşit Bey, ahlâk ve terbiyeye önem vermezler. Sebebi Mansur ve Zehra’nın yeterince tahsil görmüş, terbiye sahibi kişiler olmalarıdır. Kişinin terbiyeli olabilmesi, yeterli tahsilinden ileri gelir. Osmanlı Devleti’nin kötü gidişatı, iyi tahsilli kişilerin devlet dairelerinde yer almasıyla, topluma fayda sağlayabilecek mevkilere gelmesiyle önlenebilir inancı ile yazarın örnek bir tip olarak Mansur Bey’i yarattığı görülmektedir. Mansur Bey, hem iyi bir Müslüman hem de 109 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tahsilli bir genç olarak dürüst karakteriyle ön plandadır. Aynı şekilde Zehra da karakter sahibi Müslüman, akıllı bir genç kızdır. Bu iki tipin hal ve hareketleri, diğer roman kişilerinden tamamiyle ayrılır. Yazar, eğitimli ile eğitimsiz arasındaki farkı vurgulamıştır. VI. Bölüm: Ortak Emeller ve Zıt Fikirler Mansur Bey, hayatta halka hizmetten başka gayesi bulunmayan bir gençtir. Osmanlı halkına hizmet aşkıyla yanıp tutuşur. Aldığı eğitim ve terbiye sayesinde de hizmete layıktır. Osmanlı Devleti, o yıllarda zor bir dönemden geçmektedir. Devlet dairelerinde çalışan kişilerin, görevlerini icap ettiği gibi yerine getirebilmesi, herkesin canla başla devletin iyiliği için çalışması gerekmektedir. Ancak, devlet dairelerinde bazı usulsüzlükler vardır ve Mansur Bey bunları iyice gözlemleyerek teşhis edebilmiştir. “İnsanları, usulü, nelerin eksik ve nelere muhtaç bulunduğumuzu öğrendim. Biz doktorlar önce hastalığın teşhisine çalışırız. Cemiyet içindeki hastalıklar hakkındaki düşüncelerim yanlışmış. Cemiyetimizin düzeltilmesi için ben çok şeyler lazım zannederdim. Cemiyetteki bozuklukları zannettiğimin iki misli buldumsa da onların düzeltilmesi çarelerinin de tahminimden pek az olduğunu anladım.” Bu çareler, “Herkesi okutmak ve eğitmek!”tir. (s.141). Mansur Bey’in bu yolla halkın ve devletin iyileşeceğine inancı tamdır. Salih Efendi, Cezayir’de bir direniş hareketi başlatmak ister. İlk bakışta Cezayir ve Cezayir halkının kurtuluşu için çabalıyormuş gibi görünse de bu işten çıkarları vardır. Bu yolda Mansur’un da yer almasını ister ve kandırmaya çalışır, başaramaz. Kendisi gibi Arap milliyetçisi olan Ahmet Şunudî adlı bir kişiyi, Mansur’u kandırmak üzere görevlendirir. İkisi arasında geçen konuşmalarda Mansur ırkçılığa karşı din kardeşliğini savunur ve hilafet merkezinin güçlenmesi ile bütün İslâm ülkelerinin selamete kavuşabileceğini açıklar. “İslâm kuvvetlerinin ağırlık merkezi, padişahımızın arzu ettiği seviyeyi bulacak olursa, istediğimiz teferruat hep birden gerçekleşebilir. Halbuki uyanıklar her tarafa dağılarak komutansız, merkezsiz, disiplinsiz harekete kalkışırlarsa tek ve ortak bir gayeye varılamaz. Tek başına gayret neticesiz, faydasız olarak muhalefet denizinde kaybolup gider.” (s.155) Hristiyan milletler tarafından işgal edilen Osmanlı topraklarının yeniden kazanılması için idarenin merkezden kuvvetlendirilmesi inancına sahiptir Mansur Bey. Bütüncül bir bakışı vardır. Bu bakış, İslâmiyet’e kesinlikle uygunluk gösterir. Nitekim din kardeşliği ve cihad, İslâmiyet’in bütüncül ve kapsayıcı özelliklerindendir. “İslâm birliğinin kurulmasını sağlayacak kılıç değildir, maariftir.” sözüyle Mansur Bey, Cezayir’de planlanan direniş hareketine karşı çıkar. (s.157) Salih Efendi’nin ailesi, Ağustos’ta köydeki yalıya geçmiştir. Bu yalının bahçesinde küçük bir köşk vardır. Mansur, ev ahalisinden uzakta olmak amacıyla bu köşkte yaşamayı tercih etmiştir. VII. Bölüm: Vicahî ve Gizli Aşk 110 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mansur’un köşkten çıkmadığı bir gün Sabiha Hanım, yalının bahçesinde gezerken Mansur’u görür ve kendince bir bahane uydurarak köşke girer. Bu cesaret karşısında Mansur, şaşırır ve Sabiha Hanım’a gitmesini söyler. O sırada Zehra ile Fatma Hanım da yalının bahçesindedir, olanları görmekte ve söylenenleri işitmektedirler. Sabiha Hanım, teşebbüsünde daha da ileriye gider ve ısrarcı davranmaya başlar. Buna karşılık Mansur Bey; “… Ben evlenmek fikrinde değilim. Ben varlığımı aileye adayamam. Çünkü varlığım devlet hizmetine adanmıştır.” diyerek bir kez daha ideallerini yinelemiş olur. (s.166) Zehra ile Mansur’un birbirlerini çözmeye başladıkları bölüm, bu bölümdür. Zehra, Fatma ile birlikte Mansur’un köşküne girer. Orada Mansur’un ‘Alter Ego’ yani diğer ben adlı, günlüğünü bulur ve okumaya başlar. Mansur’un ne derece büyük bir insan olduğunu anlar, kendisine zannettiği gibi bir rakip olmadığını görür, hırslarından arınır. Köşkten çıkarlarken, Zehra günlüğe bir not kaydeder. Bunu gören Mansur, Zehra’nın günlüğü okuduğundan böylece haberdar olur. VIII. Bölüm: Med ve Cezir “Talih ve ikbalin yüzü Şeyh Salih Efendi’ye dönmüştü. Davası kazanılmış, on beş seneden beri o dava için sarfettiği parayı dahi faiziyle almıştı.” (s.178) Bundan sonra, Salih Efendi’ye hürmetler artmış, kapısından adam eksilmez olmuştur. Yardım isteme ve adam kayırma olayları, Mansur’un canını sıkmaktadır. Mansur’un can sıkıntısı hal ve hareketlerinden anlaşıldığı gibi, aynı ahlaka sahip olan Zehra’nın da haksızlık ve namussuzluklara verdiği tepkiler aynı olur. Raşit Efendi, karısı Emine ile birlikte Sabiha Hanım’a bir oyun oynarlar. Raşit, çıkarları için kullanacağı Kazım ile Sabiha’yı bir araya getirir. Sabiha, Kazım’ın aşk hamlelerine karşı koyamaz, birbirlerine sarılırlar. Zehra bu olayı fark eder ve Sabiha’yı köşkten almaya gider, oradaki düzenbaz insanlara hadlerini bildirir. Namus ve iffet neyi gerektiriyorsa onu yapar. Bu hareketlerinde iyi eğitim almış olmasının payı büyüktür. Nitekim Sabiha eğitime ve terbiyeye önem vermeyen bir mizaca sahiptir. IX. Bölüm: Yeni Bir Görüşme Zehra, önceki bölümde yaşanan hadiseden sonra hasta olur. İyileştirmek için Mansur Bey gelir, muayene eder. Birbirlerine artık daha farklı baktıklarını anlarlar. Mansur, Fatma Hanım’a Zehra’yı yanlarında götürmesini ve Zehra’nın orada istirahat etmesini söyler. Daha sonra Reis Efendi ile Emin Paşa, Salih Efendi’nin yalısına gelirler. Kazım Bey’in ricasıyla Salih Efendi’nin kızını isterler. O esnada tabi devlet düzeninden, işleyişi bozan hallerden söz açılır. Mansur Bey, eğitimli, iktidara sahip kimselerin ellerinden gelecek şeyler olduğunu savunsa da Emin Paşa’dan aksi yönde karşılık bulur; “Siz Avrupa’da tahsil etmişsiniz. Tahsil için her sene biz bu kadar genci Paris’e gönderiyoruz. Lakin hiçbiri istediğimiz şekilde dönmüyor. Terbiyesi, ahlâkı bozularak istifade 111 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 olunur halleri kalmıyor. Öğrendikleri de süslü giyinmek, eğlenceleri için israfta bulunmak, ahlâk ve din duygularını kaybedip Frenk olmaktan başka bir şeyleri göremiyoruz.” (s. 218). O dönemde baş gösteren yanlış batılılaşma sorununa temas edildiği açıktır. Buna karşılık Mizancı Mehmet Murat’ın Mansur Bey kişisiyle örnek bir tip oluşturmaya çalıştığı söylenebilir. Emin Paşa ile Mansur Bey arasında, devlet işleri hakkında meydana gelen söz dalaşı sonunda Mansur, iyice hiddetlenerek kalkar gider. Emin Paşa ise, onun “muzır” takımından olduğu hükmünü verir. “Zamanı gelince icabına bakılmak üzere Mansur, Paşa’ca mimlen[ir]” (s.224) “İlerleme ve kalkınma için, din ve ahlâk sayesinde devlette, millette eşsiz bir kabiliyet varken, durgunluk çökmesine tamamiyle mana veremiyordum. İşi şimdi anladım! Müthiş hakikati öğrendim: Devletin, padişahın sadık kullarına, sevenlerine hizmet meydanı kapaılmıştır!” (s.226). Bunun çaresi ise “Yine maariftir, yine maarif!...” (s.226) X. Bölüm: Dolaplar Döndü Mansur Bey’in başka bir insan olduğunu, etraftan kimseye benzemediğini herkes anlıyordu. O kendini, vatana hizmet etmeye adamış biriydi. Bu yolda yürümeye inanmıştı ve disiplinli bir şekilde de ilerliyordu. Mansur Bey’in farkını Zehra anlıyor, Şeyh Salih Efendi görüyor ama ne olduğunu anlamıyordu. Şeyh Salih Efendi’nin ikinci hanımının kardeşi, hain Raşit Efendi, ablasından olan çocuğu tek varis yapabilmek için İsmail Efendi’ye suikast düzenlemiş ve amacına ulaşmıştır. Sıra Sabiha Hanım’a gelmiş, onu da zehirletmiştir. Emellerinin önüne geçeceğini düşündüğü Zehra ve Mansur’u da ortadan kaldırmak istemiş; fakat son olarak hamlede bulunmuş ve evi yakmışken Mansur’a yakalanmıştır. XII. Bölüm: Hesabın Sonu İşler yoluna girdi, hesaplar görüldü. Şeyh Salih Efendi, felçli haliyle vasiyetini yazdı. Tüm mal varlığını Mansur Bey’e bırakmıştı. Mehmet Efendi ve Fatma Hanım evlendiler. Sıra Zehra ve Mansur’a gelmişti. Salih Efendi, vasiyetinde Mansur’a Zehra ile evlenmesini söylemişti. Fakat Mansur, “kendisini bu hususta mazur görüyordu. Bunun için birçok seyahatler yaparak derdini dağıtmak istedi.” (s. 270) “Amcasından kalan serveti olduğu gibi bankaya yatırmış, bir kuruşunu kendi nefsi için sarf etmeyerek hepsini yayın işleri ve hayır müesseseleri için kullanmaya karar vermişti. Önce Kayrıvan’da açtırmış olduğu mektebi genişletmek üzere Tunus’a gitmişken, Fransız konsolosunun entrikasından dolayı Tunus hükumeti, mektebi genişletmek ve geliştirmek için müsaade etmedikten başka, hatta mevcut olanı dahi kapatmış ve yasaklamıştı.” (s.270). Mansur Bey, paraya pula tamah etmeyen bir mizaca sahiptir. Her şeyi, vatanı için yapar ve bunun için varını yoğunu harcar. 112 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mansur Bey, Hersek’e gitmiştir. “Bir vakitten beri Hersek’te çıkan ihtilal, dünyanın dikkatini üzerine çekmekteyken hala arkası alınamamıştı. Mansur, Osmanlı askerlerinin eşsiz kahramanlık ve cesaretini bildiği için buna hayret ediyordu. Zihninde ihtilali büyütüyordu. Gitti, gördü. İhtilalin tek başına ehemmiyeti yoktu. Bir iki devletin konsoloslarından destek gördükleri için sayısı beş bine varamayan çeteciler âlemi meşgul etmekteydi. Bu çetecilerin sıkışınca Avrupa hududuna sığınarak Avusturyalıların yardımıyla tekrar geri geldiklerini işitip inanamamış bulunan Mansur, hususî olarak Avusturya konsolosluğuna gidip konsolos ile görüştü.” (s. 271-272) Avrupa siyasetini gören ve anlayan Mansur, İstanbul’a döndüğünde bildiklerini gazetelerde yazmaya başladı. “… Avrupa bu siyasetinde devam ettiği takdirde, meydana gelecek felaketin, şimdiden kestirilemeyecek kadar büyük olacağını ve sonunda, Avrupa’nın başına gelecek büyük bir gaile şeklinde tesiri görüleceği hakkında bir makale yazmıştı.” (s.272). Mansur Bey, 93 harbini önceden görmüş ve haber vermiş gibidir. Mansur Bey, Aydın’daki çiftliğe gider ve orada kendini inzivaya çeker. Hayır işlerine orada da devam eder. Bir gün yanına, Mehmet, Naime, Fatma Nuri, Zehra Hanım gelir. Ahmet Şunudî de gelir. Beraber mutlu mesut günler geçirirler. Herkes layığını bulmuştur. Zehra ve Mansur da birbirlerine aşklarını itirafla evlenirler. Kazım ve Emine de randevu evlerinde rezalet ve sefahat çirkefine batarak tam da kendilerine layık bir hayat yaşarlar. Bitiş: Mektuplaşmalar Mansur Beyi Veliler köyünde yaşarken Anadolu halkının ahlâkını gördükçe mesut olmaktadır. “Sadakat, kanaat, metanet, tahammül, bunlarla beraber dindarca itaat ve bağlılık…” (s.289) hep Anadolu insanın mevcut olan özelliklerdir. Doktor Mansur, oğlu Mahmut ve karısı Zehra’yı İstanbul’a gönderip Mehmet ve Fatma’ya emanet ederek savaşa katılmıştır. Bu dönemde Mansur iyice yorulmuş ve yıpranmış olacak ki 1879 senesinde bir hastalığa yakalanmıştır. Hava değişimi için Trablus’tan Sudan’a gitmiştir. Ancak orada iyice kötüleşmiş olup İstanbul’a dönemeden vefat etmiştir. Mansur’un, karısı Zehra’ya yazdığı son mektupta sağlığından bahsederken yine sarsılmaz bir inançla Müslüman olduğunu gösteren cümlelere rastlanır. “Allah’a her dakika şükrettiğimiz gibi lütuf ve mucizesini de bekleriz. Lakin doktorca söylemek icap ederse o yolda bir mucize görünmedikçe İstanbul’a gelmeye ömrümün yeteceği şüphelidir. Sen başka kadınlar gibi değilsin. Hakikati, Allah’ın takdirini cesaretle karşılamaya muktedirsin.” (s.311) Son günlerinde bahtiyar olduğunu söyler. “Çünkü ‘Devlet-i edeb-müddet’in saadet ve yükselme baharının şerefle geldiğine artık şüphe[si] kalma[mıştır].”(s.312) Sonuç 113 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Karabey ve Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı romanlarındaki olayların 1870’li yıllarda geçtiğini, Mostar ve İstanbul şehirlerinin o dönemde Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan iki şehir olduğu söylemiştik. Zaman ve mekân açısından ortak özelliklere sahip bulunan bu iki romanı asıl birleştiren unsur ise inançtır. Romanlarda millî kimlik yerine İslâmiyet ön plana çıkarılmıştır. Romanların başkahramanları Karabey ve Mansur Bey’in de hemen hemen aynı vasıflara sahip oldukları söylenebilir. Karabey, tıpkı Mansur Bey gibi iyi bir eğitim almış, etrafındaki insanların sevgisini kazanmış, inançlı bir kişidir. İkisi de zengin birer aileye mensuptur. Mansur Bey, iyi bir eğitim alabilmek ve bu eğitimle vatana hizmet edebilmek maksadıyla Fransa’nın Marsilya kentine gitmiştir. Karabey ise, yönünü hilâfet merkezi İstanbul’a çevirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da İslamî ilimleri öğrenmiştir. Mansur Bey tipine çok benzeyen Karabey tipi de elindeki gücü, halka hizmet etmeye kullanır. Adalet arayışındadır. Haksızlık yapanları, Mansur Bey gibi eleştirir. Karabey, Mostar’daki “Müftülük görevine devam eder; hem dinî hem dünyevî meselelerde dürüstlüğe sonuna kadar bağlı kalması, insanların ondan uzaklaşmasına neden olur.” (İbrişimoviç, 2007: 9). Karabey de tıpkı Mansur Bey gibi değişken bir mizaca sahip değildir. İkisinin de sağlam bir karakteri, kendinden emin bir duruşu vardır. Ve iki karakter de romanın ilerleyen bölümlerinde kendilerini inzivaya çekerler. Karabey ve Mansur Bey kişileri etrafında gelişen olaylara bağlı olarak eserlerde sıkça inanç vurgusu yapılmıştır ve bu vurgularda aynı tarzın kullanıldığı görülür.Temelde iyilik ve kötülüğün karşı karşıya getirilerek iyiliğin yüceltilmiş olduğu söylenebilir. Kötülerin karşısında sağlam inançları ve Müslüman olmalarından ileri gelen ağırbaşlı duruşlarıyla Karabey ve Mansur Bey tipleri vardır. İyilik ve kötülük ikiliği, İslamiyet’in insanlara haramdan, günahtan sakınmayı tembihleyen yanına yapılan bir göndermedir. Kötülük yapanlar, her iki romanın sonunda da layıklarını bulurlar. Karabey ve Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı adlı romanların farklı dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen fikrî cihette birleşmeleri özellikle dikkate değer bir noktadır. Ancak Boşnak edebiyatı hakkında Türkçeye çevrilmiş kaynakların sınırlı olması ve eserin Türkçeye çevrilmiş olan nüshası üzerinden bir inceleme yapılmış olması sebebiyle değerlendirmelerin yeni yeni ortaya çıkan veriler ışığında değişeceği muhakkaktır. . Kaynakça Aktaş, Şerif. Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. Ankara: Akçağ, 2005 114 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Ankara: Aydın Kitabevi, 2000 Duymaz, Recep. Üç Tarz-ı Siyaset ve Akımlar. İstanbul: Boğaziçi, 1995 Emil, Birol. Son Dönem Osmanlı Aydını Mizancı Murad Bey. İstanbul: Kitabevi, 2009 Hasanagic, Senad. Osmanska Tolerancija (Osmanlı Hoşgörüsü). Zalihica İbrişimoviç, Necad. Karabey. Çev. Suat Engüllü. İstanbul: Sakarya Valiliği Kültür Yay, Mayıs 2007 Mehmet Murat. Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı!. Haz. Ali Kahraman. İstanbul: Morpa Kültür, 1995 Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I. İstanbul: İstanbul, 2010 Özön, Mustafa Nihat. Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi II. İstanbul: Devlet Matbaası, 1932 Tanpınar,Ahmet Hamdi. 19’uncu. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan, 2003. Taplamacıoğlu, Mehmet. Din Sosyolojisi. Ankara: Ankara Ünv., 1983. Timur, Kemal. Tanzimat Dönemi Türk Romanında Din Duygusu ve İnançlar. Turkish Studies, Winter 2009, s.2089-2125. 115 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KIRGIZCA ve TÜRKÇE’DE EKLERİN DUYGU DEĞERİ FONKSİYONLARI Ayşen KOCA Ergün KOCA ÖZET Duygu değeri bir mana kategorisidir. Türkçe’de ve Kırgızca’da duygu değeri oluşturmada morfolojik unsurlardan istifade edilmektedir. Eklerle sağlanan duygu değeri hem yazınsal metinlerde hem de günlük hayatta aktif kullanılmaktadır. Türki dillerden Kırgızca ve Türkçe’de eklerle sağlanan duygu değeri izleklerinde hem dilsel hem de psiko-sosyolojik pek çok ortak yön mevcuttur. Bu bildiride duygu değeri oluşturmada Kırgızca ve Türkçe’deki eklerin tesbitine, duygu değeri izleklerinedair örneklere, duygu değeri açısından iki dildeki benzerliklere ve farklılıklara yer verilecektir. Anahtar kelimeler: ekler, duygu değeri, morfolojik unsurlar. The Functions Of Emotive Value Of Endings İn Kyrgyz And Turkısh Languages Abstract Emotive value is a meaning category.in creating an amotiva value in the Turkish and Kyrgyz languages, morphological devices are used. Emotive value formed with the help of suffixes are actively used in both written texts and everyday life.Among Turkic languages, emotive value isotopes by suffixes have enough linguistic and psycho-sociologicialsimilarities.The aim of this work consists of diagnosing suffixes in Kyrgyz and Turkish in forming an emotive value, indentifying isotopes concerning the emotive value with the help of examples, comparing and contrasting the two languages from the point of emotive value. Key words: suffixes, emotive value, morphological devices. Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye; aysen_koca71@hotmail.com Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye; e.koca06@gmail.com 116 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Giriş Duygu değeri sözcüklere bazan renkli, parlak, ışıltılı, göz kamaştırıcı elbiseler giydirirken bazen hüzünlü∕sevinçli, korkulu∕cesaretli, sevimli∕sevimsiz, şefkatli∕ merhametsiz, destekleyici ∕ köstekleyici, canı yanmış ∕ acımasız, merhametli∕alay edici vb. kişilikler de kazandırır. Konuşmacı veya yazınsal metinlerde yazar, tesiri altında kaldığı psikolojik etkileri duygu ve düşünce dünyasında kavrayıp kendinde oluşan tepkileri diline ait ögeleri ve üslupsal vasıtaları kullanarak söyler, yazar. Duygu değeri oluşturmada Türkçe’de ve Kırgızca’da dilin fonetik, leksik, sentaktik ve morfolojik unsurlarından faydalanılmaktadır.[1] Türk ve Kırgız dilinde duygu değeri oluşturmada morfolojik unsurlardan (eklerden)hem konuşma dilinde hemde yazınsal metinlerde oldukça fazla istifade edilmektedir. Kırgızca’daki –ым, -ке,-айын,-тай,-кай,-чак,-гыр,-гой,-жан;Türkçe’de ise -m -ım, -im, -cık, -cik, -cak, -cek, -cağız, -ceğiz eklerinden ve bu eklerin getirildiği kelimenin son hecesinin vurgu ve tonlama yoluyla uzatılıp kısaltılmasıyla emosyonel mana kategorisi oluşturulmaktadır. Bu ekleri ve oluşturdukları duygu değerlerini sırasıyla analiz etmeye çalışacağız. 1. –m,–Im, -Um, ( –ым,-им)Ekleriyle Oluşturulan Duygu Değeri Öncelikle Türkçe’deki–m,–Im, -Um, Kırgızca’daki –ым,-имeklerinin getirildiği her sözcüğün duygu değeri ifade edemeyeceğini söylememiz gerek. Örneğin kitab-ım, kalem-im, ev-im sözcüklerinin herhangi bir teksteki somut manası ele alınamayınca emosyonel- ekspresiv manaya sahip olamaz. Bu yüzden bu tür sözcükleri duygu değeri ifade ediyor şeklinde nitelendiremeyiz. Ancak leksik manasında herhangi bir duygu değeri taşıyan sözcüğe eklendiğinde –m,–Im, -Um, ∕ –ым,-им ekinin kendisi de, eklendiği sözcük deüslupsal bir renge sahip olup duygu değeri ifade etmeye gücü yeter. Böylelikle –m,–Im, -Um, (–ым)eki getirilen sözcükler sözlük anlamının dışında yeni bir anlam kategorisine sahip olarak dile getirilen fikre karşı (memnuniyette olma, beğenme saygı, sevgi,nazlama, memnuniyetsizlik, nefret, beğenmeme, alay, kızma, nefret vb.) duygusal değerlendirmeleri bildirir. - Oğlum Tosun, dedi. Sana bir iş çıktı. Senin gibi at sürecek er yok.Padişah fermanını şimdi al.Niş’e götür...oradaki beye ver.( Ö.Seyfettin, S.Hikayeler.383) (beğenme/esenlikli) - Ah yavrum, şefkat/esenlikli-esenliksiz) muhacirler gelmiş...(Ö.Seyfettin, S.Hikayeler.453)(korku, - Yalan yavrum yalan...diyordu.(Ö.Seyfettin, S.Hikayeler.452)(korku, nazlama, yalvarma/ esenlikli-esenliksiz) Bu örneklerde yer alan oğlum,yavrum sözcükleri –m,–Im, -Um, (–ым)eki sayesinde duygu değerine sahip olmuştur. Türkçe’deki ve Kırgızca’daki арстан- жолборс-arslan, козу -kuzu, koç, ceylan, букачар- tosun, kedi, күчүк - enik,кулун - tay,бото –devegibi sözcükler ise ek alsa da almasa 117 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 da kişilere yönelik kullanılıp, manayı güçlendirerek övgü, nazlama, beğenme, taktir etme vb. duygusal değer izlekleri bildirme maksatıyla kullanılabilmektedir. -Haydi arslanım, S.Hikayeler.383) çabuk, yolun uğurlu Башкага жаман көрүнсө,өзүмө nazlama,şımartma/esenlikli) olsun diye жакшыарстаным. gülümsedi.(Ö.Seyfettin, (Т.М.)(эркелетүү - Tosunum haydi göster kendini!(K.D.)(эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli) Canım kuzularım nazlama,şımartma/esenlikli) sizleri bilseniz ne kadar özledim.(K.D.)(эркелетүү- Yukarıdaki Türkçe ve Kırgızca örneklerde yer alan arslanım- арстаным, tosunum букачарым, козу-m kuzum, kuzularım sözcükleri insanlara yönelik kullanılıp övme, nazlama, şımartma, beğenme, taktir etme vb. duygusal değerlendirmeleri bildirmektedir. Ыйлабачы,кулунум! Ыйлабачы! Мен сага атаңдаймын. Эч кимге кор кылбайм. Коё турчу, кичине нават бар эле, уулума алпаратам, ал эмгиче жүгүрүп калгандыр,күчүгүм!(эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli) Күндөп издейт боз иңгенак ботосун, түндөп издейт боз иңген ак ботосун, зарлап издейт боз иңген. Кайдасың, каракөз ботом? Эмчегим сыздап, сүтүм агат,аягым ылдый сарыгат,ботоюм. Кайдасың... (Ч.Айтматов) (эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli) Bu Kırgızca örneklerde yer alan ботой,ботомsözcüklerinin duygu değerine bakacak olursak şunu görürüz.Bu örneği, edebi bir metnin bir parçası olarak değerlendirirsek ботоюм sözcüğünün hayvan için kullanılıdığı, onun hislerini sezdirme maksatının varlığı anlaşılır. Fakat yazınsal metnin tamamı değerlendirildiğinde yavrusunu arayan devenin şefkat ve merhametini değil dünyanın karmaşası içinde adalet arayan kahramanın (insanın) içinin yanmasını, acımasını, merhametten hatta kaygıdan kaynaklanan kızma hislerini de çağrıştırdığı görülecektir. Yazarın, tekste kullandığı иңген – deveöylesine bir deve değil insanileşririlen bir deve niteliği taşımaktadır. Buna bağlı olarak kullanılan ботом (deve için yavrum)sözcüğünün duygu değeriарстаным-arslanın, кулунум-at için yavrum , күчүгүм- köpek için yavrum sözcüklerine göre daha güçlü, daha betimleyicidir. Buradan hareketle hem Türkçe örnekler hem de Kırgızca örnekler için yazınsal metinlerde edebi üsluba göre yapılan kişileştirmeye, (yapısı itibariyle yakın olanı canlandırma, cansız nesneyi canlı nesne gibi tasvir etme) bağlı olarak da –m,–ым(m, -Im, -Um) ekleri, cansız nesneyi adlandıran sözcüğe eklenerek duygu değeri oluşturma gücüne sahip olmaktadır diyebiliriz. -m,-ым(-Im,-Um) eki günlük konuşma dilinde de edebi metinlerde de özel isimlere getirildiğinde nazlama, şımartma, beğenme, hoşlanma, taktir etme, acıma merhamet etme, korku vb. gibi esenlikli/esenliksizduygu değerlerini bildirmektedir. 118 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gülfem’im, yavrum, derslerinde başarılı olman bizi çok mutlu ediyor.(K.D.) (beğenme,nazlama / esenlikli) Didem’im de okula başladı.. (K.D.)(beğenme,nazlama,şefkat / esenlikli) Han Duvarları ................................ Garibim namına Kerem diyorlar Aslı’mı el almış harem diyorlar Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben(F.N.Çamlıbel, H.Duvarları,19)(beğenme, üzülme, kaygı, pişmanlık, özlem / esenliksiz) Разагым аларды кийип, кудуңдап кубанып, чикитин ойноп жүрө бере турган. Ошентсе да балам жетинчи класстан тез өзгөрүп кетти. Мурдагы кийимдерин жерип,элдин балдарычылап жаңы пальто,жакшы шым-костюм кийгиси келип...(О.Айтымбетов)( эркелетүү, жакшы көрүү) Разагым, кагылайын, ошол жылдан тартып айыл жумушуна баш-оту менен аралашат. Жайкы каникул сайын үч ай бою жүгөрү отоодо, чөп чөмөлөөдө иштей турган.(О.Айтымбетов.)( эркелетүү, жакшы көрүү) Yukarıdaki örneklerdeki Gülfem’im, yavrum ve Разагым(Razag’ım), балам (balam) sözcüklerinin ikisi de aynı çocuk için söylenmiştir. FakatРазак(razak) ve Gülfemsözcükleri– ым (-Im) eki yardımıyla sevme, nazlama duygusal değerlendirmelerini içermektedir. Ancak балам(balam), yavrum sözcükleri bu kadar güçlü bir emosyaya sahip değildir. Özel adlar hitap edenin gözünde zaten belli bir emosyaya sahiptir. Getirilen ek ile bu sezgisel güç daha da artmakta hem söyleyende hem dinleyende hem de okurun hissiyatında tesirli duygu değerleri çağrıştırmaktadır. –m, -Im, Um,–ым ekinin aynı metnin içinde birden fazla sözcüğe getirilmesi ve metin içindeki tekraralar ile o metnin baştan ayağa emosyaya sahip olması da sağlanabilmektedir. Bunun örneklerini şair E.İbraev’in“ Балама- Balama”ve Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun“Karadut’’ adlı şiirlerinde görebiliriz. Karadut Karadutum, çatal karam, çingenem.(tatlı- sert sevme, beğenme, hayranlık /esenlikli) Nar tanem,nur tanem, bir tanem. (beğenme, çok sevme/esenlikli) Agaç isem dalımsın salkım saçak. (bağlılık, ihtiyac hissetme, taktir etme, övme /esenlikli) Petek isem balımsın ağulum. (bağlılık, ihtiyac hissetme, taktir etme, övme /esenlikli) Günahımsın, vebalimsin.(her durumda razı olma, beklentisiz olma /esenlikli) Dili mercan,dizi mercan, dişi mercan, Yoluna bir can koyduğum, 119 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gökte ararken yerde bulduğum, Karadutum,çatal karam, çingenem.(tatlı- sert sevme, beğenme, hayranlık /esenlikli) Daha nem olacaktın bir tanem.(beğenme, çok sevme/esenlikli) Gülen ayvam,ağlayan narımsın.(her durumda beğenme, sevme, hoşlanma/esenlikli) Kadınım, kısrağım,karımsın.(B.R.Eyüboğlu)(sahiplenme, beğenme, nazlama, övme, destekleme/esenlikli) “Көлөкөм” деп көңүл ачарым, “Берекем” деп жарпым жазарым, Бал татыган былдыр тили бар, Балам- бактым,балам-базарым. Gölgem diye gönül açarım. Bereketim diye rahatlarım. Bal gibi tatlı dili var, Balam-bahtım, balam-pazarım. Көңүл төтө кылган медерим, Gönlümü dinlendiren, mederim Көзүмдөгү эки карегим Gözümdeki iki gözbebeğim. Канттан таттуу, гүлдөн жыты артык Şekerden tatlı, gülden güzel, Кандан чыккан асыл данегим. Kandan çıkan asıl özüm. Самаганга жетер кулачым, Сагынганда жыттар кубатым, Башкаларга эч бир алмашпас, Бар байлыгым,мүлкүм,мурасым. İstediğime yeter kulacım. Özlediğimde koklayan kuvvetim, Başkalarıyla hiç değiştirilmez, Servetim, mülküm, mirasım. Катылган сыр, оюмду ачарым. Gizli sırrımı, düşüncemi açarım. Каткырыгым,моюндашарым. Gülüşüm, kucaklaşmam. Картайганда арка бел болор, Yaşlandığımda destek olacak, Кагылайын орун басарым. Kurbanı olduğum, dayanağım. (Şiirdeki izlekler: nazlama, sevme, taktir etme, beğenme, kıymet biçme, sahiplenme, beğenme, nazlama, övme, destekleme/esenlikli) Bedri Rahmi Eyuboğlı’nunbu şiirinde-m,-Im, -Um, –ымeki getirilerek oluşturulan ‘‘karadutum, çatal kara-m, çingene-m, nar tane-m, nur tane-m, bir tane-m, dal-ım-sın, bal-ım-sın, günah-ım-sın, vebal-im-sin, gülen ayva-m, ağlayan nar-ım-sın, kadın-ım, kısrağ-ım, karI-msın’’sözcükler sayesinde şairin sevdiği kadına yönelik duygusal değerlendirmelerinin çeşitliliği göz önüne serilmektedir. E. İbrayev’in şiirinde ise “көлөкөм, берекем, баламбакытым, балам, базарым, медерим, карегим, асыл данегим, кулачым, кубатым, бар байлыгым, мүлкүм, мурасым, каткырыгым, моюндашарым орун басарым’’sözcükleri ile de çocuğuna yönelik duygusal değerlendirmelerinin çeşitliliğini görmekteyiz. -m, –Im, -Um, -ым ekleri getirildikleri esenlikli anlambirimciklerini esenliksiz anlambirimciklerine çevirebileceği gibi bunun tersi de mümkün olabilmektedir. 120 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Кел,арстаным!Бирин койбой кырып, таш талканын талкалайм деп чамынып жаттыщ эле,жоону көргөндө, күлүн көккө сапырмак түгүл, артыңды кароогожарабай,безип жөнөдүң го.(К.Осмоналиев)(кекээрлөө,шылдыңдоо,жактырбоо) (Gel arslanım! hepsini mahvederim, taşı toz duman ederim diye atılıyordun, düşmanını gördüğünde tozu dumanı bırak, arkana bile bakmadan kaçıp gittin.) (K.Osmonaliyev)(alay, dalga geçme, kızma) Тантыгым менин, балдыраган тантыгым! Чоңойгондо сени жыргатам деген тилегиңден...Бакпасаң да, башың аман жүрсө болду маа.(А.Сапарбаев) (эркелетүү, жакшы көрүү, кубануу) (Kekeleğim benim, kekeleyen kekeleğim! Büyüdüğümde seni mutlu edeceğim demelerin..., bakmazsan da başın daim sağ olsun!)(A.Saparbaev) (nazlama, beğenme, sevme) Örneklerindeki,арстаным –arslanım, тантыгым –kekeleğimsözcükleri genelde ifade ettikleri duygusal değerlendirmelerin, asıl kullanım maksatlarının dışına çıkıp zıt duygu değerlerine sahip olmuştur. Арстаным –arslanım ifadesi normalde beğenme, taktir etme duygu değeriyle esenlikli bir izlek iken bu örnekte kızma, alay etme duygu değeriyle esenliksiz bir izlek durumundadır. Тантыгым –kekeleğimsözcüğü de aslında dalga geçme, küçümseme maksadıyla kullanılırken örmeğimizde sevgi merkezli bir izlek oluşturarakesenlikli bir duygu değeri sağlamıştır. 2. Türkçe’deki (-cIğIm, -cUğUm) ve Kırgızca’daki (-ka–ке, -тай,-чек) Ekleriyle Oluşturulan Duygu Değeri Türkçe’deki-cIğIm, -cUğUm, Kırgızca’daki(-ka–ке, -тай,-чек) ekleriyle oluşturulan duygu değeri, çoğunlukla nazlama, şımartma sezgilerini dolayısıyla esenlikli duygusal değerlendirmeleri bildirse de şımartma, saygı, korku, beğenmeme, nefret, kızma, azarlama vb. hem esenlikli hem de esenliksiz duygusal değerlendirmeleri de bildirirmektedir. Kuzucuğum gel bir öpeyim seni.(K.D.)( beğenme, nazlama, şefkat, merhamet/esenlikli) Anneciğim elbiseme bak,nekdar güzel. (K.D.)(beğenme,nazlanma, övünme/esenlikli) Babacığım ne olur ben de geleyim. (K.D.) (yalvarma, nazlanma, şımarma/esenlikli) Anneciim, görüpte hayran olmamak mümkün değil.(K.D.)(korkma, şaşırma,beğenme, taktir etme–esenlikli / esenliksiz) Энекебай, көргөн көзүңө ишенбейсиң. (таңкалуу - şaşırma, жакшы көрүүbeğenme/esenlikli) Атаке,маа илесепет сатып бересиң, ээ? Анан мен аны минип алып сен иштеген жерге барам, балдарды ардантам.(И.И.)(эркелөө) (Babacığım, bana bisiklet alır mısın? Sonra ben ona binerek senin çalıştığın yere gelirim ve başka çocukları imrendiririm.)(İ.İ.) (nazlanma/esenlikli) 121 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Эртең менен ойгонсом, жалгыз жатыптырмын. Көзүмдү ачар-ачпастан ордумдан томолонуп турдум.Тышкы үйдү көздөй: “Атаке-е”- деп ич көйнөкчөн бакырып жөнөдүм. Атам жаңы апам менен кучакташып уктап жатыптыр. Денем дүрүлдөп, көзүм тумандай түштү.“Ата, атаке!”-деп ыйлап жибердим. Экөө тең чочуп ойгонушту...(З.Сооронбаева) (чочуу, коркуу -korkma, таңкалуу-şaşırma, нааразыболуу-memnun olmama, жек көрүү-nefret etme/esenliksiz) (Sabah kaltığımda yalnızmışım. Gözlerimi açar açmaz, yerimden kalktım. Babacıım diyerek öbür odaya koştum. Babam ile yeni annem (üvey annem) kucaklaşıp uyuyorlarmış. Vücudum titredi, başım dönüverdi. Baba, babacıım diye ağlayıverdim. İkisi de irkilerek uyandılar.) (Z.Sooronbaeva) -Өзүңдүн жандай көргөн карачечекей кызыңды ушинтип айтууга кантип дитиң барды,апаке, кантип...- Алиман сүйлөй албай титиреп кыйлага турду да.- Сойку деп... Сойку болсом, ушинтип... Кебин улай албай, ыйлап жиберди. (“А”) Canından çok sevdiğin, biricik kızına nasıl böyle bir şey diyebildin, anneciğim nasıl...Aliman uzun zaman konuşamayıp titreyerek durdu ve, orospu... diyerek...-Orospu olsaydım böyle... sözüne devam edemeyip, ağlamaya başladı.)(A)(таңкалууşaşırma,нааразыболуу- memnun olmama / esenliksiz) Anneciğim Ak saçlı başını alıp eline, Kara hülyalara dal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme, üzülme/esenlikli/esenliksiz) O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tüy gibi sal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme, üzülme/esenlikli/esenliksiz) Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme, üzülme, pişmanlık/esenlikli/esenliksiz) Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim!... (N.F.Kısakürek.1926)(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme, üzülme, pişmanlık – esenlikli / esenliksiz) N.F.Kısakürek’in bu şiirinde yer alan (anne-ciğim –эне-ке-м) sözcüğü -cığım ciğimeki sayesinde duygu değerine sahip olmuş ve sevgi, saygı, özlem, pişmanlık,acıma, merhamet etme, izleklerini çağrıştırmaktadır. 122 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 -cIğIm, -cUğUm (-ka–ке) eki kişi adlarına eklenip seslenme ifadesi yanında o kişiye yönelik duygusal değerlendirmeleri çoğunlukla da sevgi, saygı, yüksek değer verme, şefkat, merhamet vb. izleklerini de bildirir. Fatmacığım, nasılsın!(sevgi, saygı / esenlikli) ...Мен үчүн дүйнөнүн бири кем, Жок үчүн дүйнөдөМидикем...(Midi’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı/ esenlikli) Ырларын өпкүлөйм төрөлгөн Таптаза наристе сүйүүдөн. ...Тажайт кээде өзүнөн, Танат кээде сөзүнөн... Ыракемди көргөндө (Ira’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı/ esenlikli) Мен ырларга кезигем. ...өнөрүң көктөн табылган, өлөңүң казак сагынган. Алтымыш жаштан ашса да, Айныбай жұрсүн табыңдан. Кыйкырган ырың,Эстеке,(Este’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı / esenlikli) Кылымдан кылым жаңырган. (А.Өмүрканов) A.Ömürkanov’un bu şiirinde Kırgızistan’nın tanınmış şahıslarından MindiAlıbaev, RamisRıskulov, EstebesTursunalıev’e karşı hissettiği saygı, değer verme, sevgi izleklerinin duygusal değerlendirme olarak nasıl dile getirildiğini görmekteyiz. Kırgızca’da zaman zaman–ке (-cIğIm, -cUğUm)eki getirilen sözcüğün, bu ekten sonra –бай(-bay)eki de aldığı görülür. Bu tür kullanımlarda duygusal değerlendirmenin daha güçlü ve etkili olduğu izlekler görmek mümkündür. Касиетищден айланайын, энекебай!А дүйнө, бул дүйнөгө ыраазымын. Уулуңдун алдында мен акмын, күнөөм жок. Касымдын көзү тирүү турганда, мен ушинтмек белем... А-а-а Касым ай... Мен дагы тирүү жан эмесминби, аялмын да, аялмын...(Ч.Айтматов)( урматтоо, ызаттоо, saygı, taktir etme / esenlikli) Kurbanın olayım anneciğim!İki dünyada da razıyım senden. Oğlunun önünde benim hiç bir suçum yok. Kasım, hayatayken ben böyle şeyler yapar mıyım? Oof Kasım of...Ben de insanım kadınım işte kadınım...(Ç.Aytmatov) Örnekte bu cümleyi kuran sahsın, kahramanın (Aliman’ın) derdi,kendini savunma duygusu(эне-ке-бай–anneciğim)-байekinin de ilavesiyleen yüksek dereceye ulaşıp duygu değeri güçlenerek, daha tesirli bir şekilde verilmiştir. Kırgızca’daki –кай, -ой;-каш,-кеш,-аш,-еш,-иш;-кан,-кен,-ан,-енekleri–ке (cIğIm, -cUğUm)ekiyle aynı fonsiyonda kullanılır. Çünkü bu ekler kişi adlarna eklenerek bu 123 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 isimlerin bir veya birkaç sesini, hecesini kısaltıp, ilk bir veya iki heceyi muhafaza ederek ilksesleri yönüyle benzer fakat son birkaç ses, hece yönüyle farklı isimler oluşturur. Bu isimler de nazlama, şımartma, sevgi, beğenme izleklerini bildiren duygu değerine sahip olmaktadırlar.[ 2] Kırgızca’da Турсун,Турдубек-Тукай,Жүзүмкан-Жүкөй,Бурма-Бурмаш,Жаңыл– Жакен isimlerinde görülen bu kullanım şekliniTürkçe’deki Fatma - fatoş; Mustafa – mıstık, Didem - didoş; İbrahim - ibo; Halil – halo vb. isimlerdegörebiliriz. Kırgızca’da -тай, -чакekleri alan sözcükler de эркелетүү- nazlama, ызаттоо - saygı, урматтоо - hürmetgibi esenlikli izlekleritaşımaktadırlar. Иничек, бул жакшылыгыңды кантип унутайын, мени бир өлүмдөн сактап калдың го. (К.С.)(эркелетүү-nazlama, ызаттоо – saygı / esenlikli)(Kardeşim – kardeşceğizim, kardeşciğim- iniçek) bu iyiliğini hiç unutur muyum, beni ölümden kurtardın.)(K.S.) Мынча өксүп hürmet/esenlikli) жан кейитпе, Раймалы агатай. (Ч.Айтматов)(урматтоо- Bu kadar üzülme RaymalıAbiciğim, ağam, ağacığım(agatay)(Ç.Aytmatov) Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere -тай, -чакekleri getirildiği sözcüğe duygu değeri biçmekte ve esenlikli ∕esenliksiz izlekler çağrıştırmaktadır. Kırgızca’daki –жан (can),-гойekleriyle oluşturulan sözcükler de beğenme, sevgi, merhamet, şefkat izleklerine sahip duygu değerleri oluşturmaktadır. Алдей,алдей,бөбөкжан, Бөрүлөр жорторыйласаң.(А.Осмонов) (эркелетүү) (Uyu uyusevgili bebek can(bebem- bebeciğim) kurtlar gelir, ağlarsan.)(A.Osmonov) Эшикти ачты бир келин,Эңкейип кирди Сыргажан.(Ж.Бөкөнбаев) (ызаттоо – saygı / esenlikli) (Kapıyı açtıbir gelin, eğilerek girdi Sırga Can)(C.Bökönbaev) Малике алачыктан узай берерде, Бегайым артынан чакырды -Апа... -Айтагой! (М.С.)(ызаттоо - saygı/esenlikli) (Malike salaştan uzaklaşırken arkasından seslendi.) - (Anne...) - (Söyle!-söyleyiver!) (M.S.) 3.Türkçe’deki (-cIk, -cUk, -cAk), Kırgızca’daki (-кай, -кей)Küçültme Ekleriyle Oluşturulan Duygu Değeri 124 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Türk dilinde (-cIk, -cUk, -cAk)Kırgızca’da ise (-кай, -кей) küçültme ekleriyle de nazlama, şımartma, beğenme, içi acıma, merhamet etme vb. duygu değerleri bildirilmektedir. Kedicik karın altında titriyordu. (K.D.)(nazlama, sevgi, merhamet, şefkat/esenlikli) Yavrucak ne yapacağını bilemedi. (K.D.) (acıma, şaşırma) Балакай энесин күтүп, терезеден карап турат. Музоотай көздөрүн ирмегилеп эмне болгонун түшүнбөй турду.(жакшы көрүү, боор ооруу, аеоо) Yukarıdaki Türkçe ve Kırgızca örneklerde yer alan кedicik, уavrucak,балакай sözcüklerindeki (-cIk, -cUk, -cAk, -кай, -кей)ekleri getirildiği kelimeye duygusal değerlendirmeler kazandırarak esenlikli /esenliksizfarklı izleklerin oluşmasına yardımcı olmaktadır. Ayrıca Türkçe’deki -cağız, -ceğizekleri sayesinde içi acıma, merhamet etme izlekleri çağrıştırılmaktadır. Kadıncağız eşinin ölümünden sonra bir kuru ekmeğe muhtaç oldu.(боор ооруу, аёоacıma, merhamet etme / esenlikli) (K.D.) Örneğinde görmekte olduğumuz kullanım şeklinde kadın-cağızsözcüğündeki -cağız eki esenlikli izlekler(боор ооруу, аёо-acıma, merhamet etme) oluşturmaktadır. 4. Kırgız Dilindeki -гыр(-gır)Eki İle Oluşturulan Duygu Değeri (Türkçe’de karşılığı bir ek bulunamadı) Kırgız dilindeki -гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime grupları(Kırgızca’da bu ek fiillere getirilir ve oluşan kelime grubu Türkçe’deki dua, beddua manası içeren söz gruplarının yerine kullanılır)ile de duygu değeri oluşturulmaktadır. –гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime grupları beddua, memnuniyetsizlik, kızmakvb. esenliksiz duygu değerlerini ve acımak, merhamet etmekgibi esenlikli duygu değerlerini bildirmektedir.жашабагыр- geberesice, узабагыр- lanet olası, жарыбагыр - kahrolası, оңбогур - iyilik görmeyesi, бейиши болгур mekanı cennet olsun, жер жуткур -yer yutsun, омураң калгыр - kemiklerin kırılsın, жакшылык көрбөгүр - iyilik görmeyesi, этегиң узарбагыр - işlerin ilerlemesin, кудай ургур - Allah belanı versin, арам өлгүр - haram olsun, кызыгың түшкүр - hay Allah,iyilik olsun, тукумуң өскүр - ocağın sönmesin, өркүнүң өскүр - işin iyiye gitsin, бооруңду жегир ciğerini ye, ciğerin yansınж.б. Булардын ичиненжарыбагыр - kahrolası, Allah cezanı versin, жашабагыр - lanet olsun, geberesice, узабагыр - Allah belanı versin vb. örneklerde bu duygu değerleri açık bir şekilde görülmektedir. Ой, жарыбагыр сөзүмдү уккуң келбесе, билгениңди жасай бергин, (Ж.Мавлянов)( жек көрүү) (Oy kahrolası,Allah belasını veresice sözümü dinlemek istemiyorsan bildiğini yap.)(C.Mavlyanov) (nefret, kızma / esenliksiz) 125 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Муну көрсөң, жашабагыр! Жаңы келгенде эмне кылып жиберишти деп эпилдеп турчу эле, эми эптеп башы батып алгандан кийин эч кимди көзүнө илбейт, тим эле чамгарактап калган тура, узабагыр десе. (Т.Ж.) ( жек көрүү). (Bunun yaptığına bak, ocağı sönesice! Yeni geldiği zamanlar çok kibar idi. Başını sığdırdı ya, hiçkimse umurunda bile değil artık, kahrolası.)(T.C.)(Nefret, kızma /esenliksiz) Чөптөн башка эч кимге зыяны жок бул кургурдун болгон, бүткөн кызматы айылдагы жамандык-жакшылыкка бирдей катышып, тикесинен тик туруп берүү болчу.(Н.Жаркымбаев) (бооруу ачуу,аёо) (Allah iyiliğini veresicenin bitkiler dışında hiçbir şeye ziyanı yoktu, onun görevi köydeki iyiliklere, kötülüklere herkesle bir olup katılmak idi.)(N.C.) (acıma, merhamet / esenlikli) -Капырай!:-Апасы коркуп,титиреп кетти. Ушундай да түн болот экен ээ!.Эмне мынча түнөрөт башыңды жутуп калгыр!Соо койбойт го,бирөөнү жутат го, бу кейпи менен...(Б.Усубалиев) (коркуу,жек көрүү). (Tövbe tövbe, annesi korkusundan titreyiverdi.Böyle bir geceolur mu? Niye bu kadar karanlık, kahrolasıca. Sağ bırakmaz bu haliyle birinin başını yer.)(B.Usubaliyev)(korku, nefret / esenliksiz) Бирок, бирибиз дагы кыргыз эли үчүн Баяманчалык, бейиши болгур Рысбекчелик айбат болуп бералбайбыз. (Ж.Мавлянов) (ыраазычылык, боор ачуу) (Fakat hiçbirimiz Kırgız milleti icin Bayaman kadar, rahmetli (mekanı cennet olsun)Rısbek kadar, fedakarlığı göze alamayız.) (C.Mavlyanov)(memnuniyet, acıma, övme / esenlikli) Кызыгың түшкүр, бул эмнеси? Жараткан, (Н.Жаркымбаев)(чоочулоо,кооптонуу,таң калуу) бул эмне деген сырың? (Tövbe tövbe, hay Allahmüstahakını versin bu ne Allah’ım, bu ne sır.)(N.C.) (telaşlanmak, korkmak, şaşırmak, kızmak / esenliksiz) Yukarıdaki örnekler –гыр(-gır) ekinin Kırgızca’da duygu değeri oluşturmasındaki rolünün bir göstergesi iken Türkçe’de dua ve bedduaların duygu değerleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dua ve beddua manasıyla duygusal değerlendirmeler oluşturan bu söylemleri Türkçe’de duygu değeri oluşturmada kullanılan leksik ögelerhatta hazır dilsel ögeler olarak adlandırmanın yanlış olmayacağı kanaatindeyiz. 5.Kırgızca’da –айын (-ayın) Formuyla Yapılan Sözcüklerle Oluşturulan Duygu Değeri Kırgızca’da –айын (-ayın) formuyla yapılan sözcüklerle beğenme, nazlama, şımartma, taktir etme, şefkat, merhamet vb. esenlikli, esenliksiz duygu değerleri oluşturulmaktadır. – айын (-ayın) formu getirilen sözcükler(айланайын,кагылайын, тегеренейин, үргүлөйүн, алдыңа кетейин ж.б.) tek başlarına duygu değeri oluşturabildikleri gibi bulundukları cümlelerin emosyonel- ekspresiv manasını da güçlendirmektedirler. 126 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Каараныңдан кагылайын,Ала-Тоо, Калкып жаткан кандай укмуш немесиң. Качан жүрөк кагышынан калганда, Бир тартылып өтүп кетер элесиң.(М.Алыбаев)(өтө жакшыкөрүү, жалынуу - çok beğenme, yalvarma / esenlikli) Кагылайын-ай, айлангандан чарчадыңбы?Эмне дымып калдың? Же даттана турган кишилериңе таарынып калдыңбы? (О.Айтымбетов) (аёо, боор ооруу, санаркоо) (Kurbanın olayım, dönmekten yoruldun mu?Niye sustun? Şikayet edeceğin kişilere küstün mü yoksa?)(O. A.) (acıma, merhamet, merak etme/esenlikli/esenliksiz) Бу кытылдаткан жөтөл, денеңдин табы жаныңды жайына койбойт го?!Олдо айланайын-ай, эми эмне кылайын? Менин колумда болсо, дартына даба болбос белем...(О.Айтымбетов)(боор ооруу, өтө аёо, күйүү)(Bu öksürük seni rahat bırakmayacak mı?AllahımYarabbim,!şimdi ne yapayım.Вenim elimde olsaydıderman olmaz mıydım...)(O. A.)(Çok acımak, üzülmek / esenlikli) Bu sözcüklerin zaman zaman beğenmeme, kızma, sinirlenme vb. duygu değerleri de oluşturduğu görülür. -Сиз Антон Семенович Макаренкону билесизби? -Ич-пичи жок эле айтчы, айланайын. (Б.Усубалиев) (жактырбоо сезиминbeğenmeme, kızma / esenlikli / esenliksiz) (- Siz AntonSemenoviçMakerenko’ yu tanıyor musunuz?) (- Ya lafı dolandırmadan anlatsana, kurbanın olayım.)(B. Usubaliev)(жактырбоо сезимин - beğenmeme, kızma - esenlikli / esenliksiz) Айланайын., kurbanın olayımsözcüklerigenelde oluştururken,yukarıdaki örneklerde esenliksiz izlekler oluşturmuştur. esenlikli izlekler Sonuç Kırgızca’da ve Türkçe’de duygu değeri oluşturmada faydalanılan morfolojik ögelerin kullanımı ve bu ögelerle çağrıştırılan duygu değerlerine dair sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. 1. Her iki dilde de duygu değeri oluşturmada aktif kullanılan ekler vardır. Türk ve Kırgız dilinde duygu değeri oluşturmada –ым/-им (-m, -Im, -Um), ка/ке (-cIğIm, -cUğUm), -кай, -ой, -каш/-кеш, -аш/-еш, -иш, -кан, -кен, -ан, -ен, -тай, -чак (-cIk, -cUk, -cAk)ekleri fonetik farklılıkları olsa da aynı duygu değerlerini bildirirler.Ayrıca Kırgız dilinde -гыр(gır)eki ile oluşturulan duygu değeri,Türkçe’de böyle bir ek olmadığı için ömrün uzun olsun өмүрүң узунболсун, Allah belanı versin -Кудай урсун, ciğerin yansın -бооруң күйүгүр vb. kalıplaşmış sözcükler (dualar ve beddualar) ile bildirilir. 127 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2. Bu eklerle oluşturulan duygu değerleri de birbirine yakın izleklerden oluşmaktadır:кыз-ым- kız-ım;апа-ке - anne-ciğim; Турдубек-Ту-кай; Didem - Di-doş, Gülfem – Gül-oş - Gülfem-can; Бейиши бол-гур, mekanı cennet olsun; kedi-cik, kediceğiz,мышык-мышыг-ымvb. Kırgızca ve Türkçe örneklerde oluşturulan esenlikli veya esenliksiz duygu değerleri de ortaktır. 3.Kırgız ve Türk dilinde insanlara yönelik kullanılan (арстаным-arslanım, букачарым - tosunum, кулунум - tayım, козум- kuzum, күчүгүм- yavrum, жейреним- ceylanım, жейрен көздүүм- ceylangözlümvb.) sözcükler aynı duygusal değerlendirmeleri oluşturmaktadır.Ayrıca bu duygusal değerlendirmeler esenlikli/esenliksiz olabilmektedir. 4. İki dilde de hem günlük konuşmalarda hem de edebi metinlerde özel isimlere getirilen –ым/-им; -m,-Im,-Um ekleri ile çoğunlukla beğenme, şımartma, taktir etme vb. duygusal değerlendirmeler bildirilmektedir. 5.-m,-Im,-Um,–ым ekleri getirlidiği esenlikli anlambirimlerini anlambirimlerine çevirebildiği gibi bunun tersi de mümkün olabilmektedir. esenliksiz 6.Türkçe’deki -cIğIm, -cUğUm Kırgızca’daki(-ka–ке, -тай,-чек)ekleriyle hem esenlikli hem de esenliksiz duygu değerleri oluşturulabilmektedir. 7. Kırgızca’da zaman zaman–ке (-cığım-ciğim)eki getirilen sözcüğün bu ekten sonra –бай(-bay)eki alarak güçlü duygu değerleri oluşturduğu görülmektedir. 8. Türk dilinde (-cIk, -cUk, -cAk),Kırgızca’da ise(-кай, -кей)küçültme ekleriyle de nazlama, şımartma, beğenme, içi acıma, merhamet etme, gibi esenlikli duygu değerleri bildirilmektedir. 9.Kırgızca’da –гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime grupları beddua, memnuniyetsizlik, kızmakvb. esenliksiz duygu değerlerini ve acımak, merhamet etmekgibi esenlikli duygu değerlerini bildirmektedir. Bu ekin Türkçe’de karşılığı yoktur. Bu ekle oluşturulan duygu değerlerini bildiren sözcükler Türkçe’de dualar ve beddualar şeklinde karşılığını bulmaktadır. Bu tür kalıplaşmış söz gruplarını duygu değeri oluşturmada kullanılan leksik ögelerden biri olarak ele alıp hazır dilsel vasıtalarolaral nitelendirebiliriz. 10. Kırgızca’da –айын (-ayın) formuyla yapılan sözcüklerle beğenme, nazlama, şımartma, taktir etme, şefkat, merhamet vb. esenlikli, esenliksiz duygu değerleri oluşturulmaktadır. –айын (-ayın) formu getirilen sözcükler(айланайын,кагылайын, тегеренейин, үргүлөйүн, алдыңа кетейин ж.б.) tek başlarına duygu değeri oluşturabildikleri gibi bulundukları cümlelerin emosyonel- ekspresiv manasını da güçlendirmektedirler. Türki dillerden Kırgızca ve Türkçe’nin duygu değeri oluşturmada istifade ettiği morfolojik unsurlar ve bu unsurlarla oluşturulan duygusal değerlendirme izleklerinde yoğun benzerlikler mevcuttur. Bu benzerlikler dil boyutunda kalmayıp psiko-sosyal açıdan da kendini göstermektedir. Hem konuşma dilinden hem de yazınsal metinlerden aldığımız örneklerde bu benzerlikler apaçık ortadadır. 128 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça Koca, Ayşen, Түрк жана кыргыз тилдеринде эмоционалдыкэкспрессивдикмааникатегориясы- Türk ve Kırgız Dillerinde EmosyonelEkspresiv Mana Kategorisi (Emosyonel – Ekspresiv Mananın Araştırılma Tarihi, Yapısı, Oluşturulma Yolları, Anlam Grupları) U.A.A.Ü. Yayıları, Bişkek, 2011. Давлетов С., Кудайбергенов С.,Азыркыкыргыз тили (морфология). –Ф.: Мектеп, 1980. 88-бет Koca, Ayşen, Koca,Ergün, Türkiye Türkçesi Şekil Bilgisi, Avrasya Press, Bişkek, 2011. (Türkçe’deki eklerin tesbiti için) Abduldayev, E., Davleytov, S., İmanov, A., Tursunov, A., Kırgız Tili, Frunze 1986. (Kırgızca’daki eklerin tesbiti için) Abduvaliyev, İ., Sadıkov.,T., Azırki Kırgız Tili(Morfologiya) Bişkek 1997.(Kırgızca’daki eklerin tesbiti için) 129 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 CEMİL MERİÇ VE DİVAN EDEBİYATI Bayram ÇELİK ÖZET Edebiyat tarihimizin en uzun ve tartışmalı dönemlerinden olan divan edebiyatı hakkında ekseriyetle bu işin metodolojisini almış bilim insanlarının görüşleri öne çıkar. Tartışmalar o kişilerin görüşleri üzerinden yürür. Oysa üslup sahibi olup da meseleye akademik düzeyde eğitim almayan yazarlarımızın yaklaşımı da ufuk açıcı olur diye düşünüyoruz. Bu düşünce ışığında Türk nesrinin önemli ve kuvvetli üslup sahibi yazarlarından olan Cemil Meriç’in söyledikleri ve uygulamaları önemli olur kanaatindeyiz. Bu kanaatle Cemil Meriç’in bütün eserlerini tarayıp onun divan edebiyatına dair görüşlerini, üslubunda bu edebiyatın etkilerini tespit etmeye çalıştık. ABSTRACT Usually the ideas of social scientists “who did methodoligical reaserach stand out on “divan literature which is one of the longest and controversial periods of our literature history. Discussions mostly based on these persons ides. Howewer, we believe the approach of writers that have literary style without an academic bacground can add new perspectives on the issue. Within this framework I am convinced that the comments and writings of Cemil Meric. Who is one of the most important writers of Turkish prose, on this issue would have a great importance. Hence we traced Cemil Meric’s all Works and try to identify his ideas on “divan” literature and the effects of this literature, on his writings. Öğretim Görevlisi, Bozok Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. 130 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Giriş Cemil Meriç, çağdaş Türk nesrinin önemli temsilcilerindendir. Kültür ve fikir hayatımızın velud yazarlarındandır. Sosyolojiden felsefeye, iktisat teorilerinden edebiyata geniş bir perspektifle ele aldığı alanlarda kalem oynatmış yetkin bir fikir adamıdır. Hayatının son dönemlerinde körlüğe kadar varan göz bozukluğuna rağmen okumayı, üretmeyi, bırakmamış, hatta gözlerini tamamen kaybettikten sonra belli bir disiplinden taviz vermeden çocuklarına okuttuğu kitaplarla öğrenmeye, üretmeye devam etmiştir. Onun hayatı bu yazının konusu değil; ama öğrenme, düşünme, aktarma azmi, kısmen trajik hayatını da düşünürsek, bilinmesi gereken bir gerçekliktir. Cemil Meriç’in yazdıkları içinde konumuzu teşkil eden kısım; divan edebiyatıyla ilgili söyledikleri ve bu konu etrafında geliştirdiği fikirlerdir. Cemil Meriç’in iktisatla, tarihle, sosyolojiyle, felsefeyle ilgili fikirleri hatta edebiyatla ilgili temel düşünceleri çeşitli değerlendirmelerle ele alınmıştır. Onun geniş bilgi dağarcığı, kuşatıcı bakış açısı, orijinal tespitleri, analizleri yıllarca kalem erbabımızın dikkatini çekmiş ve değerlendirilmiştir. Cemil Meriç, üzerinde herkesin ittifak edemeyeceği fikirsel yapıya sahipti; ancak herkesin hem fikir olduğu yön, onun üslubundaki farklılık ve güzellikti. Bu yazının ortaya çıkışının temel gerekçesi de aslında tam da bu özelliğidir, zira edebiyata uzak konularda bile akıcı, farklı, yer yer şiiriyet içeren bir üsluba sahip olan yazar, acaba divan şiiriyle ilgili ne düşünüyordu? Edebiyatımızda üslupçuluğun zirvesi olan divan edebiyatıyla teması ne düzeyde bulunuyordu? Üslubunun oluşmasında klasik metinlerimizin tesiri ne düzeydeydi? Bu düşünce ve sorulardan yola çıkarak Cemil Meriç’in bütün eserlerini tekrar gözden geçirdim. 131 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Cemil Meriç’te göze çarpan ilk özelliklerden biri, belki, ilki, dil hassasiyetidir. Tek mucize olarak gördüğü kelamı (Jurnal 2, s. 73) hiç ihmal etmiyor, devamlı vurguluyor ve dile karşı hassasiyeti hiç elden bırakmıyor. Onun kelimelere karşı bir duruşu, aklıma divan şairlerinin kelime hassasiyetini getirdi. Meriç, adeta dile kelimeler üzerinden bakıyor. “Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” (Bu Ülke, s. 86) vecizesiyle özetlediği bu tavır, bütün eserlerinde size kendini hissettiriyor. Ona göre, sadece edebi sahada değil, bütün sanat alanlarında kelimeler, çok önemlidir. Sanatkar gücünü kelimelerden alır. “Gerçek sanat adamı kelimelerin imparatorudur.” (Jurnal 1, s. 173) vurgusuyla, kelimelerin sanatkarların en mühim malzemesi olduğunu hatırlatır. Kelimelerin gücünü gören ve bu gücü çeşitli şekilde dillendiren Meriç’e göre “kelime, narsisin kendini seyrettiği dere”dir. (Jurnal 1, s. 65) Cemil Meriç’in kelime sevgisi, bir edebi metin inşa etmenin ötesinde olmuştur, bazen. Kelimeyi ormanda uyuyan dilbere, şairi de uzaklardan gelen şehzadeye benzetmiştir. Bu bağlamda “Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler” (Bu Ülke, s. 257) diyerek kelimelerin düşünce dünyasındaki yerini kalın çizgilerle çizer. Bilindiği üzere Meriç, Fransızca hocasıdır. Onun dille ilgili fikirlerinde Fransızcanın tesiri elbette önemli; fakat “Fransızcanın karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin “Kamus” idi” (Bu Ülke, s. 25) itirafı, kendi diline olan sevgisini anlatma da önemli bir veri olsa gerek. Kelime kavramı onun zihninde, bir dil unsurundan daha fazla bir şeydir. Çünkü dilin en önemli yapı taşıdır, kelime. Aslında kelimenin gücü, dilin öneminden gelmektedir. Dilin, insana hatta varlığa bakan yönüyle ehemmiyeti kelimeyi de mühim kılar. Bu idrakteki bir yazar olan Meriç, biraz da Haşimvâri bir eda ile “Dil musikîdir… Musikîlerin en manalısı, en az mübhemi ama musikî. Her kelime, bir kelimeler dünyasının anahtarıdır; meçhule açılan bir kapı her kelime. Meçhule yani rüyalara, hatıralara, anlatılmayanlara, anlatılamayanlara. Kelime küfür, kelime dua, kelime büyü” (UU; s. 309) der. 132 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Dili, tarihi bir miras olarak da değerli bulan Meriç, onun bu yönünü de ele alıyor. Bazen eski-yeni tartışması ekseninde meseleyi görüp kendi tavrını ortaya koyuyor. “Evet, dil ecdattan miras kalan bir hazine. Hangi ecdattan? Fuzuliler, Galib Dedeler, Kâtip Çelebiler, Namık Kemâller de cedlerimiz arasında değil mi? diyerek kendi tercihini ilan ediyor. (Şahiner, s. 40) Tabi, bu eksende, Osmanlıca tartışmaları gündemine geliyor. Meriç, sığındığı kamuslardan, onları namus gören anlayışından da anlaşılacağı üzere tekâmül etmiş, olgunlaşmış bir dili tercih eder. Dilin geçmiş kullanımını (Osmanlıcayı) içselleştirmiştir. Hem söylemleri hem de yazarken kullandığı kelimeler, ibareler, ifadeler, divan şiirinin dili olan Osmanlıcayı üslubunun estetiği açısından lüzumlu görüp kullanmıştır. Burada hemen belirtmek gerekir ki onun tercihi biraz daha son dönem Osmanlıcasıdır. “Fikret’in Osmanlıcası, Osmanlıcanın kemâli, Yahya Kemâl, kuğunun son şarkısı.” (Mağaradakiler, s. 239) Cemil Meriç’in din anlayışı olarak dile yaklaşımı; kuşatıcı bir nitelik taşır. Osmanlıcanın geniş bir coğrafyanın, farklı kültürlerin, değişik sosyo-kültürel anlayışların ürünü olarak varlığı, Meriç’in de tarihe, sanata medeniyete bakışıdır. Milleti oluşturan unsurlar içinde dilin yeri insanın varlık sebebiyle açıklanır. Milleti millet, insanı insan, sürüyü cemiyet yapan dildir. (Şahiner, s. 48) diyerek milletin ve insanlığın varlığını dilin varlığıyla açıklıyor. Kelime titizliği bağlamında, dili kullanma tercihi bağlamında Cemil Meriç, klasik edebiyatımızın temsilcileri ile aynı zeminde bulunuyor. İkinci bir husus da şudur ki; Disipliner bir edebiyat eğitimi almamasına rağmen Meriç’in sadece Türk edebiyatına değil doğu ve batı edebiyatına dair de ciddi bir vukufiyeti vardır. Bu nitelik onun edebi eserlerle ilgili tercih ve hükümlerini daha da önemli hale getiriyor. Batı edebiyatına, özellikle Fransızca bildiği için Fransız edebiyatına, hakimdi. O dilden başta Balzac olmak üzere önemli yazarların eserlerini çevirmiştir. Batı nesrine ciddi anlamda hakim olmasının yanında onu değerli kılan asıl hususlardan biri de Hint edebiyatı başta olmak üzere doğu edebiyatını da iyi bilmesidir. 133 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Cemil Meriç, Hint edebiyatını ciddi anlamda bize tanıtan bir yazar olması sebebiyle önemlidir. Asaf Halet dışında bu önemli edebiyat ekolünden habersizdik. Hint edebiyatını, onun kutsallarını, edebi, dini metinlerini, Upinişadları, Vedaları, Aryan dini metinlerini, Kalidasa’yı, Nobel sahibi Tagor’u, Cayadeva’yı onun eserlerinden tanıdık. Kendisini tanımlarken “hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve metecessis bir fikir işçisi.” (Jurnal 2, s. 189) tabirini kullanan Meriç’in çocukluğundan itibaren şiire, fikre olan ilgisi ve onlarla irtibatını görmekteyiz. 10. sınıfta Mesut Fani adında bir hoca edebiyat derslerine gelmiş. Öğrencilerin şiirle sanatla irtibatlarını öğrenmek ve görüşlerini almak için bazı sorular sormuş. Sonuçtan memnun olmayan hoca bunu öğrencilere söylemiş. Hocanın incitici üslubundan çok alınan Cemil Meriç o hafta okula gitmemiş. Bundan sonrasını kendi cümlelerinden takip edelim: “Yedi sekiz sayfalık bir Türk edebiyatı şeması kaleme aldım. Tabi manzum ve ilk derste çok beğendiğim bu hezeyânnâmeyi üstada sundum.” (Jurnal 2, s. 253) Ertesi gün hoca “böyle kabiliyete rastlamaktan” gurur duyduğunu sınıfta, müdürü de yanına alarak, söylemiş. Cemil Meriç’in şiire yazıya özellikle divan şiirine merakı üzerine bize fikir vermesi açısından şu anekdot ve nazım örneği de önemli olabilir. Refik Halit’in Antakya’ya geleceğini duymuş. Çok heyecanlanmış. Zira biliyoruz ki Türk nesrinin önemli üslupçu yazarlarından olan Refik Halit’e hayranlığı vardı. Kendi tabiriyle ona berbat bir manzume yazmış: Ey baht u tahta yan bakan üstâd-ı rüzgâr Ey rehber-i münevver-i Firdevs-i iştihâr Dinle bu gamlı şairi lütfen, tenezzülen Duydu bu şiiri yazmağa kalbî bir ıstar(Jurnal 2, s. 302) Cemil Meriç’in edebi kabiliyeti ile ilgili aydınlatıcı olması bakımından aşağıda söylediklerini dikkate sunuyorum: “Edebiyata nazımla başladım. Bu hem edebiyatımız hem de dünya edebiyatları bakımından çok tabii. Hayatı kelimeler dünyasında geçmiş bir insan olarak yazılarımda hep 134 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “güzel”i aradım. Önce bütün divanları (bulabildiklerimi kast ediyorum) tarayarak başladım sonra Hececiler’le günler ve aylar geçirdim. Bu yolculuklardan edindiğim kanaati birkaç cümleyle hülasa edebilirim.” Nazmın en mükemmel örnekleri aruzla yazılmıştır. Aruzun musikisinden mahrum nazım, klasik vasfına layık değildir. Şiir önce musiki olduğuna göre nazmın ahenginden kolay kolay vazgeçemez. Hececiler de hiçbir zaman aruz şairlerin ulaştıkları irtifayı bulamadılar. (Jurnal 2, s. 338) Yukarıdaki ifadelerde biz onun sadece şiir merakının ve heyecanını görmüyoruz. Aynı zamanda divan şiirinin en önemli unsurlarından olan aruza olan vukufiyetine de şahit oluyoruz. Küçük bir çocukken başlayan edebi hassasiyet elbette zamanla kendine bu sahada bir yol bulacaktı. Meriç’i özgün bir üsluba ve ciddi bir edebi alt yapıya sahip kılan elbette yoğun okuma merakıdır. Neredeyse her yazar gibi onun da çocukluk sevdası şiirdir. “Çocuktum. Benim için edebiyat, şiir demekti. Nâbi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e aşıktım. Müpheme, kavranılamayana karşı duyulan garip bir sevgi. Daha doğrusu hayranlık.” (Jurnal 2, s. 262) Meriç’in bu düşüncelerine, yani Nabi, Fuzuli ve Nedim’e olan ilgisine başka eserlerinde de rastlıyoruz. (Bu Ülke, s. 32) Divan edebiyatının bu üç dev ismi onu da tesiri altına almış ona manzumeler yazdırmış, ondaki eski edebiyat merakını belki de hayranlık düzeyine taşımıştır. Bu üç büyük şiir üstadına (Nabi, Nedim, Fuzuli) başka eserlerinde de temas eder. Cemil Meriç’le ilgili en önemli bilimsel eseri ortaya koyan Ahmet Turan Alkan da bu tespiti kitabında dile getirmiştir. (Alkan, s. 21) Dilin, nazım sayesinde kıvamını bulduğunu dile getiren Meriç şiirin dili daha olgun bir düzeye taşıdığını belirtmiştir. (Mağaradakiler, 234) Peki, Meriç açısından şiiri cazip kılan başka hususlar da var mıydı? Burada karşımıza çıkan nitelik müzikalite idi. Şiir-musiki ilişkisi ve bundan ortaya çıkan ahenkli söyleyiş sadece Meriç’in değil, başka üst düzey şairlerimizin de ilgi alanındadır. Ahenk, müzikalite şiirin her dönemde en önemli argümanlarını ya da tartışma alanlarını oluşturmuştur. 135 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Cemil Meriç, bu durumu açıklarken daha geniş bir çerçeve çiziyor. “Şiir, musikinin bir devamı idi. Musiki mutlakın ve ezelin sesi; Ezan, tecvit, mevlit ve aruz… Şiirle musiki bir elmanın iki yarısı, Musiki daha müphem, daha dalgalı, şiir daha aydınlık, daha düşünce. Musiki saf, şiir karışık; mananın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin emrindedir. Musiki gibi” (Mağaradakiler, s. 233) Anlaşılacağı üzere musiki ve müphemiyet şiiri başlangıçta cazip kılan unsurlar onun nazarında. Kelimeler, müzikalite, müphemiyet, … Cemil Meriç’i şiirin dalgalı sularında epeyce dolaştırmıştır. Cemil Meriç şiirle başladığı edebiyat yolculuğunda nesirde karar kılmıştır. Bu alanda özellikle şiirsel üslubuyla dikkat çekmiştir. Akıcı, özgün, sanatkârane bir eda ile ele aldığı konuları anlatırken bazen anlatılan, anlatma tarzının cazibesi yanında âtıl kalır. Meriç’in üslubundaki bu farklılıkların temeli Sinan Paşa’ya kadar uzanır. 15. yy’da yaşamış bu önemli nasirimiz, kendinden sonraki birçok nasirimizi etkilediği gibi, Meriç’i de etkilemiştir. Süslü nesrin divan şiirindeki en mühim kalemlerinden olan Sinan Paşa, başta Tazarrunâme’si olmak üzere kullandığı dil ile ekol olmuş ve “Sinan Paşa Üslubu” diye müstakil bir ün kazanmıştır. Üslupta ilk ceddinin Sinan Paşa olduğunu, daha sonra Nazif, Cenab ve Haşim’i örnek aldığını söyleyen C. Meriç (Bu Ülke, 53) kendisiyle yapılan bir mülakatta “Kaynaklarımı soruyorsunuz… Malzeme olarak ta’dâd ve terkibim imkansız. Üslupta ilk ceddim Sinan Paşa…” (Armağan, s. 123) diyerek, durumu en açık şekliyle ifade etmiştir. Cemil Meriç’in edebi zevkinin ve tercihinin temellerini atan divan edebiyatı onun tarafından birkaç yönüyle de savunulagelmiştir. Meriç, Türklerin Arap ve Fars edebiyatından etkilenerek ve bazı şekil ve içerik unsurlarını alarak oluşturdukları bu edebiyatın salt bir taklitten ibaret olmadığını ifade etmek için “Cedlerimiz ihtiyar Şark”ın köhne mazmunlarına bekaret kazandırdı.” (Mağaradakiler s. 232) diyerek divan şiirinin yenilikçi yönünü de dile getirmiştir. 136 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 C. Meriç divan şiirine yönelik eleştirileri ele alırken, divan şairlerine haksızlık yapıldığını düşünür. Özellikle aruzla ilgili eleştirileri değerlendirirken meseleye bakışını ifade eden cümleler kurmuştur. Aruzun zaman içinde geldiği noktayı, dile olan katkılarından dolayı sitayişle ifade etmiştir. “Dili şairler yoğurmuş, şairler ehlileştirmiştir. Aruz; Fikret’le Akif’in elinde düşüncenin bütün kıvrımlarını bütün medd ü cezirlerini ifade edebilecek kadar uysallaşmıştır.” (Mağaradakiler, s. 238) “Demek istiyorum ki, veznin millisi olmaz. Fuzuli’nin, Nedim’in, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in kullandığı vezin, en az Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Yunus Emre’nin kullandığı vezin kadar bizimdir.” (Jurnal 2, s. 172) Cemil Meriç aruza benzer vezinlerin başka milletlerce de kullanıldığını, aruzun aslen Yunan edebiyatının ürünü olduğunu belirterek bu konuya daha geniş bir çerçevede bakmamızı istiyor. (Jurnal 2, s. 171) C. Meriç, divan şiirini genel anlamda eleştiren şairlere de kendi üslubunca cevaplar vermeyi de ihmal etmemiştir. Bu eleştirileri kaleme alan şairlerden olan Cenap Şahabettin’i eleştirirken şaşkınlığını da gizlemiyor. “O da (Cenap Şahabettin) eski edebiyattan şikayetçi. “Asırlarca meydana getirdiğimiz manzum eserler, Gül ve Bülbül, Şem’ ve Pervane, Mey, Muğbeçe gibi dokuz on manzum etrafında dağılası ve belli başlı bir mevzu işlemeyen dağınık fikirlerden ibaret kaldı. Eski edebiyatımız samimiyetsizdi, gönülden fazla kalemden çıktı.” Aman Yarabbi! Üstad hafızasını kaybetmiş. Ne Fuzuli’yi hatırlıyor ne Nedim’i, ne Naili’yi. Devam ediyor. “Yenilik devrimimiz, Batıya yönelmekle başlar.” Kendi kendime soruyorum. Bu büyük kelime virtüözümüz Sinan Paşa’yı, Koçi Bey’i, Naima’yı, Hümâyunnâme tercümesini, Evliya Çelebi’yi okumamış olabilir mi? (Kırk Ambar 1, s. 369) Cenab’ı böyle sert ifadelerle eleştiren Meriç, bir dönem “Nev-Yunalilik” görüşüne kapılan Yahya Kemal’i eleştirirken de benzer bir tepki verir. 137 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Bâkileri, Galipleri, Hamitleri yetiştiren bir şiiri Yunan-ı Kâdime bağlamak, ummanı ırmağa bağlamaktır.” (Bu Ülke, s. 143) Duygusal tepki yönü ağır basan bu divan edebiyatı savunması onun başka eserlerinde de karşımıza çıkar. “Avrupa’nın ne Fuzuli’si ne Bâki’si ne Galib’i var. Itrî’si ve Sinan’ı olmadığı gibi” (Armağan, s. 125) “Sinan Paşa’nın Tazarrunâmesinden Evliya tezkirelerine, Naima tarihlerinden Hümayunname tercümesine kadar yazılmış her eser makbuldur.” (Şahiner, s. 76) “Mevlana’dan, Hafız’dan, Baki, Yahya Kemal’den sonra kelimeleri aynı telakat ve aynı musiki içinde ebedileştirmeye kalkmak mümkün müdür bir, lüzumlu mudur iki? Dilimizin bugünkü durumunda üstatlarımızın yükseldiği irtifa çıkmak kabil değildir inancındayım.” (Jurnal 2, s. 339) Bahtiyar çağların sesi olarak sıfatlandırıldığı divan şiirini (Mağaradakiler, s. 236) yukarıdaki ifadelerle öznel bir şekilde över. Fakat, daha objektif verilerle de değerlendirmeler yaptığını görüyoruz. Mesela, hicivle ilgili değerlendirme yaparken şöyle diyor. “İslamiyet, “sebb ü şetm”i hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşarı tecessüsü zaman zaman bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez. Osmanlının vakur ve selim zevki için uzun sürmemesi gereken bir oyundur hiciv. Heccavın çevresine teklif edeceği yeni bir değerler manzumesi yok ki, hicve ihtiyaç duyulsun. Nefi’nin “Sıhâm-ı Kaza’sıyla Sururi’nin “Hezeliyat”ı arasındaki fark, birincinin daha usta bir şairin elinden çıkmış olması. ( Bu Ülke, s. 124) En önemli eserlerinden biri olan “Bu Ülke”nin ilk bölümünün adı “Sıham-ı Kaza.” Nefi’nin yergilerini topladığı bu ünlü esere gönderme yapmakla kalmıyor, bu eseri açıklarken şu ifadeleri kullanıyor: “Nefi’nin Sıham-ı Kaza’sı coşkun, yaramaz ve dehasıyla sarhoş şairin hicivlerini topluyordu. Kaynağı öfkeydi bu şiirlerin, öfke ve enaniyet, Nefi oynuyordu: Haysiyetlerle, gururla ve kendi hayatıyla. Babasından başlıyordu hicve; sonra devlet adamları ve sanatçılar kaza oklarına hedef oluyordu. Su testisi su yolunda kırıldı ve Nefi-i ateşzebân 138 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gökten nâzine indi Sıhâm-ı Kazasına Nefî diliyle uğradı hakkın belâsına mısralarının anlattığı gibi katledildi. (Bu Ülke, s. 329) Yine aynı konu üzerinde ele aldığı Sururi’yi değerlendirirken de şu eklemeyi yapıyor. “Usta bir nâzım. Tarihleri ve Hezeliyat’ıyla meşhur. Divan şiirine alayı, nükteyi ve müstehceni getiren adam. Sümbülzade Vehbi ile atışmaları, şiire tanınan büyük hürriyetin inkar edilemez delillerinden biri. Her ikisi de kadıydılar. Ağır başlı, ciddi birer ilim adamı; ama küfrederek eğleniyorlardı. (Bu Ülke, s. 331) Cemil Meriç’in divan şiiri savunuculuğunda, kendi sıkıntılı hayatına dair, yaşadıklarına dair en mahsun ifadeleri onda buluşu tesirli olabilir. Zira “Fuzuli’den Haşim’e kadar şiirimiz feryattır.” (Jurnal 1, s. 336) değerlendirmesinin bu düşünceye kapı açan bir yanı vardır. Onun kitaplarında kullandığı bazı beyitler ruh dünyasındaki bu duygusallığı ve hüznü anlamamıza yardımcı olacaktır. (1) Cemil Meriç’in divan edebiyatına olumsuz yaklaştığı, onu eleştirdiği görüşleri de bulunmaktadır. Meriç bu edebiyatın sağlam, nitelikli bir şiiri olduğunu ancak nesir yönünden zayıf kaldığını dile getirmiştir. Nesir alanındaki zayıflığın düşünce üretme açısından zafiyet oluşturduğunu söyler. “Nesir gelişmediği için fikrin de gelişmediği” sonucuna varır. Tanzimat’a kadar edebiyatımızın şiirden oluştuğunu vurgulayarak (Jurnal 2, s. 248) divan edebiyatı dönemi nesirden yoksun bir dönem olarak çıkartır. “Bizde edebiyat daha çok şiirdir, sayısız şuara tezkiresi kaleme alınmıştır. Nasirler ciddi bir alakaya mazhar olmamıştır.” (Şahiner, s. 74) cümlelerinden aslında toplumun da şiire meylettiğini, şairlere ilgi gösterdiğini bunun da şiiri geliştirdiğini nesri ise gerilettiğini iddia eder. “Bir Osmanlı şiiri vardır; ama bir Osmanlı nesri yoktur. Oysa nesirsiz düşünce olmaz.” (Sos. Not, s. 139) cümlelerinden anlaşılacağı üzere nesrin geri kalmasıyla düşüncenin de gelişmediğini nesirle düşünce arasında bir bağlantının varlığını ifadelendiriyor. Divan edebiyatında şiirin öne çıkması, Türk toplumuna has bir tercih değildi elbette. Tarih boyunca doğu toplumlarının genelinde bu tercih kendini göstermiştir. Doğu ekseriyetle şiire meyletmiştir. 139 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Cemil Meriç bu gerçeğin farkında olarak doğunun, gönlün, aşkın ve hayalin; batının ise aklın, tekniğin ve realitenin vatanı olduğunu belirterek (Sosyoloji Not, s. 70) bu tarihsel gerçekliği ortaya koymuştur.11 “Ruh doğudur, vücut batı.” (Sint Simon, s. 105) tesbitini Michel Chevalier’den alıntılayarak teyit eder. Meriç, batıdaki gelişmeyi, doğudaki geri kalmışlığı bu kabul üzerinden tevil eder. “Avrupa zekânın vatanı; Asya gönlün. Zekânın dili nesir, gönlün şiir.” (Mağaradakiler, s. 233) “Şark edebiyatı bilhassa kafiye, seci, kelime, ahenk edebiyatıdır. Avrupa edebiyatında asıl olan fikirdir. Gönül şiiri, nesir fikri çoğaltır (Kültürden İrfana, s. 166) yine bu tevilini açıklarken kullandığı cümlelerdir. C. Meriç bu tartışmayı sürdürürken başka bir açıdan bakarak, kendi toplumunun haklı yanını da ifade etmeyi unutmaz. Toplumun kutsalları üzerinden yaklaşarak belli metinlerin üretilmemesini açıklığa kavuşturur. 11 Yâr için ağyare minnet ettiğim tan eylemen Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur Fuzûli Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bi-sükun Dert çok, hem-derd yok, düşmen kavi talih zebun Fuzuli Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim Bir peri-sûret görünmüş, bir hayal olmuş sana Nedim Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfurdan Neşve tahsil ettiğin sağar da senden gamlıdır Âli 140 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Divan edebiyatında roman yok, niçin olsun? Batının ilk romanlarından biri “Topal Şeytan” (Lesage). Roman başlangıcından itibaren ifşadır. Osmanlının ne yaraları vardır ne de yaralarını teşhir etme hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedileştirir ya hisse alınacak bir kıssadır.” (Bu Ülke, s. 119) Bütün bu tartışmaların ve tespitlerin arkasından Tanzimatla berebar nesrin de gelişmeye başladığını ileri süren C. Meriç, bu yönüyle Tanzimat neslinin en büyük hizmeti olarak, Türk nesrini oluşturmalarını kabul eder. (Jurnal 1, s. 126) Ayrıca divan şiirinin de zamana yenik düşerek kendini tekrara düştüğünü, sanatkârların farklı arayışlara yöneldiğini belirtir. “Bir entelektüel hastalığı olan nazım-perdazlığa veda edecektik, ister istemez. Zaten ilham kaynakları kurumuş, mazmunlar hâyideleşmiş, şiir kendi kendini tekrarlamaya başlamıştı. (Mağaradakiler, s. 236) Sonuç olarak, Cemil Meriç bir aydın sorumluluğu içerisinde bir toplumun mazisinde uzun süre etkili bir yer edinen divan edebiyatına duyarsız kalmamış, onu olumlu, bazen de olumsuz yönleriyle ele almış ve yazarlığına temel olacak hususlardan biri yapmıştır. Cemil Meriç, divan edebiyatından üslubunun geliştirilmesi adına ciddi olarak istifade etmiştir. Bu konu başka örneklemeler, farklı yazarlar üzerinden ele alındığında da görülecektir ki, divan edebiyatı Türk dili ile söyleyecek sözü olan yazarlarımızı temelde etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir. Kaynakça MERİÇ, Cemil,(1992), Bu Ülke, İletişim, İstanbul. .................(2013),Kültürden İrfana, İletişim, İstanbul. .................(2012),Jurnal 1, İletişim, İstanbul. .................(1993),Jurnal 2, İletişim, İstanbul. .................(1997),Mağaradakiler, İletişim, İstanbul. .................(2008),Işık Doğudan Gelir, İletişim, İstanbul. 141 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 .................(1996),Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim, İstanbul. ..................(1996),Umrandan Uygarlığa, İletişim, İstanbul. ..................(1997),Sosyoloji Notları, İletişim, İstanbul. .................(2008)Saint-Simon, İletişim, İstanbul. .................(2008)Kırk Ambar 1, İletişim, İstanbul. .................(2006)Kırk Ambar 2, İletişim, İstanbul. ŞAHİNER, Necmettin,(1994), Cemil Meriç’le Sohbetler, Anahtar, İstanbul. ARMAĞAN, Mustafa – COŞKUN Sezai,(2004)Bulutları Delen Kartal, Ufuk, İstanbul. ALKAN, Ahmet Turan,(1993), Doğu ve Batı Karşısında Cemil Meriç, Akçay, Ankara. 142 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 SOSYAL HAYDUT KURAMI BAĞLAMINDA “İSLAMOĞLU” Bilal ERGİN Hüseyin ÖZCAN ÖZET Bu çalışmada halka göre bir kahraman, otoriteye göre ise azılı bir eşkıya olan İslamoğlu, Eric Hobsbawn’ın “Sosyal Haydut veya Halk Kahramanı Kalıbı” kuramına göre incelenmiştir. Asıl adı Mustafa olan İslamoğlu ekibi ile birlikte Kütahya, Afyon, Uşak ve Aydın gibi beldeleri kasıp kavuran ve bir eşkıya olarak tanınmaktadır. Çok güzel cura çaldığı bilinmektedir. Zengin kervanlarını, ağa konaklarını, çiftlikleri basarak elde ettiği ganimetin bir bölümünü dağıtmakta, düşkünlere yardım etmekle tanınmaktadır. Bu bağlamda geçmişten günümüze eşkıyalık hareketleri hakkında bilgi verilmiş ve bu hareketlerin içinde yaşadığı devletin ve milletin nezdinde nasıl bir karşılık bulduğu irdelenmiştir. Ege yöresinde adına izafe edilen ‘İslamoğlu Zeybeği’ de yaygın olarak icra edilmektedir. Çalışmada bu eşkıyaların özellikle de İslamoğlu’nun neden halk katında isyancı değil de kahraman olarak görüldüğü, halkın nazarında kahramanlık sürecine gelme süreci sosyal haydut kuramı bağlamında ele alınacaktır. Anahtar Sözcükler: Eşkıya, Eşkıyalık, Sosyal Haydut, Osmanlıda Eşkıya, İslamoğlu. IN THE CONTEXT OF A SOCIAL BANDIT "ISLAMOGLU" Abstract Social bandit or social crime is a term invented by the historian Eric Hobsbawmin his 1959 book Primitive Rebels, a study of popular forms of resistance that also incorporate behavior Fatih Üniversitesi, Türkiye. Doç. Dr.,Fatih Üniversitesi, Türkiye. 143 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 characterized by law as illegal. In this study, a hero in the ring, according to the authority which a notorious bandit İslamoğlu, Eric Hobsbawm's "Social Bandits or the People's Heroes Pattern" were analyzed according to the theory. In this context, moving from past to present given information about banditry and this act of the state where they live in and how to get a response in the eyes of the nation were discussed. Also İslamoğlu these thugs, especially on the floor of the reasons people are not rebels was seen as a hero were explained. Keywords: Bandit, banditry, social bandit, bandit in the Ottoman Empire, Islamoglu. Giriş İslamoğlu Kimdir? Asıl adı Mustafa olan, İslamoğlu takriben 1827 yılında Simav’a bağlı Şaphane nahiyesinde doğmuştur. ‘İslamoğlu’ adını dağa çıkınca almıştır. Babası bölgenin ileri gelenlerinden Mehmet Ağa’dır. Mustafa İslamoğlu’ nun babasının ekonomik durumu, Osmanlı’nın o dönemdeki yaşadığı siyasi, mali sıkıntılar nedeniyle artan vergilerin ve mültezimlerin zulme varan keyfi uygulamaları sonucunda oldukça bozulmuş, birçok insan gibi vergisini ödeyemez duruma düşmüştür. İslamoğlu eğitimini Şaphane Medresesinde yapmıştır. 17 yaşına geldiğinde iki metre boylarında, gürbüz bir delikanlıdır. Aynı zamanda hem hafız hem de çok iyi saz çalıp şiir söyleyen bir ozandır. Başından geçen ve adını tarihe yazdırmasını sağlayan olaylar da bu yaşlarına rastlar. İki İltizam memurunun babasından zorla vergi istemesi ve onun da: “Ambarlarda bir şey kalmadı.” demesi sonrasında çıkan tartışmalar üzerine, Mustafa bu iki memuru öldürür ve 1844’lerde dağa çıkar. Bundan sonra yarenleriyle birlikte ezilen fakir halka yardım eder. Haksız yollardan zengin olanların ve halka zorbalık yapanların korkulu rüyası olur. Ününün dünyaya asıl yayıldığı yıllar 1850-1865 arasıdır. Uzun süre yakalanamadığı için devlet, Yörük kızı Ayşe’yi (gönüllü) kaçırdığı için de kızın babası başını getirene ödül vereceğini söyler. Kızın babasının vereceği ödülün miktarı ise bir heybe dolusu altındır. 1865 veya 1866’da Orhanlar’ da çatışma esnasında yakın arkadaşlarından biri tarafından vurulur. Vurulduktan sonra Orhanlar’ daki 3 çatal ceviz ağacına kadar gider ve 144 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ceviz ağacına yaslanarak kalır. Ölmedi diye korkulduğu için 300 atlı, 500 yaya asker yanına gelemez. Üç günün ardından yere yıkılıp öldüğü anlaşılınca başı kesilerek devlet idaresine teslim edilir. Mustafa İslamoğlu, karısı Yörük kızının saçlarını kendi elleriyle örmüştür. Ama bu onun karısının uzun saçlarını son örüşü olur. Yörük kızı Ayşe de kendi ölümüne kadar bu örgüyü bozmaz. Vasiyeti üzerine öyle defnedilir. Mustafa İslamoğlu, yaşadığı Şaphane; Kütahya, Pazarlar, Orhanlar, Gediz, Simav, Uşak, Afyonkarahisar ve Kula’nın ortak halk kahramanıdır. İslamoğlu mekanları, halen Karacakaya ve Orhanlarda bulunmaktadır. 12 Eşkıyalık konusu, tarih araştırmacıları, halkbilimciler ve romancılar tarafından öteden beri ilgi duyulan ve üzerine çalışmalar yapılan, eserler yazılan bir konu olmuştur. Eşkıya hikâyeleri sözlü ve yazılı anlatılarda, destanlarda, şiirlerde ve daha başka anlatı türlerinde yüzyıllardır anlatılmış ve halkın belleğinde yer etmiştir. Eşkıyalık ve eşkıya teması dünya edebiyatında yaygın olduğu gibi bizim edebiyatımızda da oldukça yaygındır. Bu konudaki türkülere baktığımızda da bunu kolaylıkla anlayabiliriz. Atçalı Kel Mehmet, Köroğlu, Kamalı Zeybek, Dadaloğlu, Yalnız Efe, Hekimoğlu İsmail, Pir Sultan Abdal, Çakıcı Mehmet Efe, Yörük Efe ve Sarı Zeybek Türk halk edebiyatının bu konudaki en tanınmış örneklerindendir. İslamoğlu da Kütahya, Uşak, Şaphane, Simav ve Afyon taraflarında yaşamış ve hikâyesi dilden dile dolaşan, halk tarafından da oldukça sevilen bir eşkıya tipidir. Hakkında akademik çalışmalar yapılmamış olması ve yaşadığı bölgedeki önemli kişiler tarafından değerinin farkına varılamaması yüzünden edebi muhitte tanınmamıştır. Çalışmamızda Sosyal Haydut kuramı çerçevesinde İslamoğlu tanıtılacaktır.13 Eşkıyalık göreceli bir kavramdır. Bu konuda, genelde olumlu ve olumsuz olmak üzere iki bakış söz konusudur. Bunlardan ilki, eşkıyalığı yücelten, bir tür direniş olarak gören, toplum ve halk adına haklı bir hareket gibi kabul eden romantik görüş; ikincisi ise, http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA%20 İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30. 12 İslamoğlu ile Bilal ERĞİN’in anne tarafından akrabalık bağı bulunmaktadır. 13 145 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 eşkıyalığı, devletin çatısı altında, devlete rağmen hareket eden, halkla çatışan ve devletten ziyade halka zarar veren kişi ve grupların yasadışı hareketi olarak kabul eden görüştür. 14 Romantik görüşü savunan en etkili isim olan İngiliz tarihçi Hobsbawm, ‘Eşkıyalar’ adlı eserinde, eşkıya olgusunu sosyal tarih araştırmaları çerçevesinde, geniş çapta ve dünya ölçeğinde ele almış ve “toplumsal eşkıyalık” kavramını ortaya atmıştır. Hobsbawm’a göre “toplumsal eşkıyalık” tarihte yer bulmuş en evrensel ve tek biçimli toplumsal bir olgudur. Toplumsal eşkıya ise, bürokrat ve devlet tarafından suçlu sayılan fakat “köylü toplumu” arasında yaşayan ve köylüler tarafından kahraman, yenilmez, intikam alıcı, adalet için savaşan, bazen de özgürlüğün lideri olarak görülen ve her koşulda saygı duyulan, bu yüzden de yardım edilen ve desteklenen kanun kaçağı köylülerdir. Yazara göre toplumsal eşkıyanın, kendi bölgesindeki ya da öteki bölgelerdeki halk kesiminin (lordun değil), köylünün hasadını alıp kaçması asla söz konusu değildir. Hobsbawm, daha çok, kır hayatının getirdiği koşullarda türeyen “soylu eşkıya”lığı, bu açıdan, şehrin sosyal yapısı içinde biçimlenen yasa dışı faaliyetlerden de (uyuşturucu tacirliği, hırsızlık, gangsterlik ve kara para aklama gibi) ayrı tutmuştur. Özetle, Hobsbawm’a göre eşkıyalığın belli ölçüler içinde topluma zararları dokunsa da eşkıyalığın soylu bir direniş olduğu yolundaki romantik söylemi ağır basar.15 Köylü eşkıyalara baktığımızda, onların ortaya çıkma sebepleri halkın ortak problemleri olduğundan ve bu eşkıyaların bozulmuş otoriteye karşı, özellikle ezilmiş ve fakir halkı savunduğundan halk, bu eşkıyalara kurtarıcı gözü ile bakmıştır. Romantik bakışı destekleyen bir başka araştırmacı da Fernand Braudel’dir. “Annales” ekolünün ünlü adlarından biri olan Braudel, 2. Felibe Dönemi’nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adlı bölgesel tarih çalışmasında, eşkıyalığı, tarihin haklarında pek bilgi vermediği fakir/ezilenlerin (ya da resmî tarih yazıcılığında seçkinlerin yer vermediği “küçük insan”ın), güçlülerin dikkatini çekme biçimi olarak yorumlarken, eşkıyalığın temelinde yatan gerçek olgunun yoksulluk olduğunu belirtir. Braudel’e göre, “Eskıyalık her şeyden önce, siyasal düzenin ve hatta toplumsal düzenin koruyucusu oldukları yerleşik devletlere karşı bir intikamdır” ve “Efendiye karşı, onun aksak adaletine karşı intikam olan eşkıyalık hemen her yerde bir haksızlık düzelticisi olmuştur” (Braudel: 1994: I: 99-112).16 Türkan Gözütok, Eşkıyalık ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin Türk Edebiyatına İz Düşümü, Türkbilig, 2011/21:49, s2. 15 Türkan Gözütok, a.g.m, s2. 16 Türkan Gözütok, a.g.m, s2. 14 146 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Türkiye’de yapılan benzer çalışmaların da romantik bakışı desteklediği görülür. Doğu Anadolu’daki eşkıya olgusu üzerine çalışma yapan İsmail Beşikçi ile Ege’deki eşkıyalık meselesini ele alan Sabri Yetkin’i de romantik grupta değerlendirmek mümkündür. Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı eserinde, Doğu Anadolu’daki eşkıya hareketlerini “ağalığın, baskıcı rolüne karşı ortaya çıkan bir direnme şekli” olarak kabul eder. Beşikçi’ye göre eşkıyalık, “halka karşı değil”, “halkı ezen ağalara ve her zaman ağalarla işbirliği yapmış ve onun çıkarlarını korumuş olan devlet bürokrasisine karşı” yapılmıştır (Beşikçi 1969: 26,100).17 Eşkıyalık konusunu aydınlatmaya ve sosyo-ekonomik alt yapısını tanımaya girişen bu çalışmaların asıl yoğunlaştığı nokta, eşkıyalığın bir toplumsal başkaldırı hareketi sayılıp sayılmayacağı sorusuna cevap bulmaktır ve verilen cevapların birbirinden farklı oluşunun temelinde de “eşkıya-köylü-devlet” üçlüsü arasındaki ilişki yatar (Akın 2007: 93). 18 Literatürde romantik görüşe uzak duran ve bu ilişkiyi Hobsbawm’ dan farklı olarak çözümleyen kişilerin başında Karen Barkey gelir. Barkey, eşkıyalığı, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı yapılmış bir direniş hareketi yerine, halkı ezen bir hareket olarak görür. Osmanlı tarzı devlet merkezileşmesini temel aldığı Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı Merkezileşmesi adlı çalışmasında, eşkıyalığın dünyadaki diğer bazı örnekleriyle Osmanlı Devleti’nde 16. ve 17. yüzyılda görülen eşkıya olaylarını karşılaştıran Barkey, bu çalışmasında, Osmanlı Devleti’ndeki eşkıyalığın ortaya çıkış nedenlerini genel görüşe uygun olarak, ekonomik şartların kötüleşmesi ve bürokratların halka karşı yanlış tutumuna bağlar. Osmanlı’da eşkıya olaylarını, askerler, resmî görevliler ve çeşitli nedenlerle işsiz güçsüz kalan köylülerin çıkardığını, eşkıya olaylarının devlete ve topluma daima ağır bedeller ödettiğini belirtir (Barkey 1995: 160). Osmanlı bürokratlarını, eşkıya olaylarını çözmede ustalıklı kişiler olarak tanımlar. Yazar, eşkıyanın çıkar amaçlı çabalarından en büyük zararı aslında köylünün gördüğünü ve zaman zaman köylülere karşı iktidar çevreleriyle işbirliği yaparak halkı soyduklarını, kökenleri köylü de olsa eşkıyaların bir süre sonra köylüye ihanet etmeye başladıklarını, baskınlar yaptıklarını ve işi mezalime vardırdıklarını belirtir. Sanıldığının aksine, devlet idarecilerini uğraştıran ve merkezî yönetimi zora sokan bu olayların aslında zamanla devletin merkezî otoritesini de güçlendirdiğini söylerken (Barkey 1999:249); Yetkin ise, Ege’de işi fabrika yakmaya kadar götüren eşkıyalığı bitirmek üzere Osmanlı devlet idaresinin aldığı tedbirleri ve eşkıya takip yöntemlerini “tam bir eşkıya 17 Türkan Gözütok, a.g.m. s2. Türkan Gözütok, a.g.m. s2. 18 147 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yöntemi olup devlet olma niteliklerine uygun olmayan hukuk dışı bir davranış” olarak yorumlar (Yetkin 2003: 143).19 Biz de çalışmamıza konu olan İslamoğlu’ nu romantik bakış açısıyla ele aldık. Bunun sebebi ise gerek yaptığımız görüşmelerde gerekse elde ettiğimiz bilgilerde hemen hemen hiçbir zaman halkın İslamoğlu’na eşkıya gözüyle bakmamasıdır. Halk İslamoğlu’ nu o kadar sevmiştir ki bugün bile yaşadığı coğrafyada hikâyesi dilden dile dolaşmakta, hemen her düğünde İslamoğlu türküsü eşliğinde efe oyunları oynanmakta, adına merkezler kurulmakta (Uşak) ve çeşitli sokak, mahalle, yapılara ismi verilmektedir. Osmanlılar’ da Eşkıyalık Hareketleri İnsanoğlunun hüküm sürdüğü, siyasi ve ekonomik çöküşlerin yaşandığı hemen hemen her yerde, devlete veya onun bölgesel güçlerine karşı isyan etme, zor kullanarak başkalarının mallarına el koyma, insanların hayatlarına kastetme, onlara ve devlete maddimanevi zarar verme faaliyetleri görülmüştür. Bunlar kimi zaman merkezi otoriteyi oldukça zor duruma sokan toplu isyanlar kimi zamansa bölgesel eşkıyalıklar ve köylü haydutlar olarak tarihteki yerlerini almıştır. Genel olarak soygun yapıp halkın malına ve canına kasteden, etrafı haraca kesen gruplar için İslâm tarihinde “yol kesen " anlamında harrâbe veya kuttâu’t – tarik tabirleri kullanılmıştır. Osmanlılar’ da ise ikinci tabire rastlanmakla birlikte bu tip faaliyetlerde bulunanlara daha ziyade şaki ve bunun çoğulu olarak eşkıya denmiştir. Osmanlı kaynaklarında ayrıca Celâli, eşirrâ, harami, haramzade, türedi, haydut (hayduk), uğru kelimeleri de eşkıya karşılığı olarak kullanılmıştır. Eşkıyalık zaman zaman merkezî iktidarlara karşı halkın menfaatlerini savunma gibi bir mahiyet de kazanmıştır. Bu şekliyle halk arasında kendilerine zarar dahi verse devlet görevlilerinin baskı ve zulümlerine bir tepki olarak görülmüş, eşkıya reisleri büyük şöhret kazanmış, halk muhayyilesinde kahramanlık destanlarına bile konu olmuştur.20 Eşkıyalık, Osmanlıların da dâhil bulunduğu Akdeniz dünyasında özellikle XIV. yüzyıldan itibaren etkisini hissettirmeye başladı. XVI. yüzyılda giderek tırmanma eğilimi 19 Türkan Gözütok, a.g.m. s2. Mücteba İlgürel Osmanlılar’da Eşkıyalık Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,Cilt 11, İstanbul, 1995, s 466-467. 20 148 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gösterdi, XVII. yüzyılda ise büyük bir problem haline geldi. Bu eğilimin tırmanmasında Akdeniz havzasında görülen nüfus artışı, iktisadî zorluk, ticarî faaliyetin yoğunlaşması, halkın fakirleşmesi, siyasî iktidarların zayıflaması önemli rol oynadı (Braudel, II, 61-70). XVI. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da bazı âsi gruplar bulunmakla birlikte bunlar daha ziyade küçük çeteler durumundaydı. Kanuni Sultan Süleyman ’ın oğulları Şehzade Bayezid ve Selim’in mücadeleleri daha sonraki kargaşalara zemin hazırladı. Yüzyılın sonlarına doğru bozuk ekonomik ve siyasî şartların etkisiyle ortaya çıkan yersiz yurtsuz insanlar ilk eşkıya gruplarını oluşturdular. Kaynaklarda “gurbet taifesi” veya “levendât" diye anılan bu küçük çeteler Celâli adıyla bilinen büyük eşkıya topluluklarının habercileri oldular. Öte yandan kaynaklarda miktarları binlerle ifade edilen gruplara Celâlî veya Celâlî eşkıyası denildiği halde sekiz on kişilik küçük gruplar genel olarak sadece eşkıya şeklinde adlandırıldı. XVI. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı genişlemesi durmuş, artık mevcut toprakları elde tutma endişesi başlamıştı.21 Genellikle eski bir devlet görevlisi, tımar sahibi veya yüksek rütbeli askerî idareci olan eşkıya liderleri daima devletin zayıf anını kollar, özellikle de savaş dönemlerinde ortaya çıkarlardı. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin doğuda ve batıda iki cepheli bir savaş ortamı içinde bulunması eşkıya topluluklarının ortaya çıkmasında önemli bir sebep oluşturdu.22 Ege’de Eşkıyalık İmparatorluk coğrafyasında, Ege Bölge’si sosyal içerikli ayaklanmalara zemin olmuştur. Sosyal haydut olarak nitelendirdiğimiz Ege eşkıyalarının Anadolu’nun imparatorluk dönemindeki son yüzyıl içinde en fazla gelişmiş, tarımın en fazla ticarileşmiş, dolayısıyla toplumsal katmanlar arasında eşitsizliğin en fazla belirginleşmiş olduğu bölgede yaygınlaşması bir tesadüfün sonucu değildir.23 Aydın ve civarının değişik bir eşkıya tipi de zeybeklerdir. 24 Zeybek kelimesini sözlükler, Batı Anadolu’da özellikle dağlık yerlerde yaşayan, iyi savaşçı, asayiş ve yolların muhafazasından sorumlu ücretli askerler olarak tanımlıyor. Zeybek kimdir, nasıl ortaya çıkmıştır, kökenleri nedir, eylemleri ve töreleri neye dayanır? Zeybekler en eski çağlardan beri çeşitli insan topluluklarına ait kültürel, sosyal ve etnik özellikleri birleştirip varlıklarını 21 Mücteba İlgürel, a.g.m. s467 22 Mücteba İlgürel, a.g.m. s467 23 Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s5 24 Mücteba İlgürel, a.g.m. s468 149 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 sürdüren eylem insanlarıdır. 25 Zeybekleri eylem adamı ve ücretli asker olarak tanımladığımızda, Celali isyanlarından itibaren ortaya çıkan bölükbaşlarının hemen hepsinin zeybek olduğu kendiliğinden anlaşılır.26 Zeybekler paşa kapısında yaşarlar. Kapısız kalınca da yeni bir yere kapılanıncaya kadar dolaşıp eşkıyalık yaparlardı. Batı Anadolu’da eşkıyaların yoğun oluşunun önemli nedenlerinin başında bu gelir.18. yüzyılda bölgede ayanlığın yükselmeye başlamasıyla kapısız kalan zeybekler, kır bekçiliği, derbentçilik yaparak ve yol üzerindeki kahveleri işleterek geçimlerini sağlıyorlardı. Zeybekler özellikle İzmir, Afyon, Kuşadası, Manisa yolları üzerinde birbirine birer saat uzaklıkta açtıkları kahvelerde tüccarlardan, onları eşkıyalardan korumanın karşılığı olarak palamut, mazı, kök boya vb. eşyadan yük başına beşer para, üzüm, incir ve sair kuruyemiş, peynir, sadeyağ ve zeytinyağı yüklerinden aynen yarımşar kıyye, koyun ve keçi sürülerinden geçit akçesi namıyla beşer para, yolcuların her birinden kahve parası diye on beş-yirmi para alıyorlar ve böylece geçimlerini sağlıyorlardı.27 Devlet 1792-93 ve 1821 yıllarında çıkardığı fermanlarla bu kahvehaneleri kapatmaya ve zeybeklerin bu paraları almasını yasaklamaya çalışmış ama yeniçerilerle işbirliği içinde olanlara bir şey yapamamıştır.28 II. Mahmut devrinde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra bir fermanla bu kahvehaneler kapatılmış ve sayıları binlerle ifade edilen, geçimini buralardan sağlayan eli silahlı zeybekler açıkta kalmıştır.29 Daha sonra da eşkıyalığa başlamışlardır. Osmanlı- Rus savaşına da katılmayıp dağa çıkan bu zeybekler işi iyice eşkıyalığa vardırmışlardır. 19. yüzyılın ortalarında Ege’de zeybeklerin dışında Rum çeteleri de büyük güce sahiptir. Bu çetelerin en ünlüsü Katırcıyani çetesidir. 30 Bu çete halka zulmeden, insan kaçıran ve yüklü miktarda fidye alan bir oluşumdur. 25 Sabri Yetkin, a.g.e,,s53 26 Çağatay Uluçay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968, s18 27 Çağatay Uluçay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul 1955, s 26,27. 28 Çağatay Uluçay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968, s18 29 Çağatay Uluçay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul 1955, s 26-37 de fermanın tamamı vardır. 30 Sabri Yetkin s55 150 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Şaphaneli Mustafa İslamoğlu da Osmanlı’nın çöküş zamanına rastlar. Bu tarihler rüşvet, adam kayırma ve hakkın güçlü olandan tarafa verilmesinin tohumlarının atıldığı, çürümüşlüğün başladığı yıllara rastlar. İslamoğlu’na baktığımızda, onun yukarıda bahsettiğimiz zeybeklerin kategorisinde olmadığını, bölgede yaşanan haksızlıklara, eşitsizliklere, zulümlere başkaldıran, zayıf ve haklı olanların yanında olan ve hayatı pahasına bunu sağlamaya çalışan sosyal haydut sınıfında olduğunu görürüz. Onun ailesinde daha önceden eşkıyalık yapmış olan kimse de yoktur. İslamoğlu’nun eşkıyalığı Osmanlının son dönemlerindeki sosyal, siyasal ve özellikle ekonomik problemlerin ve bunların çözümlenemeyişinin doğal bir sonucudur. Hobsbawn’a Göre Sosyal Haydut Eric Hobsbawm, Haydutlar adlı kitabının, “Sosyal Haydutluk Nedir?” başlıklı ilk bölümünde sosyal haydutun ne olduğuna ilişkin düşüncelerini şu şekilde ifade eder: Yasalara göre, saldırıp zor kullanarak soygun yapan bir çeteye dâhil herhangi bir kimse hayduttur: şehirde sokak başlarında maaş kapıp kaçanlardan, resmen haydut olarak tanınmasalar da örgütlü asi ve gerillalara kadar… Sosyal haydutların ilginç yanı, toprak beyinin ve devletin suçlu gördüğü yasadışı köylüler olmalarına karşın, köylü toplum içinde barınmaları ve halk tarafından kahraman, savunucu, öç alıcı, adalet savaşçısı, hatta belki de özgürlük önderi ve her koşulda hayran kalınacak, yardım edilecek ve desteklenecek adamlar olarak düşünülmeleridir.31 Hobsbawm’ın bu tanımı, her şeyin geleneksel düzenini bozan güçlere karşı direnen sosyal haydutların köylü toplumunda nasıl algılandığı ve eylemlerinin nasıl değerlendirildiğini ortaya koyar. İdari karışıklıkların yaşandığı ve siyasi düzenin bozulduğu ortamlar haydutlarının eylemlerine zemin oluşturur. Böyle durumlarda köylünün hayat standartlarındaki önemli düşüş ve köylü toplumunun hoşnutsuzluğu haydut faaliyetlerinin artışına imkân sağlar. Böyle durumlarda haydutları “sosyal” kılan en önemli özellik, halkın bozulmaya başlayan geleneksel düzenini yeniden sağlama çabaları ve halkın destekçisi olmalarıdır. Genel anlamda haydutluğun algılanışı ve ortaya çıkma şartlarını değerlendiren 31 Eric Hobsbawm, Haydutlar, Çev. Fatma Taşkent, Logos Yayınları, 1990, s9-10. 151 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hobsbawm, erdemli soyguncu olarak tanımladığı haydutların toplumsal rolü ve köylülerle olan ilişkisine dair ortaya koydukları “imaj”larını dokuz maddede toplamıştır.32 a)Kahraman, kanundışılık kariyerine bir suçla değil adaletsizliğin kurbanı olarak başlar. Resmi otoritelerce aranmasına rağmen onun yaptığı toplumun halk kültüründe suç olarak değerlendirilmez.33 Kayda geçmiş örneklerin çoğunda sosyal haydutlar, gerçekten de kriminal olmayan bir mücadeleyle, onur meselesiyle ya da kendilerinin ve komşularının haksızlık ( bu sadece bir yoksul ile zengin ve söz sahibi kimse arasında geçen bir anlaşmazlığın sonucu da olabilir) diye algıladığı bir şeyin kurbanları olarak mesleklerine başlarlar”34 Şaphaneli Mustafa İslamoğlu’nun yaşadığı devir, Osmanlı’nın çöküş zamanına rastlar. Bu tarihlerde Osmanlı’nın tımar sistemi bozulmuş, kaybedilen savaşlardan dolayı vergiler katlanarak artmış ve halk fakir bir duruma düşmüştür. Tüm bunların üstüne bir de vergi memurlarının keyfi uygulamaları ve aç gözlülükler işin içine girmiş, halkın elinde avucunda nerdeyse hiçbir şey kalmamıştır. Kahramanımız İslamoğlu, babasına zulmeden ve uygunsuz teklifte bulunan mültezimin tahsildarlarını öldürüp dağa çıkmak zorunda kalır. Eğer böyle bir durum olmasa medrese öğrencisi olan İslamoğlu’ nun dağa çıkmak gibi bir düşüncesi olmadığı kanısındayız. b) Kahraman, yanlışlıkları düzeltir.35 “Gerçek uygulama ne olursa olsun, haydutun adaletin temsilcisi, hatta ahlakın onarıcısı olarak düşünüldüğü ve onun da kendisine aynı gözle baktığı hakkında kuşku yoktur”36 İslamoğlu, devrinde devletin merkezi otoritesi zayıfladığı için payitahttan uzak ve özellikle iltizam usulü toprakların bulunduğu, haksızlıkların gözle görülür bir şekilde arttığı şimdiki Ege Bölgesi’ indeki yolsuzluklarla mücadele etmiştir. Bölgede toprak ağası 32 Nagihan Gür,”Sosyal Haydut” Düzleminden “Halk Kahramanı” Statüsüne Bir Yükseliş: Köroğlu ve Sergüzeşti, Milli Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı: 79, s3 33 Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, 2010, s213 34 Eric Hobsbawm, a.g.e s35 35 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 36 Eric Hobsbawm, a.g.e s36 152 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 konumuna gelmiş zalim mültezimlerin haksız uygulamalarıyla hep mücadele içinde olmuştur. c) Kahraman, zenginden alır ve fakirlere, ihtiyaç sahibi olanlara verir. 37 Otoritelere karşı yoksul halkın desteğini elinde tutmak isteyen kahraman, halkın yaşam koşullarını iyileştirmek, toplumsal eşitsizliği gidermek ve kendine destek sağlamak için zenginlerden aldıklarının büyük bir kısmını fakirlere dağıtır.38 İslamoğlu, isyan hareketinden sonra zenginlerin korkulu rüyası haline gelmiştir. Nerede bir zengin fakirlere zulmetse hemen o zenginin elindekileri alıp fakirlere vermiştir. Kapıdan giremediği zenginlerin konaklarına bacadan girerek de olsa zenginden alıp fakirler vermiştir. 39 d) Kahraman, meşru müdafaa ve intikam dışında asla adam öldürmez.40 Sosyal haydutlar zengini soyar, yoksula yardım eder ve haksız yere kimseyi öldürmez. Keyfi şiddetten kaçınan sosyal haydutlar, nefsi müdafaa olan haklı öldürmeye bağlı kalırlar.41 İslamoğlu’nun da haksız yere cana kıydığı görülmemektedir. Hatta onu yakalamaya çalışan askerleri bile öldürmemiştir. O, sadece halka zulmeden ve bunu durdurmak istediğinde kendisine silahla karşılık verenleri öldürmüştür. e) Kahraman, eğer yaşarsa halkının arasına saygıdeğer bir vatandaş ve hürmet gören bir birey olarak döner. Aslında o halkının arasından hiçbir zaman ayrılmaz.42 Sosyal haydut halk tarafından suçlu olarak görülmediğine göre, yasadışı adamlığı bıraktığında saygın bir üye olarak topluluğun arasına katılmada hiçbir güçlük çekmez. Belgeler bu noktada uyuşmaktadır. 43 37 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 38 Eric Hobsbawm, a.g.e s36 39 Recep Cebe, Çiftçi, d 1934, Şaphane, İnceğiz, İslamoğlu’nun torununun torunlarından, okuma yazma bilmiyor. 40 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 41 Eric Hobsbawm, a.g.e s38 42 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 43 Eric Hobsbawm, a.g.e s38 153 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İslamoğlu’nun yasadışı adamlığı bıraktığını görmemekteyiz. O, ancak mücadelesi ölümle sonuçlanınca bu işi bırakmış olmaktadır. Yaşadığı dönemde de hep halkla iç içedir. Halktan birinin şikâyeti olduğunda ya ada bir sıkıntıya düştüğünde kolaylıkla İslamoğlu’na iletebilmektedir. f) Kahraman, ona hayran halkı tarafından yardım görmüş ve desteklenmiştir. 44 Erdemli haydut, halk nezdinde “iyi, dürüst ve saygın” bir kahraman olarak algılanmaktadır. Halkın ona karşı hayranlık beslemesi gayet tabiidir. Dolayısıyla hayranlık duyduğu kahramanından yardım ve desteğini de esirgemez.45 Toplum zengin ve güçlülere karşı kendilerini koruduğu ve bölgede adaleti sağladığı için İslamoğlu’nu her zaman desteklemiştir. g) Kahraman, toplumun üyelerinin resmi kurumlarla kendisine karşı işbirliğine girmemesi nedeniyle ancak toplum tarafından dışlanmış kişilerce kendisine yapılan kalleşlikler, kurulan tuzaklar veya ihanetle öldürülür. 46 Kimse erdemli hayduta karşı yasayla işbirliği yapmayacağına göre ve de avucunun içi gibi bildiği taşrada beceriksiz askerler ya da jandarmalar tarafından bulunması gerçekten olanaksız olduğuna göre, yalnızca ihanet yüzünden yakalanabilirdi. 47 Devletin askeri kuvvetlerinin bütün takip ve operasyonlarına rağmen İslamoğlu ele geçirilememiştir ve sonunda İslamoğlu en yakın arkadaşlarından birinin ihanet kurşunuyla öldürülmüştür. h) Kahraman, en azından teorik olarak görülemez ve kolaylıkla ele geçirilemezdir.48 Her zaman halkın haydutlarının diğer desperadolar (İspanyolcada gözü dönmüş haydut.) gibi olmadığına inanılır ve bu inanç, onların kendini köylü sınıfıyla özdeşleştirmesini yansıtır. Kırlarda her zaman tanınmayacakları giysilerle ya da sıradan adam giysileriyle dolaşırlar. Kimse onları ele vermeyeceğine ve sıradan insanlardan ayırt edilemez olduklarına göre, nerdeyse görünmezdirler. Ayrıca halkın görüşüne göre sosyal hayduta kurşun işlemez. Bu bir dereceye kadar haydutların kendi insanları arasında ve kendi 44 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 45 Eric Hobsbawm, a.g.e s40 46 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 47 Eric Hobsbawm, a.g.e s41 48 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 154 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 topraklarında sahip olduğu güvenliği yansıtır. Bir dereceye kadar da halkın savunucusunun yenilemez olması dileğini belirtir. Çünkü haydutun yenilgisi ve ölümü, halkın daha da kötüsü umudun yenilgisidir. Ancak haydutun kurşun işlemezliği yalnızca sembolik değildir. Neredeyse hep büyüye dayalıdır. 49 İslamoğlu çok dindar bir insanmış. İnsanların dışındaki varlıkların da yaşam hakkına saygı gösteren birisiymiş. Bir gün gene atlılar ve piyadeler tarafından çok yakın mesafeden takip edilirken önüne yemyeşil bir buğday tarlası çıkmış. İslamoğlu buğdaylara zarar gelmesin diye tarlanın önünde namaza duruvermiş ve askerler onu görmeden geçip gitmişler. Bu şekildeki kovalamacalar yıllar boyu sürmüş.50 İslamoğlu’na kurşun işlemezmiş. Onun bir gümüş kuşağı varmış. Atılan kurşunlar onda kalırmış ve onu silkeleyince hepsi yere dökülürmüş. Diğer bir rivayette ise şöyledir: Yıldırım düştüğü zaman onunla yeryüzüne metal parçası gibi bir şey düşer ve bunu bulup boynuna takan kişiye kurşun ilmez. (değmez). İslamoğlu’nun annesi de bu metal parçadan bulup oğlunun boynuna asmıştır ve böylece İslamoğlu da kurşun işlemez bir kişi olmuştur.51 Olayın aslına baktığımızda ise şunu görmekteyiz: İslamoğlu güçlü, cesaretli, korkusuz bir insan olduğu kadar da zeki biridir. O, giydiği su geçirmeyen olan keçeden elbiseyi iki katlı yaptırmış ve bu katların arasını da don yağı denilen et yağıyla doldurtmuş. Doğal olarak da kurşun birinci kattan geçse bile ikinci kata geldiğinde hızı kalmadığı için vücuduna işlememiştir.52 i) Kahraman, kralın veya imparatorun düşmanı değil fakat onların yerel despot idarecilerinin ve adaletsiz bürokratlarının düşmanıdır.53 Kahramanımız İslamoğlu devlete başkaldırmak amacıyla isyan etmemiştir. Bölgede halka zulmeden mültezimlere ve onların adamlarına karşı geldiği için dağa çıkmıştır. Onun Osmanlı imparatorluğunu yıkmaya dair bir görüşüne rastlanılmamıştır. İslamoğlu’nun problemi yaşadığı bölgedeki kanunsuz iş yapan ve haksız kazanç elde eden kişilerledir. Her 49 Eric Hobsbawm, a.g.e s41-42 50 Recep Cebe 51 Hamide Erğin, ev hanımı, d 1955, Gediz, İslamoğlu’nun torunlarından, okuma yazma bilmiyor. 52 Tahsin Ünlü, Gazeteci, d 1947, Şaphane, Üniversite 53 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213 155 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ne kadar halk da o da devletin merkezi otoritesine güvense de içinde bulunduğu şartlar olayların, onun devlet düşmanıymış gibi oluşmasına yol açmıştır. Yörede İslamoğlu İçin Yakılan ve Söylenen Türküler İslamoğlu hakkında yakılmış ve şu anda düğünlerde söylenip zeybek oyunu oynanan değişik sözlere sahip türküler vardır. Orijinal olduğunu düşündüğümüz türkü budur. “ İslamoğlu Türküsü 1” “ İslamoğlu derler benim adımı Yiyen bilir ince bıçağımın tadını Yaman olur Şaphanenin adamı Nolaydın da keşke teslim olaydın Konak avlusuna kendin varaydın Şaphane dağını duman bürüdü Üçyüz atlı beşyüz yaya yürüdü Can Mustafam şu dünyada bir idi Nolaydın da keşke teslim olaydın İslamoğlu inip gelir enişden Her yanları görünmüyor gümüşten Mevlam kurtarsın seni bu işten Nolaydın da keşke teslim olaydın İslamoğlu Orhanlara yaslanır Yağar yağmur al çepkeni ıslanır Deli gönül bir gün olur uslanır Nolaydın da keşke teslim olaydın İslamoğlu derler benim bir adım Düşmandan öç almak idi muradım 156 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Tavlada bağlandı kaldı kır atım Nolaydın da keşke teslim olaydın”54 “ İslamoğlu Türküsü 2” Güvendim, sığındım ulu Mevla’ya Avımın izinden geldim Kula’ya Hiç düşmeden bir kazaya belaya Hak ettim, hakkı alır giderim Dini ayrı olan giyiyor kürkü, Çekmişim kürklüden sarıyı kırkı, Enayi sanmasın Türkoğlu Türk’ü Kuşatmayı savıp, delip giderim! Gün olur nasibin gelir yanına, Gün olur gidersin nasip yanına Bazı da mal olur tatlı canına Kurtardım yakayı dolup giderim. Ey dereler, ey tepeler, dinleyin Şu sazımın dillerinden anlayın Anlayın da inim inim inleyin Sorkun Dağlarına dalıp giderim. Şaphane yolunda koptu kıyamet, Üç kızım var, Allah’ıma emanet”55 54 http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA%20İSLA MOĞLU, 01.12.2013,S 10.30. 55 http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA %20İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30. 157 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 … İslamoğlu Türküsü 3 İslamoğlu Kale Yapar Taşınan Afyon-Ahmet Sivritepe-Ankara Devlet Konservatuarı İslamoğlu da kale de yapar taşınan da Gözlerim doldu al ganınan yaşınan Nere gidem bu talihsiz başınan Eyvahlar da olsun saçlı da doru doru şanına Beş yüz altın yakışır senin yiğit şanına Tümsek çam üstünde leylek yuvası Ah gine yeşillendi de Afyon’un Ova’ sı Nettim sana da dininden bulası da Eyvahlar da olsun saçlı da doru doru şanına Beş yüz altın yakışır senin yiğit şanına56 İslamoğlu Türküsü 457 İslam da oğlu efeler de derler benim şanıma Beş yüz atlı gelemiyor hayda, efem de yanıma İslam oğlu efelerde kale yapar taş ile Gözlerim boyandı al kanlara yaş ile İslamoğlu efelerde gelir inişten Her yanları görünmüyor efemin de gümüşten 56http://www.turkuler.com/sozler/turku_islamoglu_kale_yapar_tasinan.html, 29.12.2013, s 23.22. 57 Düğünlerde en çok bu söylenir.http://www.youtube.com/watch?v=yrTCHH09FgY, 29.12.2013,s 23.42. 158 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hayda efemde Allah’ına kurban olayım Sen sallan dur boylarına bakayım58 Sonuç Köy eşkıyası olan sosyal haydutlar, yaşadığı dönemin ekonomik ve siyasi yönden bozuk olduğu ortamlarda halka zulmeden bölgesel yöneticilere tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal haydutlardan kimisi isteyerek kimisi de istemeyerek dağa çıkmıştır. Bazıları ise babadan gelen bu mesleği, onun ölümü üzerine babasının arkadaşlarının teşvikiyle eşkıya olmuş ya da kendine kurulan tuzaklarla eşkıyalığın içine itilmiştir. Bu eşkıyaların bir kısmı devletle anlaşma yapıp bir kahraman olarak tekrar halkın içine dönmüş, bir kısmı ise ya yarenlerinden birinin ihaneti ya da köylülerin ihbarı sonucu öldürülmüştür. Bu kahraman tiplerinin Anadolu coğrafyasında varlığını devlete rağmen ilelebet sürdürenine ise rastlanmamıştır. İslamoğlu da eşkıyalığa isteyerek başlamamış, şartların gereği olarak başlamak zorunda kalmıştır. Yaşadığı süre içinde ise sadece yolsuzların yolunu kesmiş ve onlarla mücadele etmiş, halka her zaman iyi davranmaya çalışmış ve kısa sürede halkın gönlünde taht kurmuştur. Diğer sosyal haydut örneklerinde de gördüğümüz gibi aç gözlülüğün getirdiği bir ihanet sonucu öldürülmüştür. Toplum belleğinde yaşayan İslamoğlu vb. haksızlık karşısında başkaldırı ya da bir zulme isyan şeklinde ortaya çıkan bu şahsiyetlerin tespit edilmesi, bunların şahsında oluşturulan türkü, efsane vb. unsurların derlenmesi, sonrasında bu malzemelerin günümüz nesline uygulamalı halkbilim bağlamında tv, sinema, tiyatro vb icra ortamlarına aktarılması ithal kültürlerin kahramanları ve küreselleşme karşısındaki tehditlere karşı yararlı olacaktır. 58http://turkudostlari.net/soz.asp?turku=623, 29.12.2013, s23.34. 159 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça ÇOBANOĞLU, Özkul, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, 2010. CEBE, Recep, , Çiftçi, d 1934, Şaphane, İnceğiz, İslamoğlu’nun torununun torunlarından, okuma yazma bilmiyor. ERĞİN, Hamide, ev hanımı, d 1955, Gediz, Üzümlü, İslamoğlu’nun torununun torunlarından, okuma yazma bilmiyor. GÖZÜTOK, Türkan, Eşkıyalık ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin Türk Edebiyatına İz Düşümü, Türkbilig, 2011, Sayı 21, s 49- 72. GÜR, Nagihan,”Sosyal Haydut” Düzleminden “Halk Kahramanı” Statüsüne Bir Yükseliş: Köroğlu ve Sergüzeşti, Milli Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı 79, s 45-49. HOBSBAWM, Eric, Haydutlar, Çev. Fatma Taşkent, Logos Yayınları, 1990. İLGÜREL, Mücteba, Osmanlılar’da Eşkıyalık Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,Cilt 11, İstanbul, 1995, s 466-468. ULUÇAY, Çağatay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968. ULUÇAY, Çağatay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul 1955. ÜNLÜ, Tahsin, Araştırmacı-Gazeteci, d 1947, Şaphane, Eğitim Durumu, Üniversite. YETKİN, Sabri, Ege’de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003. http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUST AFA%20İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30.( Siteyi Hazırlayan, Tahsin Ünlü) http://turkudostlari.net/soz.asp?turku=623, 29.12.2013, s23.34. http://www.turkuler.com/sozler/turku_islamoglu_kale_yapar_tasinan.html, 29.12.2013, s23.22. http://www.youtube.com/watch?v=yrTCHH09FgY, 29.12.2013,s 23.42. 160 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 BAĞDATLI RÛHÎ DİVANI’NDA RUMELİ ESİNTİLERİ Duygu KARAGÖZ* ÖZET XVI. yüzyılın önde gelen şairlerinden biri olan Rûhî, Bağdat’ta dünyaya gelmiş ancak asıl itibariyle Rumelili bir şairdir. Ahdî ve Esrar Dede, tezkirelerinde onun Bağdat seferi sonrasında gönüllü olarak Bağdat’a yerleşen Rumelili bir Türkün oğlu olduğunu ifade etmişlerdir.Rûhî her ne kadar Bağdat doğumlu olsa da, onun şiirlerinde Rumeli’ye ait izler bulmak mümkündür. Bu bildiride, Bağdatlı olarak tanınan şairin, şiirlerinden hareketle, Rumeli’ye bakan yönleri ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Bağdatlı Rûhî, Divan, Rumeli. Giriş XVI. yüzyılda, üç kıtaya hükmederek dönemin en büyük ve en güçlü imparatorluğu olma kudretini elde eden Osmanlı Devleti aynı başarıyı edebiyatta da sergilemiştir. Devletin sınırlarının genişlemesiyle birlikte edebiyatın sınırları da genişlemiş ve belki de Divan edebiyatının en kıymetli ve en güçlü şairleri bu dönemde yetişmişlerdir. Bu yüzyılda devletin olduğu gibi ilim, kültür ve edebiyatın da başkenti İstanbul’dur. Ancak İstanbul gibi pek çok ilim ve kültür merkezi vardır. Bu merkezlerden biri de Rûhî ve onun gibi pek çok önemli isme ev sahipliği yapmış olan Bağdat’tır. Bildirimizin konusu olan Rûhî-i Bağdâdî, kaynaklarda her ne kadar Bağdatlı olarak geçse de köken itibariyle Rum asıllı olan bir şairimizdir. Nitekim dönemin önemli tezkirecilerinden Ahdî, onun bu durumunu şu şekilde ifade eder: “Bağdâdî’dürammâasl-ı pâknihâdı ve neseb-i ferruh-nijâdıRûmî’dür. Zîrâ ki vâlid-iekremisâbıkanmerhûmSultânSüleymân zamanında vilâyet-i Bağdâd’a beglerbegi olan Ayas Paşa’nun bendelerinden olup Bağdâd’da gönüllü bölügüne geçüpte’ehhül itmişler. Mezkûr Rûhî Bağdâd’da vücûda gelmegin Bağdâdî yâd olundı.” (Solmaz, 2005:318). Asıl adı Osman olan ve doğum tarihi belli olmayan Rûhî’nin babası Ayas Paşa maiyetinde Kanunî’nin ordularıyla Bağdat’a giderek orada yerleşen gönüllü bir Türk idi (Ak *Arş. Gör.,Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edb. Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü/TOKAT duygu.karagoz@gop.edu.tr 161 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2001:13). Rûhî’nin Bağdat’ta doğmuş olması onun Bağdatlı olarak tanınmasına ve hep bu minvalde değerlendirilmesine neden olmuştur. Ancak o, her ne kadar Bağdat doğumlu olsa da, şiirlerinde Rumeli’nin izlerini taşır. Bu özellik onu Bağdat’ta yetişmiş diğer şairlerden ayırır. Nitekim Faik Reşat bu hususu dile getirirken şu ifadeleri kullanır: “Şiire pek genç heves etmiştir. Buna da tasavvufa ve seyahate olan meylinden başka Bağdat’a gelen şüara ve dervişan ile ihtilâti sebep olduğu gibi şivei beyanının hemşehrilerinden meselâ Habibi, Fuzuli, Süruri lehçesinden farklı olmasına Rumînijat olmasının hayliden hayli dahli olmuştur.” (Uraz, 1941: 4) Bu bilgiler ışığında Rûhî’nin şiirlerinde Rumeli izlerinin nasıl yer aldığı üzerinde durulmaya çalışılacak ve bu şiirlere bir de bu zaviyeden bakılacaktır. Rumeli Söyleyişi Divan şiirinde dil, genel itibariyle günlük konuşma dilinden uzaktır ve şehirli Türkçesidir. Günlük konuşma dili bu şiirin içinde çok fazla yer almaz.Günlük dilde yer alan teklifsiz konuşma cümlecikleri, senli-benli, laubali “ya, hadi be, a be, bak a” gibi ifade kalıpları, şiir dilinde fazlalık olarak görülebilir. Şairin amacı az sözle çok şey anlatmak olduğu için bu tür söyleyiş özellikleri şiirde çok az kullanılır. Ancak Rumeli şairlerinin şiirleri incelendiğinde, günlük konuşma dilinin ifadeleri, dikkat çekecek kadar yoğun bir biçimde karşımıza çıkar. Dolayısıyla Rumeli şairleri, söyleyiş bakımından, bu yönleriyle diğer bölgelerin şairlerinden ayrılırlar (Çeltik, 2013: 180). Rûhî’nin şiirlerinde de zaman zaman günlük konuşma diline dair unsurlara rastlanır. Mesela, bazen hayret, şaşkınlık, kızgınlık ifade eden “a/â” ünlemi bazen de “ey” nidasını karşılar mahiyette karşımıza çıkabilir. Aşağıdaki beyitte, başkalarının sözüyle beni öldürmek için evden çıkma çünkü onların amacı bunu seyretmektir diyen Rûhî “a güzelüm” ifadesi ile bu unsurlardan birine yer vermiş olur. İl söziyle beni öldürmege evden çıkma Garazı a güzelüm şimdi temâşâdurelün (G 616/2) Günlük konuşma dilinin unsurlarından biri olan ve diğer Rumeli şairlerinde de sıkça rastlanan bir söyleyiş olan “be” ifadesi Rûhî’nin de şiirlerinde rastladığımız bir başka özelliktir. Teklifsizce konuşmada “ey, hey, yahu” ünlemlerine karşılık gelen “be” hitabı, bazen “be hey, hey be, vay be” şeklinde şiirde yer alır. Şair, “be” şeklinde samimi bir hitapla seslenerek muhatabının dikkatini çeker (Çeltik, 2013:190). Be bu dîvânedür ancak diyürahm itmek içün Rûhi yâ kendümüzi vâlih ü şeydâ iderüz (G 522/5) 162 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Vefâ ağyâravüer bâb-ı aşka cevriderdirler Ne dirsin sen be hey âfet senün çün gör neler dirler (G 308/1) Şairler sevgili veya güzeli sultan, şah vb. yanında “bey”e de benzetirler. Pek çok şairin şiirinde bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Ancak Rumeli şairleri buna ek olarak sevgilinin benzetildiği bir unsur olmanın dışında, “beyim, a beyim” gibi konuşma diline ait hitaplara şiirlerinde fazlaca yer verirler(Çeltik, 2013: 194). Rûhî de aşağıdaki beyitlerde söz konusu kullanıma yer vermiş ve sevgilisine “begüm” şeklinde hitap etmiştir. Nice serveylesün ol kâmet-i bâlâ ile bahs Begüm ednâya düşer mi ide a’lâ ile bahs (G 89/1) Yüz virmegi lrakî ber evâ görmezüz begüm Gayra cemâl gösteresin âşıka celâl (G 727/2) Rûhî’nin konuşma dilinin imkanlarından faydalandığını gösteren bir başka ifade de “vay/vây” ifadesidir. Bu sözü şairler yerine göre şaşma, hayret veya acıma ifadesi olarak kullanırlar. Rûhî de aşağıdaki beyitinde, “Dünya ve mafihayı terk edişimi ayıplamayın zira ömrümün kalanını yitirdim. Artık ben dünyayı ne yapayım?” diyerek haline acımaktadır. Eylesem ‘ayb eylemen dünyâ vü mâfihâyı terk Hâsıl-ı ömrüm yitirdüm neyleyin dünyâda vây (Tarih) Konuşma dilinin son işaretlerinden biri de “yâ” ifadesidir. Bu ifade ile şairler, “yahu, yaa; hiç olacak iş mi, olur mu, yoksa” gibi anlamları karşılarlar. Rûhî aşağıdaki beyitte “(Ey sevgili!) Kanlı kumaş sen misin yoksa her ay yüzlü böyle midir? Ben miyim avare yoksa aşkından her ağlayıp deli olan böyle midir?” diyerek bu ifadeyi “yoksa” anlamında kullanmış oluyor. Sen misin hûn-ı hare yâ her mâh-sîmâ böyledür Ben miyim âvâreyâ her zâr u şeydâ böyledür (G 325/1) Bir başka beyitte ise bu ifadeyi şu şekilde kullanarak sitemvârî bir şekilde kamil insanların kıymetinin bilinmeyişinden dert yanıyor. Kime eylersin kemâl izhârun ey dil ebsem ol Kâmile rağbet kemâla kadr u yâ kıymet mi var (G 144/4) Şiirlerde Bulunan Îsevîlik İzleri Rumeli’de yetişmiş şairlerin pek çoğunda, bir arada yaşadıkları milletlerin kültürlerinin izlerini görmek mümkündür. Zira bu şairler, gayr-i Müslim halkla bir arada yaşadıkları için onların yaşantısına dair çok fazla gözlem yapma şansları olmuştur. En çok da Hristiyan kültürünü 163 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tanıma fırsatı bulan şairler, onlarla ilgili gözlem ve değerlendirmelerine şiirlerinde de yer vermişlerdir. Kilise veya aynı anlamdaki deyr ve bunlara bağlı olarak papaz, rahip, aziz, İsa, Meryem, zünnâr, haç, erganun vb. geniş bir kelime kadrosuna dayanan şiir örnekleri Rumeli şairlerinde çokça rastlanan bir unsur olarak karşımıza çıkar (Çeltik, 2013:321). Bağdatlı Rûhî, Rumeli’de yetişmediği halde, onun da şiirlerinde Îsevîliğin izlerini görmek mümkündür. Örneğin aşağıdaki beyitte, şarabın sohbetini başkalarına haram etmek için kilisedeki rahibin helali olduğunu söyleyerek Müslümanlığın aksine Hristiyan kültürde şarabın serbest oluşuna dikkat çekiyor. Sohbetin gayra harâm itmek içün duhter-i rez Pîr-i deyrün yanına vardı helâli oldı (G 1082/3) Rûhî, şiirlerinde Hz. İsa ile ilgili hayal ve benzetmelere de çok fazla yer verir. Öyle ki; peygamberler içinde en fazla onun adına yer verdiğini söylesek yanılmış olmayız. Kimi zaman sevgiliyi Hz. İsa’ya benzetirken kimi zaman da ondan üstün tutar. Mesela aşağıdaki beyitte, kadeh güneşe konulsa ve Hz. İsa’nın elinden içilse de erguvan şarabı yine de sevgilinin la’l dudaklarının safasını vermez diyerek sevgilisini üstün tutuyor. Ayrıca beyit içerisinde yer alan kelime kadrosunda Hz. İsa’nın, kadehin ve şarabın yanı sıra, Hristiyan kültürde de önemli olan erguvana yer vermesi onun bu kültüre dair bilgisini gözler önüne seriyor. Koyulsa câm hurşîde içilse dest-i Îsîden Safâ-yıla’l-ı dildârı şarâb-ı ergavân virmez (G 478/7) Aşağıdaki beyitte de sevgilinin can bağışlayan dudaklarının olduğu yerde Mesih yani Hz. İsa’nın bir şey yapamayacağını söyleyerek yine sevgiliyi ondan üstün tutuyor. Hele biz itmezüz ölsek de Mesîhâ vasfın Leb-i cân-bahşun olan yirde Mesîhâ neyler (G 261/6) Sevgilisini Hz. İsa ile bir tuttuğu aşağıdaki beyitte ise sevgilinin İsa nefesli dudaklarının can verme hususunda ölümsüzlük suyu ile aynı olduğunu ve ölüleri dirilttiğini söyler. Hayât âbı ki dirler dâyim eyler mürdelerihyâ Leb-i Îsî-demün cân-bahşlıkda aynı duranun(G 647/4) Aşağıdaki beyitte de sevgilisini zamanın İsa’sı olarak değerlendirip sevgili ile Hz. İsa’yı aynı kefeye koyuyor. Dem-i cân-bahş ile Îsâ-yızamânsın bilürüz Hâsılı küştesiyüz hep leb-i cân-perverünün(G 622/4) Hristiyan kültürün sembollerinden biri olan haç da şiirlerde benzetme unsuru olarak kullanılmıştır. Salîb ve çelîpâ kelimeleri ile de ifade edilen bu sembol, Divan şiirinde kadınların zülfü için kullanılır. Sevgililerin birer kafir olduğu düşünülürse saçlarından da çelipa olması 164 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gerekir (Pala, 2008: 99). Aşağıdaki beyitte Rûhî de sevgilisinin saçlarını haça benzeterek gönlünü bağladığını ve zünnar halkasına dahil olduğunu söylüyor. Tutmağa zülf-i çelîpâsını dil bağlamışuz Dâhil-i halka-i zünnâr-perestânuz biz (G 4805) Hristiyan kültürüne dair bir diğer unsur da zünnardır. Zünnar, on iki düğümlü papaz kuşağının adıdır. Mecûsî ve Hıristiyan rahipleri kuşanırlarmış. Şairlerimiz sevgililerinin saçlarını siyahlığından küfre, uzun ve örülü olmasından zünnara benzetmişler(Onay, 2009:502). Rûhî de aşağıdaki beyitte gönlüne seslenerek aşk yolunda zünnara bel bağladığını ifade ediyor. Bağladum zünnâra bel ey dil tarîk-i aşkda Tâ ki virdüm gönlüm ol gîsû-yı kâfir-kîşe ben (G 835/3) Kafir/Hristiyan Güzeller Rumeli şairlerinin farklı kültürlerden insanlarla bir arada yaşadıklarını ve onlarla ilgili gözlemlerini şiirlerine yansıttıklarını söylemiştik. Bunların çoğu Hristiyanlıkla ilgili unsurlardır. Bu sebeple şairler sevgiliyi genellikle kafir veya Hristiyan olarak tanımlarlar ve Müslümanlıkla tezat ilişkisi kurarlar. Kafir olan sevgilinin Müslüman olması beklenir ve Rumeli’de yaygın olarak kullanılan din değiştirme olayına yer verilir (Çeltik, 2013: 354). Kimi zaman da aşık sevgilisi için kendi dininden vazgeçer. Rûhî de aşağıdaki beyitte sevgiliyi “tersâ-beçe” yani Hristiyan çocuğu olarak isimlendiriyor ve onun konuştuğu zaman bir nefeste verdiği feyzi güneşin Hz. İsa ile bin yılda verebildiğini söylüyor. Gelse güftâra virür bir demde ol tersâ-beçe Dehre bin yıl virdügi feyzi güneş Îsâyile(G 1013/4) Bir başka beyitte ise sevgili merhameti olmayan bir kafirdir. Rûhî Allah’a sevgilinin gönlüne merhamet salması ve müslüman olması için yalvarıyor. Âlemi kırdı o kâfir meded Allah meded Gönlinemerhametün sal ki müselmân olsun (G 872/4) Bazı beyitlerde ise durum tersine işler. Müslüman aşık kafir sevgili için dininden vazgeçer. Nitekim aşağıdaki beyitte de benzer bir durum söz konusudur. Egermestâne gelsem bezmünema’zûr tut zîrâ Beni dinden çıkarmışdur bir îmânsuz güzel vâ’ız(G 572/6) 165 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Filori Filori, XI. yüzyıldan itibaren Filoransa şehrinde darp ve üzerinde bir zambak çiçeği resmedilen altınlara verilen addır. Avrupa memleketlerinde yaygın olarak kullanılmış ve sonrasında Osmanlılara geçmiştir (Pakalın, 1993:I-629-630). Özellikle Rumeli’de yaygın olarak kullanılan bu para çeşidine Rûhî’de de rastlanır. Koynımuzda görüp ağyâr filori sanmasun Dâğımuzdan kopılan penbe-i gülgûnımuzı(G 1056/5) Felek kemîne kulundur elinde ıkd-ı berîn Filori ile tolu nukrekûb-meşerbedür (G 147/6) Rumeli Abdalları Abdallar, sayıları yedi, yetmiş ya da kırk olarak gösterilen bir evliya zümresidir. Dünyadan habersiz kalacak kadar kendini ahirete, gönlünü Hakk’a veren saf derûn insanlar, ermişler olarak tanımlanır (Uludağ, 2012:19). Yedi iklim üzerine yaratılan dünyanın her bir ikliminin idaresinden sorumlu olan kimselerdir (Onay, 2009:20). Abdallar, Balkan veya Rumeli fetihlerinde savaşlara katılarak önemli görevler üstlenmişlerdir. Bazıları fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşmiş, faaliyetlerini burada sürdürmüştür. Abdallar, Rumeli’de çok fazla bulunmaları sebebiyle Rumeli şairlerinin şiirlerinde geniş yer tutar. Rumeli şairleri bazı şiirlerinde kendilerini bir abdal şeklinde tanıtırlar (Çeltik, 2013:375). Rûhî de divanında çeşitli şekillerde abdallara yer vermiş ve çoğunlukla kendini abdal olarak nitelemiştir. Aşağıdaki beyitte de kendini aşk abdalı olarak niteleyen Rûhî; keyfiyyet, hayrân, esrâr kelimelerini bir arada kullanarak abdalların esrar, afyon gibi bazı uyuşturucu maddeleri kullanmalarına telmihte bulunuyor. Gören keyfiyyetüm hayrân olur abdâl-ı aşkam ben Derûn-ı sînem esrâr-ı İlâhî cür’a-dânıdur (G 289/5) Aşağıdaki beyitte de yine kendini abdal olarak niteleyen Rûhî, hayretten gezdiğini ancak neye hayran olduğunu bilmediğini söylüyor. Biz o hayret-zede abdâllaruz kim göz açup Gezerüz bilmezüz ammâ neye hayrânuz biz (G 479/3) Bir başka beyitte ise gönlünü, sevgilinin aşkının tekkesinde onun saçlarının sırrıyla irşad olan abdala benzetiyor. 166 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Zülfünün sırrın beyân itdüm perîşân gönlüme Tekye-i aşkunda irşâdeyledüm abdâlunı(G 1108/4) Er Kavramı Rumeli şairlerinin “er, erkek, gerçek er, harâbât eri, aşk eri, eren” tabirlerini çokça kullanmaları dikkat çeker. Şiirlerdeki er kelimesi erkek, tasavvuf yoluna sıkı sıkıya bağlı kimse ve asker anlamlarına gelir. Bu hem onların rindane tavrının hem de Rumeli’de sürekli yaşanan akın ve savaşlar dolayısıyla askerliğin şiire yansıması olarak görülebilir (Çeltik, 2013: 416) Rûhî’nin divanında da bu kavramın yer aldığı beyitler bulunmaktadır. Bunlardan birinde kainat her ne kadar kız güzellerle dolu olsa da er olan kişinin onlara asla meyletmeyeceğini söylüyor. Gerçi kız nakşı güzellerle toludur kâyinât Anlara meyleylesün mi hîç giçerken er gönül (G 747/3) Bir başka beyitte ise dünyayı kadına benzeten Rûhî, onu boşama erliğinde bulunacak bir mert olmadığını söylüyor. Er olan kimse virürpîre-zen-i dehre talâk İde bu erlügi şimdi kanı bir merd kanı (G 1100/2) Aşağıdaki beyitte ise kendisine yardım edecek bir er bulunmazsa günlerinin cefa içinde geçeceğini dile getiriyor. Yarab bize bir er bulunup himmet eder mi Yoksa günümüz böyle cefâ ile geçer mi (Ak, 2001:195) Bâtınî Unsurlar Rûhî’nin şiirlerinde yer yer Bâtınî unsurları da görmek mümkündür. Bilindiği üzere “bâtın” kelime anlamı itibariyle “içte, gizli olan, görünmeyen, deruni” gibi anlamlara gelmektedir. Bâtınîlik ise Kur’an’ın ve buyruklarla yapılmaması emredilen şeylerin bâtınını bilen, bu anlayış seviyesine ulaşan kişiden zahirine riayet lüzumunun kalkıp; artık ona, ibadetin lüzumu yoktur kanaatini gütmek ve buna inanmak olarak tanımlanır(Gölpınarlı, 1997:116). Onlara göre namazın ve zekatın manası, Muhammed (aleyhisselam) ile Ali’yi sevmek demektir. Bunu sevenler, namazı kılmış, zekatını vermiş sayılır” (Hammadi, 1948, s.16). Bağdat gibi Rumeli’de de çok yaygın olan Bâtınîlik, Rûhî’nin de şiirlerine aksetmiştir. Nitekim aşağıdaki beyitlerde Kerbela hadisesinde Hz. Hüseyin’in şehit oluşuna ve bu ayda müslümanların matem içinde olmalarına telmih yapıyor. Çâk kıl sîneni kim mah-ı Muharremdür bu Ey gönül âh u figân eyle ki mâtemdür bu 167 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Dökdiler hâka bu dem Âl-i Resûlun kanın Ağla ey dîde ki kan ağlayacak demdür bu Benzemez gayra gam-ı vakı’a-i katl-i Hüseyn Nâr-ı hasretle gönüller yakıcı gamdur bu (G909/1,2,3) Rûhî’nin başka beyitlerinde ise yine Bâtınîliğin bir kolu olan Hurûfî özellikleri görmek mümkündür. Vechün kitâbı nükte-i ki beyânider Ya’nî tokuz hurûfdur u on iki nukat (G564/2) Ol hatt-ı istevâ ki reh-i müstakîmdür Yol bulsa her kim ana odur ümmet-i vasat (G564/3) İstiğna “Gına” kökünden türeyen ve tasavvufi bir terim olan “istiğna” kelimesi “tok gözlülük, aza kanaat etme, gönül doygunluğu” gibi anlamlara gelir. Varlığını Hakk’a vererek onu zengin, kendini yoksul bilen istiğna sahibi kimse, dünyanın hiçbir şeyine değer vermez; onun yanında aba ile atlasın değeri birdir. O, kendi başına sultan olur; dünyanın beylerine, sultanlarına itibar etmez (Çeltik, 2013:429). Rumeli şairlerinde olduğu gibi Rûhî de şiirlerinde dünyaya değer vermeyen istiğna haline değinir. O bazı beyitlerinde, sadece bu dünyaya değil ahirete de istiğna eden bir tavır sergiler. Aceb mi eylesem dünyâ vü mâfihâya istiğnâ Bilürsin bende-i sultân-ı âlî-himmet-i aşkam(G 777/4) Aşağıdaki beyitinde dünyaya istiğna etmenin marifet olmadığını, arif kişinin ahirete bile istiğna edeceğini söyler. Hüner dünyâya istiğnâ de güldür ârif oldur kim İrüp bir âleme mutlak ide ukbâya istiğnâ(G 20/6) Aşağıdaki beyitte ise dünya için alçaklara mihnet etmeyeceğini ifade eder. Bizi dünyâ içün her dûna sanman eylerüz mihnet 168 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Biz ol âriflerüz kim eylerüz dünyâya istiğnâ (G 20/4) Sonuç Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Rûhî, Bağdat’ta doğmuş ve orada yetişmiş olabilir. Ancak o köken itibariyle Rum asıllı bir aileden gelmektedir. Gerek tezkireler gerekse tespit ettiğimiz beyitler onun Bağdat’ta yetişen diğer şairlerden farklı olduğunu ve şiirlerinde Rum kültürüne dair izler barındırdığını gözler önüne sermektedir. Beyitlerde ele aldığımız hususlar Rumelili olmayan şairlerde de bulunuyor olabilir. Ancak Rumelili şairlerin ağırlıklı olarak yer verdikleri hususların Rûhî’de de bulunuyor olması tesadüf değildir. Rûhî’nin şiirlerindeki Rumeli izleri Rumeli’de yetişmiş şairlere nazaran daha az göze çarpar. Bunda onun asıl memleketinden uzak olan Bağdat’ta yetişmiş olmasının etkisi büyüktür. Fakat örneklerden de anlaşılacağı üzere Rûhî, şiirlerinde Rumeli’ye dair hiçbir iz taşımıyor da denemez. Rûhî her ne kadar Rumeli’ye uzak kalsa da şiirleri onu Rumeli’ye yaklaştırmıştır. Kaynakça Ak, C. (2001). Bağdatlı RûhîDîvânı Karşılaştırmalı Metin, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi Arpaguş, S. “Pîr” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C:34, s. 273 Çeltik, H. (2013). Rumeli Şairlerinin Şiir Dünyası, Ankara: Kurgan Edebiyat Yayınları Genç, İ. (2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu’arâ-yıMevleviyye, Ankara: AKMB Yayınları Gölpınarlı, A.(1997). Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler. İstanbul: İnkılap Kitabevi Hammadi, M. (1948). Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İçyüzü (Çev.: Ş.M. Günaltay). Ankara: Sebil Yayınevi Onay, A.T. (2009). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Haz. Cemal Kurnaz), İstanbul: H Yayınları Öztoprak, N. (2001). Rûhî, İstanbul: Timaş Yayınları Pakalın, M.Z. (1993). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I, İstanbul: MEB Yayınları Pala, İ. (2008). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı Yayınları Solmaz, S. (2005). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı, Ankara: AKMB Yayınları Uludağ, S. (2012). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık 169 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Uraz, M. (1941). Bağdatlı Rûhî Hayatı, Şahsiyeti, Şiirlerinden Seçme Parçalar, İstanbul: Kültür Basımevi 170 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNDE BİR MODEL OLARAK EDEBİYAT MAHKEMELERİ Ebru BURCU YILMAZ "Sanat, felsefe ve dinin asıl manası, insanın dikkatini muammalara, sırlara ve sorulara çekmelerinde yatmaktadır. Bu ise şuurumuzun uyanması demektir.” Aliya İzzetbegoviç ÖZET Edebî metinlerde anlamın nerede aranacağı sorusu, farklı cevaplara işaret eden edebiyat kuramlarının temelini oluşturur. Kuramsal açıdan büyük bir zenginliğe sahip olan edebî tenkit, yazar, eser ve okuyucu arasındaki etkileşimin/iletişimin dikkate alındığısağlam okumalara ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada Necip Fazıl Kısakürek'in 1945 yılında kaleme aldığı ve 1997 yılında kitaplaşan "Edebiyat Mahkemeleri" adlı çalışması hem edebiyat eleştirisinde hem de edebiyat eğitiminde bir model olarak dikkate değer bir yaklaşıma sahiptir. Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi şairlerin bir mahkeme atmosferi içinde yargılandığı bu çalışma, sanatçıya dönük eleştirinin bilgi, tespit ve yoruma dayandırılarak objektif ve yapıcı tenkidin gerekliliğine işaret eder. Dünya kitabını okuma gayretimize önemli katkılar sağlayan edebî metinlerin hangi tavır ve niyetler doğrultusunda kaleme alındığını anlamamıza yardımcı olabilecek bu çalışma, geçmişten günümüze eser veren yazar ve şairlerin övgü ve yergiye hapsedilmeden değerlendirilmesini sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Eleştiri, edebi metin, Kuram, Necip Fazıl, Edebiyat Mahkemeleri The question of where to look for meaning in literary texts is the foundation of literary theory Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Malatya. 171 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 that pointing to different responses. Theoretically, the literary criticism having a great wealthy needs to strong readings when the communication among the author, the work and the reader interactions taking into account. In that point, the work Edebiyat Mahkemeleri (Literature Courts), written in 1945 and published in 1997 by Necip Fazıl Kısakürek, has a remerkable approach in both literary criticism and in literary education as a model. The work, in an atmosphere like a trial of famous poets such as Tevfik Fikret, Mehmet Akif and Yahya Kemal in a court, refers to the necessity of objective and constructive criticism of the artist grounding on the knowledge, identify and review. This study which literary texts of our effort to read the book world that makes an important contribution the attitude which was drafted in accordance with will provide writers and poets who works from past to present from incarceration to praise and satire. Key words:criticism,literary texts, theory, Necip Fazıl, Literature courts. Giriş Edebî metinle bir mânâ evreninde buluşan okuyucu metnin anlamını nerede arayacağına dair bir sorgulama yaparken yazar-eser-okuyucu ve devir gibi metnin oluşumuna doğrudan etki eden unsurlar üzerinde durur. Biçim ve muhteva olarak iki düzlemde kategorize edilen kurmaca metinlerde anlamın bu derece önemli olması sadece okuyucunun üzerinde bıraktığı/bırakacağı etki ile izah edilemez. Estetik bir tavırla metne yaklaşan okuyucunun intibalarına göre bir yorum ortaya çıkabileceği gibi kişisel ve kolektif bilinçdışının görünümlerinin yorumlanmasını sağlayan mito-poetik okumalar da mevcut yorumları derinleştirebilir. Edebî metnin çok anlamlılığı, konunun hem sübjektif değerlendirmelere hem de teorik ve kuramsal açıdan temellendirilmeye müsait olan yapısına işaret eder. Metnin değerlendirilme süreci edebî bir yargılama yapılmasını zorunlu kıldığı için eleştirmenin yazar ve esere farklı zaviyelerden bakabilmesi gerekir. Edebiyat ve mahkeme sözcüklerinin bir araya geldiğinde hafızamızdan gelen ilk mesaj çoğunlukla yazarı ya da içeriğinden dolayı mahkemelik olan ve hukukî süreçlerde birer sanık muamelesi gören eserlere dair olmaktadır. Şüphesiz bu çağrışımların arasına Kafka’nın eseri Dava’yı ya da Emile Zola’nın meşhur Dreyfus davası vesilesiyle yazdığı mektubu ve bu sebeple mahkemeye verilmesini de ekleyebiliriz. Doğrudan eseri sebebiyle mahkemeye çağrılan ve roman karakterini savunmak zorunda kalan Gustave Flaubert de edebiyat ve mahkeme arasında bağ kurabileceğimiz yazarlardan birisidir. Çalışmamıza konu olan, eleştiri ve tekliflerimizin de çıkış noktasını oluşturan Necip Fazıl Kısakürek’in Edebiyat Mahkemeleri adlı kitabı, ütopik bir 172 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 eleştiri olarak okunabilir. 1945 yılında Büyük Doğu Dergisinde yayımlanan yazıların kitaplaşmasıyla ortaya çıkan bu eserde Necip Fazıl, Türk edebiyatına yön veren önemli isimlerden bazılarının ruhlarını çağırdığı bir mahkeme ortamı kurgulayarak bu isimleri tenkit eder. Sanık sandalyesine oturan dört isim; Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Mehmet Akif ve Nurullah Ataç’tır. Edebî eserin bir mahkeme havası içinde değerlendirilmesi ilk bakışta sanatın doğasına aykırı bir eylem gibi görünse de çoğu zaman edebiyat eleştirisini gölgeleyen sübjektif, ideolojik ve taraflı tutumların yanı sıra bu konudaki tek tip yaklaşımların ortadan kaldırılması açısından önemli bir metot olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Türk edebiyatı tarihinde peşin kabullere dayalı bir takım imgeler üzerinden tanınmaya ve tanıtılmaya çalışılan sanatçıların layık oldukları yerin ve değerin tespit edilmesi için de sağlıklı bir edebiyat eleştirisinin ilmî bir disiplin olarak benimsenmesi gerekmektedir. Şair ve yazarların ölümlü yanlarının değil de zamanı aşan kalıcı eserleri üzerinden gerçekleşecek bir edebiyat eleştirisine duyulan ihtiyaç hem tenkit sahasında hem de edebiyat eğitiminde kendisini hissettirmektedir. Anlama ve yorumlama çabasının edebî metinleri çözümleme noktasında nasıl bir kuramsal çerçeve içinde gerçekleşeceği metinle kurulan ilişkinin yaslandığı ilmî disiplinlerle de alakalıdır. Edebiyat tarihimize baktığımızda hakkında yeterince bilgi ve belgeye sahip olmadıklarımızı bir tarafa bırakırsak bilhassa modern Türk edebiyatı diye tanımladığımız Tanzimat’tan bugüne gelen süreçte hâlâ bir takım kabullerin içine hapsedilen ve üzerinde yeterince derinlikli çalışma yapılmadığı için bir takım aidiyetlerle ya da popüler yönleriyle ön plana çıkarılan sanatçıların olduğunu görebiliriz. Böyle bir durumun ortaya çıkması kasıtlı yaklaşımlardan kaynaklanabildiği gibi bir kısım edebiyat eleştirisinin ezbere kabullere dayandırılarak yapılması da gerekçe olarak görülebilir. Örneğin; Osmanlı modernleşmesinde önemli bir isim olarak edebiyat tarihimizde yer bulan Muallim Naci, bugün sadece edebî münakaşalar içinde bir taraf ya da mutavassıtîn grubunun içinde yer alan bir gelenekçi olarak tanımlanmaktadır. Bu algının oluşmasında Muallim Naci hakkında yapılan taraflı ve kasıtlı yorumların yanı sıra yazarın eserlerinden hareketle sağlıklı bir biyografisinin ve monografisinin ortaya konmamış olması etkilidir. Bir taraftan katı gelenekçi olarak nitelenen bir yazarın diğer taraftan döneminde aykırı bir tavır olarak görülen natüralist edebiyat tartışmalarında Beşir Fuad’ın yanında yer alması Muallim Naci’nin düşünce dünyamıza tesiri konusunda yeterince dikkatle incelenmediğini göstermektedir. 173 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Edebiyata dair beğenilerin ya da eleştirel bakışın övgü ve sövgü arasında gidip gelmesi ilmî bir disiplin olması gereken edebiyat eleştirisini gölgelemektedir. Necip Fazıl, Mehmet Akif’i yargıladığı mahkemede bilirkişi olarak bir rapor hazırlar. Bu raporunda altını çizdiği husus, Mehmet Akif’in yanında ya da karşısında yer alan kişiler tarafından şairin yeterince tanınmamasından kaynaklanan sığ eleştirilere mahkûm edilmesidir: “Mehmet Akif, ne kendisini sevenlerce, ne de kendisinden tiksinenlerce anlaşılabilmiş bir şahsiyettir. Cephelerden ikisi de, mümkün olduğu kadar kaba, sığ bir intiba; ister müsbet, ister menfi, son derece basit bir infiâl planındadır” (Kısakürek, 2010; 59) Tevfik Fikret’in yargılandığı mahkeme tıpkı Mehmet Akif’in mahkemesinde olduğu gibi birbirine zıt fikirleri benimsemiş kitlelerin bakış açıları arasındaki farklılığın edebiyat üzerindeki ayrıştırıcı etkisini örneklendirir. Bu sebeple Fikret hakkında ifade vermek için çağrılan tanıklar, Sabiha Sertel ve Necip Fazıl’dır. Sabiha Sertel’in İlericilik Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret başlıklı çalışmasında ortaya koyduğu gibi Fikret’i sadece ideolojisini ön plana çıkararak yücelten tek taraflı yaklaşım Necip Fazıl’ın ifadelerinde de tek taraflı bir olumsuzlamaya dönüşür. Mahkemeye, “otuz yıldır edebiyat tarihini şairlikiddiasıyla” (s.11) suçlandığı için çağrılan Tevfik Fikret, fikir çilesi çekmeyen, Coppe gibi şairleri taklit eden, şiiri nesre yaklaştırarak derinlikten yoksun bırakan, lügat cambazlığı yapan, mensubu olduğu milletin inanç hükümlerine karşı gelen bir kişi olarak tanımlanarak hakkında hüküm verilir: “Tevfik Fikret’in, başıboş ve sahipsiz Türk edebiyatı tarihinde açıkgözce işgal etmekte olduğu mevkiden indirilmesine karar verildi. Her sene, bir takım maksatlı ve maksatsız politikacıların üşüştüğü ve yine Tevfik Fikret gibi kolay ve ucuz, açıkgöz ve istismarcı lafazanlıklara meydan diye kullandıkları(…)mezarı, sade kendi ıstırap haline terkedilecek ve civarına kimse yanaştırılmayacaktır”(s.16) Tevfik Fikret’in yargılandığı mahkemeyi ideolojik ve taraflı tutum sergilemekle itham eden Oktay Akbal, Burhan Belge ve Özdemir Asaf gibi isimler mahkemenin temyiz edilmesi gerektiğini söyleyerek yeniden yargılanma isterler. Kabul gören bu teklifin ardından yer ve zaman kararlaştırılır. Fikret’in lehinde ve aleyhinde dinlenecek olan kişilerin isimleri belirlenir. Bu noktada Zahir Güvemli’nin ağzından aktarılan düşünceler bu mahkemelerin aslî işlevinin ne olması gerektiğini ifade eder: “Bilhassa arkadaşlardan şunu rica edeceğim. Toplantıya hazırlıklı gelsinler. İndî ve tefsiri münakaşalarla vakit geçmesin. Her söz bir delille vesikalanabilsin” (s.23) 174 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Fikret için toplanan ikinci mahkeme bir taraftan Fikret’in şairliğini değerlendirirken diğer taraftan da dönemindeki muhalif kimliğinin ve Batıcılığının kaynakları üzerine görüşler alır. Bu defa Necip Fazıl, Fikret üzerindeki Coppe tesirini örnekleriyle birlikte ortaya koyarken, Kazım Nami, şâirin muhalif yönünün İttihat ve Terakki’ye girme gayretinin sonucu ortaya çıktığını söyleyerek padişah için yazdığı Culûsiyyeden seçilen örneklerle tezini ispatlamaya çalışır. Sonuçta Fikret için önceki mahkemede verilen karar değişmez. Fikret örneğinde olduğu gibi sanatçı kimliği ile siyasi düşünceleri birbirinden ayrılan bazen de birbiriyle ilişkilendirilen diğer sanatçılarımızın edebiyat tarihinde nasıl bir algıyla yer buldukları üzerine yapılacak tartışmalar faydalı sonuçlar verebilir. Örneğin, bir yandan milliyetçi ve feminist kadın yazar imgesiyle tanınan Halide Edip’in diğer taraftan Amerikan mandasına dair görüşlerinden kaynaklanan muhalif tavrı yazar Halide Edip ile siyasi bir figür olan Halide Edip’i birbirinden çok ayrı noktalara yerleştirir. Edebiyat eleştirmeni ya da okuyucunun net bir Halide Edip profiline ulaşabilmesi her iki yönünün de ayrıntılı olarak bilinmesi ile mümkün olabilir. Bu süreçte yazarın kendisini savunmasına da imkân veren mahkeme, yazarın niyetinin ortaya konmasını sağlayacak bilgilerin gündeme gelmesini sağlar. Yakup Kadri’nin Yaban ve Nur Baba sebebiyle aldığı tenkitler, Haşim’in devletin yıkılma sürecinde sadece mehtap ve leyleklerin şiirini yazmakla suçlanması, Arap olmasından dolayı dışlanması gibi sorunlu alanlar da bir edebiyat mahkemesi düzeni içinde değerlendirilebilecek diğer örneklerdir. Yahya Kemal’in sanık sandalyesinde oturduğu mahkeme Fikret’inkine göre estetik yargıların daha fazla olduğu bir ortamda gerçekleşir. Şairin neoklasik ve parnas kimliği sorgulanırken, az yazması eleştirilir. Yahya Kemal’in sanat telakkisine dair değerlendirmeler yapan kişilerin ittifak ettiği nokta, tek cepheli kabul edilmesine karşılık kelime işçiliğinde başarılı olan gerçek bir şair vasfı taşıdığıdır. Hakkındaki hüküm de bu tespitlerle uygunluk gösterir: “Kendisine, Tanzimat başından beri benzeri olmayan tek cephelişairliğine karşılık defne dallarından bir çelenk takdim edilmesine, çelengin üstüne de aşağıdaki kısa hükmün yazılmasına karar verilmiştir: ‘Dünyaları kavramakta en ileri (plastik) zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve buradan büyük idrake yol bulamamış san’atkâr!’” (s.50) Necip Fazıl’ın kurguladığı Edebiyat Mahkemeleri, yazıldığı dönemin edebiyat anlayışının bir sonucu olarak kendisinin de yer yer tenkit ettiği ideolojik koşullanmadan etkilenmiştir. Bu 175 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 çalışmanın edebiyat tenkidi ve edebiyat eğitimine sağlayacağı en önemli katkı bir yazarın eseri ve yaşadığı/etkilediği dönemle birlikte ele alınmasını zorunlu kılmasıdır. Bunun yanı sıra bilhassa öğrencilerle yürütülecek bir proje kapsamında kurgulanacak edebiyat mahkemeleri, savunduğu ya da karşı çıktığı bir yazarı/eseri hangi delillerle destekleyebileceği, hangi nâkısalardan dolayı tenkit edeceğini iyi bilme noktasında öğrenciyi hazırlıklı olmaya sevk edecektir. Nitekim “sanat yapıtı, bireysel-tekil bir varlıktır ama o, insansal-toplumsal öze, bu özün genelliğine ve tümelliğine ışık tutar” (Tunalı, 1998; 81). Yaşamın kendisi bir karşıtlıklar ilişkisi üzerine kuruluyken edebi eserlerdeki karşıtlıkların yadırganması düşünülemez. Karşıtlıkların ortaya çıkardığı çatışmadan hareketle evrensel insanî öze ulaşmanın amaç olduğu edebiyat eleştirisinde metni şekillendiren iç ve dış dinamiklerin iyi bilinmesi, biçim ve içeriğin oluşum sürecinin kavranması amaçlanır. Edebiyat Mahkemeleri’nden Edebiyat Eleştirisi ve Eğitimine Dair Çıkarımlar Edebiyat Mahkemeleri adlı kitapta her ne kadar yazar odaklı bir yargılama yapılıyorsa da günümüz edebiyatında sadece eseri aracılığıyla konuşmayı tercih eden ve çoğunlukla da suskun kalan yazarların edebî verimlerinin değerlendirilmesinde tanık olarak dinlenebilecek isimlerin önemli bir işlevi olacaktır. Örneğin; İhsan Oktay Anar ya da Hasan Ali Toptaş gibi yazma süreçleri konusunda ketum olmayı tercih eden yazarları değerlendirirken eleştirmenlerin metnin doğasına uygun tahlil metotları kullanarak yaptıkları değerlendirmelerden hareketle sağlam hükümler vermek mümkündür. Bu noktada edebiyat mahkemelerinde görev alacak kişilerin edebiyat kuramları ve tahlil metotlarını iyi bilmesi gerekmektedir. Bu meseleyi sadece teknik boyutlarıyla ele almak edebi metni, muhatabı için bir deneysel ürün seviyesine indirgeyebilir. O yüzden öncelikle okuma ve yorumlama eylemlerinin yöneldiği nesne olan metnin, okuyucuya hangi pencereleri açabileceği ya da yorumun sınırlarının nerede başlayıp nerede bitebileceği gibi sorular üzerinde düşünülmelidir. Derrida’nn tabiriyle, her şeyi söyleyebilme imkanı veren edebî metin, “kendi başına kendisini ‘aşkın’ bir okumaya ödünç vermekten kaçınamaz ve bu aşkını yasaklayan bir edebiyat kendisini fesheder” (Derrida, 2010; 47). Edebî esere ve yazarına başarı atfederken ya da büyük ve önemli gibi sıfatlarla anarken bağlı kaldığımız ölçütler eserin özgünlüğü, dili ve imgesel anlatımı kullanma başarısıyla ilişkilidir. Bunları dikkate almadan sadece ideolojik koşullanmalara bağlı sahiplenme ya da dışlama haksız değerlendirmelerin ortaya çıkmasını sağlayabileceği gibi edebîlik ölçütünün de ciddiye alınmamasına sebep olacaktır. Bu durumun en çarpıcı örneklerini edebiyatımızda bir 176 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 dönem ağırlığı hissedilen sosyal gerçekçi edebiyat çizgisindeki yazarlarda görebiliriz. Örneğin; Köy edebiyatının ve sol edebiyat çizgisinin popüler olduğu bir dönemde hikâyeler kaleme alan Tarık Buğra’nın, ödüller kazanmasına rağmen dönemin hikâyecilerine yer verilen antolojiye dâhil edilmemesi ve kanon dışı bırakılması ideolojik kabullerin edebîlik vasfının önüne geçtiğinin en açık örneğidir. Buna karşılık Sabahattin Ali, ideolojik mensubiyetine rağmen yazdığı hikâye ve romanlarla günümüzde hâlâ zevkle okunan yazarlar biri olma mevkiine ulaşmıştır. Günümüzde edebiyat çevrelerinin belli çizgiler doğrultusunda bir araya gelmelerine rağmen metin karşısındaki okuyucu salt fikir içerikli eserlerde ne anlatıldığını takip etmekten ziyade saf edebiyata yönelmekte ve aktif olarak yazma sürecine dahil olmaktadır. Edebiyat, “okuyucusunda etkin bir zihinsel tepki uyandırır(ken)” (Pospelov, 2005; 39) içerdiği değer yargılarını ideolojik sahiplenmenin ötesinde estetize ederek sunmayı amaçlar. Edebiyat eleştirisini edebiyat bilimini besleyen bir kaynak olarak görmemiz gerektiği için eserde verilen bilginin fikir kitaplarından farklı bir şekilde ifade ettiğinin farkına varmak durumundayız. Gerçek mahkemeler olayın failini bulmak ve failin eylemleri üzerinden bir yargılama yapmayı amaçlarken, edebiyat mahkemelerinde yazar, ortaya çıkan sonucun hazırlayıcılarından sadece bir tanesidir. Edebiyat kuramları metnin anlamını aradıkları yere göre yazar, okur ve metin merkezli kuramlar şeklinde ayrışırken aslında eserin tanımlanmasında rol sahibi olan faillerin çeşitliliğine de işaret eder. Metnin anlamının yazarda olduğunu savunan geleneksel eleştiri yöntemlerinin aksine özellikle modern ve postmodern metinlerin doğası ve kurgulanma biçimi yazarı da aşan bir yapıya işaret etmektedir. Bu sebeple Umberto Eco’nun tanımlamasıyla “örnek okur”a hitap eden metinler, anlam dünyalarını alımlama estetiğine uygun bir şekilde çok katmanlı bir yapı içinde sunarlar. Okurun sürece aktif olarak katılabildiği metinler için, yazarın ne söylemek istediği sorusu beraberinde okuyucunun “beklenti ufku” ve metnin niyeti gibi eserin açımlanmasına katkı sağlayacak unsurları ön plana çıkarır. “Metnin niyeti temel olarak kendisi hakkında tahminlerde bulunabilecek örnek bir okuru üretmek olduğundan” (Eco, 1997; 74) bir edebî metinden çıkarılacak anlamın izini sürmek için müracaat edilmesi gereken unsurların çokluğunu dikkate almak gerekiyor. Zaman zaman tenkit mahiyetinde duyduğumuz “edebiyat can çekişiyor” tarzı söylemler de metinlere vukûfiyetin azalması ve popülaritenin bir ölçüt olarak önemsenmesinden kaynaklanmaktadır. Edebî eserin estetik bir tavırla değerlendirilmesi gerekirken anlamı yazarla ya da dönemin güncel meselelerinin etki alanıyla sınırlandıran yaklaşımlar anlamın tekliğini hedefleyen indirgemeci yaklaşımlar sebebiyle metindeki derin yapıyı okuyamazlar. Niteliğin çok okunmak ya da çok satmak gibi verilerle paralel kabul edildiği bu bakış açısına göre çok 177 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 okunan metinlerdeki edebî niteliğin düşük olması edebiyatın bütününe teşmil edilebilir. Bilhassa roman türünde uzun bir taklit evresi yaşayan Türk edebiyatı, özgün vaka ve karakter kurgulama bakımından önemli bir gelişme gösterirken bu gelişmeyi fark edecek nitelikli okuyucu ve eleştirmenlere ihtiyaç duymaktadır. Edebiyat eleştirisinin en yoğun şekilde yapıldığı ve bunun bir formasyonun parçası olarak teknik boyut kazandığı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde Edebiyat Mahkemeleri modelinin uygulanması sanatçıların çok yönlü olarak tanınmasını sağlayacağı gibi eleştirinin ilmî bir disiplin olarak gelişmesine katkı sağlayacaktır. Ahmet Haşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” başlıklı poetikasında belirttiği edebiyatın düşmanlarından birinin de edebiyat öğretmenleri olması edebiyat eğitiminde metin incelemelerinin sadece şekli unsurlardan ibaret görülmesi sebebiyledir. Metnin biçim ve muhtevasına dair yazarın ifşâ ettiği kadarıyla bir anlam alanı oluşturmaya çalışan okuyucu bu unsurların dışında bir hareket noktası belirlemediği taktirde -önceki bölümde de bahsi geçen- örneğin; Hasan Ali Toptaş ya da İhsan Oktay Anar gibi yazarların eserlerini yorumlamakta zorlanacaktır. Bu yüzden edebiyat kuramları metindeki, yazarın sesinin dışındaki göstergelerin yorumunda yol göstericidir. Metin, yazarın sustuğu yerde ondan çok daha ikna edici delillerle konuşacaktır. Bu süreçte oyunun kurallarını bilen okuyucu neyin peşinde olduğuna karar vermek durumundadır. Yazarın mı, estetik tavırla ortaya çıkacak hazzın mı, ideolojik bir söylemin mi yoksa edebî eserler yoluyla kendisini içten içe inşa etmenin mi? Cevabımız ne olursa olsun edebî metinlere çok yönlü ve interdisipliner bir bakış açısıyla bakma zorunluluğumuz büyük önem taşımaktadır. Necip Fazıl’ın kurduğu son mahkemede diğer üç şâir hakkında edebiyat tarihçilerinin düştükleri hata ve eksiklikler eleştirilirken, Nurullah Ataç’ın şahsından hareketle de eleştiri mekanizmasının nasıl işlemesi gerektiğine dair değerlendirmelere yer verilir: “Münekkit! Bütün bir tarih ve cemiyet çilesi çekmiş ve şahsî bir kıstasa varmış, akıl ve fikir muztaribi…Münekkit! Tâ başlangıcından bugüne kadar bütün fikir ve sanat zincirlerini teker teker belli başlı illiyetlere bağlayan ve o zincire ilişik yepyeni bir halkalanışın muhasebesini kuran üstün yaradılış…Münekkit! Müstesna bir irfan, müstesna bir bilgi, müstesna bir tecrit, müstesna bir zevk, müstesna bir seziş, müstesna bir duyuş, müstesna bir üslûp sahibi insan…”(s.69-70) Bu özelliklerden hareketle Nurullah Ataç’ın eleştirmen sıfatını hak etmediği hükmüne varılan mahkemede eleştirmenlik iddiasında bulunan kişinin tespit ve hükümlerini kitabî bilgilerle desteklemesi elzem görülürken edebiyatı gölgeleyen kişisel eleştiri tarzının sebep olduğu 178 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tahrifata da işaret edilir. Mahkemenin sanık Ataç’a verdiği ceza, bu tarz eleştirmenlerin edebiyattan uzak durması gerektiğine dair bir göndermedir: “Yüksek mahkeme, sanığın Fransızca muallimliğinde, edebiyattan bahsetmemek şartıyla ibkasına, gazetelerde, menba ve aslını göstermek şartıyla tercümeler yapabileceğine, fakat her türlü edebiyat ve (söyleşi) yazılarından men’ine ve savcılık makamının iddianamesini ezberleyip Türkiye’nin en büyük şehirlerindeki halkevlerinde birer kere ezbere okumasına karar vermiştir” (s.73). Edebiyat Mahkemeleri, Necip Fazıl Kısakürek’in edebiyata eleştirel tarzda baktığı bir metin olmakla birlikte bu bildiride işaret etmeye çalıştığımız düşünce, kitaptaki mahkeme uygulamasının edebiyat eğitiminde öğrenciler, öğretmenler veya akademisyenlerce hayata geçirilmesinin hem kişilere hem de edebiyata önemli katkılar sağlayacağıdır. Necip Fazıl’ın örnek olarak seçtiği isimlerin edebiyatımızda uç noktalara yerleştirilen kişiler olması edebiyat eleştirisinde bir sorunsal olarak gördüğü öznel yaklaşımlara karşı bir tepkinin ifadesidir. Edebiyat Mahkemeleri, sanatçıların ölümlü yanlarının yanı sıra zamanı aşan ölümsüz ve kalıcı vasıflarına dair ayrıntılar üzerine bir hükme varmaya çalışırken bir yazarın hangi gerekçelerle edebiyat tarihinde yer bulabileceğini ya da hangi zaaflarından dolayı eleştirilmesi gerektiğine işaret eden bir eleştiri modeli sunar. Edebiyat Mahkemeleri’nde mizaç ve yönelimleriyle farklılık göstermelerine rağmen mahkemede yargılanan dört isim için de geçerli olan vurgu, sanatçıların büyük bir duygu ve düşünce çilesi çeken insanlar olarak ayrıcalıklı bir konumda yer almaları gerektiğidir. Bu çileyi çekmeyen kişilerin edebiyat mahkemesinde beraat etmesi mümkün değildir. Edebiyatın hayatla yakın ilişkisinin kavranması, ayrıntıları fark etme konusunda insana katkı sağlayan edebi metinlerde gizlenen derin hakikatleri farketmekle alakalıdır. Edebiyat eşittir hayat anlayışının yerleştirilmesi edebiyatın felsefesinin de anlaşılmasını sağlayacaktır. Ne yazık ki edebiyat incelemelerinin akademik bir paranteze alınması araştırmacılar gibi kimi zaman okuyucuyu da bir takım teknik unsurlar sebebiyle sınırlandırmaktadır. Biçim özellikleri ya da eserden çıkarılacak kıssadan hissenin dışında da metne dair derin okumalar yapmak mümkündür. Netice olarak Edebiyat Mahkemeleri örneği, edebî metinlerin tarihî, felsefî ve estetik temelleri dikkate alınarak yapılacak okumaların edebî metni yazarın ve ideolojik mensubiyetlerin tekelinden kurtarmakla birlikte edebiyat eğitimine de metin yorumu konusunda bir model olarak katkı sağlayacağı düşüncesinin altını çizmektedir. Bu bakış açısı 179 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 edebi eser veren sanatçıların edebiyat tarihindeki yerlerinin de sağlıklı ölçütlere dayanarak değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kaynaklar DERRIDA, Jacques, (2010), Edebiyat Edimleri, (Çev. Mukadder Ertan-Ali Utku), İstanbul, Otonom Yayıncılık. ECO, Umberto, (1997), Yorum ve Aşırı Yorum, (Çev. Kemal Atakay), İstanbul, Can Yayınları, (2.bs.). KISAKÜREK, Necip Fazıl, (2010), Edebiyat Mahkemeleri –Edebiyat Mahkemeleri Doğu Edebiyatı / Dil Raporları, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, (4.bs.). POSPELOV, Gennadiy, (2005), Edebiyat Bilimi, (Çev. Yılmaz Onay), İstanbul, Evrensel Yayınları, (2.bs.). TUNALI, İsmail, (1998), Estetik, İstanbul, Remzi Kitabevi, (5.bs.). 180 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 SAİT FAİK ABASIYANIK’IN KÜÇÜREK ÖYKÜSÜ ‘BEN VE ONLAR’IN ROLAND BARTHES’İN S/Z ADLI ESERİNDE YER ALAN SEMANTİK KOD BAKIMINDAN İNCELEME DENEMESİ Elif SAYAR ÖZET Öykü, kendine ait özellikleriyle, yeni yorumlara açık ve derin boşluklar taşıyan bir anlatı türüdür. Bu çalışma, öykünün bu derin boşluklarında, imgesel ve semantik unsurlarla satır aralarını yeniden okuma denemesidir. Bu çalışmada Sait Faik Abasıyanık’ın “Ben ve Onlar” adlı kısa öyküsünün taşıdığı anlam yükü, RolandBarthes’in S/Z adlı eserindeki beş koddan ( 1. Deneyin Sesi ( Özgür seçim edimleri)EYL.2. Kişinin Sesi (Anlambirimcikler)ANL. 3. Bilimin Sesi (Ekinsel düzgüler)GÖN. 4. Gerçeğin Sesi (yorumlar)YOR. 5. Simgenin Sesi (Karşısav) SİM.), birisi olan “Kişinin Sesi /Semantik Kod” bakımından yeniden okunmuştur. Değerlendirmede, Sait Faik Abasıyanık’ın kısa öykülerinden biri olan “Ben ve Onlar”ın seçilmesinin nedeni, dünya edebiyatında “shortshortstory” veya “flash fiction” gibi adlandırmalarla bilinen, Küçürek (kısa) öykü tarzında olmasıdır. Ramazan Kaplan’a göre yüz sözcüğü geçmeyen bu anlatılar beş yüz sayfalık bir romanda, anlatılmak isteneni birkaç tümceyle anlatır. Hızlı iletişim çağında, her şeyin parçalanıp küçüldüğü, dost sohbetleriyle saatlerce süren sofraların yerini, kısa sürede tüketilen Fast- Food’un alması, özlem sözcüklerinin sayfalarca sürdüğü mektupların yerini ise birkaç harfe sıkıştırılarak yazılan kısa mesajların aldığı, tüketim çağında yaşayan insanın, günün yirmi dört saatinin bir dakikasına sığdırabileceği bu öyküler, çağın bir aynası gibidir. Yoruma açık ve yananlam öğelerinin fazlasıyla bulunduğu bu öyküler, “Semantik Kod” bakımından incelemeye değerdir. Metni temel olarak yazınsal yapıttan ayıran, onu estetik bir ürün değil, anlam aktarıcı bir kılgı, olarak gören Barthes, S/Z adlı eserinde, metni anlambirimlere ayırarak incelemiştir. Bu çalışmada, Anlambilimin gönderme yaptığı yananlam veya anlambirimcikler, RolandBarthes’in izlediği yöntem dâhilinde bir sözcük veya sözcükler dizisi ile belirtilip, ANL. kısaltmasıyla gösterilmiştir. Seçilen öykü metninin çoğulluğu ise anlambirimciklerin çeşitli şekillerde yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Anlam derinliği olan bu öykülerde, herkesin kendinden bir Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Türkiye, elif.sayar60@gmail.com 181 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 şeyler bulması mümkündür. Bu makalede, yaşam mücadelesi içinde, ait olmadığı bir ortamdan çıkmaya çalışan bir aydının, içsel mücadelesi açıklanmaya çalışılmıştır. Toplum yaşamından aile yaşamına doğru perspektif bir yapıda aktarılan bu öykü çalışması, toplumsallıktan bireyselliğe uzanan bir yolculuk niteliğindedir. Anahtar Kelimeler: Semantik Kod, RolandBarthes, Sait Faik Abasıyanık, Küçürek Öykü. Abstract A story is a kind of story open to new comments and having deep spaces. This study is a try for rereading between the lines with fictional and semantic elements in the deep spaces of a story. In this study, meaning load of SaitFaikAbasıyanık’s short story “Me and Them” is reread using the “Semic Code: the voice of the person” among Roland Barthes’s five codes 1. Proairetic Code: empirical voice (EYL.), 2. Semic Code: the voice of the person (ANL.), 3. Referential Code: the voice of science (GÖN.), 4. Hermeneutic Code: the voice of the truth (YOR.) and Symbolic Code: the voice of symbols (SİM.) in this work S/Z. The reason for choosing SaitFaikAbasıyanık’s short story “Me and Them” is that the story is in the type named “short short story” or “flash fiction” story in the world literature. According to Ramazan Kaplan, these stories with maximum 100 words explain what is explained in novels in five hundred pages. In this time of quick communication and consumption when everything became smaller and FastFood culture replaced meals for hours by chatting with friends, and short messages replaced letters of several pages full of words of longing, stories which people can read in a minute of their twenty-four hours, are like a mirror of their time. These open-to-comment stories with lots of elements of connotations are worth analysing in terms of “Semic Code”. Barthes, who mainly differentiates text from literary work and sees it not as an aesthetical product, but a practice conveying meaning, analyses text by dividing it into morphemes in his work S/Z. In this study, connotations or semes referred by Semantics are specified with a word or words within the method of Roland Barthes and shown with the abbreviation ANL. And plurality of the selected text enabled interpreting semes in different ways. In these stories with profound meaning, it is possible for everyone to find something from themselves. In this article, inner struggle of an intellectual who tries to get out of an environment he does not belong to in his struggle for life is told. This story transferred from social life to family life in a correct perspective structure is a journey from community to individualism. 182 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Key Words:Semic Code, Roland Barthes, SaitFaikAbasıyanık, Short short story. Giriş Dil, düşünme ve düşünüleni aktarma dizgesidir.(Aksan,2005:13) İnsanoğlunun ve kültürün aktarıcısı olan dil ile ilgili en eski çalışmalar Eski Hint ve Eski Yunan’da gerçekleştirilmiştir. Dinin itici gücü temel alınarak yapılan çalışmalarda Hint “Veda”larının doğru bir şekilde okunması, değerlendirilmesi ve zamana karşı varlığını sürdürebilmesi amaç edinilmiştir. Anlambiliminin konuları arasında olan nesne ve onun dildeki karşılığı üzerinde Platon, Herakleitos, Aristoteles gibi birçok düşünür, dil felsefesi ve dilbilgisi konularına eğilmiştir. 19. Yy.’da Alman dilbilimci K.Reising “Latin dilbilimi Üzerine Dersler” adlı kitabında anlam ile ilgili konulara Semasiologine başlığı altında geniş yer vermiş, onunattığı temel,M.Breal tarafından sağlamlaştırılarak Semantique terimiyle yeni bir çalışma alanı ortaya çıkarılmıştır. İsveçli bilgin F. De Saussurre ise dile “dizge(sistem)” anlayışını getirerek dilin bir göstergeler bütünü olduğunu vurgulamış, Chomsky ve Anlambilimin tarihçesi üzerinde duran TambaMecz bu alanda birçok çalışma yapmıştır.RolandBarthes ise Betiği(metni) temel olarak yazınsal yapıttan ayırarak onu estetik bir ürün değil, anlam aktarıcı bir kılgı; bir yapı değil, bir yapılanma; bir nesne değil, bir çalışma ve bir oyuniolarak nitelendirmiştir.Ayrıca Betiği bir örnekçeyle (tümevarımla) ulaşılan bir yol değil, bin görüşlü bir ağın girişi”(Barthes, 2005:17)olarak nitelendiren RolandBarthes betiği küçük parçalara ayırmıştır. Bu anlamlandırmayla “Betik, bütünlüğü içinde hem düz hem derin, kaygan, kıyısız ve göstergesiz bir gökyüzüne benzetilebilir. Bazı ilkelere göre kuşların uçuşunu yorumlamak için sopasının ucuyla gökyüzünden düşsel bir dikdörtgen kesen bir kâhin gibi yorumcu da anlamların göçünü, düzgülerin(kodların) yanyana gelişlerini, alıntıların geçişini gözlemlemek için betik boyunca okuma kuşakları çizer.”(Barthes,2006:24) Betik boyunca çizilen okuma kuşaklarının amacıbetiğin çoğulluğunu ortaya çıkarmaktır. “Çoğulluğu kafamızda canlandırmanın en iyi biçimi betiği farklı dalgalar üstüne yerleştirilmiş ve zaman zaman ani bir ses solmasıyla yakalanmış birçok sesin çok renkli bir değiştirimi olarak dinlemektir.”(Barthes,2006:47) Bu değiştirimde sesler bilinçdışıyla bağlantısını koparmaz. Metinde söylenmek istenen şey, özne tarafından imgesel özdeşleşim ve gözucuyla görülen 183 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gerçek ile, bir bakış açısından diğerine habersiz bir şekilde geçiş yapmaimkânı bulur. Modern romanda bu değişim,atanolite59 gibi bir döngüye girer. Bir metin her okunuşta okuyucu tarafından yeniden yaratılan bir dünyadır. RolandBarthes’e S/Z adlı eserinde metnin çoğulluğunu gösteren beş düzgü(kod) olduğunu söyler.. S/Z adlı eserindeki beş koddan ilki Deneyin Sesi’dir. “Özgür seçim edimleri” olarak açıklanacak bu kod EYL. kısaltması ile gösterilmektedir. İkinci sırada “Kişinin Sesi” yer alır. “Anlambirimcikler”’in oluşturduğu bu kod ise ANL. Kısaltmasıyla yerini alır. Üçüncüsü “Bilimin Sesi’ dir. “Ekinsel düzgüler” olarak açıklanan kod GÖN. Şeklinde kısaltılır. “Gerçeğin Sesi” dördüncü koddur. “Yorumlar”ların ön plana çıktığı bu düzgü YOR. kısaltmasıyla gösterilir. Son kod ise “Simgenin Sesi”dir “Karşısav” ı gösteren bu kod SİM. şeklinde kısaltılır. Bu çalışmada ele alacağımız kod “Kişinin Sesi veya Semantik Kod”dur.“Düzgü bir dizge değil, ne pahasına olursa olsun yeniden kurulması gereken bir dizidir.”(Barthes, 2006:29) “ Her düzgü betiği örmüş olan seslerden biridir.” 60 Metni ören bu seslerden birisi de Semantik Kod’dur. Semantik anlamları inceleyen bir bilimdir. Semantik(anlambilim) felsefi (mantıksal) ve dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınmaktadır. Felsefi (mantıksal) yaklaşım, göstergeler ya da sözcükler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıyı, düz anlam, yan anlam, adlandırma ve doğruluk gibi özellikleri incelemektedir. Dilbilimsel yaklaşım ise, zaman içinde meydana gelen anlam değişikliklerini, dilin yapısını, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantıyı inceler. Dilbilimsel açıdan söylemlerin ve yazılı metinlerin zihindeki çağrışımları olarak tanımlanır. Söylemlerin ve yazılı metinlerin okuyucunun zihninde oluşturduğu bu çağrışımlar, betiğin çözümlenmesinde bir basamak oluşturan,anlambirimcikler sayesinde çözülebilir. Bu anlambirimcikler metinde serbest halde bulunur. Serbest halde bulunan anlambirimciklerin yorumlanması ve çözülmesi ise okuyucunun veya yorumlayanın bilgi düzeyi ve kültür seviyesine bağlıdır. RolandBartes Anlambirimciklerin “ Ne bir kişiye (bir yere ya da nesneye) bağlı tutmadan çalışacağız ne de tek bir izleksel alan oluştursunlar diye kendi aralarında düzenlemeye çalışacağız; değişikliklerini, dağılmalarını, onları bir tozun, bir anlam balkımasının parçacıkları 59 Müzikte notaların hiyerarşisinin yıkılıp bir tonun kalmaması. 184 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yapan ne varsa her şeyi onlara bıraka(rak).”(Barthes, 2006:30) Çözümleme yapılması gerektiğini vurgular. Betikteki varsıllık(gösterilen) imgesini ortaya çıkarmak için anlambirimciklerden(kişinin sesi) yararlanılır. Anlambirimciklerin dökümü yani kişiye ait sesin duyulması için bir takım dürtüler gerekir. Nasıl bir boğa güresinde boğayı tetikleyen matadorun topuk sesi ve bel büküşü ise betikteki anlam varsıllığını ortaya çıkaran da anlambirimciklerdir.(Barthes,2006:29) Örneğin: “Anne” kelimesi ele alındığında anlambirimciklerin şu şekilde sıralandığı görülür: Anlambirimcik1: Kadın(Dişi) Anlambirimcik2: Çocuk sahibi(Doğurgan) Anlambirimcik3: Kutsal bir varlık (Kültürel değer) Anlambirimcik4: Fedakâr (İçgüdü) Anlambirimcik5: Duygusallık(Kadın)… gibi Anlambirimcikleri çoğaltmak mümkündür. Anlambirimcik (yananlamın gösterileni) kişilere, yer ve nesnelere yananlamsalözelliikler yükler. Yananlam açıkça görülse de bireysel imgeler taşıdığı için adlandırılması belirsizdir. Öyleyse yananlam “ Anlatım düzleminin bir anlamlama dizgesi tarafından oluşturulduğu bir dizgedir.”(Barthes,2005:84). Yananlamın anlaşılması için ipuçları verilir. Bir anlambirimciğin(yananlamın) verimliliği bu ipuçlarının tekrarlanmasına bağlıdır. “Aynı anlabirimcikler birçok kez aynı özel adın içinden geçtikleri ve burada durağanlaşır gibi göründüklerinde bir kişi doğar” Böylece kişi anlambirimciklerle bütünleşen bir ürün olur. Anlambirimciklerin geri dönüşüyle belirlenen kişi karmaşık bir yapıya sahiptir. Böylece Betiğin yananlam anahtarı ortaya çıkar. Bu tür ipuçları vermeye Barthes “yerdeşlik 61 oluşturma” (Erkman,2005:125) demektedir. Bu tekrarlanan ipuçları okuyucuya betikte neyi bulması gerektiğini gösterir. Böylece yananlam parmak ucuyla işaret eder; ama söylemez. Her şey anlambirimciğin adlandırılmasına bağlıdır. RolandBarthes ‘in S/Z adlı denemesinde incelenen Balzac’ınSarrasine adlı öyküsü, Semantik kod ANL. bakımından değerlendirilir.“Sarrasine” kelimesi ilk bakışta algılanacağı gibi dişilik yananlamını akla getirir. Fransızca bir isim olan SarraSine’nde sondaki “e” biçimbilimde dişiliğin göstergesidir. Bu ismin eril biçimi ise SarraZine’dir. Böylece Sarrasine metin boyunca 61 Herhangi bir dil öğesinin (sesbirim, anlambirimcik.) tekrarlanması. 185 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “dişilik” bakımından vurgulanır. Özel ad olarak Sarrasine adı altında “ simgelerin yönlendirilmiş kişisiz kişiliği değil; yananlamlar geliştirilir.” (Barthes,2006:90) Ruhbilimsel açıdan bakıldığında Sarrasine (taşkınlık, sanatsal yetenek,bağımsızlık, aşırılık dişilik,çirkinlik, karma yapı, dine saygısızlık,parçalama düşkünlüğü, istem vb.nin toplamı, kavuşma yeridir. Özel Addır. Özel ad bir bedene göndermede bulunarak anlamın biçimlenmesini sağlar. Bu özel ad kişiye anlambirimcikler dışında var olmayı sağlar. Özel adüzerine yüklenen tüm anlambirimcikler gerçeği getiren eylemlere dönüşür. Ad da özneye dönüşür. Barthes’e göre “Bugün romanda yıpranmış olan romansılık değil kişidir. Artık yazılamayandır. Özel addır.” (Barthes,2006:91) “Güçlü bir bilmece sıkıştırılmış bir bilmecedir.” diyen RolandBarthes’ın sözünden hareketle, denemenin S/Z adlı başlığı ele alındığında, incelemesi yapılan Balzac’ınSarrasine adlı hikâyesininyananlamlarıyla bir bütünlük gösterir. Bu başlık yananlamlar bakımından bize hikâye metni içindeki bilmece için ipuçları verir. Fransız özeladbilimine göre aslında SarraZine olması beklenen özel ad SarraSine olarak yazılmıştır. “Oysa Z sakatlama yazacıdır: sesbilgisel açıdan, Z cezalandırıcı bir kamçı gibi, cehennem bekçisi bir böcek gibi şaklar; yazınsal olarak, sayfanın değişmez beyazlığının içinde abecenin yuvarlaklığının arasına eğik ve yasadışı bir kesici olarak çaprazlamasına elle atılmış olup, keser, karalar, çizgi çizgi yapar,(…) (Balzac’ın adında da bulunan bu Z sapkınlığın yazacıdır.” (Barthes,2006:100) Sapkınlığın yazacı olan Z, Zambinella’nın hadımlığının baş göstergesidir. Hadım edilmiş Zambinella’ya âşık olan SarraSine’in ortasında yer alan S (aslında Z olan;) Zambinella’nın Z’si ile tamamlanır. Birbirini tamamlayan bu iki harf yazınsal olarak bir ters- yüzlük ilişkisi içindedir. S’nin aynadaki yansıması Z’dir. Metinde Sarrasine kendi hadımlığınıZambinella’da görür. Bundan dolayı S ve Z arasındaki “/ ” işareti bir ayna gibi yansıtıcı bir işleve sahiptir. Bununla birlikte bu işaret “yasaklama çizgisi, ayna gibi bir yüzey, sanrı duvarı, karşısavın kesicisi, sınırın soyutlanması, gösterenin eğikliği, dizinin yani anlamın işaret parmağıdır.”(Barthes,2006:100)Metinde Sarrasine’nin Zambinella tarafından kendisine yasaklanması ve sınırlanması, zaman zaman hadımlığın sezdirilmesi ve Sarrasine tarafından reddedilmesi, gerçek ile arzu edilenin birbirine karışması ve kaypaklık bu işaretin gösterilenleri arasındadır. Sevdiği kadının, kimsenin tanımadığı bir yaşlı adam ve gizemli bir portre için duyduğu merakından yararlanan aşık(Markiz) ona bir anlaşma önerir. Sarrasine’nin62 hikâyesine karşılık Bu betik Balzac’ın La Comédiehumaine (İnsanlık Güldürüsü ) başlığı altında toplanmış olduğum tüm yapıtlarının Scénes de la vieparisienne (Paris Yaşamından Sahneler) adlı bölümünde yer almaktadır. (S/Z. s.188.) 62 186 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ondan bir aşk gecesi ister. Sevgilinin kabul etmesiyle anlatı başlar. Ancak sonuç aşığın(Markiz) istediği şekilde bitmez. Anlatının sonunda Sarrasinegerçeği (Zambinella hadım bir erkektir.) öğrenir ve Zambinella’yı öldürmek isterken kendisi öldürülür. Geceye gelen gizemli yaşlı adam ise Zambiinella’nın ta kendisidir. Bu anlatıdan olumsuz etkilenen sevgili, aşktan uzaklaşıp anlaşmayı yerine getirmekten vazgeçer. Böylece âşık(Markiz) Zambinella’nın dışlanmışlığını yaşar ve betiğin sonunda düşünceye dalar. Böylece anlatı sonsuz bir anlam dünyasına açılır. Artık bundan sonraki süreç okuyucunun ne düşündüğü ile ilgilidir. Bu, metnin çoğulluğunun bir göstergesidir. Bu noktada okuyucuyu düşünceye daldıran anlatı, “anlamı askıya alır”.(Barthes,2006:187) Anlatılarda, özellikle öykülerde hayatın arka planına atılan durum ve olaylar anlatılır veya sezdirilir. Diğer bir deyişle öykü “tamamlanmayı bekleyen bir çağrışım dünyası”dır. (Arslan,2009:10) Bildiğimiz hikâyelerden daha kısa olan küçürek hikâyelerde anlatılmak istenenin bazen birkaç cümleye sığdırılması, anlam yoğunluğunu ve çağrışım dünyasını daha da yoğunlaştırıp güçlendirir. Dünya edebiyatında “shortshortstory”, flash fiction” gibi adlandırmalarla bilinen bu hikâye türü,bizde Küçürek Öykü63, Minimal Öykü, Kıpkısa Öykü, Kısa Kısa Öykü gibi adlandırmalarla edebiyatımızda yer almıştır. Ramazan Kaplan’a göre bir çığlık olarak tanımlanan Küçürek öyküler, 100 sözcüğü geçmeyecek anlatılar olarak, nitelendirilir.Biçim bakımından divan edebiyatındaki mesnevi ve batı edebiyatındaki fabllara benzeyen Küçürek öyküler, temelde bu anlatılardan farklıdır. Küçürek öykü, mesnevi veya fabl gibi nasihatte bulunmaz ve karakter yaratmaz. Ancak bazı değişmez hakikatleri sezdirir. İnsanları bu hakikatlerle yüzleştirir. “Kısa öykünün üç önemli belirleyici özelliği vardır: Kısalık, yoğunluk ve birlik.”(Erden,2002:314) Böylece her satır, her kelime ve yapısal özelliğin birden çok anlamı bulunabilir. Ayrıca Küçürek öyküler etkili dil, mecazilik ve sezdirme gibi özellikleriyle de şiirsel(bkz.Sağlık,2007:53) olma özelliği taşır. Küçürek öyküler, klasik hikâyeden başı ve sonu çekip çıkartılmış gibi dururlar. Başı ve sonu doldurmak ise okurun vazifesidir. Bu öyküler 500 sayfalık bir romanda anlatılmak isteneni birkaç tümceyle anlatır. Hızlı iletişim çağında her şeyin parçalanıp küçüldüğü, dost sohbetleriyle saatlerce süren sofraların yerini kısa sürede tüketilen Fast-Food’unaldığı, özlem sözcüklerinin sayfalarca sürdüğü mektupların yerini ise kısaltılarak yazılan kısa ‘msj’ların aldığı tüketim çağında yaşayan insanın, günün 24 saatinin bir dakikasına sığdırabileceği bu öyküler, çağın bir aynası gibidir. “Zira küçürek öykü, akreple yelkovan arasına sıkışan özgür görünümlü, ama 63 Terimi oluşturan: Ramazan Korkmaz ve Ahmet Buran. 187 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bürokrasinin kâğıttan kelepçelerle tutukladığı çağcıl mahkûmların, kendini fark ettiren sonraki çığlığı gibidir; kısa, keskin ve tiz. Bu keskin çığlıkta, sınırlarına çarparak hiçbiriyerdeliğini keşfeden insanın bunaltı arayışları vardır. Yurtsuzluğunu birey olarak duyumsayan insan, umutsuzca yaşamı sorgulamaktadır. O yüzden yabancılaşma, köleleşme, umutsuzluk, çöküntü ve bunaltı ana izlekleri üzerine kurulan küçürek öyküler, çağın baskın eğilimi doğrultusunda ulusal ya da geleneksel öğelerden çok bireysel (bireyci değil) öğeleri(Edgü, 1979:20) içerir. “Bir bakıma anlatı kişilerinin zamansızlık ve yurtsuzluk sorunlarının metinleşmesi gibidir.”(Korkmaz,2011:12) Hızlı iletişim çağında yaşamı sorgulayan birey ve onun yalnızlığı, yabancılaşması üzerine kurulan küçürek öyküler, genelde bireysel konuları işler.Böylece Küçürek öyküler, insanoğlunun varoluşsal kaygılarını sorgulamada ve dile getirmede önemli bir yere sahiptir. Eserlerinde gündelik hayatımızdan insanların, sıradan yaşamlarını, itilmişliğini, yalnızlığını ve bunaltılarını gündeme getiren Türk öykücülüğüne “küçük insan”(Bkz.Tosun,2000:308) kavramını kazandıran Sait Faik’in öykülerinde, bireysel yan ön plana çıkar. Fethi Naci, Sait Faik’in ilk dönem hikâyelerinde insan sevgisi ve insan iyilikleri ile dolu olduğunu, Luzumsuz Adam’a kadar devam eden bu insan tipinin ondan sonra yerini herkesten kaçan yalnız “ben” e bıraktığını dile getirir.(Bkz. Naci, 1990:18.) Öykülerinde gittikçe belirginleşen “ben” kendini toplum dışında algılaması, tabiatla ve insanla olan zıtlığı, davranış değerlerini ve araç değerlerini hayatının tamamen dışında tutması ile “ben” tam bir karakter özelliği gösterir.” (Çelik,2002:26) Öykülerini genelde İstanbul’u ve insanların bir fotoğraf karesini dolduran durumlarını anlatmakla meydana getirir. Özellikle savrulan insanların mutsuzluğunu kimsesizliğini, yalnızlığını anlatır öykülerinde. Sait Faik öykülerinde, kısa cümleler ve şiirsellik peşindedir. Bununla birlikte okuyucuya ulaşma çabasında olduğu için açık ve yalın bir anlatımı tercih eder. Öyküleri büyük olaylardan çok küçük ama derin durumları anlatır. Bu özellikleriyle ile Sait Faik, inceleyeceğimiz Küçürek öykü türünde örneklerine rastlayacağımız hikâyecilerimizden birisidir. Öykülerinde toplumun problemlerine değil, kendisinden yola çıkarak bireyin toplum içindeki sorunlarına değinip, insan gerçeğini anlamaya çalışan Sait Faik’in, Ben ve Onlar adlı son yıllarda popüler olan Küçürek öykü (shortshortstory) düzeyindeki hikâyesi, bu öykülerden birisidir. Barthes’ın S/Z adlı denemesinde, Balzac’ın Sarrasine adlı eserini incelerken izlediği yöntemi bir örnek ile açıklamaya çalışalım: 188 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1. SARRASİNE: Sarrasine sözcüğü bir başka yan anlam, her Fransızın hemen algılayacağı dişilik yananlamını getiriyor, sondaki e ister istemez dişil biçime özgü biçimbirim olarak görülüyor, özellikle de eril biçimi(Sarrazine) bilinen Fransız özel adları arasında yer alan bir ad söz konusu olduğunda. ( Yananlamların getirdiği) dişilik, betiğin bir çok yerinde saptanacak bir gösterilendir.; göçmen bir öğedir bu, aynı türden başka öğelerle bileşime girerek kişilikler, atmosferler, betiler , simgeler oluşturabilir. Burada saptadığımız bütün birimlerin gösterilen olmasına karşın, bu birim örnek bir sınıfa aittir: Kusursuz bir biçimde gösterileni oluşturur, tıpkı- neredeyse sözcüğün gündelik anlamıyla- yananlamın onu belirlediği gibi. Bu öğeyi(daha fazla özelliklerine girmeden) bir gösterilen yada hatta bir anlambirimcik olarak adlandıralım. (anlambilimde, anlambirimcik gösterilene ilişkin bir birimdir) ve sözbirimin gönderme yaptığı yananlam gösterilenini her seferinde (yaklaşık olarak dile getiren) bir sözcük aracılığıyla belirtmekle yetinelim, bu birimlerin kısaltmasını da ANL. Yazaçlarıyla yapalım (ANL: Dişilik.)(Barthes,2006:27) Metin: BEN VE ONLAR64 İnsanı, bir tesadüf, sevmeyeceği insanlar arasına atabilir. Ben öylelerinden biriyim. Bana büyük şehir lazım. Bana tanımadığım, üzerinde hayal kuracağım ev, insan, hayvan, taş, toprak lazım. Tesadüf beni bir yerde oturmaya mahkûm etti. Buranın insanlarını sevemiyorum. İçlerine giremiyorum. Bunlar iyi yiyor,iyi içiyor. Meltem onlar için, tuzlu serin deniz suyu onlar için. Gökyüzünde güneş onların kadınlarının omuzbaşlarını dolgun dizkapaklarının üstünü yaldızlıyor. Ilık geceler, patiskalar,muslinler,ince yatak örtüleri, küçücük, serin gece rüzgârları onlar için… Komidinlerde kitaplar, gazeteler, kitaplar, mecmualar, çocuklarının yerlere attığı köpek,kurt,tay, ceylan, kaplan, vahşi orman, dağ evleri, köy, oduncuların murabba tahtalardan kolları, bacakları, ormanın bir köşesi, kuzunun kulağı, ceylanın gözü, kaplanın sırtı, vahşi ormanın yeşili, dağ evinin bacağı birbirine eklenince manzaranın tamam olduğu, ailenin çocukla beraber oynadığı oyuncaklar için. Sait Faik’in “Ben ve Onlar” öyküsü yayımlanan öykü kitaplarının içinde yer almamıştır. İncelediğimiz bu öykü Ramazan Korkmaz ve Mutlu Devecinin hazırlamış olduğu Küçürek Öyküler adlı çalışmada yer almaktadır. 64 189 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 (Abasıyanık,1997:46) Semantik Kod: Sait Faik’in Ben ve Onlar hikâyesi başlık dâhil cümle ve anlambirimciklere ayrılarak incelenmesi gerekir. 1. Ben ve Onlar: ANL. Ötekileşme. Başlık bir varoluşsal problemi ortaya koyar. Ben ve benim dışımda kalan her şey (onlar), metin boyunca yananlam bakımından bir ötekileşme ve yabancılaşma sorununu dile getirip metni özetler niteliktedir. İnsanoğlu kendi isteği dışında geldiği dünyadan yine kendi isteği dışında ayrılmayacağını bildiği için bu dünyaya bir iz bırakarak gitmek ister. Bu şekilde kendi varlığının kalıcılığını sağlamak ister. Bu, İnsanoğlunun varoluşsal kaygısıdır. Bunu da ya üretici bir şekilde sanat eserleri bırakarak ya da yıkıcı eylemlerde bulunarak ortaya koyar. Bu varoluş mücadelesi insanın yaşamı boyunca sürüp gider. Metindeki varoluşunu gerçekleştiremeyen özne yani ben, bulunduğu topluma yabancılaşmış ve ötekileşmiştir. 2. İnsanı, bir tesadüf, sevmeyeceği insanlar arasına atabilir.ANL. İstem-dışılık. Gönderilmişlik. Özne genel bir düşünceden yola çıkarak ileride açıklayacağı kendi durumuna bir göndermede bulunur. İçinde bulunacağı durum bir gitme değil felsefi görüş olarak ilk insanın dünyaya fırlatılması gibi atılmışlık eylemidir. Fırlatılan insanın hayata hazırlıksız yakalanması, anlamaya çalışacağı hayatın önünde gider. (Tatar,2012:13.00) Varoluşunu gerçekleştiremeyen insan, kendine ve topluma ve yabancılaşmıştır. Burada insan hayatı tıpkı kalp grafiğindeki tepe ve dip noktalarından oluşur. Bulunduğu ortama yabancılaşan özne, dip noktadadır. İnsanın en son bulunacağı bu noktada özne bir ışık, bir ipucu bekleyecektir. Durumundan şikâyetçi olan özne, bir süre sonra kendini gerçekleştirecek olan insanı tanımlar. 3. Ben öylelerinden biriyim.ANL. Aidiyetlik. Farkındalık. Farkındalık ile başlayan düşünsel edim, bireyin kimliğini sorgulamasına ve değerlerinin farkına varmasına neden olur. Bireyin dış dünya ile ilişki kurması, kendini tanıması yolundaki bu adım bireyin varoluşunun temel belirleyicisi olacaktır. Barthes’e göre “ Ben diyenin adı yoktur.(..) Ben hemen bir ada, kendi adına dönüşür. Ben artık bir adıl değil bir addır. Ben demek kaçınılmaz olarak kendine gösterenler vermektir. 2006:68)Öyküdeki Ben artık birçok şeyin göstergesi durumundadır. itibariyle bulunduğu yerin farkındadır; ancak istemeden de olsa (Barthes, O, ‘Benlik’ ‘onlara’ aittir. Kabullenme ile bir geçiş aşamasında olan özne, yeni bir hayat kurma, yenilenme, 190 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 değişim ve dönüşümün habercisidir. Farkındalığı gösteren özne bulunduğu durumdan kurtulmak için ileride bir çıkış yolu düşünecektir. Benliğini keşfetmeye çalışan birey, “olanaklılığını eylemsel düzeyden çok düşünsel düzlemde tanımlamaya çalışır.” (Deveci, 2012:104) 4. Bana büyük şehir lazım.ANL. Farkındalık. Eksiklik. Arayış. Ne istediğini bilen ve bulunduğu ortamdan hoşnut olmayan ‘Özne’ kendine ait bir yaşam alanı belirler. Bu, öznenin içinde bulunduğu çatışma ortamından kurtuluşudur. Dış gerçekliğin karşısında kendi gerçekliğini oluşturmaya çalışan özne, toplumda etken bir rol almaya çalışır. 5. Bana tanımadığım, üzerinde hayal kuracağım ev, insan, hayvan, taş, toprak lazım. ANL. İhtiyaç. Bulunduğu çevreden uzaklaşma, kaçış ve hayallere sığınma modern aydının karşılaştığı sorunlardandır. Her şeyin minimalize edildiği çağda, aydın dar mekân ve zaman dilimine yerleşmiş, insan ilişkilerinden kaçıp, kendine ait mekânlarda hayat bulmak ister. Bu boş bir mekân değil hayal ettiği dünyaya ayak uyduran insanların içinde bulunduğu, yapaylıktan uzak, doğala dokunabileceği bir mekândır. Özne, taşıyla toprağıyla bir yurt edinmek ve kurduğu hayallerle yeniden üretmek(varoluş) ister. “ Özgürlüğünü duyumsayan insan, bilinçli bir varlık olarak, öz’ünü yaratmak için geleceğe dönük projeler/ tasarılar geliştirir.” (Deveci, 1012:117) Böylece insan özgür seçimleriyle varolur. 6. Tesadüf beni bir yerde oturmaya mahkûm etti.ANL. Sınırlılık. Anilik. Zorunluluk. Belirsizlik. Özne kendi isteği dışında bulunduğu bu yerde tutsak hisseder. Özne kendi varoluşunu gerçekleştirememe korkusu yaşar. Bunu nedenini ise dış nedenlere bağlamaktadır. Dış etkenler tarafından mahkûm edilen özne ise burada edilgen durumundadır. Kendi kararlarını özgürce veremeyen ve seçemeyen edilgen birey kendini gerçekleştiremeyecektir. 7. Buranın insanlarını sevemiyorum.ANL.Yabancılaşma. Uzaklaşma. Özne Sevmeyi denediği halde bulunduğu ortamdaki diğer bireyleri(ötekiler)i sevemez. İçinde bir süre yaşadığı halde bulunduğu ortama alışamayan birey, kendini bu insanlara ait hissetmez. 8. İçlerine giremiyorum.ANL. Yabancılık. Yabanlık. Öznenin bulunduğu ortamdan hoşnut olmaması ve oraya ait hissetmemesi kaçma duygusunu da beraberinde getirir.. Artık bulunduğu ortamda o bir ‘Yaban ’dır. Ne yetiştiği çevrenin bir üyesi ne de gitmek istediği dünyanın bir bireyidir. Modern aydının yalnızlığı tam da burada başlar. 9. Bunlar iyi yiyor,iyi içiyor.ANL.Varsıllık. Tembellik. Özne içinde bulunduğu çevreden kendini soyutlayarak diğerleri için artık ötekileşir. Karşı taraf özne için, uzaklaşıp “Bu” olur. ‘Bunlar’dan soyutlanan özne, ortamı kabullenmeyerek yadırgar. Özne kendini 191 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 onlarla mukayese edip, kendini onlardan farklı görür. “Düşünme, Arzu et sade! Bak, böcekler de öyle yapıyor.” Diyen Orhan Veli ‘onlar’ın’ durumunu en iyi biçimde özetler. 10. Meltem onlar için, tuzlu serin deniz suyu onlar için.ANL.Özgürlük. Doğallık, Sahiplik. Orhan Veli’nin “Bedava yaşıyoruz, bedava; hava bedava, bulut bedava;” dizelerinde olduğu gibi ‘onlar’ meltem ve deniz gibi doğaya özgü, herkes tarafından ulaşılabilecek hayat kaynağının sahibidirler. Artık ‘onlar’ yaşam alanının her karesini kaplamış, tüm yaşam kaynaklarının sahibi olmuşlardır. Sadece temel ihtiyaçlarını karşılayıp düşünmeyen bu yapı, toplumsal sorunlar hakkında düşünen aydın için uzaklaşılması gereken bir unsurdur. ‘Bu’ metinde artık daha da uzaklaşarak ‘o’ olmuştur. 11. Gökyüzünde güneş onların kadınlarının omuzbaşlarını dolgun diz kapaklarının üstünü yaldızlıyor.ANL.Gündüz. Üstünlük. Dişilik. Güneşin onların kadınlarının omuzbaşlarını yaldızlaması bir rütbe ve üstünlük çağrışımı yapar. Ataerkil toplum yapısında kadın pasiftir ve etkilenendir. Bunun yanında ‘onların’ kadınları ayakları yere basan, başarılı kadınlardır. Cumhuriyet döneminde kadının cemiyet hayatına girmesiyle, erkek egemen toplumda çözülmeler meydana gelmiş, eril kişi bulunduğu maddi ve manevi konum itibariyle değişikliklere uğramıştır. 12. Ilık geceler, patiskalar,muslinler,ince yatak örtüleri, küçücük, serin gece rüzgârları onlar için…ANL. Romantizm. Cinsellik. Sait Faik’in öykülerinin temel izlerinden birisi de “cinselliktir. Sait Faik’e göre insanlar doğal yaşamın, tabiatın bir parçası olarak cinsel özgürlüklerini sonuna kadar yaşamalıdırlar çünkü cinsellik insan hayatının gayesidir.(Tosun,2000:313) Ilık gece, ince yatak örtüleri okuyucuyu romantik bir yaz akşamına götürür. Burada Freudyen bakış açısı baskındır. Toplumda cinselliği hakkıyla yaşanamayan “ben” kadın erkek birlikteliğini “onlar” üzerinden vererek kendini yeniden “öteki”leştirir. 13. Komidinlerde kitaplar, gazeteler, mecmualar, ANL. Kültürlülük.Komidinlerdeki kitap ve dergiler, Onlar’ın aynı zamanda okumuş ve kültürlü olduğunu gösterir. 14. Çocuklarının yerlere attığı köpek,kurt,tay, ceylan, kaplan Vahşi orman, dağ evleri, köy, oduncuların murabba tahtalardan kolları, bacakları, ormanın bir köşesi, kuzunun kulağı, ceylanın gözü, kaplanın sırtı, vahşi ormanın yeşili, dağ evinin bacağı birbirine eklenince ANL.Bütünlük Çocukluk. Dağınık halde yere atılan( dünyaya fırlatılan insan gibi) bulunan bu oyuncak parçaları bir bütünü oluşturur. Bu 192 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 manzara, toplumda parçalanmış halde bulunan insanın çocuk duyarlılığıyla yeniden bütünleşen benliğidir 15. Manzaranın tamam olduğu ANL. Bütünlük. Varoluş. Birey çocukların oyuncakları üzerinden kendi varoluşunu gerçekleştirmiştir. 16. Ailenin çocukla beraber oynadığı oyuncaklar için. ANL. Birliktelik. Aile kavramı bir birliktelik ve bütünlük kavramını çağrıştırır. Varoluşunu gerçekleştiren birey olaylara farklı açıdan bakar. Dış etkenlerin varlığına rağmen kendi iç benliğine dönen birey, kendini gerçekleştirmek için yapması gerekenin farkındadır. “Ailenin çocukla birlikte oynadığı” vakit ile yetişkin bireyin, çocukluk ve bozulmamış duyarlılığına tekrar bir dönüş sağlanır. Okumuş ve sözümona aydın, olma bakımından Özneyle aynı durumda olup, farkındalığı kazanamayan ‘onlar’ yetiştirmiş oldukları çocuklara kendi özlemini kurduğu dünyanın oyuncaklarını (deniz özlemi çeken birinin, mavi kazak giymesi gibi) bilinçdışı bir hareketle satın alır. Ancak çocuklar bu oyuncaklara farklı bakış açısıyla bakarak değersizleştirir(yere atma). Değersizleştirmelerinin sebebi ise onun anne babası ile ortak bir alanı paylaşamamasıdır. Çünkü çocuklar için oyuncak, birliktelik olgusuyla anlam kazanır. Sonuç Sonuç olarak Sait Faik Abasıyanık’ın bu öyküsü Semantik(Anlamblim) Kod bakımından değerlendirilmiş ve bazı çıkarımlarda bulunulmuştur. Birçok anlam yoğunluğunu içinde barındırdığı için seçmiş olduğumuz küçürek öykü tarzı ise anlambirimciklerin çeşitli şekillerde yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Bu betik,yukarıda okuduğumuz şeklin dışında Marksist veya ekonomik anlamda her şeyini kaybetmiş bir insanın durumu olarak da okunabilir. Anlam derinliği olan bu öykülerde herkesin kendinden bir şeyler bulması mümkündür. Biz burada hayatın iniş ve çıkışlarının içinde ait olmadığı bir ortamdan çıkmaya çalışan bireyin içsel mücadelesini gözler önüne serdik. Cemiyet hayatından aile hayatına doğru perspektif bir yapıda aktarılan bu öykü, toplumsallıktan bireyselliğe uzanan bir yolculuktur. Kaynakça 193 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Abasıyanık S.F., Eylül-Ekim 1997, Ben ve Onlar-Pısırık, Adam Öykü (Kısa Kısa Öykü Özel Sayısı 12) Aksan D.,2005, Anlambilim,Ankara, Engin Yayınevi. Aristoteles, 1993, Metafizik, (Çev: Ahmet Arslan), İzmir: Ege üniversitesi Basımevi. Arslan F.,2009, Öykünün Sesini Kısmak, Erzurum,Salkımsöğüt. Barthes R.,2005, GöstergebilimselSerüven, İstanbul, YKY. Barthes R., 2006, S/Z,İstanbul, YKY. Çelik Y.,2002, Sait Faik ve İnsan, Ankara, Akçağ. Deveci M.,2012, Varoluş ve Bireyselleşme Açısından Ferit Edgü Anlatılarında Yapı ve İzlek. Ankara, Akçağ. Edgü F.,24 Eylül 1979, “Çağdaş Sanatın 80 Yıllık Serüveni(3)”, Milliyet Sanat, S. 336.s.20. Erden A.,2002, Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul, Genda. Erkman F.,2005, Göstergebilime Giriş, İstanbul, Multılıngual. Gasset,Y.O..,1995, İnsan ve ‘Herkes’, (Çev: Neyire Gül Işık), İstanbul: Metis Yayınları. Kant, I..,1982, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (Çev:İoannaKuçuradi), Ankara, TFK.Yayınları. Korkmaz R.,Deveci M., 2011, Küçürek Öyküler, Ankara, Grafiker Yayınları. Naci F., 1990, Bir Hikayeci Sait Faik- Bir Romancı Yaşar Kemal, İstanbul, Gerçek Yay. 194 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Tatar B., 20 Kasım 2012, Hayat ve Felsefe(Söyleşi), OMÜ, Fen-Edebiyat, Türk Dili Edebiyatı Bölümü Lacivert Salon 13.00. Tosun N.,2000, Hayata, Yalnızlığa, Cinselliğe Övgü: Sait Faik Öykücülüğü, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Hece,S.46-47 s.308-314.. Sağlık Ş.,2007, Ne Şiirin İçinde Ne de Büsbütün Dışında Minimal Öyküler ve Şiir, Hece Öykü, S19, ,s.53-61. 195 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 TÜRKÇEYİ YABANCI DİL OLARAK ÖĞRENEN ÖĞRENCİLERİN OKUMA VE DİNLEME BECERİLERİNDE KULLANDIKLARI STRATEJİLER Emre YAZICI Adnan KARADÜZ Abdullah ÇOBAN ÖZET Dil öğrenme stratejileri hem ana dili gelişimi sürecinde hem de ikinci bir dil öğrenmede, öğrenme sürecinde bireylerin aktif ve başarılı olmasını destekler. Özellikle ikinci bir dilin öğrenilmesinde anlama ve anlatma becerilerini geliştirmek için her birey çeşitli stratejiler geliştirerek daha kolay ve pratik yollardan beceri elde etmeye çalışırlar. Dil öğrenme stratejileri bilişsel, duygusal ve sosyal nitelikli olabilmektedir. Dil öğrenme sürecinde stratejisi kullanabilen öğrenciler, hem daha kolay öğrenmekte hem de strateji becerileri kazanmakta; sonuç olarak da daha başarılı olabilmektedirler. Bu araştırmada Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilerin anlama ve anlatma becerilerine dönük olarak kullandıkları stratejilerin araştırılması hedeflenmektedir. Araştırmanın çalışma grubu yabancı ülkelerden gelen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi TÖMER’de Türkçe öğrenmeye çalışan üniversite öğrencilerinden oluşmaktadır. Araştırmanın yöntemi nitel betimsel bir araştırmadır. Araştırmaya veri toplamak için odak grup görüşmesiyle gözlem yapılmıştır. Araştırma sürecinde elde edilen nitel veriler içerik analizi yöntemiyle yorumlanmıştır. Öğrencilerle yapılan görüşme ve gözlemlerde elde edilen verilere göre öğrencilerin iletişim kurmak için birbirlerinden yardımlar aldıkları, bilişsel ve duyuşsal birtakım stratejiler geliştirerek aktif oldukları görülmüştür. Ayrıca Türkçeyi öğrenirken daha rahat davranmak için Araş. Gör., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, İstanbul. Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Kayseri. Araş., Gör. Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Kayseri. 196 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ana dillerine ya da daha önceden öğrendikleri dile ait yapıları yazma ve konuşma ortamına taşıdıkları görülmüştür. THE STRATEGIES THAT TURKISH LEARNES – AS A FOREIGN LANGUAGE – USED IN THEIR READING AND LISTENING SKILLS Abstract Language learning strategies back up the individuals to be successful during learning phase both in acquiring the mother language and learning a second language.In order to develop their comprehending and expressing skills, each individual tries to get skills through easier and more practical ways by improving various strategies. Language learning strategies may be in cognitive, affective, social forms. The learners who can take advantages of these strategies learn easier and gain strategy talents compared to the others, and therefore can be more successful. The strategies used for the skills of comprehension and explanation by the learners who study Turkish as a foreign language are aimed to be searched in this study. The study group is formed of the learners who come from foreign countries and they study Turkish in SabahattinZaim University TOMER. The method of this study is qualitative descriptive. The observation with the experimental group is made in order to obtain data for the study. The qualitative data gained research process are interpreted by the method of content analysis. In the data that were acquired in the class observations the interviews conducted with the learners; it was seen that learners coordinate with each other and use a number of cognitive and affective strategies so as to communicate. Moreover, they transfer the structures of their mother language or another language that they had previously learned to writing and speaking situations. Giriş Öğrenmek kendiliğinden gerçekleşen bir olgu mudur? Öğrenmeyi daha iyi ve daha hızlı gerçekleştirebilmek için yöntemler var mıdır? Hangi yöntemleri, stratejileri kullanırsak daha iyi öğreniriz? Fen Teknolojileri dersinde kullandığımız stratejiyi, Sosyal Bilgiler dersinde; Sosyal Bilgiler dersinde kullandığımız stratejiyi de Türkçe dersinde kullanmamız mümkün müdür? Cevapları merak edilen bu sorular bizi ‘‘öğrenme stratejileri’’ ne götürür. Öğrenme stratejileri, bilginin elde kazanılmasına ve kullanılmasına dönük zihinsel etkinliklerin bilişsel stratejiler ile gerçekleştirilmesi nedeniyle, hem ‘‘bilişsel stratejiler’’ içinde hem de bilişsel stratejilere eş anlamlı olarak kullanılır. Bunun yanı sıra, öğrenme stratejileri öğrencilerin kendi kendilerine öğrenmelerini sağlamaya dönük etkinlikleri kapsamasından dolayı da ‘‘öğrenci stratejileri’’ olarak adlandırılır (Özer 1998). 197 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Öğrenme stratejileri eşliğinde öğrenmelerini gerçekleştiren yabancı öğrencilerin dersi anlamada ve hatırlamada öğrencileri aktif konuma getirebilecektir. Öğrenme kavramı sadece derste olmayan ve bütün hayatı kapsayan bir olgudur. Bunun için öğrencilerin kendi kendilerine de öğrenmeyi gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Öğrencilerin, öğrenme stratejileriyle beraber kendi kendilerine öğrenmeyi daha kolay gerçekleştirebilecekleri düşünülmektedir. Öğrenme stratejilerini; - Yineleme - Anlamlandırma - Örgütleme - Anlamayı izleme ve - Duyuşsal stratejiler olarak sınıflandırılabiliriz(Özer 1998, Subaşı 2000). 1. Yineleme Stratejileri Kısa süreli bellekte bilgi belli bir süre ve sınırlılık içinde depolanabilmektedir. Bu süre ve sınırlılık ise yineleme stratejileriyle artırılabilir. Yineleme stratejileri, öğrenilen bir bilgiyi yinelemek ya da bir metni aynen tekrar etmek gibi bilginin uzun süreli belleğe daha uygun işlenmesine yardım edebilmektedir. Yineleme stratejileri aynı zamanda ezber yapmak için de kullanılabilir. (Güneş, Turhan, Yaşaroğlu 2003). 1.1.1 Metinde Yazıların Altını Çizme Altını çizme stratejisi, anahtar noktaları ve ana düşünceleri metinin içinden görüp ayırabilecek yaştaki ve seviyedeki öğrenciler için hem zamanlama anlamında hem de hatırlama anlamında yarar sağlayabildiği düşünülmektedir. Bu ayırımı yapabilecek yaşta ve seviyede olmayan öğrencilerde de zaman kaybına neden olmakta ve metinin tamamını ezberleme gereksinimi hissetmelerine bağlı olarak da metinin içinde kaybolmasına neden olacaktır. 1.1.2 Aynı Sözcüklerle Not Alma Bu stratejiyle beraber öğrenci metin başlıkları, alt başlıklar gibi kendisinde çağrışım uyandıracak ve hatırlamayı kolaylaştıracak notlar alabilir. Metin başlıklarının yazımın hem tekrar edilmesini sağlayıp hem de daha sonraları genel bilgilerin çağrışımlarını kolaylaştırabilecektir. Alt başlıkların yazımı da daha özel bilgilerin tekrarını sağlayacak ve de hatırlanmak istendiğinde kolayca bilgilerin çağrışımı sağlanabilecektir. Metindeki anahtar sözcük veya sözcük gruplarının yazımı da aynı şekilde metindeki asıl hatırlanması gereken yerlerin hatırlanmasını kolaylaştırabilecektir. 198 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1.1.3 Değiştirmeden Yazma Metin okunduktan sonra öğrencinin gerek duyduğu bölümleri değiştirmeden, olduğu gibi yazarak öğrenmeye çalıştığı stratejidir. 1.2Anlamlandırma Stratejileri Bilgiler arasında ilişki kurarak, anlamlandırarak öğrenmeyi sağlayan stratejilerdir. Öğrenciler anlamlandırma stratejileriyle edinmeyi amaçladıkları yeni bilgiyi, daha önce öğrendikleri ve uzun süreli belleklerinde bulunan bilgilerle harmanlayarak, bu iki bilginin birleşimine anlam yükleyerek öğrenirler. Zihinsel imge oluşturma, cümlede kullanma, benzetim yapma, özet çıkarma, not alma anlamlandırma stratejileridir (Özer 1998). 1.2.1 Zihinsel İmge Oluşturma Özellikle çiftli çağrışım öğrenme, sıralı liste öğrenme veya serbest hatırlama durumlarında kullanılan stratejidir (Erdem 2005). Sıralı liste öğrenmesinde madde şeklinde verilen bilgilerin baş harflerinden anlamlı bir bütün oluşturarak sıralı ve liste şeklinde öğrenmeyi gerçekleştirebilir. Çiftli çağrışım öğrenmede ise ‘alpinist- genç’ şeklindeki sözcükleri hatırlamak isteyen öğrenci, zihninde dağcılık yapan bir genci canlandırarak öğrenmeyi gerçekleştirebilir. 1.2.2 Cümlede Kullanma Öğrenci, anahtar kelimeleri öğrenme yöntemi ile birlikte bu stratejiyi hem yabancı dildeki bilmediği bir sözcüğü öğrenirken hem de kendi dilindeki bilmediği sözcüğü öğrenirken kullanır. 1.2.3 Benzetim Yapma Öğrencinin daha önceden öğrenilmiş olduğu bilgilerle, yeni öğreneceği bilgiler arasında yapay benzerliklerin kurmasıdır. Yeni bilginin daha önceden bilinen eski bilgi kullanılarak, daha somut olarak açıklanmasına ve anlamlandırılmasına yardımcı olur. Karşılaştırma kullanma da bu stratejiye dahildir. Karşılaştırmalar, düşünceler yada özellikler arasında benzerlikler ve ayrılıkları gösterir (Erdem 2005). 1.2.4 Özet Çıkarma Metnin, ayrıntılardan kaçılıp ana hatlarıyla anlatılmasıdır. Özet çıkarmanın başarılı olabilmesi için metinin doğru anlaşılması çok önemlidir. Özet çıkarmak için metnin iyi anlaşılmasının yanında bir de temel fikirlerin metin içinden iyi seçilmesi gerekmektedir. Esas olanı, ayrıntı olandan ve gerekli olanı, gereksiz olandan iyi ayırmak gerekmektedir. Bunlara dikkat edilmesi durumunda yazılı bir materyalin özetlenmesi etkili bir öğrenme yoludur. Öğrenci özet çıkarma yolunu kullanırken kendi cümlelerini de kullanacağı için, bilgileri daha da özümsemiş olur ve böylece anımsanması kolaylaşır. 199 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1.2.5 Not Alma Metnin ana noktalarını bölümler arasındaki ilişkileri açıklayarak, bilgileri daha anlamlı daha anlaşılır ve daha kullanışlı biçime dönüştürerek yazmadır. Doğru bir şekilde not alınması yeni bilgiyi, varolan bilgiyle ilişkilendirir ve işlenmiş olarak bilginin düzenlenmesine yardımcı olur (Subaşı 2000). 1.3Örgütleme Stratejileri Öğrencilerin öğrenilecek bilgileri kendi ön bilgilerine uygun bir şekilde düzenleyip işleyerek öğrenmelerini sağlayan stratejilerdir (Özer 1998). 1.3.1 Ana Hatları Çıkarma Metindeki ana düşünceyi ve yardımcı düşünceyi kelime, kelime grubu ve cümle şeklinde belirlemektir. Öğrenci öğrenmek istediği konuyu, üniteyi ya da dersi ana hatlarıyla çıkarabilir. Bu şekilde ayrıntıları devre dışı bırakmış olacaktır fakat genel hatlarını tekrar etmede ve hatırlamada pozitif etkisini görecektir. 1.3.2 Bilgi Haritası Oluşturma Metindeki temel düşüncelerle yardımcı düşüncelerin ilişkilerini nedensel veya aşamalı olarak göstermesidir. (Subaşı 2000). 1.3.3 Çizelgeleştirme Metindeki bilgileri çizelge şeklinde düzenleme stratejisidir. Öğrenci bilgilerin durumuna göre dikey ve/veya yatay bölmelere ayrılmış bir çizelge ile bilgileri gruplandırıp ilişkilendirebilir (Erdem 2005). Araştırmanın Amacı Genel olarak Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilerin okuma ve dinleme becerilerinde kullandıkları stratejileri tespit etmeyi amaçlayan bu çalışmada Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenecek öğrencilerin kullanabilecekleri öğrenme stratejileri nelerdir Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen hazırlık sınıfı öğrencilerinin okuma ve dinleme becerilerinde tercih ettikleri stratejiler nelerdir Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen hazırlık sınıfı öğrencileri hangi stratejileri daha çok tercih etmektedir Araştırmanın Yöntemi Araştırmamızda nitel araştırma tekniği olan odak grup görüşmesi kullanılmıştır. Nitel araştırma tekniklerinin doğal ortama duyarlılık sağlaması, araştırmacının katılımcı rolü olması, bütüncül 200 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bir yaklaşıma sahip olması, düşüncelerin ortaya konulmasını sağlaması, araştırma deseninde esnekliğe sahip olması ve tümevarımcı bir analize sahip olması önemli özellikleridir (Yıldırım ve Şimşek 2013). Bireysel görüşmelerin yanında odak grup görüşmelerinde sorulara verilen cevaplar, gruptaki bireylerin birbirlerini etkilemeleri sonucu oluşur. Gruptan bir bireyin soruya verdiği cevabın diğer bireyler tarafından duyulması, onlara kendi düşüncelerinin oluşması fırsatını verecektir. Araştırmacı eğer toplanacak verilerin daha zengin olacağını düşünüyorsa odak grup görüşmesi yapmasında yarar vardır (Yıldırım ve Şimşek 2013). Araştırmamızda öğrenci ders kitaplarından, defterlerinden ve bireysel olarak not tuttukları kağıt vb. materyallerden faydalanılmıştır. Bu araştırma, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hazırlık sınıfında eğitim gören öğrencilerle sınırlıdır. Çalışma Grubu Araştırmanın çalışma grubunu İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesinde hazırlık gören altı öğrenci oluşturmaktadır. İSİM Saeed Hassan Mohammed Nur Nur Tahir SOYİSİM JOHAR HABEEB KASHİ OSMAN ALBERJUMAN Abu ALSHAR CİNSİYET Erkek Erkek Erkek Kız Kız Erkek ÜLKE Arakan Sri Lanka Suriye Suriye Suriye Filistin DOĞUM YILI 1991 1993 1995 1994 1994 1993 Verilerin Toplanması ve Çözümlenmesi Araştırmanın verileri 2013-2014 İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hazırlık sınıfında öğrenim gören gönüllü 6 öğrencinin odak grup görüşmesiyle yapılmıştır. Görüşme soruları hazırlanırken önce literatür taraması yapılmış ve görüşme soruları hazırlanmıştır. Görüşme soruları, yarı yapılandırılmış açık uçlu sorulardan oluşmaktadır. Araştırmada açık uçlu soruların kullanılması, görüşme sürecine daha fazla esneklik kazandırmakta, görüşülenlere daha fazla konuşma olanağı vermekte ve daha detaylı bilgiler almayı sağlamaktadır (Kuş 2012). Çalışma grubundaki öğrencilerine ortak uygun zaman dilimi seçilmiş ve yarı yapılandırılmış sorulara odak grup görüşmesi ile cevap aranmıştır. Görüşmeler hem ses kayıt cihazıyla kaydedilmiş hem de kaleme alınmıştır. Toplanan veriler bilgisayar ortamına aktarılmış, her soruyla ilgili belirlenen düşünceler araştırmacı tarafından değerlendirilmiştir. Bulgular Bu bölümde sadece araştırmanın bulguları ele alınmıştır. Araştırma kapsamında katılımcılara, stratejilerle alakalı 17 soru yöneltilmiştir. Cevaplar kaleme alınırken tekrara düşmemek için öğrencilerin baş harfleri yazılmıştır. 201 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1. Doğrudan, stratejisiz bir şekilde öğrenmeye çalışmak mı yoksa stratejiler eşliğinde çalışmak mı öğrenmeyi daha verimli kılıyor? O: Daha çok duyu organıma hitap ettiği için stratejiler ile öğrenmeye çalıştığımda daha verimli oluyor. H: Öğrenmeyi ve hatırlamayı kolaylaştırdığı için strateji eşliğinde öğrenmek daha verimli oluyor. S: Strateji eşliğinde çalışmak dikkati artırıyor ve daha iyi öğrenebiliyorum. A: Hatırlamamı kolaylaştırdığı için stratejiler eşliğinde öğrenmek daha verimli. M: Düz, stratejisiz öğrendiğimde bir duyu organıma; strateji ile öğrenirsem daha çok duyu organıma hitap ettiği için stratejiler başarımı artırıyor. 2. Okurken anlamakta sıkıntı yaşadığınız yerleri nasıl çalışıyorsunuz? H: Anlamadığım kelimenin altını çiziyorum. Eğer yine anlamamışsam 2-3 defa okuyorum. Anlamını bilmediğim kelimenin anlamına sözlükten bakıyorum veya cümlenin bütününden çıkarmaya çalışıyorum. S: Anlamını bilmediğim kelimelerin öncelikle altını çiziyorum ve genel olarak da altını çizdiğim kelimelerin anlamlarına sözlükten bakıyorum. Anlamını bilmediğim kelimelerin bazılarında ise internetten içinde o kelimenin geçtiği cümleleri araştırıyorum. M: Bir kelimeyi anlamamışsam, anlayana kadar tekrar ediyorum. Kelimeyi yine anlamamışsam sözlükten anlamına bakıyorum ve yazarak çalışıyorum. 3. Yineleme stratejileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Size nasıl bir katkı sağlıyor? H: Anlamını bilmediğimiz kelimeyi ezberliyoruz. S: Kelimeleri cümlenin içinde nasıl kullanacağımızı öğreniyoruz. N: Unuttuğum kelimeleri tekrar etmem sayesinde hatırlıyorum. M: Aklımda daha uzun süre kalmasını sağlıyor. 4. Metindeki yazıların altını çizme stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Size nasıl bir katkı sağlıyor? N: Altını çizdiğim yerin aklımda kalması daha kolay oluyor. S: Altını çizdiğim kelimeleri rahatlıkla ezberliyorum. H: Altını çizdiğim yeri daha kolay anlıyorum ve unutmam zorlaşıyor. 202 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 M: En zor yerlerin altını çizerek çalışıyorum. Sınavdan önce, altını çizdiğim yerlere daha çok çalışıyorum çünkü bana en zor gelen yerler buralar. 5. Aynı sözcüklerle not alma stratejisini kullanıyor musunuz? Kullanıyorsanız size katkıları nelerdir? H: Kullanıyorum. Kolaylıkla anlayabiliyorum ve hatırlamama yardımcı oluyor. N: Evet, kullanıyorum. Daha çok kelime ezberleyebiliyorum bu stratejiyle. M: Öğrenmek için kullanıyorum. Zor kelimeyi metnin kenarına not alırım. 6. Değiştirmeden yazma stratejisinin size sağladığı yararlar hakkında ne düşünüyorsunuz? N: Ben genelde bu stratejiyle çalışırım. Yazarak çalıştığımda daha çok anladığımı düşünüyorum. S: Bu stratejiyi bir kez kullandım. Yararlı olduğunu düşünüyorum. Kelimeleri cümle içinde kullanmamıza yardımcı oluyor. Kendimizi anlatırken genelde kısa cümleler kullanıyoruz. Bu eksiğimizi giderip uzun cümleler kurmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum değiştirmeden yazma stratejisinin. M: Az da olsa kıllanıyorum. Sınavlardan önce çok faydalı oluyor. H: Bu stratejiyi kullanmadım. - Neden? Çok zamanımızı aldığını düşünüyorum. Anlamadığımız yerin kısa olmayıp 2-3 sayfa olduğunu düşünürsek, buraları yazarak çalışmak çok fazla süremizi alacaktır. Çok süremi alacağı için bu stratejiyi kullanmıyorum. 7. Yineleme stratejilerinden (Metinde Yazıların Altını Çizme, Aynı Sözcüklerle Not Alma, Değiştirmeden Yazma) en çok hangisini kullanıyorsunuz? S: Ben daha çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum. Bu stratejiyle birlikte daha kolay öğrendiğimi düşünüyorum. M: Yineleme stratejilerinden en çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum. H: Yineleme stratejilerinden en çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum. Bu strateji hem fazla zamanımızı almıyor hem de öğrenmemizi kolaylaştırıyor. N: Ben çalışırken ‘‘D.Y.’’ stratejisini tercih ediyorum. Bu stratejiyle daha kolay öğreniyorum. 8. Zihinsel imge oluşturma hakkında ne düşünüyorsunuz? H: Mesela silgi kelimesini bilmiyorsam ve yeni öğreniyorsam silmekle silgiyi ve başka benzer şeyleri kafamda imge oluşturup öğreniyorum. 203 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 S: Hiçbir şey çağrıştırmayan bir şeyle karşılaştığımda fotoğrafına bakıyorum internetten ve kafamda o şekille o kelimeyi tutmaya çalışıyorum. Karşıma o kelime çıktığı zaman resmi gözümde canlandırmaya çalışıyorum. 9. Cümlede kullanma stratejisinin size yararı olduğunu düşünüyor musunuz? S: Bilmediğim bir kelimeyle karşılaştığımda internetten örnek bir cümle buluyorum. Daha sonra bu cümleyi örnek alarak bir cümle de ben kuruyorum ve cümle içinde öğrenmem daha kolay oluyor. O: Yolda yürürken kendi kendime cümleler kuruyorum ve hem tekrar etmiş oluyorum hem de cümle içinde o kelimeyi nasıl kullanabileceğimi denemiş oluyorum. A: Yeni Öğrendiğim kelimeyi arkadaşlarımla konuşurken cümle içinde kullanmaya çalışıyorum. Böylelikle kelimeyi daha iyi öğrenmiş oluyorum. 10. Öğrenirken benzetme yapma stratejisini kullanıyor musunuz? S: Zıt anlamlı kelimelerle, eş anlamlı kelimelerle benzetim yapmaya çalışıyorum. H: Benzer kelimeleri bulup aradaki farklara bakarak aynı anda birçok kelime kullanmaya çalışıyorum. 11. Özet çıkarma stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz? O: Okuduğum bir kitabı bir süre sonra unuturum fakat özet çıkarmışsam ve o özeti kısa bir tekrar yaparsam okuduğum kitabın büyük bir kısmını hatırlarım. A: En önemli yerler özet şeklinde not ediyorum, gereksiz gördüğüm ayrıntılara girmiyorum. Böylelikle zamanım kısa olduğunda hatırlamam hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. S: Bir metni okuyan başka biriyle konuşuyorum. Yanlış anladığım bir yer varsa, düzeltmeye çalışıyorum; doğru anladıklarımı da tekrar etmiş oluyorum metni özetlerken. H: Her bilgiyi kafaya atmak imkansız. Bu yüzden özet yaparken kendi cümlelerimle ve bildiğim kelimeleri kullanarak özet çıkarabiliyorum ve bilmediğim kelime ya da durumları da özetin bütünlüğü içerisinde daha kolay anlayabiliyorum. M: Özet şeklinde çalıştığımda daha iyi öğreniyorum. 12. Not alma stratejisini kullanıyor musunuz? H: Dikkatimi çeken bilmediğim yerleri not alırım. S: Fazla not tutmam. Bilmediğim kelimeleri defterime not alıyorum. O: Genellikle not alırım. Bu şekilde bilgileri daha sonra tekrar çalışabiliyorum. A: Sadece anlamadığım yerleri not alırım. Her şeyi not almam. 204 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 M: Kendi anladığım gibi, kendi cümlelerime not alırım ve böylelikle bilgiyle kendimi bütünleştirebiliyorum. 13. Anlamlandırma stratejilerinden en çok hangisini kullanıyorsunuz? H: En çok ‘‘not alma’’ stratejisini kullanıyorum. S: Daha çok ‘‘zihinsel imge oluşturma’’ stratejisini kullanıyorum çünkü bu şekilde daha iyi kavrıyorum. O: ‘‘not alma’’ stratejisi çünkü bu şekilde birçok yeri hatırlayabiliyorum. A: ‘‘not alma’’ çünkü daha iyi öğrendiğimi düşünüyorum. M: ‘‘not alma’’ çünkü artık o bilgi benimdir. Unutmazsam zaten benim, unutursam da not bende ve hatırlarım. 14. Ana hatları çıkarma stratejisinin size yararı olduğunu düşünüyor musunuz? S: Dilbilgisi konularının başlıklarını yazarım ve genel bir hatırlamama yardımcı olur bu strateji. H: Her zaman bu stratejiyi kullanmam sadece süremin kısa olduğu zamanlarda yani sınavdan önceki günlerde. O: Kullanmıyorum bu stratejiyi. A: Sınavdan hemen önce göz gezdiriyorum başlıkları yazarak ve bunu da çok az yapıyorum. M: Daha önce yapmadım. 15. Bilgi haritası oluşturma stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz? O: Eskiden daha çok kullandığım bir stratejiydi. Şekilli olunca daha iyi öğreniyorum. Ve haritaları oluştururken de farklı renkli kalemleri kullanıyorum. S: Hiç yapmadım. H: Kullanmadım. A: Bir kez kullandım sadece. M: Grafik şeklinde aklımda daha iyi kaldığını düşünüyorum. 16. Çizelgeleştirme stratejileri hakkında ne düşünüyorsunuz? S: Kullanıyorum ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Başlıklarını ve altına da bir örnek yazıyorum çizelgede. H: Tümünü aynı anda gördüğüm için daha iyi anlayabiliyorum. 205 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 O: Düzenli ve dikkatli bir şekilde çizelgeleştirdiğim zamanlar oldu ama her zaman kullanmıyorum. A: Çok az kullandım. M: Daha önce yapmadım. 17. Örgütleme stratejilerinden en çok hangisini kullanıyorsunuz? S: ‘‘Çizelgeleştirme’’ H: ‘‘Çizelgeleştirme’’ O: ‘’Bilgi haritası oluşturma’’ A: Az kullanıyorum ama ‘‘Ana hatları çıkarma’’ M: ‘‘Bilgi haritası oluşturma’’ Sonuç ve Öneriler Öğrenciler doğrudan, stratejisiz olarak öğrendikleri zamana kıyasla strateji ile öğrendikleri zaman daha başarılı olduklarını düşünmekteler. Strateji ile öğrendiklerinde daha çok duyu organına hitap ettiğini ve böylelikle daha başarılı olduklarını düşünmekteler. Aynı zamanda strateji kullanmaları dikkatlerini toplamalarını kolaylaştırdığını düşünmekteler. Strateji ile öğrenmede öğrenmenin ve hatırlamanın kolaylaştığını ifade etmekteler. Strateji ile çalışırken öğrenmeye ek olarak hatırlamanın da kolaylaştığını dile getirmişlerdir. Öğrencilerin, yineleme stratejilerinden en çok altını çizme stratejisini kullandıkları ve altını çizdikleri kelimeleri tekrarladıkları gözlemlenmiştir. Öğrenciler altını çizme stratejisi hakkında olumlu görüşlerini bildirmişlerdir. Sıklıkla altını çizme stratejisinden faydalandıklarını ve faydasını gördüklerini belirtmişlerdir. Öğrenciler, altını çizme stratejisinin öğrenmelerini kolaylaştırdığını düşünmekteler ve bunu da fazla zamanlarını almadan sağladığını düşünmekteler. Yineleme stratejilerinde altını çizme stratejisine ek olarak bazı öğrenciler de ‘‘değiştirmeden yazma’’ stratejisini benimsediklerini belirtmişlerdir. Ezberleyerek çalışmayı seçen öğrenciler değiştirmeden yazmayı tercih edebilmektedirler. Buna muhalif olarak ise değiştirmeden yazma stratejisinin fazla zaman aldığını ve gereksiz olduğunu düşünen öğrenciler de bulunmaktadır. Öğrenciler anlamlandırma stratejilerinden genel olarak ‘‘not alma’’ stratejisini benimsemektedirler. Not alarak daha kolay öğrendiklerini dile getirmişlerdir. Öğrenciler dikkatlerini çeken yerleri kendi cümleleriyle not aldıkları için hatırlamalarının da daha kolay olduğunu düşünmekteler. Not alma stratejisine ek olarak ‘‘zihinsel imge oluşturma’’ ile bilmedikleri kelimeleri zihinlerinde canlandırdıklarını; ‘‘cümlede kullanma’’ ile de yeni öğrendiklerini gerek arkadaşlarıyla sohbetlerinde gerekse yolda yürürken, cümle içinde 206 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tekrarladıklarını ve öğrenmelerini pekiştirdiğini dile getirmişlerdir. ‘‘Özet çıkarma stratejisi’’ ile de kendilerini gereksiz ayrıntılardan kurtardıklarını ve böylece birincil bilgileri edindiklerini dile getirmişlerdir. Öğrenciler örgütleme stratejilerinde ise daha dağınık tercihlerde bulunmaktalar. Bazıları ‘‘çizelgeleştirme’’ stratejisini seçerken bazıları da ‘‘bilgi haritası oluşturma’’ stratejisini daha çok tercih edebilmektedirler. Bilgileri bütüncül bir gözle gördüklerinden konunun ya da dersin tamamını zihne yerleştirme konusunda faydalı olduğu konusunda ise hemfikirler. Çizelgenin üzerine başlıkları ve bir örneği yazdıklarında çok yararlı olduğunu da dile getirmişlerdir. Bazı öğrenciler ise ‘‘bilgi haritası oluşturma’’ stratejisiyle bilgileri ezberlediklerini ve kalıcı belleğe yerleştirebildiklerini dile getirmişlerdir. Öğrenme stratejilerinde bireyler arası farklılıkların ön plana çıktığını görmekteyiz. Her öğrenci kendi öğrenebilme özelliğine göre kendi stratejisini tercih etmektedir. Öğrencilerin ortak yanları ise stratejileri kullanmaları. Doğrudan öğrendiklerinde bir duyu organını aktif kullandıklarını fakat strateji benimsediklerinde birçok duyu organını aktif olarak kullandıklarını ve böylelikle daha iyi öğrendiklerini düşünmekteler. Stratejilerin seçimlerinde ise bireysel farklılıklar ön plana çıkmaktadır. Ezberleyerek öğrenmeyi tercih eden öğrenciler ezberlemelerine yardımcı olacak stratejileri tercih etmekte, zihinde canlandırarak, kendilerince anlamlar oluşturarak öğrenmeyi daha kolay gerçekleştiren öğrenciler ise buna doğru orantılı olarak stratejiler tercih etmektedirler. Bireylerin kendilerini ne kadar iyi tanırsa tercih edeceği stratejinin de kendisine o oranda faydalı olabileceği bu görüşmeler ve gözlemlerde görülmüştür. Kaynakça BAŞ, G. (Y:17 S: 2 2013). Yabancı Dil Öğrenme Kaygısı Ölçeği: Gerçerlilik ve Güvenirlilik Çlışması. Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü- TSA. ERDEM, A. R. (Y:1 S:6). Öğrenmede Etkili Yollar: Öğrenme Stratejileri ve Öğretimi. İlköğretim- Online. KUŞ, E. (2012). Nicel- Nitel Araştırma Teknikleri . Ankara: Anı Yayıncılık. ÖZER, B. (1993). Öğretmen Adaylarının Etkili Öğrenme ve Ders Çalışmadaki Yeterliliği. Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi. ÖZER, B. (1998). Öğrenmeyi Öğretme. A. HAKAN içinde, Eğitim Bilimlerinde Yenilikler (s. 149-164). Eskişehir: T.C Anadolu Üniversitesi Yayınları- Açıköğretim Fakültesi Yayınları. SUBAŞI, G. (Y: 2003). Eykili Öğrenme: Öğrenme Stratejileri. Milli Eğitim Dergisi. 207 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ŞİMŞEK, A. Y. (2013). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri . Ankara: Seçkin Yayıncılık. ULUĞ, F. (2012). Okulda Başarı -Etkili Öğrenme ve Ders Çalışma Yöntemleri-. İstanbul: Remzi Kitabevi. YILMAZ, M. (2008 S:9). Türkçede Okuduğunu Anlama Becerilerini Geliştirme Yolları. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 208 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 DİLÂVER CEBECİ’NİN HİKÂYELERİNDEKİ ŞAHIS KADROSU Emel HİSARCIKLILAR ÖZET Türk edebiyatında özellikle Türk milletinin millî ve manevî değerlerini, karşı karşıya olduğu problemleri dile getirdiği şiirleriyle tanınan Dilâver Cebeci (1943-2008), bu şekilde, içinden geldiği topluma yabancı kalmamış, söz konusu değerleri manzumeleri dışındaki diğer eserlerinde de benzer biçimde ifade etmiştir. Onun Mavi Türkü adlı eserinde yer alan hikâyelerinde de, şiirlerindeki gibi bir dünya görüşü göze çarpmaktadır. Cebeci, milletinin tarihine dönerek bu tarihin meydana getirdiği medeniyeti yüceltmekte, bu milletin mücadele ettiği sıkıntıları dile getirmektedir. Bu hikâyeler konusunu Türk tarihinin hem İslam öncesi hem de İslam sonrası döneminden almaktadır ve şahıs kadrosu bakımından da oldukça büyük bir çeşitliliğe sahiptir. Bu metinlerdeki kahramanların gözü pek, cesaretli, inandığı değerler uğruna sonuna kadar mücadele etmekten çekinmeyen, maneviyatı güçlü, ideal karakterler olduğu görülmektedir. Dilaver Cebeci, meydana getirdiği bu ideal kahraman modelinin yanı sıra diğer kahramanlarıyla da, hikâyelerinde ele aldığı konuyu daha etkili bir şekilde okura iletmeye çalışmıştır.Bu çalışmada da söz konusu hikâyelerde yer alan kahramanlar, işlenen konuyla bağlantılı olarak değerlendirilmeye çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Dilâver Cebeci, hikâye, şahıs kadrosu. CHARACTERS IN DİLÂVER CEBECİ’S STORIES Abstract Dilâver Cebeci (1943-2008), who is known with his poems reflecting the national and spiritual values of Turkish nation and the problems encountered, had not become estranged to his society, and had mentioned these values in his other works apart from his poems. In his stories, Yrd.Doç.Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Tokat. (eposta: emel.hisarciklilar@gop.edu.tr) 209 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gathered in “Mavi Türkü”, his worldview is apparent as it is in his poems. Cebeci turns into the history of his nations, and glorifies he civilization which arose from this history, and frequently mentions the distresses his nation has fought. Apart from taking their themes from both preIslamic and post-Islamic eras of Turkish history, they also have rich and diverse sets of characters. It can be seen that the characters in his texts are ideal characters who do not abstain from struggling to the end for the values they have faith in, with strong spirituality; who are intrepid and courageous. Dilâver Cebeci pursued to convey the themes in his stories to there a more efficiently via this ideal protagonist character model. This study aims at analyzing the protagonists in the afore mentioned stories, with reference to the themes of the stories. KeyWords: Dilâver Cebeci, story, characters. Giriş Dilaver Cebeci (1943-2008) millî romantik kaynakları yeniden yorumlayarak, bunları şiirlerine taşıyan bir sanatçıdır. Konularını Türk tarihinden seçmiş; aşk, kahramanlık, vatan ve millet sevgisini işlemiştir (Korkmaz vd., 2004: 290). Türk edebiyatında daha çok şair kimliğiyle bilinen Dilâver Cebeci, başka türlerde de eserler vermiş olan üretken bir sanatçıdır. Dilâver Cebeci’nin Hikâyeleri Dilâver Cebeci’nin hikâyeleri Mavi Türkü adlı, mensurelerinin de bulunduğu kitapta yer almaktadır. Bu eser oldukça yalın ve akıcı bir Türkçeyle yazılmıştır. Eserdeki parçalar romantik bir dille, duygusal bir yoğunluk içerisinde verilmiştir (Bulut, 2009: 140). Cebeci, bu eseriyle millî romantizmi yeni bir mensure anlayışı içinde dile getirmeye çalıştığını, bütün Türk tarihinden ve dünyasından bazen sevinçli bazen de üzüntülü vak’aları, millet sevgisi temelinde ifade etmek istediğini belirtmektedir (Kabaklı, 2008: 375). Bu kitabın sonunda yer alan hikâyeler Vire, Zincir, Mavi Pantalon, Gök Gürlerken Suya Girmek, Tutsak Atın Rüyaları, Arasatta Buluşma, Sadaka, Büyü adını taşımaktadır. Adı geçen metinlerde geçen olaylar ve kişiler, Türk tarihinin çeşitli dönemlerinden alınarak bu hikâyelerde yeniden kurgulanmışlardır. Bu hikâyeler Türklerin hem İslamiyet öncesi, hem de İslamiyet sonrası dönemini kapsayan oldukça geniş bir zaman diliminde geçmektedir. Bu özelliğin de şahıs kadrosunun genişlemesine ve çeşitlenmesineimkân verdiği görülmektedir. Hikâyelerin Şahıs Kadrosu 210 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1- İdealize Edilmiş Kahramanlar: Dilâver Cebeci’nin bazı hikâyelerinde, yazar tarafından üstün özelliklerle donatılmış kahramanlar bulunmaktadır. Bu kahramanlar kolay kolay hata yapmayan, tehlikenin üzerine korkusuzca yürüyen, inandığı değerler uğruna sonuna kadar karşı güçlerle mücadele eden, millî ve manevi yönü kuvvetli olan karakterlerdir. Bu şekilde değerlendirilebilecek kahramanlardan biri Vire adlı hikâyede bulunmaktadır. Bu hikâyede Budin’dekiİstonibelgrad kalesinin Macarlara karşı savunulması hadisesi anlatılmaktadır. Bu hikâyenin başkahramanı “Âdem Ejderhası Yahya Ağa” olarak da tanınan Budin yeniçerisi Yahya Ağa’dır. Kahraman, okuyucuya tanıtılırken yapılan betimlemeler ve kullanılan ifadeler, daha hikâyenin başında, bu kahramana idealize edilen bir karakter olma özelliği kazandırmaktadır: “Boyu herhalde üç arşını geçiyordu. Tanrının keskin hatlarla keskinleştirdiği yüzünü, siyah, kısa kesilmiş bir sakal daha da heybetli kılıyor, elâ gözlerindeki yiğitlik kıvılcımlarına emsalsiz bir fon oluyordu. Kollarını kavuşturduğunda, kaftanının yakasındaki ve kollarındaki uzun tüylü kürkler, uzaktan bakanlara, kucağında aslan taşıyormuş, hissini veriyordu. Korkudan onun kucağına sığınmış zebûn bir aslan…” (Cebeci, 2009a: 104) Yapılan betimlemede de görüldüğü gibi Yahya Ağa güçlü, kuvvetli ve heybetli bir şekilde tasvir edilerek, hikâyenin sonraki bölümünde başına geleceklere ve davranışlarına karşı okurda saygı ve hayranlık hissi uyandırılmaya çalışılmaktadır. Yahya Ağa, klasik bir Türk kahramanı gibi, kaleyi vire usulüyle yani anlaşmayla teslim etmek yerine düşmanla göğüs göğüse dövüşerek, mücadele ederek, yiğit ve korkusuz bir Türk askeri olarak savunmayı tercih etmektedir. Onun “Yarın sabah biiznillah kaleden taşra çıkar, düşman ile ceng ederim. Ya muhasarayı yarıp giderim, yahut şahâdet şerbetini içerim.” (Cebeci, 2009a: 104) sözleri bu kahramanın sahip olduğu cesareti olduğu kadar, millî ve manevi değerlere olan bağlılığını da ortaya koymaktadır. O, hiçbir şekilde ölümden korkmamakta, tam aksine şehit olmayı,kendisini bekleyen mutlu ve onurlu bir son olarak görmektedir. Onun bir diğer özelliği de kararlılığıdır ve bu özelliği herkes tarafından bilinmektedir. Bunu bilen Budin yeniçerilerinden sekizi daha ona katılarak ertesi sabah kale savunmasında kanlarının son damlasına kadar düşmanla mücadele ederler. Bu savaş manzarasının ifade edildiği cümleler söz konusu kahramanların yazar tarafından ne derece üstün güçlerle donatıldığını göstermektedir: 211 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Kale mazgallarından savaşı seyredenler, dokuz yiğidin, kırk bin kâfire saatlerce ok fırlatışlarını, çift kat zırhları delip, nice sineleri parçaladıklarını gördüler. Oklar bittiğinde, dokuz pırıl pırıl kılıcın düşman kümeleri ve toz bulutları içinde çakan şimşekler gibi, inip inip kalktığını gördüler.” (Cebeci, 2009a: 105) Yazarın bu cümlelerle de dile getirdiği gibi, Yahya Ağa ve onun gibi canını kale savunmasına adamış olan sekiz yeniçeri, üst düzey bir güç göstererek korkusuzca düşmanla çarpışmışlardır. Bu esnada düşman askerlerinin sayıca onlardan kat kat üstün olması, hiçbirinin gözünü korkutmamıştır. Hikâyenin sonunda da bu gözükara askerlerin şehit oldukları görülmektedir. Dilâver Cebeci’nin eserlerinde şehitlik, Türk-İslam kültüründen gelen bir anlayışla sıklıkla işlenen konular arasındadır. Cebeci bir şiirinde bu yüce makamla ilgili olarak şu dizeleri söylemiştir: “Gitti, som altından zaferler vardı. Yedi kat mehterli seferler vardı. Âdem ejderhası ne erler vardı Ölüm sonsuzluğa akan bir nehir, Allah kadîm, Allah bâkî, Allah bir.” (Cebeci, 2009b: 52) Dilâver Cebeci, bu şiirinde, tıpkı Vire adlı hikâyedeki Yahya Ağa gibi düşmanla korkusuzca döğüşüp vuruşan kahramanları “âdem ejderhası” olarak nitelendirerek, onlara yenilmezlik özelliği kazandırmaktadır. Cebeci’nin Türk-İslam kültüründen olduğu gibi, İslam öncesi dönemden de aldığı, benzer özelliklere sahip kahramanları vardır. Gök Gürlerken Suya Girmek adlı hikâyede İslamiyet’in kabulü öncesinde Türklerin Gök Tanrı inancı ve devlet yönetim anlayışlarıyla ilgili bir takım düşünceler bulunmaktadır. Bu anlayış çerçevesinde eserin başkahramanı olan Budançar Emmi, gençliğinde cenk meydanlarında at koşturup, kılıç sallamış olan korkusuz bir yiğittir. Yalnız, onun bu cesareti sadece düşmana değil, kendilerini yöneten kağana karşı da aynı şekilde tezahür etmektedir. Çünkü kağanın gök gürlerken suya girilmeyeceğine dair koyduğu yasak, BudançarEmmi’nin pek de umurunda değildir. Bu yasağı bilse de, aynı Gök Tanrıya inanmasına karşın kendi dünya görüşüne uymadığı gerekçesiyle suya girer ve bunu gören yasakçılar tarafından kağana gönderilir. Ancak Budançar Emmi, kağanın karşısında da, cezalandırılma tehlikesine rağmen asla ona boyun eğmez ve aynı cesareti sürdürür. Kağanın sözleri ise onun cezalandırılmasına değil, bu konu üzerine düşünmesine vesile olur: “Bir daha 212 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gök gürlediğinde suya girmeyeceksin! Göğün üstüne üstüne gideceksin, anladın mı? Göğün üstüne üstüne!.. Cezan bu, haydi git!” (Cebeci, 2009a: 116) Kağanın bu sözleri, Türk devlet töresinde devlet yöneticisinin konumunu ve yönettiklerine karşı tavrını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kağan, yasağına karşı gelen BudançarEmmi’yi bu şekilde düşünmeye yönlendirerek, toplumun düzeni için konmuş olan kuralların ne tür bir işlevi olduğunu ve bu düzeni korumadaki katkısını onun kendisinin bulmasını sağlamak istemiştir. Büyü adlı hikâyede ise tüm bir Türk milleti bu şekilde idealize edilerek, Çinliler tarafından anlatılmaktadır. Çin imparatorunun Türk milletine karşı duyduğu korku onun rüyasında gördüklerinden hareketle şu şekilde aktarılır: “Biraz sonra da büyük horultularla derin bir uykuya daldı. Türkler onu düşünde bile rahat bırakmıyorlardı. O yüce çin seddinin üstünden atlarla uçuyorlar, ırmakların, denizlerin üstünden batmadan yürüyorlar, bilmem kaç arşın uzunluğundaki kılıçları ile, elli, yüz, ikiyüz kişiyi birden biçiyorlar, çin askerlerinin üstüne gökten yağmur gibi oklar yağdırıyorlardı.” (Cebeci, 2009a: 131) İmparatorun bu sözlerinde de görüldüğü gibi, Türkler onların gözünde karşılarına çıkan her şeye korkusuzca meydan okuyan, doğaüstü güçlere sahip, az sayıda olsa bile yüzlerce kişiyi bir anda yok edebilecek kudrette olan, oldukça güçlü bir millet olarak bilinmektedirler. Çinliler, Türkler karşısında aldıkları yenilgileri onların ancak bu özellikleriyle açıklayabilmektedirler. Yani bu hikâyede Türk milleti, Çinliler tarafından insanüstü yeteneklerle donatılmış olan ve aşılması mümkün olmayan bir engel olarak, idealize edilmiş bir şekilde anlatılmıştır. 2-Halkın İçinden Kahramanlar: Dilâver Cebeci’nin hikâyelerinde halkın içinden, her meslek grubundan ve her yaştan insan şahıs kadrosu içerisinde yer almaktadır. Ancak bu kahramanların da yazarın dünya görüşü çerçevesinde kurgulanmış karakterler olduğu görülmektedir. Ayrıca bu kahramanların bir diğer özelliği de Türklerin yaşadığı çeşitli coğrafyalardan seçilmiş olmalarıdır. Yazarın özellikle Zincir adlı hikâyesinde halkın hemen hemen her kesiminden insan kahraman olarak seçilmiştir ve hepsi de aynı derecede öneme sahiptir. Hikâyenin ilk kahramanı sahnede oyunculuk yapan ve şarkı söyleyen, çelimsiz bir çocuktur. Sonrasında diğer kahramanlar ise Bayazıt Camii’nin haremindeki bir genç, bir ilk çağ gecesinde karanlık bir evde bir şeyler hesaplayan üç tane adam, yine sahnede şarkılar söyleyen ve elinde bir demet çiçek olan bir hanım ve son olarak da Hazer gölünün kıyısında birbiriyle konuşan iki adamdır. Ancak 213 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bu kahramanların dikkat çeken tarafı, her birinin farklı zaman ve mekânlardan seçilmiş, farklı uğraşlar içerisindeki insanlar olmalarıdır. Bu durum aslında yazarın dünya görüşünü yansıtmaktadır. Hikâyenin son bölümünde yazarın söylediği şu sözler aslında onun ne demek istediğini özetler niteliktedir: “Bu bitmez bir hikâyedir. Devam edip gider. Çelimsiz oğlan, çizmeli şarkıcı kız, çiçekler, alev gözlü adamlar, şarktan garba uzanan bir zincirin halkalarıdır. Bir halka kopsa bu zincirden, gökten görünmez eller uzanıp, yerine yenisini takar. Çürüyenleri değiştirir. En iyisi kopmamaktır. Çürümemektir.” (Cebeci, 2009a: 108) Yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun, her insan bu dünyanın bir ferdidir ve bu dünyanın bir parçasıdır. Yazar, her bireyin bu dünya için değerli bir varlık olduğunu vurgularken, yaradılışın doğal seyrine de gönderme yapıyor. Doğum-ölüm-yeniden doğum mitosundaki gibi ölen ya da kaybolan her varlığın yerine bir yenisi gelmektedir. Güneşin, ayın, mevsimlerin, yılların geçirdiği dönemler de doğanın temel bir ritmidir (Moran, 2002: 221). Bu durum, yaptığı bazı hatalardan sonra kendine gelip dünyaya daha sağlam bir şekilde tutunan insanlar için de geçerlidir. Bu döngüyü yaşayan insanlar artık daha güçlüdürler, çünkü daha önce yaptıkları hatalara bir daha düşmeyeceklerdir ve tecrübe kazanmışlardır. Ancak yazarın asıl vurgulamak istediği, birbirinden ayrı coğrafyalarda yaşayan Türklerin, bu durumun farkına varıp, daha çok ayrışmanın ve dağılmanın önüne geçmeleri, birbirlerinden kopmamalarıdır. Çünkü koptukları vakit çürüyecekler ve sonunda da yok olacaklardır. Oysaki yapmaları gereken yeniden doğmak, yani mevcut durumun tam olarak farkına varıp, bir araya gelerek eskisinden daha güçlü bir şekilde var olmaktır. Özellikle milliyetçi ideolojiye sahip olan sanatçılar tarafından millî bir renk olarak kabul edilen mavi, Dilâver Cebeci’nin hem şiir hem de hikâyelerinde önemli yere sahiptir. Mavi Pantolon adlı hikâyede de yazarın, eserin başkahramanı olarak aynı hassasiyet içerisinde olduğu görülmektedir. Gökyüzünün ve denizin mavi yerine, bulanık bir renk içerisinde olması, yazarın mevcut durumdan memnun olmadığının bir göstergesi olarak hikâyenin diğer kahramanına da yansımıştır. Yazarın Sultanahmet’te otobüs beklerken gördüğü ve her halinden yoksulluk içinde olduğu anlaşılan pantoloncu, şu sözlerle betimlenir: “Çekik gözlü, çok seyrek sakallıydı. Başının alnına yakın kısmındaki saçları dağınık ve dikti…” (Cebeci, 2009a: 110) Yazar bundan sonra bu pantoloncunun başka Türk coğrafyalarından İstanbul’a gelip burada yaşam mücadelesi veren bir soydaşı olduğunu fark eder. Ancak, bu pantoloncunun elinde her renkten pantolon olmasına rağmen sadece mavi renkte olan yoktur. Bu durum da adamın geldiği yerdeki 214 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 soydaşlarının zor durumda olduğunu ve bu durumu düzeltmek için ellerinden gelen bir şey olmadığını gösteren bir semboldür. Çünkü yazarın tarif ettiği havaya göre, gökyüzü gittikçe kararmaktadır ve mavi rengin yeniden görüneceğine dair de bir belirti bulunmamaktadır. Hikâyenin ilerleyen kısımlarında yazarın o adamın yanına gidip, farklı bir coğrafyadan bir soydaşıyla konuşma arzusuyla dolu olduğu sezilmektedir: “Ben bu adamı tanıyordum. Çok iyi tanıyordum. Onunla bin yıl yaşamışlığım vardı. Adını sorsanız bilmezdim ama, onu çok iyi tanıyordum. Tanrım, bir yanına varabilsem, adını sorabilsem, yurdunu öğrenebilsem…”(Cebeci, 2009a: 110) Bu cümlelerde de görüldüğü üzere yazar, soydaşı olan pantolon satıcısıyla konuşarak, birbirinden ayrı düşmüş olan Türklerinbu durumunun verdiği ıstırapla yüreğinde duyduğu acıyı biraz olsun dindirmek istemektedir. Ancak bir süre sonra beklediği otobüsün gelmesiyle adamla konuşamadan oradan uzaklaşmak, yazara memleketinden uzaktaki bir soydaşından ayrı düşmenin acısını daha derinden hissettirmektedir. Sadaka adlı hikâyenin kahramanı ise esnaf Hacı Musa Efendi’dir. Hacı Musa Efendi, hikâyenin geçtiği günün bir önceki gecesinde gördüğü rüyanın oldukça fazla tesirinde kalmıştır. Rüyasında bir kılıç görür ve bu durum hikâyede şu sözlerleifade edilir: “Kılıç… Rüyada kılıç görmek neye alâmetti? Öyle herkesin bildiği kılıçlardan değildi ki… Göğün ortasında, ışıl ışıl, sivri ucu yere doğru sallanıp duruyordu. Kocamandı. Kabzasını, kabza üzerindeki yakut, zümrüt, inci ve daha başka bilmediği değerli taşları görebiliyordu.” (Cebeci, 2009a: 125) Hacı Musa Efendi’nin rüyasında gördüğü kılıç, nereye giderse gitsin bir türlü peşini bırakmamakta ve sürekli gökten aşağı, onun tepesinde sallanmaktadır. O, bu rüyaya bir türlü anlam veremez, ancak daha sonra camide imamdan dinlediği vaaz aklına gelir. Bu, hikâyede şu sözlerle anlatılır: “Bir hadis okumuştu imam: ‘Sadaka ecelin önüne geçer, belâ dalgalarını karşılar…’ gibi bir şeydi.” (Cebeci, 2009a: 126) Hacı Musa Efendi bunun üzerine, imamın sözlerini, gördüğü rüya ile de ilişkilendirerek dükkânına giderken sadaka verebileceği bir dilenci arar. Ancak bir türlü bulamaz. Tam bu esnada üzerine doğru son sürat gelen atlıların arasında kalır. Kanlar içinde yerde yatarken, gözü, camları tıpkı rüyasında gördüğü kılıçtaki renkli taşlara benzeyen bir dükkân görür ve bu dükkânın önünde de bir dilenci vardır. Ancak her şey için artık çok geçtir ve Hacı Musa Efendi geçirdiği bu kaza sonucunda hayatını kaybeder. 215 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Dilâver Cebeci bu hikâyesinde kahramanlarını geleneksel bir takım inanışlar ve İslami anlayış çerçevesinde şekillendirmiştir. Eserin başkahramanının gördüğü rüyaya herhangi bir anlam yüklemeye çalışması ve sonrasında imamın vaazından duyduğu bir hadis doğrultusunda hareketlerini yönlendirmesi, bu anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. 3-Yabancılar: Dilâver Cebeci’nin hikâyelerinde, eserin asıl kahramanının karşısında olan yabancılar da yer almaktadır. Bu kahramanlar genellikle Türklerin mücadele ettiği karşı güçleri temsil etmektedir. Vire adlı hikâyede yer alan yabancı kahraman, kalenin anlaşma yoluyla teslim edilmesini isteyen Macar komutandır. Macar komutan, Türk komutanların cesaretlerini ve inançlarını kırıcı sözler söyleyerek, onların kaleyi çabuk bir şekilde teslim etmelerini amaçlamaktadır: “Dışarda kırk bin çift kat çelik zırhlı Macar askeri var. Osmanlı’dan ümidinizi kesin. Buraya iki ayda varamaz. Osmanlı gelinceye kadar amansız kılıçlanınız burada tek bir Türk bırakmaz. Şartlarımızı kabul ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Karakış gelmek üzere.Bizi fazla uğraştırmayınız.” (Cebeci, 2009a: 103) Macar komutan, Türk komutanlara can ve mal emniyetlerinin korunacağına dair teminat verse de, ona pek de güvenen yoktur. Hikâye boyunca düşman güçleri temsil eden Macar komutan, kendisine fazlasıyla güvenmektedir, ancak bu kişiler hiçbir engele ve tehlikeye boyun eğmeyip, kanının son damlasına kadar mücadele etmekten çekinmeyecek olan Türk askerlerini hesaba katmamıştır. Büyü adlı hikâye ise Türkler ve Çinliler arasındaki mücadelelerin, Çinliler üzerindeki psikolojik tesiri üzerine kurulmuştur. Türklere karşı duydukları korku yüzünden Çin Seddini yapan Çinliler, Türklerin büyücü olduklarına inanmaktadırlar. Üç Türk çerisinin Çinli nöbetçilere atlarının ayaklarını çözdürmesi de Türkler tarafından onlara yapılan bir büyü olarak algılanır. Bu durum, nöbetçiler tarafından Çin imparatoruna iletilir. Çin imparatoru düşüncelerini şu sözlerle dile getirir: “Büyü, büyü, büyü! Bıktım bunların büyüsünden. Bizi hep büyü ile yeniyorlar. Atları büyülü, kılıçları büyülü, okları büyülü… Üç günlük yolu bir günde alıyorlar. Nasıl yapılır bu? Ama onlar yapar. Pis büyücüler!” (Cebeci, 2009a: 131) Çin imparatoru, Türklerle yaptıkları mücadeleler karşısında aldıkları yenilgileri, onların ancak bir büyücü olabileceği yönündeki iddiasıyla bu şekilde açıklamaya çalışmaktadır. 216 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 4-Dekoratif Unsur Durumundaki Kahramanlar: Dilâver Cebeci’nin bazı hikâyelerinde, dekoratif unsurların, diğer kahramanlarla ilgili olarak vurgulanmak istenen düşünceyi daha etkili kılmak için, eserin birer yardımcı kahramanı konumuna getirildiği görülmektedir. Vire adlı hikâyede yer alan Türk ve Macar askerleri bu hikâyede yer alan ve asıl kahramanların arkasında bulunarak onlara yardımcı olan unsurlar arasındadır. Zincir adlı hikâyede kullanılan dekoratif unsurlar arasında bulunan çiçekler ise, yazarın vurgulamak istediği düşünceyi pekiştirmesine yardımcı olarak seçilmiştir: “Bir Asya bozkırında, yakıcı güneş altında, sıklaşan nefesleri ile birbirlerine sokulan kuzular gibi çiçekler…”(Cebeci, 2009a: 107) Yazarın Asya bozkırında tasvir ettiği bu çiçekler, Türk coğrafyasını işaret etmektedir. Her biri sıkışık vaziyette, birbirini kucaklayan bu çiçeklerin varlığından, sahneyi izleyen diğer insanlar haberdar değildir. Bu bir demet çiçek, Asya’da yaşayan Türkleri göstermekte ve kendi varlıklarından, dünyanın diğer coğrafyalarında yaşayan Türklerin de haberdar olmasını beklemektedirler. 5-İnsan Dışındaki Kahramanlar: Dilâver Cebeci, bazı hikâyelerinde, insan dışındaki başka varlıkları da eserin asıl kahramanı konumuna getirmektedir. Ancak seçtiği bu kahramanların, Türk kültüründe önemli bir değere sahip olan varlıklar olduğu dikkat çekmektedir. Cebeci’nin şiirlerinde olduğu gibi, hikâyelerinde de at, değer verilen bir varlık olan kahraman konumundadır. At, Türk kültüründe ve destanlarında önemli bir yere sahiptir. “Atı da kadın gibi, silâh gibi nâmus bilen bir millet olarak Türkler, zafer yolunda uzakları yakın eden bu canlı vâsıtaya tabii bir sevgiyle bağlanmışlardı.” (Banarlı, 1998: 34) Tutsak Atın Rüyaları adlı hikâyenin başkahramanı konumundaki at, yazar tarafından bir takım insani hususiyetlerle donatılarak anlatılmıştır. Bu at, sahibi tarafından bağlanmış ve onun istediği şekilde hareket etmeye mecbur bırakılmıştır. Onun her zaman hayal ettiği şey ise, kendince, doğanın içinde, toprağın üzerinde, özgür bir şekilde koşmak ya da savaş meydanlarında olmaktır. Bu atın gördüğü rüya, onun acımasız bir arabacının yüklerini taşımak için değil, savaş meydanlarında, tüm gücüyle, verilen mücadeleye katılmak için yaratıldığı düşüncesini açıklamaktadır: 217 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Şimdi bir savaş meydanındaydı tutsak at. Daha pek çok atlar vardı burada. Koşumları göz alıcı, süvarileri pür silâh… Pırıl pırıl atlar… Hepsinin cinslerini tanıyabiliyordu. Şu siyah at Arap, şu doru at İngiliz cinsi idi. Bunlar süratli atlardır. Kendisi onlar kadar süratli değildi, ama güçlü, dayanıklı Asya cinsi bir doru at idi.” (Cebeci, 2009a: 119-120) Tutsak atın gördüğü bu rüyaya göre o, Asya kökenli bir attır. Atın, Türk kültüründe sahip olduğu önemin derecesi göz önünde bulundurulduğunda, tutsak atın bu hikâyede tutsak halde yaşamakta olan Türkleri sembolize ettiği düşünülebilir. Hikâyedeki arabacı gibi acımasız ve zalim düşmanlar, esaretleri altında yaşattıkları Türklere eziyet etmektedirler. Ancak fiziksel eziyetten ziyade onları asıl yaralayan, hürriyetlerinin bu kişilerin elinde tutsak olmasıdır. Dilâver Cebeci bu durumu bir şiirinde şu dizelerle dile getirir: “Tutsak kızların avuçlarına yağıyorum her güz, Bir Kafkas’dayım, bir Çin’deyim. Gök bıçaklar sapladım karanlığın karnına, Sürüsü yitmiş çobanların düşündeyim.” (Cebeci, 2009b: 134) Dilâver Cebeci, bu mısralarda Kafkaslarda ve Çin’de hürriyetleri esir edilmiş olan Türklerin acılarına kendi yüreğinin de ortak olduğunu ifade etmektedir. Cebeci birçok şiirinde olduğu gibi, Tutsak Atın Rüyaları adlı hikâyesinde de benzer şekilde esaret altında tutulan soydaşlarının durumuna olan üzüntüsünü bu şekilde sembolleştirmiştir. Bu durumu dile getirirken hem Tutsak Atın Rüyaları adlı hikâyesinde hem de şiirlerinde rüya motifinden yararlandığı da görülmektedir. Çünkü Cebeci, soydaşlarının eninde sonunda bu zulüm ve esaretten kurtulacağına dair ümidini hiçbir zaman kaybetmemekte ve bunu da birgün gerçekleşecek bir rüya olarak nitelendirmektedir. Sonuç Dilâver Cebeci hikâyelerinde, şiirlerinde olduğu gibi Türk dünyasının sorunlarına, esaret altında bulunan Türklerin çektiği ıstıraplara yer vermekte, bu soydaşları için duyduğu kaygıyı belirtmektedir. Ancak yazarın hiçbir zaman umudunu yitirmediği görülmektedir. Bu hikâyelerin şahıs kadrosunu meydana getiren kahramanlar da yazarın bu düşüncesini anlatmak için seçilmiş olan karakterlerdir. Yazar gibi, geleceğe umutla bakan, zorluklar karşısında yenilmeyen ve inandığı değerler uğruna tüm varlığını feda etmeye hazır olan idealize edilmiş kahramanların yanı sıra, yazarın düşüncelerini daha iyi vurgulamasına yardımcı olarak seçilen 218 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 diğer kahramanlar da aynı derecede öneme sahiptir. Bunlardan yabancı kahramanlar mücadele edilen karşı güçleri sembolize etmektedir. Sonrasında ise halkın içinden ve insan dışındaki varlıklardan seçilen kahramanlar ve dekoratif unsur durumundaki kahramanlar da vurgulanan düşüncenin etkinliğine katkı sağlamaktadır. Kaynakça Banarlı, N.S. (1998). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I. İstanbul: Millî Eğitim Basımevi. Bulut, Y. (2009). Dilaver Cebeci Hayatı, Sanatı ve Eserleri.BasılmamışYüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Cebeci, D. (2009b). Dilâver Cebeci Bütün Şiirleri. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları. Cebeci, D. (2009a). Mavi Türkü. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları. Kabaklı, A. (2008). Türk Edebiyatı IV. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları. Korkmaz, R. -T. Özcan, “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, (Ed. Ramazan Korkmaz).(2004). Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000. Ankara: Grafiker Yayıncılık. Moran, B. (2002). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları. 219 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KARAHANLI TÜRKÇESİ ESERLERİNDE YANSIMA SÖZCÜK TÜRETEN EKLER Ergün KOCA Ayşen KOCA ÖZET Yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimini kapsayan Karahanlı Türkçesi, gerek günümüze kadar ulaşan dil yadigarları ile, gerekse kendisinden sonra ortaya çıkan Doğu Türkçesi, Batı Türkçesi, Kuzey Türkçesi ve Güney Türkçesi adlarıyla sınırlandırılan tüm yazı dillerine esas teşkil etmesiyle Türk Dili tarihinde önemli bir yer edinmektedir. Yansımalar, dış dünyadaki sesleri, görüntüleri vb. insan dilinin elverdiği şekilde taklit ve tasvir ederek anlatıma canlılık kazandıran sözcüklerdir. Yansımalar gerek kök gerekse türemiş biçimleriyle tarihi ve çağdaş Türk Dillerinin söz varlığında önemli yer tutar. Bu çalışmada, Karahanlı Türkçesinin en önemli eserlerinden olan Kutadgu Bilig ve Divânü Lûgâti’t-Türk’deki yansıma kök ve gövdelerinden yansıma sözcükler türeten ekler ele alınmıştır. Anahtar Sözcükler:Karahanlı Türkçesi (KT), Kutadgu Bilig (KB), Divânü Lûgâti’tTürk (DLT), yansımalar, yansıma türeten ekler vb. Suffixes that Form Onomatopoeic Words in Works of Karahan Turkish Language Abstract Occupying about 200 years, the Karahan Turkish language takes a significant place by its language treasure which has been living even till our days and by forming a base for all written Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye; e.koca06@gmail.com Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye; aysen_koca71@hotmail.com 220 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 languages which are limited with the names such as Eastern Turkish, Western Turkish, Northern Turkish and Southern Turkish. Onomatopoeia are words which animate the sounds of nature and views in the way that a person imitates and describes. Onomatopoeic words occupy an important place in the historical and modern Turkic languages with its both root and derivative forms. In this research, root onomatopoeic words and the derivative suffixes that form them in the works like Kutadgu Bilig and Divanu Lugati’t-Turk, important works of the Karahan Turkish language, will be analyzed. Key words: The Karahan Turkish language, Kutadgu Bilig, Divanu Lugati’t-Turk, onomatopoeic words, suffixes that form onomatopoeic words, etc. 1.Giriş Karahanlı Türkçesi; esas olarak Arap alfabesiyle yazılmıs, merkezi Kaşgar olan Karahanlı devletinde XI. yüzyılda ortaya çıktığı kabul edilen ilk islâmî Türk yazı dilidir(Güzel-Torun, 2004: 95). İslamla birlikte söz varlığı Arapça ve Farsçanın etkisine girmiş olan bu dil, yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimine hâkimdir. Köktürk ve Uygur Türkçesinin tabiî bir takipçisi niteliğindedir. Nitekim 13. yüzyıldan itibaren gelişen yeni yazı dilleri, KT’nin devamı şeklindedir. Bilindiği üzre Türk dili ve edebiyatının, Türk kültür tarihinin, halk biliminin vb. bilinen en önemli temel kaynakları olan DLT ve KB bu dönemin ürünüdür. XI.yüzyılın en önemli eserleri olan DLT ve KB Türkoloji dünyasında üzerinde en çok çalışma yapılmış; Türk dili, Türk kültürü ve Türk toplumunun folklorik özellikleri bakımından eşsiz ve tükenmez inceleme kaynaklarıdır. Bu eserler özellikle son yıllarda hemen hemen bütün Türki dillere çevrilmiş, tüm Türk dünyası bu eserleri sahiplenmiş, ortak geçmişimizin en önemli mirası olarak kabul etmiştir. (Bkz. Koca, 2009 : 120-142) Bu düşüncelerle şekillendirdiğimiz makale çerçevesinde, dönem eserlerindeki yansıma türeten ekleri ve dolayısıyla yansımaların – bugün bile gramer yaklaşımlarında tam yerine oturtulamamış bir sözcük türü olarak – XI.yüzyıl sözvarlığındaki etkinliğini ele alacağız. Gerek tarihi gerekse çağdaş Türk dilleri sondan eklemeli dillerdir. İlk yazılı kaynaklarımızdan bu güne yeni kavramları karşılamada kullandığımız en önemli yol sözcük kök ve gövdelerinden yapım ekleri yoluyla yeni sözcük türetmektir. Türkçenin en doğal, en işlek, en geniş yeni sözcük kazanma yolu olan sözcük türetmek, ad ve eylem köklerinden yapım ekleri ile yeni gövdeler 221 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yapmak demektir. Eklemeli bir dil olan Türkçenin çok zengin bir sözcük yapma mekanizması vardır. Nitekim Hamza Zülfikar (1991: 48 vd.) ‘‘Terim Sorunları ve Terim Yapma Klavuzu’’ adlı eserinde Türkçede yüz yetmiş yapım ve çekim ekini ele almış ve yapım eklerinin ne denli sözcük türetmeye elverişliolduğuna değinmiştir.Türkiye Türkçesindeki türetme eklerinin sayının yüzdoksan bir olduğunu belirleyenler de vardır (Uzun-Uzun-Aksan- Aksan, 1992) . Zülfikar,adı geçen eserinde ad ve eylem kök ve gövdelerine getirilerek yeni sözcük türeten yapım eklerinin bazılarının yalnız yansıma kök ve gövdelerinden yeni yansıma sözcükler türeten ekler (Ör. +KIr- eki) olduğunu, bazılarının ise en önemli işlevlerinden birinin yeni yansımaları karşılamak olduğunu (Ör. +lA- eki) izah eder. Yani, yansıma kök ve gövdelerinden, yeni yansımalar türeten ekler özel bir kategori olarak ele alınmıştır. Necmettin Hacıeminoğlu’ da (2008:130 vd.) Karahanlı Türkçesi’nde eylem yapan 83 yapım ekini tespit etmiş ve bu yapım eklerinin işlevlerine değinmiştir. Yine A. Bican Ercilasun, “Kutadgu Bilig Grameri – Fiil” adlı eserinde eylem türeten (ad ve eylem kök ve gövdelerinden) 37 eki tüm kullanımlarıyla incelemiş, Karahanlı Türkçesi’nde eylem türetme mekanizmasının dinamikliğini ortaya koymuştur. (Ercilasun,1984:14 vd.) İncelemeye kaynak olan XI.yüzyılın bu iki önemli eseri DLT ve KB’ye baktığımızda; DLT’de 8783 (Atalay, 2006) madde başı sözcüğün ve KB’de de 2861 (Arat, 1999) sözcüğün varlığından söz edilmektedir. Bu sözvarlığı içerisinde gerek kök gerekse türemiş halde yüzlerce yansıma sözcük görmekteyiz. (Bkz., Koca, 2009) Canlı ve cansız varlıkların çıkardıkları her türlü sesleri taklit eden; dış görünüşlerini, hareketlerini ve vücutlarının aldığı bazı fiziki durumları betimleyerek gösteren; insanların yalnız kendilerinin hissedebildiği duyuları, sezimleri ve onların etkilerini yansıtan sözcükler olarak tanımlanan yansımalar (Koca, 2010: 88 vd.), tek başına kullanılıp bir anlam taşıyabilen,cümlenin herhangi bir öğesi olabilen, çekimlenebilen ve türemeye elverişli sözcüklerdir. Yansımalı sözcükler tam anlamlı sözcükler gibi adı adlandırılan şeyin şartlı göstergesi olamaz. Gerçi onlar böyle şeylerin (sesin, gürültünün, hareketin, durumun, görünümün v.b.) dildeki tahminî, benzetilerek yaklaştırılan karşılığı, imgesi sayılır. Örneğin, dilimizde çalışan saatin sesi tık tık diye, tükürmeden çıkan ses tü diye, çocuğun ağlaması ıñaa ıñaa diye belirtilir. Fakat bunların hepsinde de taklit edilen yansımalı sözcüğün telaffuzuna uymaz. Bu bakımdan yansımalı sözcüklerin anlamı ve genelleştirici özelliği adlandırma görevini üstlenen diğer türlerdeki sözcüklere kıyasen hemen hemen soyuttur, fakat onların anlamı canlılık, renklilik, süs ve anlatıma kattığı sözcüksel ahenk gibi ek anlamlarla tamamlanır. 222 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Canlı ve cansız maddelerden oluşan varlığın hepsini birtakım hareketlerle, gürültülerle ve şekillerle karşılamaktayız. Bunların insanda yarattığı duyguların adlandırılmasında, bu hareketlerin, gürültülerin ve şekillerin sözcük olarak bir biçime getirilmesinde ana dili, kılavuz olmuş, dilin yapısına yaklaştırılan ses ve şekil yansımalarına has bir sistem için tabiattan elde edilen bu gürültüler, şekiller sözcüklere dönüştürülerek canlı ve renkli anlatımlar sağlanmıştır. Adlandırılmalarda tabiattaki hareketliliğin çıkardığı seslerle canlıların çeşitli gürültüleri, seslenişleri birinci sırayı alır. Tabii seslerin adlandırılması yoluyla elde edilen bu sözlerin en önemli fonksiyonu o sesi veya şekli adlandırabilmeleridir. (Koca, 2011: 883 vd.) Biçim bakımından yansımalar gerek hizmetçi sözcüklerden gerekse ünlemlerden farklı olarak kendilerine has yapım ekleriyle, Türkçenin ikilemelerinin oluşumundaki aktiv kullanımıyla dikkati çeker. Yine kök halindeki yansımaların bile gerek ad, gerek eylem olarak, gerek ikileme kurarak, gerekse yardımcı eylemlerle kullanılarak Türkçenin sözvarlığına katkı sağladığı da görülmektedir. Yanibu dil birlikleri, dilde tek başına veya addan ad ve addan eylem yapma ekleriyle genişletilerek kullanılabilinen, kök olarak ad kökü karakterinde sözcüklerdir. Aldıkları eklerle ad, önad ve eylem görevinde kullanılırlar. Acaba KT’nin iki önemli eseri olan DLT ve KB’de de yansıma kök ve gövdelerinden yeni yansıma sözcük türeten ekler varmıdır?Bu eklerin hangileri ile yansıma eylem hangileri ile yansıma adlar yapılmaktadır? Türetilen yansıma sözcükler hangileridir?Bu makalede bu sorulara cevap aranacaktır. 2. Yansıma Kök ve Gövdelerinden Yansıma Eylem Türeten Ekler Eserlere bakıldığında yansıma kök ve gövdelerinden yansıma eylem türeten eklerin belli başlıları şunlardır:+KIr-, +lA-, +Da-, +rA-, +Ir-, +A-, +Ar-, +(I)l-, +şA- vb. Bu ekler, yansıma köklerine getirilmek suretiyle eserlerde onlarca yansıma eylem türetmişlerdir. Eklerin bazılarının öncelikli işlevlerinin, bazılarının ise işlevlerinden sadece birisinin yansıma sözcük türetmek olduğunu görmekteyiz. Biz her iki durumda da yansıma türeten ekleri bir örnekte bile görülse incelemimize dahil ettik: 2.1. +kır-,+kir-,+kur-,+kür- / +gır-,+gir-,+gur-,+gür- eki: Bu ek Türkçede eskiden beri kullanılan, ses yansımalı köklerden geçişli ve geçişsiz eylemler türeten bir ektir. “olma” veya “yapma” ifade eden ses yansımalı eylemler yapar. Bu ekin ses yansımalı köklerden eylem türetme fonksiyonu, yalnız Türkçede değil Türkçe’nin 223 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bütün devirlerindeki yazılı kaynaklarında ve özellikle XI. yüzyılın önemli eserleri DLT ve KB’de de görülür. Yansıma eylem yapmada kullanılan bu ekin, aynı görevdeki diğer bir ek olan -kI’dan türediği düşüncesi vardır. (Erdal, 1991:467 – 468) KB'de yansıma adlardan eylem yapan bu ek için, bür-kir- "serpilmek" (4892) ve büvkir- "serpmek" (98), sız- gur “sızdırmak” (6158) örnekleri verilebilir. DLT’de de bu ek, yansıma ad köklerinden yansıma eylemler yapar: pür-kür- “püskürmek, fışkırmak” (II,171), bur-kur- “buruşmak, büzülmek” (II,171), tam-gur- ̸/ tam-gır“suyun damlama sesi” (II,179), ke-gir- “geğirmek” (II, 84) vb. • “ ‘Abir bür-kir-er teg tünerdi ḳalıḳ / Sıta ḳoptı yirdin yadıldı butıḳ (Abir serpilmiş gibi, gök alacalandı; ufuktan etrafa dallanarak mızraklar yükseldi)” (KB, 4892) • kök pür-kür-di “gök bulutlarla örtüldü, büründü”. (II,170) • yugçı tonka suw pür-kür-di “yuyucu, tavlamak için elbiseye su püskürdü. kan pürkürdi “kan fışkırdı, kan yaradan fışkırdı”. (II,171) • er ke-gir-di “adam geğirdi”. (II,84) • ışlar yüzi bur-kur-dı “ kadının yüzü buruştu, derisi büzüldü”. (II,171) • suw tam-gur-dı “su damlıyayazdı (buzdan su damlıyayazdı)”. (II,179) 2.2.+la-,+le- Eki: Bu ek addan eylem yapma eklerinin en işlek olanıdır. Bu ek, Türkiye Türkçesi’nde ad kök ve gövdeleriyle, ad soylu sözlerden çok yönlü türetmeler yapar. Örnekleri sayılamıyacak kadar çok olup addan eylem yapmak gerekince bugün en canlı ek olarak daima bu eke baş vurulur.(Ergin, 2000:180) Türkçede başlangıçtan beri kullanılagelmiş olan bu ek, KT’de de addan eylem yapma sahasına hakim olan başlıca ek durumundadır. “Her türlü isimden etken, hem oluş bildiren; hem de taklidî mahiyette fiiller teşkil eden çok işlek bir ektir.” (Hacıeminoğlu,2008:156). Örneğin, DLT’de bu ekin +lA-, +lA-l- (edilgen), +lA-ş- (işteş), +lA-n- (dönüşlü), +lA-t(ettirgen) şekilleriyle 783 farklı kullanımı mevcuttur. Hem DLT’de hem de KB’de onlarca çeşitli kullanışta eylemler yaptığını gördüğümüz bu ek aynı zamanda yansıma eylemler türeten önemli eklerden biridir. Eserlerde gerek yalın gerekse çatı ekleriyle birlikte onlarca örneği vardır: ah-la- “ah etmek, ah çekmek” (DLTIII,118), aŋgı-la- “anırmak” (DLT-I, 311), be-le- “melemek”(DLT-III, 206), belinğ-le- “korku ile uykudan sıçramak” (DLT-III,409), belinğ-le- “korkup sıçramak” (KB, 3286), boz-la“devenin böğürmesi” (DLT-I,120), çagı-la-/ jagı-la- / şagı-la- “çağlamak” (DLT-III, 324), çanğı-la- “köpeğin çenilemesi” (DLT-III,404), çatı-la- “şaklamak” (DLT-III,323), çar-la224 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “cırlamak, ağlamak” (DLT-III, 295), çar-la- “fil (bağırmak) bağırtısı” (DLT-III, 295),çıfı-la“çıgıl çıgıl ses vermek” (DLT-III, 325), çogı-la-“fil (bağırmak) bağırtısı” (DLT-III,324), çogla- “gürlemek” (KB,5314), ıg-la-“ağlamak” (DLT-I, 286, 287), kakı-la-“kazların kakakak diye bağırması” (KB-72), kıçı-la- “gıdıklamak” (DLT-III,323),sız-la- “sızlamak” (DLT-III, 287), sınğı-la-/ singi-le-“soğuktan zırıncımak, donacak halde soğumak, çınlamak” (DLT-III,405), tanğ-la- “şaşmak” (KB-648), tıkı-la- “tık diye ses vermek” (DLT-III, 326), tınğı-la-/ tingi-le“ Ağır bir şey yere düşerek ses vermek” (DLT-III,404),tiki-le- “ses, hışırtıçıkarmak” (DLTIII,326), ting-le- / tıng-la- “dinlemek” (DLT-I,96), tıng-la- “dinlemek” (KB,559), ur(ı)- la“bağırmak, sesini yükseltmek, ulumak” (DLT-I, 189), yıġ-la- “ağlamak” (DLT-III,309), yıg-la“ağlamak” (KB,167), yanğku-la- “yankılanmak” (DLT-III,340) , yur-la- “haykırmak” (DLTI,189)vb. • er ah-la-dı“ adamcağız, göğsünü geçirdi, ah dedi, ah diye ses çıkardı”. (III,118) • yek anğı-la-dı “eşek anırdı”. (I,311) • er belinğ-le-di“adam belinledi, adam bir korku ile uykusundan sıçradı. Herhangi bir hayvan bir şeyden korkup sıçrayarak ürkerse yine böyle denir”. (III,409) • titir boz-la-dı“dişi deve bozladı, bağırdı. Devenin çıkardığı sesi karşılar”. (III,291) • suw çagı-la-dı (jagı-la-dı, şagı-la-dı)“su çağladı”. (III,324) • ıt çanğı-la-dı“köpek dövülerek çeniledi. Bu köpeklerin normal olarak çıkardıkları ürmekten farklı bir sestir”. (III,404) • oglan çar-la-dı“oğlan çarladı, çocuk cırladı, ağladı”. (III,295) • berge çatı-la-dı“ kamçı şakladı. Herhangi bir şey kamçı şakırtısı gibi verirse yine böyle denir. (III, 323) • küp çıfı-la-dı“ küp çıgıl çıgıl ses verdi. Şıra kaynarken ses verirse yine böyle denir”. (III,325) • er çogı-la-dı“adam bağırdı, çağırdı”.(III,324) • Kaz ördek kugu kıl kalıkıg tudı / kakı-la-yu kaynar yokaru kodı “ Kaz, ördek, kuğu ve kıl kuyruk fezayı doldurdu; bağrışarak, bir yukarı bir aşağı kaynaşıyorlar.” (KB, 72) • ol meni kıçı-la-dı“o, beni gıdıkladı. Bu insanı güldürmek için koltuğunu ve ayağını altını kaşımakla olur.” (III,323) • oglan ıg-la-dı “çocuk ağladı / yıg-la-dı dahi denir”. (I, 287) • nenğ tınğı-la-dı“ havan gibi bir şey yere düşerek ses verdi”.(III,404) • tağ yanğku-la-dı“dağ ses verdi. Bu nasıl bağırırsan dağın öyle ses vermesidir”. (III, 410) 225 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 • oglan yıg-la-dı“çocuk ağladı”. (III,309). • anıng tışı buzdun sız-la-dı“Onun dişi buzdan sızladı.” . erninğ süngügi sız-la-dı “ adamın kemiği (ağrıdan) sızladı”. (III, 297) • ıt sınğı-la-dı “soğukta köpek zırıncıdı”. kulakım sınğı-la-dı“kulağım çınladı”. (III,405) Bu eklerin yukarıda örneklediğimiz kullanımları dışında yansıma eylem gövdelerinden özellikle çatı ekleriyle yeni yansıma eylemler meydana getirdiğini de görmekteyiz. Çatı eklerinin öncelikli işlevi her nekadar yansıma eylem türetmek olmasa da devir eserlerinde özellikle +lA- ve +rA- ekiyle sıkça kullanılmaktadır. 2.2.1. +lA- +-ş- (işteş çatı) çar-la-(ş)- “cırlamak, ağlamak, bağırmak, ağlaşmak” (II, 210), ıg-la-(ş)- “ağlamak” (I, 240), or(ı)-la-ş- “bağrışmak, çağrışmak” (I, 239), tıng-la-(ş)- “dinlemek, dinlemekte yarış etmek” (III, 398), yıg-la-(ş)- “ağlamak; ağlaşmak; aşlatmak” (III, 322 ), tanğ-la-ş- “şaşmak”, vb. oglan çar-la-ş-dı “çocuklar ağlaştı”. yengen çar-la-ş-dı “filler kükredi, bağırıştı”.(II, oglan ıg-la-ş-tı “çocuklar ağlaştı”. (I, 240) budun kamuğ or-la-ş-dı “ bütün halk bağrıştı, çağrıştı, gürültü yaptı”. (I, 239) 210) 2.2.2. +lA- +-n- (dönüşlü çatı) çag-la-n- “börtmek, yarı pişmek” (II, 245), çak-la-n- “çalkanmak” (I, 513), çog-la-n“alev almak, parlamak” (II, 245), tümi-le-(n)- “timbildemek, sekerek koşmak” (III, 327) vb. eşyek tümi-le-n-di“ Bu eşeğin timbildemesini yani sekerek koşmasını betimler”. (III, ot çog-la-n-dı “ateş yalınlandı. Güneşin yalınları (ışıkları, ışınları) yere düştüğü vakit 327) de yine böyle denir”. (II, 245) 2.2.3. +lA- +-t- (ettirgen çatı) boz-la-t- “böğürtmek” (II, 341), sız-la-t- “sızlatmak”(II, 346), tanğ-la-t- “şaşırtmak” (II, 358), yıg-la-t- “ağlatmak” (II, 355) vb. ol botunı boz-la-t-tı “o potuğu, deve yavrusunu böğürttü”. (II, 341) ol anı yıg-la-t-tı “o, onu ağlattı”. (II, 355) buz tışığ sız-la-t-tı “buz dişi sızlattı”. (II, 346) 2.3. +da-,+de-;+ta-,+te-Eki: 226 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Türkçede eskiden beri görülen, diğer adlardan eylem yapmakta çok az kullanılan bu ek, tek heceli birkaç ad dışında, ses yansımalı eylemler türetmekte işlek bulunmaktadır. KT’debu eklerin adlardan etken ve geçişli; pek fazla örneği olmamakla beraber, ses yansımalı sözcüklerden ise oluş bildiren geçişsiz eylem yaptığı görülür: çıl-da- “çıldır çıldır etmek” (DLT-III,281),ün-de- “seslenmek, çağırmak” (KB-579), ün-de- “seslenmek, çağırmak” (DLT-I, 273) vb. • ol meni ün-de-di“o beni ünledi, çağırdı”. (I, 273) • ol kişte çıl-da-dı“ ok sadakta çıldır çıldır etti”.(III,281) 2.4.+ır-,+ir-,+ur-,+ür- Eki: Çeşitli sesleri taklit eden eylemler yapan bu ek, genellikle tek başına hiç bir anlam taşımayan “sözde ad” tabanlarına gelmektedir. Bu eklerle oluşturulan yansıma eylemleri kök ve ek olarak ayırmak doğru değildir. (Hacıeminoğlu,2008:154) Bu ek, Türkçedeki kök halindeki yansımalara getirilerek onları genişletmekte ve türemeye elverişli hale getirmektedir.H.Zülfikar yansımaları yapılarına göre birincil biçimler (yani kök halindeki yansımalar), ikincil biçimler (yani birincil biçimlere getirilen +ır-,+ir-, +ur, +ür- / +ıl-, +il-, +ul-, +ül- / +ış-, +iş-, +uş-, +üş- ekleriyle genişletilmiş yansımalar) ve türevler (yani gerek birincil biçimlerden gerekse ikincil biçimlerden belli başlı yapım ekleriyle türetilen yeni yansıma ad ve eylemler) olmak üzere üç grupta ele alır.(Zülfikar, 1995) Bu ekler bu sebebledir ki, kökle bütünleşmiş olarak kabul edilir ve bu eklerin yansıma sözcüklere gelerek onları kullanıma soktuğu kabul edilir. DLT’de şu kullanımları görmekteyiz:bak-ır- “bağırmak” (III,186), çak-ır- “çağırmak”(II, 209), bırk-ır- “homurdanmak, genizden ses çıkarmak” (II,171), talp-ır“talpınmak, çırpınmak” (II,173), kık-ır- “bağırmak, çağırmak” (I,83), öp-ür-(ü)ş- / op-ur- (u)ş“höpürmek” (I, 232), sık-ır- “kuş için ıslık çalar gibi ses çıkarmak” (II,83), kak-ır- “boğazı gürültülü bir şekilde temizlemek”,(KB, 4113) vb. • tewey bak-ır-dı“deve bağırdı”. (DLT-III,186) • at bırk-ır-dı“at homurdandı, genizden ses çıkardı”. (DLT-II, 171) • kuştalp-ır-dı “kuş kanadıyla dalbındı, çırpındı, çarpındı. Dalbınan, çarpınan her şey için de böyle denir”. (II, 173) Bu eklerle yapılan yansıma ikilemelerin et- yardımcı eylemiyle beraber kullanılarak yansıma eylem meydana getirdiğini de görmekteyiz: tak-ır tak-ır et- “takır takır ederek ses çıkarmak” (I, 361), tik-ir tik-ir et- “ takır takır / tıkır tıkır ederek ses çıkarmak” (I, 361), çald(t)- 227 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ır çald(t)-ır et- “çaldır çaldır edip ses çıkarmak”(I, 457), buld(t)-urbuld(t)-ur et- “güldür güldür edip ses çıkarmak” (I, 457) vb. at adhakıtak-ır tak-ır etti “atın ayağı takır takır ses çıkardı”. (I, 361) taş kudhuğka tüşti, buld(t)-ur buld(t)-ur et-ti “kuyuya taş düştü güldür güldür etti”.(I, 456) Bu ekin de işteş çatı eki ile kullanıldığı birkaç yansıma eylem mevcuttur: kık(ı)r-(ı)ş“bağrışmak, çağrışmak” (II, 220), sık(ı)r-(ı)ş- “ıslık çalar gibi ses çıkarmak” (II, 213), op-uruş- / öp-ür-(ü)ş- “höpürdetişmek” (I, 232) vb. eren kamuğ kık(ı)r-(ı)ş-dı “bütün adamlar bağrıştı, çağrıştı”. (II, 220) 2.5.+ra-,+re- / +rı-Eki: Genellikle sesleri taklit yahud çeşitli hareketleri tavsif eden eylemler yapan işlek bir ektir.Bu çeşit eylemlerde kök ile eki ayırmak mümkün değildir.Çünki asıl anlam ektedir; o kaldırıldığı zaman ad durumundaki taban tek başına hiç bir şey ifade etmemektedir. (Hacıeminoğlu, 2008:158) DLT’de bu ekin yansıma eylem yapan önemli eklerden birisi olarak birçok örneğini görmekteyiz:buk-rı- “ hayvan sıçraması” (III,279), çık-ra- / çik-re- “gıcırdamak” (III,280), çılra “çıldır çıldır etmek” (III,281), çıñ-ra- “çınlamak” (III,402), çok-ra- “su kaynamak” (III,280), ıñ-ra- “devenin inlemesi” (I,120), kök-re- “kükremek, gürlemek” (I,125 / KB,86), mañ-ra “bağırmak” (III,402), müñ-re- “böğürmek” (III,403), tik-re- “ses vermek” (III,280), kül-re“gürlemek” (III, 283), yald-rı- “az ışımak, az parlamak” (III, 437), yol-rı-t- “alevlendirmek” (II, 353) vb. at suçıdı buk-rı-dı “at sıçradı,çamışlık etti”. (III,279) tış çık-ra-dı “ diş gıcırdadı”. kapuğ çık-ra-dı “ kapı gıcırdadı” (III,280) mınğar çok-ra-dı “pınarınsuyu kaynadı”. asıççok-ra-dı “tencere kaynadı” (III, ınğan ıñ-ra-sa botu bozlar “dişi deveinleyince potuk ses verir” (I,120) öpke kelip ogradı / arslanlayu kök-re-dim “öfkem geldi yürüdüm, arslan gibi 280) kükredim” (I, 125) DLT’de bir kaç örnekte -d(I)rA- şeklinde kullanımları görmekteyiz. Tenişev “-d(I)rAgibi bir çok ekin temelinde, çağdaş lehçelerde fazla gelişim göstermemiş olan –A yapım ekinin aranması gerektiğini ifade etmiş ve bu tür örneklerin Kırgız, Tatar, Başkurt gibi birçok Türki dilde bulunduğunu açıklamıştır.(Tenişev 1988:432)Ancak biz DLT’deçald-ra- “ taş, zincir ses vermek” (III, 447), küld-re “küldür küldür etmek” (III, 448), kald-ra- “hışırdamak” (III, 447), 228 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yald-ra- “parlamak” (III, 437), yold-ra- / yold-rı-“ parlamak” (III, 437) gibi örneklerde -rA ekinin varlığını ve işlevini net olarak görmekteyiz. taş kudhuğ içre küld-re-di “ taş kuyunun içinde küldür küldür etti”. (III,448) ton kald-ra-dı “ elbise hışırdadı”. ( III,447) künyald-ra-dı “ güneş az ışıdı, az parladı”. (III,437) Bu eklerin de yukarıda örneklediğimiz kullanımları dışında yansıma eylem gövdelerinden özellikle çatı ekleriyle yeni yansıma eylemler meydana getirdiğini görmekteyiz: 2.5.1. +rA- + -ş- (işteş çatı) kök-re-ş- “kükreşmek” (II, 222), ok-ra-ş- “kişnemek” (I, 235), tik-re-ş- “atların ayağı ses vermesi” (II, 209), say-ra-ş- “ötüşmek” (III, 194), çık-ra-ş- “(diş) gıcırdamak, çıkırdamak” (II, 280), çok-ra-ş- “(çorak yerler) dalgalanmak” (II, 208) vb. bulıtlar kamuğ kök-re-ş-di“ bulutlar bütün gürledi, kükredi”. (II, 222) tış çık-ra-ş-tı “diş gıcırdadı, çıkırdadı”. (II, 280) yund kamuğok-ra-ş-dı “bütün atlar (yemi görünce) kişnediler”. (I, 235) 2.5.2. +rA- + -t- (ettirgen çatı) çınğ-ra-t- “çınlatmak” (II, 402),manğ-ra-t- “ bağırtmak” (III, 402), münğ-re-t“böğürtmek” (II, 358), yol-ra-t- / yal-ra-t- / yal-rı-t- / yol-rı-t- “alevlendirmek, parlatmak” (II, 353) vb. ol konğragu çınğ-ra-t-tı“o çıngırağı, konrağı, tongurağı çınlattı. o, tongurukları çınlattı, yularla ses verdirdi”. (II, 402) ol anı manğ-ra-t-tı “o, onu bağırttı”. (III, 402) ol erni urup münğ-re-t-ti “o, adamı döğüp böğürttü. o, adamı döğerek öküz böğürtür gibi böğürttü”. (II, 358) 2.5.3. +rA- + -n- (dönüşlü çatı): kül-re-n- “gürlemek” (II, 252) kök kül-re-n-di“gök gürledi”. (II, 252) 2.6.+A- Eki: Genellikle ünsüzle biten ad kök ve gövdelerine gelerek geçişli geçişsiz eylemler türeten KT’deki işlek eklerden biridir. Bu ekin bazı yansıma ad köklerine getirilip ve vurgusuz orta hece dar ünlüsünün düşmesiyle yansıma eylemler şekillendirdiği görülür:kas(ı)n-a“zırıncımak, titremek”, (III, 302), sıg(ı)t-a- “ağlamak” (III, 275), tır(ı)m-a-ş- / tarm-a-ş“kaşınmak” (II, 207), yaş(ı)n-a- “şimşek çakmak, parlamak” (KB,86 / DLT-III, 310)vb. er tumluğka kas(ı)n-a-dı “adam soğukta zırıncıdı, soğuktanadamın alt çenesi üst çenesine vurdu. Köpek soğuktan zırıncırsa yine böyle denir”. (III, 302) 229 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 oglan sıg(ı)t-a-dı “çocuk ağladı” (III, 276) 2.7.+ar-,+er- Eki: Bu ekin KT’ eserlerinde genellikle renk adlarından oluş bildiren geçişsiz- dönüşlü eylemler yaptığını görmekteyiz. Yansıma eylem olarak bir kaç örneği vardır: ürp-er“ürpermek” (I, 217) er ürp-er-di “adam öfkesinden ya da savaş için ürperdi, adamın tüyleri ürperdi. (I, 217) 2.8. +(I)l- Eki: Yansıma eylem yapan -Il- eki, şış-ı-l- “ şişmek” (II, 124), ürk-ül-“ ürkülmek” (I,250), ür-ül-“şişmek, kabatmak”, yuş-ul- “fışkırmak” (III, 79) vb. örneklerde görülmektedir. pışığ tarığ şış-ı-l-dı “pişmiş tane şişti”. Su ile kaynatılmış buğday, kaba sığmayacak kadar şişti. Herhangi bir şey bulunduğu yere sığmayacak kadar şişerse de böyle denir. ( II,124) kan yuş-ul-dı“kan fışkırdı”. (III, 79) 2.9. +şa- Eki: Addan eylem yapan +şA- eki birkaç örnekte yansıma eylem yapmıştır.Aynı zamanda bu ekin de işteş ve ettirgençatı ekleriyle kullanıldığı birkaç yansıma eylem mevcuttur:çax-şa“taş, çakıl ses vermek” (III, 286), çuw-şa- “kaynamak, köpüklenmek” (III, 286), suf-şa“fısıldamak, üflemek” (III,286), şuw-şa-ş- “fısıldaşmak” (II, 350), şuw-şa-t- “fısıldatmak” (II, 337) vb. taş çax-şa-dı “taş çağıl çuğul etti, çakıl ses verdi.Ziynet eşyası ve buna benzer şeyler ses veririse yine böyle denir”. (III,286) ol kulakka suf-şa-dı “o, gizli bir sözü kulağa fısıldadı”; sökelge suf-şa-dı “ hastaya okudu, üfledi”. (III, 286) ol meninğ kulakka söz şuw-şa-t-tı “o, benim kulağıma söz fısıldattı”. (II, 337) ol anınğ birle şuw-şa-ş-dı “o, onunla gizli söz fısıldaştı”. (II, 350) 2.10. +rke-,+rka- Eki: Bu ekin birkaç sözcükte kullanıldığını bunlardan birinin de tañ-ı-rka- “hayret etmek”, şaşılacak şey” (KB, 785)manasındaki yansıma eylem olduğunu görmekteyiz. İlig aydı keldür maña ay sözüñ / Negüni tan-ı-rka-dı emdi özüñ“Hükümdar dedi: -Bana söyle bakayım, şimdi neye hayret ettin, şaşırdın”(KB, 785) 2.11.+k- Eki: 230 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KT’de pekiştirme eki olarak geniş bir kullanıma sahip olan bu ekisiz-i-k “sezmek, şüphe tavırı sergilemek” (KB, 1090) ve sez-i-k “sezmek” (II, 117) olmak üzere iki yansıma kelimede görmekteyiz. Bu işig sez-i-k-ti “bu işi ondan sezdim” (II, 117) 2.12. +sIr- Eki: Bu ekin kullanıldığı bir örnek vardır o da yansıma kökenlidir: kül-sir- “gülümsemek, gülümser görünmek” ( II, 196) er kül-sir-di “adam gülümser göründü” (II, 186) Bu ekler dışında özellikle çatı eklerinin (-ş-, -l-, -n-, -t-, -tUr- vb.) direk yansıma köklerine getirilerek yeni yansıma kullanımların meydana getirilmesi söz konusudur: as(u)ru-ş- “aksırmak, aksırışta yarış etmek” (I, 234), os(u)r-u-ş- “osurmakta yarış etmek” (I, 234), öp-i-ş- “öpüşmek”(I, 180), kama-ş- “kamaşmak” (II, 111), tam-ı-ş- “damlamak” (II, 110), kırı-l-“kırkılmak” (II, 236), ıy-ı-n- “ıkınmak” (I, 269), bez-i-t- “titretmek” (II, 305), ürk-ü-t“ürkütmek” (I, 264), sit-tür- “siydirmek, işetmek” (II, 183), öp-tür- “öptürmek” (I, 217), küldür- “güldürmek” (KB, 3595) vb. ikki er as(u)r-u-ş-dı “iki adam hangimiz daha çok aksıracağız diye aksırmakta yarış etti”. (I, 234) olar ikki os(u)r-u-ş-tu “onlar ikisi osurmakta yarış ettiler”. (I, 234) ol oglın sit-tür-di “o, oğlunu işetti, siydirdi”. (II, 183) tumluğ anı bez-i-t-ti “soğuk onu titretti”. (II, 305) yünğ kırk-ı-l-dı “yün kırkıldı , koyunun yünü kırkıldı”. (II,236) er ıy-ı-n-dı “adam ıkındı”. (I, 269) 3. Yansıma Kök ve Gövdelerinden Yansıma Ad ve Önad Türeten Ekler: Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi yansımalar kök olarak ad kökü karakterinde sözcüklerdir ve aldıklarıeklerle ad, önad ve eylem görevinde yeni yansıma sözcükler meydana getirirler.Eserlere bakıldığında yansıma kök ve gövdelerinden yansıma ad ve önad türeten eklerin eylem türeten eklere göre hem işlev hem de sayı olarak çok daha kısır olduğunu görmekteyiz. Bu eklerin bazıları yansıma eylem bazıları ise yansıma adkök ve gövdelerinden yeni yansıma sözcükler oluştururlar. Öne çıkarılabilecek belli başlı ekler şunlardır: +gAn, +(I)g, +Ik, +(n-)ç,+gU vb. 231 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bu eklerle ilgili ifade etmemiz gereken bir hususta bunların öncelikli işlevlerinin yansıma sözcük türetme olmamasıdır. KT’de bu eklerle yapılan yansıma sözcük sayısı fazla olmasa da aşağıda örnekleyeceğimiz kullanımları görmekteyiz. 3.1. +gAn Eki: Bu gün Türkçede +an / +en şekilleriyle çokça kullanılan bir sıfat-fiil ekidir. DLT ve KB’de pekiştirme sıfat yapan bir ek olarak birçok örneği vardır. Bu ekle yapılan asur-gan “ çok aksıran” (I, 156), os(u)r-gan “ osuran” (I, 156), ürül-gen “ tulum gibi kabaran” (I, 158), yaru-t-gan “her zaman aydınlatan, parlatan” (III, 52) gibi birkaç yansıma önadı da görmekteyiz. bu er ol osur-gan “bu adam çok osurgan”. (I, 156) bu er telim asurgan “ bu adam çok aksırgan”. (I, 156) 3.2. +(I)g / +(I)ġ Eki: bırk-(ı)ġ “homurtu, genizden çıkan ses” (I, 461), burk-u-ġ “büzüşme” (I, 461),tın-(ı)ġ “nefes, soluk alma sesi” (II, 40), sız-(ı)ġ “sızı, ağrı” (KB, 2579), sızla-ġ “ dişlerin soğuktan uyuşması” (I, 464) , tez-i-g “ürkek, ürkmüş” (KB, 712) vb. sökel tını-g-ı artak “hastanın soluk sesi kötü”. (II,40) 3.3. +(I)k Eki: Çok işlek bir ek olup eylemden ad ve önad yapar. Dönem eserlerinde bolca örneği vardır. Öncelikli işlevi her nekadar yansıma sözcük türetmek olmasa da aşağıdaki yansımalarda bu eki görmekteyiz: bez-i-k “titreme” (I, 385), çınğ-ra-k “ gür ve pürüzsüz ses” (III, 383), os(u)r-(u)k “osuruk” (I, 99),ürpe-k “tüyleri ürpermiş kişi” (DLT-I, 103), yaru-k “ışık, aydınlık, parlaklık” (I, 96), yald- ru-k “çilalı, parlak” (III, 432), yold-ru-k “çilalı, parlak” (III, 433), yuld-ru-k “çilalı, parlak” (III, 432), vb. yald- ru-k nenğ “çilalı leğen gibi parlak nesne” (III, 432) 3.4. +gu,+gü Eki: Türkçenin her döneminde işlek olan bu ekle asurt-gu “aksırtan” (III, 442), kül-gü “gülüş, gülme” (I, 430), ulı-gu “uluyacak zaman” (I, 136) gibi birkaç yansıma sözcüğün şekillendiğini görüyoruz. asurt-gu ot “aksırtan ot”. (III, 442) 3.5. +(n-)ç Eki: Bu ek, -n- ile genişlemiş eylem gövdelerinden genellikle eylem adları yapar. Ancak kül- ü-n-ç “gülünç” (III, 374 ( KB, 2442) , ürk-ü-n-ç “ürküntü” (I, 250) örneklerinde yansıma ad türettiği görülür. 232 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ürk-ü-n-ç bolup ürküldi “ürküntü, kargaşalık olup ürküldü.” (I, 250) Bunların dışında çokra-ma “fışkıran kaynak” (I, 492) sözcüğünde -ma,öp-ü-ş “öpüş” (I,60) sözçüğünde -ş, yal-ı-n “parlak, alev” (III, 23) sözcüğünde -n, eylemden ad yapan eklerle; yaşın-lıġ “şimşekli” (III, 50) ve yaruk-luk “aydınlık, nur, ışık” (III, 51) sözcüklerinde ise addanad yapım ekleriyle yansıma sözcük türetilmiştir. çokra-ma yul “suyu çok olan, fışkıran kaynak” (I, 492) yaşın-lıġ bulıt “şimşekli bulut” (III, 50) ot yal-ı-n-ı “ ateş alevi, parlaklığı” (III, 23) 4.Sonuç Çalışmamızda DLT ve KB’deki yansıma kök ve gövdelerinden yansıma sözcük türeten ekler, örnekleriyle incelenmiştir. İncelememizde direk işlevi yansıma türetmek olan eklerle birlikte, öncelikli işlevi ya da işlevlerinden biri de bu olan yaklaşık 20’ye yakın eki ele almış olduk. Bu eklerden bazılarının bugünde yansıma türeten ekler olarak ve aynı işlevleriyle Türkçede de işlek olarak kullanıldığını görüyoruz. Örneğin +KIr-, +lA- ekleri gibi. Ek Karahanlı Türkçesi Türkiye Türkçesi +KIr pür-kür- “püsk-ür-” püs-kür- ke-gir- “geğir-” ge-ğir- be-le- “mele-” me-le- çagı-la- / şagı-la- / jagı-la- “çağla-” çağ-la- +lA ıg-la- / yıg-la- “ağla-” kıçı-la- “gıdıkla-” ağ-la- sız-la-“sızla-” gıdık-la- ting-le- / tıng-la- “dinle-” sız-ladin-le- Yansıma sözcüklerin daha doğrusu yansıma eylemlerin eklerini çatı almaya çok elverişli olduğunu da örneklerde sıkça görmekteyiz. Özellikle +lA-, +rA- gibi yansıma köklere gelerek yansıma eylem türeten eklerden sonra çatı ekleri almakta ve sözcüğü genişleterek kullanıma sokmaktadır. Bu durum da bu sözcüklerin dönem itibariyle çok işlek ve işlevsel olduğunun bir göstergesidir. 233 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eserlerdeki yansıma sözcüklerde ve bu sözcükleri türetime sokan eklerde büyük ünlü uyumunun net varlığından söz edebiliriz. Eklerin çok şekilliği de bu görüşümüzü destekler. Hatta küçük ünlü uyumu da büyük ünlü kadar sistemli olmasa da sözcüklerde vardır. Örneğin +KIr eki çok şekilli kullanımı ile dikkati çeker:bür-kir- “serpilmek”,pür-kür- “püskürmek, fışkırmak” bur-kur- “buruşmak, büzülmek”, tam-gur- ̸/ tam-gır- “suyun damlama sesi”, kegir- “geğirmek” sız- gur “sızdırmak” vb. Aynı şekilde +lA-, +rA- ekini de dahil edebiliriz. Yansıma sözcük türetiminde en çok +lA- eki kullanılmıştır. Türkçenin her döneminde en önemli addan eylem yapan bu ekin -çatı ekleriyle genişletilenler dahil olmak üzere- 48 yansıma sözcükte varlığı tespit edilmiştir. Yine +rA- ekiyle -çatı ekleriyle genişletilenler dahil olmak üzere- 28; +Ir- ekiyle ekiyle -çatı ekleriyle genişletilenler dahil olmak üzere- 16;+Kırekiyle 7; +dA- ekiyle 3; +A- ekiyle 5; +şA- ekiyle 5 vb. olmak üzere yüzlerce yansıma sözcüğün türetildiğini görüyoruz. Yansımalar bugün bile hala gramerde yerini tam olarak bulamayan bir sözcük türü olarak KT eserlerindeki hiç azımsanmayacak sayısı, dönemin sözvarlığındaki yeri ve türemeye elverişli yapısıyla ve de geçmişten bugüne taşınan örneklerinin varlığıyla tam bir tarihsel kategori olarak kabul edilebilir. Bu özellikleri de yansıma sözcükleri ve bu sözcüklerin tüm yönlerini irdelemenin gerekliliğini ortaya koyar. Kaynakça GÜZEL A., TORUN A., (2004), “Türk Halk Edebiyatı El Kitabı”, Ankara. KOCA E., (2009), “Орто кылымдагы түрк тилиндеги чыгармалар жана сөз байлыгы”, Alatoo Akademic Studies, International Atatürk Alatoo University, Bişkek, Vol:4, №2, s.120-142. ZÜLFİKAR H., (1991), “Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları”, AKDTYK Türk Dil Kurumu Yay.:569, Ankara. UZUN N. E., UZUN L. S., AKSAN Y.K., AKSAN M., (1992) “Türkiye Türkçesinin Türetim Ekleri Bir Döküm Denemesi”, Ankara. HACIEMİNOĞLU N., (2008), “Karahanlı Türkçesi Grameri”, TDK Yay., Ankara. 234 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ERCİLASUN A.B., (1984), “Kutadgu Bilig Grameri- Fiil”, Ankara. ATALAY B., (2006),“Divânü Lûgâti’t-Türk, Cilt- I, II, III, Dizin”,TDK Yay., Ankara. ARAT R. R., (1999), “Kutadgu Bilig I, Metin”, TDK Yay., Ankara. ARAT R. R., (1995),“Kutadgu Bilig II, Tercüme”, TTK Yay., Ankara. ARAT R. R., (1979), “Kutadgu Bilig III, İndeks”, Yay. ERASLAN K., SERTKAYA O. F., YÜCE N., TKAE, İstanbul. KOCA E., (2009), “XI-Кылым Жазма Эстеликтеринин Тили жана Бул Эстеликтердеги Тууранды Сөздөр”, Бишкек. KOCA E., (2010),“Түрк Жана Кыргыз Тилиндеги Тууранды Сөздөрдүн Салыштырма Типологиясы”, Бишкек. KOCA E., (2011),“Uygulamalı Türkiye Türkçesi Şekil Bilgisi”, Atatürk Alatoo Üniversitesi Yay., Bişkek. ERDAL M., (1991),“Old Turkic Word Formation, Otto Harrassowitz”, Wiesbaden. ERGİN M., (2000), “Türk Dil Bilgisi”, Bayrak Yayınları, İstanbul. ZÜLFİKAR H., (1995), “Türkçedeki Ses Yansımalı Kelimeler”, Ankara. TENİŞEV E.R., (1988), “Sravnitel’no –İstoriçeskaya Grammatika Tyurkskix Yazıkov Morfologiy”, Moskova. 235 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 DİVAN ŞAİRİ KAZAK-ZÂDE İBRAHİM TÂ’İB’İN KOŞMALARI Erol GÜNDÜZ ÖZET Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib, 1794’te Malatya’da doğmuş, iki Türkçe divanı olan Klasik Türk Edebiyatının son şairlerinden biridir. İbrahim Tâ’ib, divan şiiri geleneğini benimsemiş, her iki divanında da ağırlıklı olarak bu tarzda eserler vermiş; aynı zamanda halk şiirine de ilgi duymuş bir şairdir. Divanlarında heceyle gazel örnekleri vermiş, ayrıcabilinen tek nüshası AlmanyaBerlin Millî KütüphaneMs.or.oct.2171 numarada kayıtlı birinci divanında sekiz tane koşma yazmıştır.Burada, halk şiiri-divan şiiri etkileşiminin güzel örneklerinden olan ve henüz üzerinde çalışma yapılmamış bu divanda geçen koşmaları tanıtacağız. Anahtar Kelimeler: Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib Divanı, divan şiiri, halk şiiri, heceölçüsü, koşma. KOŞMAS OF THE DIVAN POET KAZAK-ZADE İBRAHİM TÂ’İB Abstract Kazakh-zade Tâ'ibIbrahim, born in Malatya in 1794, is one of the latest poets of the Classical Turkish Literature who owns twoTurkish divan poet. İbrahim Tâ’ib, adopted the tradition of Divan poetry, gave works mainly in this style in his both Divans; also was a poet who is also interested in folk poetry. He gave examples of odebysyllable in his Divans. In addition he wrote eight koşma in his first Divan of which only copy is registered in Germany-Berlin Library with Yrd. Doç. Dr. İnönü Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, erolgunduz08@hotmail.com 236 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 the number Ms. or.oct. 2171.Here, koşmas will be introduced in the Divan which are beautiful examples of the interaction of folk poetry-Divan poetry and yet have not been studied. Keywords: Divan of Kazak-zâde İbrahim Tâ’i, divan poetry, folk poetry, syllables measure, koşma. Giriş Divan ve Halk şiiri, günümüz araştırmalarında her ne kadar iki ayrı disiplinin içinde yer alsa da edebiyatımız içinde birbiri içine geçmiş örnekleri oldukça fazladır. Cemal Kurnaz bu durumu“Türküden Gazele” adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Ben Türk şiirini gül-i ra’nâya benzetiyorum; yarı sarı yarı kırmızı…Halk ve divan geleneğinden beslendiği için iki renkli. Rengini, kokusunu bizim havamız, suyumuz ve toprağımızdan alan, bizim besleyip büyüttüğümüz bir gül. (Kurnaz, 1997: XIII)”. Evet iki renk; ama bir gül. Bu iki şiir geleneğinin temsilcilerinin birbirinden hiç etkilenmeden verdikleri şiir örnekleri yok gibidir. Öyle kidivan şiiri etkisinden uzak olduğu düşünülen Karacaoğlan’ın şiirleri üzerinde divan şiiri tesiri üzerine çalışmalar yapılmış, birçok unsur tespit edilmiştir ( Çelebioğlu, 1984: 17-30), öte yandanSebk-i Hindî’nin en önemli temsilcilerinden Şeyh Galip, Türkî-i Basit tesiri ile heceyle şiir yazmıştır (Kalkışım, 1994: 420) . İbrahim Tâ’ib de daha çok divan şiiri geleneğini benimsemiş olup halk şiirine de ilgi duymuş, halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerde divan şiiri üslûbunu kullanan bir şairdir. Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib İki Türkçe divanı olan Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib’in ilk divanının başında adı, mahlası, doğum yeri ile ilgili bilgi veren şu beyit yer almaktadır: Mevlüdümüz Malatya, ismimiz İbrâhîm, Tâ’ib mahlasımız(v. 2a) Şairin ikinci divanının1 başında adı “Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib” olarak geçmekte ve yine Malatya’da doğduğu yinelenmekte olup çocukluğunda gurbete gittiği ve yaklaşık 20 sene Bu divan üzerinde “İbrahim Tâ’ib Divanı İnceleme-Metin”ismiyle Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2009’da benim tarafımda doktora tezi hazırlanmıştır. 1 237 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gurbette kaldığı,divanını Malatya’da II. Mahmud devrinde (1808 -1838) yazdığı şöyle ifade edilmiştir: Mevlûd-ı tulû-ı cihânımızMalâtya beldesi olup hîn-i sabâvetimizdegurbet-güzâr ükeşîde-germ ü serd-i ekdâr-ı felek ve ‘isyân-ı bî-nihâyeyegiriftâr ve yigirmi sene pâmâl-i gubâr-ı akdâm-ı dil-dâr-ı felek ve …âb u dâne-i erzâkımızı Malatya derûnuna Sultan MahmudHân ‘asrında taksîmidüpânen-fe-ânenikâmettertîb-i dîvânçe olunduysa da … (v. 2a) Doğum tarihiyle ilgili kesin bir bilgi olmamasına rağmen birinci divanın başında yazıldığı tarihle ilgili bilgi veren beyitlerden şairin doğduğu yıl tespit edilebilmektedir: Sinnim otuzunda ağâz eyledim Dîvânçe yesa‘y-ı dırâz eyledim … Biniki yüz kırk sâlindehemân Tahrîrinem gûş kıldı ol zamân (v. 2a) Bu beyitlerden; şairin 1240 (1824) yılında, 30 yaşındayken bu divanı yazdığı anlaşılıyor. Verilen bu bilgiden hareketle İbrahim Tâ’ib’in 1824’ten 30 yıl önce, yani 1794 yılında doğduğunu söylemek mümkündür. Divanında kullandığı Arapça, Farsça kelime ve terkipler, ayrıca doğrudan bu dillerle yazdığı dizeler dikkate alındığında şairin bu dilleri bildiği ve bu dillere hâkim olduğu söylenebilir.Her iki divanında da ağırlıklı olarak divan şiiri tarzında eserler vermiş olması, İbrahim Tâ’ib’in genel olarak divan şiiri geleneğini benimsediğini göstermektedir.Bunun yanında o, birçok divan şairi gibihalk şiirine de ilgi duymuştur. Bu ilgisini her iki divanında da hece ölçüsüyle yazdığı gazel örnekleri ve birinci divanında yazdığı sekiz adet koşma ile somutlaştırmıştır. Bu şiirler, halk şiiri ürünü olmalarına rağmen içerik olarak divan şiiri özelliği ve üslûbu barındırmaktadır. İnceleyeceğimiz koşmalar şairin birinci divanında yer aldığı ve bu divanın üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamış olduğu için öncelikle bu eseri tanıtmak gerekir. İbrahim Tâ’ib’in Koşmalarının Yer Aldığı Birinci Divanı Eserin tek nüshası bilinmektedir. Bu nüsha Almanya-Berlin Millî Kütüphane’deMs.or.oct.2171 numarada kayıtlıdır. Pek çok sayfasında yazıların mürekkebi dağılmış olduğundan eser sağlıklı bir şekilde okunamayacak durumdadır. Yazı türü “rika”dır. Divanın üzerindeki bilgilerden H.1240 (1824) yılında yazıldığı anlaşılmaktadır. 238 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Divanda 11 musammat ( 4 muhammes, 7 müseddes ), 405 gazel, 10 müstezat, 28 rubâi, 28 müfred, 8 koşma, 1 tarih ve başında mesnevi tarzında yazılmış manzum 1 dibace bulunmaktadır. Nüshanın birçok yerinde yazının mürekkebi dağılmış olduğu ve başka nüshası da olmadığı için eserin tamamı üzerinde çalışma yapmak oldukça güçtür. Biz, koşmaların olduğu kısımlar kısmen daha okunaklı olduğundan onları okuduk ve inceledik. Bu şiirler divan ve halk şiiri müştereklerinin güzel örneklerinden sayılabilir. Divan ve Halk Şiiri Müşterekleri Üzerine Türk edebiyatının ilk İslâmî eserlerinde2 aruz ve hece vezni, dörtlük ve beyit nazım birimi yan yana kullanılmıştır (Kurnaz, 1997:140). Yani başlangıçta ayrılık yok birlik vardır. Bu dönemde henüz iki ayrı edebî zevk şekillenmemiş; ancak şekillendikten sonra da birbirinden kopmamış, etkileşim içinde gelişmişlerdir. Divan şiiri, Arap ve Fars edebiyatlarının Türk edebiyatına tesiriyle oluşmuş kendine has hususiyet, estetik ve geleneği olan bir edebiyattır (Okuyucu, 2010: 118-119). Öte yandan halk şiiri de daha çok İslamiyet öncesini içine alan,millî edebiyat kültürümüzü temel alan çizgide, kendi özellikleri ve geleneği içinde varlık göstermiştir (Yardımcı, 2008: 261). İki edebî anlayış arasındaki fark, belki Arap-Fars dili ve edebiyatının divan şairleri üzerindeki tesirinden ya da iki edebî anlayışın temsilcileri arasındaki eğitim seviyesi farkından kaynaklanmıştır. Şunu unutmamak gerekir ki bu iki şiir geleneği aynı milletin içinde varlığını sürdürmüş, aynı kültürden beslenmiş, aynı milletin içinden çıkmış şairler tarafından icra edilmiştir. Bundan dolayı bu iki geleneğin birbirinden etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Zaman içinde bu geleneğin temsilcileri birbirlerine çok yaklaşmış, karşılıklı etkileşim içine girmiş, divan şairleri halk şiiri tarzında, halk şairleri de divan şiiri tarzında şiirler yazmış, hatta bu etkileşimden yeni nazım şekilleri ortaya çıkmıştır. Aynı toplum içinde yaşayan iki edebî zevk zaman içinde birbirine yaklaşmış ve karşılıklı etkileşim, son asırlara doğru daha çok hissedilmiştir ( Kurnaz, 1997: 312). Kutadgu Bilig mesnevisi, Atabetü’l-Hakayık, DivanuLugati’t-Türk’te örnekler bu tarzdadır. 2 239 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 XVI. yüzyıldan başlayarak birçok divan şairinin hece vezniyle şiir yazdığını biliyoruz.3 Bu şiirlerin çoğu koşma nazım şekliyle yazılmıştır (Kurnaz,1997139-140). Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib de yazdığı koşmalarla bu şairler arasında yer almıştır. Şairin yazdığı koşmalarda en başta dikkati çekenhusus, divan şiirinde aşk işlenirken temel unsurlardan sayılan âşık-mâşuk-rakib üçgeninde aşkın anlatılmasıdır. Aşağıda söz konusu koşmaları verip içeriğinde görülen divan şiiri unsurlarını belirteceğiz. Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib’in Koşmaları 1.Koşma Bir âfitâbyüzli servi sanavber Ko dersinkaşların kemânidersin Âteş-i hicrinde ey kaddi ‘ar‘ar Yüzdürüp derisin üryânidersin Görünmezsin ben ğaribin gözüne Uyarsın rakîbin her dem sözüne Bakmazsın ‘âşıkın bir dem yüzüne Zahm-ı ‘adûlaradermânidersin Her bakdıkcacigercigim ezersin İtdigincefâyıvefâ yazarsın Bâde içünağyâr ile gezersin Nisbet ile gözüm giryanidersin Efendim hüsnüne mâ’il olursa Dört kûşeheft iklim kâ’il olursa ‘Iyd-ı visaline nâ’il olursa Derd-mendTâ’ib’ikurbânidersin Cemal Kurnaz, “Türküden Gazele” adlı kitabında “Divan şairlerinde Hece Vezniyle Şiir Yazma Eğilimi” başlıklı makalesinde yirmiden fazla divan şairinden örnekler vererek bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu göstermiştir. 3 240 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sevgili:âfitâbyüzli,efendim; boyu:servi sanavber,‘ar‘ar; kaşı:kemân Âşık:‘âşık,ğarib,derd-mend,kurbân Rakîb:rakîb,‘adû,ağyâr Açıklama:Şiirde şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Kafiye düzeni koşmaya uygundur; ancak kalın seslerle ince seslerin kafiyesi bir kafiye kusuru olarak dikkati çekmektedir. Bu kusur halk şiirinde sık rastlanan bir durumdur. Muhteva olarak halk şiirinde koşma daha çok âşığın gerçekten yaşadığı bir aşk veya kahramanlık, ölüm ya da toplumsal bir eleştiri üzerine yazılırken bu koşmada divan şiirinde âşık, sevgili, rakîb üçlemesine dayalı soyut olarak bilinen bir konu işlenmiştir. Dolayısıyla şekil, halk şiiri; içerik, divan şiiri özelliği göstermektedir. 2.Koşma Mâ’ilitdin beni gül cemâline Düşüresin beni zâra sevdiğim Ser virür ‘âşıklar siyeh hâline Sencileyin bir hünkâra sevdigim Oldı bu gözlerim kan ile ceyhûn N’olurrahm eylesen bu dili memnûn Kerem it efendim düşürme zebûn El içinde beni ârasevdigim Gice gündüz hasretini çekmeden ‘Aşk ateşi derûnumdan gitmeden Kazılupmezârımva'dem yetmeden Derdime eyle bir çâre sevdiğim Derd-mendTâ’ib’inhâli pek yaman Yanarım ağlarım her gün her zamân Kavl itmiş perçemin nice ser-gerdân Çekeriz [biz] senidârasevdiğim Sevgili:sevdiğim, hünkâr,efendim; yüz: gül cemâlben:siyeh hâlsaç:perçem 241 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Âşık:‘âşık,derd-mend,ser-gerdân Rakîb:‘âşıklar,ser-gerdân Açıklama:Şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Kafiye düzeni koşmaya uygundur. Bu koşmada da kısmen divan şiiri içeriği ve üslûbu hâkimdir. Birinci koşmadan farklı olan yanı, belirgin gir şekilde rakîb vurgusu yoktur. Sevgilinin güzelliğine âşık olan, âşığın sadece kendisi değil, başka âşıklar da vardır. Sevgilinin, ölmeden önce derdine çare olmasını ister. Son dörtlükte çok farklı bir durum söz konusudur. Âşık, Sevgiliye âşık olan diğer âşıklarla birlikte kendilerine ettiği eziyetten dolayı onu dâra çekmekten söz etmektedir. Yani, diğer âşıkları rakîb görme değil, birlikte hareket etme söz konusudur. Bu farklı bir durumdur. Bu şiirin, divan şiiri tarzında şiirleri de olan halk şairi Gevherî’nin aşağıdaki şiirine nazire olarak yazıldığı anlaşılmaktadır: Görmeyeli ol mübârek cemâlin Vücudumu yaktın nâra sevdiğim Gözlerinden gitmez oldu hayalin Her derdime senden çâre sevdiğim … Şive ile bir nâz ile geçersin Gâhice görünür gâhi kaçarsın Sana aşık olduğumu seçersin Her dem cevreyleme yâre sevdiğim Hakikatte âriftesin efendim Zevke mâil aşıktasın efendim Kâmil geçer ârfitesin efendim Gonca olsun düşme hâre sevdiğim Gevherî bir ednâ kulundur senin Aklım alan tatlı dilindir senin Hûblara şah olmak yolundur senin Benzersin küçücük hünkâra sevdiğim ( Elçin, 1998:199 ) 3. Koşma Bâd-ı sabâ bir civândan ayrıldım Vuslat öylesinin ne çâresine Hayli demdir gül yüzünden cüdâyım 242 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hemdem olmasının ne çâresine Rûz u şebidedümnâlevüzârı Elma yanak gerdân beyaz pek arı Dili bülbül lebleri mül o yâri Sarmanın sîneme ne çâresine Şebâbgitdi ben de kaldım piyâde Hasret çeküb bu gözlerümâmâde O yâr bizi koydıgitdisevdâda Yakdı gönlüm odane çâresine Didim cânân bir dilberin kendine Uyma rakîblerin güzel bendine Tâ’ibnasîhatiderd-i mendine İderzahm itmez mi bî-çâresine Sevgili:civân,yâr,cânân, dilber; yüz: gül; yanak:elma; dudak:mül(şarap) Rakîb:rakîb Âşık:derd-i mend(derd-mend),bî-çâre Gönül: bülbül,gönül Açıklama:Şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Kafiye düzeni koşmaya uygundur; ancak birinci dörtlüğün 1 ve 3. dizelerinde ahenk sadece redifle sağlanmış, 3. dörtlükte kalın seslerle ince seslerin kafiyesi yanında ekin kafiye olması söz konusudur. Bu uygulamalar halk şiiri için normal; ancak divan şiiri için büyük kusurdur. Bu koşmada da klasik divan şiiri aşkı işlenmiştir. Muhtevada yine âşığa yüz vermeyip rakîbe yüz vererek eziyet çektiren, bundan dolayı ayrı düşülen, güzellikleri tasvir edilip övülen sevgilinin anlatımı söz konusudur.Yanağın elmaya benzetilmesi halk şiiri geleneğinde rastlanan bir teşbihtir. 4. Koşma Düşürdüm gönlümişeh-i hûbâna Ne bir selâm ile beni şâd eyler Didim derdi ile oldum dîvâne 243 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Şikeste hâtırım ne âbâd eyler Hasret-i vaslunla gözlerim giryân Âteş-i ‘aşkıyla yanardım el-ân Meded eyle didim ey kaşı kemân Gayrı senden bana kim imdâd eyler Hâb-ı nazdan kalkmış ol çeşm-i mahmûr Didim rahm eyle kıl ‘aşıkımesrûr Bir kerre itmedi bu dili ma‘mûr İrdirmez vuslata pek inâd eyler Tâ’ibdirrâhına serim koyduğum Kulı olup kapusundakaldığum Karşusunda göz tuzağı olduğum Ne öldürür beni neâzâd eyler Sevgili:şeh-i hûbân,çeşm-i mahmûr; kaş:kemân Âşık:‘aşık,kul Açıklama: Şekilce hemen hemen aynı durum söz konusudur. Muhtevada rakibin anlatılmadığı sadece divan şiirindeki sevgilinin ve âşığın özelliklerini taşıyan aşkın anlatıldığı görülüyor. Âşık, sevgilinin yoluna canını vermeye hazırdır ve onun için kul köle olur; ama sevgili âşığı ne öldürür ne de âzad eyler. Bu şiirin, divan şiiri tarzında şiirleri de olan, İbrahim Tâ’ib’in çağdaşı ve halk şairi Erzurumlu Emrah’ın aşağıdaki şiirine nazire olarak yazıldığı anlaşılmaktadır: “Sevdiğim gurbette yeter yâd oldun Gözlerim kan ağlar dilim dâd eyler Küçücükken gözüm açıp gördüğüm Bana senden gayrı kim imdâd eyler Ben de bilmem ne diyardan olduğum Hasretinden sararıp da solduğum El bağlayıp dîvânına durduğum Ne öldürür beni ne azâd eyler 244 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Açılmadı şu dağların lâlesin Yıktın viran ettin ömrüm kalesin Emrah eder çok çekmişim belâsın Beni koymuş yâd elleri şâd eyler” ( Alptekin, 2004: 155 ) 5. Koşma Zahmitdi derûnum bir tıfl-ı âfet Gamlıdır bu gönlüm yârem var yâre Bir kaba bakışlı sâhîb-i nezâket Hûn itdi gözlerim yârem var yâre Hayli demdir gezerim ben bu dağı Virircenândögünur da bu dağı Destiyle destime virdi budağı Yâdigâr destimde yârem var yâre Yâr elinde bu çekdigim yâreler Göz gözoldı bu sinemde yâreler Yâr açarsa bin yerimden yâreler Söylemem bir yerde yârem var yâre Çekme rakîbtîğizinhar yâre sen Çekerim ben çekme tîği yâre sen Çekersin Tâ’ib’itîğ-i yâre sen Demezsin o yâre yârem var yâre Sevgili:tıfl-ı âfet,kaba bakışlı sâhîb-i nezâket, yâr; gamze:tîğ Rakîb:rakîb Gönül:cenân Açıklama:Şekilde hemen hemen benzer durumlar söz konusudur. Bu şiirde özellikle 3. dörtlükteki cinas kullanımı dikkat çekicidir, burada aynı zamanda mâniye benzer bir söylem dikkati çekiyor.Muhtevada yine âşığa eziyet eden sevgili ve kendisine ağır gelen rakîbin varlığı 245 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 anlatılmaktadır. Nezaket göstermesini beklediği sevgili, âşığa kaba davranmaktadır. Âşığın gönlü, hem sevgilisinin eziyetinden hem de rakîbden dolayı yaralıdır. . 6. Koşma Yaktı beni ol perînin ateşi Yanmadık nem kaldı yanandan sonra Firkat-ı hicr ile yanıp kül oldum Kalmadı tâkatimhicrândan sonra Rakîb-i a‘dâya sırrım açmayam Cisir-i ‘adûdanhergizgeçmeyem Kevseri zemzemi bir dem içmeyem Şarâb-ı ‘aşkından kanandan sonra Yâr-ı sâdık dostun fedâ eylemez Kendisin yâr ile cüdâ eylemez LokmânHekîm olsa ‘ilâc eylemez Şâd olmuş bir gönül sınandan sonra Didim ağyâr ile seni görmeyem Görüp gezdiğini bağrım büzmeyem Tâ’ibâhercâyî yâri sevmeyem Hûr u gılmân olsa cinândan sonra Sevgili:perî,yâr,hercâyî,hûr u gılmân Âşık:yâr-ı sâdık Rakîb:Rakîb-i a‘dâ,‘adû,ağyâr Açıklama:Bu koşma şekil itibariyle koşmanın özelliklerine sahip olmakla birlikte ilk dörtlüğü diğer koşmalar gibi çapraz kafiyeli değil, abcb şeklinde kafiyelidir. 3. dörtlüğün 3. dizesinde kafiye kullanılmamıştır. Muhtevada yine âşığa yüz vermeyen sevgili ve rakîb anlatılmaktadır. Âşık, sevgiliye rakîble gezmemesi için onu uyarmak ister, sevgiliyi hercâyî olarak nitelendirir. 7.Koşma 246 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Çâk iden aklımı ol perîpeykâr Zümre-i hûbânın pek a‘lâsıdır Rahşider ‘âlemi ol gonca nigâr Pertev-i ruhsârınûr cilâsıdır Mecnûnı olalıâfetzamânın Bunca dem çekerim yâd-ı hicrânın Bunda gül cevrini çeken cenânın Büsbütün dü ‘âlem mübtelâsıdır Devâm[lı] ‘âşıkı derinden sürmek Rağm idüp bunda ne çeşmini süzmek Yâri ağyârla gezerken görmek ‘Âşıkın işte o Kerbelâ’sıdır Fedâ kıl Tâ’ibi var özünden Hîç bir an gülmedim rakîb yüzünden Münâfık şerrinden ‘adû sözünden Çekdigim bunca dem el belâsıdır Sevgili:perîpeykâr(peyker),gonca nigâr,âfetzamân,gül, yâr; yanak:Pertev-i ruhsâr,nûr cilâsı; göz:çeşm Âşık:Mecnûn,‘âşık Rakîb:ağyâr,rakîb,münafık,’adû,el Açıklama: Şekil bakımından koşmanın özellikleri uygulanmıştır. 3. dörtlüğün 2. dizesinde “z” sesi kafiye kusuru olarak görülmektedir. Muhtevada klasik âşık, sevgili, rakîb üçlüsünün ilişkileri anlatılmaktadır. Âşığın sevgiliyi rakîble gezerken görmesi âşığın Kerbelâ’sı olarak teşbih edilmiştir. 8.Koşma Girdim seyr eyledim bâğ-ı cinânın Lâle ağlar sünbül ağlar bâr ağlar Sordum halka didiğoncafidânın Gonca ağlar bülbül ağlar hâr ağlar 247 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yaralandı gönül yâr şikestinden Hûn-hâre bakışlı çeşm-i mestinden Efendim ol senin kahır destinden Nâle ağlar feryâd ağlar zâr ağlar Hâb-ı nâzdan uyan gözleri mahmûr Bûseirahm eyle bendeni mesrûr Asarsın kemterimisâl-i Mansûr Asan ağlar resen ağlar dâr ağlar Tâibâ yitirdin çeşm-i bîmârı Oldun anın içün hem şerm-sârı Aldı daldan biri nâzlı dil-dârı Nâmûs ağlar ğayret ağlar ‘ar ağlar Sevgili:gonca,fidân,yâr,Hûn-hâre bakışlı, efendim,gözleri mahmur,çeşm-i bîmâr,nâzlı dil-dâr, çeşm-i mest Âşık: bende, kemter, misâl-i Mansûr,şerm-sâr Açıklama:Bu son şiir şekil itibariyle güzel bir koşma özelliği göstermektedir. Kafiyeleri kusursuz olup akıcı ve ahenkli bir anlatıma sahiptir. Muhtevada yine klasik divan şiiri aşkı işlenmiştir. Rakîbden bahsedilmemiş; ancak sevgilinin âşığa çektirdiklerine, sevgiliden ayrı kalışına âdeta bütün kâinatın ağladığı ifade edilerek bunun dillere destan olduğu ve herkesçe bilindiği ifade edilmiştir. Bu şiirin de halk şairi Gevherî’nin aşağıdaki şiirine nazire olarak yazıldığı anlaşılmaktadır: “Sözün bilmez bâzınâdan elinden Erkan ağlar usûl ağlar yol ağlar Bülbülün feryadı gonca gülünden Bülbül ağlar gülşen ağlar gül ağlar … Kamil olanların bellidir yeri Yoluna koyarlar cân ile seri Hakkın dîdârınıgörelden beri Gökler ağlar derya ağlar sel ağlar Gevherî der dertli gönlümüz hasta 248 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sözünü beğendir illere dosta Kimi abdal oluh girmiştir posta Hırka ağlar hem post ağlar çul ağlar”( Elçin, 1998: 297-298 ) İbrahim Tâ’ib’in nazire yazarken divan şiiri üslûbunu bilen ve uygulayan şairleri seçtiği görülüyor. Sonuç Divan ve halk şiirini bütünüyle birbirinden ayrı görmek, farklı kültür ve edebî zevkin ürünleri gibi düşünmek, sürekli böyle algılamak doğru bir düşünce değildir. Türk edebiyatındaverilen örnekler bu düşünceyi çürütür niteliktedir. Fark, belki Arap-Fars dili ve edebiyatının divan şairleri üzerindeki tesirinden ya da iki edebî anlayışın temsilcileri arasındaki eğitim seviyesi farkından kaynaklanıyor olabilir. Bundan dolayı iki edebî anlayış arasında dil, şekil, muhteva bakımından bazı farklar olmakla birlikte ayı milletin fertleri tarafından temelde otak bir kültürle geliştirilmiş oldukları düşünülürse ortak noktalarının daha çok olduğu anlaşılacaktır. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra oluştuğu düşünülen bu iki ayrı edebî anlayışın, ilk İslâmî eserlerden başlayarak ayrı değil, birlikte geliştiği görülmüştür. Divan şiirini temel alan şairlerin halk şiiri tarzında; halk şiirini temel alan şairlerin divan şiiri tarzında eserler verdiği, hatta bu iki edebiyatın etkileşiminden yeni şekil ve türlerin ortaya çıktığı somut bir gerçektir. İki edebî anlayış arasındaki etkileşim her geçen asır daha da artmış, Divan şiirinin son asrında bu etkileşim en fazla olmuştur. Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib de son dönem divan şairi olarak bu etkileşimden uzak kalmamıştır. Gerek divanlarında hece ölçüsüyle gazeller yazarak, gerekse örneklerini yukarıda incelediğimiz koşmalara birinci divanında yer vererek bu etkileşime o da katkıda bulunmuştur. İbrahim Tâ’ib’in koşmaları şekil olarak halk şiiri özelliği, muhteva bakımından ağırlıklı olarak divan şiiri özelliği göstermektedir. Bu da bir divan şairinin koşma nazım şeklinin muhtevasına kattığı yenilik olarak düşünülebilir. Kaynakça Alptekin, Ali Berat (2004), Palandöken’in Zirvesindeki Âşık Erzurumlu Emrah, Ankara: Akçağ Yayınları. Çelebioğlu, Amil (1984), “Karacaoğlanda Divan Şiiri Hususiyetleri”, Türk Folkloru Araştırmaları, Ankara. Elçin, Şükrü (1998), Gevherî Divanı, Ankara: AKM Yayınları. 249 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gündüz, Erol (2009), İbrahim Tâ’ib Divanı İnceleme-Metin, Konya: Yayınlanmamış Doktora Tezi. Kalkışım, Muhsin (1994), Şeyh Galib Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları. Kurnaz, Cihan (1997), Türküden Gazele, Ankara: Akçağ Yayınları. Okuyucu, Mine (2010), Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul:Kapı Yayınları. Tâ’ib, İbrahim (1824),Divan(1), Almanya Millî Kütüphanesi, Ms.or.oct.2171 Berlin. Tâ’ib, Kazak-zâde İbrahim (1834), Divanı(2), Millî Kütüphane, 06 Mil. Yz. A 6900, Ankara. Yardımcı, Mehmet (2008), Başlangıçtan Günümüze Türk Halk Şiiri, Ankara: Ürün Yayınları. 250 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ESKİ TÜRKÇE FİLLERİN HAKAS TÜRKÇESİNDEKİ GÖRÜNÜMÜ Ertan BESLİ ÖZET Bu bildiride Eski Türk Yazıtları döneminde yazılmış olan Tonyukuk, Kül Tegin ve Bilge Kağan yazıtlarında yer alan fiillerden Hakas Türkçesine ulaşanlar tespit edilmiştir. Söz konusu Eski Türkçe fiillerin ses, yapı bilgisi ve anlam yönünden günümüz Hakas Türkçesindeki mirasçıları ile arasında olan benzerlik ve ayrılıkları da art zamanlı tarihî ayrımsal-karşılaştırmalı dil bilim yöntemine göre incelenip belirlenmiştir. Bu çalışmada gerektiğinde incelenen şekillerin köken bilgisi açıklamalarına da yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Eski Türkçe, Hakas Türkçesi, Köken Bilgisi, Orhun Yazıtları, Dil Bilim. Abstract In this study, the old Turkish verbs having reached to today’s Khakas Turkish have been identified. In terms of phonology, morphologyand meaning, the old Turkish verbshave been compared totoday’s Khakas Turkish according to the comparative method. Some etymological explanations have also been taken place when they are in need . Key words: Old Turkish, Khakas Turkish, etymology, Orkhun inscriptions, linguistics Günümüz Hakas Türkçesinde Ses ve Anlam Özelliklerini Koruyanlar aġrı- ‘ağrımak’ = aġır- : aġrı-, ağır- ‘ağrımak, hasta olmak’ (HTS, HRS) al- almak, yenmek, işgal etmek, dinlenmek, dikkate almak = al- (HTS) in- ‘inmek’ = in- (HTS, HRS) Yrd. Doç. Dr. Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Bitlis, Türkiye, ertanbesli@hotmail.com.tr 251 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 it- ‘düzenlemek, yapmak, teşkilatlandırmak’ = it- ‘etmek, yapmak, bir şeyi yapmak istemek anlamında kullanılan yardımcı fiil’ (HTS), ‘yapmak’ (HRS). Hemen yukarıda yer alan it- fiili anlam olarak genişlemiştir. Bu fiilden türeyen itin‘düzenlenmek, teşkilatlanmak’ fiil şekli günümüz Hakas Türkçesinde idĭn- ‘edinmek, itinmek’ şeklinde yer alır. kör- ‘görmek, bakmak, tabi olmak’ = kör- ‘görmek, bakmak, yaşamak, çocuk doğurmak; deneme ifade eden yardımcı fiil’ (HTS, HRS) Söz konusu fiil günümüz Hakas Türkçesinde bazı ek anlamlar kazanmıştır. öl- ‘ölmek’ = öl- (HTS, HRS) > ölür- ‘öldürmek’ > öldĭr- ‘öldürmek’ (HTS, HRS); ölüt‘öldürmek’ > öldĭr- ‘öldürmek’ (HTS, HRS). Hemen yukarıda yer alan her üç şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan öl- ‘ölmek’ fiil kökünden türemiştir. sök- (1)‘sökmek, yarmak’ = sök- (HTS, HRS) sök- > sökür- ‘diz çöktürmek’ > söktĭr- ‘söktürmek’ (HTS, HRS) sök- (2) ‘diz çökmek’ fiili, çök- fiili ile eş anlamlı olup 8. asırda Uygur metinlerinde ve sonrasında tespit edilmiştir (Clauson, 1972:819). sür- ‘sürmek, kovmak’ > sür- sürmek, peşinden takip etmek’ (HTS, HRS) tile- ‘dilemek, istemek’ = tile- aramak, dilemek; istemek (HTS, HRS) tolġat- ‘dolatmak, eziyet çektirmek’ = tolġat- ‘dolatmak, oynatmak; döndürmek’ (HTS), ‘döndürmek, çevirtmek, çamaşır ve benzeri sıkmak; ağrı çekmek’ (HRS) Hemen yukarıda yer alan fiiller tolġa- fiilinin türevleridir: tolġa- ‘incimekkederlenmek’ (EUTS), ‘bükmek, dolamak; döndürmek’ (EDT) = tolġa-‘döndürmek, çevirmek, burmak; dolamak’ (HTS, HRS). Eski Türkçede yer alan tolġat- fiili tolġa- fiilinin faktitif şeklidir (Clauson, s. 497). Eski Türkçede söz konusu fiilin olumsuz şekli tolġatma- ‘incitmemek, rahatsız etmemek, eziyet etmemek’ için de aynı açıklama geçerlidir. Söz konusu şekiller çağdaş Hakas Türkçesinde tolġa- ve tolġa-t- fiil şekillerinde yaşar. Ayrıca Hakas Türkçesinde yer alan fiil şeklinin son anlamı ‘ağrı çekmek’ Eski Türkçedeki anlam ile ilgilidir. tut- ‘tutmak, yakalamak’ = tut- ‘tutmak, elinde bulundurmak; avlamak’ (HTS, HRS) Ayrıca şu şekiller de bulunur: tutun- ‘tutunmak’, tutuz- ‘tutturmak, yakalatmak’ tut(t)ırtutturmak, tutuşturmak’ (HTS, HRS) 252 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hemen yukarıda yer alan her üç şekil de günümüz Hakas Türkçesinde de yer alan tut-- ‘tutmak’ fiil kökünden gelişmiştir. ur-‘ vurmak, dövmek, koymak, yapmak, takmak, hak etmek, yontmak, geçirmek, kaydetmek’ : ur- ‘dökmek, akıtmak’ (HTS, HRS) Eski Türkçede urtur- ‘vurdurmak, hak ettirmek, yonturmak’ fiili yazıtlar da geçer. Hakas Türkçesinde de urundır- ‘vurdurmak, çarptırmak’ (HTS, HRS) yer alır. Bu fiil şekilleri de ur‘vurmak’ fiil kökünden gelir. Günümüz Hakas Türkçesinde Ses, Şekil ya da Anlam Gelişimine Uğrayanlar Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde ç- >s- ses gelişimi olmuştur. aç- (1) ‘açmak’ > as- ‘açmak, çözmek; batmak, aşmak, geçmek’ (HTS, HRS) Bu şekil Eski Türkçe aç- fiil kökünden gelir. aç- (2) ‘acıkmak’ > asta- ‘acıkmak’ (HTS, HRS) Bu şekil Eski Türkçe aç- fiil kökünden gelir. adrıl- ‘ayrılmak’ > azırıl- (HTS) ad- kökü açıkça görülmektedir. Söz konusu kök aḏ- şeklinde EDT’de gösterilip aḏır- fiili söz konusu kökün faktitif şekli olarak verilmiştir (Clauson, 1972: 66). Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde d- >z- ses gelişimi olmuştur. aḳıt- ‘akıtmak, göndermek’ : ah- ‘akmak’ (HTS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde k- >x- ses gelişimi olmuştur. Eski Türkçe ak- fiil kökünden türemiştir. Bu fiil kökü Eski Uygur Türkçesinde yer alır (Caferoğlu, 1993:6) altuz- ‘aldırmak, fethettirmek, yakalamak’ : al- ‘almak’, aldır- ‘aldırmak’ (HTS, HRS) Bu ettirgen çatılı şekil r- >z- ses gelişimi dolayısıyla al- fiil köküyle ve aldır- fiili ile ilişkilidir. arta- >artat- ‘bozmak, harap etmek’ > arda- ‘bozulmak, çürümek’ (HTS, HRS) > ardat‘bozmak, çürütmek’ (HTS, HRS) Yazıtlarda geçen artat- fiili, arta- ‘zarar vermek, bozmak’ fiilinin faktitif şeklidir (Clauson, 1972: 208). İncelenen fiil şekilleri için günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ses gelişimi olmuştur. aş- ‘aşmak, geçmek’ > as- (HTL) 253 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde ş- >s- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca bu fiil Hakas Türkçesinde ‘batmak’ anlamında da kullanılır. aşan- ‘yemek yemek, yemek yenilmek’ Günümüz Hakas Türkçesinde ş- >s- ses değişimi ile as ‘aş’ isim şekli korunmuştur. ay- ‘söylemek, konuşmak, haber vermek, hükmetmek, idare etmek’ > ayt- ‘demek, söylemek, arz etmek’ > ayt- ‘konuşmak’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde kullanılan şekil Eski Türkçe ay- fiil kökünden gelir. Ayrıca Eski Türkçede ayt- fiili de geçer. Bu şekil ay- + -t (faktitif eki) ile oluşmuştur. ba- ‘bağlamak’ > palġa- (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde kullanılan şeklin b- >p- ses gelişimi ile ba- kökünden geldiği açıktır. Ayrıca Türkiye Türkçesine göre ġl- >lġ- metatezi gerçekleşmiştir. bar- ‘varmak, gitmek’ > par- ‘gitmek’ (HTS), ‘varmak, yola koyulmak, ayrılmak’ (HRS) Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. bas- ‘basmak, bastırmak, üzerine çökmek, yenmek, ezmek’ > pas- ‘basmak, yürümek, adım atmak, bulmak, yakalamak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde b- >p- ses gelişimi olmuştur. Şu fiiller de bas- fiil kökünün türevleridir: basık- ‘basılmak, sokulmak, sokmak, bastırmak’; basın- ‘zayıf görmek, hor görmek, yerinmek, kahrolmak’; basıt- ‘bastırmak, bastırtmak, baskın yaptırmak’ başad- ‘baş olmak, idare etmek, önderlik etmek’ > pasta- ‘başlamak, idare etmek; kılavuzluk etmek’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiilin ait olduğu baş isim kökü pas ‘baş’ b- >p- ve ş- >s- ses gelişimleri ile korunmaktadır. Sedasız ünsüzden sonra la- isimden fiil yapma eki geldiğimden dolayı l- >t- ses hadisesi meydana gelmiştir. bat- ‘batmak, güneş batmak’ > pat- ‘saplanmak, gömülmek; batmak’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. bıç- ‘biçmek, kesmek’ > pıs- ‘biçmek’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde b- >p- ve ç- >s- ses gelişimi hadiseleri olmuştur. bil- ‘bilmek’ > pĭl- ‘anlamak, bilmek; tanımak’ (HTS, RHS) 254 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. Ayrıca i- fonemi kısalmıştır. bin- ‘binmek’ > bintür- bindirmek > mün- ‘binmek’ (HTS, HRS); mündĭr- ‘bindirmek’ (HTS, HRS). Hakas Türkçesinde sırası ile b- >m-, t- >d- ses gelişimi hadiseleri olmuştur. Ayrıca i- >ü- ses değişikliği de yer almıştır. birik- ‘birikmek, toplanmak, katılmak’ > pĭrĭk- ‘bir araya gelmek, birleşmek; katışmak’; pĭrĭktir- ‘biriktirmek, bir araya getirmek; toplamak’ (HTS, HRS) boz- ‘bozmak, bozguna uğratmak’ > pus- ‘bozmak, kırmak’ (HTS, HRS), ‘yok etmek’ (HRS) Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. Ayrıca o- >u- ses değişikliği yer almıştır. bir- vermek > pir- ‘vermek, tezlik ya da başkası için bir şey yapabilme anlamında kullanılan yardımcı fiil’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. bol- ‘olmak’ > pol- ‘olmak, durmak; ebilmek’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. buŋad- ‘bunalmak, kederlenmek’ buŋ ‘sıkıntı’ isim kökünden gelen bu şekil günümüz Hakas Türkçesinde b- >m- ses değişikliği ile muŋ isim şeklinde yaşamaktadır. busta- ‘puslandırmak, çöktürmek’ Günümüz Hakas Türkçesinde bus isim şekli pus şeklinde b- >p- ses gelişimi ile kullanılır. ebir- ‘evirmek, dolanmak, çevirmek’ > ibĭr- ‘bir şeyin etrafını dolaşmak, çevirmek; ters yüz etmek’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde e- >i- gelişimi olmuştur. Ayrıca i- >ĭ- fonemi kısalmıştır. egir- ‘eğirmek, çevirmek, kuşatmak, sevk etmek’ > iir- ‘eğirmek’ (HTS) ve ir- ‘eğirmek’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde kullanılan şekil Eski Türkçe eg- ‘eğirmek’ fiil kökünden gelir. Bu fiil kökü ABAW II ve EUTS’de yer alır. Hakas Türkçesinde ir- şekli için e- >i- gelişimi olmuştur. Ayrıca g- fonemi de düşmüştür. Günümüz Hakas Türkçesinde yer alan iir- şekli için ise Eski Türkçedeki şekilde var olan g- foneminin düşmesi neticesinde iki tane i- fonemi yer almıştır. 255 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ayrıca yine e- >i- ses değişimi yer almıştır. Anlam olarak da günümüz Hakas Türkçesinde söz konusu fiil yalnızca ‘eğirmek’ anlam birimini karşılar. er- ‘ermek, erişmek, yetişmek, ulaşmak’ = ir- ‘erişmek, yetişmek’ > irt- geçmek (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde ir- + -t (faktitif eki ile) şeklinde yer alır. Söz konusu ir- fiilinin faktitif şekli de günümüz Hakas Türkçesinde yer alır: irtür- ‘erdirmek, yaptırmak’ >irtir‘geçirmek’ (HTS, HRS). Ayrıca er- fiili için de e- >i- ses gelişimi günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Hemen yukarıda yer alan şekil ir- fiil kökünden gelir ve ü- >i- ses daralmasına da uğramıştır. İncelenen er- ve ir- fiillerinin ert- ‘geçmek’ şekli de Eski Türkçede yer aldı : ert- >irt- (HTS, HRS). Ayrıca yine Eski Türkçe er- fiilinden türemiş ertür- ‘erdirmek, yaptırmak’ fiili >irtĭr‘geçirmek’ şeklinde çağdaş Hakas Türkçesinde yer alır (HTS, HRS). Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ve ü- >ĭ- ses gelişimleri yer alır. ertin- ‘geçinmek, vazgeçmek, dönmek; pişman olmak’ > irtĭn- ‘kendini beğenmek, şımarmak’ (HTS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ve i- >ĭ- ses gelişimi olmuştur. eşid- ‘işitmek, duymak; dinlemek’ (ETY, OY) = eşit- ‘işitmek, dinlemek’ (OY) > ist- dinlemek, işitmek (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca Eski Türkçede kullanılan eşid- ve eşit- fiilinde yer alan i- fonemi de düşmüştür. eşid- fiili için ayrıca Günümüz Hakas Türkçesinde d- >t- fonem gelişimi yer almıştır. ı- ‘göndermek’ > ıs- ‘göndermek, anlatmak; yardımcı fiil olarak kendinden önceki fiillerle kaynaşıp fiilin gerçekleştiğini bildirir’ (HTS, HRS) Bu fiil ı- >ıd- >ıs- şeklinde d- >z- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Hakas Türkçesinde kelime sonunda yer alan s- ses biriminin z- ses birimine dönüşmesi kuraldır (Arıkoğlu, 2005:18). Ayrıca yıd- ‘göndermek’ fiili de Eski Türkçede yer almıştır. Ayrıca ıdfiili ve Hakas Türkçesindeki karşılığı da bulunur: ıd- ‘göndermek’ ve ıt- ‘göndermek’. Bu iki fiil ıd- ve ıt- >ıs- şeklinde d- >z- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Hakas Türkçesinde kelime sonunda yer alan s- ses biriminin z- ses birimine dönüşmesi kuraldır (Arıkoğlu, 2005:17). 256 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 içger- ‘içe almak , itaat ettirmek, tâbi kılmak’ ve içik- ‘içeri girmek, dahil olmak, tâbi olmak, teslim olmak, itaat etmek’ : iç ‘iç’ (HTS, HRS) Hemen yukarıda yer alan her iki şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan iç ‘iç’ isim kökünden gelişmiştir. ḳabış- ‘kavuşmak, birleşmek, toplanmak; buluşmak’ > habas- ‘kubaşmak, yardımlaşmak; ortaklık kurmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ḳ- >x-, ı- >a- ve ş- >s- ses değişimi hadiseleri olmuştur. ḳal- ‘kalmak, çaresiz kalmak’ > hal- ‘kalmak, tamamlanmak anlamında kullanılan yardımcı fiil’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. ḳat- ‘katmak’, ‘geceyi gündüze katmak, gece yürüyüşü yapmak’ > hat- ‘katmak, katıştırmak’ Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. ḳamşat- ‘titretmek, sarsmak, hareket ettirmek’ : hamçıla- ‘kamçılamak’ (HTS, HRS) Bu fiile aynı kökten gelen la- isimden fiil yapma ekiyle oluşmuş hamcıla- ‘kamçılamak’ fiili günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. ḳanlan- ‘hanlanmak’ : han ‘han’ (HTS, HRS) Hemen yukarıda yer alan fiil şeklinin kökü günümüz Hakas Türkçesinde han ‘han’ isim kökü şeklinde yer almıştır. keç- ‘geçmek’ > kis- ‘geçmek, aşmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ve ç- >s- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir. kel- ‘gelmek’ > kil- (HTS, HRS) > kelür- ‘getirmek’ > kilir- (HTS, HRS) kelür- fiil şekli Eski Türkçede de geçen kel- fiil kökünün faktitif şekli olarak gösterilir (Clauson, 1972:719). ḳıd- ‘kıyılamak, barındırmak, himaye etmek, korumak’ (OY), ‘kıymamak, canını bağışlamak; korumak; caymak’ (EDT) > hıy- kıymak, kesmek; doğramak (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ve d- >y- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir.Söz konusu fiil çeşitli anlamlarla çağdaş Türk şivelerinde yaşar (Clauson, 1972:595). ḳıl- ‘kılmak, yapmak’ > hıl- (HTS, HRS) 257 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca hemen aşağıda yer alan fiil de ḳıl- fiil kökünden türemiştir: ḳılın- ‘kılınmak’ >hılın- ‘kılınmak, yapılmak’ (HTS, HRS). ḳıs- ‘kılmak’ >hıl- ve ḳış- ‘kılmak, yapmak, meyletmek’ >hılHemen yukarıda yer alan her iki fiil şekli de Eski Türkçede yer alan ḳıl- fiil köküyle ilgilidir: l>s- ~ ş- gelişimi sonucu olması muhtemeldir. ḳılıçla- ‘kılıçlamak’ : hılıs ‘kılıç’ (HTS, HRS) Hemen yukarıda yer alan fiil şekli hılıs- ismi şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. ḳışla- ‘kışlamak’ > hısta- (HTS, HRS) Hemen yukarıda yer alan fiil günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses değişimi sonucunda hıs ‘kış’ isim kökü sedasız ünsüzle bittiğinden ötürü l- >t- ses değişimi yer almıştır. Hakas Türkçesinde sedasız ünsüz ile biten kelimeler l- fonemi ile başlayan bir ek aldıklarında tfonemine dönüşür: aḳla- >ahta- gibi (Arıkoğlu, 2005:18). kir- ‘girmek, dalmak’ > kĭr- ‘girmek, düşmek, geçmek, basmak; başlamak’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde i- >ĭ- ses gelişimi olmuştur. ḳon- ‘konmak, yerleşmek, konaklamak’ > hon- ‘gecelemek, konmak; durmak’ (HTS, HRS) Söz konusu fiilin Eski Türkçe ko- ‘koymak’ fiil kökünden gelmesi muhtemeldir. koḏ- fiili için de *ko- şeklinde söz konusu fiil kökü işaret edilmiştir (EDT). Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca ḳon- fiilinin ḳontur- ‘kondurmak, yerleştirmek, konaklatmak’ şekli de Eski Türkçede yer almıştır. ḳorḳ- ‘korkmak’ > horh- (HTS, HRS) Bu fiilde Eski Türkçede yer alan ḳ- fonemi hem baş seste hem de son seste ḳ>x- ses değişimine uğramıştır. kötür- ‘kaldırmak, yükseltmek, çıkarmak’ > ködĭr- kaldırmak, götürmek; tartmak (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ve ünlü daralması ile ü- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir. ḳulad- ‘kulu olmak, köle olmak’ : hul ‘kul’ (HTS, HRS) Hemen yukarıda yer alan fiil şekli hul ‘kul’ ismi şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. *ḳubar- > ḳuvra- ‘bir araya gelmek, toplanmak’ (EDT) > hura- ‘parçaları birleştirmek, toplamak’ (HTS, HRS); 258 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eski Türkçede yazıtlarda geçen ḳubran- ‘toplanmak’ ve ḳubrat- ‘toplatmak’ fiillerden dolayı *ḳubar- ‘toplamak’ fiilinin olması muhtemeldir. Nitekim ḳub(a?)r- ‘?çoğalmak, ? toplanmak’ fiili İhe Hüşotu yazıtında geçer (Orkun, 2011:I, 140). Adı geçen yazıttaki incelenen kelimeyi Clauson ḳuvrap şeklinde okumuştur. Söz konusu araştırıcı ḳuvra- fiilinin Hakas Türkçesindeki karşılığı olarak da hura- fiilini verilmiştir (Clauson, 1972:586). Söz konusu şekil Hakas Türkçesine ḳ- >x- ve v- foneminin düşmesiyle geçmiştir. küzed- ‘gözetmek, saklamak’ > küzet- ‘beklemek, gözetlemek’ (HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ses gelişimi hadisesi meydana gelmiştir. Bu fiil kö:z isminden türemiştir (Clauson, 1972:758). olur- ‘oturmak, tahta oturmak’ > olurt- ‘oturtmak, tahta oturtmak’ Hemen yukarıda yer alan her iki şekilde odır- ‘oturmak’ (HTS, HRS) ve odırt- ‘oturtmak, dikmek’ (HTS, HRS) fiilleri şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. Ayrıca oldur- ve oltur- ‘oturmak’ fiilleri de günümüz Hakas Türkçesinde yer alır (EDT). odır- ve odırt- fiilleri l- foneminin düşmesi sonucunda oluşmuştur. oz- ‘ileri geçmek, öne atılmak, kurtulmak; sıyrılmak’ > pozı- ‘kurtulmak, serbest kalmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde kullanılan şekilde p- ön ses türemesi olmuştur. ögir- ‘sevinmek, eğlenmek’ > örĭn- ‘sevinmek , neşelenmek’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesindeki şekilde g- fonemi düşmüştür. öri- fiiline n- çatı eki gelmiştir. ök- ‘toplamak, biriktirmek’ > üg- ‘yığmak, kümelemek; toplamak’ (HTS, HRS). Ayrıca ökül- ‘toplanmak, yığılmak, düşünülmek’ edilgen çatılı şekli de yazıtlarda vardır. ör- ‘yukarı çıkmak, yükselmek, kopmak, belirmek, ayağa kalkmak’ > öörle- ‘yukarı çıkmak, yükselmek’ (HTS, HRS) öör ‘yukarı’ isminden, isimden fiil yapma eki le- ile meydana gelmiştir. Ayrıca günümüz Hakas Türkçesinde ö- >öö- ses gelişimi hadisesi ö- foneminin uzun ünlü olarak değişmesi ile meyhdana gelmiştir. sa- ‘saymak, söylemek; haber vermek’ > sana-‘ saymak, olduğunu düşünmek; addetmek’ (HTS, HRS) 259 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kuzey-Batı ve Güney-Batı Türk şiveleri grubu haricinde söz konusu Eski Türkçe fiil sanā- fiili ile yer değiştirmiştir (Clauson, 1972:781). saḳın- ‘düşünmek, endişelenmek, plan kurmak, yas tutmak’ > saġın- (HTS, HRS) sıġta- ‘ağlamak, sızlamak’ >sıhta- ‘ağlamak’ (HTS, HRS) ġ- >x- ses değişimi hadisesi günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Yukarıda yer alan fiiller tek heceli bir kökü işaret eder. Nitekim T. Gülensoy sakın- ve saġın- fiil şekillerini Orta Türkçe *sak ‘işte uyanık ve zeyrek olmak’ < *sa- ‘saymak, sanmak, düşünmek; arzu etmek’ + k + (ı)n(dönüşlülük eki) şeklinde vermiştir (Gülensoy, 2007:718). sı- ‘kırmak, bozmak, yenmek; zaptetmek’ > sındır- ‘kırmak, parçalamak’ (HTS, HRS; RHS) Söz konusu Eski Türkçe fiil sındır- fiili ile yer değiştirmiştir (Clauson, 1972:782). sö:zle- > sözleş- ‘söyleşmek, sözleşmek’ > söste- ‘söylemek, kulağına fısıldamak’ (HTS, HRS) sözleş- fiili sö:zle- ‘söylemek, konuşmak’<sö:z isminden gelir ve 8. yy. Uygur metinlerinde yer alır (Clauson, 1972: 863). Hakas Türkçesinde sö:zle- fiilinin karşılığı söste- fiilidir. taşıḳ- ‘dışarı çıkmak, sefere çıkmak’ : tas ‘dış’ (HTS, HRS) tas ‘dış’ isim kökü ş- >s- ses değişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. teg- ‘değmek, erişmek, ulaşmak, hücum etmek, çarpışmak’ > teŋ- ‘değmek, dokunmak; isabet etmek’ (HTS); ten- (HRS) ve tee- ‘değmek, dokunmak’ Söz konusu fiil için HRS’de hemen yukarıda yer alan anlamda Kiril alfabesi ile тенъ- [teerge] yer alır. Bu kelimenin okunuşu [ten] şeklinde olup -ъ (kalınlaştırma işareti) hece bitiminden sonra duraklama işlevinde kullanılmış olabilir. Nitekim söz konusu işaretin çağdaş Kiril alfabesindeki işlevi budur. HRS’de ayraç içinde verilen teerge şeklindeki te- fiil kökü -erge ise mastar ekidir. HTL’de yer alan teŋ- şeklini hem Kiril alfabesinin Türk şivelerinde yer alan karşılıkları bakımından hem de Eski Türkçe teg- fiilindeki -g fonemi bakımından açıklamak gerekir. Ayrıca HRS ve HTS’de bulunan teer- ‘değdirmek’, teert- ‘değdirmek, dokundurmak’, teel- ‘değinmek, dokunulmak’ fiillerinde yer alan çatı eklerini çıkardığımızda tee- ‘değmek’ fiil köküne ulaşmak mümkün oluyor. ti- ‘demek, söylemek’ : tĭ- (HTS, HRS) i- >ĭ- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. tıŋla- ‘dinlemek’ > tıŋna- (HTS, HRS) 260 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Günümüz Hakas Türkçesine ulaşırken l- >n- ses hadisesi olmuştur. Bu fiilin *tıŋ isim şeklinden gelmiş olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca adı geçen araştırıcı Çince : *t’ing ‘duymak, dinlemek’ fiilini de söz konusu fiilin kökeni olması bakımından şüpheli bulur (Clauson, 1972: 522) tik- ‘dikmek’ > tĭk- (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesine ulaşırken i- >ĭ ses gelişimi olmuştur. tir- ‘yaşamak’ > tirgür- ‘yaşatmak, diriltmek’ > tĭrgĭs- diriltmek (HTS) Ayrıca günümüz Hakas Türkçesinde tĭrĭg ‘diri’ (HTS) isim şekli de bulunur. Bu isim de tirfiilinden gelir (Clauson, 1972:529). Ayrıca Eski Türkçede yer alan şu fiil de Hakas Türkçesinde yaşar: tiril- ‘dirilmek, yaşamak’ >tĭrĭl- dirilmek (HTS, HRS). : Günümüz Hakas Türkçesinde yer alan tĭrgĭs- ve : tĭrĭl- fiillerinde Eski Türkçe tir- fiili açıkça görülmektedir. to- ‘doymak’ > tod- ‘doymak’ Hemen yukarıda yer alan her iki fiil şekli de günümüz Hakas Türkçesinde toh ‘tok’ (HTS, HRS) isim şekliyle bulunur. toġ- ‘doğmak, aşmak, çıkmak’ > tuġ- ‘yavrulamak, yumurtlamak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde o- >u- ses gelişimi hadisesi olmuştur. toġla- ‘toz çıkarmak’ > tozınna- ‘tozlanmak, toz çıkarmak’ (HRS), ‘tozlanmak’ (HTS) Eski Türkçede geçen to:ġ ‘toz’ ismi yukarıda yer alan fiillerin kökenidir (Clauson, 1972:463). Günümüz Hakas Türkçesinde la- yapım eki n- fonemi ile biten bir kelimeye geldiğinde nfonemine dönüşür. toḳı- ‘vurmak, dövmek, çarpmak, dokumak, sokmak, batırmak, yontmak’ > tohlat‘tıkırdatmak, vurmak’ (HTS, HRS) Söz konusu fiil kökünde ḳ- >x ses değişikliği gerçekleşmiştir. Şu şekiller de tokı- fiil şekli ile ilgilidir: toḳıt- ‘vurdurmak, dövdürmek, dokutmak, yonturmak’; tohlattır- ‘toklattırmak, vurmak’ (HTS, HRS) tor- ‘zayıflamak, ezilmek, harap olmak; bitmek’ > tura par- ‘varmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde o- >u- ses gelişimi hadisesi olmuştur. Ayrıca fiil a- gerindium eki alıp yardımcı fiil olan par- ile kullanılmıştır. töküt- ‘döktürmek, akıtmak’ > töktĭr- ‘döktürmek, akıttırmak’ (HTS, HRS) 261 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Çağdaş Hakas Türkçesinde tök- ‘dökmek, akıtmak’ (HTS, HRS) fiili de yaşar. Söz konusu fiiler bu fiilden türemiştir. Hakas Türkçesinde yer alan şekilde tĭr- faktitif eki yer alır. törü- ‘türemek, yaratılmak’ > töre- törĭ- ‘doğmak, ortaya çıkmak’ (EDT, HTS; HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ü- >ĭ- ses hadisesi meydana gelmiştir. tüz- >tüzül- ‘dizilmek, sırada olmak, düzelmek, anlaşmak, barışmak’ (OY) ve tüzel-(?) ‘düzelmek’ (EUTS) > tüzel- ‘düzelmek, düzgün olmak’ (HTS, HRS; RHS); tüzet- ‘düzeltmek’ (HTS) Hemen yukarıda yer alan Eski Türkçe fiillertüz- ‘dizmek, düzeltmek; tavsiye etmek’ (EUTS), ‘düzeltmek, düzleştirmek; sırada olmak’ (EDT) fiil kökünden gelir. tüze- fiili tüz isminden eekiyle yapılmış bir fiil olup daha yeni tarihe ait bir şekildir (Clauson, 1972: 575). Günümüz Hakas Türkçesinde yer alan yukarıdaki fiillerse tüz isim şekline e- eki eklenmesiyle oluşmuştur. tüş- ‘düşmek, inmek, attan inmek’ > tüs- ‘inmek, kalmak, düşmek, rastlamak; yatmak’ (HTS, HRS) attaŋtüs- “attan inmek” Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ş- >s- ses hadisesi meydana gelmiştir. Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde temel anlamını korumakla birlikte yeni anlamlar da kazanmıştır. Ayrıca tüşür- ‘düşürmek, indirmek; attan indirmek’ >tüzĭr- ‘indirmek, düşürmek; kaybetmek’ (HTS, HRS) şekli de Hakas Türkçesinde yer alır. uç- ‘uçmak’ > uçuh- ‘uçmak, uçuşmak’ (HTS, HRS) ud- ‘takip etmek, kovalamak, uymak’ : uy- ‘uymak’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde d- >y- ses gelişimi olmuştur. Eski Türkçede şu şekil de yer alır: uduz- ‘sevk etmek, götürmek, yol göstermek, takip ettirmek’. Bu fiil şekli de ud- fiil kökünden gelir. udı- ‘uyumak’ > uzu- ‘uyumak, yatmak; donup kalmak’ (HTS, HRS) udı- fiili u: ‘uyku’ isminden türemiştir (Clauson, 1972: 42). Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için d- >z- ve ı- >u- ses hadiseleri meydana gelmiştir. ulġa- > ulġart- ‘büyütmek’ > uluġat- ‘büyümek, büyütmek’ (HTS) < uluġa- ‘büyümek’ (HTS) ulġa- ‘büyümek’ (Orkun, 2011:123) fiili ve yukarıda yer alan diğer fiiller uluġ ‘ulu, büyük’ isminden türemiştir. Günümüz Hakas Türkçesinde kullanılan söz konusu uluġat- fiilinin türediği uluġa- fiili de günümüz Hakas Türkçesinde yaşar. 262 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 una- > unama- ‘tasvip etmemek, muvakafat etmemek’ : una- ‘onamak’ (HTS, HRS) ve ına- ‘1istemek, arzu etmek; 2- onamak, uyuşmak’ (HTS, HRS) Yukarıdaki fiiller Eski Türkçe una- ‘razı olmak, muvakafat etmek’ (ETY) fiilinden gelir. üz-‘ kesmek, kırmak, koparmak, parçalamak’ > üs- ‘kesip koparmak’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde z- >s- ses gelişimi olmuştur. yaġ- ‘yağmak, katılmak’ > çaġ- ‘yağmak’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca Eski Türkçede olduğu gibi Hakas Türkçesinde söz konusu fiilin türevleri de vardır: yaġur‘yaklaştırmak, yaklaşmak’ : çaġınna- ‘yaklaşmak’ (HTS, HRS) ve yaġut- ‘yaklaştırmak’ : çaġınnat- ‘yaklaştırmak’ (HTS, HRS) yabrıt- ‘yıpratmak, yok etmek’ : çabır- ‘bastırmak, sıkıştırmak; aşağılamak’ (HTS, HRS) Hakas Türkçesinde başta yer alan y- fonemi çoğunlukla ç- bazen de n- olur (Arıkoğlu, 2005: 17). Bu yüzden çabır- şekli ses ve anlam olarak Eski Türkçede yer alan yabrıt- fiil şekli ile birleştirmek mümkün olabilir. yan- ‘dönmek, geri dönmek, korkutmak’ > yantur- ‘döndürmek’ Yukarıda yer alan her iki şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan ayla- aylan- ‘dönmek‘ fiilleri ile ilgili olabilir: Söz konusu durumda *ań- ‘dönmek’ fiil kökünü araştırmak gerekir. yań- ‘yaymak, saçmak, dağıtmak’ > çay- ‘yaymak, sermek, yıkmak, saçmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için y- >ç- ve ń- >y- ses hadiseleri meydana gelmiştir. yara- ‘yaramak, yaraşmak’ > çara- ‘yarmak, uygun olmak’ (HTS, HRS) Eski Türkçede yer alan yara- fiilinin şu türevleri de yazıtlarda geçer: yarat- ‘yaratmak, tertip ve tanzim etmek, yapmak; meydana getirmek’ >yaratıd- yaratıt- ‘yarattırmak, yaptırmak’, yaratun- ‘tanzim edilmek, tertiplenmek’; yaratur- ‘yarattırmak, yaptırmak’. Günümüz Hakas Türkçesinde ise söz konusu bu fiil için y- >ç- ses hadisesi meydana gelmiştir. yat- ‘yatmak, uzanmak, yığılmak’ > çat- ‘yatmak, şimdiki zaman eki yor-; uzanmak’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur. yaz- ‘günah işlemek, kabahat işlemek’ (ETY) > yazın- ‘günah işlemek, karşı gelmek, yanılmak; yolunu şaşırmak’;yazuḳla- ‘suçlamak’ > çastıh- ‘yanılmak, yoldan çıkmak’ (HTS, HRS) 263 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hemen yukarıda yer alan yaz- ‘günah işlemek, kabahat işlemek’ fiili Şine Usu’da geçer (ETY) > ças- ‘sermek, dağıtmak; yazmak’ (HTY, HRS). Yazıtlarda geçen yazın- ve yazukla- fiillerinin kökü olarak yaz- verilmiştir. yel- ‘koşmak, koşturmak, dörtnala gitmek, hızlı gitmek’ > çil ‘(uçan) at’ (HTS) Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç- ve e- >i- ses gelişimi hadiseleri ile isim şeklinde yaşar. yet- ‘yedeğe almak’ > çidekte- ‘yedeklemek, dizgininden tutarak götürmek’ (HTS, HRS) Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç-, e- >i- ve t- >d- ses gelişimi hadiseleri ile çidekteşeklinde yaşar. yıġ- ‘yığmak, toplamak, kazanmak, alıkoymak- engel olmak’ > çıġ- ‘toplamak, biriktirmek’ (HTS, HRS) Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur. yi- ‘yemek’ > çĭ- (HTS, HRS) Söz konusu fiil günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ve i- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri ile yaşar. yit- ‘yitmek, kaybolmak’ > çĭt- ‘yitmek, kaybolmak’ (HTS, HRS) Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç- ve i- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri ile yaşar. Ayrıca yitürfiilinin karşılığı da vardır: yitür- ‘yitirmek, kaybetmek’ >çĭdĭr- yitirmek, kaybetmek (HTS, HRS). yoġur- ‘yoğurmak, çiğnemek, aykırı gitmek, çapraz gitmek’ > çura- ‘yoğurmak, karmak’ (HTS, HRS) Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil y- >ç- ses değişikliği ve ġ- foneminin düşmesiyle yaşar. yoḳad- ‘yok olmak’ > çoh pol- (HTS, HRS) Eski Türkçede geçen yoḏ- ve yo:k şekilleri *yo:- fiilinden türemiştir (Clauson, 1972:895). Bu yüzden yokad- fiili ve günümüz Hakas Türkçesinde bulunan çoh şekilleri de *yo:- fiil kökündentüremiş olabilir.Ayrıca günümüz Hakas Türkçesinde bulunan çoh isim şekli için y>ç- ve ḳ- >x- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir. yorı- ‘yürümek, gitmek, hareket etmek’ > çör- ‘gitmek, yürümek’ (HTS, HRS; RHS) 264 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yazıtlarda yorı- fiilinden türeyen yorıt- ‘yürütmek, harekete geçirmek, sevk etmek’ ve olumsuz şekli yorıma- fiilleri de bulunur. Hemen yukarıda yer alan yorı- fiilinin Hakas Türkçesinde o>ö- ses değişimi ile ince ünlülü şekilde kullanıldığı görülüyor. yügür- ‘koşmak’ > çügür- ‘koşmak’ (HTS, HRS) Söz konusu fiil için y- >ç- ses değişimi olmuştur. Ayrıca yügürt- ‘koşturmak, akıtmak’ >çügürt‘koşturmak, sürmek’ (HTS, HRS) fiilli de karşılık olarak Hakas Türkçesinde yer almıştır. Günümüz Hakas Türkçesinde Kullanılmayanlar aġ- ‘aşmak, çıkmak’ > aġ-ı- ‘püskürtmek’; aġıt- ‘yükseltmek, yukarı çıkarmak, uçurmak, dağıtmak’; aġtur- ‘yukarı çıkarmak, çıkartmak, yükseltmek’ alḳ- ‘bitirmek, tamamlamak, bitmek’ > alḳın- ‘mahvolmak, bitmek’ ançula-‘sunmak, arz etmek’ ań- ‘korkmak’ > ańıg- ‘korkutmak’ ar- ‘aldatmak, kandırmak’ > arıl- ‘temizlenmek, mahvolmak; yok olmak’; artur- ‘kandırmak, aldanmak, aldatılmak’ Hemen yukarıda yer alan fiillerin ār- fiilinden türemiş olabileceği söylenmiştir (Clauson, 1972:229). bedize- ‘resimlemek, süslemek, heykel yapmak’ > bedizet- ‘resimletmek, süsletmek, heykel yaptırmak’ biti- ‘yazmak’ > bitid-‘ yazdırmak’ ya da bitit- ‘yazdırmak’ boġuzlan- ‘boğazlanmak’ boşgur- ‘öğretmek, ders vermek, yetiştirmek’ böŋ- ‘tekme atmak, çifte atmak’ bul- ‘bulmak’ büŋ- ‘boynuz vurmak, toslaşmak’ emge- > emget- ‘emek çektirmek, zahmet vermek; yormak’; emgetme- ‘zahmet çektirmemek, eziyet etmemek’ 265 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 emge- ‘acı çekmek’ fiilinden yukarıdaki emget- fiili türemiştir. Söz konusu fiilin yerine daha sonra emgen- fiili kullanılmıştır (Clauson, 1972:159). emgetme- fiili de yazıtlarda olumsuz şekil olarak geçer. er- ‘imek, olmak’ ve ir-‘imek, olmak’ ıçġın- ‘kaybetmek, kaçırmak; kaybolmak’ igid- igit- ‘beslemek, bakmak, yetiştirmek, büyütmek; ilgilenmek’ ille- ‘il yapmak, vatan yapmak’; ilsire- ‘ilsizleşmek, devletsizleşmek; esaret altına girmek’; ilsiret- ‘ilsizleştirmek, devletsizleştirmek; esaret altına sokmak’ ilt- ‘iletmek, göndermek; rehberlik etmek’ ḳaġanla- ‘kağan yapmak’; ḳaġansıra- ‘kağansızlaştırmak, esaret altına almak’; ḳaġansırat‘kağansızlaştırmak, esaret altına almak’ ḳazġan- ‘kazanmak, toplamak, biriktirmek, zaptetmek; çalışmak’ ḳız- ‘kızmak’ kigür- ‘sokmak, yapmak; getirmek’ kiŋşür- ‘kışkırtmak, hiddetlenmek’ ḳo- ‘komak, koymak’ (EUTS) >ḳod-, ḳot- ‘koymak, bırakmak’ ḳod- fiili ḳo- ‘koymak, terk etmek; bırakmak’ fiil kökünden türemiştir (Clauson, 1972:595). ḳorı- ‘korumak’ küŋed- ‘cariye olmak, hizmetçi olmak’ oġurḳalat- ‘sırtlatmak, bindirmek, yükletmek’ oḳı- ‘çağırmak, davet etmek’ opla- ‘atılmak, hücum etmek’ ö- ‘düşünmek, anlamak, hatırlamak’ > ögleş- ‘istişare etmek, anlaşmak’ ög- ‘övmek’ > ögtür- ‘övdürmek’ ökün-‘ pişman olmak, hayıflanmak, kendine gelmek’ öntür- ‘çıkarmak, yükseltmek, göndermek, uzaklaştırmak; yöneltmek’ öt- ‘ötmek, kükremek; gürlemek’ 266 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ötün- ‘arz etmek, rica etmek; dilek dilemek’ sanç- ‘sançmak, mızraklamak’ sebin- ‘sevinmek’ sıḳın- ‘üzülmek, yas tutmak’ süle- ‘orduyu sevk etmek, sefere çıkmak’ > sület- ‘ordu sevk ettirmek’ süŋüş- ‘süngüleşmek, çarpmak, savaşmak’ tarḳ- ‘dağa çıkmak, dağa kaçmak’ taplama- ‘kabul etmemek’ ter-‘ kaçmak, ürküp kaçmak’ tıd- ‘mani olmak, alıkoymak’ toŋta- ‘çevrilmek, dönmek, dikilmek, devrilmek; yere çevrilmek’ topul- ‘delinmek’ tu- ‘kapamak, tıkamak, tutmak, önüne geçmek; engel olmak’ tuy- ‘duymak’ > tuyma- ‘duymamak, hissetmemek, farkına varmamak’ tuy- fiil kökünün olumsuz şeklinden t- >d- ses gelişimi sonucunda gelişmiştir. u- ‘muktedir olmak, yapabilmek’ uruġsırat- ‘kökünü kazımak, neslini kesmek’ yaŋıl- ‘yanılmak, itaatsizlık etmek’ yarlıḳa- ‘buyurmak, bağışlamak, esirgemek; korumak’ yaşa- ‘yaşamak’ yoġla-, yuġla- ‘yas töreni yapmak, ölü yemeği vermek’ > yoġlat-, yuġlat- ‘yas töreni yaptırmak, ölü yemeği verdirmek’ yoŋşur- ‘karşılıklı çekiştirmek, gammazlatmak, iftira ettirmek; suçlatmak’ yubul- ‘yuvarlanmak’ yulı- ‘yağma etmek’ yükün- ‘baş eğmek, eğilmek, secde etmek, ibadet etmek; teslim olmak’ > yüküntür- ‘baş eğdirmek’ 267 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sonuç Günümüz Hakas Türkçesinde, Eski Türkçede yer alan Orhun Yazıtları ile ses, yapı ve anlam yönünden aynı şekilde kullanılan on iki adet fiil ve fiil kökü tespit edilmiştir. Bu sonucun matematiksel ifadesi 7,3 (% 7,3) dolayındadır. Günümüz Hakas Türkçesinde doksan üç adet fiil ve fiil kökü de çeşitli ses ve şekil gelişimi hadiseleri sonucunda yer almıştır. Bu sonuç da 56,7 (% 56,7) civarındadır. Eski Türkçede Orhun Yazıtlarında geçen elli dokuz adet fiilin de Hakas Türkçesinde karşılığı yoktur ve yaklaşık olarak 35,9 (% 35,9) olarak matematiksel ifade edilebilir. Orhun Yazıtlarında geçen kök ve gövde halindeki fiiller yaklaşık olarak 64 (% 64) dolayında günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Söz konusu yazıtlarda geçen fiillerin türevi olan fiillerse bu araştırmada verilmiş ama nicelik olarak sayılmamıştır. Netice olarak fiiller bir dilin temel söz varlıkları arasında önemli bir yere sahiptir. Orhun Yazıtlarında geçen fiil varlığı günümüz Hakas Türkçesinde önemli ölçüde yer bulmuştur. Kısaltmalar EDT:Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish ETY: Eski Türk Yazıtları EUTS: Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü HRS: Hakasça-Rusça Sözlük HTS: Hakasça-Türkçe Sözlük OY: Orhun Yazıtları RHS: Rusça-Hakasça Sözlük Kaynakça Arıkoğlu, Ekrem (2005), Hakasça-Türkçe sözlük, Ankara, Akçağ Yayınları. Baskakov N. H. (1953), Hakasça-Rusça sözlük, Moskova, Kültür Bakanlığı Yayınları. Caferoğlu, A. (1993), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Enderun Yayınları. Clauson, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford, The Clarendon Press. 268 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Çankov, D. İ. (1961), Rusça-Hakasça sözlük, Moskova, Hakas Bilim Enstitüsü Yayınları. Ergin, Muharrem (2005), Orhun Abideleri, İstanbul, Boğaziçi Yayınları. Gülensoy, Tuncer (2007), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, Ankara, TDK. Orkun, Hüseyin Namık (2011) Eski Türk Yazıtları, Ankara, TDK. 269 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ESKİ TÜRKÇE KELİMELERİN ATABEY AĞZINDAKİ GÖRÜNÜMÜ Ertan Besli Ali Osman Yalkın ÖZET Bu bildiride Eski Türkçe kelimelerden Atabey ağzına ulaşanlar tespit edilmiştir. Söz konusu Eski Türkçe kelimelerin ses bilgisi, yapı bilgisi ve anlam yönünden Atabey ağzındaki mirasçıları ile arasında olan benzerlik ve ayrılıkları da art zamanlı ayrımsal-karşılaştırmalı dil bilim yöntemine göre incelenip belirlenmiştir. Bu çalışmada gerektiğinde incelenen şekillerin köken bilgisi açıklamalarına da yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Eski Türkçe, Atabey Ağzı, Köken Bilgisi, Dil Bilim. Abstract In this work, the old Turkish words having reached Atabey dialect have been identified. In terms of phonology, morphologyand meaning, the old Turkish wordshave been compared toAtabey dialect according to the comparative method. Some etymological explanations have also been taken place when they are in need . Key words: Old Turkish, Atabey Dialect, Etymology, Linguistics. Giriş Bu araştırmada Atabey ağzında tespit ettiğimiz Eski Türkçedeki şekillerini koruyan kelimeler, Eski Türkçenin söz varlığıyla karşılaştırılmıştır. Tespit edilen kelimelerin Atabey ağzındaki görünümleri, anlamları ve örnekleri verilerek sıralanmıştır. Böylece Eski Türkçe ve Atabey ağzı arasında kelimelerde meydana gelmiş bazı ses, yapı ve anlam değişmeleri tespit edilmiştir. Kelimelerin yansıttığı leksikolojik gelişmeler art zamanlı ayrımsal-karşılaştırmalı yöntem ile aydınlatılmaya çalışılmıştır. Çeviri yazı ve anlamlandırma yönünden fark tespit edilmiş şekiller sahanın temel ve güncel etimoloji sözlüklerinde taranmıştır. Elde edilen bulgular, ses ve anlam Yrd. Doç. Dr. Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bitlis-Türkiye, ertanbesli@hotmail.com.tr Arş. Gör., Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Bitlis-Türkiye, aliosmanyalkin@windowslive.com 270 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 değişikliğine uğramadan kullanılan kelimeler, ses ve anlam değişikliğine uğrayan kelimeler, sadece ses değişikliğine uğrayan kelimeler ve sadece anlam değişikline uğrayan kelimeler olmak üzere dört başlıkta incelenmiştir. 1. Ses ve Anlam Değişikliğine Uğramadan Kullanılan Kelimeler: alaŋ ‘alan’: alaŋ (EDT). Kelime, DLT’de *alang ‘alan, düz ve açık yer’ olarak geçmektedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kazak ve Nogay Türkçesi: alaŋ ‘orman içindeki açılmış yer’; Türkmen Türkçesi: alaŋ ‘küçük tepe’; Yakut Türkçesi: alās ay (<*alaŋaç); Tuva Türkçesi: ayaŋ (< *alaŋ); Kırgız Türkçesi: ayant; Kazan Tatar Türkçesi: alan; Başkurt Türkçesi: aklan (< *aglaŋ) (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “yāni alaŋda deyil;amma garıŋ;altında sayılı̄.” (‘Yani alanda değil; ama karın altında sayılır.’: AA, 2/65). aŋ- ‘anmak, hatırlamak’: Köktürkçe, Eski Uygur Türkçesi ve Orta Türkçede (DLT ve KB) aŋ- ‘hatırlamak’ şeklinde verilmiştir. Kelime, çağdaş Kıpçak şivelerinde ang-, Azeri Türkçesinde an- şeklindedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “bubasını anasını aŋmeyo.” (‘Babasını, annesini anmıyor, hatırlamıyor.’: AA, 42/70). anda ‘orada’: an ‘o’ zamirinin bulunma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur Türkçesinde anta, anda munda ‘her tarafta, ötede beride’ şekilleri verilmiştir (EUTS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “anda ābamı vėr;etmiş döymüş.” (‘Orada ablamı sürekli dövmüş.’: AA, 2/40). barmak ‘parmak’: Kökeni bar ‘olma, oluş’ isim şekli olarak verilmiştir (VEWT). Bu köken Eski Uygur Türkçesinde bar ~ par ‘var, hep, mevcut’ olarak geçmektedir (EUTS). parmak kelimesi, Eski Türkçede erŋek (KBS) ~ erŋēk (TDES); Orta Türkçede (DLT) ernek (KBS, TDES) ~ erŋēk (TDES) olarak geçer. Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: 271 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Azeri Türkçesi: barmag; Başkurt, Kazak, Kazan Tatar, Türkmen, Uygur, Karaçay-Balkar, Nogay, Karakalpak ve Kırgız Türkçesi: barmak; Özbek Türkçesi: barmåk; Teleüt Türkçesi: parmak; Küerik Türkçesi: mermek ‘baş parmak’; Çuvaş Türkçesi: pürne (KBS). Gülensoy, çağdaş Türk lehçelerindeki bar ~ ber ~ par ~ mer ~ pör kökleri dikkate alınınca Räsänen’e hak vermek gerektiğini belirtmiştir (KBS). Kelime, kökeni için verilen bar ‘olma, oluş’ şekli itibarıyla Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “barmaklā döküldü, dedi.” (‘Parmaklar döküldü, dedi.’: AA, 13/116). ber- ‘vermek’: bėr- şekli için soru işareti konulup bär- ‘vermek’ şekli verilmiştir (VEWT). EDT’de bé:r- şekli verilmiştir. Gülensoy da *bé:r- ~ *bi:r- uzun ünlülü şekilleri vermiştir (KBS). Eski Türkçede yer alan ünlü uzunlukları ve ilk hecede bulunan kapalı e dikkate alındığında bé:r- şekli doğru olabilir. EUTS’de bär- şekli verilip bir- şekline gönderme yapılmıştır. bir‘1. vermek, 2. yardımcı fiil’ anlamları verilmiştir. KBS’de Köktürkçe için ber- ~ bir-; Eski Uygur Türkçesi (Brahmi metinleri) için bér- şekilleri verilmiştir. Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: bēr- ~ ber-; Azeri Türkçesi: ver-; Kazak, Kırgız ve Özbek Türkçesi: ber-; Uygur Türkçesi: bär-; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: bir-; Yakut Türkçesi: biär-; Kumandı Türkçesi: per- (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “bi dencik mändil, berildı̄ odur.” (‘Bir tanecik mendil, verildiği odur.’: AA, 39/34). biŋ ‘bin’: Eski Uygur Türkçesinde bing~ming~mıng şekilleri verilmiştir (EUTS). Eren, kelimenin Eski Türkçeden başlayarak kullanıldığını belirtmiştir (bıŋ). Orta Türkçede miŋ olarak geçtiğinden, Eski Kıpçak Türkçesinde bin~min~miŋ şekillerinin varlığından bahsetmiş, tarihî ve çağdaş Türk lehçe ve şivelerinde daha çok miŋ şeklinin geçtiğini belirtmiştir (TDES). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: min; Türkmen Türkçesi: müŋ; Özbek Türkçesi: ming; Kazak, Kırgız ve Karakalpak Türkçesi: mıŋ; Tarançi Türkçesi: miŋ; Kazan Tatar ve Başkurt Türkçesi: meŋ; Tuva ve Yakut Türkçesi: muŋ; Çuvaş Türkçesi: pin (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “bi dencik dutuŋ, biŋ dene buluŋ;işallah, dēsiŋ.” (‘Bir tanecik tutun, bin tane bulun inşallah, dersin’: AA, 8/62). çeŋe ‘çene’: 272 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eren, kelimenin -yaygın bir inanca göre- Farsçadan alındığını (< Far. çāna ~ çana ‘the lower jaw-bone; the chin’), Türkçede çeneye eŋek adının verildiğini belirtmiştir. Kelime Azeri Türkçesinde çənə, Halaç Türkçesinde çana ~ çene şeklindedir (TDES). Gülensoy ise kelimenin gelişiminin *çeŋe < ?+ *äŋäk ‘kinn’ + çäkä ‘Schläfe’ / *iç+engek şeklinde olabileceğini belirtmiş, kelimenin Çağatay Türkçesinde çaŋġa, Azerî Türkçesinde de çänä şeklinde olduğunu vermiştir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “çeŋemi çekdilē benim.” (‘Çenemi çektiler benim.’: AA, 14/120). eŋ ‘en’: eŋ şekli Eski Türkçede aynıdır. Eski Uygur Türkçesinde äng ‘en’ şekli vardır (EUTS). Gülensoy, kelimenin *é:n ~ ēn şekillerinden geldiğini, Eski ve Orta Türkçede én, DLT’de i:n şeklinde geçtiğini belirtmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri, Kazak, Kırgız ve Özbek Türkçesi: en; Uygur Türkçesi: än; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: iŋ (ŋ ikincildir); Türkmen Türkçesi: i:n; Yakut Türkçesi: ien; Çuvaş Türkçesi: an (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekilde derecelendirme zarfı işlevinde kullanılmıştır: “bak, eŋ gıyıda şindi, bahcanıŋ içerisinde.” (‘Bak, en kıyıda şimdi, bahçenin içerisinde.’: AA, 13/17). kel- ‘gelmek’: kel- (g-) (EDT). Eski Uygur Türkçesinde kel- ‘gelmek’ olarak geçer (EUTS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “gız ävi kelene gidene gōcek.” (‘Kız evi gelene gidene koyacak.’: AA, 16/149). kit- ‘gitmek’: ket- ve kit- Eski Uygur Türkçesinden itibaren kullanılır (VEWT). Eski Uygur Türkçesinde kit~ kät- ‘gitmek, devam etmek, zail olmak’ olarak geçer (EUTS). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde (Brahmi metinleri) ké:t-, Orta Türkçede (DLT) ki:t- ‘gitmek’ şeklindedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “benim varıdı ondan; gayıb;ōdu kitti.” (‘Benim ondan var idi; kayboldu gitti.’: AA, 20/26). oŋ- ‘onmak, iyileşmek’: 273 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 oŋ (WEVT). Eski Uygur Türkçesinde ongar- ‘onarmak, iyileştirmek, iyi ve sağlam yapmak’ ve ongul- ‘iyileşmek, sağalmak’ olarak ekli hâlde geçer (EUTS). Kelime, DLT’de oŋ-ul‘iyileşmek, düzelmek, iyi olmak’ ve oŋ-ay ‘kolay’ şeklinde ekli hâlde geçmektedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “bi baktıg;oŋmadı.” (‘Bir baktık, onmadı, iyileşmedi.’, AA, 36/63). öŋ ‘ön’: öŋ (VEWT). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde öng ‘ön taraf, önce, doğu’ olarak geçer (EUTS). Eski Türkçe ve Orta Türkçede öng (< *öŋ), DLT’de öngdün ‘önce’, öndüngki ‘önceki’, öngeyük ‘bir şeye, bir kimseye mahsus olan, ayrılan, özel’ şekilleri geçmektedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: ön; Kazak, Kırgız, Türkmen ve Teleüt Türkçesi: öŋ; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): ög (< *ög+ce ‘önce’) (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “ölennēŋiziŋ öŋüne vāsın, dēsiŋ.” (‘Ölenlerinizin önüne varsın, dersin.’: AA, 8/63). soŋ ‘son’: Kelime, Eski Uygur Türkçesinde song ‘son, sonra’ (EUTS), Orta Türkçede songuk ‘son, bir şeyin sonu’ olarak geçmektedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: son; Kazak, Kazan Tatar ve Türkmen Türkçesi: soŋ; Kazan Tatar Türkçesi: soŋğı; Kırgız Türkçesi: soŋku; Kumandı Türkçesi: soŋsı ‘gelecek’; Başkurt Türkçesi: huŋ(ğı) (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “soŋ vādı̄ yėrde galır.” (‘Son vardığı yerde kalır.’: AA, 23/17). ti- ‘demek’: Eski Uygur Türkçesinde ti- ‘demek, söylemek, dilemek’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, tı̄ - > Eski Türkçe *tē- ~ té:- > DLT ti:- ~ té- şeklinde verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: diy-; Yakut Türkçesi: diä- (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “ti hadeŋ geliŋ;geydirmē gidem.” (‘De haydi gelin giydirmeye gidelim.’, AA: 20/20). tiken ‘diken’: 274 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eski Uygur Türkçesinde tikän ‘diken’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, *tik[k](e/ä)n ‘saplanan şey’ olarak verilmiştir. Kelime, Orta Türkçede tiken ~ tikken, Çağatay Türkçesinde tiken olarak geçmektedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): tiken; Oyrat ve Teleüt Türkçesi: tigen ~ tiganak; Hakas Türkçesi: tıgen; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): tikan; Kazak Türkçesi: tikana; Kumuk ve Karaçay-Balkar Türkçesi tegenek (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “eşeŋ guyuna tiken kısTı͜ıvelleridi kıstırıverirlerdi.’: AA, 14/196). bāzıları.” (‘Bazıları eşeğin kuyruğuna diken uçun ~ üçün “için”: üçün (EDT). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde üçün ‘için, sebep, dolayısıyla’ (EUTS), Eski Türkçede uçun ~ üçün ‘amacıyla, maksadıyla’ olarak geçmektedir. Kelimenin gelişimi, < *uç ‘sebep’ + (u)n / +u+n ‘vasıta durumu eki’ olarak verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kırgız, Özbek ve Uygur Türkçesi: üçün; Türkmen Türkçesi: üçi:n; Kazak Türkçesi: üşin; Kazan Tatar Türkçesi: üçin; Başkurt Türkçesi: ösön; Kumandı Türkçesi: uçın ~ uçun (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “meseĺā tarlē ikilēceŋ, üşlēceŋ bunnarıŋ eyer verem almağ;uçun olūsa.” (‘Mesela eğer verim almak için olursa tarlayı ikileyeceksin, üçleyeceksin.’: AA, 19/2). “bȫle gelinne şaKaleşmağ;üçün…” (‘Böyle gelin ile şakalaşmak için…’: AA, 22/1). yeŋge ‘yenge’: Eski Uygur Türkçesinde yängä ~ yänggä ‘yenge’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde ayrıca yeŋe ve Orta Türkçede (DLT) yengge olarak geçmektedir. Kelimenin gelişiminin *yé:ng ‘yan’ + ge [< *ya-ŋ+ge] olabileceği belirtilmiştir. Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: yeŋge; Uygur Türkçesi: yäŋgä; Azeri Türkçesi: yenge; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): yénge ~ yéngiç ~ yeni; Başkurt Türkçesi: yängä; Teleüt Türkçesi: yéng; Oyrat ve Teleüt Türkçesi: yeŋe; Baraba Türkçesi: yiŋge; Kırgız ve Altay Türkçesi: ceŋe; Kazak Türkçesi: ceŋge ~ jeŋge; Kazan Tatar Türkçesi: ciŋgä; Kumandı Türkçesi: neŋçe (< *yeng(ge)+çe) ‘ağabeyin karısı’; Yakut Türkçesi: saŋas; Çuvaş Türkçesi: yəŋGε ~ iŋGε (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır: “eŋsede gelinne yeŋge olūdu işde.” (‘Arkada gelin ile yenge olurdu işte.’: AA, 3/22). 275 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2. Ses ve Anlam Değişikliğine Uğrayan Kelimeler: tā ‘daha’: Eski Uygur Türkçesinde taḳı ‘dahi, ve, kaldı ki, nihayet, bundan başka’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi *taḳ-ı (< taḳ- ‘takmak, iliştirmek’ + -ı ‘zarf-fiil eki’) olarak verilmiştir. Kelime, Orta Türkçede (DLT) taḳı ~ daḳı “dahi’, Eski Anadolu Türkçesinde daḳı ‘dahi’ olarak geçmektedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: daha; Kırgız Türkçesi: dağı; Uygur Türkçesi: texi (‘daha’); Kazak Türkçesi: takı; Doğu Türkçesi: taki (‘dahi’) (KBS). Kelime, Atabey ağzında derilme sonucu tā şeklindedir ve ‘daha’ anlamında kullanılmıştır: “yōda gelike bi tā dulmēceg;araba.” (‘Yolda gelirken araba bir daha durmayacak.’: AA, 16/73). yalavaş ‘Yalvaç (yer adı)’: Eski Uygur Türkçesinde yalavaç ‘elçi, peygamber, yalavaç’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede (DLT) yalawaç ~ yalavaç ‘elçi, peygamber’ olarak geçmektedir. Kelimenin gelişimi, Orta Türkçe yala- ‘töhmetlemek’ (DLT) + -w(/v)aç olarak verilmiştir (KBS). Kelime, Atabey ağzında son seste süreklileşme sonucu yalavaş şeklindedir ve yer adı olarak kullanılmaktadır: “süzüllüden, yalavaşdan, orlādan gelı̄ leridin.” (‘Süzüllü’den, Yalvaç’tan, oralardan gelirlerdi.’: AA, 19/86). 3. Sadece Ses Değişikliğine Uğrayan Kelimeler: andan ‘ondan (sonra)’: an ‘o’ zamirinin ayrılma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur Türkçesinde andın ~ antın ‘ondan’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimede, +dIn ~ +tIn ayrılma ekindeki ünlü genişlemesi sonucu Atabey ağzında andan şeklindedir: “andan bubam çobanıdı.” (‘Ondan sonra babam çoban idi.’: AA, 2/87). 276 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 aŋnadıver- ‘anlatıvermek’: aŋ ‘kavrama, zeka’ isim kökünden gelir. Bu kelimeye ilişkin ilk not Senglah’da yer alır. Söz konusu kelime aŋla- fiilinin kökeni olarak verilir (EDT). aŋla- fiili, Eski Uygur Türkçesinde angla- şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişiminin *āŋ ‘düşünce, idrak, anlayış’ + laşeklinde olabileceği belirtilmiştir (KBS). Türkmen Türkçesinde aynı anlamda āŋ şeklindedir (VEWT). Uygur Türkçesinde aŋ ve äŋ ‘yabani’ şeklindedir. Bu anlamda ve aŋ şeklinde Kazak Türkçesinde de yer alır. Söz konusu kelime Moğolcada da ‘yabani hayvan’ anlamındadır (VEWT). Kelimenin kökü olarak verilen aŋ isminin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Başkurt, Kazan Tatar ve Uygur Türkçesi: aŋ ‘zihin’; Türkmen Türkçesi: aŋ ‘hatırlamak’ (KBS). aŋlatıver- fiili Atabey ağzında ilerleyici ünsüz benzeşmesi ve ekleşmeye bağlı ötümlüleşme sonucu aŋnadıver- olmuştur: “masa aŋnadıveridin;eveli.” (‘Önceden masal anlatıverirdi.’: AA, 28/32). aŋŋı ~ endē (<< andaki) ‘o, oradaki’: an ‘o’ zamirinin aitlik eki ile kalıplaşmış bulunma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur Türkçesinde verilen anta, anda munda ‘her tarafta, ötede beride’ şekillerinin (EUTS) aitlik eki ile çekimlenmiş şeklidir. aŋŋı şekli; ünlü düzleşmesi, hece düşmesi ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi olaylarıyla bu hâlini almış olmalıdır (aŋŋı < ankı < andakı < andaki): “aŋŋını at gē!” (‘Onu at gel’: AA, 4/23). endē şekli ise gerileyici ünlü benzeşmesi, süreklileşme ve derilme olaylarıyla bu hâlini almış olmalıdır (endē < endeği < endeki < andaki): “endē daşıŋ;üssüne bi otur, dedi.” [‘O (oradaki) taşın üstüne bir otur, dedi.’: AA, 47/134]. bėŋ ‘ben, tende bulunan leke veya kabartı’: Eski Türkçede beŋ şekli XI. yüzyılda görülmeye başlanmıştır (KBS). Eski Uygur Türkçesinde mäng ‘ben, hal’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Eren, diyalektlerde kullanılan meŋ şekillerinin beŋ şeklinden geldiğini belirtmiştir (TDES). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen, Nogay, Karakalpak, Kırgız, Altay, Teleüt, Şor, Küerik, Tarançi ve Tuva Türkçesi: meŋ; Kırgız Türkçesi: meŋdi ‘benli’ (KBS). Kelime, Atabey ağzında e > ė değişimi (ünlü daralması) sonucu bėŋ şeklinde geçmektedir: “bilassa ben, bėŋni candarma, bėŋni Candarma…” (‘Bilhassa ben, benli jandarma, benli jandarma…’: AA, 18/148). beŋzē (<< beŋiz+e-r) ‘benzer’: 277 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kelime, beŋiz isminden türemiştir. Söz konusu kelime Eski Uygur Türkçesinde mängiz ‘beniz, görünüş’ olarak geçmektedir (EUTS). Eski Türkçede beŋiz olarak geçen kelime, Orta Türkçede mäng(i)z ‘beniz, yüz’ ve Çağatay Türkçesinde méŋiz olarak geçmektedir. Kelimenin *bäŋ́ kelimesinden gelmiş olabileceği belirtilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: beŋiz; Kazak Türkçesi: meŋiz; Hakas Türkçesi: meyiz; Uygur Türkçesi: meŋzi ‘yanak’ (KBS). Kelime, Atabey ağzında ekleşmeye bağlı ünlü düşmesi sonucu beŋzē (< beŋiz+e-r) ‘benzer’ olarak kullanılmıştır: “zeki mürene beŋzē.” (‘Zeki Müren’e benzer.’: AA, 9/120). biş- ‘pişmek’: bış-, biş-, pış- ve piş- şekilleri Eski Türkçede görülür (EDT). Eski Uygur Türkçesinde bış‘olgunlaş-, pişmek, olmak’ şeklinde verilmiştir (EUTS). Gülensoy, kelimenin bış- ‘pişmek, olgunlaşmak; meyve olmak’ şeklinden geldiğini belirterek Eski Türkçe (Köktürkçe ve Eski Uygur Türkçesi), Orta Türkçe (DLT) için bış- ~ biş- ~ Orta Türkçe (DLT) pış- şekillerini vermiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kazak Türkçesi: bis-; Azeri, Başkurt, Kazan Tatar, Türkmen, Kerkük (Irak Türkmen) Türkçesi: biş-; Kırgız Türkçesi: bış-; Yakut Türkçesi: bus-; Kazak, Özbek ve Uygur Türkçesi pis- (KBS). Kelime, Atabey Ağzında ünlünün art sıradan ön sıraya geçmesi sonucu biş- şeklindedir: “çokca südüle bişirisiŋ.” (‘Çokça süt ile pişirirsin.’: AA, 36/55). böyük ‘büyük’: bed̠ü- fiilinden türer (EDT). Eski Uygur Türkçesinde bedük ‘büyük, yüksek, ulu, azametli’ olarak verilmiştir (EUTS). Gülensoy, kelimenin gelişimini *bed̠ü-k şeklinde verip Orta Türkçede (DLT) bedük ~ bed̠ük olarak geçtiğini belirtmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Gagavuz Türkçesi: büük; Tellafer ağzı (Irak Türkmen), Uygur Türkçesi: büyük; Kazak Türkçesi: büyik; Azeri Türkçesi: böyük; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): böyüg ~ böyig ~ beyüg; Türkmen Türkçesi: beyik; Kırgız Türkçesi: biyik; Sarı Uygur Türkçesi: pezik (KBS). Kelime, Atabey ağzında süreklileşme ve ünlü yuvarlaklaşması sonucu (bedük > bed̠ük > beyük >) böyük şeklindedir: “da böyük yatır, türbe olårakdan…” (‘Da büyük yatır, türbe olarak…’: AA, 1/45). 278 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 çiŋne- ‘çınlamak’: çınlā- ‘gerçeği söylemek, doğru davranmak’ fiili çı:n isminden türer (EDT). Burada ilerleyici benzeşme ve ā- foneminin a- fonemine değişmesi yer alır. çın ‘doğru, gerçek, tam, kesin olarak’ ismi Eski Uygur Türkçesinde geçmektedir (EUTS). Gülensoy ise çınla- ‘çın diye ses çıkarmak’ fiilinin *çıŋ isminden türediğini belirterek Orta Türkçede (DLT) çıngra- şeklinde geçtiğini belirtmiştir (KBS). Kelime, Atabey ağzında uyum değişmesi ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi sonucu çiŋneşeklindedir: “gulakları çiŋnesin.” (‘Kulakları çınlasın.’: AA, 14/197). deŋiz ‘deniz’: teŋiz (d-) XI. yüzyılda karşılaşılmıştır. Eski Türkçede talu:y şekli yerine geçer (EDT). Kelimenin gelişiminin *teŋ ‘göl, bataklık’ + (i)z şeklinde olabileceği belirtilip kelimenin Eski ve Orta Türkçede teŋiz, Eski Anadolu Türkçesinde deŋiz şekilleri verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Oyrat Türkçesi: teŋis; Kazak Türkçesi: teŋiz; Karaçay-Balkar Türkçesi: teŋŋiz; Kazan Tatar Türkçesi: diŋęz ~ diŋgęz (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu deŋiz şeklindedir: “Buldeyleri ege deŋizine dökdü yā!” (‘Buğdayları Ege Denizine döktü yahu!’, AA: 14/188). diŋel- ‘ayakta durmak, ayağa kalkmak, dik durmak’: Kelimenin gelişimi ding < *ting+el- ‘ayakta durmak’ şeklinde verilmiştir (KBS). Kelimenin *ting isminden geldiği kabul edilirse kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu diŋel- şeklindedir: “dabançēle şȫle diŋeldi, täslim, dedi.” (‘Tabancayla şöyle dikildi, teslim, dedi.’: AA, 18/142). diŋne- ‘dinlemek’: tıŋla- (d-). Bu şekil tıŋ isminden türemiştir. Bu şeklin anlamı şüphelidir. Çince t’ing şeklinden türemesi daha yüksek bir olasılık olabilir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde tıngla- ‘dinlemek, kulak asmak’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, *tıŋ ‘ses, sada, sadanın perdesi, nağme’ + la- şeklinde verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Soyon Türkçesi: dıŋna-; Kazak Türkçesi: tıŋda-; Kırgız Türkçesi: tıŋşa-; Doğu Türkçesi: tinşa-; Kumandı Türkçesi: tınan-; Altay Türkçesi: tıŋda- ‘dinlemek’; Çuvaş Türkçesi: tęnla(KBS). 279 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi sonucu diŋneşeklindedir: “onnarı ȫle diŋnesem, otursam…” (‘Onları öyle dinlesem, otursam…’: AA, 47/22). diŋnen- ‘dinlenmek’: Eski Uygur Türkçesinde tın- ‘dinlenmek’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, Orta Türkçe tı̄n ‘nefes’ (DLT) + la-n- şeklinde verilmiştir. Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi dı̄n- ~ tı̄n-; Yakut Türkçesi tı̄n- (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme, uyum değişmesi ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi sonucu diŋnen- şeklindedir: “ondā on;ikiye gıdā diŋneniriz.” (‘Ondan on ikiye kadar dinleniriz.’: AA, 30/25). doŋ- ‘donmak’: toŋ- (d-) ‘donmak’ (EDT). Eski Türkçede toŋ- ‘donmak’ şekli verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Şor Türkçesi: toġ-; Kazan Tatar Türkçesi: tuŋ-; Altay Türkçesi: toŋ-; Yakut Türkçesi: toŋ-ot-; Çuvaş Türkçesi: tęm- ~ tƟm- (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu doŋ- şeklindedir: “o bȫle doŋā galı̄ gar gibi.” (‘O böyle kar gibi donar kalır.’: AA, 27/39). düŋür ‘dünür’: tün isminden türemiş geçişsiz fiildir. Eski Uygur Türkçesinde tüner- (d-) ‘kararmak, karanlık basmak’ fiili vardır (EDT). Kelimenin gelişimi tüŋ-(ü)r şeklinde gösterilip Orta Türkçede (DLT) tüŋür ‘karının hısımları’ şekli verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Uygur, Doğu ve Yakut Türkçesi: tüŋür; Yakut Türkçesi: tügür ~ tümür (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu düŋür şeklindedir: “äsgiden imec;edēleridi düŋürlē.” (‘Eskiden dünürler imece yaparlardı.’: AA, 16/137). ēle ‘öyle’: aylā ‘öyle’ yeniden yapılandırılmış şekli önerilmiştir. a- > e- gelişiminin ne zaman olduğu kesin değildir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde äyin ‘böylece, buna göre’ şekli verilmiştir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede (DLT) eyle (< o il-e) ‘öyle’ şeklinde geçmektedir (KBS). 280 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: elä; Başkurt Türkçesi: oşolay; Kazak Türkçesi: olay ~ sonday; Kırgız Türkçesi: anday ~ mınday; Özbek Türkçesi: undäy; Uygur Türkçesi: undak; Kazan Tatar Türkçesi: şuşılay ~ sımak ~ kibik; Kumuk Türkçesi: ındıġ ok; Türkmen Türkçesi: kimik ~ şeyle ~ beyle (KBS). Kelime, önerilen aylā ‘öyle’ yeniden yapılandırılmış şekline göre Atabey ağzında uyum değişmesi ve erime sonucu ēle şeklindedir: “äsgiden ber;ēle duyuyos;tabi.” (‘Eskiden beri öyle duyuyoruz tabii.’: AA, 29/17). eTmek ‘ekmek’: Orta Türkçede (DLT) etmek ~ étmek ~ epmek ~ ötmek ‘yenecek ekmek’ olarak geçer (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: ikmäk (KBS). Kelime, Atabey ağzında yarı ötümlüleşme sonucu eTmek şeklindedir: “bizim;iki tōrba: biri eTmek torbası, biri däfdē kitap.” (‘Bizim iki torba [olurdu]: biri ekmek torbası, biri defter kitap [torbası].’: AA, 14/144). eyi ‘iyi’: ädgü (VEWT) ve ed̠gü (EDT). Eski Uygur Türkçesinde ädgü ‘iyi, üstünlük’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi, *äd ‘değer, kıymet, mal’ + gü olarak gösterilip Eski Türkçe (Eski Uygur Türkçesi) ädgü > Orta Türkçe (DLT) *ed̠gü > *eygü > Eski Anadolu Türkçesi eyü > eyi > iyi şeklinde verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kazak Türkçesi: iyi ~ iygi ~ izgi; Azeri ve Kazan Tatar Türkçesi: yaḫşı; Özbek ve Uygur Türkçesi: yaḫşi; Başkurt Türkçesi: yaksı; Türkmen Türkçesi: yağşı; Kırgız Türkçesi: cakşı; Kazak Türkçesi: jaksı (KBS). Kelime, Atabey ağzında süreklileşme, ünsüz düşmesi ve ünlü düzleşmesi sonucu eyi şeklindedir: “ben gışın Falan gidemeyodu, şindi hava eyi olunca bö͜ün cāmiye gettim gēdim.” (‘Ben kışın falan gidemiyordum, şimdi hava iyi olunca bugün camiye gittim geldim.’: AA, 26/6). geŋ ~ geŋiş ‘geniş’: gen kelimesi, Eski Uygur Türkçesinde king ‘en, genişlik’ olarak geçer (EUTS). Eski ve Orta Türkçede king ‘geniş’ olarak geçer. geniş kelimesi ise Eski Uygur Türkçesinde (Brahmi metinleri) kéŋ, DLT kiŋ kelimelerinden türemiş (< ké:ŋ+(i)ş) bir kelimedir (KBS). 281 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: gi:ŋ; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): gey (< geŋ < *keŋ); Yakut Türkçesi: kieŋ (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu geŋ ~ geŋiş şekillerindedir: “şindi her tıraf geŋ;galdı.” (‘Şimdi her taraf boş kaldı.’: AA, 12/53). Burada geŋ kelimesi ‘boş’ anlamında kullanılmıştır. “şu sobanıŋ;ātından geŋiş.” (‘Şu sobanın altından geniş.’: AA, 12/117). gene ‘yine’: yeme ve yan- ‘geri dönmek’ fiilinden yanā ‘yine’ (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yämä ~ yimä ~ yana ‘yine, tekrar, yeniden’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi yan- ‘geri dönmek, döndürmek, geri gelmek’ + -a ‘zarf-fiil eki’ olarak verilmiştir. Kelime, yazıtlarda yana ~ yanya; Brahmi metinlerinde yänä ~ yiņä ~ y(i)ņä: ~ yŋä; Orta Türkçede (DLT) yana ~ yeme, Codex Cumanicus’ta yana ~ yenä olarak geçer (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: yene; Azeri Türkçesi: yenä; Başkurt, Özbek ve Kazan Tatar Türkçesi: yänä ~ yaŋadan; Uygur Türkçesi: yana; Başkurt Türkçesi: yaŋınan; Kırgız Türkçesi: cana; Kazak Türkçesi: jaŋadan (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste süreksizleşme (g < y) sonucu gene şeklindedir: “ō gerisiŋ;geri gene vā.” (‘O gerisin geri yine var.’: AA, 4/25). gey- ‘giymek’: Eski Uygur Türkçesinde käd- ‘giymek’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi *ké-d̠> *kéd̠- > Köktürkçe, Eski Uygur Türkçesi ve DLT’de ked- > key- > kéy- > kiy- > giy- olarak verilmiştir (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve son seste süreklileşme sonucu geyşeklindedir: “foter geyē, gırevet dakā bayram gün.” (‘Fötr giyer, kravat takar bayram günü.’: AA, 3/143). gözē ‘güzel’: Kelimenin gelişimi *köz > göz+el olarak verilmiştir (KBS). köz kelimesi, Eski Uygur Türkçesinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: 282 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kerkük (Irak Türkmen) ve Türkmen Türkçesi: gözel; Azeri ve Uygur Türkçesi: gözäl; Başkurt, Özbek ve Uygur Türkçesi: güzäl; Kırgız Türkçesi: gözöl ~ körktǖ; Kazak Türkçesi: körikti (KBS). Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve erime sonucu gözē şeklindedir: “dışları gözē, işleri bomboş, demiş.” (‘Dışları güzel, içleri bomboş, demiş.’: AA, 8/39). keri ‘sonra’: ké:rü (g-) ‘geri, geride’. ké: şeklinden türemiş zarf-fiildir. Eski Uygur Türkçesinde kärü ~ kirü ‘geri’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi, *ké:d ‘arka, geri, son’ > Eski Türkçe kerü ~ kirü > Orta Türkçe (DLT) kirü ~ kérü olarak belirtilmiştir. Kelime, Eski Uygur Türkçesinde kén ‘sonra’ ~ kit ‘son’; DLT’de ki:d ~ ki:din ‘sonra’ olarak geçmektedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünlü düzleşmesi sonucu keri şeklindedir: “o öldükdeŋ;keri älim boş gib;ōldu.” (‘O öldükten sonra elim boş gibi oldu.’, AA: 2/89). övey ‘üvey’: ‘öge:y’ (EDT). Kelimenin gelişimi, ög ‘anne’ (EUTS) +(e)y olarak verilmiştir. Kelime, Orta Türkçede (DLT) ögey ‘üvey’ olarak geçer (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Karaçay Türkçesi: öge; Azeri, Türkmen, Karakalpak, Kazak, Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen) Türkçesi: ögey; Özbek Türkçesi: ögäy; Kırgız ve Uygur Türkçesi: ögöy; Türkmen Türkçesi: övey; Altay Türkçesi: öy; Hakas, Oyrat, Teleüt, Altay, Sagay, Koybal, Şor ve Kumandı Türkçesi: ööy; Özbek Türkçesi: ogay ~ ugay; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: ügəy ~ ügäy; Kazan Tatar Türkçesi: ügi; Sagay, Koybal ve Altay Türkçesi ǖy (KBS). Kelime, Atabey ağzında dudaklılaşma sonucu övey şeklindedir: “o övey;ana da demiş.” (‘O üvey anne de demiş.’: AA, 33/53). seKizen ‘seksen’: Eski Uygur Türkçesinde säkizon ‘seksen’ (EUTS), Orta Türkçede (DLT) seksün ~ sekiz on (< sekiz+on) ‘seksen’ olarak geçer (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Kazak ve Kırgız Türkçesi: seksen; Azeri ve Uygur Türkçesi: säksän; Özbek Türkçesi: säksån; Altay Türkçesi: sekizen (< sekiz+on); Türkmen Türkçesi: seğsen; Tuva Türkçesi: sezen (< sekiz+on); Sarı Uygur Türkçesi: sagıson ~ sakson; Hakas Türkçesi: sigizon; Kazan Tatar Türkçesi: siksän; Başkurt Türkçesi: hikhän; Çuvaş Türkçesi: akarvunnă; Yakut Türkçesi: ağısuon (KBS). Kelime, Atabey ağzında yarı ötümlüleşme ve ünlü düzleşmesi sonucu seKizen şeklindedir: 283 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “yaşlā seKizen yėdi.” (‘Yaşlar seksen yedi.’: AA, 45/52). sıçıra- ‘sıçramak’: saçār isim şeklinden türemiştir (EDT). Kelimenin *saç-ra- şeklinden türemiş olabileceği belirtilmiştir. Eski Türkçede (Köktürkçe ve Eski Uygur Türkçesi) saçıra-(t)-, Orta Türkçede saçra- ‘sıçramak’ (DLT: saçrat- ~ saçrıt- ‘istemeden sıçratmak’) şekilleri geçmektedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünlü daralması sonucu sıçıra- şeklindedir. Ancak kelimede Eski Türkçede şekilde olduğu gibi ünlü düşmesi olayı gerçekleşmemiştir: “sıçıradı, galgıdı çok şükür.” (‘Sıçradı, zıpladı çok şükür’: AA, 45/51). tışarı ‘dışarı’: taş isim şeklinden gelir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde taşġaru ~ taşḳaru ~ tasġaru ‘dışarı, taşra’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi taş (DLT) + ġaru ‘yön eki’ > taşġaru > tışġaru > tışaru > dışaru > dışarı olarak verilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Altay Türkçesi: tışkaru; Azeri Türkçesi: dışgarı ~ dışarı (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünsüz düşmesi ve ünlü düzleşmesi sonucu tışarı şeklindedir: “çıkartmazlā tışarı.” (‘Dışarı çıkartmazlar.’, AA: 47/72). to͜um ‘doğum’: toġ- > doğ- fiilinden türemiş bir isimdir. to͜um kelimesi, Eski Uygur Türkçesinde tuġum ‘doğum’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin kökü, Eski ve Orta Türkçede toġ- ~ tuġşeklindedir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: doġ-; Doğu, Tarançi ve Özbek Türkçesi: toġ- ~ tuġ-; Karayim ve Türkmen Türkçesi tuv-; Kazak ve Oyrat Türkçesi: tǖ-; Çuvaş Türkçesi: tū- ~ tęv- (KBS). Kelime, Atabey ağzında süreklileşme ve büzülme sonucu to͜um şeklindedir: “to͜umda çorbadır, köftedir, bi bi şēlē ikrām;edēlē.” (‘Doğumda çorbadır, köftedir, bir şeyler ikram ederler.’: AA, 10/11). yalıŋız ~ yalnus ‘yalnız’: Eski Uygur Türkçesinde yalanġus ~ yalanġuz ~ yalġuz ~ yalnguz ‘yalnız, tek’ olarak geçmektedir (EUTS). Eski Türkçede ayrıca yalŋus (yalaŋus) ~ yālińuz ~ yalaŋuz ve Orta Türkçede (DLT) yalnus şekilleri de bulunmaktadır. Kelimenin gelişiminin yalıŋ/yalaŋ ‘yalın, çıplak’ + os/ + oz veya yalıŋ+us veya *yalıŋ öz olabileceği belirtilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: 284 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Azeri Türkçesi: yalnız; Türkmen Türkçesi: yalŋı̄z; Kazan Tatar Türkçesi: yalğız; Uygur ve Kerkük (Irak Türkmen) Türkçesi: yalğuz; Özbek Türkçesi: yålğız; Başkurt Türkçesi: yaŋğız; Kırgız Türkçesi: calğız ~ calkı ~ caŋgız; Kazak Türkçesi: jalğız; Kumandı Türkçesi: n’agıs (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünlü daralması ve ünlü düzleşmesi sonucu yalıŋız şeklindedir. Eski Türkçede görülen yalŋus şekli ise Atabey ağzında DLT’deki şekil gibi yalnus şeklindedir: “burda aldım, burda yapdım yalıŋız başımla.” (‘Yalnız başıma burada aldım, burada yaptım): AA, 28/23). “gök işēsinden yalnus havanıŋ şartlarını incélemeg;üze͜e…” (‘Gök şeyinden yalnız havanın şartlarını incelemek üzere…’: AA, 5/10). yėŋi ‘yeni’: Eski Uygur Türkçesinde yangı ‘yeni, taze’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede yangı ~ yengi (DLT: yangıla ‘yeniden’, yangıla- ‘yenile-); yaŋı̄ olarak geçmektedir. Kelimenin gelişiminin *yang(/ŋ) ‘*saklanması gereken şey’ + ı veya *yang+ı̄l- ‘yanılmak’; yang+ı+la‘yenilemek’ şekillerinde olabileceği belirtilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Uygur Türkçesi: yeŋi; Azeri Türkçesi: yeni ~ yenidän; Özbek Türkçesi: yängi; Başkurt Türkçesi: yaŋı; Kazan Tatar Türkçesi: yaŋa; Kırgız ve Altay Türkçesi: caŋı; Kazak Türkçesi: jaŋı (KBS). Kelime, Atabey ağzında uyum değişmesi ve ünlü daralması sonucu yėŋi şeklindedir: “o yėŋi işēniŋ;ōda.” (‘O yeni şeyin orada.’: AA, 19/109). yokarı ‘yukarı’: yügerü: Bu şekil yükgerü şeklinden gelir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yoḳaru ‘yukarı’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede yokar ~ yokaru ~ yukaru, Çağatay Türkçesinde yokkari ~ yokarı, Rabguzi’de yoḳḳarı ~ yoḳġarı olarak geçmektedir. Kelimenin gelişiminin *yok ‘yokuş, yukarı; yükseklik, yükselmiş, yükselen’ + ġaru ‘eski yön eki’ (> yokaru > yukaru > yukarı) olabileceği belirtilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Türkmen Türkçesi: yukarı; Özbek Türkçesi: yuḳåri; Uygur Türkçesi: yukuri ~ jukuri; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: yuğarı; Azeri Türkçesi: yuḫarı; Kırgız Türkçesi: coğoru; Hakas Türkçesi: çoğar; Sagay Türkçesi: çoğarı; Kazak Türkçesi: joğarı; Yakut Türkçesi: sogorü ~ sogoru (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünlü düzleşmesi sonucu yokarı şeklindedir: “güÇcük daşlā yokarı çıKıyomuş.” (‘Küçük taşlar yukarı çıkıyormuş’: AA, 8/28). 285 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yörü- ‘yürümek’: yorı- (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yorı- ~ yür- ~ yürü- ‘yürümek, gitmek, hareket etmek’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede yorı- ~ yür- olarak geçmektedir. Kelimenin gelişiminin *yöri- < *yōr-(ı)- şeklinde olabileceği belirtilmiştir (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Özbek Türkçesi: yur- ‘yürümek’; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: yör- (< *yür-); Türkmen Türkçesi: yöre-; Azeri Türkçesi: yeri-; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): yéri-; Kırgız Türkçesi: cürü-; Uygur Türkçesi: jür-; Kazak Türkçesi: jürü- (KBS). Kelime, Atabey ağzında ünlü yuvarlaklaşması ve uyum değişmesi sonucu yörü- şeklindedir: “öküzlē yörümez.” (‘Öküzler yürümez’: AA, 20/54). 4. Sadece Anlam Değişikliğine Uğrayan Kelimeler: eŋse ‘art, arka’: Eski Türkçede eŋse ‘boynun arka tarafı’ olarak geçer (KBS). Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir: Azeri Türkçesi: änsä; Özbek Türkçesi: ensä; Türkmen Türkçesi: yeŋse; Uygur Türkçesi: yälkä; Özbek Türkçesi: yelkä; Başkurt Türkçesi: yilkä; Kazan Tatar Türkçesi: cilkä; Kırgız Türkçesi: celke; Kazak Türkçesi: jelke (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçedeki şekliyle eŋse olarak; ancak ‘art, arka’ anlamında kullanılmıştır: “eŋseye de gelim;binē.” (‘Arkaya da gelin biner.’: AA, 3/19). siŋ- ‘gizlenmek, saklanmak’: Kelime, Eski Uygur Türkçesinde sing- ‘damlamak’ şeklinde (EUTS), Orta Türkçede (DLT) sing- ‘gizlenmek, saklanmak’ olarak geçmektedir (KBS). Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçedeki şekliyle siŋ- olarak; ancak Eski Uygur Türkçesindeki ‘damlamak’ anlamından farklı olarak DLT’deki ‘gizlenmek, saklanmak’ anlamıyla kullanılmıştır: “galannā burdu siŋnemmiş.” (‘Kalanlar burada gizlenmiş.’: AA, 43/22). Sonuç Atabey ağzında Eski Türkçe şekilleri koruyan 52 kelime tespit edilmiştir. Bu kelimelerin 17’si (yaklaşık %32) ses ve anlam değişikliğine uğramadan kullanılmıştır. Bu kelimelerin 2’si (yaklaşık %4) hem ses hem de anlam, 31’i (yaklaşık %60) sadece ses, kalan 2’si de (yaklaşık %4) sadece anlam değişikliğine uğramıştır. Ses değişiklikleri incelendiğinde ünlülerle ilgili ses 286 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 değişikliklerinde ünlü düzleşmesi, ünlü daralması ve uyum değişmesi; ünsüzlerle ilgili ses değişikliklerinde ise ön seste ötümlüleşme, süreklileşme ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi olayları yoğun olarak görülmektedir. Bu sonuca göre Eski Türkçe kelimeler, Atabey ağzında büyük oranda aynı şekilde veya bazı ses olayları ile devam etmektedir. Kısaltmalar AA: Atabey Ağzı DLT: Divanu Lugati’t-Türk KB: Kutadgu Bilig EDT: Etymological Dictionary of PreThirteenth-Century Turkish KBS: (Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin) Köken Bilgisi Sözlüğü EUTS: Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü TDES: Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü Far.: Farsça VEWT: Versuch Eines Etymologischen Wörterbuchs Der Türksprachen Çeviri Yazı İşaretleri ä (veya) ə: açık e ;: ulama işareti Ç: yarı ötümlü ç ünsüzü, ç-c arası ünsüz ͜a : ikiz ünlü işareti d̠: palatal d ünsüzü é (veya) ė: kapalı e ġ: art damak g ünsüzü ḫ: hırıltı h ünsüzü ḳ: art damak k ünsüzü K: yarı ötümlü k ünsüzü, k-g arası ünsüz ŋ: damak n’si l (veya) r: gevşek boğumlanmalı ünsüzler Ɵ: ö’den farklı ünlü T: yarı ötümlü t ünsüzü, t-d arası ünsüz w: çift dudak v’si : (veya) ̄ : ünlüde uzunluk ̊ : ünlüde yarı yuvarlaklık ́ : ünsüzde palatallik 287 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça Caferoğlu, A. (1968), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları. Clauson, G. (1972), Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford, Calenderon Press. Eren, H. (1999), Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara, Bizim Büro Basım Evi. Gülensoy, T. (2007), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_ttas&view=ttas (10.05.2014) Räsänen, M. (1969), Versuch, Eines Etymologischen Wörterbuchs Der Türksprachen, Helsinki, Suomalais-Ugrılaınen Seura. Yalkın, A. O. (2013), Atabey Ağzı (Giriş-İnceleme-Metinler-Sözlük), Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 288 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 NASRETTİN HOCA FIKRALARINDA DEVLET OLGUSU Esat ARSLAN ÖZET Nasrettin Hoca tüm dünya ulusları tarafından tanınan ünlü bir Türk Halk bilgesidir. Çeşitli milletler onu değişik adlar altında kendi uluslarına mal etmeğe çalışsalar da Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte dünyada en çok tanınan aydın, bilge ve “devlet-ebed müddet” şiarını kendi kişisel kimliği ile bütünleştirmiş deyim yerinde ise aynı zamanda devletin bekasını varlık sebebinin kökeninde gören rütbesi küçük olsa da bir Türk devlet adamıdır. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında yaşamış olmasına karşın, ölümünden neredeyse 120 yıl sonra 1402 yılında Ankara Savaşından sonra Anadolu’ya gelen Timur ile birlikte yakıştırılan fıkralarında devletin içine düştüğü esaret günlerinde bile halkın tutunacağı bir dal mertebesindeki bir görünge içerisindedir. Yazılı olmayan ya da müellifi belli olmayan ve halkın ortak ürünü olan sözlü mizahta, mizahın korkunun ürünü olduğu daha belirgindir. Halk, yaşadığı dönemin egemen ve tiran düzeyindeki güçlerini yermek, onlarla alay etmek isteyince onun evrensel fıkralarını yâda Hoca’nın belli kişiliğine uyan başka fıkraları da onun kişiliğine mal ettiği görülmektedir. Bir başka deyişle Nasrettin Hoca’nın halkın sözcüsü rolü ile halkın karşılaştığı güçlük ve sıkıntıları mizaha başvurarak dile getirmiş olduğu savını güçlendirmektedir. Bu bildiri kapsamında Nasrettin Hoca fıkralarındaki devlet olgusu ile birlikte halkıyla bütünleşen jeo-kültürel devlet modelinde devletin bekası konusu ele alınacak, yönetimden Prof. Dr. Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yenice-Mersin / TÜRKİYE ; <esat@cag.edu.tr> 289 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bulunan zalim iktidara yönelik mizahi suçlama incelikleri irdelenecek, bu konularda çıkarımlarda bulunulacaktır. Anahtar Kelimeler: Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara Savaşı, Timur, Nasrettin Hoca, Türkiye 1. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Değerlendirilmesi 1.1. Nasrettin Hoca’nın Yaşadığı Dönem Yapılan araştırmalar, milletimizin büyük mizah simgesi Nasrettin Hoca’nın efsanevi (légendaire) yâda kurgusal bir kişi olmayıp, Anadolu’da siyasî ve sosyal açıdan büyük sıkıntıların yaşandığı XIII. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti sınırları içersinde Sivrihisar ve Akşehir’de yaşamıştır. Nasrettin Hoca, Hicrî 605, Miladî 1208 yılında Sivrihisar´in Hortu köyünde doğmuştur. Birçok doğu ve batı kaynaklarına göre babası Hortu köyünün imamı olan Abdullah Efendi, annesi Sıdıka Hatun’dur. Asıl ismi Mahmut’tur, doğduğu köyüne mülhem, el Hortî değil, El Hoyî’dir. 1200'lerden 1900'lere dek tam 700 yıl Hace Nasrettin olarak anılan ünlü fıkra tiplememizin adı 1900'lerin başlarında Nasrettin Hoca olarak değiştirilmiş ve o şekilde anılmaya başlanmıştır. Nedeni ise, Arapların Birinci Dünya savaşında Batıyla yapmış oldukları işbirliği ve yayılmacı güçler yanında yer almasıdır. Selçuklu ve Osmanlı'da Hace Nasrettin şeref adlarıdır, arkasına gerçek ad eklenmektedir. Aynı zamanda “Ahî Evran” olarak da bilinen Hace Nasrettin Mahmut El Hoyî (Farsça) ya da El-Hûyî (Arapça) gibi... Nasrettin Hoca fıkralarında yer alan konular, Batı ve Doğu ülkelerindeki yaygın fıkralarda işlenenlerle kıyaslandığında bunların Tayland, Pencap ve Türkistan ile Almanya, Fransa, İngiltere, İber yarımadası, Baltık ülkeleri ve İskandinavya, Kuzey Afrika, Mısır ve Sudan dâhil engin bir coğrafyayı kapsadığı görülmektedir. Bu temaların bir kısmı rastlantı veya doğal benzerlikle açıklanabilirken, birçoğunun aynı kaynaktan geldiği de anlaşılmaktadır. Dikkat çeken diğer bir husus da başta Arapların Cuhâ'sı olmak üzere Almanların Till Eulengspiegel’i, Amerikalıların Paul Bunyan'ı, Bulgarların Hıtar Petar'ı, İngilizlerin Joe Miller'i, İtalyanların Bertoldo'su, İtalyan mizah yazarı Giovanni Guareschi'nin yarattığı 290 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kasaba papazıDon Camillo’su, Rusların Balakirew, Yugoslavların Kerempuh ve Era'sı, Japonların Ikkyu'suna ait fıkraların hocanın fıkralarıyla benzerlik göstermesidir. 65 Arapların Cuhâ tiplemesi, 1100'lü yılların Arap şaka tiplemesidir. Ünü Kuzey Afrika'dan Mısır, Arabistan, Suriye ve İran topraklarına dek yayılmıştır. Anadolu'daki Cuhâ ile ilgili en eski kayıt, Mevlana'nın ünlü eseri Mesnevi' dedir. 66 Bununla beraber, Türkiye'de bile hoca ile ilişkilendirilebilecek Karagöz, Hacivat, Ebleh Mehmet gibi tipler de bulunmaktadır. Ancak tarihî gerçek ne olursa olsun Anadolu'dan yayılan Nasrettin Hoca fıkralarının Doğu İslâm zekâsının özel bir ürünü olduğu kabul gören bir realitedir. Dolayısıyla bu durum onu bütün Doğu İslâm dünyasının ortak kahramanı yapmıştır. Türkistan'da Çin sınırındaki İli vadisinden Kafkasya'ya, İran Azerbaycan’ından Arabistan'a, Türkiye, Mısır ve Akdeniz kıyılarından Tunus, Kırım ve Kazakistan'a kadar her yerde hoca vardır. Daha önce Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde kalmış Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Yunanistan ve Arnavutluk'ta da Osmanlı Devletinin Balkanlarda egemen olduğu topraklar üzerindeki Bulgar, Romen, Makedon, Yunan, Arnavut, Sırp, Hırvat halkları Nasrettin Hoca’ya sahip çıkmışlar ve Nasrettin Hoca fıkralarını varlıklarının bir nedeni olarak görmüşlerdir. “Hace” sözcüğü Hüccet/Hoca sözcüğünden türetilmiştir. Hace/Hüccet/Hoca sıfatı, İslam coğrafyasında “bilgili, aydın, bilge” olarak kullanılır. Hacivat da Hüccet’in zaman içersinde bozulmuş biçimidir. Karşıtlık üzerine bina edilen teatral bir etkinlik olan Hacivat/Karagöz ve Cuhâ tiplemesi ise bunun tersine, cahil, kaba, görgüsüz anlamı taşımaktadır. Çünkü teatral sanatlardan Hacivat/Karagöz oyunu da karşıtlık üzerine bina edilmiştir. Hoca aynı kişilikte bu iki karşıtlığı da simgelemektedir. Hoca bir yanı ile “resmî kültür”e, bir yanı ile de “halk kültürü”ne bağlıdır. Başında büyük bir kavukla Hoca’yı eşek üstünde gösteren geleneksel görüntüsü, bu çok kültürlülüğü çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Hoca aynı kişilikte hem aydın ve bilge hem de kaba saba bir kişi görümündedir. Hoca, merkez/çevre (center/periphery) ilişkisini içinde bulunduğu çevreyle ayrımsallığı kadar TürkDiyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, c.32, İstanbul, 2006, s. 418 65 Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin buradaki amacı, politik karşıtı Hace Nasreddin Ahi Evren Mahmut'u aşağılayarak halk gözünde itibarsızlaştırmaktır. Mevlana, Mesnevi 2. cilt sayfa 310 ve 5. cilt sayfa 879-880'da açıkça anarak iki Cuhâ öyküsüne yer verir. Bunlardan ilki, Cuhâ'nın bir oğlan çocuğuyla ilişki kurma girişimini içerir. İkincisinde ise Cuhâ kadın giysileri içinde kadınlar meclisine girer. Her ikisinde de komik duruma düşer. Cuhâ, işte bu yolla Arap topraklarından Anadolu topraklarına girmiştir. 66 291 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yükselen bir tenakuz üzerine bina etmiştir. Kavuk din adamlığını simgelerken, eşek ise alt kültüre mensubiyetliğini halk kültürünü sembolize etmektedir. Hoca gerçek bir aydın olarak elde ettiği bilgileri alanda gereksinimi olanlarla paylaştığından, alanla bütünleşmeyen günümüz halk deyişiyle “entel/dantel” yâda “entellektüel” veya “entelijansiya” çizgisinden ayrılmaktadır. Giufa (Cufa) ise, Sicilya halkının çok sevdiği bir fıkra kahramanıdır. Cufa, aslında, Cuhâ’nın Araplardan geçmiş değişik bir sürümüdür. Çünkü 800'ün başlarında Sicilya Abbasilere bağlı yarı bağımsız Ağlabiler tarafından fethedilmiştir. Zaman zaman İtalyan millî birliğinden ayrımsallığı öne çıkan Sicilya halkı, geleneksel İtalyan halkı değildir. Örneğin, günümüzde bile varlığını sürdüren "mafya" örgütlenmesi tüm görünür unsurlarıyla (ortalama İtalyanların bilmediği baba(Godfather) denilen liderlerin elinin öpülmesi, üç neslin bir arada olduğu büyük aile olgusu, aile sevgisinin ve bağlarının sağlamlığı, örgütlenmede aşırı gizlilik, üyelerin savaşçılığı vb) Fatımî / İsmailî örgütlenmesinin benzeri olduğu görülmektedir. Osmanlı döneminin sonuna doğru, milliyetçiliğin ve millî devlet modelinin gelişimine koşut olarak, ümmetçiliğin simgesi “Cuhâ” gözden düşmüş, Nasrettin Hoca'nın ise bir millî kahraman gibi yıldızının parladığı görülmektedir. Bilindiği üzere Osmanlı’da millet kavramı, bugün sahip olduğu anlamdan farklı olarak “millet-i İsevi, millet-i Musevi” gibi İslâm dininin dışında çeşitli dinsel gruplardan meydana gelen kompartımanlar için kullanılmıştır. Türk ulusçuluğu, Devlet-i Aliye’ye mensup milletlerde uyanan ulusal bilinç ve ayrılıkçı ulusçu hareketlere tepkinin ifadesidir. Bu nedenle, millet ve milliyetçilik terimlerinin imparatorluktan ulusdevlete dönüşüm ile birlikte kazandığı yeni anlam manzumesi Millî Mücadele ve Cumhuriyet ile yaşıttır. Millî devlet (national-state)’ten ulus-devlet (nation-state)’e geçilmiş, nasıl ki Birinci Dünya Savaşı İmparatorlukları sonlandırdıysa, İkinci Dünya Savaşı da ulus-devleti sonlandırmıştır. Bütün bunlardan sonra millî devlet ile ulus-devlet arasında olduğu varsayılan ince ayrımsal çizgi şöylece özetlenebilir. Ulus-devlet, geniş, kesintisiz ve kesin sınırlara sahip ve hudutları diğer devletler tarafından tanınan ve kabul gören bir ülkede otoritenin kullanımında öncelik iddiasında olduğundan göreceli olarak farklı merkezî, özerk ve bağımsız kurumları bulunmaktadır. Buna mukabil millî devlet ise, etnikliği benimseyen, güçlü bir dilsel, dinsel ve üst simgesel kimliği paylaşan halkın meydana getirdiği siyasal birlikteliği ifade etmektedir. Osmanlı sınırları içinde yaşayan bütün unsurların birliğini ifade eden“ittihad-ı anasır” fikrinin gayrimüslimlerce baltalanmasının ardından “ittihad-ı İslâm” da Arnavutluk hadisesi dolayısıyla ciddi bir darbe 292 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 almıştır. 67Tanzimat’la birlikte gelişen “millet-i hâkime” fikri, nahif bir hat izleyerek II. Meşrutiyet yıllarında Türk ulusçuluğuna doğru bir gelişme göstermiştir. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren bir tepkime olarak Anadolu Türklerinde de ulusal uyanış başlamıştır. İşte bu süreçte artık Arap şaka tiplemesi olan Cuhâ anılmaz olmuştur. Cuhâ ve Hoca fıkraları arasında büyük benzerlikler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Ancak, Ortadoğu'da bütün kültürlerin hikâyeleri birbirine çok benzediği gibi, birbiri ile de geçişli olduğu bilinen bir gerçektir. Nasrettin Hoca adı doğuya doğru gittikçe Molla (Mela) Nasrettin, Apandı, Ependi, Avanti gibi adlara yerini bırakır ki, onların hiçbirinin Cuhâ adı ile biçimsel bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu tiplemeler değişik coğrafyalardaki Nasrettin hoca’nın görüngelerinden başka bir şey değildir. Cuhâ’ya ait ve yöresel benzeşen karakterlere ait ne kadar öykü varsa tümü Nasrettin Hoca'nın kişiliğiyle bütünleştirilerek, aktarılmıştır Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, Arapların “Cuhâ” tiplemesi yaklaşık 1250 yılında Anadolu'ya gelmiş, yaklaşık 1900 yılların başında Arap dünyasına gerisin geriye dönüş yapmıştır. Yapılan incelemelerde Nasrettin Hocanın Hortu köyünde 23 yaşına kadar yasamış, babasının medresesinde eğitim aldıktan sonra Sivrihisar medresesinden icazet almıştır. Hoca babasının ölümü üzerine bir müddet köyde imamlık yapmış, Sivrihisar’da da vaizlik görevini üzerine almıştır. 23 yaşına kadar sürdürdüğü köy imamlığı ve vaizlik görevini Mehmet Efendi adlı halefine devretmiştir. 1237 yılında Sultan I. Alâeddin Keykubat’ın son saltanat devirlerinde Sivrihisar’daki yüksek öğrenimini tamamlayarak, Akşehir’e yerleşmiştir. O devirde önemli bir kültür merkezi olan Akşehir`de zamanın ünlü din bilginleri Seyyid Mahmut Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultandan dersler almış ve Seyyid Mahmut Hayranî’ye intisap etmiştir. Akşehir`de uzun süre Müderrislik (Profesör) kadılık yapan o devirde Hace Nasireddin adı ile anılan, zamanla halkın dilinde “Hoca Nasrettin”, “Nasrettin Hoca” seklinde yerleşen Türk Halk bilgesi 1284 yılında Akşehir’de vefat etmiştir. Akşehir’deki şehir mezarlığında yanları açık ve kapısında kocaman bir kilit bulunan türbesinin üzerinde vefat tarihi 386 olarak gösterilmiştir. Eşeğine ters binmesinden de esinlenerek ölüm tarihi üzerinde ince bir halk mizahı yapıldığı anlaşılan bu tarihin gerçekte Hicrî 683 olup, bu da Miladî 1284’e tekabül Yahya Kemal Taştan “Kanonik Topraklardan Ulusal Vatana Balkan Savaşları ve Türk Ulusçuluğunun Doğuşu” Ege Üniversitesi Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Sa.XI/2, İzmir, (Kış2012), s. 9. 67 293 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 etmektedir. Nasrettin Hoca’nın hayatı ve yaşadığı çevreyle ilgili daha fazla bilgi elde edebilmek için aşağıdaki kaynaklara bakılması faydalı mütalaa edilmektedir. 68 Nasrettin Hoca’nın yaşamış olduğu dönemdeki Anadolu Selçuklu Devleti, devlet sistematiğinin felsefî zemini Muhyiddin İbnu’l-Arabî (Doğumu: 1165-ölümü: 1240)’nin Tasavvufî Ekberî Öğretisi üzerine yükselmiştir. İbnu’l-Arabî’nin "Varlıkta ancak Allah vardır", yâda "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." Geliştirdiği tasavvufî anlayışı yetiştirdiği üvey oğlu Sadreddin Konevî'den itibaren işlevsellik kazanmış, onların geliştirdikleri bu devlet sistematiği ardılları tarafından Osmanlı Devlet yapısına da uygulanmış, İbnu’l-Arabî ekolü tanınmış sufilerce yedi asır boyunca kesintisiz olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Haçlı savaşlarının ve Moğol saldırılarının sebep olduğu büyük kargaşalara sahne olan bu yüzyıl, aynı zamanda Anadolu’da tasavvufun geliştiği, Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Şeyh Edebali ve Şeyyad Hamza gibi önemli mutasavvıfların söz ve şiirleriyle halka manevî telkinlerde bulundukları, irşat hizmetleriyle halkın ve yöneticilerin zor, sıkıntılı dönemi atlatmaları için çaba gösterdikleri bir dönemdir. Bu dönemde mutasavvıflar halkı şiirleriyle ve manevî telkinleriyle halka rehberlik ederken Nasrettin Hoca da çekilen sıkıntıları nükteli, hikmetli fıkralarıyla biraz olsun hafifletmeye çalışmış, çevresine ümit ve yaşama sevinci vermiştir. Yanlış, çirkin ve hoş görülmeyen davranışları ortaya koyarak doğruları vurgulamaya çalışmıştır. 1.2. Nasrettin Hoca’nın Fıkralara Yansıyan Yaşamı Fıkralarda Hoca bir köyün ya da sosyal ve ekonomik yaşamı köyden pek farklı olmayan, küçük bir kasabanın imamıdır. Anadolu Selçuklu Devleti ve ardılı olan Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselme yıllarında köyde henüz Muhtar (Seçkin, özerk yönetici) ve İhtiyarlar Heyeti (Seçkinler Kurulu)69 olmadığı için Hoca bulunduğu çevrenin uhrevi lideri olduğu kadar aynı zamanda dünyevi lideri de konumundadır. Nasrettin Hoca, dünyevi ve uhreviliği kendisinde toplamıştır. Öte yandan yüreğinde coşkulu bir Allah sevgisi duyan ve bu coşkulu sevgi ile dinleri ve dilleri ne kadar ayrı olursa olsun, bütün insanlığı kucaklayan Tekke Şükrü Kurgan, Nasrettin Hoca, KB Yay., Ankara, 1986; Erdoğan Tokmakçıoğlu,. Bütün Yönleriyle Nasrettin Hoca, KB Yay., Ankara, 1981; Mustafa Özçelik, Nasrettin Hoca, Odunpazarı Belediyesi Yay., Eskişehir, 2005; A Karacalı, Bütün Yönleriyle Nasrettin Hoca, Özgür Yay.,İstanbul, 1991. 68 Osmanlı Devleti İdarî taksimatına göre Muhtar ve İhtiyarlar Heyeti II. Mahmut Devrinde idarenin yeniden yapılandırılması kapsamında yaşamımıza girmiştir. 69 294 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Müslümanlığı ile bir kent ve devlet dini olan yöresel Cami Müslümanlığı arasındaki gelgitlerini de yansıtmıştır. “Ahund”70un biri bir göle düşmüş, halk gölün kıyısına toplanarak “Mela(Molla) elini uzat” diye bağırmalarına karşın, Hoca Nasrettin Mela’nın elini kimseye vermediğini görmüştür. Nasrettin Hoca göl kıyısına gelmiş, “Mela, elimi al”diye seslenmiş. Molla da Hoca’nın elini yakalayıp gölden çıkmış. Nasrettin Hoca etrafına toplanan şehir halkına, Mollaya niçin “eli ver” demek yerine “elimi al” dediğini sormuşlardır. Hoca şu yanıtı verir: “Siz Ahund-Molla sınıfının huyunu hâlâ bilmiyor musunuz? Onlar “ver-ver” demeye değil, “al-al” demeye alışmışlardır. 71 Tekke-Zaviye kültürünün bir simgesel figürü olan Hoca günlük yaşamda da yönetilenler için çatışmaları önleyici, bozulan ilişkileri çözümleyici bir kutup olarak da görev yapmıştır. O gerçekten de mütedeyyin, samimi Müslümanların temsilcisi olmuştur. 2. Nasrettin Hoca Fıkralarında Maddi Kültür Unsurları Nasrettin Hoca fıkralarındaki maddî kültür unsurlarına geçilmeden önce Nasrettin Hoca fıkrası anlatımının bir giriş seremonisiyle başladığı bilinmektedir. Bu geleneksel açılımın da anlatılan fıkra çıkarımlarından yararlanma etiği kattığı düşünülmektedir. Türk anlatı sanatında tıpkı anlatıcının örneğin masallara "bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde", ozanların öykülere "gâhî Arzu, gâhî Kamber, gâhî Mecnun, gâhî Leyla, öyle ya, her aşığın bir âhı varmış" girizgâhıyla başlanılması gibi, Nasrettin Hoca fıkralarının da kendine özgü şiirsel bir girizgâhının olması bu fıkralara bir edebi eser duyarlılığı katmaktadır. Nasrettin Hoca fıkraları da aşağıdaki biçimde başlaması gelenekselleşmişti: “Râviyân-ı ahbâr ve nakilân-ı âsar ve muhaddisân-ı rûzgâr şöyle rivâyet ve bu yüzden hikâyat ederler ki Hace Nasrettin Efendi bir gün...” Ancak üzülerek ifade edilmek gerekir ki, Nasrettin Hoca fıkrası anlatı seremonisinden bugün kala kala elimizde sadece “Nasrettin Hoca bir gün” diyerek başlamak kalmıştır. Şii Din adamı. 70 Ufuk Tavkul, “Kafkaslarda Nasreddin Hoca”, Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri, Akşehir, 2005, ss. 285-286. 71 295 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2.1. Nasrettin Hoca Fıkralarında İnsan Olgusu Nasrettin Hoca başkalarıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen itidalli bir kişiliğe sahiptir. Devlet görevlisi olarak bulunduğu ve mahkemelerde bilirkişilik yapmış olduğu sıralarda hep halkın iyiliğini ve hayrını istemiştir. Ancak öte yandan insanın egoistliği, mütecessisliği, zayıflığı, aceleciliği, vurdumduymazlığı, korkuları ve kuşkularıyla insanın zayıflıklarını iyi bilmektedir. Hoca’ya en tehlikeli hayvan nedir? Diye sorduklarında, “İnsandır” yanıtını verir. Sebebini soranlara filozofî açıklamalarda bulunur. “— Köpek ekmeğini yediği adama hıyanet etmez. Yılan kendisine dokunmayanı sokmaz. Kurt ise insanın bulunduğu yerlerden uzakta yaşar. Hâlbuki insan, hiç de böyle değildir. O kendisine iyilik edene fenalık yapar. Eğer inanmazsanız birisine iyilik ediniz. Bakınız nasıl bir karşılık göreceksiniz? Siz, hiç dünyada hemcinsine insanlar kadar kötülük eden başka bir yaratık gördünüz ve duydunuz mu? Aslında Hoca, bu görüşleriyle insanın ayırıcı özelliklerini ortaya atar ama o insan hakkında asla kötümser değildir. Fıkradaki insan eğitilmemiş, şuuru gelişmemiş insanların ne derece zararlı olabileceklerini gözler önüne sermektedir.72 Nasrettin Hoca fıkralarında devlet olgusu çerçevesinde oluşan maddî kültür unsurlarından kişiler devlet adamları, devlet görevlileri ve tanınmış şahsiyetler aşağıdaki başlıklar altında toplanabilir:73 3. Devlet Olgusu Ve Nasrettin Hoca’nın Yaşadığı Dönemin Devlet Anlayışı 3.1. Devlet Olgusu ve Devletin Unsurları, İslamî Anlayışta Devlet Olgusunun Felsefesi 3.2.1. Devlet ve Devletin Unsurları Devlet teriminin kavramsal olarak tüm unsurlarını içerecek tarzda, tüm zamanlar için geçerli olacak şekilde bir tanımlanmasını yapmak gerçekten zor, zor olduğu kadar da karmaşık bir Abdullah Özbek, Bir Eğitici Olarak Nasreddin Hoca, Esra Yayınları, Konya, Şubat 1990, s.42. 72 73 İsmet Şanlı, Nasrettin Hoca Fıkralarında Kültürel Unsurlar, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,10(1). 296 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 süreçtir. Bunun nedeni ise devlet kavramının çok yönlü ve soyut olmasından kaynaklanmaktadır. Devleti bir bütün şeklinde algılamak devleti meydana getiren unsurların birleştirilmesi ve bütünleştirilmesiyle mümkün olabileceği düşünülmektedir. Hukuki bakımdan devlet, yurt (vatan, ülke) adı verilmiş diğer uluslar tarafından tanınmış, belirli bir toprak üstünde yaşamakta olan millet bilincindeki insan topluluğunun egemenlik anlayışı ve hukuk içerisinde bir siyasi iktidar altında yatay ve dikey bir biçimde örgütlendirilmesidir. Devletin asgari ölçüdeki maddi zemini, millet, egemenlik ve vatan unsurlarından oluşmaktadır. Millet unsuru belli bir alanda yaşayan ve değişik bağlarla ortak yaşam istek ve arzusu gösterebilen insan topluluğudur. Devlet olabilmek için, ulus bilincini kazanmak ülkesiz millet olarak varlık gösterebilmek, İsrail örneğinde olduğu gibi de son derece önemlidir. Filistin örneğinde olduğu gibi toprağınız olsa bile ulus bilinciniz oluşmamışsa devlet olmanız mümkün değildir. Egemenlik unsuru ise yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen üstün buyurma gücü demek olan “Otorite” devletin kurucu unsuru olarak siyasal iktidar olarak da adlandırılabilir. Sınırları belli bir yeryüzü parçası üstünde yaşayan ulus bilincine erişmiş insan topluluğunun idare etrafında örgütlenmesidir. Ülke Unsuru ise üzerinde yaşayan insan topluluğu ile jeo-kültürel açıdan bütünlük gösteren ve sınırları belli olan kara parçasını anlatır. 3.2.2. İslamî Anlayıştaki Devlet Olgusunun Felsefesi Teokratik düzen yâda Teokratik İslamî anlayışı İslam felsefesine uygun bir yaklaşım değildir. Hıristiyanlara özgü bir yönetim biçimi olan teokratik düzen, devlet iktidarının kaynağını, İlahî bir iradede arama gücünden ortaya çıkmış ve Hıristiyan ruhban sınıfının eliyle yürütülmüştür. Oysa hem Anadolu Selçuklu Devleti hem de Osmanlı Devletine egemen olan İslamî anlayıştaki devlet olgusunun felsefesi, Medine Sözleşmesinin ilanından itibaren uzlaşı zemini üzerine oturmuştur. Proto-demokrasinin en önemli üç unsuru olan, meşveret, biat ve ulul-u emre itaat İslamî anlayıştaki devlet olgusunun felsefesini oluşturur. Günümüz Türkçesinde danışmak, danışmadan karara gitmeme olgusu yasama organı işlevlerini içeren geçmişin teşri yâda şurayı görevlerini oluşturmaktadır. Biat üstün buyurma gücü demek olan otoriteyi egemenliği tanımak demektir. Kur'an-ı Kerim'de geçen “Ulûl Emr”, hadiste belirtilen “Ümerâ ise yürütme organını ortaya koymaktadır. Müslümanlar Ulûl Emr’e itaat etmekle yükümlüdürler. Ancak bu kimse demokratik kuram ve kuralların dışına çıkarsa ona itaat zorunluluğu bulunmamaktadır. 297 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gerek Anadolu Selçuklu gerek Osmanlı Devletinde sultan tarafından temsil edilen dünyevi yasama sistemi yanında yasaların şeriata göre geçerliliğinin sınandığı bir nevi yarı seküler bir sistem egemen olmuştur. Din adamlarının özlük haklarının sağlandığı kıta Avrupası laik sisteminden farklı din işlerinin bütünüyle sadece cemaatlere devredildiği proto-seküler sistem varlığını sürdürmüştür. Selçuklu/Osmanlı Türk toplumunda gerek Müslim gerekse Gayrimüslim din adamları devletten maaş almazlardı. Vakıf ve lonca sisteminin egemen olduğu yerler dışından özellikle de Nasrettin Hoca’nın yaşamını geçirdiği küçük yerleşim yerlerinde, din adamlarının özlük haklarını sağlayacak ve idame ettirecek kurumlar bulunmamaktaydı. Fıkralarda Hoca bir köyün yâda sosyal ve ekonomik yaşamı köyden pek farkı olmayan, küçük bir kasabanın imamı olarak tanıtılır. Örneğin, imam köylünün yardımı ile geçinir; köylü imamın yiyeceğini verir, barınağını sağlar, imamın tarlasında ve işyerinde karşılıksız çalışırdı. Selçuklu ve Osmanlı toplumunda imam birbirine bağlı üç işlevle görevlendirilmiştir. İmam din görevlisidir, halka namaz kıldırır, halka namaz kıldırır, başka din törenlerinde önderlik eder. İmam öğretmendir, çocuklara ve büyüklere okuma yazma ve din bilgileri öğretir; nihayet imam yargı görevi de yapar. Devlet yasalarının bir bölümü şeriat olduğu için, kadıların bulunmadığı yerlerde imam yargıcın görevini yüklenir. Bu yanları ile imam merkezi devletin yereldeki adamıdır. 3.2.3. Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’ndeki “Devlet-i ebed müddet” Düşüncesi Gerek Anadolu Selçuklu Devletinin ve gerekse Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda devletin bekası için “Devlet-i ebed müddet” vizyonunun önemli bir etkisi olmuştur. Devletin bu vizyonuna sahip çıkan üst yönetim kadrosu, sûfîlere ve ulemaya başvurmuş ve Anadolu Selçuklu Devletindeki hatalardan istifade etmesini bilmişler ve Selçuklulardan intikal eden kurumları hep canlı tutup yaşatmışlardır. Böyle bir anlayış kaybolunca da devlette yavaş yavaş çözülmeler baş göstermiş, Devlet sistematiği bozularak, kurumlar ayrımsallaşmış, kuşkusuz bunun doğal bir sonucu olarak kurumlararası çatışmalara doğru giden bir ötekileşme dönemi baş göstermeğe başlamıştır. Devlet sistematiği bu dengelerin bozulması ile ortaya çıkar, oysa devleti var edecek, onu uzun ömürlü kılacak ve beka düşüncesine hiçbir zaman yadsımayacak“devlet-i ebed müddet” hâline getirecek özellik böyle yüksek bir ülküdür. Ulus bilincine ulaşmış bireyler “devlet-ebed müddet” şiarını kendi kişisel kimliği ile bütünleştirmişlerdir. Bir başka deyişle devletin bekasını varlık sebebinin kökeninde görmek o 298 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yönde kendini biçimlendirmek demektir. Çünkü “devlet-i ebed müddet” bir idealdir, bir ülküdür ve bu idealin gerçekleşmesi için de devleti oluşturan dinamiklerin sağlıklı bir zemin üzerine oturması gereklidir. Kişinin biçimlenmesi devlet yapılanması ile örtüşmeli, bunun dışındaki her şey ikinci derecede olarak görülmelidir. Bireyin kendi çıkarını ön plana çıkarıp, “Devlet-i ebed müddet” şiarına karşı duruş, bir başka deyişle onu yaşatma arzusundan vaz geçiş, bireyin varlık nedenini de ortadan kaldırır. 3.2. Nasrettin Hocanın Yaşadığı ve Yakıştırılan Dönemin Devlet Adamları Sultan Alâeddin Keykubad (1210-1219), Gazi Hünkar(I. Sultan Murad 1325-1389) Timur(1336-1405), derebeyi, zalim Akşehir beyi. 3.3. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Tanınmış Şahsiyetleri Sarı Saltuk (ö. 1297/1298), Şeyyad Hamza: Büyük mutasavvıflardan Sarı Saltuk’un Cem Sultan’ın menkıbelerini derleyen derleyen Saltukname adlı kitapta, 1263(Hicrî 622)”on iki bin göçer evli Türkmenlerle Rumeli’ye geçen” alperenlerden Sarı Saltuk ile Nasrettin Hoca çağdaş, arkadaş ve pirdaş olarak gösterilmiştir. İkisinin de pir’i mürşidi halen Akşehir’de, tıpkı Mevlana’nın Konya’daki türbesine benzer bir türbede yatan Seyyid Mahmud-ı Hayranî’dir. 74 Bir duvarcı ustası iken Ahî loncasına intisabı nedeniyle Sufî tarikata giren Şeyyad Hamza XIII. Yüzyılda Sivrihisar ve Akhisar’da yaşamıştır. Mutasavvıflık mertebesine kadar yükselen Şeyyad Hamza’nın, 26 beyitlik İçinde redifli manzumesi, 79 beyitlik Dastan-ı Sultan Mahmud mesnevisi, 1529 beyitlik Yusuf u Züleyha ve muhtelif şiirleriyle özellikle dini-tasavvufi Türk Edebiyatı alanında önemli bir yeri bulunmaktadır. 3.4. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Devlet Görevleri Kadılık, gölge kadılığı, mahkemelerde bilirkişilik, subaşılık, sipahilik, askerlik. 3.5. Nasrettin Hoca’nın İslamî Devlet Olgusundaki Moderatör (Klimazitör) Anlayışı Günümüzde çokça sözü edilen “Moderatör” yâda “Klimazitör” anlayışı devlet organları arasındaki ilişkilerin ılımlandırılması olarak anlaşılmaktadır. El yazmalarından, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, c.I., İstanbul, 2006, s.219. 74 299 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gerek “Letaif-i Hoca Nasrettin” gerek Menâkıb-ı Hoca Nasrettin”den günümüze kadar toplanılan 1555 fıkranın devlet olgusuyla ilişkilendirilen fıkralarında Nasrettin Hoca figürünün ortak özelliği devletin organları arasındaki ılımlandırılma işlevini yüklenmesi olmuştur. Nasrettin Hoca’nın kişiliğinin karakteristik özelliklerinden birisi de, örneğin onun kadılık ve gölge kadılıkla ilgili fıkraları bile, onun maddi paraya çevrilmeyecek değerlerin peşinde olmayıp, zenginliği mânâda aramasının en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Özgünlük açısından Hoca ile ilgili XVI. Yüzyıldan itibaren Lamii Çelebi’nin “Letaif”i gibi bir el yazmaları külliyatı oluşmuştur. Bu külliyata bakıldığında Nasrettin Hoca’nın 12 fıkrası’nın kadı, gölge kadı, tanık, yalancı tanık, rüşvet, mahkeme gibi yargı sistemiyle, 15 hikâyesinin ise bey, padişah, sultan gibi otoritelerin önündeki davranışını sergilemiş olduğu görülmektedir. 75Müteakip fıkralarda bunlarla ilgili birer örnek sunulacaktır. 3.5.1. Nasrettin Hoca’nın Kadılık Görevi Hoca kadılığı esnasında bir davacı gelir, derdini anlatır. Hoca haklı olduğunu söyle, Az sonra davalı gelir, o da meseleyi kendi tarafına çeke çeke anlattıktan sonra, Hoca ona da “Haklısın” der. Tesadüfen bunları dinleyen karısı, merakını yenemeyerek, bunun nasıl bir adalet olduğunu, iki tarafın de birden nasıl haklı olabileceğini sorar. Hoca karısına döner, sen de haklısın! der. Hoca bu fıkrasında insanın örgütsel davranış biçimlerinde ortaya çıkan kişisel farklılıkların önemini dikkate alınması gerektiğini günümüzde çok yaygın olan olaylara bakıştaki paradigmatik pencerenin önemini vurgulamaktadır. Batılı eğitim bilimcilerin XVII. yüzyılda gerek bireysel gerekse örgütsel davranış biçimlerinde “kişisel farklılık” olgusunu yeni fark ettiklerini ve ancak XIX. yüzyılda uygulamaya geçebildikleri “paradigmatik ölçütü” diğer bir deyişle insan kavrayışının başta eğitim olmak üzere “pedagojik formasyon”la biçimlendiği Hoca daha XIII. Yüzyılda farkına varmış uygulama alanına koyduğunu göstermektedir. 3.5.2. Nasrettin Hoca’nın Gölge Kadılık Görevi Gerek Anadolu Selçuklu Devletinde gerekse Osmanlı Devletinde deneyimli yargıçların yanında çalışan bazı küçük davaların görülmesine bakan kadı adaylarına Gölge Kadılık görevi verilirdi. Nasrettin Hoca meslek yaşamının ilk evrelerinde bir ara gölge kadılık görevi de yapmıştır. Bu sıralarda yörenin kadısı, bazı davaları halletmesi için Hoca’ya gönderir. İlhan Başgöz, Geçmişten Günümüze Nasreddin Hoca, 2.B., İstanbul, Ağustos 2005, s.21. 75 300 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bir keresinde bir adam gelerek başka bir adamdan şikâyetçi olduğunu kadıya bildirir. Kadı adamı dinler, işin içinden çıkamayacağını anlayınca doğru gölge kadısı Nasrettin Hoca’ya gönderir. Hoca adama, “Anlat bakayım, derdin nedir? Diye sorar. Davacı meseleyi davacıyı göstererek şöyle anlatır: “- Bu adam otuz çeki odun yardı. O her baltayı vurdukça ben de karşısına geçtim, hınk, hınk diye kuvvet verdim. Kendisi paraları aldı, benim hakkımı vermedi.” Hoca davayı dinledikten sonra davacıya: “- Evet hakkındır. Sen karşısında dur, bu kadar yorul, sonra bütün paraları o alsın, olur mu? Der. Hoca, bir süre düşündükten sonra davalıdan para kesesini istemiş. Adam, bundan bir şey anlamamış ama keseyi de uzatmış. Hoca, keseden paraları çıkarıp bir tahta üstünde paraları saymış. Tabi paralar tahtaya düştükçe ses çıkarıyormuş. Hoca, daha sonra davacıya dönüp: “-Tamam demiş. Hakkını aldın. Hadi git. Adam: “-Ama paraları vermediniz, diyecek olmuş. “-Hınk diyenin hakkı budur demiş Hoca. Sesine karşılık para sesi verdim sana. Böylece sen de hakkını almış oldun.” Yargıyla ilgili ve benzer hikâyelerde Nasrettin Hoca deyim yerindeyse bir sosyal öğretici olduğu kadar aynı zamanda bir sosyal eleştirmendir. 3.5.3. Beyler, Padişahlar, Sultanlar gibi Güçlü Yöneticiler Karşısında Nasrettin Hoca Fıkralarının bir kısmında Nasrettin Hoca, yönetenlerden beyler, padişahlar, sultanlar gibi güçlülerle karşı karşıya getirilerek sokaktaki adamın sözcülüğü ile otoriter sistemin baskıcılığı yumuşatılmağa çalışılmıştır. Bunlardan Sultan Alâeddin (Alâeddin Keykubat 1210–1219) Selçuklu ve Gazi Hünkâr (I. Sultan Murat 1325–1389) Osmanlı padişahı olmasına karşın, ancak 17. yüzyılda Nasrettin Hoca hikâyelerine giren aynı dönemde yaşamadığı açık seçik bilinen Batılıların söylemiyle Timurlenk (1336-1405) de bulunmaktadır. Osmanlı devletinde çöküntü ve gerileme yılları başlayıp da, halkın yöneticilerinden yabancılaşması artınca, Timur hikâyelerinin de sayısının arttığı görülmektedir. Kendi idarecilerini eleştirmekten, onları 301 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kötülemekten hoşlanmayan halk, Timur'a, bu hikâyelerle veryansın etmekte ve bir bakıma kızgınlığını mizaha çevirmeğe çalışmaktadır. Bu açılımın Türk çelebi davranışının bir gereği olduğu kadar, kendisine yapılanları bir derviş yaklaşımıyla karşılamanın bir nezaheti olduğu da düşünülmektedir. Burada “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” yaklaşımıyla sevilmeyen bir yabancı zalime yakıştırmanın daha doğru olacağı değerlendirilmiştir. . Hoca, güçlü yöneticilere karşı saygısız davranmadığı ve hakaretlerde bulunmadığı gibi; kıssadan hisse dersler çıkarılsın diye onların önünde görgü kurallarını çiğnediği anlatılarak yaşanılan baskıcı zaman diliminin olguları hicvedilmeğe çalışılmıştır. Bununla birlikte örneğin Hocanın, Sultan Alâeddin’in önünde, sözgelimi, bacaklarını uzatarak oturması yahut bir pot kırması, etin kemiğini cebine koymakta fazlaca bir beis görmemesi bu bireysel davranışın birer tezahürü olarak görülmelidir. İlginçtir, bunlardan başka XVI. yüzyıldan kalan hikâyelerde başka beylerin, padişahların özel adı geçmediği de müşahede edilmektedir. Fıkralar onları, belli bir yerde, belli bir ülkenin sultanları olarak değil de sadece "bir bey, bir sultan" olarak sınıflandırmakta, yaşanılan olguları onlara atfetmeğe çalışmaktadır. Aslında, onlara karşı yapılan eleştiri, ince alaylar kişileştirilmemiş, belli bir insan’dan ziyade daha çok hareket, davranış üzerine yoğunlaşmıştır. “Bir gün, bir padişaha Hoca, kızarmış bir ördeği armağan olarak götürür. Açtır, dayanamaz, yolda ördeğin bir budunu yer. Padişah "Ördeğin bir buduna ne oldu Hoca?" diye sorunca "Bizim burada ördekler bir ayaklıdır sultanım, inanmazsanız bakın" diyerek, padişahı pencerenin yanına götürür ve bahçede bir ayaklarını kanatlarının altına çekmiş, duran ördekleri gösterir. Padişah davulcusunu çağırarak "Vur şu davulun tokmağını" emrini verir. Davul çalınınca, gürültüden korkan ördekler iki ayaklı olup kaçmaya başlar. Padişah: "Hoca, hani sizin ördekler tek ayaklıydı" deyince, Hoca "Sultanım o davulun tokmağını siz yeseydiniz, vallah dört ayaklı olurdunuz" der.”76 Yukarıdaki ördek hikâyesi, 17. yüzyıldan sonraki kaynaklarda Timur'la ilgili bir hikâye olarak da anlatılmaktadır. Bunun nedeni açıktır. Çünkü Timur zalim idarecilerin bir simgesi olduğu için otoriteleri eleştiren, onlarla alay eden fıkraları kendi üzerine başkaca bir söze gereksinim duymadan cazibe merkezi olarak çekmektedir. Timur aynı zamanda Altınordu (Altınorda) devletini yıktığı gibi, aynı zamanda özellikle 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı İlhan Başgöz, age, s.36. 76 302 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Devletini de kaotik bir ortama sokmuştur. Aksak Timur, Batılıların söylemiyle Timurlenk, ancak XVII. yüzyılda Nasrettin Hoca hikâyelerine girmeğe başladığı da görülmektedir. Timur, XV. yüzyılın başlarında Anadolu'ya girmiş; geçtiği yerleri yıkmış ve harap etmiştir. Anadolu’da geçtiği yerlerle bıraktığı zulüm izleriyle ilgili sayısız hikâyeler “Sözlü Tarih”(Oral Narrative)’in konuları arasında yer almaktadır. Örneğin Sivas'ta binlerce insanı diri diri hendeklere doldurarak, öldürttüğü bilinenler ve en çok anlatılanlar arasındadır. 1402 yılında Sultan Bayezid'i Ankara meydan savaşında yenmesi, Osmanlı Devletinde bir kargaşa ve karışıklık devri açtığı tarihin acımasız evreleri içerisinde yerini almıştır. Anadolu halkı "Timur”a karşı içten içe büyük bir kızgınlık duymakta ve bu nedenle zalim beyler ve padişahlar üzerine söylenen hikâyelerin, eleştiri ve hakaret nakışını artırarak, zulmü ve kan dökücülüğü ile tanınan Timur'un adına bağlamayı yeğlemektedir. Evliya Çelebi, 1639'da Akşehir'i ziyaret edince, aşağıdaki Timur hikâyesini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır: “Timur, Nasrettin Hoca ile hamama gider. Bir ara Hoca'ya sorar: "Hoca Efendi, ben satılık olsaydım bana ne değer biçerdin?" Hoca: "On akçe ederdin sultanım” deyince, Timur "İnsaf et Hoca, 10 akçe benim belimde kemerin değeridir." Hoca: "Ben de zaten ona değer biçmiştim, yoksa senin gibi bir Moğol parçası beş para etmezdi" der. “77 Bu hikâyenin Akşehir'den verilmesi, bize fıkraların oluşumu ile sosyal çevre arasındaki ilişkinin bir örneğini de ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere, Sultan Bayezid, Akşehir'de Timur'un tutsağı iken kendini öldürmüştür. Hikâyedeki Timur'a açık hakaret Akşehirlinin büyük kızgınlığını ve bu kızgınlığın Hoca hikâyesine dönüştüğünü de göstermektedir. Bilindiği gibi hikâyelerde Hoca ile Timur'un karşılaşması, bir görüşe göre Hoca'nın Timur'un meddahı olduğu yâda onunla aynı zamanda yaşadığı yolundaki görüşlere de kaynaklık etmiştir. Hikâyelerde Timur adının geçmesi, Nasrettin Hoca'nın Timur'la aynı zamanda yaşamış olduğunu göstermemektedir. Timur üzerine söylenen hikâyelerde Nasrettin Hoca, bir kültür kahramanı (cultural hero) olduğu gibi, insan ilişkilerinde eşitlik sağlamaya çalışılan proto-demokratik bir çevrede sokaktaki küçük adamın sözcülüğünü de yapmaktadır. çalışır. Bir başka ifadeyle gücünü kötüye kullanan beylere, padişahlara karşı doğru dürüst insan olmanın gereklerini anımsatan bir normal insan konumundadır. Hoca, zulüm eden idarecilere 77 Age, s. 37. 303 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gülmecenin ince sivriliklerini kullanarak, sokaktaki insanı sevindirmekte, ona gönül rahatlığı da sağlamaktadır. Bunlardan birisi aşağıdadır: “Hoca ile Timur karşılıklı oturmuşlar. Aralarında sadece bir minder varmış. Timur Hoca'ya kızmış: "Hoca Efendi" demiş "Eşekle senin aranda ne var?" Hoca "Sadece bir minder sultanım" diye yanıtlamış.“78 3.5.3. Nasrettin Hoca’nın “Devlet-i ebed müddet” Düşüncesine Bir Örnek ABD'nin 28. cumhurbaşkanı 1919 yılının Nobel Barış ödülü sahibi Woodraw Wilson, Birinci Dünya Savaşının sonlarında savaştan sonra dünyanın yeniden biçimlenmesi konusunda ortaya atmış olduğu Wilson İlkeleri (14 Points)’yle de tanınmıştır. Wilson’un ilkeleştirdiği 14 noktasının tematik olgusu ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri, sömürgeciliğin son bulması ve ulusların küçük yâda büyük olmasına bakılmaksızın her hakkına saygı gösterilmesi üzerine bina edilmişti. Bir başka deyişle güçlünün değil, haklının hakkına saygı gösterildiği bir ütopya üzerine çalışmıştı. İki dönem başkanlıktan sonra Wilson bu ilkeler üzerinde yeni bir barış dönemi açılması için, Avrupa'yı ziyaret etmiş ve de özellikle geçmişin yayılmacı devletlerini iknaya çalışmıştır. Ancak Güneş Batmayan ülke konumundaki Büyük Britanya İmparatorluğu ve Fransa'nın kurt başbakanları elbet sömürgelerinden vazgeçmediklerine yakinen tanıklık etmiştir. Avrupa’dan başarısız bir şekilde dönen Başkan Wilson 3 Şubat 1924 tarihinde bir bakıma hayal kırıklığından vefat etmiştir. Bu başarısızlık üzerine Wilson, Nasrettin Hoca'nın aşağıdaki ünlü fıkrasını sık sık anlatır ve gülermiş: “Mehtapta kuyudan su çeken hoca, birden ay’ın kuyudaki aksini görmüş:”Ay kuyuya düşmüş; iyisi mi ben onu kuyudan çıkarayım” demiş. Su dolu kova ile ay'ı kuyudan kurtarmaya çalışmış. Kova bir yerde; kuyunun duvarına takılmış. Hoca çekmiş çekmiş, sonunda ip kopunca sırt üstü yere düşmüş: Ay'ı da gökyüzünde görünce;” "Çok yoruldum ama kuyudan Ay’ı da yerine çıkardım" demiş. Batının çıkar ilişkisi üzerine kurulu kurtlar sofrası düzenine karşı ortaya koymuş olduğu barışçıl ütopyasını bir türlü anlatamayan Başkan Wilson da, süreli barış ve ulusların egemenlik hakkı ilkelerini, hiç olmazsa dünyaya duyurduğu için “Ayı yerine çıkaran Hoca” gibi avunmuştur. 78 S. 38. 304 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 4. Sonuç Nasrettin Hoca tüm dünya ulusları ve özellikle mazlum uluslar tarafından derinlemesine tanınan ünlü bir Türk Halk bilgesidir. Çeşitli milletler onu değişik adlar altında kendi uluslarına mal etmeğe çalışsalar da Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte dünyada en çok tanınan aydın, bilge ve “devlet-ebed müddet” şiarını kendi kişisel kimliği ile bütünleştirmiş deyim yerinde ise aynı zamanda devletin bekasını varlık sebebinin kökeninde gören rütbesi küçük de olsa bir Türk devlet adamıdır. Hukuk sistemi zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği yaşayan bir sistemdir ve asla duragan değildir.Hoca’nın yargıyı inceden inceye hicvetmesi ve eleştirmesi zaman zaman çok daha filozofça bir davranış biçimini de göstermektedir. Hoca’ya göre mevcut yargı sistemi içersinde kusursuz adalet dağıtımı günümüzde olduğu gibi sağlanmamaktadır. Bunun bir engeli insan karakterinde bulunan hırs bencillik, para düşkünlüğü ve güçlü olma tutkusudur. Evrensel ve zamana bağımlı kalınmaksızın insanoğlunda bu karakteristik özellikler kaldığı müddetçe, adalet dağıtım görevi akamete uğrayacak, adalet dağıtımında haksızlıklar her zaman var olacaktır. 305 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ÇEVİRMENİN KİMLİĞİ VE ÇEVİRİ POLİTİKASI ÜZERİNE BİR İNCELEME: HASAN BEDREDDİN’İN POLİSİYE ROMAN ÇEVİRİLERİ Eshabil BOZKURT Nilüfer ALIMEN ÖZET 1912-1926 yılları arasında Almanca ve Fransızca gibi Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine otuz üç roman çevirisi yapan Hasan Bedreddin, dönemin önde gelen çevirmenlerinden birisi olarak anılmaktadır. Bu bildiride Hasan Bedreddin’in yaptığı polisiye roman çevirileri, ön söz ve son sözlerin tanıklığında ve de İsrailli çeviribilim kuramcısı ItamarEven-Zohar’ın çoğuldizge kuramı çerçevesinde ele alınacaktır. Bahsi geçen dönemde çeviri eylemi edebiyat dizgesini şekillendirmede önemli bir rol oynamış, polisiye roman türünde birçok eser Osmanlı Türkçesine çevrilmiştir. Bildirinin temel inceleme nesnesini oluşturmak üzere Hasan Bedreddin’in polisiye roman çevirilerine yazdığı ön söz ve son sözlerin çeviri yazıları yapılarak yaşadığı dönemin çeviri politikasına ve de çevirmen kimliğinin okuyucu üzerindeki etkisine ışık tutulmaya çalışılacaktır. Hasan Bedreddin çevirmenliğin yanı sıra, gazeteci ve yazar olarak da karşımıza çıkmaktadır. İrdelemeye temel olan sorunsal Hasan Bedreddin ve roman çevirileri üzerine çeviribilim bağlamında ön söz ve son söz odaklı bir çalışmanın yapılmamış olmasıdır. Çevirmen, tarihi romanlar ve Türkler ile ilgili romanların yanında dönemin hâkim roman türü olan polisiye roman türünde de çeviriler yapmıştır. Bu çevirilerinin bazılarında “Hasan Merzuk” takma adını kullanan çevirmenin hangi romanların veya yazarların çevirilerinde bu takma adı hangi nedenle kullandığı hatıratlarda ve ön söz/son söz tanıklıklarında araştırılmaya çalışılacaktır. Sonuç olarak Hasan Bedreddin’in yazar, gazeteci ve çevirmen kimlikleri doğrultusunda çeviri politikasını ve hedef okuyucuyu kitlesini nasıl belirlediğini ortaya koymak amaçlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Hasan Bedreddin, çeviri roman, çoğuldizge kuramı. An Analysis on Translator’s Identity andTranslationPolitics: Hasan Bedreddin’sTranslations of DetectiveNovels Abstract Okutman Dr.,Kırklareli Üniversitesi, Türk Dili Bölümü. eshabilbozkurt@gmail.com. YTÜ, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Diller ve Kültürlerarası Çeviribilim Doktora Programı öğrencisi, niluferalimen@gmail.com. 306 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hasan Bedreddin is considered as a prominenttranslator, whotranslatedthirtythreenovelsfrom Western Languages, such as Germanand French,into Ottoman Turkish during the years between 1912 and 1926. In this paper, Hasan Bedreddin’s prefaces and epilogues of detective novel translations will be examined with in the framework of IsraelitranslationscholarItamarEven-Zohar’s polysystemtheory. During the mentioned period, translation played an important role in shaping the literary system, and a large number of detective novels were translated into Ottoman Turkish. Prefaces and epilogues of Hasan Bedreddin’s detective novel translations are transcribed and examined in order to shedlight on translation politics and the effect of translator’s identity on readers in the mentioned period. Hasan Bedreddin is not only a translator, but also an authorand a journalist. This paper aims to exam in e this issue since there is no previous work focusing on prefaces and epilogues of Hasan Bedreddin’s novel translations with in the context of Translation Studies. In addition to detective novels, which was a dominant genre during the mentioned period, the translatoral so translated historical novels and novels on Turks. In some of these translations, he used a pseudonym, “Hasan Merzuk”; therefore, it is aimed to examine why he preferred to use a pseudonym in certain novels written by certain authors, based on the preface sand epilogues of his translations, and also memoirs. Inconclusion, the main purpose of thispaper is to present how Hasan Bedreddin uses his different identities, which are listed as translator, author and journalist, to determine his target readers and translation politics. Keywords: Hasan Bedreddin, translated novel, polysystem theory. 1. Giriş Tanzimat Dönemi ile birlikte Osmanlı toplumunda birçok alanda değişim ve yenilikler görülmüştür. Osmanlı kültür ve edebiyat dizgesi de bu değişim ve yeniliklerin görüldüğü alanlardan birisidir. Batıya özgü bir tür olan roman ilk defa bu dönemde çeviri yoluyla Osmanlı edebiyatında görülmüştür. Bu dönemde onlarca çevirmen ve yazar ortaya çıkmış, bu çevirmen ve yazarlar tarafından yüzlerce çeviri ve telif roman örneği verilmiştir. Zamanla Osmanlı toplumunda roman türünün benimsenmesiyle de polisiye roman, tarihi roman, macera romanı, bilimkurgu romanı, aşk romanı gibi roman türlerinde de eserler verilmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra roman türlerinden olan polisiye roman sayısında büyük bir artış gözlenmiş ve hem telif hem de çeviri olmak üzere birçok polisiye seri yayımlanmıştır. Polisiye roman çevirilerinde okurların karşısına çevirmen olarak çıkan dönemin önemli çevirmenleri vardır. Hasan Bedreddin (1870-1926) de döneminin önde gelen polisiye roman çevirmenlerindendir. Bu çalışmada, kültür ve edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahip olan gazeteci, yazar ve çevirmen Hasan Bedreddin’in Osmanlı/Türk kültür ve edebiyat çoğuldizgesindeki yeri ve önemini çeviribilim bağlamında irdelemek amaçlanmaktadır. Erol Üyepazarcı’nın belirttiği üzere 1913-1928 yılları arasında aynı zamanda onparalık öyküler(İng. dimenovels) olarak bilinen polisiye romanlar çok yoğun bir biçimde üretilmiş ve tüketilmiştir (2008: 151).Hasan 307 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bedreddin’in çevirileri, dönemin çeviri politikalarını ve popüler edebi türlerini de ele alarak konuya daha geniş bir çerçeveden bakabilmek adına çoğuldizge kuramı ve skopos kuramından faydalanılarak incelenecektir. 2. Kuramsal Çerçeve Hasan Bedreddin’in polisiye roman çevirilerinin Osmanlı edebiyatında yer aldığı konum, İsrailli çeviribilim kuramcısı ItamarEven-Zohar’ın çoğuldizge kuramı bağlamında incelenebilir. Even-Zohar çeviri sürecine, bir başka deyişle kaynak ve erek metinler arasındaki eşdeğerliğe, odaklanmak yerine çeviriyi kültürel dizge içerisinde etkin olan bir eylem olarak ele almıştır. Buna göre çoğuldizgede birbirleriyle devingen bir ilişki içerisinde olan merkez ve çevre katmanları vardır (Even-Zohar,1979: 293). Edebi dizgede saygın görülen bir edebi tür merkezde, saygın görülmeyen bir tür ise çevrede konumlanmaktadır (agy. 295). Çeviri edebiyatının erek çoğuldizgede bulunduğu konumu edebiyatın henüz oluşum sürecinde olmasının yanı sıra çevresel veya zayıf olması ve edebi boşluklar, dönüm noktaları veya krizler olmasıdır (Even-Zohar, 2000: 200-201). Çevrilecek olan eser ise, erek dizgede oynayacağı yenilikçi görevin yanı sıra, kaynak ve erek dizge arasındaki uyuma göre seçilmektedir (krş. Even-Zohar, 1979, 2000). Hasan Bedreddin’in çeviri eserlerinin 20. yüzyılın başlarında yayımladığını göz önünde bulunduracak olduğumuzda daha geniş bir çerçeveden bakarak çeviri eyleminin bahsi geçen dönemde Osmanlı edebiyat dizgesinde nasıl bir rol oynadığından bahsetmek gerekecektir. Özlem Berk, Tanzimat Dönemi’ne girildiğinde Osmanlı edebiyatında duraklama yaşandığını, 19. yüzyılda en üst seviyede bulunan Divan edebiyatının artık kemikleşmiş olmasının ve daha düşük seviyede bulunan Halk edebiyatının yenilenmemesinin sonucunda edebiyat dizgesinde bir boşluğa yol açtığını belirtmiştir (2004: 51-52). Ayrıca hem Batılı edebiyatlarda bulunan roman gibi türlerin eksikliği hem de dilin yenilenmesi ihtiyacı söz konusudur (agy. 52). Söz konusu boşluk ise çeviri yoluyla doldurulacak, böylece halktan kopuklaşan Divan edebiyatının yerini yeni türler ve sadeleştirilmiş bir dil alacak, sonuç olarak da 1860’lı yıllardan itibaren yeni (ve aynı zamanda Batılı) bir Türk edebiyatı çeviri eylemi vasıtasıyla şekillenerek ortaya çıkacaktır (agy. 52). Buradan hareketle çevirinin belirli bir amaç doğrultusunda yapıldığını gözlemlemek mümkündür. Alman çeviribilim kuramcısı Hans J. Vermeer çeviriyi amaç odaklı bir eylem olarak görmüş ve Skopos kuramını ortaya koymuştur. Skopos sözcüğü Yunancada amaç anlamına gelmektedir. Buna göreeşdeğerliğin hangi düzeyde ve nasıl elde edileceğini çeviri eyleminin amacı tarafından, amaç ise işveren tarafından belirlenmektedir(krş. Vermeer2000).Çeviri erek kültüre göre üretilmektedir; bu nedenle de çevirmen erek dizgede söz konusu amacı yerine getirmekle yükümlüdür. Yukarıda belirtildiği üzere dönemin çeviri etkinliğinde iki özellik göze çarpmaktadır: çeviri yoluyla dil sadeleştirilmekte ve de yeni edebi türler erek dizgeye kazandırılmaktadır. Çoğuldizge kuramına ek olarak skopos kuramından da yararlanarak Hasan Bedreddin’in çevirilerini hangi amaç doğrultusunda ürettiği ve de bunun sonucunda 308 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Osmanlı edebiyat dizgesi üzerinde ne tür bir etkide bulunduğu tartışılacaktır. Çevirmenin amacını anlayabilmek için ise öncelikle çevirmenin kimliği ele alınacaktır. 3. Gazeteci, Yazar ve Çevirmen Hasan Bedreddin Gerek Tanzimat Dönemi’nde gerek Meşrutiyet Dönemi’nde ve gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk aydınları birçok kimliği bir arada bulundurmuştur. Hasan Bedreddin de bu çok kimlikli Türk aydınlarından biridir. Üyepazarcı, polisiye ve onparalık öykü yazarlarının “genellikle gazeteci kökenli, bazıları bu tip eserlerin çevirmeni ve yayımcısı ve popüler edebiyat kategorisine giren benzer aşk, macera, tarihi roman ve erotik eserler kaleme alan kişiler” olduğuna dikkat çekmiştir (2008: 147). Aslen gazeteci olan Hasan Bedreddin de Üyepazarcı’nın tanımlamasına uymaktadır. Gazeteci, yazar ve çevirmen kimlikleriyle Türk kültür ve edebiyat dizgesine önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu kimliklerine kısaca değinmek gerekirse şunlar söylenebilir: 3. 1. Gazeteci Kimliği Hasan Bedreddin’in Sabah gazetesinde yazar, çevirmen ve müdür olarak çalıştığı ve Beybaba adı ile anıldığı bilinmektedir. Sabah gazetesi tahrir heyeti tarafından çevrilen “NatPinkertonCinâyât Koleksiyonu” adıyla çevrilen otuz bir kitaplık bir polisiye seri bulunmaktadır (Bozkurt, 2014: 213-218). 3. 2. Yazar Kimliği Gazeteci kimliğinin yanında yazar kimliğine de sahip olan Hasan Bedreddin’in telif eserlerinde Hasan Merzuk takma adını kullandığı görülmektedir. Bu takma ad ile verdiği telif eserler şunlardır: Cinlerle Muhabere yahudİspirtizm, Fakirizm, Manyatizm, 1328 [1912](Hasan Merzuk adıyla). İtalya Nedir? 1913. Mart Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet, 1915 (Hasan Merzukadıyla). Nisan Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet,1915 (Hasan Merzukadıyla). Mayıs Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet,1915 (Hasan Merzukadıyla). Teşrini Evvel Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet, 1915(Hasan Merzuk adıyla). 50.000 Kelimeyi Hâvi Fransızcadan TürkçeyeKüçük Kâmûs-ı DictionnaireFrançais-Turc, 1928. 309 Fransevî - BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Son eserde takma ad kullanılmamıştır. Yukarıdaki listede belirtilen telif eserlerin yanında Hasan Merzuk takma adı ile iki çeviri romanda da karşılaşılmaktadır. Bu eserlere, “Çevirmen Kimliği” alt başlıklı bölümde değinilecektir. 3. 3. Çevirmen Kimliği Hasan Bedreddin, 1912-1926 yılları arasında Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine otuz üç roman çevirmiştir. Bu otuz üç romandan üçünü yaşadığı döneminönemli çevirmenleri ile müştereken, otuzunu ise kendisi çevirmiştir. Roman çevirileri alfabetik sıra ile şu şekildedir: Abbâse, Corci Zeydan, 1339-1342 [1923-1926]. Arsen Lüpen’in Sergüzeştleri, Maurice Leblanc. 1926. Aşk-ı Menfûr, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924]. Ateşler İçinde,GastonLeroux, 1338-1340 [1922-1924]. Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, (…) 1339-1341 [1923-1925]. Bin Bir Gün Mehlika Sultan, (…) 1339 [1923]. Bizans, (…) 1329 [1913]. Canlı İğne, (…) 1926. Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta, Jules Bojuvan, 1328 [1912]. Çalınmış Gönül, GastonLeroux, 1920. Fecr-i Sevdâ, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924]. Güzel Rita, (…) 1343 [1924]. Her Sene Bir İnci yahudİttifâk-ı Murabba, Arthur ConanDoyle, 1332 [1916]. Kadın ve Kukla, Pierre Louys, 1922. Kazanova’nın Sergüzeştleri, Casanova de Seingalt, 1922. Kızıl Maskenin Esrarı, Gaston Rene, 1329 [1913]. Londra Esrarı, Paul Feval, 1918. Manon Lesko, AbbéPrévost, 1339 [1923]. Melekler – İblisler (1. c.), MarcelAllain, 1925. Melekler – İblisler (2. c.), MarcelAllain, 1926. 310 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Minyon, Goethe, 1329 [1913]. Minyonun Düğünü, Goethe, 1332 [1916]. Mukavva Kutu, Arthur ConanDoyle, 1921. Öksüz Kız, FredericBoutet, 1923. Ölgün Sular Faciası, Charles Foley, 1922. Ölü Çehre, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924]. Saf ve Hain, (…) 1918. Sefiller, Victor Hugo, 1297-1330 [1880-1914]. Sevda Müsabakası, (…) 1923. Sevda Yalanları, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924]. Şeytanın Oğlu, Paul Feval, 1338-1340 [1922-1924]. Tünel, BernhardKellerman, 1334 [1918]. Yırtıcı Kadın, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924]. Zavallı Kızlar, Jules de Gastyne, 1339-1342 [1923-1926]. Hasan Bedreddin’in yukarıdaki listede verilen roman çevirileri incelendiğinde bazı özellikler göze çarpmaktadır. Bu özellikler, şu şekilde tasnif edilebilir: Bazı çevirilerde kaynak metnin yazarı bilinmemektedir. Yazarı bilinmeyen eserler listede (…) işareti ile gösterilmiştir. Çevirmenin yedi roman çevirisinin yazarı belli değildir. Bu romanlar şunlardır: Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, (…) 1339-1341 [1923-1925]; Bin Bir Gün Mehlika Sultan, (…) 1339 [1923]; Bizans, (…) 1329 [1913]; Canlı İğne, (…) 1926; Güzel Rita, (…) 1343 [1924]; Saf ve Hain, (…) 1918; Sevda Müsabakası, (…) 1923. Çevirmen, bazı yazarların birden fazla romanını çevirirken bazılarının ise sadece bir romanını çevirmiştir. Kaynak metin yazarlarının dağılımı şu şekildedir: MarcelAllain (6) Arthur ConanDoyle (2) GastonLeroux (2) Goethe (2) Paul Feval (2) 311 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 AbbéPrévost BernhardKellerman Casanova de Seingalt Charles Foley Corci Zeydan FredericBoutet Jules Bojuvan Jules de Gastyne Gaston Rene Maurice Leblanc Pierre Louys Victor Hugo … (7) Hasan Bedreddin’in roman çevirilerinde dikkati çeken bir diğer özellik de müşterek çeviridir. Hem Tanzimat Dönemi hem de II. Meşrutiyet Dönemi roman çevirilerinde sıklıkla karşılaşılan özelliklerden biri müşterek çeviridir. İlk müşterek çevirilerden olan Kaptan Hatras’ın Seyahati (1308 [1890]) adlı eserin “İfade” başlıklı ön sözünde romanın çevirmenlerinden biri olan Mazhar müşterek çeviri konusunda şöyle der: “Aynı maksada hâdim olan iki kardeş, birbiriyle rakip olamaz. Câzibe-i fen herkesi livâ-yıittihâd altına alır. Ben Kaptan Gran’ın Çocukları romanını neşrederek efrâd-ı vatana hizmet etmek istemiştim. Fakat o hizmetin benim fikrimde olan ve fennî romanlar neşriyle nevresîdegânı fenne alıştırmak maksad-ı mukaddesine hâdim bulunan bir arkadaşımın tesirine bâdi olduğunu bilâhare haber alınca pek müteessir oldum” (Jules Verne, Müt. Mazhar – Ahmed İhsan, 1308 [1890]: Ön söz). Mazhar’ın ön sözündeki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere çevirmen, Ahmed İhsan’ı rakip olarak görmemiş, aksine vatandaşlarına hizmet etmeyi kutsal bir amaç kabul ederek aynı amaca hizmet etmekten memnuniyet duymuştur. Hasan Bedreddin’in çevirilerine bakıldığında şu üç eserin müşterek çeviri olduğu görülür: Güzel Rita, (…) Mütercimleri Bedia Servet – Hasan Bedreddin, 1343 [1924]. 312 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ateşler İçinde, GastonLeroux, Mütercimleri Hasan Bedreddin - Süleyman Tevfik, 1338-1340 [1922-1924]. Sefiller, Victor Hugo, Mütercimleri Ş. Sâmi - Hasan Bedreddin, 1297 [1880] (1-644 ss.)/ 1330 [1914] (645-902 ss.). Bu üç çeviriye göz atılacak olunursa üç önemli isim ile karşılaşılmaktadır: Bedia Servet, Süleyman Tevfik ve Şemseddin Sâmi. Bedia Servet, polisiye roman çevirileriyle tanınan ve yaşadığı dönemde en çok roman çevirisi yapan “mütercime”79 olarak karşımıza çıkmaktadır. Süleyman Tevfik, Hasan Bedreddin gibi II. Meşrutiyet Dönemi’nin gazeteci, yazar ve çevirmen kimlikleriyle öne çıkan önemli bir aydınıdır. Sefiller çevirisinde durum, ilk iki çeviriden daha farklı bir durum arz etmektedir. Şemseddin Sâmi, eserin tamamını çevirememiş ve çeviriyi yarıda bırakmıştır. Bu çeviri hakkında muhtelif görüşler mevcuttur. Halit Ziya Uşaklıgil,Kırk Yıladlı hatıra kitabında “Şemsettin Sâmi Victor Hugo’dan Sefiller’i harfi harfine tercümesi satılamayarak yarı yerde kalıyordu” (1936: 144) derken İsmail Habib Sevük ise Avrupa Edebiyatı ve Bizadlı eserinde çevirinin yasaklandığını söyler (1941: 233). 1862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo'dan Türkçeye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir Araştırmaadlı eserinde Zeynep Kerman, Şemseddin Sâmi’nin bu çevirisi ile ilgili şöyle der: “Şemseddin Sâmi, 1879-1880 yıllarında LesMisérables’i tercüme etmiş ve cüz cüz neşretmiştir. Ş. Sâmi,LesMisérables’in 9. bölümünün Marius başlıklı 2. kısmına kadar olan 402 sahifeyi çevirmiştir. Tercümede bu kısım 464 sahifeye tekabül eder […] Eseri II. Meşrutiyet’ten sonra Hasan Bedreddin tamamlamıştır. Bunu 645. sahifenin başında yer alan ‘İhtar. Şemseddin Sâmi Bey merhum eseri buraya kadar tercüme eylemiş idi. Bu cüzünden itibaren Sabah gazetesi heyet-i tahririye müdürü Hasan Bedreddin Bey tarafından tercüme ve ikmal olunmuştur’ ibaresi de teyit eder” (Kerman, 1978: 353). Hasan Bedreddin, konularına göre polisiye roman, tarihi roman, aşk romanı gibi farklı roman türlerinde çeviriler yapmıştır. Daha çok polisiye roman ve tarihi roman türlerinde çeviriler yapan çevirmenin tarihi roman çevirileri şunlardır: Abbâse, Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, Bin Bir Gün Mehlika Sultan, Bizans. Bu romanların ortak bir özelliği muhtevalarının Türk-İslam medeniyeti ile ilgili olmasıdır. Hasan Bedreddin’in polisiye roman çevirilerine bakıldığında Arthur ConanDoyle, MarcelAllain, Maurice Leblanc ve GastonLeroux gibi döneminin en meşhur polisiye roman yazarlarından çeviriler yaptığı görülmektedir. Polisiye roman, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çeviri eserler ile Türk edebiyat dizgesine girmiştir. II. Meşrutiyet sonrası romanın bu türünde birçok çeviri ve telif eser yayımlanmıştır. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar Osmanlıdaki kadın çevirmenler için bk. Karadağ, 2013; II. Meşrutiyet’ten Harf Devrimi’ne kadar Osmanlıdaki kadın çevirmenler için bk. Bozkurt 2014. 79 313 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 1950’li ve 1960’lı yıllarda ise polisiye roman sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.Polisiye roman çevirilerinin popülerliği, sözde çeviriler yazılmasına neden olmuştur (krş. Üyepazarcı, 2008). Popüler türlerin çevirisi ile ilgili Hilmi Ziya Ülken şöyle der: “Bizde tercüme yolundaki hususi teşebbüsler de ekseriya heyet halinde ve organize olmaktan ziyade ferdi ve dağınık kalmıştır. Bu sahada şimdiye kadar yapılan bütün gayretleri söyledim. Fakat bilhassa bunlardan birkaç kişi üzerinde durmamız ve hususi tercüme yapanları iki zümreye ayırmamız lazımdır: Birincisi, Garp’tan tamamıyla popüler ve sırf kitle için eserler tercüme edenlerdir ki bunların başında Hasan Bedreddin ve Avanzade M. Süleyman’ı saymak icap eder. İkincisi, Garp ilim ve edebiyatına ait tanınmış ve mühim eserleri ‘muayyen bir mevzu ayırmaksızın’ tercüme eden ve bu suretle Türkiye’nin orta tahsil ve fikir muhitine hizmet edenlerdir ki, bunların da başında Hüseyin Cahit ile Haydar Rifat’ı zikretmek lazımdır” (Ülken, 1935/2009: 257). Ülken’e göre Hasan Bedreddin popüler eserler çeviren çevirmenlerdendir. Çoğunluğunu polisiye romanların oluşturduğu otuz üç roman çevirisinin sadece ikisinde telif eserlerinde de kullandığı Hasan Merzuk takma adını kullanırken diğerlerinde ise gerçek adını kullanmıştır. Bu takma adı kullandığı roman çevirilerinin her ikisi de yine polisiye roman türündedir: Jules Bojuvan’dan Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta (1328 [1912]) ve GastonRene’denKızıl Maskenin Esrarı (1329 [1913]). 4. Tanıklıklarla Hasan Bedreddin ve Roman Çevirileri Hasan Bedreddin, Corci Zeydan’dan Abbâseadlı romanı çevirir. Çeviriye yazılan ön sözde, Türk dostu bir insan olduğu söylenen KlodFarer’in kaynak esere bir ön söz yazdığı ve de söz konusu ön sözünçevirmen tarafından çevrildiği belirtilmiştir. KlodFarer’e göre bu eser kurgusal değil, tarihi gerçekleri anlatan bir kitaptır. Aynı zamanda Fransız çocukları için eğitici bir eser olduğunu da vurgulayan Farer, eserin öğretmenlerin okullarda öğrencilere öğretmek istedikleri, hatta öğrettikleri küstah yalanları içeren tarih kitapları gibi olmadığını söylemiştir. Hasan Bedreddin ise eserde İslam medeniyetinin yüceltildiğini, bu nedenle de eserin aynen nakledildiğini ön sözde belirtmiştir (Corci Zeydan,müt. Hasan Bedreddin, 13391342 [1923-1926]: Ön söz). Hasan Bedreddin’in çevirilerine tanıklık edilen eserlerden biri de Şeytanın Oğlu (1338-1340 [1922-1924]) adlı roman çevirisidir. Çevirmen, Goethe'nin Verteradlı eserini Almancadan harfiyen çevirdiğini not düşmüştür. Bedia Servet ile müştereken çevirdiği Güzel Rita(1343 [1924])’da yer alan Şeytanın Oğlu (1338-1340 [1922-1924])kitabının tanıtımında şu ifade kullanılmıştır: “Şeytanın Oğlu, bilâ-istisnâ bütün Türk kâri’lerince tanınmış olan ‘Hasan Bedreddin Bey’ tarafından lisanımıza nakledilmiştir” (müt. Bedia Servet - Hasan Bedreddin 1343 [1924]: Ön söz). Yine aynı eserde tanıtımı yapılan bir başka kitapta -Ateşler İçinde (1338-1340 [1922-1924])- Hasan Bedreddin için bu kez şöyle denmiştir: 314 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Zamanımızın en muktedir roman muharrirlerinden olup kıymettar âsârıyla meşhûr-ı ‘âlem bulunan GastonLöro’nun en son yazdığı bir romandır. Türkçemizi en selîs yazmak ve ifade etmekle kâri’în-i kirâmın mazhar-ı takdîr ve rağbeti olan Hasan Bedreddin ve kısmen Süleyman Tevfik Beyler tarafından lisanımıza naklolunan ve aşk uğrunda dökülen kanlar, intikam yolunda kurulan desîseler ve bütün vakâyi‘ ve fecâyi‘-i hayret-âlûd ile dolu ve son derece merâk-engîz ve heyecanlı olan bu fevkalade romanın fiyatı 50 kuruştur” (müt. Bedia Servet Hasan Bedreddin, (1343 [1924]): Ön söz). Çok akıcı bir Türkçe ile yazarak okurların beğenisini kazandığı belirtilen Hasan Bedreddin’in Manon Lesko (1339 [1923]) çevirisi için İsmail Habib Sevük şöyle der: “Bu da on beş yıl evvelki umumi üslûblaterkibli ve lügatli, fakat o zamanın okur yazarları tarafından anlaşılır bir tarzda yazılmıştır” (Sevük, 1941: 137). Süleyman Tevfik, Hasan Bedreddin’in müştereken çeviri yaptığı dönemin önemli çevirmenlerinden biridir. Süleyman Tevfik, Alexandre Dumas’dan Kraliçenin Gerdanlığı (1328 [1912]) adlı romanı çevirir. Gayret Kütüphanesi sahibi K. Fikri bu çeviriye “İfâde-i Mahsûsa” başlıklı bir son söz yazar. Bu son sözde Hasan Bedreddin ve onun telif eseri Cinlerle Muhâbere hakkında bilgiler verilmiştir.Bu bilgilere göre Yıldız Hükümeti cinlerle haberleşmeyi “kötü fen” olarak görmektedir. Bu nedenle Avrupa’dan gelen kitaplardan ruhlarla ilgili olanlar zararlı evraklar olarak kabul edilmiştir. Daha sonra Hasan Merzuk’un 20 yılda hazırladığı CinlerleMuhâbere adlı eserinin formalar halinde yayımlanmaya başlandığı belirtilmiştir. Yine aynı son sözde Hasan Bedreddin’in bir de çeviri romanı ile karşılaşılmaktadır: Cinayet Yuvası.Hasan Bedreddin’in –son sözde çevirmenin adı Hasan Merzuk olarak geçmektedir- bu romanı seçip çevirmiş olmasının, eserin ne derece okunmaya değer olduğunu ispatlar nitelikte olduğu da ifade edilmiştir (Dumas, müt. Süleyman Tevfik, 1328 [1912]: Ön söz). 5. Sonuç Gözlemleri Dönemin saygın görülen gazetecilerinden ve çevirmenlerinden biri olan Hasan Bedreddin’in polisiye roman türündeki bazı çevirilerini ve cinler, manyetizm vb. konular üzerine yazdığı telif eserlerini takma adı ile yayımladığı görülmektedir. Buna karşınortak çevirilerinde kendi adını kullanmıştır. Şemseddin Sâmiile müşterek çevirdiği Victor Hugo’nun dünya edebiyatında saygın bir konumu olan Sefiller romanında kendi adını kullanması bunun en belirgin örneklerinden birisi sayılabilir. Aynı zamanda dönemin en popüler polisiye roman yazarlarından GastonLeroux’nunAteşler İçinde kitabını da Süleyman Tevfik ile müşterek çevirmiştir. Telif eserlerinde de burçlar, cinler gibi edebi açıdan saygın görülmeyen konuları ele almış, böylelikle hem kendi saygınlığını korumuş, hem de takma adı altında belirli bir kitlenin saygınlığını kazanarak kendine başka bir mevki kazandırmıştır. Takma adı ile 315 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kazandığı popülerliğin hem çeviri hem de telif eserlerini tüketen okurların sayısını artırmaya yardımcı olduğunu söylemek mümkündür. Hasan Bedreddin’in eserleri Osmanlı edebiyat dizgesinde merkez konumda yer alan eserlerden farklı olmakla beraber, birtakım ortak özellikleri paylaşmaktadır. Seçilen eserlerin erek dizgede yer almayan türlerde olması, erek dizgeyi yenileyici bir rol üstlenmesi, kaynak eserin İslam dinine ve Türklere karşı olumlu bir tavır sergilemesi, okuyucuları aynı zamanda eğitici nitelikte olması gibi birtakım hususlar ön plana çıkmaktadır. Bu hususların yanı sıra, Hasan Bedreddin’in çevirilerinde en çok övgü alan unsur yazarın kullandığı dil olmuştur. Anlaşılması zor, ağdalı ifadelerinin yerine daha akıcı ve yalın bir dil kullanılmış, bu nedenle de çevirileri övgü almıştır. Çevirmenin başlıca amaçları edebiyat eserlerinde kullanılan dili sadeleştirmek, daha geniş bir okur kitlesine hitap etmek ve edebiyat çoğuldizgesindeki polisiye romanların sayısını artırmaktır. Zira Hasan Bedreddin on dört yıl içerisinde telif eserleri hariçotuz üç çeviri eser yayımlamıştır. Sonuç olarak Hasan Bedreddin’in hem kendi adı hem de takma adı ile piyasada tanınan bir çevirmen olduğunu, bu tanınırlığın katkısıyla erek edebiyat dizgesindeki polisiye romanların sayısını artırdığınıve de erek edebiyat ve kültür dizgesini yönlendirdiğini söylemek mümkündür. Kaynakça Allain, Marcel. (1337-1340 [1921-1924]). Aşk-ı Menfûr. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf Matbaası. _______. (1337-1340 [1921-1924]). Fecr-i Sevdâ. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf Matbaası. _______. (1337-1340 [1921-1924]). Ölü Çehre. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf Matbaası. _______. (1337-1340 [1921-1924]). Sevda Yalanları. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf Matbaası. _______. (1337-1340 [1921-1924]). Yırtıcı Kadın. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf Matbaası. _______. 1925. Melekler – İblisler. Müt. Hasan Bedreddin. C. 1. İstanbul: Resimli Ay Matbaası. _______. 1926. Melekler – İblisler. Müt. Hasan Bedreddin. C. 2. İstanbul: Teşebbüs Matbaası. Berk, Özlem. (2004). TranslationandWesternisation in Turkey: fromthe 1840s tothe 1980s. İstanbul: Ege Yayınları. 316 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bojuvan, Jules. (1328 [1912]). Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası. Boutet, Frederic. (1923). Öksüz Kız. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. Bozkurt, Eshâbil. (2014). “1908-1928 Yılları Arasında Batı Dillerinden Osmanlı Türkçesine Çevrilen Romanlarda Mukaddime Geleneği”. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi. Corci Zeydan. (1339-1342 [1923-1926]). Abbâse. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. Doyle, Arthur Conan. (1332 [1916]). Her Sene Bir İnci yahudİttifâk-ı Murabba. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Sabah Matbaası. _______. (1921). Mukavva Kutu. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mahmud Bey Matbaası. Dumas, Alexandre. (1328 [1912]). Kraliçenin Gerdanlığı. (Müt. Süleyman Tevfik elHüseynî). İstanbul: Tevhid-i Anâsır Matbaası. Even-Zohar, Itamar. (1979). “PolysystemTheory”.PoeticsToday, S 11(1). s. 9-26. ______.(2000). “ThePosition of TranslatedLiteratureWithintheLiterarySystem”.TheTranslationStudies Reader, (ed. L. Venuti), Londonand New York: Routledge, s. 192-197. Feval, Paul. (1918). Londra Esrarı. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası. _______. (1338-1340 [1922-1924]). Şeytanın Oğlu. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. Foley, Charles. (1922). Ölgün Sular Faciası. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Akşam Teşebbüs Matbaası. Gastyne, Jules de. (1339-1342 [1923-1926]). Zavallı Kızlar. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. Goethe. (1329 [1913]). Minyon. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası. _______. (1332 [1916]). Minyonun Düğünü. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası. Hugo, Victor. (1297-1330 [1880-1914]). Sefiller. (Müt. Ş. Sâmi - Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası – İstanbul: Kanaat Matbaası. Karadağ, Ayşe Banu. (2013). “Tanzimat Dönemi’nden İkinci Meşrutiyet Dönemi’ne Kadın Çevirmenlerin Çeviri Tarihimizdeki ‘Dişil’ İzleri”. Humanitas Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi. S 2 (Güz 2013), s. 105-126. 317 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kellerman, Bernhard. (1334 [1918]). Tünel. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Tanin Matbaası. Kerman, Zeynep. (1978). 1862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo’dan Türkçeye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir Araştırma. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Leblanc, Maurice. (1926). Arsen Lüpen’in Sergüzeştleri. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Vatan Matbaası. Leroux, Gaston. (1920). Çalınmış Gönül. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Keteon Matbaası. _______. (1338-1340 [1922-1924]). Ateşler İçinde. (Müt. Hasan Bedreddin - Süleyman Tevfik). İstanbul: Evkaf Matbaası. Louys, Pierre. (1922). Kadın ve Kukla. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Akşam Teşebbüs Matbaası. Özege, M. Seyfeddin. (1971). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 1. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1973). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 2. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1975). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 3. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1977). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 4. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. _______. (1979). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 5. İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası. Prevost, Abbe. (1339 [1923]). Manon Lesko. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. Rene, Gaston. (1329 [1913]). Kızıl Maskenin Esrarı. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Kader Matbaası. Seingalt, Casanova de. (1922). Kazanova’nın Sergüzeştleri. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Akşam Matbaası. Sevük, İsmail Habib. (1941). Avrupa Edebiyatı ve Biz: Garpten Tercümeler. c. 2. İstanbul: Remzi Kitabevi. Unat, Faik Reşit. (1940). Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu. Ankara. Uşaklıgil, Halit Ziya. (1987). Kırk Yıl. (Haz. Şemsettin Kutlu). İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 318 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ülken, Hilmi Ziya. (2011). Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Üyepazarcı, Erol. (2008). Korkmayınız Mister SherlockHolmes! Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006). c. 1-2. İstanbul: Oğlak Yayıncılık. Vermeer, Hans J. (2000). “SkoposandCommission in Translational Action”.TheTranslationStudies Reader, (ed. L. Venuti). 2. bs. Londonand New York: Routledge. s. 227-238. Verne, Jules. (1308 [1890]). Kaptan Hatras’ın Seyahati. (Müt. Ahmed İhsan [Tokgöz] Mazhar). İstanbul: Âlem Matbaası. (…) (1329 [1913]). Bizans. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası. (…) (1918). Saf ve Hain. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Sabah Matbaası. (…) (1923). Sevda Müsabakası. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. (…) (1339 [1923]). Bin Bir Gün Mehlika Sultan. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. (…) (1339-1341 [1923-1925]). Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası. (…) (1343 [1924]). Güzel Rita. (Müt. Bedia Servet - Hasan Bedreddin). İstanbul: Şems Matbaası. (…) (1926). Canlı İğne. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Resimli Ay Matbaası. 319 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ROMANYA EĞİTİM SİSTEMİNDE AZINLIKLAR VE TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETİMİ Esin YAĞMUR ŞAHİN Erhan ÇELİK ÖZET Bu çalışma, Romanya eğitim sistemi içinde azınlıklara verilen haklardan yola çıkarak Romanya’da yaşayan Türk azınlığın eğitimini ve eğitim kurumlarını, tarihi ve bugünü ile ortaya koymaya yönelik kuramsal bir araştırmadır. Araştırmada “doküman tarama” deseni kullanılarak konu ile ilgili kaynaklar taranmış ve elde edilen bilgiler belirli bir sistem ile orta koyulmuştur. Öncelikle Romanya’nın coğrafi, tarihi; demografik, siyasi ve idari yapısı ele alınmış ve Romanya’da yaşayan azınlıklardan bahsedilmiştir. Romanya’da yaşayan azınlıklar içinde Türk azınlığın tarihi ve şu anki durumu hakkında bilgiler verilmiştir. Romanya eğitim sistemi hakkında genel bilgiler verildikten sonra Romanya’da yaşayan Türk azınlığın eğitim durumu ve eğitim kurumları tarihi bir süreç içinde ele alınarak bugünkü durum belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuç bölüme Türk azınlığın eğitimi ile ilgili sorunlar tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu sorunların şu ana başlıklar altında toplandığı görülmüştür: Öğretim materyallerinden kaynaklanan sorunlar, öğrencilerden kaynaklanan sorunlar, öğretmenden kaynaklanan sorunlar. Tartışma bölümünde ise bu sorunların çözümüne yönelik öneriler dile getirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Romanya, Eğitim Sistemi, Türkçe Öğretimi. Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, esinsahin25@gmail.com Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yabancı Dil Olarak Türkçenin Öğretimi Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, ecelik17@gmail.com 320 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 MINORITIES IN ROMANIAN EDUCATION SYSTEM AND TURKISH LANGUAGE AND LITERATURE TEACHING Abstract With regard to rights given to minorities in Romanian education system, this study was framed theoretically to reveal some issues in accordance with education to Turkish minorities in Romania, educational environments, history, and current states. Document analysis was adopted for this study. Accordingly, the related sources were reviewed and the results were presented systematically. At first, the geographical, historical, demographical, political, and fundamental conditions of Romania were dealt and the minorities in Romania were mentioned. In addition, the current case and histories of Turkish minorities in Romania were revealed. Upon revealing Romanian educational system in general, the educational conditions and institutions of Turkish minorities in Romania were tried to reveal to up-to-date in a historical process. As a conclusion, the educational problems faced by Turkish minorities were revealed. These problems were labelled in these sub-titles as follows: the problems arising from teaching materials, students, and teachers. In discussion section of the study, the suggestions were given for solving these problems. Keywords: Romania, System of Education, Teaching Turkish. 1. Giriş Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardan çekilmesiyle ana yurttan uzak kalan soydaşlarımızın ana yurt ile bağlarının kopmadan sürdürülmesi soydaşlarımızın bu topraklardaki varlıklarının devamı açısından hayati bir öneme haizdir. Kültürün yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması dil ile mümkün olmaktadır. Bu topraklarda Türk dilinin 321 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yaşatılması, Türk kültürünün de yaşatılması ile doğru orantılıdır. Balkanlarda yaşayan soydaşlarımızın Türkçeyi yaşatmak ve yeni nesillere öğretmek açısından takdire şayan gayretlerine şahit olmaktayız. Ancak, Türk dilinin öğretimi konusunda tecrübe ve kaynak eksikliğinin yanı sıra ana yurtla ilişkilerin uzun bir süre sekteye uğramış olmasından dolayı bu topraklarda Türkçenin öğretimi ile ilgili sorunlar bulunduğu da bir gerçektir. Balkanlarda soydaşlarımızın yaşadığı ülkelerden biri de Romanya’dır. Türk nüfusunun özellikle Aşağı Tuna’da Dobruca bölgesinde yoğunlaştığını görmekteyiz. Özellikle 1989 Devriminden sonra değişen Romanya Anayasasında azınlıklara çeşitli alanlarda yeni haklar tanınmıştır. Bu haklardan belki de en önemlisi azınlıklara ana dilde eğitim hakkının verilmiş olmasıdır. Bu çerçevede Romanya’da yaşayan soydaşlarımız tarafından da Türkçenin öğretimi alanında önemli adımlar atılmıştır. Bu çalışmada Romanya’da yaşayan soydaşlarımızın ana dili eğitimindeki hâlihazırdaki durumu belirlenmeye çalışılmış, ana dili eğitimindeki sorunlar tespit edilmiş ve sorunların çözümüne yönelik önerilerde bulunulmuştur. 1.1. Yöntem Bu çalışmanın amacı, Romanya eğitim sistemi hakkında bilgi vererek eğitim sistemi içinde Türkçe öğretiminin yerini belirlemek ve Türkçe öğretiminin sorunlarını tespit ederek bu sorunların çözümü için önerilerde bulunmaktır. Bu araştırma kuramsal bir çalışmadır. Rumen eğitim sistemi ve Rumen eğitim sistemi içinde azınlıkların ve Türk azınlığın Türkçe eğitim durumu doküman taraması yöntemi ile ortaya konulmuştur. Araştırma soruları şunlardır: Romanya eğitim sistemi nasıldır? Romanya eğitim sistemi içinde azınlıkların durumu nedir? Romanya eğitim sistemi içinde Türk azınlığın Türkçe eğitimi nasıldır? Hangi eğitim kurumları aracılığı ile yürütülmektedir? Romanya’da yaşayan Türk azınlığın Türkçe eğitiminde karşılaştığı temel sorunlar nelerdir? 1.2. Romanya’nın Coğrafi, Tarihi, Demografik, Siyasi ve İdari Yapısı Tarihte birbiriyle sıkı ilişkiler içinde yaşamış milletlerin başında Türkler ve Rumenler gelmektedir. Rumen Devlet adamı Nicolae Titilescu’nun Balkan Paktının imzalandığı gün 322 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 sarf ettiği şu sözler Türk-Rumen ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını için ebedi bir mesaj niteliği taşımaktadır: “Rumen ulusunun en sadık dostu Türk ulusudur. Romanya ile Türkiye’nin samimi ve faal dostlukları ebedi olmalı.”(Alpat, t.y.) İlkçağ göçlerinden itibaren başlayan Türk-Romen ilişkileri, özellikle Osmanlı Devleti zamanında en üste seviyesine ulaşarak -çeşitli sebeplerle kesintiye uğramış olsa bilezamanımıza kadar devam etmiştir (Genelkurmay Başkanlığı, 2006). Karadeniz komşumuz olan Romanya Avrupa’nın güney doğusunda, Balkan yarımadasının kuzeyinde bulunmaktadır. Kuzeyinde Ukrayna ve Moldova, batısında Macaristan ve Sırbistan, güneyinde ise Bulgaristan yer almaktadır. Yüzölçümü 238.391 km2 olan Romanya’nın doğusunda Karadeniz bulunmaktadır (Avcı, 2008). Romanya’nın Ankara Büyükelçiliği resmi internet sayfasından alınan bilgide yaklaşık 21 milyon olan Romanya nüfusunun 12 milyonunun yurt dışında çalıştığı belirtilmektedir (Romanya’ya genel bakış, t.y.). Ülkenin yüzey şekillerinde iki önemli etmenden bahsetmek mümkündür. Birisi kuzey-güney doğrultusunda uzanan Doğu Karpatlar, diğeri de Romanya içindeki uzunluğu 1075 kilometreyi bulan Tuna nehridir. Doğu Karpatların batısı, Macarca “ormanın ötesi” anlamında Erdely, Rumence Ardeal, Türkçesiyle Erdel adıyla bilinir. İklim bakımından Romanya ılıman iklimden karasal iklime geçiş noktasındadır. Avrupa’nın en önemli bitki alanlarına sahip olan Romanya’nın %28 kadarı ormanlarla kaplıdır (Avcı, 2008). Avrupa’nın en uzun nehri olan Tuna, Romanya topraklarından Karadeniz’e kavuşmaktadır. Kollarıyla birlikte Tuna, ülke ekonomisine sulama, ulaşım ve balıkçılık gibi alanlarda katkıda bulunmaktadır. Ülke ekonomisi tarım, metalürji, makine ve ulaşım araçları, kimya ve petrol ürünleri, ağaç ve kâğıt, gıda ve dokumacılık üzerinedir (Avcı, 2008). En büyük liman kenti Türk nüfusun yoğun olarak yaşadığı Köstence (Constanta)’dir. Çauşescu döneminde Çernovoda (Boğazköy) şehri ile Köstence arasına yapılan kanal ile Tuna ile Karadeniz arasındaki mesafede 400 kilometrelik bir kısalma olmuş; 1992’de Almanya’da açılan Main-Tuna kanalı ile birlikte Karadeniz, Kuzey denizine bağlanmıştır (Avcı, 2008). Batı Avrupa ülkelerine yakınlığı ve bu ülkelere ulaşan transit yolları barındırması ve Karadeniz’e kıyısı bulunması Romanya’nın coğrafi avantajlarını oluşturmaktadır (Bozkurt, 2008). Tarihi M.Ö. 5500 yıllarına kadar uzanan Romanya’nın ilk yerleşimcileri Hamangia ve Cucuteni kültürleri olmuştur. M.Ö. III. binyıldan itibaren Hint-Avrupa kavimleri; I. binyılda 323 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İskitler, Yunanlılar ve Keltler; M.Ö. I. yüzyılda Traklar ve Daklar bölgede hakim olmuşlardır. Roma İmparatorluğu döneminde Roma hâkimiyetine girmiş olan Romanya’da yaşayan halklar Romalılaştırılmış ve yeni bir etnik yapı oluşturulmuştur. Yeni oluşturulan etnik yapıya Roma vatandaşı anlamına gelen “Roman” adı verilmiştir. X-XIII. yüzyıllarda PeçenekKuman, XIII-XIV. yüzyıllarda Moğol-Tatar hâkimiyetlerinin ardından XIV. yüzyılda Boğdan (Moldova) ve Eflak (Valahia) voyvodalıkları kurulmuştur. 1462 yılından itibaren ise bölgeye Osmanlı Devleti hâkim olmuştur. Transilvanya, 1699 Karlofça Antlaşmasına, Boğdan-Eflak ise 1878 Berlin Konferansına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Bir prenslik olan Romanya’da 1881’de krallık kuruldu. II. Dünya Savaşında Almanya ve Rusya’nın anlaşması ile 1940 yılında bugünkü Romanya devletinin temelleri atılmış, 1947’de ise Romanya Komünist Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. 1967’de iktidarı ele geçiren Çauşesku, 1989 devrimiyle iktidardan uzaklaştırıldı ve idam edildi. Bu tarih Romanya için bir dönüm tarihi olmuş, demokratik hayata geçilmiştir (Maxim, 2008). Romanya 1955 yılında Birleşmiş Milletlere, 2004’te NATO’ya, 2007 yılında ise Avrupa Birliği’ne üye olmuştur (Romanya’ya genel bakış, t.y.). Türkiye, Romanya’nın NATO’ya girmesinde destek veren ülkelerin başında gelmiştir. Bölgede ortak çıkarların bulunduğu gerçeğinden yola çıkan bu destek siyasal alanda da etkisini göstermiş ve 1989 devrimi sonrasında Romanya’yı ziyaret eden ikinci devlet başkanı dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal olmuştur (Arkeş, 2005). Bozkurt (2008)’un bildirdiğine göre Romanya’nın etnik yapısı şu şekildedir: ETNİK UNSUR ORAN Romen % 89,4 Macar % 7,1 RRoman % 1,8 Alman % 0,5 Ukraynalı % 0,3 Rus % 0,2 Türk-Tatar % 0,2 Slovak % 0,1 Bulgar % 0,1 Diğerleri % 0,3 324 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yine Bozkurt (2008)’un verdiği bilgilere göre dinsel dağılım şu şeklidedir: DİN ORANI Ortodoks % 86,8 Katolik % 5,0 Protestan % 3,5 Müslüman % 0,2 Diğerleri % 4,5 Dilsel dağılım ise şu şekildedir: DİL ORANI Resmi dil/Rumence % 89 Macarca % 7,7 Almanca % 1,5 Diğerleri % 0,9 Romanya nüfus artış hızı bakımından binde -0,252 ile dünya 212’ncisidir. Özellikle dış göçler sebebiyle nüfus günden güne azalmaktadır. (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.) 1992 sayım sonuçlarına baktığımızda Türk-Tatar nüfusunun 29.533’ü Türk, 24.649’unun Tatar olmak üzere toplam 54.182 olduğunu görmekteyiz (Bozkurt, 2008). 2011 yılına ait nüfus sayımı sonuçlarına göre Romanya’da 28.226 Oğuz, 20.464 Tatar Türkü olmak üzere 48.690 Türk nüfusu yaşamaktadır. Bu sayı 2002 sayımında 56.733 olarak tespit edilmişti (Türbedar, 2012). Bugün 80.000 civarında Türk-Tatar nüfusundan bahsedilen Romanya’da Dışişleri Bakanlığının 2009 verilerine göre 9.364 resmi oturum sahibi Türk vatandaşı bulunmaktadır (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.). Romanya Türk Demokrat Birliği Başkanı Prof. Dr. İbram Nurettin’in “Romanya Türkleri” adlı makalesinde bu rakamın 15 bini bulduğu söylenmektedir (akt. Bozkurt, 2008). Cumhuriyet sistemi ile yönetilen Romanya’da parlamento 137 üyeli Senato ve 334 üyeli Milletvekili Meclisi’nden (Camera Depultatilor) olușmaktadır. Cumhurbașkanlığı görevini yürütmekte olan Traian BASESCU 22 Kasım 2009’da ikinci kez seçilmiș, Bașbakan Emil 325 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 BOC ise 22 Aralık 2009’da görevine başlamıştır (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.). Başkent Bükreş iki milyonun üzerindeki nüfusu ile Avrupa’nın sayılı büyük kentlerinden biridir. Bükreş’ten başka 41 vilayet daha bulunmaktadır. Ancak bunların nüfusları 300 binden fazla değildir. Rumenler, diğer Balkan uluslarından farklı bir yapı sergilemektedirler. Bu özelliklerden en baş ta geleni Slav uluslarla yan yana yaşamalarına rağmen Slavlaşmamış olmalarıdır. Rumenler, Roma döneminde sahip oldukları Lâtin kimliğini daima muhafaza etmişler ve uğradıkları akınlara rağmen yabancı unsurlarla karışmaksızın varlıklarını devam ettirmeyi başarmışlardır. XIII. yüzyılda Kiril alfabesini kabul etmiş olmalarına rağmen, bu alfabeyi Rumen ulusal hareketi sonrasında terk ederek yüzyıllar sonra tekrar Lâtin alfabesine dönmüşlerdir (Genelkurmay Başkanlığı, 2006). 1.3. Romanya’da Türkler Romanya Türkleri, batısında ve kuzeyinde Tuna ve Tuna’nın kolları olan Lom ve Pravadi, güneyinde Teleorman (Deliorman)’ın yer aldığı Dobruca bölgesinde yaşamaktadır. II. Balkan Savaşı’nın ardından 1913’te imzalanan Bükreş Antlaşması ve 1940 yılında imzalanan Kraiova Anlaşmaları neticesinde bölgenin güneyi Bulgaristan, kuzeyi ise Romanya topraklarına dahil olmuştur (Karpat, 1994). Bölge bulunan pek çok şehir ve köy ismi hala Osmanlı döneminden kalma isimleriyle anılmaktadır. Prof. Dr. Tahsin Cemil (1995)’in de belirttiği gibi Dobruca “etnik yapılar arası iyi geçinme” modeli olarak karşımızda durmaktadır. Bölgede etnik azınlıklar arasında hiçbir problemle karşılaşılmadığı, yüzyıllardır süren bu barış ortamının temelinin bölgede 500 yıl süren Osmanlı hâkimiyeti olduğu belirtilmektedir. “Dobruca Modeli” olarak adlandırılabilecek bu modelin bütün dünyaya örnek olabilecek nitelikler taşıdığı bilim insanlarının ortak görüşüdür (Cemil, 1995). Bakü ve Aşkabat’ta Romanya Büyükelçiliği görevlerini de yapmış olan Prof. Dr. Tahsin Cemil, Zaman Romania’da Hayri Gül’e vermiş olduğu mülakatta Romanya’da yirmiye yakın azınlık bulunduğunu, bunların mecliste temsil edilmiş olmasının pek çok problemi önlediğini, bütün azınlıkların mecliste temsil edilmiş olmasının Romanya’nın Avrupa Birliği ve NATO’ya girmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemiştir (Gül, 2008). 2. Romanya Eğitim Sistemi 326 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Okuma-yazma oranı 2004 verilerine göre % 97.3 olan Romanya’da resmi eğitim dili Rumencedir. Bunun yanında bütün eğitim düzeylerinde azınlık dilleri ile de eğitim-öğretim yapılabilmektedir. Öğretimi yapılan azınlık dilleri şunlardır (Dai, t.y): a. b. c. d. e. f. g. h. Macarca Almanca Sırpça Ukraynaca Çekçe Hırvatça Türkçe Rromani Romanya Anayasasının 32. Maddesinde Romanya’da eğitimin ücretsiz ve eşitlikçi bir niteliğe sahip olduğu vurgulanmaktadır. Eğitimin planlanması ve uygulanmasından Romanya Eğitim Bakanlığı (Ministerul Educaţiei Naţionale) sorumludur (Education in Romania, t.y.). Öğrencilerin %95’i finansmanı devlet tarafından sağlanan kamu okullarında öğrenim görmektedir. Özel öğretim ise daha çok üniversite seviyesinde yaygındır (Romanya, 2005). Merkezi teşkilat olan Eğitim Bakanlığının taşra teşkilatlanması başında bir müfettişin bulunduğu Eğitim Müfettişliği aracılığı ile yürütülmektedir. Okul müdürlükleri Eğitim Müfettişliğine sorumlu olarak hizmetlerini sürdürmektedir (Romanya, 2005). 2011 verilerine göre Romanya’da 4.700 okul ve bu okullarda öğrenim gören üç milyondan fazla öğrenci bulunmaktadır (Education in Romania, t.y.). 4+4+4 eğitim sisteminin uygulandığı Romanya’da mecburi eğitim ve öğretim süresi on yıldır. Lise öğrenimin ilk iki yılı mecburi olup son iki yılı yani 11 ve 12.sınıflar mecburi öğretime dâhil değildir. Öğrenci dilerse son iki sınıfa devam etmeden diploma alabilmekte ancak yüksek öğrenime devam edememektedir. Romanya Eğitim Kanununun 18-23. Maddelerine göre sınıflar ve bu sınıflara kabul edilecek öğrencilerin yaşları şu şekildedir (Legea İnvătământului, 2009): Sınıflar Okulun Seviyesi Yaş Mecburiyet Seviyesi Anaokulu (Grădinite) - İlkokul (Primar) Ortaokul (Gimnaziu) 3-6 1-4 Yok 7-10 5-8 10-14 327 Mecburi Mecburi BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Lise (Liceu) 9-12 14-18 9-10 mecburi 3-6 yaş grubuna hitap eden anaokullarına (Grădinite) katılım oranı %69 civarındadır. Anaokulları küçük grup (3-4 yaş), orta grup (4-5 yaş), büyük grup (5-6 yaş) ve hazırlık sınıfı (6-7 yaş) olarak dört grupta hizmet vermektedir (Education in Romania, t.y.). Anaokullarında eğitim dili Rumence iken 2012 yılında yapılan değişikle anaokullarında da azınlık dilleriyle eğitim yapılabilmesi sağlanmıştır (ANEXA 1 la O.M.E.C.T.S. nr. 3656 din 29.03.2012). Bu değişiklikten sonra biri Mecidiye’de (Kemal Atatürk Ulusal Koleji Anaokulu) ve diğeri Köstence’de (Zübeyde Hanım Anaokulu) bulunan iki anaokulunda Rumencenin yanında Türkçe eğitim de yapılmaya başlanmıştır. Eğitim ve öğretimin ilk on yılı genel eğitim dönemidir ve mecburidir. Lise öğrenimin son iki yılı ise uzmanlık ve mesleki derslerin verildiği bir dönem olup mecburi değildir. Ortaokulu bitirten bir öğrenci liseye devam edebildiği gibi mesleki eğitim veren sanat ve ticaret okullarına (Şcoala Arta şi Meserii) da devam edebilir (Romanya, 2005). Bir ders yılı 36 hafta ve iki sömestrden oluşmaktadır. Dersler Eylül ayının ortasından Haziran ayının ortasına kadar devam etmektedir. Yaz tatilinden başka, bir ders yılı içinde biri yılbaşında (2-3 hafta), biri Şubat ayında (1 hafta), biri de Nisan ayında Paskalya zamanında (1 Hafta) olmak üzere üç tatil dönemi bulunmaktadır (Education in Romania, t.y.). Sınıflar en az 10, en çok 30 öğrenciden oluşabilmektedir. Ortalama sınıf büyüklüğü 20 öğrenci olarak hesaplanmış olmasına rağmen, genç nüfusun azlığından ve özellikle 2007 yılından itibaren yaşanan göçlerden dolayı öğrenci sayıları ortalama olarak ancak 13 ila 18 arasında olabilmektedir (Romanya, 2005). İlkokulda öğrenci başarısı dört kategoride değerlendirilir: Mükemmel (Foarta Bine – FB) İyi (Bine – B) Yeterli (Satisfăcător – S) Yetersiz (Nesatisfăcător – N) İlkokulda öğrencinin bir üst sınıfa geçebilmesi için derslerin tamamından “yetersiz” üstü not almış olması gerekir. Bir dersten bile “yetersiz” almışsa “yetersiz” aldığı derslerden özel bir 328 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yetiştirme kursuna katılması ve yaz döneminde yapılacak değerlendirmede en az “yeterli” seviyesinde not alması gerekir. Eğer öğrenci yetiştirme kursu sonunda yapılan bu sınavdan “yeterli” ve daha üstü bir not alamamış ise öğrenciye sınıf tekrarı yaptırılmaktadır. Ortaokul ve lisede ise (5-12. sınıflar) öğrenci başarısı 10’luk sisteme göre değerlendirilir. Bir dersten başarılı sayılmak için dersin ortalamasının en az 5 olması gerekmektedir (Education in Romania, t.y.). İlkokulda (1-4. sınıflar) tek öğretmenli sistem uygulanır. Ortaokuldan itibaren dersleri alan öğretmenleri vermeye başlar. Her sınıfın bir de rehber öğretmeni (driginte) bulunmaktadır. 4.sınıfı bitiren bir öğrenci doğrudan ortaokula geçmiş sayılır. Ortaokul 8.sınıfta öğrenciler ulusal test (Testarea Naţională) sınavına girerler. Bu sınavda Rumen Dili ve Edebiyatı ile Matematik konularından oluşan sorular yer almaktadır. Sınavlar klasik usulle yapılmakta ve 1-10 arasında değerlendirilmektedir. Öğrencilerin diploma notunun %50’si ile ulusal testte aldığı notun %50’si bir üst öğretimde hangi okula gideceklerinin belirlenmesinde kullanılır. Öğrenciler internet üzerinden okul tercihinde bulunurlar ve puanlarına göre ya bir liseye (Liceu) ya da bir sanat ve ticaret okuluna (Şcoala Arta şi Meserii) devam etmeye hak kazanır. Lise öğreniminin birinci kademesini (9 ve 10. sınıf) bitiren bir öğrenci mezuniyet sertifikası ve transkrip belgesi almaya hak kazınır. Lise öğreniminin ikinci kademesi mecburi değildir (Education in Romania, t.y.). Bu kademeye kadar ders kitapları devlet tarafından sağlanırken, mecburi olmayan 11 ve 12. sınıflarda ise ders kitaplarını öğrenciler kendi imkânları ile temin etmektedirler (Romanya, 2005). Lise 12. sınıf öğrencileri için final sınavları (examen de bacalaureat) yapılmaktadır. Bu sınavları başarı ile geçen öğrenciler diploma (diploma de bacalaureat) almaya hak kazanırlar. Bu diploma olmadan üniversitelerin yaptıkları sınavlara başvurmak mümkün değildir. Bakalorya sınavlarında başarılı olamayan öğrenciler için de bir lise bitirme diploması (certificat de absolvire) verilir. Bakalorya sınavında şu derslerden ayrı ayrı sınav yapılır: Sınav A1 (Proba A1): Romen Dili ve Edebiyat Sözlü Sınavı: Öğrenci kura ile bir soru çeker ve 10 dakikalık bir düşünme süresi sonunda sözlü sınava katılır. Sınav C1 (Proba C1): Azınlık Dilleri Sözlü Sınavı: Sınav A1’deki kurallara uygun olarak yapılan sözlü sınavıdır. 329 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sınav B (Proba B): Yabancı Dil Sözlü Sınavı: İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusça dillerinden birinden yapılır. Öğrenci okumaanlama ve konuşma becerilerine yönelik iki soruyu kura ile belirler ve 15 dakikalık düşünme süresinden sonra sözlü sınava katılır. Sınav A2 (Proba A2): Romen Dili ve Edebiyatı Yazılı Sınavı: 10-20 sorudan oluşan klasik bir sınavdır. Sınav 100 varyant olarak hazırlanır ve internet üzerinden sorular ilan edilir. Sınav sabahı çekilen kura ile bir varyant sınavda kullanılır. Sınav 2 veya 3 saat olarak uygulanır. Sınav C2 (Proba C2): Azınlık Dilleri Yazılı Sınavı: Sınav A2’deki kurallara uygun olarak bir azınlık dilinde yapılan sınavdır. Sınav D (Proba D): Zorunlu Akademik Alanlar Sınavı: Sınavda Matematik ve seçmeli olarak Tarih veya Coğrafya derslerinden birinden gelen sorular cevaplanır. Sınav E (Proba E): Seçmeli Dersler Sınavı: Bu sınavda öğrencinin aldığı programa göre seçmeli olarak okuduğu derslerden (Fizik, Kimya, Biyoloji, Bilgisayar, Muhasebe, Teknik Alanlar vb.) sorular sorulmaktadır. Sınav F (Proba F): Diğer Dersler Sınavı: Beden Eğitimi gibi uygulamalı dersler Felsefe, Din gibi sosyal bilimlerle ilgili derslerden yapılan uygulamalı veya yazılı sınavlardır. Öğrencinin başarısı her bir sınav türü için 10’luk sistemle ve 0.01 hassasiyetle ölçülmektedir. Ortak cevap anahtarı kullanılarak değerlendirilen sınav kâğıtlarında isimler kapalı olarak iki değerlendirici tarafından puanlanır ve iki değerlendiricinin puanlarının ortalaması alınır. Bakalorya sınavlarından başarılı olmak için her bir sınavdan 5 ve 5’in üzerinde bir puan alınmış olması ve bütün sınavların ortalamasının en az 6.00 olması gerekmektedir. Öğrenci, Romen Dili ve Edebiyatı sınavı hariç diğer sınavları kendi ana dilinde talep edebilmektedir (Education in Romania, t.y.). Türk Dili ve Edebiyatı dersinden Sınav C1 sözlü ve Sınav C2 yazılı sınavları yapılmaktadır. Romanya’da yükseköğrenim alanlara bağlı olarak 3 veya 4 yıl sürmektedir. Yüksek lisans, yine alanına göre 1 veya 2 yıl; doktora ise 3 yıl sürmektedir. Uzun süreli eğitim gerektiren alanlarda (tıp vb.) ise eğitim 5-6 yıl sürebilmektedir. (Romanya, 2005) Azınlık okullarında ana dili (limba materna) dersleri eğitim programı içinde zorunlu dersler arasında yer almaktadır. Azınlık okulu statüsünde olmayan ancak öğrencilerinden bir kısmı 330 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 azınlıklardan oluşan okullarda 10 kişilik sınıflar oluşturulmak şartı ile seçmeli olarak ana dili dersi açılabilmektedir. Köstence Mecidiye’de T.C. Milli Eğitim Bakanlığı ve Rumen Milli Eğitim Bakanlığınca ortak bir protokol ile kurulmuş olan yarı azınlık okulu statüsündeki Kemal Atatürk Ulusal Koleji’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri zorunlu ders olarak okutulmakta; diğer 10 öğrencilik gruplar kurulabilen okullarda ise Türk Dili ve Edebiyatı dersi seçmeli olarak hafta 3 saat okutulmaktadır. Müslüman Türk azınlığın öğrencileri Türk Dili ve Edebiyatı dersi haricinde Din derslerini de Türkçe olarak okumaktadır. Mecidiye’de bulunan Kemal Atatürk Ulusal Koleji’nde lise programlarından birinin Teoloji programı olmasından dolayı bu bölümde okutulan Siyer, Temel Dini Bilgiler, Kuran-ı Kerim, Dini Musiki, Arapça gibi dersler yine Türkçe olarak okutulmaktadır. Bunlardan başka yukarıda geçtiği üzere iki anaokulunda dersler Türkçe olarak işlenebilmektedir. 3. Romanya’da Türkçe Öğretiminin Tarihi ve Bugünü Türkçe, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada anadili olarak konuşulan bir dildir. Türkçenin konuşulduğu coğrafyalardan birisi de Romanya’dır. Romanya Türklerinin bir kısmı Dobruca bölgesinde Acıca, Tuzla, Mecidiye, Galati, Mangalia, Cernavoda gibi farklı şehirlerde yaşamlarını sürdürürken, büyük çoğunluğu ise Köstence (%85) ve Tulça’da (%12) bulunmaktadır (Bozkurt, 2008). Romanya’da Ortodoksluğu kabul etmiş az sayıda Gagavuz Türkü de Moldova bölgesinde yaşamlarını sürdürmektedir. 2011 yılına ait nüfus sayımı sonuçlarına göre Romanya’da 28.226 Oğuz, 20.464 Tatar Türkü olmak üzere 48.690 Türk nüfusu yaşamaktadır (Türbedar, 2012). Romanya’da yaşayan Türkler bu bölgeye iki yoldan gelmişlerdir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu döneminde nüfus politikası gereğince Anadolu’dan getirilen Türkler; diğeri de çeşitli zamanlarda Kırım’dan göç eden Kırım Tatarlarıdır. 1989 yılında Romanya’nın demokrasiye geçmesiyle birlikte başta Rumen halkı olmak üzere bölgede yaşayan Türkler de rahat nefes aldılar. Eski özgürlüklerine yeniden kavuştular. Bugün yaklaşık 80.000 kadar Türk’ün yaşadığı Romanya’da yasalar çerçevesinde her türlü kültürel, dini ve eğitim faaliyetleri yapılmaktadır (Aksu, 2005). 331 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Her şeyden önce Romanya Anayasası’nın 6. maddesinde azınlıkların kendi etnik, kültürel, dilsel ve dini kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri doğrultusunda hak ve güvence tanındı. 32. maddede ise azınlıkların kendi dillerini öğrenebilecekleri ve kanunların öngördüğü çerçevede anadilde eğitim görebilecekleri vurgulandı (Türbedar, 2012). Rumen Eğitim Bakanlığında 2 Ekim 1991 tarih ve 7642 Sayılı Kanunla azınlıkların eğitimi ile ilgili bir Genel Müdürlük kurulmuştur. Aynı kanun gereği 1992-1993 öğretim yılından itibaren ilkokul 5.sınıftan 12.sınıfa kadar, tüm azınlık okullarında olduğu gibi, Türkçe dersleri de haftada üç saatlik bir “anadili dersi” uygulaması çerçevesinde eğitim sistemi içinde yer almaya başlamıştır. Bu dersler isteğe bağlı olarak yapılmaktadır (Önal, 1994). Romanya Türklerinin Romanya’daki ilk eğitim kurumları Babadağ Medresesi’dir. Babadağ Medresesi Gazi Ali Paşa tarafından 1610 yılında kurulmuştur. Dobruca, Rumen idaresine girdikten sonra, bu medresenin devamı niteliğindeki “Seminerul Musulman” (Müslüman Semineri) Mektebi 1877-1889 yılları arasında kapalı kaldı. Babadağ’da bulunan bu mederese, Türk ahalinin buradan göç etmesi ve nüfusun azaması nedeniyle 1901’de Mecidiye kasabasına taşındı (Önal, 1997). 1967 yılında ise medrese öğrenci yokluğundan kapanmıştır. Romanya demokrasiye geçtikten sonra 1992 yılında Nikolae Balcescu Lisesi bünyesinde yeniden eğitime başlanmıştır. 13 Temmuz 1995’te imzalanan Türk-Romen Protokolü gereğince, okul 1995-1996 Eğitim ve Öğretim yılında “Pedagoji ve İlahiyat Lisesi” olarak kendi binasında öğretime başlamıştır. Okulun adı 2001 yılında değiştirilerek bugünkü ismiyle Colegiul National Kemal Ataturk (Kemal Atatürk Ulusal Koleji) olmuştur. 2013-2014 Eğitim ve Öğretim yılı itibarıyla, okulda Milli Eğitim Bakanlığınca görevlendirilen 1 Müdür Yardımcısı, 1 Sınıf Öğretmeni, 1 Türkçe Öğretmeni, 2 Edebiyat Öğretmeni, 3 Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni,1 Müzik Öğretmeni ve 1 Anaokulu Öğretmeni olmak üzere toplam 10 personel görev yapmaktadır. Bütün sınıflarda haftada 4 saat Türkçe, 1 saat Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi ve Müzik Dersi Türkçe olarak okutulmaktadır. Teoloji bölümünde ise Türkiye’de uygulanan İmam Hatip programı esas alınarak yapılan ve Rumen Eğitim Bakanlığı tarafından kabul edilen müfredat uygulanmaktadır. 2007-2008 Eğitim ve Öğretim yılından itibaren okulun lise kısmına Hıristiyan Rumen öğrenciler de alınmakta olup, bu öğrencilere de haftada 4 saat yabancı dil olarak Türkçe öğretimi yapılmaktadır. 332 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Bükreş Üniversitesi Yabancı Diller Fakültesi ile Köstence Ovidius Üniversitesi nezdinde Türkoloji bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümlerde Türkiye’den gelen iki okutman görev yapmaktadır. Ayrıca; Bükreş Üniversitesi Tarih Fakültesi nezdinde de bir Osmanlı Araştırmaları Merkezi mevcuttur (Bozkurt, 2008). 5 Eylül 2011 tarihi itibarıyla, biri Bükreş’te, diğeri Köstence’de olmak üzere, Yunus Emre Kültür Enstitüsü de iki şubesiyle Türkçe kursları ve kültürel etkinlikleriyle Romanya’da hizmet vermeye başlamıştır. Özel Sektör Tarafından Açılmış Olan Türk Okulları 3.1. Devlet girişimiyle açılan Mecidiye Kemal Atatürk Ulusal Koleji (Colegiul National Kemal Atatürk)’nden başka Türk girişimciler tarafından açılmış özel okullar da Romanya eğitim sistemi içinde önemli bir yere sahiptir. Bunlardan ilki, 1994 yılında kurulan ve anaokulu ve ilköğretim okulu olarak hizmet veren Lumina Eğitim Kurumları (Lumina Institutii de Invatamant SA.)’dır. Lise düzeyinde eğitim veren ve Lumina Eğitim kurumları bünyesinde kurulan Köstence Uluslararası Bilgisayar Lisesi (Liceul International de Informatica la Constanta) ve Bükreş Uluslararası Okulu (International School of Bucharest) ise 1995 yılında eğitim öğretime başladı. Bu liselerde, Rumen eğitim müfredatındaki bilimsel dersler (Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Bilgisayar) İngilizce olarak işlenmektedir. 2003 yılında Köstence Uluslararası Bilgisayar Lisesi (Liceul International de Informatica la Constanta) ve Bükreş Uluslararası Okulu (International School of Bucharest) bünyelerinde Scoala Spectrum adı altında anaokulu ve ilköğretim okulları da açıldı. 2010 yılı Lumina Eğitim kurumları için bir atılım yılı oldu ve Timişoara, Cluj, İaşi ve Ploieşti şehirlerinde Scola Specrum’un birer şubesi açıldı. Yine 2010 yılında Lumina Eğitim Kurumları bünyesinde Lumina Üniversitesi (Universitatea Lumina) kuruldu. Üniversite iki fakülteden oluşmaktadır. Bu fakülteler ve fakültelerde eğitim veren bölümler şu şekildedir: Ekonomi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi 1. İşletme Yönetimi 2. Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Mühendislik Fakültesi 1. Telekomünikasyon Teknolojileri ve Sistemleri 333 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2. Bilgi Teknolojisi (Lumina Institutii de Invatamant SA, t.y) Eğitim müfredatı uygun olmadığı için adı geçen okullarda ders programı içinde zorunlu olarak Türkçe dersi okutulmamaktadır. Türkçe öğretimi, ders dışı faaliyetler veya kulüp faaliyetleri şeklinde normal programın dışında yapılmaktadır. 4. Romanya’da Türkçe Öğretiminde Karşılaşılan Sorunlar Öğretim Materyallerinden Kaynaklanan Sorunlar 4.1. Romanya ilk ve ortaokullarında ders materyali olarak kullanılmak üzere Romanya Eğitim Bakanlığı tarafından basılan kitaplar kullanılmaktadır. Bu kitaplar ve yazarları şunlardır: Alfabe, Naile Velişa-Leman Ali, Editura Didactica Pedagogica, Galati, 2011 Türkçe Ders Kitabı II, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica Pedagogica, Galati, 2011 Türkçe Ders Kitabı III, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2000 Türkçe Ders Kitabı IV, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, EdituraDidacticaPedagogica, Bucureşti, 1998 Türkçe Ders Kitabı V, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2000 Türkçe Ders Kitabı VI, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2004 Türkçe Ders Kitabı VII, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica Pedagogica, Bucureşti, 1999 Türkçe Ders Kitabı VIII, Ulgean Ene Memedemin, Belghıuzar Buliga Cartali, Editura Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2005 Kitapların son kısımlarında belirtildiğine göre, kitaplar “hazırlanırken T.C. okul kitaplarından ve Balkan Türklerine ait eserlerden” yararlanılmıştır. Bazı metinlerin ise Rumen edebiyatından Türkçeye çevrilmiş metinler olduğu görülmektedir. Araştırmacı bu kitaplardaki dil ve imla hataları üzerine bir çalışma yapmaktadır. Kitaplarda pek çok noktalama, imla yanlışlıkları ile anlatım bozuklukları tespit edilmiştir. Bu yanlışlıklardan bazıları aşağıdaki gibidir. 334 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Iftar topu vuruldu. (I,50) Dün gece bir kâbus geçirdim. (I, 94) [kâbus gördüm] Beyaz kraliçe çaresiz esire düştü. (I, 98) [esir düştü] Sofra şeftaliile dopdoludur. (I, 51) Elleri ile bir topu usul usul vurdu. (I, 78) [topa] Her zaman meşrubat ta olur. (I, 52) Bizim mutfak beslenme malzemeleri ile dopdoludur. (I, 52) Bora neşesiz kovanlara bakar. (I, 56) Sonra çimenler üstünde Türkçe’den ders çalıştık. (I, 83) Kırlangıç yavruları çekirdekleri tane tane yiyediler. (I, 97) Satranç oyunun sonucu nedir? (I, 99) Kalil, iki ok al! (I, 14) Sevinç ablasının sözleri hep aklinda çünkü. (I, 82) [aklında] Yagmur igneden korkuyor ve çigliklar atıordu. (I, 86) Binlerce bilmeceler bilir. (I, 79) [Binlerce bilmece] Bak Murat, sen şu metini oku. (I, 40) Bu evi resime al! (I, 60) Naralar atarak öbek öbek ateşler atladılar, su serpiştiler. (I, 72) [ateşlerden] Keloğlan şehir duvarında bir ilân asılı görmüş. (I, 93) [asılı bir ilan] Kitaplarda kullanılan bazı metinlerdeki kelimelerin yaşayan Türkçe kelimeler olmadığı görülmektedir. Bazan, çok büyük mersin balıkları tutulup kârhanelere getirilir. (V, 68) Havada bulunan hamz-ı karbon, ince tabaka halinde yere düştü… (V, 93) Bakalım ayine-i devran ne suret gösterir. (VI, 81) Bunlar da değişmelere tabi tutulurlar. (VI, 83) Temin edilen levazımdan bir büyük kısmı da beş tane battal mektep sırasıydı. (VI, 97) Siyah gemilerle yüklü, pek çok asar-ı atika. (VI, 137) Adeta tahkir sayılır. (IV, 160) Ufak tefek tebeddüllerden başka hayatın münferit cereyanı sabahleyin… (VIII, 31) Ameliyatı elbette herkesten daha başka bir şefkat ve ihtimam ile yapardı. 335 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Rumen edebiyatından yapılan çevirilerin başarılı çeviriler olmadığı görülmektedir. Buna aşağıdaki örnekleri verebiliriz: Annenin öldüğünü mü istiyorsun? (VI, 103) Sağ gözünün altına sert bir vuruş kazandı. (VI, 104) Annesi, gülümseyerek, “ver” diye, göz kuyruğu ile işaret etti. (VI, 105) On yaşlarında bir çocuk; ismi Petrika’dır. (VI, 164) Pavel çoban, kulağını çevirerek dikkatle dinledi ve: (VI, 164) Bu yıl da sınıfta kalmaması için, büyük annesi, annesi ve Mitsa teyzesi, Goe’yi Bükreş’e götürmeye söz vermişlerdi. (VII, 139) Kitaplardaki dil bilgisi bölümlerinde de bilgi hatalarına rastlanmaktadır. Tespit edilen hatalardan bazıları şunlardır: “Cins isim” terimi yerine “ortak isim” kelimesi kullanılmıştır. Rumencesi “substantiv comun” olan terimin tercüme mantığı ile kullanıldığını görüyoruz (comun: ortak). (V, 36) “Edat” terimi yerine “kelime parçaları” denmektedir. Başka bir yerde ise “kelime parçaları” ifadesinin “ek” terimi yerine kullanıldığını görüyoruz. (V, 46) “Bağlaç” yerine “bağlam” ifadesi kullanılmıştır. (V, 47) Tamlama eki olan “-in/-nin” isim hal ekleri içinde gösterilmiştir. (V, 56) Sıfat çeşitlerinden bahsedilirken literatürde hiç bulunmayan bir sıfattan bahsedilmiştir: “İlgi Sıfatları: Varlıkların karşılıklı ilgilerini gösteren sıfatlara ilgi sıfatları denir. Bunlar, benzerlik, yer, zaman, sayı v.s. belirtirler. Meselâ: Dünkü gazete, dört ev gibi.” (V, 74) Bazı metinlerin ise ders ortamında işlenemeyecek derecede uzun oldukları görülmektedir. 5. Sınıf kitabına alınan masal örneği ek metinle beraber 21; 6. Sınıf kitabında masal konusuna örnek olarak alınan metin 12, halk hikâyesine örnek olarak alınan metin ise 9 sayfa tutmaktadır. Kitapların metin ve dil bilgisi ağırlıklı olduğu görülmektedir. Çağdaş öğretim yöntemlerine yönelik ve öğrencinin becerilerini artıracak uygulamalara yer verilmemiş, metin ile ilgili birkaç soru sorularak ders işlenişi öğretmenin kişisel çabalarına bırakılmıştır. Ders kitaplarının öğretmen kılavuz kitaplarının da olmaması nedeniyle ders işlenişinde birliktelik sağlanması mümkün olmamaktadır. 336 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 4.2. Öğrencilerden Kaynaklanan Sorunlar Öğrencilerden kaynaklanan sorunların en başında Türkçe derslerine olan ilgi eksikliği gelmektedir. Kemal Atatürk Ulusal Koleji hariç diğer okullarda Türkçe derslerinin seçmeli ders niteliğinde olması ve dersin herhangi bir not ile değerlendirilmemesi bu ilgi eksikliğinin en büyük nedenleridir. Ayrıca seçmeli ders statüsünden dolayı dersler normal ders saatleri içinde değil dersler bittikten sonra yapılmaktadır. Bazı yerlerde (Tulça vb.) aynı okuldan 10 öğrencilik gruplar oluşturulamamasından dolayı farklı okullardan gruplar oluşturulmakta, bu nedenle dersler hafta sonları yapılabilmektedir. Her iki halde de ders saati dışında yapılan bu faaliyetlere öğrencilerin katılmak istemedikleri görülmektedir. Bütün bunlara rağmen, bölgesel ve ulusal çapta yapılan Türkçe olimpiyatları Türkçe derslerine olan ilgiyi başarılı öğrenciler açısından artırmaktadır. Bunun sebebi olimpiyatlar neticesinde yurt dışı seyahatlerinin de içinde bulunduğu hatırı sayılır ödüller verilmesidir. 4.3. Öğretmenlerden Kaynaklanan Sorunlar Romanya’da Türkçe öğretmeni olarak görev yapan öğretmenlerin büyük çoğunluğu Kemal Atatürk Ulusal Koleji Pedagoji Bölümü mezunlarından oluşmaktadır. Türkiye’de Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi görmüş öğretmen sayısı azdır. Lise mezunlarının pedagojik formasyon açısından yeterli düzeyde olmadıkları görülmektedir. Türkçe dersi öğretmenlerinin kadro problemi de bulunmaktadır. Öğretmenler sözleşmeli öğretmen statüsünde bir yıllığına görev alabilmektedirler. Ders başına ücret aldıkları için ücretleri de tatmin edici nitelikten uzaktır. Bütün bu zorluklara rağmen Türkçe sevdalısı öğretmenlerin takdir edilecek hizmetlere imza attıkları da bir gerçektir. 5. Sonuç ve Öneriler Romanya’da Türkçe eğitiminin kökleri 1610 yılına kadar uzanmaktadır. Kesintilerle devam eden bu süreç 1989 Devrimi ile ortaya çıkan özgürlük ortamında tekrar gündeme gelmiş ve aradan geçen yirmi beş yıllık dönem içinde çeşitli aşamalardan geçerek günümüzde istenen seviyede olmasa da belli bir aşama kaydetmiştir. Bu çalışmada bu süreç gözler önüne serilmiş ve Romanya’da Türkçe öğretiminin temel sorunlarına değinilmiştir. Bu sorunların üç ana başlık altında toplandığı görülmektedir. Bu sorunların çözümüne yönelik öneriler ise şunlardır: 337 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Öğretim materyalleri ile ilgili olarak: Ders kitaplarındaki imla yanlışlıkları Türkiye Türkçesi imla kurallarına göre düzeltilmelidir. Metinlerdeki dil sadeleştirilmeli, yaşayan Türkçe kelimeler kullanılmalıdır. Dil bilgisi konuları Türkiye Türkçesi dil bilgisi konularına göre ele alınmalı, konu anlatımında Türkiye Türkçesin dil bilgisi konularında kullanılan ortak terimler kullanılmalıdır. Uzun metinler kısaltılmalıdır. Metinlere uygulamaya yönelik etkinlikler eklenmeli. Öğretimde birliğin sağlanması için öğretmen kılavuz kitabı hazırlanmalıdır. Kitap hazırlamada Türkiye’den uzman desteği alınmasının da yararlı olacağı düşünülmektedir. Öğrencilerden kaynaklanan sorunlarla ilgili olarak: Öğrencilerde Türkçeyi öğrenme konusunda bilinç oluşturmak için önlemler alınmalı. Çeşitli yarışmalar düzenleyerek öğrenciler özendirilmeli. Tatillerde Türkiye gezileri düzenleyerek öğrencilerin ana yurtla manevi bağlar kurmaları sağlanmalı. Öğretmenlerden kaynaklanan sorunlarla ilgili olarak: Öğretmenlerin kadro güvenceleri sağlanmalı. Lise mezunlarının üniversiteyi Türkiye’de ve özellikle Türk Dili alanlarında okumaları için özendirici önlemler alınmalı. Mevcut öğretmenlerin Türkiye’de uzman öğretmenlerin vereceği hizmetiçi seminerleriyle yeterlikleri artırılmalı. Öğretmenlere, Romanya’da görevli imamlara yapıldığı gibi maddi destek verilmeli. Başarılı öğretmenler ödüllendirilmeli. 338 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça Aksu, A. (2005). Romanya Türklerinde Kültürel Durum ve Mektep ve Aile Mecmuası, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX (1), 11-27 Alpat, M. F. (t.y.). Atatürk Döneminde Türk Romen İlişkileri. İ. Ü. Nasrattınoğlu ve S. Türkoğlu (Ed.). II. Uluslar arası Romanya’da Türk Kültürünün İzleri Sempozyumu Bildiriler. (57-61), Romanya Demokrat Türk Birliği. Arkeş, K. E. (2005). 1990 Sonrası Türkiye Romanya İlişkileri. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Avcı, S. (2008). Romanya. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c. 35, 167168). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi Bozkurt, G. S. (2008). Geçmişten Günümüze Romanya’da Türk Varlığı. Karadeniz Araştırmaları. , 5 (17), 1-31 Cemil, T. (1995). Romen Türk Dostluğunun Tarihi Temelleri. Yeni Türkiye, (3), 302-304. Dai, A. (t.y). Avrupa Birliği Ülkelerinde Eğitim Romanya. 21.12.2013 tarihinde www.egitim.aku.edu.tr/romanya.ppt adresinden ulaşıldı. Education in Romania (t.y.). 21.12.2013 tarihinde en.wikipedia.org/wiki/Education_in_ Romania adresinden ulaşıldı. Genelkurmay Başkanlığı (2006). Tarihte Türk Rumen İlişkileri. Ankara: Genelkurmay Ataşe ve Denetleme Başkanlığı Yayınları Gül, H. (15 Nisan 2008). Romanya’nın AB ve NATO’ya girişinde azınlıklara tanıdığı hakların büyük etkisi oldu. Zaman Romania. 9 Kasım 2013 tarihinde http://www.zaman.ro/ro/newsDetail_getNewsById.action;jsessionid=D55AF074F71 A9CB34F4DDE7D0057D46E.node1?sectionId=162&newsId=4372 adresinden erişildi. 339 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Karpat, K. H. (1994). Dobruca. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c. 9, 482-486). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi Legea İnvătământului (2009). Romanya Eğitim Kanunu. 21.12.2013 tarihinde http://www.edu.ro/index.php/articles/c21 adresinden ulaşıldı. Lumina Institutii de Invatamant SA (t.y), 07 Nisan 2014 tarihinde http://www.bucuresti.spectrum.ro/index.php?option=com_content&view=article&id =68&Itemid=41 adresinden ulaşıldı. Maxim, M. (2008). Romanya Tarihi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c. 35, 168-172). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı (t.y.). Romanya Ülke Raporu. 9 Kasım 2013 tarihinde http://www.oka.org.tr/ContentDownload/Romanya.pdf adresinden erişildi. Önal, M. N. (1997). Romanya Türklerinin Günümüz Edebiyatı. Türk Dünyası Dil Edebiyat Dergisi, (4), 15-39 Önal, M. N. (1994). Romanya Türklerine Bakış, Türk Dünyası Araştırmaları. (93), 177-190 Romanya (2005). Avrupa’daki Eğitim Sistemleri Üzerine Özet Bilgiler. 21.12.2013 tarihinde maol.meb.gov.tr/html_files/ulkeler/Romania%20(TR).doc adresinden ulaşıldı. Romanya’ya genel bakış. (t.y.), 29 Ekim 2013 tarihinde http://ankara.mae.ro/tr/romania/1311 adresinden erişildi. Türbedar, E. (2012). Romanya Türkleri, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı Avrasya İncelemeleri Merkezi, 8 Kasım 2013 tarihinde http://www.avim.org.tr/degerlendirmetekli.php?makaleid=5673 adresinden erişildi. 340 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 GÖSTERGEBİLİMSEL YÖNTEMLE BİR MASAL ÇÖZÜMLEMESİ: “ALTIN ARABA” MASALI ÖRNEĞİ Esra KÜLAH ÖZET Dil ve edebiyat alanında olduğu kadar resimden sinemaya, mimariden antropolojiye kadar birçok farklı alanda da uygulama alanı genişleyen göstergebilim, kuramsal yaklaşımlar dilbilimin yöntemleriyle metin çözümlemelerinde farklı bakış açıları ortaya koyar. Yazın eleştirisi ve metin incelemelerinde işlevsel açıdan yaklaşan göstergebilim, anlamın metin içinde nasıl oluştuğu ve nasıl iletildiği ile ilgilenir. Göstergebilimsel yaklaşımla ele alınan metin çözümlemelerinde birtakım araçlardan yararlanılır. Algirdas Julien Greimas tarafından geliştirilen Eyleyenler Modeli de bunlardan biridir. Bu çözümleme yönteminde, metindeki anlam evreninin oluşumunu ortaya koymak amacıyla aşamalı bir süreç izlenir. Bu yazıda Greimas’ın geliştirdiği Eyleyenler Modeli’nden yararlanılarak Naki Tezel’in Türk Masalları adlı eserindeki “Altın Araba” adlı masalı çözümlenmiştir. Çözümleme sürecinde öncelikle metin belirli ölçütlerle kesitlere ayrılmış; sonrasında bu kesitler söylemsel, anlatısal ve mantıksal-anlamsal düzeylerde çözümlenerek metnin derin yapısına ulaşmak amaçlanmıştır. Anahtar Sözcükler: Göstergebilimsel Çözümleme, Eyleyenler Modeli, Masal, Anlam. AN ANALYSIS OF A TALE WITH SEMIOLOGICAL METHOD: AN EXAMPLE OF A TALE “ALTIN ARABA” Abstract Semiotics, which has expanding field of application in such different areas as cinema, art, architecture and anthropology as well as language and literature, suggests different point of Arş. Gör. (Mersin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü). 341 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 view for textual analysis by using theoretical approaches and methods of linguistics. Seimotics, which approach literary criticism and textual analysis as functional, deals with how meaning is formed and conveyed in the text. There are some tools for textual analysis which is examined by semiotic approach. The Actantial Model, developed by Algirdas Julien Greimas, is one of them. In this analysis method, in order to reveal the formation of universe of meaning, a gradual process is followed. In this article, the tale called “Altın Araba”, which is in the book of Naki Tezel called “Türk Masalları”, is analyzed. In the process of analysis first, the text is divided into sections with specific criteria, then is aimed to reach the deep structure of the text by analysing these sections at the levels of discursive, narrative and logical-semantic. Key Words:Semiological Analysis, Actantial Model, Tale, Meaning. 1. Giriş Göstergebilim (İng. semiotics, Fr. sémiotique), inceleme konusu olarak dilsel ve dil–dışı tüm göstergeleri ele alır. Ferdinand de Saussure (1857-1913) ve Charles Sanders Peirce (18391914) tarafından yapılan çalışmalarla konumu daha da belirginleşen göstergebilim, kuramsal yaklaşımları ve önerdiği çözümleme araçlarıyla birçok farklı alanda da kendine yer edinmiştir. Göstergebilimsel metin çözümlemeleri, metinden hareketle yüzey yapıdan derin yapıya doğru bir süreç izleyerek metnin anlam evrenini ortaya koymayı amaçlar. Yazın yapıtlarında anlam evreninin araştırılması yapıtın içerdiği kendine özgü dünyada insanların, nesnelerin, olguların ve durumların içerik ve işlevlerinin aralarında kurulan bağıntılardan oluşan dizgenin ortaya konulması olarak açıklanabilir (Yücel, 2007). Geliştirilen çeşitli metin çözümleme araçları, metnin iletisi, yapısı ve anlamını ortaya koymada yardımcıdır. Algirdas Julien Greimas’ın geliştirdiği Eyleyenler Modeli de metnin anlam evrenine ulaşmaya yardımcı çözümleme araçlarından biridir. Bu modelde çözümlemenin başlangıç aşamasını, anlatı içindeki eyleyenlerin, eyleyenler şemasının ve işlevlerinin gösterilmesi süreçleri oluşturur. “Çalışmalarında Nikiforov, Propp, Lévi–Strauss ve Souria’nun yöntembilimlerinden yararlanan A. J. Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, hepsinin bir sonucu ve özeti olarak daha tutarlı görünür (Günay, 2002: 61)”. 342 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eyleyen terimi, anlatıda eylemin belirttiği oluşa etken ya da edilgen biçimde katılan varlık ya da nesneye karşılık gelir (Yücel, 2007). Eyleyenler modeli, metinde anlatıyı oluşturan altı eyleyenin (Özne, Nesne, Gönderen, Gönderilen, Yardımcı, Engelleyici) varlığından bahseder. Eyleyen kavramı, kişi ya da nesne, somut ya da soyut, tekil ya da çoğul olabilir. Bu eyleyenlerin tümü kimi anlatılarda bulunmayabilir ancak herhangi bir anlatının oluşması için başlangıç ve sonuç durumu arasındaki edimi gerçekleştirecek bir Öznenin ve anlatıda ulaşılmak istenen öğe olan Nesnenin varlığı gerekmektedir. Anlatı izlencelerinde eyleyenler arasındaki ilişki şu şekilde şemalaştırılır: Gönderen Nesne Gönderilen Yardımcı Özne Engelleyici Eyleyenlerin anlatıdaki eylem alanları üç tür eksen etrafında birleşir: “iletişim ekseni”; “isteyim ekseni” ve “güç ekseni”.Gönderen ile gönderilen arasındaki ilişki iletişim ekseni üzerinde yer alır. Bu eksende gönderen, özneyi değer nesnesine ulaşması için görevlendirir. İsteyim ekseni, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi belirler. Başlangıç durumundan bitişdurumuna kadar süren anlatı izlencesi boyunca özne, nesneyi arar; onu elde etmeye çalışır.Özne, önüne çıkan tüm engelleri aşarak nesnenin alıcıya ulaşmasını sağlar (Yücel 2008:148). Son olarak güç ekseni üzerinde yer alan eyleyenler ise yardımcı ve engelleyici eyleyenleridir. Çözümleme süreci söylemsel düzey, anlatısal düzey ve mantıksal-anlamsal düzey olarak üç aşamada ele alınır. Bu aşamalar şu şekilde açıklanabilir: 1. “Söylem kişilerinin, zamanların ve uzamların bir dil yetisi aracılığıyla nasıl düzenlendiğini, sözgelimi sanatsal, yazınsal bir tasarının söylem aşamasına nasıl geldiğini araştırır. 2. Eyleyenlerin olay örgüsü içindeki işlevlerini saptamaya, kişilere bağlı bir eylem, olay ve duyguların nasıl düzenlendiğini, bir anlatı izlencesi içinde nasıl eklemlendiğini kavramaya çalışır. 343 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 3. Metnin ilk iki düzeyinde belirlenen anlam evreninin temellendiği, kaynaklandığı en soyut, en mantıksal, en derin düzeydeki gücül yapıların neler olduğunu görmeye ve göstermeye yönelir (Rifat, 1996: 27)” Anlatıyı göstergebilimsel açıdan çözümlemede metni kesitlere ayırma işlemi, çözümleme sürecinin ilk aşamasını oluşturur. Kesitleme aşaması anlatıyı anlam kavşaklarına ayırmak için kullanılır ve belirli ölçütlere göre yapılır. Basımsal ayrılığa göre kesitleme, zamansal ayrılığa göre kesitleme, uzamsal ayrılığa göre kesitleme bu ölçütlerden bazılarıdır (Rıfat, 2007: 104). Metnin derin yapısındaki temel mantıksal- anlamsal düzeye ulaşmada aşamalı bir süreç izlenir. Buna göre öncelikle metnin söylemsel, anlatısal katmanları ele alınarak yüzey yapı çözümlemesi gerçekleştirilir. Derin yapıyı oluşturan anlamsal katmanların çözümlenmesiyle oluşturulan göstergebilimsel dörtgenle anlamın en soyut aşamasına ulaşılır. 2. İnceleme İncelenen metin yazınsal tür olarak “masal” metnidir. “Masallarda belirli bir zaman veya mekân unsuru yoktur. Masallar “vaktiyle, evvel zaman içinde” gibi zamanı net bildirmeyen kelimelerle başlar. Masalın içerisinde “Hindistan, Türkistan, Yemen, Çin, İstanbul, Mısır, Bağdat, İstanbul, Halep” gibi gerçek mekân isimleri geçse de olayları doğrudan bu kentlerle ilişkisi yoktur” (Gürel ve diğ. 2007: 45). “Evvel zaman içinde”, “bir gün” gibi belirsiz zaman zarflarıyla zaman ve uzamın belirsizliği, –mIş’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil/çoğul kişi adılı kullanımı, dış odaklı bir anlatıcının varlığı vb. özelliklerincelenen metnin yazınsal tür olarak “masal” metni olduğunu doğrular niteliktedir. “Altın Araba” adlı masalın çözümlenmesinde olay örgüsünün uzama bağlı olarak değişiklik göstermesi bakımından uzamsal olarak kesitlere ayırma yoluna gidilmiştir ve metin dört kesite ayrılmıştır. Kesitlerin incelenmesi şu şekildedir: Kesit I: Başlangıç Durumu Söylemsel Düzey: Metnin birinci kesiti masalın başlangıç bölümünü içerir. Birinci kesitte anlatı kişilerini padişah (G1) ve vezir (Ö1) oluşturur. Gönderen (G1), özneyi eksikliğini duyduğu değer nesnesini aramak üzere bir eylemde bulunması için görevlendiren; Gönderilen ise bu eylemden yarar sağlayan eyleyendir. Anlatıda padişah (G1), hem gönderici hem gönderilen konumdadır. Anlatı zamanını “evvel zaman içinde, bir gün”; anlatı uzamını ise 344 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “saray” oluşturur. “Söylemsel düzeyde eyleyenler; adları, görünüşleri, ruhsal durumları, işleri, toplumsal durumları vb. ile söyleme inandırıcılık, gerçeklik boyutu katarlar” (Kıran ve Kıran, 2007: 185). Metin bu açıdan incelendiğinde G1 ve Ö1 betisel olarak kendi özelliklerini taşır. G1, “yöneten” ve “korku verici” rolünü üstlenirken, Ö1 “itaatkâr” ve “hizmetkâr” roldedir. Anlatısal Düzey: Başlangıç bölümünde ortaya konan temel sorun, masalın genel anlatı izlencesini yansıtır. Anlatı izlencesi, “Başlangıç durumunu sonuç durumuna ulaştıran temel dönüşümün gerçekleşme süreci ya da daha teknik bir anlatımla bir edim sözcesinin bir durum sözcesini etkileyip yeni bir durum sözcesine dönüştürmesi süreci” olarak açıklanır (Rıfat, 2007: 41). Anlatı şeması olarak da adlandırılan anlatı izlencesi, dört aşamadan oluşur: eyletim (manipülasyon), edinç (kompetans), edim (performans) ve yaptırım (sanksiyon). Masalın anlatı izlencesinde eyletim aşamasını padişah (G1) ve vezir (Ö1) arasında yapılan sözleşme oluşturur. Padişah (G1), veziri (Ö1) çağırır ve vereceği bir lira ile bir koç almasını söyler. Kırk gün içinde koçun etinden et, derisinden kürk ister. Ancak verdiği lirayı geri, koçu da canlı olarak istemektedir. İsteği gerçekleştirilmediği takdirde Ö1’i ölümle tehdit eder. Böylece Nesnenin (N1) varlığı belirir. “Nesnenin ne olduğu düz anlam katına aittir, işlevi ise kahramanın yollara düşmesini sağlayacak, bulunması gereken, eksikliği duyulan bir nesne olmasıdır” (Akerson, 2005: 137). Buna göre Vezir’in (Ö1) padişaha karşı değer nesnesi yaşamıdır (N1). Vezir, başlangıç durumunda değer nesnesinden ayrı olmasa da (Ö1∩N1) bu durumun sürekliliği onun kontrolünde değildir. Yaşaması padişahın (G1) isteğini yerine getirmesine bağlıdır. Özne (Ö1), ortaya çıkan soruna çözüm bulmaya çalışır. Ancak G1’in isteğini gerçekleştirmesi imkânsız görünür. Burada soyut özellikteki eyleyen Engelleyici (E1) ortaya çıkar. Sonuç olarak birinci kesitin eyleyenler şeması şu şekilde gösterilebilir: Şekil 1. Birinci Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından) : Gönderen Nesne Gönderilen (Padişah) (Yaşam) (Padişah) Yardımcı Özne Engelleyici 345 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ø (Vezir) (İmkânsızlık) Başlangıçta Ö1, söz konusu edimi gerçekleştirebilecek güçten yoksunken; G1 güç sahibi ve yöneten durumdadır. Toplumsal durumda birinci kesitin anlatısal düzeyinde karşıt ilişki yöneten- yönetilen olarak belirir. Toplumsal Durum Yöneten Yönetilen Kesit II: Çözüm Arama Durumu Söylemsel Düzey: Başlangıç kesitinde çözüm bulamayan Ö1, değer nesnesine ulaşmak için çaba sarf eder (edim evresi) ve uzak ülkelere yola çıkmaya karar verir. Zaman ve uzam değişir; saray→ orman; zaman →“Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş…” şekline döner. Söylemsel düzeyde izlencenin öznesi olan Ö1, “çaresiz” olarak betimlenir. Anlatı kişilerine yeni bir eyleyen eklenir: Y1 (çiftçi). Bundan sonraki süreçte Ö1 ve Y1’in birlikteliği söz konusudur (Ö1∩Y1). Birlikte yola devam eden Ö1 ile Y1, aralarında anlaşmaya çalışır ancak Y1, Ö1’in ne demek istediğini anlayamaz. Bunun üzerine Ö1’i yalnız bırakır ve tek başına köye döner (Ö1UY1). Bu kesitte uzam köye döner; zaman ise o günün akşamıdır (“Akşam olduğu için çiftçi biraz sonra akşam yemeğine oturmuş.”). Anlatı izlencesine yeni eyleyen eklenir: Y2 (küçük kız). Böylece kesitteki anlatı kişilerini çiftçi, küçük kız ve adı geçen vezir oluşturur. Y1 ve Y2’nin bu kesitteki görünümleri Ö1’den daha belirgindir. Y2, gördüğü Ö1’i merak eder ve kim olduğunu sorar. Olanları anlatan çiftçi (Y1), küçük kızdan (Y2) doğru cevabı öğrenir. Bu durum, izleksel olarak Y2’nin zeki ve yetenekli olduğunu gösterir. Anlatısal Düzey: Y1, Ö1’e giderek demek istediklerini anladığını iletir. Ancak Ö1 asıl cevabı bulanın başkası olduğunu düşünmektedir. Ö1’in ısrarı üzerine Y1 cevabı kimin söylediğini itiraf eder. Doğru cevabı öğrenen Ö1, kendisine yardım edebileceğini düşünerek Y2 ile görüşmek ister. Şekil 2. İkinci Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından): Gönderen Nesne Gönderilen 346 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 (Padişah) (Yaşam) Yardımcı (Padişah) Özne (Küçük kız) Engelleyici (Vezir) İmkânsızlık Kesit III: Başarı Durumu Söylemsel Düzey: Bu kesitte anlatı kişilerini vezir (Ö1), küçük kız (Y2) ve çiftçi (Y1) oluşturur. Ö1 aslında sorunu kendisi çözebilecek güçte değildir. Bu nedenle Ö1 sorununa çözüm bulmak için Y1’den Y2’yi getirmesini ister. Y2’ye çaresiz bir şekilde sorununu anlatır. Y2, çözümün çok basit olduğunu söyler. Buna göre Ö1 ile Y2 arasındaki karşıt ilişki duygusal durum bağlamında ele alınan anlam ekseninde Ö1 “çaresiz”, Y2 ise “kararlı” olarak gösterilir: Duygusal Durum Çaresiz (vezir) Kararlı (küçük kız) Anlatısal düzey:Küçük kız (Y2), vezire (Ö1) yapması gerekenleri söyler. Verilen cevapla Engelleyici eyleyen (E1) ortadan kalkmış olur. Böylelikle Ö1, değer nesnesine (N1) kavuşmuş olarak anlatı izlencesini tamamlar [Aİ = (Ö1 ∩ N → Ö ∩ N]. Şekil 3. Üçüncü Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından): Gönderen (Padişah) Yardımcı (Küçük kız) Nesne Gönderilen (Yaşam) (Padişah) Özne Engelleyici (Vezir) Ø 347 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ö1, Nesnesine (N1) kavuşur ve cezalandırılmaktan kurtulur (yaptırım evresi). Ancak olay örgüsü tamamlanmaz. G1 (padişah) cevabı bulan küçük kızı (Y2) görmek ister. Y2 burada yardımcı eyleyen özelliğinden özne (Ö2) eyleyenine dönüşür. Küçük kızın ne kadar akıllı olduğunu görmek isteyen padişah (G1), istediklerini yapmaması durumunda küçük kızı (Ö2) zindana atacağını söyler. Bundan sonraki aşamada küçük kız (Ö2) değer nesnesi olan özgürlüğüne (N2) kavuşmaya çalışacaktır. Kesit IV: Bitiş Durumu Söylemsel Düzey: Uzam saraya dönüşür. Zaman ise net değildir. Eyleyenlere bakıldığında, izleksel olarak aşağıdaki rollere sahip oldukları görülür: Eyleyenler Padişah (G1) Vezir (Ö1) Küçük kız (Ö2) Çiftçi (Y1) İzleksel Roller “yöneten” “itaatkâr” “zeki ve cesur” “bilgisiz” Anlatısal Düzey: Başlangıçtaki G1 (padişah), Ö2’yi (küçük kız) merak eder ve saraya çağırır. Ö2’nin konumu burada daha belirginleşir. G1, başlangıç kesitinde olduğu gibi gerçekleştirilmesi imkânsız bir istekte bulunur. Özne’yi yani Ö2’yi değer nesnesini aramak için görevlendiren ve bu eylemden yarar sağlayan olarak padişah, yine gönderen ve gönderilen konumundadır. Ö2’nin değer nesnesi olan “özgürlüğe kavuşma” isteği soyuttur. Ö2’nin değer nesnesine ulaşmasındaki engelleyici (E1) ilk kesitte olduğu gibi yine “imkânsızlık” olarak görünür Şekil 4. Dördüncü Kesitin Eyleyenler Şeması (Küçük kız açısından): Gönderen Nesne (Padişah) (Özgürlük) Yardımcı Gönderilen (Padişah) Özne Engelleyici 348 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 (Küçük kız) Ø Derin Yapı: Mantıksal- Anlamsal Düzey Mantıksal- anlamsal düzey, eyleyenler modelinde anlam evreninin en soyut halini yansıtır. Metnin yüzeyde görülmeyen kavramlar, bağıntılar ve dönüşümler derin yapıda gösterilir “Greimas’a göre, derin yapıyı oluşturan da, aslında insanın bireysel ve toplumsal varoluş sorunlarıdır. Bu varoluş değerleri ve biçimleri, derin yapının bileşenlerini oluşturur. Bu bileşenler de ancak mantıkla açıklanabilir ya da başka bir deyişle, bunlar mantığın kendi bileşenleridir. Mantığın bileşenleri, yaşamdaki temel karşıtlıklardan oluşurlar ve en derin yapıda yer alırlar” (Akerson, 2005: 148). “Derin yapı, söylemi oluşturan dilsel ya da dilsel olmayan sözdizimsel ve göstergebilimsel düzenlemeleri ortaya koyar. Bu aşamada terimler arasında hem birbirine karşıt hem birbirini tamamlayan, hem de birbiriyle çelişen terimler bulunur” (Kıran, 2013:118). Toplumsala ilişkin karşıtlık: /yöneten/ ve /yönetilen/. Bireysele ilişkin karşıtlık: /yetenekli/ ve /yeteneksiz/, /genç/ ve /yaşlı/, /yaşam/ ve /ölüm/, /çaresiz/ ve /kararlı/. İncelenen masalda temel dönüşüm çaresizlik / başarı karşıtlığı üzerine kuruludur. Özne (Ö1), çaresizlikten başarıya doğru bir dönüşüm süreci izler. /başarı/ /çaresizlik/ (gerçekleştirilmesi imkânsız istek) (zekâ ile doğru cevaba ulaşma) a1 a2 /başarı yokluğu/ /çaresizlik yokluğu/ ā 2 ā1 (çözüm bulmak için çaba sarf etme) 349 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Anlatı, ortaya konan temel bir sorun ile başlar (a1). Özne, soruna çözüm bulmak için mücadele eder (ā1) ve başarıya ulaşılmasıyla anlatı sona erer (a2). Göstergebilimsel dörtgendeki kavramlar arasında karşıtlık, çelişkinlik, içerme gibi temel mantıksal anlamsal ilişkiler yer alır. Karşıtlık bağıntısı yaşam/ölüm, zayıf/güçlü, güzel/çirkin gibi aynı anlambilimsel eksende yer alıp birbirlerini zorunlu bir şekilde varsayan karşıt iki terim arasında; çelişiklik bağıntısı ise olma/olmama, yaşama/yaşamama gibi uzlaşmaz terimler arasında; içerme bağıntısı ise iyi/kötü olmayan, kötü/iyi olmayan gibi aynı düzlemde yer alan terimler arasında kurulur (Yücel 2008: 137).Masalın başlangıcı ile sonucu arasındaki fark ve anlam ilişkileri göstergebilimsel dörtgenle şu şekilde gösterilebilir: Göstergebilimsel Dörtgen: /sorun/ /çözüm/ a1 a2 ā2 /çözüm yokluğu/ ā1 /sorun yokluğu/ Göstergebilimsel dörtgen sorun-çözüm karşıtlığını yansıtır. Anlatıda her zaman çözülmesi gereken bir sorun ortaya konur. Anlatı kişileri, çözüme ulaşmak için mücadele eder ve başarıya ulaşır. 3. Sonuç “Altın Araba” masalı, göstergebilimsel çözümleme ile incelendiğinde tipik bir anlatısal metin özelliği yansıtır. Eyleyenler kendi rollerinin tüm özelliklerini taşır (padişah: “yöneten”, vezir: “itaatkâr” vb.) Anlatı izlencelerinin tüm evreleri gerçekleşir. Özne, başlangıç durumu ve sonuç durumu arasında edim sözcesini gerçekleştirir ve bu iki durumun farklı özellikte olmasını sağlar. Anlatı izlencesini içeren düzeyler genel olarak incelendiğinde özne başlangıçta nesneden ayrı değildir ancak kaybetme olasılığı ile karşı karşıyadır ve yardımcı eyleyenle (Y1) ile birlikte (Ö1UY1) nesneye (N1) ulaşmaya çalışır. Edim evresiyle nesneyi 350 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 elde eden özne, anlatı izlencesini tamamlamış olur (Ö1∩N). Anlatıyı oluşturan durum ve dönüşümlere bakıldığında sorunlara çözüm bulmanın genç ya da yaşlı olmaktan bağımsız olduğu gerçeği ortaya çıkar. Masalın başlangıcında çözülmesi imkânsız gibi görünen temel sorun, zekâ ve yetenekle çözülmüş olur. Son yıllarda farklı alanlarda da yaygınlık kazanan göstergebilimsel çözümleme, çeşitli araçlar kullanarak metinde verilen iletiyi bulmaya çalışır. Metindeki iletinin örtük olarak verildiği yazınsal yapıtlar üzerine göstergebilim ışığında yapılan çözümlemeler, Türk edebiyatının zengin örneklerinin anlamsal derinliklerini göstermede katkı sağlar. Kaynakça Akerson, E.Fatma (2005). Göstergebilime Giriş. İstanbul: Multilingual Yabancı Dil Yayınları. Greimas, Algirdas Julien (1983). Du Sens II: Essais Sémiotiques, Paris: Edition du Seuil. Günay, V.Doğan (2002). Göstergebilim Yazıları. İstanbul: Multilingual Yabancı Dil Yayınları. Gürel, Z. Şahbaz, N.K. ve Temizyürek, F. (2007). Çocuk Edebiyatı. Ankara: Öncü Kitap. Kıran, Zeynel ve Kıran Ayşe (2007). Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara: Seçkin Yayınları. Kıran, Ayşe Eziler (2013). Yazınsal Göstergebilim ve Eleştiri. (Eleştiri Kuramları) Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. Rifat, Mehmet (1996).Göstergebilimcinin Kitabı,İstanbul: Düzlem Yayınları. Rifat, Mehmet (2007). Homo Semioticus ve Genel Göstergebilim Sorunları, İstanbul: YKY Yayınları Tezel, Naki (2001). Türk Masalları 2. İstanbul: MEB Yayınları. Yücel, Tahsin (2007). Eleştiri Kuramları, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Yücel, Tahsin (2008). Yapısalcılık, 2. Baskı, İstanbul: Can Sanat Yayınları. 351 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ekler Ek 1: ALTIN ARABA Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sinek berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken bir padişah varmış. Padişah bir gün vezirini çağırarak demiş ki: -Al şu bir lirayı. Bununla bana bir koç alacaksın! Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Verdiğim lirayı geri, koçu da diri isterim. Sana kırk gün izin. Söylediklerim yapılmazsa, kırk birinci günü boynun cellâda vereceğim… Vezir doğru odasına gitmiş. Başını elleri arasına alarak kara kara düşünmeye başlamış. Padişahın isteklerini yerine nasıl getirsin? Güç, hem de çok güç bir iş bu. Sabaha kadar düşünen vezir, hiçbir yol, bir çare bulamamış. Bunun üzerine, uzak ülkelere geziye çıkmaya karar vermiş. Belki bir yol bulurum diye… Hemen hazırlanmış. Gün ışırken kimseciklere görünmeden saraydan ayrılmış, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir de arkasına bakmış ki, bir karışçık yol gitmiş. Başlamış gene yürümeye… Çok geçmeden bir çiftçiye rastlamış. Selam verdikten sonra demiş ki: -Çok yorgunum. Uzun zamandır yürüyorum. Ayaklarımda kuvvet kalmadı. Şu yokuşun başına kadar sen beni taşı. Oradan köye kadar da ben seni taşırım. Çiftçi, bu tanımadığı adamın sözlerine aldırmamış bile… Hiç konuşmadan yürümeye devam etmişler. Biraz sonra önlerine bir orman çıkmış. Vezir, çiftçiye bu sefer de: -Gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım! Ha, ne dersin? Çiftçi bu sözlere de karşılık vermemiş. Gene yürümüşler, yürümüşler. Çok geçmeden bir evin önüne gelmişler. Kapıda bir kız duruyormuş. O zaman çiftçi konuşmuş: -İşte, demiş, benim evim burası. Vezir eve şöyle bir baktıktan sonra: -Evin güzel ama ahbap, demiş, dümeni eğri. Çiftçi bu sözlerden bir şey anlamamış. Canı da sıkılmış. Vezire cevap vermemiş. Yüzüne bakmadan evden içeri girmiş. 352 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Vezir sokak ortasında yalnız kalmış. Çaresiz gidip köy odasını bulmuş, oraya misafir olmuş. Akşam olduğu için çiftçi biraz sonra akşam yemeğine oturmuş. Yemek sırasında çiftçinin on üç yaşındaki kızı, babasına sormuş: -Baba, bugün seninle beraber köye kadar gelen sakallı amca kimdi? Babası: -Tanımıyorum kızım, demiş, bugün ona yolda rastladım. Bana birçok şeyler söyledi. Hiçbir dediğini anlamadım, cevap da vermedim. Kızın merakı artmış: -Nasıl şeyler söyledi de, demiş; anlamadın baba? O zaman çiftçi anlatmış: -Önce, şu yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan da köye kadar ben seni taşıyayım, dedi. Neden böyle söylediğini anlamadım. Kendisini hiç tanımadığım halde, bana kendisini taşıtmak istediği için kızdım, cevap bile vermedim. Biraz sonra ormana girdik. O zaman da, gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım, dedi. Bu sözlerinden de bir şey anlamadım. Canım da iyice sıkılmağa başladı ama kendimi tuttum. Sonra köye vardık. O zaman başımdan savmak için burayı göstererek “İşte benim evim”, dedim. Bana ne dese beğenirsin? Evin güzel ama dümeni eğri, demez mi? Tepem attı. Şeytana uyup da elimden bir kaza çıkmasın diye hemen içeriye girdim. Evin dümeni mi olurmuş? Deli mi ne? Babasının sözlerini dikkatle dinleyen küçük kız: -Haksızlık etmişsin baba, demiş. O amcanın her sözünün bir manası var. Sen yemeğini ye de ben sana onun ne demek istediğini bir bir anlatayım istersen? -Yemek sırasında vezirin sözlerinin manasını kızından öğrenen çiftçi, sofradan kalktıktan sonra doğru köy odasına koşmuş. Veziri bularak: -Affedersin Tanrı misafiri, demiş. Ben yorgunluktan gündüz söylediklerini pek kavrayamadım. Kulaklarım da biraz ağır işitir zaten. Kusurumu bağışla! Yemekte düşündüm, ne demek istediğini anladım. Yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan köye kadar da ben seni taşıyayım demekle, yokuşun başına kadar sen konuş, ben dinleyeyim, oradan köye kadar 353 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 da ben konuşurum, sen dinlersin, demek istemiştim. Ormana tek girip çift çıkalım demekle de, birer değnek yapmamızı teklif ettin. Evime, güzel ama dümeni eğri, demekle de, kızın güzel ama burnu eğri demek istemiştin, değil mi? Çiftçinin sözlerini dikkatle dinleyen vezir: -İyi bildin ama demiş, bunlar senin aklının işi değil. Doğru söyle, bunları sana kim öğretti? Çiftçi, biran düşündükten sonra: -Hiç kimse öğretmedi, demiş. Demiş ama veziri inandıramamış. Vezir, doğru söylemesini ısrarla isteyince, çiftçi, çaresiz işin doğrusunu söylemiş: -Kapıda gördüğün küçük kızım var ya, işte o öğretti. O zaman vezir, bu çok akıllı küçük kızı merak etmiş: -Hadi, demiş, getir şu küçük kızını da yakından bir göreyim. Onun aklı bizimkinden çok. Benim bir derdim var, belki o bir çare bulur. -Çiftçi hemen eve dönerek kızını yanına almış, köy odasına getirmiş. Küçük kızı pek seven ihtiyar vezir: -Senin gibi akıllı bir evlada sahip olduğu için baban ne kadar sevinse haklıdır yavrum, demiş. Akıllı çocukları herkes sever. Mademki sen bu kadar çok akıllısın, benim derdime de bir çare bul bakalım! Küçük kız gülmüş: -Güzel sözleriniz için teşekkür ederim, demiş. Derdiniz nedir ki? Vezir anlatmağa başlamış: -Padişah bana bir lira vererek dedi ki: “Al şu lirayı, bununla bana bir koç alacaksın. Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Ama lirayı geri, koçu da diri isterim”, dedi. Küçük kız vezirin sözleri bitince kahkahalarla gülmeye başlamış. Şaşıran vezir demiş ki: 354 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 -Kızım bunda gülecek ne var? Ağlanacak bir hal bu. Şayet padişahın istediklerini kırk günde yapamazsam, kırk birinci günü beni cellâtlara verecek, boynumu vurduracak. Benim gibi ihtiyar bir adamın başı kesilirse sevinir misin? Küçük kız, bunun üzerine: -Bunları yapmaktan kolay bir şey yok ki amca, demiş. Siz hiç tasalanmayın, ben sizi kurtarırım! Bu sözlere pek sevinen vezir: -Aman sağ ol kızım, demiş, söyle bakalım ne yapacağım? Küçük kız, vezire neler yapacağını anlatmaya başlamış: -O bir lira ile yünü kırpılmamış bir koç alırsın. Yününü kırptırır, iki liradan satarsın. Bir lirasını saklar, öteki lira ile küçük bir kürk yaptırırsın. Koçun kuyruğundan bir parça keserek lira ile beraber bir tabağa koyar, padişaha götürürsün. Oldu mu? Vezir, küçük kızın verdiği akla hayran olmuş, cellâtlara verilmekten kurtulduğu için sevinç içinde küçük kıza ve babasına teşekkür ederek köyden ayrılmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, saraya varmış. Padişahın karşısına çıkmış. Emirlerini bir bir yerine getirmiş. Padişah memnun olmuş ama bu aklı kimden aldığını vezirine sormuş. Vezir önce söylemek istememiş, kem küm etmiş ama padişah sıkıştırınca doğruyu söylemek zorunda kalmış. O zaman padişah bu akıllı kızı görmek istemiş. Hemen bir araba göndermişler. Kızı köyden getirtip padişahın karşısına çıkarmışlar. Padişah demiş ki: -Pek akıllı bir kız olduğunu öğrendim. Bakalım aklını bana da gösterebilecek misin? Gösteremezsen kendini zindanda bil! Küçük kız bu sözlere gülerek: -Ne isterseniz yapın padişahım, demiş. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam! Soracaklarınızın karşılığını alırsınız. Hazırım! Küçük kızın pervasızlığına, cesaretine şaşıran padişah, gülerek demiş ki: 355 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 -Aferin sana! Pek cesur bir çocuğa benziyorsun. Şimdi dinle öyle ise: Has ahırımdaki kısrağıma üç gün içinde iki tay doğurtacaksın! Şu kavanoza ben şimdi doksan dokuz tane altın koyup ağzını mühürleterek sana vereceğim. Sen onu burada, benim gözümün önünde açıp içinden yüz altın çıkaracaksın! Bundan başka, seni biraz sonra karşımda yetmişlik bir ihtiyar olarak görmek istiyorum. Bütün bunları yapabilmen için benden bir tek şey istemek hakkın var. Ama isteyeceğin şey sadece iki kelimelik olacak. Küçük kız hemen atılarak: -İstediklerinizi yapacağım padişahım, demiş, önce sizden iki kelimelik dilekte bulunayım öyle ise… Padişah: -İste bakalım, demiş, derhal yapacağım! -Güneşi söndürünüz! Demiş. Bu istek karşısında şaşıran padişah, kızarak bağırmış: -Kız, sen deli misin? Ben güneşi söndürebilir miyim hiç? Olacak bir şey istemelisin! Küçük kız o zaman: -Güneşi söndürmek olacak iş değil de, demiş, sizin istedikleriniz olacak şeyler mi padişahım? Kızın bu cevabını haklı bulan padişahın kızgınlığı bir anda geçmiş. Küçük kızın aklına, zekâsına hayran olmuş. Babasına bir çift öküz ile bir tarla, kendisine de kasabadaki okula gidip gelirken binmesi için altın işlemeli bir at arabası armağan ederek onları askerleriyle beraber köylerine göndermiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına… (Tezel, 2001: 73-81) 356 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 MİLYONLARCA KUŞTUK ŞİİRİNİN MUHTEVASI VE KAYNAKLARI HAKKINDA Gencay ZAVOTÇU ÖZET Candan Erçetin’in “Milyonlarca Kuştuk” şiiri, sözlerinin manası itibarıyla farklı kavim, toplum ve milletlerin kültür ürünlerinden beslenmiş izlenimi verir. Erçetin, bu şiirinde geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü oluşturma çabası içerisinde gözükür. Bu çabada, Fars ve Türk Mitoloji ve edebiyatları ile diğer Doğu toplum ve milletlerinin kültür değerlerinin işlenişi dikkati çeker. Bu didaktik şiirin zengin bir altyapıya sahip olduğu ve yerli-yabancı pek çok kaynaktan beslendiği söylenebilir. Yerli-yabancı pek çok kültür ürününden beslendiği izlenimi veren şiir kurgusuna ve içeriğine istinâden üç bölüme ayrılabilir. Baştaki üç birim ilk bölüm olarak adlandırılabilir. “Biz milyonlarca kuştuk” ifadesi ile başlayan dördüncü birim ikinci bölümü, gönül üzerine söylenmiş son birim ise üçüncü bölümü oluşturur. Baş taraftaki birinci bölüm genel etik ve ahlâki algılar/kanılar üzerine kurulmuş ve belirgin örneklerle desteklenmiştir. Şiirin ikinci bölümü kuşların Kâf Dağı’na yolculuğunu konu edinir. Şiirin üçüncü bölümü Erçetin’in gönül hakkındaki görüşlerine tahsis edilir. Erçetin şiirin bu son bölümünde gönlü kuşa benzetir. Bu benzetmeyle, sanki gönlün aşk hususunda zaman, mekân, sınır ve kural tanımayan karakterine vurgu yapar. Anahtar Kelimeler: Kıskançlık, bencillik, hırs, inkâr, kuşlar, Kaf Dağı, gönül Abstract Candan Erçetin’s "We have millions of birds" poetry,the meaning of the words as different tribes, communities and nations fed gives the impression of cultural products. Erçetin in this poem to establish a link between the past and the future, and will appear in the effort to build cultural bridges. In this endeavor, Persian and Turkish mythology and literature and other Eastern societies and nations in the handling of noteworthy cultural values.This didactic poema rich in frastructure owned and fed from many sourcessay thatdomestic and foreign. Domestic and foreign products fed from many cultures giving the impression that the contentrelating to poetry and fiction can be divided into three sections. The first part may be referred to as the leading end piece. "We have millions of birds," he began with the second part of the fourth unit, complacency has been said on the last unit generates the third part. The first part of the head detects general ethicaland moral/beliefis founded upon and supported by Doç. Dr., Bosna-Hersek Tuzla Üniversitesi Felsefe Fakültesi TürkDiliveEdebiyatıBölümü 357 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 prominent example. The second part of the poem deals with the journey of the birds of Mount Qaf. The third part of the poem about the poet's mind is allocated to the opinion. In this final section of the poem Erçetin hearts are likened to birds. With this simulation, it's like love heart sin respect of time, space, and illimitable character limit emphasizes. Keywords:Jealousy, selfishness, greed,denial,birds,KafMountain,hearts. Giriş Candan Erçetin’in “Milyonlarca Kuştuk” şiiri, sözleri ve sözlerinin manası itibarıyla farklı kavim, toplum ve milletlerin kültür ürünlerinden beslenmiş bir görünüme sahiptir. Öğretmen, akademisyen, söz yazarı ve ses sanatçısı kimlikleriyle tanınan Erçetin, bu şiirinde geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü oluşturma çabası içerisinde gözükür. Bu çabada, başta Fars ve Türk Mitolojileri ile edebiyatları olmak üzere ağırlıklı olarak Doğu kavim, toplum ve milletlerinin kültür değerlerinin işlenişi dikkati çeker. Şiirin, ulusal radyo ve televizyon kanallarında görseller ve beste eşliğinde sunumu ise söz konusu kültür değerlerinin hatırlatılması, kavratılması ve öğretilmesinde etkili olabilecek motifler /figürler içerir. Öğreticiliğin asıl amaç olduğu bu şiirin zengin bir altyapıya sahip olduğu ve yerli-yabancı pek çok kaynaktan beslendiği söylenebilir. Baş tarafta, sebep-sonuç mahiyetinde biri birini izleyen ve felsefî yönü ağır basan mısralara sindirilmiş karakter tahlilleri Erçetin’in kıyâfet ilmi (ilmi kıyâfet) ve ırabilim (karakteroloji) konusunda bilgili olduğu fikrini verirler. Bu kısımda Erçetin, öğretmen kimliğinin yüklediği sorumlulukla okuyucuya bazı etik ve ahlâkî değerleri öğretmek/kavratmak isterken öğreticiliğin imkanlarından azamî ölçüde yararlanır. Bir hususu ya da düşünceyi bazen tümden gelim bazen de tüme varım yöntemleriyle okuyucuya öğretmeye/kavratmaya çalışırken farklı karakterlere sahip insan ve hayvanları örnek olarak zikreder. Öğretmeye/kavratmaya odaklandığı husus ya da konuyla ilgili örnekleri çok çarpıcı olanlardan seçişi ise amacına ulaşmada kendisine büyük kolaylık sağlar. Farklı konularda yerli-yabancı pek çok kültür ürününden beslendiği izlenimi veren şiir kurgusuna ve içeriğine istinâden üç bölüme ayrılabilir. Bu tarz bir ayırımın şiirin verdiği iletinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacağını ve yararlı olacağını söyleyebiliriz. Bu bağlamda baştaki üç birim ilk bölüm olarak adlandırılabilir. “Biz milyonlarca kuştuk” ifadesi ile başlayan dördüncü birim ikinci bölümü, gönül üzerine söylenmiş son birim ise üçüncü bölümü oluşturur. Şiirin baş tarafında yer alan ve birinci bölüm olarak adlandırdığımız kısım geneletik ve ahlâki algılar/kanılar üzerine kurulmuş ve bu algıları/ kanıları inandırıcı kılmak için belirgin örneklerle desteklenmiştir. Her biri yargı hükmündeki mısralarla örülmüş bukısımda cümle kurgusunun Fars.akiedatıyla desteklenmesi, Erçetin’in Fars diligrameriya da Osmanlı 358 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Türkçesi cümle yapısıya da dizilişi hakkında bilgili olduğu fikrini verir. Kıskançlık, aşk, bencillik, hırs, hakîkat (ya da hakîkate erişme isteği), inkâr ve ayrılık öne çıkmış temalar olarak gözükür. Bu temalarla bağlantılı olarak amaca erişmek, uçmak, yalnızlık, avlamak/ avlanmak, hata yapabilme riski, sırlara vakıf olmak da bu kısımda değinilen kavram, konu ve hususlardır. Erçetin’in bu bölümde olumsuz huy ve kişilik özelliklerini öne çıkarmaktaki amacı kişiyi uyarmak ve bu olumsuz huy ve kişilik özelliklerinden sakınıp korunmasına yardımcı olmaktır. Öğretici (didaktik) bir tavırla farklı tip, kişi ve hayvanların karakterleri hakkında hüküm veren Erçetin’in yargı içerikli mısraları, klasik edebiyat mesnevilerinin sonundaki kahraman ve tip tahlilleri ile ilgili kısımları hatırlatır. Şiir, Erçetin’in kıskançlığın kötü ve olumsuz bir huy olduğunu anlatan özgün iki dizesiyle başlar: Her kim ki kıskançlık gölünde yüzer Bilsin ki ulaşamaz o kaf dağına mısralarında, genellikle klasik dönem şiirinde görebileceğimiz bir teşbihle kıskançlık göle benzetilir ve bu gölde yüzen kişinin Kaf Dağı’na ulaşamayacağı belirtilir. Erçetin, bu mısralarda kişinin kıskançlıkla amacına ulaşmayacağını, amaca ulaşmak uğruna yapacağı/başvuracağı hile, oyun, aldatma ve kandırma uğraşılarının işe yaramayacağını söylemek ister. Kıskançlığı göle benzetip akabinde gölde yüzmekle kıskanç kişinin Kaf Dağı’na (amacına) ulaşamayacağını söylerken Kâf Dağı’nı bir simge olarak zikreder. Yüksek ve sarp olduğu rivâyet olunan Kâf Dağı ifâdesi ile kişinin erişmek istediği yüce amacı kasd ederken bu ifâde ile şiirin ikinci bölümünde bahsi geçen kuşların yolculuğu ile de bir ilgi kurmuş olur. Erçetin, kıskançlık ile ilgili bu mısralarda kıskançlığın kötü bir huy olduğunu ima ederken dünyanın ünlü bilgin, filozof, yazar ve şâirlerinin kıskançlıkla ilgili özlü sözlerine de çağrışımda bulunur. Bu bağlamda, kıskançlığın kötülüğüne dair “Gurur, kıskançlık ve hırs insanların kalplerini ateşleyen üç ateştir. (Dante Alighieri)”, “Söyleyen ve haykıran kıskançlık daima beceriksizdir. Susan kıskançlıktan korkmalı. (Riverol)” v.b sözleri hatırlamak mümkündür. Ancak, 15. yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın şiirsel bir kurguyla söylediği “Hased onulmaz renc olur, ve ilim dükenmez genc olur”(Tulum, 2001: 181) cümlelerinin, kıskançlığın kötü ve olumsuz karakterini özlü olarak anlatma hususunda çok etkili ve başarılı olduğunu belirtmek gerekir. Erçetin’in bu mısralarda asıl söylemek istediği ise kötü huylu kişinin başkalarına yaptığı kötülüklere bir gün kendisinin maruz kalacağıdır. Farklı bir söylemle kişinin başkaları için kazdığı kuyuya kendisinin düşeceği, başkaları için ördüğü çorabın bir gün kendi başına geçeceği ya da herkesin kendi pisliğinde boğulacağını îmâ eder. Erçetin bu îmâlarla halk kültüründe köklü bir geçmişe sahip “Ne ekersen onu biçersin” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 359 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 395), “Eden bulur (Eden bulur, ,inleyen ölür” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 257), ”İyilik eden iyilik bulur” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 336), “İyilik yapan iyilik, kötülük yapan kötülük bulur” v.b atasözleri ile “kazdığı kuyuya düşmek”, “(birinin) başına çorap örmek” ve “Dimyat’a (Payas’a) pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 724)deyimlerine çağrışımda bulunur. Bu çağrışımlar ise sözlerinin etkileyici ve inandırıcı olmasını sağlar. Mısralara yukarıda sıralanan deyim ve atasözlerini ustaca sindiren Erçetin, Kâf Dağı sözü ile de şiirin ikinci bölümünde işaret edeceği Vahdet Yolculuğu’na (seyr-i sülûka) ve yolculuğun sonunda kuşların eriştiği Kâf Dağı’na atıfta bulunur. Yukarıdaki mısralar kıskanç kişinin eylemleri ve kıskançlıkla ilgili olsa da genelde olumsuz, kötü ve zararlı eylem/söylemlerin sahibi için olumsuz, kötü ve zararlı sonuçlara yol açacağı manalarına da gelir. Benzer şekilde olumlu, iyi ve yararlı eylem/söylemlerin sahibi için olumlu, iyi ve yararlı sonuçlara yol açacağını da ima eder. Klasik Türk Edebiyatı’nda bu düşüncelerin işlendiği metinler mevcuttur. Erçetin’in bu metinleri görüp görmediği hususunda bir bilgimiz olmasa da eğitici/öğretici özelliği ile öne çıkan metinlerde bu düşüncelerin sıkça işlendiğini söyleyebiliriz. “İyilik yapan iyilik, kötülük yapan da kötülük bulur” anafikrini işleyen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Bülbülnâme’si bu tür metinlerden biridir. Sebepsonuç itibarıyla ardı ardına sıralanan 4-5 olay halkasından oluşan Bülbülnâme, her olay halkasının sonunda padişah tarafından söylenen “Kim kötülük yaparsa ona kötülük ulaşır. İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük ulaşır” manasındaki Her ki û bed kerd ânhod-[râ] resed Nîkuî-râ nîk bed-râ bed resed (Mevlânâ; Nâfiz Paşa Nu.:502 (2b-3a). beyti ile bütüncül bir görünüme kavuşur. Mevlânâ, 55 beyitlik mesnevide hayvan ve insan kahramanlar arasında geçen olaylardan hareketle insanları doğru, olumlu, yararlı ve iyi düşünme/ hareket etme hususunda eğitmeyi amaçlar. Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’de işlediği anafikir biraz farklı bir şekilde Sa‘dî’nin Gülistân’ında da işlenir. ÖmerFu’âdî’nin Bülbüliyye’de, Gülistân’dan aktardığı Her ki koned be-hod koned Ger nîk ü ger bed koned (Ömer Fu’âdî, Bülbüliyye 350,Gencay Zavotçu, 1997: 584) (Kişi, iyiya da kötü (ne) yaparsa kendine yapar) beyti de anlam ve söylem bakımından Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’deki beyitleriyle benzerlik arzeden bir beyittir. Şiirin Bülbül ki aşk denizlerinde gezer Uçamaz ki başka güllerin narına 360 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mısralarında aşk bir denize benzetilir. Klasik Türk Edebiyatı metinlerinde aşk ve ilim genellikle deniz, deryâ ve ummân’a, âşık da aşk denizine/ ummânına dalıp yol alan ve dibe dalan bir dalgıca (gavvâsa) benzetilir. Deniz ya da ummâna giren dalgıcın amacı ise bu yolda mesâfe katetmek, dibe dalıp inci-mercân çıkarmak ya da aşk denizinde garkolmak, boğulmaktır. Aşağıdaki beyitler bu hususa örnek teşkil ederler: Mülk-i fenâdan geçeyin ol dost iline uçayın Talayın aşk ummânına denizleri kaynadayın (Yûnus Emre Div., 2006: 339) (Yok olacak, bir gün sonu gelecek ülkeden geçip sevgilinin iline uçayım. Aşk okyanusuna dalıp denizleri kaynatayım). Talayın ‘ışkun bahrine gavvâs olayın bir zamân İsteyeyin dâyim seni seyyâh olayın bir zamân (Yûnus Emre Div., 2006: 307, (Aşk denizine dalıp bir zaman dalgıç olayım. Bir zaman gezgin olayım, seni her zaman isteyeyim). Sorman Yûnus'dan haber dost kandasa anda var Yüz bin gevherden fârig ‘ışk denizine talan(Yûnus Emre Div., 2006: 321) (Yûnus’dan haber sormayın, dost neredeyse oradadır. Aşk denizine dalan yüz bin cevherden vaz geçmiştir). Yukarıdaki mısralarda bülbülün aşk denizlerinde gezdiğini söyleyen Erçetin, Doğu - Batı kavim, toplum ve milletleriyle Türk kültüründe eski çağlardan beri işlenen gül-bülbül temasına da değinir. Başka güllerin âteşine uçamayacağını söylerken de bülbülün güle âşık olduğunu, gül dışındaki çiçeklerin onu âşık edecek çekicilik, güzellik ve kızıllıktan (âteşten) yoksun olduğunu söylemek istiyor. Bu ifâdede âteş sözcüğü ile kızıl güle atıfta bulunurken denizde gezen kuşun su ve ıslaklık sebebiyle uçamayacağını ya da uçmasının zor olduğunu da îmâ eder gibidir. Gül-bülbül aşkı Klasik Türk Edebiyatı ile Halk Edebiyatı’nda çok işlenen bir temadır. Hint ve Fars edebiyatlarında milâdın ilk çağlarından beri işlenen tema Türk kültüründe 13. yüzyıldan itibâren mısra, beyit, şiir ve eser boyutunda işlenir. Hint Edebiyatı’nda Beydebâ Kelile ve Dimne’de hayvan ve kuş hikâyelerine yer verirken Fars Edebiyatı’nda beyit ve şiirlerin yanısıra Bülbül-nâme adıyla bir eser yazılır. Türk Edebiyatında ise 13. yüzyılda Yûnus Emre gül-bülbül temasını mısra ve beyit boyutunda işlerken Mevlânâ mesnevi nazım şekliyle 55 beyitlik bir Bülbül-nâme yazar. Mevlânâ’dan sonra da 19. yüzyıla kadar farklı şâir ve yazarlar Gül ü Bülbül, Bülbüliyye ve Bülbülnâme adlarıyla müstakil eserler kaleme alırlar. Bu eserler içerisinde en ünlüsü 16. yüzyıl şâiri Fazlî’nin yazdığı Gül ü Bülbül olur. Fazlî’nin Gül ü Bülbül mesnevisi Avrupa`da da ilgi görür/ Eser kısmen veya tamamen İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi batı dillerine de çevrilir. Şiirde kıskançlıktan sonra olumsuz huy ve kişilik özelliklerinden bencilliğe değinilir. Her kim ki bencillik dağına tırmanır Bilsin ki kaderi yalnız kalmaktır 361 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Dizelerinde bencillik bir dağa benzetilir ve bu dağa tırmanan kişinin yalnız kalacağı beyan edilir. Bencillik, kişinin kendisini olduğundan farklı görmesine ve çevresine yukarıdan, küçümser bir gözle bakmasına sebep olan bir kişilik özelliğidir. Sözlükte “Bencil olma durumu, hodbinlik, hodkâmlık, egoistlik, egoizm, enaniyet (Türkçe Sözlük); “1. (Genel anlamı): Ben düşkünlüğü; kendine düşkünlük, başkalarını göz önüne almadan yalnız kendini, kendi çıkarını düşünme. (...). 3. Kendi ben'ini ve çıkarını yaşamın mutlak ilkesi yapan anlayış. Karşıtı bk. Özgecilik (BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü)” manalarına gelen bencillik kişinin çevresi ve toplum ile yakın ve yararlı ilkişkiler kurmasına ve paylaşımcı olmasına engel olan olumsuz bir rûh hâli, psikolojik bir hastalıktır (megalomani). Bencil kişi genellikle kendisini daha farklı ve önemli, konumunu da yüksek gördüğü için kişilere ve olaylara yukarıdan bakma, başkalarını küçük görme ve beğenmemeyi alışkanlık hatta yaşam şekli hâline getirir. Yukarıdaki mısralarda Erçetin, bencil kişinin her şeye tek başına sahip olmayı tasarlayan kişilik özelliğine istinaden bencilliği dağa benzetir ve bu dağa tırmanan kişinin yalnız kalacağını söyler. Bununla, kendisinden başkasını düşünmeyen, çevresindekilere yukarıdan bakan ve onları küçümseyen kişilerin farklı görüş ve kişiliklere tahammül edemedikleri/değer vermedikleri için toplum tarafından sevilmeyeceklerini ve yalnız kalacaklarını söylemiş. Toplumun bencil kişiler hakkındaki değer yargılarını işeyen bu mısralar bir anlamda kişiyi bencillikten uzak durması hususunda uyaran, tahammülkâr ve paylaşımcı olması hususunda yönlendiren uyarı ve öneri niteliğindedir. Bu mısralar aynı zamanda bencillik hakkında söylenmiş sözleri de hatırlatan bir çağrışım niteliğindedir. Şiirde bencillikten sonra aşırı istek, öfkeve kızgınlık anlamındaki hırs kavramı üzerinde durulur. Hırsın olumsuz ve kötü huy ve hareketlere sebep olacak bir kişilik özelliği olduğu kavratılmaya çalışır. Şâhin ki hırs ovalarında saklanır Avladım zanneder ama kendi avlanır mısralarında hırs ovaya benzetilir. Kıskançlığı dağa benzeten Erçetin’in hırsı ovaya benzetmesi ovanın geniş, uçsuz bucaksız; kişinin isteklerinin de sonsuz ve sınırsız olmasıyla ilgili olabilir. Gerçek hayatta da isteklerin çok ve çeşitli olduğu, eğer bir sınır ve set çekilmezse isteklerin önüne geçilemeyeceği görülebilir. İstek, insanın yaratılışı (fıtratı) ve hamuru/mayası ile ilişkili bir kavramdır. Dîvân şiirinde istek sözcüğü genellikle gelip geçici dünyevi arzûları karşılamak için kullanılır, hevâ vü heves ikilemesiyle belirtilir. Tasavvufî dîvân şiirinde ise insanın dünyevî zevk, istek ve zenginliklere aldanmaması, itibar etmemesi, onları kontrol altında tutması ve nefsin esiri olmaması vurgulanır. “Mûtû kalbe entemûtû” hadîsinin meâli gereğince ölmeden önce, dünyada iken nefsin öldürülmesi gerektiğine sıkça vurgu yapılır. Hakîkat ve ebedî hayat ile ilgili istekler ise daha ziyâde taleb ve murâd sözcükleri ile ifâde edilir. İnsanın yaratılışında 4 temel unsur (anâsır-ı erba‘a) vardır. Bu vücûdun ser-mâyesi od u su toprag u yildür Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün(Yûnus Emre Div., 2006: 174, G 148/4) Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benem uşda delîl Odıla su toprag u yil bünyâd kılan Yezdân benem(Yûnus Emre Div., 2006: 254, G 211/6) 362 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 beytinde de belirtildiği üzere bu dört temel unsur toprak, su, âteş ve hava’dır. Allah (c.c.) insanı balçıktan yaratmıştır. Balçıkta toprak, su ve hava vardır. Tefsirlerde rivâyet edildiğine göre balçıktan yaratılan insanın bedeni âteş (sıcaklık) ve havanın (esinti, yel) tesiri ile kurutulmuş, böylelikle insanın yaratılışında dört temel unsurun da katkısı vardır. Yaratılan insana “ve nefahtü fîhi min rûhî (15/29)” âyetinde buyurulduğu üzere ruh üflenmiş ve canlı hâle gelmesi sağlanmıştır. İnsanın hamurunda bulunan dört temel unsurun, toprak, su, hava ve âteşin kişilik üzerindeki yansımaları farklıdır. Toprak alçak, âdî ve değersiz bir varlık olmakla birlikte alçakgönüllülük (tevâzu), bitirgenlik, doğurganlık, verimlilik ve ayıp örtme; su temizleyici ve arındırıcı olmakla temizlik, paklık, saflık, arılık ve sadâkat; hava kararsız ve değişken olmakla kararsızlık, döneklik, güvensizlik, ikiyüzlülük, karıştırıcılık ve arabozuculuk (fitne), istek düşkünlüğü (hevâ vü heves); âteş ise kibir, küçümseme, hor görme, öfke, gazap, yakıp yok etme, kin, nefret, zarar v.b. olumsuz huy ve kişilik özelliklerinin temeli ve besleyicisidir. Bu bağlamda, toprak ve suyun özelliklerinin kişideki yansıması iyi huy ve karakter, hava ve âteşin yansıması ise kötü huy ve karakter olarak tanımlanabilir. Şiirde hırstan söz edildiğine göre mayasında hava ve âteş özelliklerinin baskın olduğu zararlı ve olumsuz kişiler kasdedilmiştir denilebilir. Âteş, kibir, öfke ve gazap denince akla ilk gelen şeytandir. Şeytân, önceleri Haris adlı bir melekti. Kur’ân-ı Kerîm’in “Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın! Bütün melekler secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. (38/ 71-73); “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, Sonra onları meleklere gösterip: “Haydi davanızda sâdıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.” dedi. Dediler ki: “Yücesin sen (ya Rab!) Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin.” Ve o zaman meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblîs dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu. (2/30-34) konuyla ilgili olarak ayrıca bkz.: 15/29)”manasındaki âyetlerinde belirtildiği üzere Allâh (c.c) çamurdan yaratıp ruhundan üflediği ve isimlerinin hepsini öğrettiği Âdem’e bütün melekler secde etmiş, İblîs (Şeytân) dışında kendisinin cin olup ateşten yaratıldığını, bu nedenle topraktan yaratılan Âdem’e secde etmeyeceğini söyleyip Allâh (c.c.)’a asi olur. Allâh (c.c.) da onu Şeytân kılığına sokup lanetledi ve cennetten kovdu. Bunun üzerine Şeytân Allâh’a yalvardı ve “Beni kıyâmete dek yaşat ki iyi kullarından başlayarak bütün kullarını azdırayım.” dedi. Allâh kabul etti. Şeytân ilk görevini Âdemle Havvâ cennette iken yerine getirdi. Cennete girip Âdem’i kandırmaya çalıştı. Bunu başaramayınca daha zayıf yaratılışlı olan Havvâ’yı kandırarak yasak meyveyi yemesini ve Âdem’e yedirmesini sağladı. Yukarıdaki mısralarda hırs ovasında saklanarak avını yakalamak isteyen şâhinin “Ava giden avlanır” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 165) sözü gereği başkalarına av olacağı ya da tuzağa düşeceği söylenir. İnsanoğlu bazı hayvanları (akbaba, doğan, balaban) avda yardımcı olarak kullanır. Köpeklerin koku alma ve hızlı koşma, kuşların da süzülüp inme ve pençesiyle tutma özelliğinden yararlanma düşüncesiyle onları eğitip avcılıkta kullanır: “Köpeğin Neolitik devrin başından beri evcilleştirilmiş olmasına rağmen ilk av sahnelerinde tasvirine rastlanmamaktadır. (…) Şahin cinsi kuşların yardımcı av hayvanı olarak kullanılmalarının ise sanıldığından çok daha eskilere gitmesi gerekir.”(TDV İA; C 4, s. 100). 363 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Şâhin ilk çağlardan beri avcılıkta kullanılan bir kuştur. Aşağıdaki beyitler şâhinin avdaki önemini anlatması bakımından dikkate değerdir: Ol kuşun kim yuvası doğan elinde ola Ol onda kaçan dura gide payına bir gün (Yûnus Emre Div., G 246/4) [Yuvası doğan elinde olan kuş, olduğu yerde fazla duramaz, sonunda mutlaka doğanın ayağına gider] Her biri etmekdedir şevk ü safâ murgun şikâr Bülbülân-ı bâğ kâr-ı şâhbâzân eyledi (Yahyâ Divani, K 5/9) [Her biri istek ve eğlence kuşunu avlamaktadır Bâğın bülbülleri doğânların kazancı(nı temin) etti] Süzülmüş nâz ile müjgânlarında bâl ü per açmış Meger şâhîn-i çeşm-i mesti mürġ-i câna salmışdur (Vişne-zâde ‘İzzetî Div., G 38/1) [Kirpiklerinde naz ile kanat açıp süzülmüş, sanki (sevgili) sarhoş gözün doğanını gerçekte gönül kuşuna salmıştır.] Saru şâhin elindeyse salarsun Ol olmazsa eger aġzuñla kuş tut (Ebü’l-hayr, II. Murâd)(Rıdvan Canım, 2000: 138) [Sarı doğan elindeyse (av için) salarsın O yoksa eğer ağzınla kuş tut (boşuna uğraşma)] Gözlerinin keskin görüşü, avının üzerine hızla süzülüşü, sivri pençeleriyle avını etkisiz kılışı ve çabuk havalanışı avda onu iyi bir yardımcı konumuna yükseltir. Eskiden şâhin kolda eğitilir ve avın peşinden salınırdı. Yûnus bir toganıdı kondı Tapduk kolına Ava şikâre geldi bu yuva kuşı degül(Yunus Emra Div., 1996: 190; G 164/8)), Şâhinin avdaki ustalığını bilen 16. yüzyıl yazarı Hasan Çelebi, şâir Hayâlî Beğ’i sultânın (Kânûnî Sultân Süleymân’ın) kolunda gezen bir şâhine benzetir: “…merhûm-ı sâhib-kırân Sultân Süleymân’uñ sâ‘id-i sa‘âdetinde karâr iden şeh-bâzlardan olup mecmû‘a-ı dîvânı gibi ol sultân-ı ‘âlî-şânuñ yanından gitmez ve evsâf-ı leb-i dil-berân gibi ekser zamânda dilinden düşmez idi.” (Kınalı-zade Hasan Çelebi, 1989: 354) Şâhinkihırsovalarındasaklanır Avladımzannederamakendiavlanır Mısralarındaşâhindenhareketleistekveöfkeileamacınaulaşmakisteyenkişininbaşvurduğuyönte mlerininişeyaramayacağısöylenmekistenir.Bununla,sonudüşünülmedenhırsveöfkeileyapılani şinkişiyeyarardeğilzarargetireceğiîmȃedilir. Ve şiirde söylenmek istenen Sa‘dî’nin Gülistân’ındaki Akbaba İle Çaylak Hikâyesi’nin kahramanı akbabanın durumuyla örtüşür: “Akbabanın biri çaylağa: “Uzağı görmekte benden üstün mahlûk yoktur” demişti. Çaylak: “Bunu söylemek yetmez. Gel bakalım, ovanın etrafında ne görüyorsun?” diye karşılık verdi. Akbaba bir günlük yol tutan yükseklikten aşağılara baktı: “İnanırsan dedi, ovada bir buğday 364 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tanesigörüyorum.” Çaylak hayretinden sabredemedi. Yukardan aşağı doğru süzülmeye başladılar. Fakat akbaba o tanenin yanına gelir gelmez, ayağına uzun bir tuzağın ipliği düğümleniverdi. Zavallı, o taneyi yemek düşüncesiyle boynuna feleğin kement attığını bilememişti. Her sedef inciye gebe değildir; nişancı her zaman hedefe vuramaz, değil mi? Çaylak: “Sen düşmanının tuzağını farkedemedikten sonra taneyi görmüşsün, ne faydası var?” dedi. İşittim; akbaba, boynu kemendin içinde, söyleniyor: “Mukadderattan kaçmanın imkânı yokki…” diyordu. Velhasıl ecel, akbabanın kanına kastetmiş, kazâ da onun keskin gözünü bağlamıştı. Kıyısı görünmeyen bir suda, yüzücünün gururu işe yaramaz.”(Sadi, 1992: 226, 227). Erçetin bu mısralarda “Öfkeyle kalkan zararla oturur; Öfkede akıl olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 405) ve “Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır” sözlerine de imâda bulunulur. Aynı zamanda, işi usûlü ve gereğince yapmak, oyunu kurallarına göre oynamak gerektiğini; zahmetsiz, kolaycı, menfaatçi sahte yöntemlerin erbâbı yanında işe yaramayacağını, kişiye yarar değil zarar getireceğini de îmâ eder. Dolaylı olarak “külfesiz nimet olmaz” ve “Zahmetsiz rahmet olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482) sözlerine de çağrışımda bulunur. Sinân Paşa’nın öfke ile ilgili olarak söylediği “şehvete yilen hayvân olur, ve gazaba uyan şeytȃn olur.” (Tulum, 2001: 181)şeklindeki şiirsel cümlesi bencilliğin olumsuz yönleri ve zararlarına vurgu yapan güzel bir örnektir. Kuzgun ki hakikat ormanında bekler Bilsin ki hatasız çıkamaz yarına mısraları hakîkat yolunun tehlike ve tuzaklarla dolu olduğunu îmâ eder. Bu mısralar, baştan itibaren okuyucuyu farklı konularda bilinçlendirmeye çalışan Erçetin’in şiirin asıl konusuna yaptığı bir çağrışım olarak da algılanabilir. Bu mısralarda hakîkat yolcusunun yarına hatasız çıkamayacağı öngörüsünde bulunan Erçetin, öngörüsünü hakîkati ormana benzetmekle ilişkilendirir. Ormanın sık ağaçlıklar sebebiyle loş bir görünüme sahip olması nedeniyle hata ve tehlikelere açık bir ortam olduğunu söylemek ister. Hakîkat arayışının tehlike ve tuzaklarla dolu olduğu, hata, kusur, küskünlük, dalgınlık, dargınlık, kırgınlık, yılgınlık ve hatta ölümlere gebe olduğu en açık bir şekilde şiirin ikinci bölümünde beyan edilir. Kuzgun “Ötücü kuşlar takımının kargagiller familyasından, Kuzey Amerika'nın dağlık, fundalık yerlerinde bulunan, tüyleri siyah renkte olup mavi renkte parlayan bir kuş türü, karakarga” (Güncel Türkçe Sözlük) olarak tanımlanan bir kuştur. Kırlarda ve tarlalarda yaşayan ve kara karga olarak da bilinen kuzgun boyca kargadan küçük, gagası daha zayıf bir kuştur. Fizikî ve rûhî yapısı ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin Bülbüliyye’sinin Yüzi kara vü zikri yok dilinde Görinmez ehl-i ‘irfân mahfilinde (615) beytinde rengi ve yüzü kara, irfândan nasibini almamış olarak özetlenir. (Gencay Zavotçu, 2013; 439) Beyitteki yüzü kara ifadesini Fu’âdî hem hakîkî hem de mecâzî manada kullanmış gibi gözükür. Zîrâ, kuşun rengi kara olduğu için dolayısıyla yüzünün çevresi siyah kıllarla kaplıdır, yüzü de karadır. Ancak, yüzü kara söylediği veya yaptığı yanlış, kötü, olumsuz, yüz kızartıcı bir söz ya da işten dolayı insan ve toplum içine çıkamayacak durumda olan kişiler için kullanılan bir deyimdir. Şâirin söylemiyle herhangi bir olumsuz özelliğinden dolayı yüzü karadır, irfân sahiplerinin mahfilinde görünmemektedir. 365 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İlk mısrada hakîkat ormana benzetilirken kuzguna da ormanda beklemek görevi düşer. Orman, vahşî hayvanlar, çukurlar, engebeler, sık ağaçlar, mağara ve inleriyle korku, şüphe, tiksinti ve ürperti veren bir mekândır.Kuzgunun, böyle tehlikeli bir ortamda yarına hatasız çıkamayacağı söylenmek istenir. Ancak, bu îmâ akla bazı deyim, atasözü , hadîs ve âyetleride getirir. Huzur, güven ve rahata kavuşup hakîkate erişmenin bir bedeli olduğu fikri en güzel “külfesiz nimet olmaz” ve “Zahmetsiz rahmet olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482) sözlerinde karşılığını bulur. Yine, bu beyitte imâ edilen fikirde “Fe inne meâl usri yusra. İnne meâl usri yusra" Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır” (94-İnşirâh/5, 6)âyetlerine atıf yapıldığı söylenebilir. Kuzgun dîvân şiirinde uğursuz, hırsız (uğru), çirkin görünümlü ve sesli bir kuş olarak tanımlanır. Evlerin bahçesinden aşırdığı öte-beriler nedeniyle adı hırsıza (uğruya) çıkmış, çirkin sesi uğursuzluk sebebi sayılmıştır. Gül-Bülbül konulu mesnevilerde olumsuz özellikleri hâiz bir hikâye kahramanı olarak sunulur. Bülbül aleyhinde tertiplenen planda saksağan ile birlikte baş kahraman konumundadır. Bu plan akabinde yandaşı diğer kuşlarla birlikte Hz. Süleymân’ın huzuruna çıkıp bülbülü kuşlara şikâyet eden kuşların elebaşısı ve sözcüsü konumundadır. Ancak, Hz. Süleymân’ın emryle tertip edilen mahkemede yalan söyleyip bülbüle iftiara attığı anlaşılmış ve diğer kuşlarla birlikte dergâhtan kovulmuştur. ğu ma sözüne kanıt gösterilebilecek en belirgin örnek, eşini öldüren karganın öyküsüdür. Hz. Âdem’in oğullarından kardeşi Hâbil’i öldüren Kâbil kardeşinin cesedini ne yapacağını bilmiyordu. Allah tarafından birbirleriyle kardeş olan iki karga gönderildi. Dövüştüler; biri diğerini öldürdü, ona bir çukur eşti ve üzerini toprakla örttü. Böylece Kâbil'e cesedi nasıl ortadan kaldıracağını gösterdi. Bu kıssada kardeşini öldüren karga kötü bir iş yapmış ve kâtil olmuştur. Ancak, yaptığı kötü iş iyi bir geleneğin başlangıcını da oluşturmuştur. Karganın kardeşini gömmesine tanık olan Kâbil de kardeşinin cesedini gömmüş ve bu olay ölü gömme işini gelenek hâline getirmiştir. Kuzgunun hakîkat ormanında beklemesi fikri tasavvufî düşünce ile de ilişkilendirilebilir. Yûnus Emre Şerî‘at-Tarîkat yoldur varana Hakîkat-Ma‘rifet andan içerü (YE Div., G 290/8) Beytinde şerîat ve tarîkatın birer yol olduğunu söyler. İkinci mısrada ise hakîkat ve ma‘rifetin bu ikisinden içeride olduğunu vurgular. Bu söylemiyle amaca ulaşmak isteyenler için şerîatın da tarîkatın da yol olduğunu, ancak hakîkat ve ma‘rifetin her ikisinden de hem mesâfe hem de mertebe bakımından içeride ve ileride olduğunu belirtir. Aşağıdaki beyit, Yûnus’un dilinden şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet sıralamasını daha açık bir şekilde beyan eder: Evvel kapu şerî‘at geçse andan tarîkat Gönül evi ma‘rifet ‘ışk hakîkat içinde (YE Div., G 295/5) Yunus Emre’nin deyişiyle son kapı olan hakîkat, sözlükte “1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti. 2. Gerçek, doğru, gerçekten, doğrusu. 3. sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik. 4. s. mecâz karşılığı, esâs olarak kullanılan [kelime]. 5. ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu kelimenin o mânâda kullanılması...” (Devellioğlu, 2004: 313) manalarına gelen bir sözcüktür. Tasavvufî manada ise hakîkat “zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması” gibi anlamlar ifade eder. İlk sûfîler hakîkat terimini daha çok “ilâhî gerçeklere ve sırlara âşinâ olmak, Hakk’ın tecellîlerini temaşa etmek” anlamında kullanmışlardır.” (Mehmet Demirci, 1997: 178). Beyit sözcüğün ister asıl, 366 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ister mecâzî manasından hareketle açıklansın her iki durumda da her işin bir bedeli olduğu anlamındaki atasözü, deyim, hadîs ve âyetlerle mana bakımından uyum içerisinde gözükür. İlk mısrada hakîkati ormana benzeten Erçetin, ikinci mısrada kuzguna yarına hatasız çıkmayacağı uyarısında bulunuyor. Bununla, hakîkat arayışıyla güç ve meşakkatli bir yolculuğa çıktığını, işinin hiç de kolay olmadığını sezdirmek istiyor. Bu noktada, bir bakıma yine geriye dönüyor ve hakîkat yolcusuna “külfesiz nimet olmaz” ve “zahmetsiz rahmet olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482) sözlerini hatırlatıyor. Ona, “Hakîkat ormanında bekleyeceksen yarına sorunsuz çıkamayacağını, başına belâ, kazâ ve musîbet gelebileceğini, bu nedenle de hata yapabileceğini bil!” demek istiyor. Hakîkat, sözlükte “1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti. 2. Gerçek, doğru; gerçekten, doğrusu. 3.sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik. 4. s. mecâz karşılığı, esas olarak kullanılan [kelime]. 5. Ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu kelimenin o manada kullanılması.” (Devellioğlu: 2004: 313) manalarına gelen bir sözcüktür. Erçetin, bu mısralarda sözcüğü bir şeyin aslını, esâsını kasd eden “gerçek, doğru; gerçekten, doğrusu” manalarında kullanmış gözüküyor. Mısralarda her ne kadar orman sözcüğünü zikretmiş gözükse de genelde her şeyi, çevremizde görebileceğimiz canlı-cansız bütün varlıkları, dünyayı, evreni ve kısaca yaratılmış olan her şeyi kasd etmiş bir izlenim veriyor. Bu sözlerde, bir şeyin özünü, aslını-esâsını, gerçeğini öğrenebilmenin güç ve çetin bir iş olduğu imâsında bulunurken aslında varlığın tek olduğunu, bütün varlıkların aslının hakîkî, Mutlak Bir Varlık olduğunu, gözle görülebilen diğer bütün varlıkların onun birer görüntüsü olduklarını da sezdirmek ister. Erçetin bu mısralarda bir şeyin aslını, esâsını öğrenebilmenin ve onu öğrenme amacıyla çıkılan manevî yolculuğun ağır bir bedel gerektirdiğine “külfesiz nimet olmaz” ve “zahmetsiz rahmet olmaz” sözleriyle çağrışım yaparken, yolculuğun sonunda erişilecek gâyenin de kişiye büyük bir mutluluk ve huzur vereceğini “fe inne meâl usri yusra... İnne meâl usri yusra: Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”(İnşirah / 5, 6) manasındaki âyetlerle pekiştirmek ister. Hatta, “Hakîkat ormanında beklemek” tabiriyle halk arasında benzer durumlarda söylenen “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 446) atasözüne de atıfta bulunmuş olur. Her kim ki inkar limanında demirler Eremez hiçbir zaman gönlünün sırrına mısraları inkârı kendine huy edinen kişilerin gönül sırrına hiçbir zaman eremeyeceği beyanında bulunur. Şiir boyunca farklı soyut kavramları somut nesne, madde ve varlıklara benzeten Erçetin, bu mısralarda da inkârı limâna benzetir. Kıskançlığı göle, aşkı denize, bencilliği dağaya, hırsı ovaya, hakîkatı ormana, inkârı limana ve ayrılığı vâdîye benzeten Erçetin’in bu benzetmeleri bilinçli yaptığını söylemek doğru bir tespit olur. Soyutun somuta benzetilmesi Bâbür sultanlarının himâyesinde Hint sarayında ortaya çıkan ve 17. yüzyıldan itibâren Klasik Türk Şiiri’nde etkili olan Hint Tarzı (Sebk-i Hindî) şiirde sıkça görülen bir durumdur. Erçetin’in Hint Tarzı (Sebk-i Hindî) şiirle bir münâsebeti omuş mudur? Bu hususta bir bilgimiz olmadığı için benzetmelerde Sebk-i Hindî etkisi olup olmadığı hakkında bir şey söyleyemeyiz. Ancak, benzetmelerin şiirin ikinci bölümünde söz konusu edilen kuşların vahdet yolculuğu ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserinde anlatılan vahdet yolculuğunda yol güzergâhında pek çok dağ, ova, göl, liman ve deniz bulunduğu, bu engelleri aşma düşüncesindeki kuşların yolculuğunun da 7 vâdi olarak 367 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tanımlandığını hatırlarsak, Erçetin’in şiirdeki benzetmelerde bu yolculuk terimlerinden esinlendiğini söyleyebiliriz. Yukarıdaki mısralarda inkârın limana benzetilmesi, inkarcı kişinin bir şeyin aslını araştırma ve öğrenmeye gerek duymaması ile ilişkilendirilebilir. İnkârcı kişiler bir husus ya da konuya kendi doğruları ya da çıkarları açısından baktıkları için genellikle farklı düşünce ve görüşlere itibar etmez ve tahammül göstermezler. Onlar için kendi görüşleri makbul, diğerleri önemsiz ya da değersiz, bir şeyin aslını araştırıp öğrenme de gereksiz olduğu için kendi fikirlerinde ısrar ederler. Bu tahammül ve hoşgörüden yoksun sabit fikirlilik de limana demir atmış gemi gibi bir fikre saplanıp kalmalarına, bir şeyin aslını ve gerçeğini araştırıp öğrenmelerine engel olur. Her kim ki ayrılık vadisinde durur Bilsin ki ne ararsa kendinde bulur mısralarında ise ayrılık vâdîye benzetilir. Şiirin, II. Bölüm’ünde işlenen temaya istinâden ayrılığın vâdiye benzetilmesinin mantıklı olduğu söylenebilir. II. Bölüm’de kuşların Kâf Dağı’na yolculuğunu işleyen Erçetin, bunun sabır gerektiren uzun, yorucu ve meşakkatli bir yolculuk olduğunu ve pek çok vâdiden geçtiğini îmâ etmiş. Bu vâdîler içerisinde de ayrılık vâdisini zikretmiş. Ayrılık vâdisini zikretme sebebi kuşların topluca uçtukları vâdiden ayrı, sapa ve güzergâh dışı olması, yolculuktan ayrılma ve vazgeçme eğilimindeki kuşların tercih ettiği bir yola geçit vermesidir. Kuşların, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ında anlatılan padişahlarını arama (vahdet) yolculuğunda, ayrılık vâdisine sapan kuşlardan biri bülbüldür. Hüdhüd önderliğinde çıkılacak bu yolculuğa bülbül (hezâr), kebuter (gögercin, güvercin), sülün (süglün, tezerv), tavuk, tâvus ve daha pek çok kuş ya istekli görünmez ya da yolculuğun başlarında özür bildirerek vaz geçme teşebbüsünde bulunur. Bu kuşlar içerisinde bülbülün yolculuktan vazgeçme eğiliminin sebebi güle olan aşkıdır: Didi bülbül k’ey bu mecma‘ġa delîl Min bolup-min gül hevâsıdın zelîl Andın ayru ‘âşık u dîvâne min ‘Akl u hûş u sabrdın bîgâne-min Ansızın yok sabr ile tâkat maña Kayda yara çikkeli furkat maña Tâ ki gül bustânda bolġay cilve-sâz Miñ hevâ birle kılur-min şerh-i râz (…) Bâġdın ol kitkeç oldum güng ü lâl Yılġa tigrü yok terennümġa mecâl (…) Ol durur köñlümde hem cânımda hem Közde hem peydâ vü pinhânımda hem Şâhġâ kâmil teveccühdür reviş Beyle ‘âşıkka kaçan bolġay ol iş (Ali Şir Nevayî, Lisânü’t-Tayr: 62 (647-655)) 368 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Erçetin, ayrılıkla ilgili mısraların ikincisinde ayrılık vâdisini mesken tutanlara uyarı niteliğinde bir söz söyler. Onlara hâllerinin aslını ya da başlarına gelecek olanın ne olduğunu öğretmeğe/kavratmağa çalışır. … Şiirin ikinci bölümü kuşların Kâf Dağı’na yolculuğunu konu edinir. Kuşlara hüdhüd meger reh-ber ola Kim bu kuşlar yorıyalar ol yola Kim diler-ise ki sîmurga ire Kûf-ı Kâf’a ire vü anı göre Hüdhüd ü kuşlar u sîmurg misâl ‘Akl u hulk u Tanrıya kıldı mesel (Gülşen-nâme, 14-16) beyitlerinde belirtildiği üzere hüdhüd önderliğinde Kâf Dağı’na erme ve Sîmurg’u görme yolculuğunda kuşların hâlleri ve yolculuğun seyri ile ilgili acı çekme, aldanma, yaralanma, yolda kalma, dünya malına kanma ve sebat etme fiillerine vurgu yapılır. Yolculuk sırasında acı ve güçlüğe dayanamayan kimi kuşların yollarda kaldığı, kimi kuşların sabır göstererek yedi vadiyi (istek, aşk, ma'rifet, istignâ, tevhîd, hayret ve fakr u fenâ) aşıp mutlu sona ulaştığı belirtilir: Biz milyonlarca kuştuk kaf dağına kanat açtık Acı çektik yaralandık bilmiyorduk aldandık Kimimiz yollarda kaldık dünya malına kandık Kimimiz sebat ettik yedi vadiyi aştık Şairinin vahdet-i vücûd düşüncesini işlediği Mantıku't-Tayr'da, kuşlar hakikat yolunun yolcuları (sâlikler), Hüdhüd de gayb âleminin sırlarını bilen kılavuz (mürşid) olarak sunulur. Attâr’ın Mantıku't-Tayr'ı yazıldıktan sonra çok okunur, beğenilir ve esere nazîreler yazılır. Anadolu Sahasında, 14. Yüzyılda Kırşehir’de yaşayan Gülşehrî, eserin aynı adla genişletilmiş bir çevirisini yapar. “Gülşehri Mantıku’t-tayr adlı eserini Fars edebiyatının büyük şairi Feridüddin-i Attar’ın aynı adı taşıyan eserinden almış ve tercüme etmiştir. O bu tercümede serbest davrandığı gibi eserin yapısını da değiştirmiştir. Hemen hemen kendi gönlünce yaptığı bu değişikliklerde iç yapı asıl olarak değişmese bile, özellikle hikâyelerde farklı bir tutum izlemiştir. Şair, Attar’daki hikâyelerin yerine başka hikâyeler koymuştur. O bu hikâyeleri çeşitli kaynaklardan aldığı gibi, kendisi de bizzat hikâyeler yazmıştır.” (Kemal Yavuz, 2007: 10) cümlelerinde de belirtildiği üzere Gülşehrî’nin, eklemelerle telîf-tercüme bir görünüm verdiği Mantıku't-Tayr'ından sonra 15. yüzyılda Alî Şîr Nevâî, Orta Asya Sahası’nda Lisânü’t-Tayr adlı bir mesnevi yazar. Araya yer yer ahlâki ve tasavvufî hikâyelerin de serpiştirildiği mesnevinin olay örgüsü özet olarak şu şekildedir:“ Kuşlar bir araya toplanıp " Bu zamanda hiç bir ülke padişahsız değil... Bundan böyle bizim de padişahsız kalmamamız lazım... Padişahsız ülkede nizam, intizam olmaz. Kendimize bir padişah seçelim." derler. Bunun üzerine Süleyman Peygamber'in postacısı ve mahremi olduğunu söyleyen Hüdhüd." Sizin zaten bir padişahınız var. O bize biden yakın da biz O'ndan uzağız. Daima padişah O'dur. Adı Sî-murg'dur. Binlerce nur ve 369 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 zulmet perdeleri ardındadır. Gelin de O'nu arayıp bulalım." der. Her biri bir özür belirten kuşlar yolculuya istekli görünmezler. Ancak kuşların getirdiği farklı nitelikteki özürlere inandırıcı cevaplar veren Hüdhüd, onları yolculuğa ikna eder. Hüdhüd'ün kılavuzluğunda yola çıkan kuşlar, yol uzadıkça bitkin ve yorgun düşerek yılgınlığa kapılır, yolculuktan vazgeçme eğilimi gösterirler. İtirazlara bıkıp usanmadan cevap veren Hüdhüd, önlerindeki istek, aşk, ma'rifet, istigna, tevhid, hayret ve fakr u fenâ adlı yedi vâdiyi aştılar mı Sîmurg'a ulaşacaklarını söyleyerek onları yeniden isteklendirir. Yeniden başlayan yolculuk sırasında kuşların kimi açlık ve susuzluktan ölür, kimi de yem bulma düşüncesiyle bir yerlere dalıp gözden kaybolurlar. Sonuçta bu yedi vadiyi ancak otuz kuş aşar ve Sîmurg'u sorarlar. O sırada bir postacı gelir, Sîmurg'u istediklerini anlayınca önlerine birer kağıt koyarak okumalarını ister. Kağıtları okuyan kuşlar, bütün yaptıklarının kağıtlarda yazılı olduğunu görerek hayrete düşerler. Bu esnada Sîmurg tecelli eder ve kuşlar tecelli edenin kendileri olduğunu, Sîmurg'un otuz kuştan ibaret olduğunu anlarlar. Sîmurg'dan gelen: " Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla yahut daha eksik gelseydiniz, o kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır." hitabının ardından, kuşların hepsi Sîmurg'ta yok olurlar. Çevirmen deyimiyle:" Ne yol kalır, ne yolcu, ne de kılavuz.” (Ferideddin-i ‘Attâr, 1990: VIII) Kahramanlarını kuşların oluşturduğu eserde gül-bülbül temasıyla ilgili kısım, mesnevinin başlarında yolculuktan vazgeçme eğiliminde olan bülbülün özrünü işleyen kısımdır. Şiirin üçüncü bölümü Erçetin’in gönül hakkındaki görüşlerine tahsis edilir. Erçetin şiirin bu son bölümünde gönlü kuşa benzetir. Bu benzetmeyle, sanki , gönlün aşk hususunda zaman, mekân, sınır ve kural tanımayan karakterine vurgu yapar: Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz mısralarında gönül bu durmaz uçar sözleriyle Klasik Türk Şiiri ile Halk Şiirinde gönlün kuşa benzetilme ya da kuş olarak nitelenme anlayışına çağrışımda bulunur. Ey göñül murġı ne rahm umarsun ol sayyâddan Kim safâsı var anuñ dâmuñdaki feryâddan(Ahmed Paşa Div., 1992: G 240/1) Şâhin bakışlı bir balaban gerçegin yine Şeh-bâz-ı zülfü eyledi dil murgunı şikâr (Hayâlî Div., G 131/1, 2), [Şâhin bakışlı bir gerçek doğan gibi saçının doğanı gönül kuşunu yine avladı.] Gezme ey göñlüm kuşı gâfil fezâ-yı ‘aşkda Kim bu sahrânuñ güzer-gâhında çoh sayyâdı var (Fuzûlî Div.,) Âşiyân-ı murg-ı dil zülf-i perîşânındadır Kande olsam ey perî gönlüm senin yanındadır (Fuzûlî Div.,) beyitlerinden anlaşılacağı üzere Klasik Türk şiirinde murg-ı cân ya da murg-ı dil, dil murgu, gönül kuşu, cân kuşu tamlama vetabirleriyle ifâde edilen bu hususu en açık anlatan ise Yûnus Emre olur: 370 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Benüm cânum bir kuş durur gevdem anun kafesidür Dostdan haber gelicegiz bir gün uçar kuşum benüm(Yunus Emre Div., 2006: 246, G 204/4) Gönlün kuşa benzetilmesi düşüncesinden Erçetin de etkilenmiş gözükür. Klasik Türk Edebiyatı ile Halk Edebiyatları’nda gönül farklı nesne, madde, varlık ve kavramlara benzetilir. Bu varlıklardan biri de kuştur. Edebi metin içerisinde şâir ya da yazar kuş yerine kelimenin Farsça karşılığı olan murg sözcüğünü yaygın olarak kullanır. Kelime ile murg-ı dil, murg-ı cân tamlamalarını yaparak gönlü benzetme yolu ile kuşa benzetir. Arapça karşılığı tâir ise çok az kullanılır. “İnsan vücudunun en hayatî organlarından olan kalp (ya da gönül) duyguların yoğun olarak yaşandığı, heyecânların had safhada olduğu bir merkezdir. Bu bağlamda kalb ya da gönlü can evi olarak nitelemek de mümkündür. Yaygın bir rivâyete göre göğüs kafesinin içinde kalp, kalbin içerisinde gönül, gönlün orta yerinde ise kara bir benek, leke ya da nokta vardır. Sevdâ ya da süveydâ adıyla bilinen bu nokta aşkın tecellî ettiği yerdir. Gönül, şairin fikir ve eylemlerine vekil tayin ettiği gözüpek bir kahraman, gölge bir kişilik gibidir. Şairin iyi ya da olumlu düşünce ve eylemlerinin övüncü, kötü ya da olumsuz düşünce ve eylemlerinin ise baş sorumlusudur. Gönül üzerine dîvân, tekke ve halk edebiyatlarında yazılan şiirler büyük bir yekun teşkil eder. Dîvân şâirlerinin dîvânlarını süsleyen şiirler arasında gönül konulu beyitler; kâfiye veya redifi gönül, dil, derûn, hâtır olan şiirler bir hayli fazladır. Hemen her şâirin dîvânında bir ya da bir kaç tane gönül şiiri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu şiirlerde gönül farklı varlık, nesne ve mekânlara benzetilir; özellikleri üzerinde durulur; senli-benli konuşulan bir muhatap kabul edilir, onun düşünce ve fiilleriyle bazen övünülür, bazen de olumsuz durum ve fiilerin sorumlusu olarak sunulur. Aşk usûlünü çok iyi bilmesi, isteklerinde sınır tanımayışı, hercâî ve uslanmaz oluşu, yabancılara karşı dik başlı (âsi), sevgiliye karşı uysal oluşu, yolunda kurban olmaya can atışı v.d. bu şiirlerde gönlün sıklıkla değinilen özellikleridir.” (1) Gencay Zavotçu, 2012: 354, 355; 2) Gencay Zavotçu, 2013: 67-271). Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz Mısralarında gönlün zaman mekan tanımadan sürekli uçtuğunu söyleyen Erçetin onun aşkı bulmadan durmayacağını, bu aşkla yanmadan huzur bulacağını söyler... Şiirin son mısraında Erçetin, gönüle seslenir, Gönül durma uç yorulma uç yılma uç şeklindeki mısrada ondan durmadan, yorulmadan, yılmadan uçması talebinde bulunur. Şiirin tasavvufî karakterli son bölümünün tamamlayıcısı niteliğindeki bu mısrada gönülden böyle bir istekte bulunması anlamlıdır. Bu, çıktığı yolculukta gönlü destekleme, vaz geçme, yorulma ve yılma ihtimallerine karşı onu teşvik etme ve yeniden isteklendirme gayretinin dışavurumudur. Bu mısrayı özellikle sona saklaması ve sonda çarpıcı bir biçimde söylemesi ise yolun güç koşulları ve yolcuların farklı ruh hâlleri hakkında bilgili olduğunu sezdirir. Zira, Erçetin iyi bilmektedir ki Kâf Dağı yolunda milyonlarca kuştan büyk çoğunluğu başlangıç 371 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 safhası ya da sonraki evrelerde yorgunluk, yılgınlık ve inançsızlık gibi çeşitli nedenlerle yolculuğu tamamlayamamış ve amaca ulaşamayıp başarısız olmuşlardır. Sembolik olarak kuşların kullanıldığı, ama aslında rûh ya da gönlün manevî seyrinin anlatıldığı bu yolun güzergâhı çeldirici, cezbedici, alıkoyucu ve vaz geçirici engel, tehike ve tuzaklarla doludur. Gönül de bu engel, tehlike ve tuzaklara aldanıcı ve meyledici bir yapıya sahiptir. Eğer onu uyarmazsa, yolculuğu tamamlayamama ve başarısız olma ihtimâli yüksektir. Bu bilinçle Erçetin, seyr-i sülûk evresinde mürîdi sohbetleri, himmetli bakış ve davranışları ile isteklendiren bir şeyh gibi davranmıştır diyebiliriz. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Öğretmen, akademisyen, söz yazarı ve ses sanatçısı kimlikleriyle tanınan Candan Erçetin’in Milyonlarca Kuştuk adlı şiiri kültürel bağlamda zengin bir altyapıya sahiptir. Şiirin sözleri başta Fars ve Türk mitolojileri ile edebiyatları olmak üzere ağırlıklı olarak Doğu kavim, toplum ve milletlerinin kültür değerlerinden beslenmiş bir izlenim verir. Şiirde geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü oluşturma çabası içerisinde gözüken Erçetin, bu çaba içerisinde öğreticilik kimliğini öne çıkarır. Didaktik yapısı öne çıkan şiirde edebî sanatlardan da yararlanır. Şiirin ilk Bölüm’ünde bir husus ya da konuyu okuyucuya öğretmeğe/kavratmaya çalışırken teşbîh (benzetme) sanatınabaşvurur. İkinci Bölüm’de kuşların ağzından konuşarak intâk (konuşturma), son bölümde ise gönüle hitap ederek nidâ (seslenme) sanatlarına müracaat eder. Şiirin biçimsel kurgusu ince düşünülüp tasarlanmış olduğu fikrini verir. İlk Bölüm’de okuyucuyu farklı hususlarda bilgilendiren Erçetin, İkinci Bölüm’de işleyeceği Kuşların Kâf Dağı’na yolculuğunun altyapısını hazırlamış olur. İkinci Bölüm’de kuşların ağzından Kâf Dağı yolculuğunu anlatırken Üçüncü Bölüm’de gönüle hitap eder. Gönüle amaca ulaşması için durmadan, yorulmadan ve yılmadan uçması hitabında bulunurken yine öğreticilik yanını öne çıkarır. Gönüle seslenirken aslında kişinin bir işi başarabilmesi için azimli, sabırlı ve kararlı olması gerektiğini îmâ eder. Şiirin tamamı bu düşüncemizi doğrular niteliktedir: Her kim ki kıskançlık gölünde yüzer Bilsin ki ulaşamaz o kaf dağına Bülbül ki aşk denizlerinde gezer Uçamaz ki başka güllerin narına Her kim ki bencillik dağına tırmanır Bilsin ki kaderi yalnız kalmaktır Şâhin ki hırs ovalarında saklanır Avladım zanneder ama kendi avlanır Her kim ki hakikat ormanında bekler Bilsin ki hatasız çıkamaz yarına Her kim ki inkar limanında demirler Eremez hiçbir zaman gönlünün sırrına Her kim ki ayrılık vadisinde durur Bilsin ki ne ararsa kendinde bulur Biz milyonlarca kuştuk kaf dağına kanat açtık Acı çektik yaralandık bilmiyorduk aldandık Kimimiz yollarda kaldık dünya malına kandık Kimimiz sebat ettik yedi vadiyi aştık 372 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz Gönül durma uç yorulma uç yılma uç Kaynaklar Ahmet Paşa Divanı; Haz.: Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Akçağ Yay., Ankara 1992. Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü-1. Atasözleri Sözlüğü, İnkılâp Yay., İstanbul 1988. Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü-2. Deyimler Sözlüğü, İnkılâp Yay., İstanbul 1988. Ali Şir Nevayî, Lisânü’t-Tayr, haz.: Prof. Dr.Mustafa Canpolat, TDK Yay., Ankara 1995. Canım, Yrd. Doç. Dr. Rıdvan; Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ; (İncelemeMetin), Atatürk Kültür Merkezi Başk., TTK Bsm.evi, Ankara 2000, s. 138. Ferideddîn-i ‘Attâr; Mantıku’t-Tayr, Çev.:Abdülbaki Gölpınarlı, M.E.B., I, İstanbul 1990. FuzûlîDîvânı; Metnibaskıyahz.: Prof KenanAkyüz-SüheylBeken-Doç. Dr. SeditYüksel-Dr. MüjganCunbur, Akçağ Yay., Ankara 1990. Kınalı-zadeHasanÇelebi; Tezkiretü’ş-Şuarâ, Eleştirmelibaskıyahazırlayan: Dr. İbrahim Kutluk, Atatürk Kültür, DilveTarihYüksekKurumu TTK Yay., C.I, 2. bs., Ankara 1989, s. 354. Külliyāt-ı Sa‘dî; Nşr.: Muhammed-i Sadrî, Tahran 1384 hş., s. 11; ayrıca bkz.: Sa’dî; Gülistân, Ter.: Mehmet Kanar, Şule Yay., İstanbul 2001. Mevlânâ; Bülbül-nâme, Süleymâniye Ktp., Nâfiz Paşa Bl., Nu.:502 (2b-3a). Bekâyî-i İznîkî; Gül ü Bülbül, Nuruosmâniye Ktp., 4097. Tatçı, Dr. Mustafa; Yunus Emre Külliyâtı II-Yûnus Emre Dîvânı -Tenkitli Metin, Ankara 2006. Wilhelm Thomsen; Orhon ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü, İlk Bildiri- Çözülmüş Orhon Yazıtları, Çev.: Vedat Köken,Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TDK Yay., Ankara 1993. Yavuz, Kemal; Gülşehri'nin Mantıku't-Tayrı'ı (Gülşen-nâme), Metin ve Günümüz Türkçesine Aktarma I, Kırşehir Valiliği Yayın No: 12, Ankara 2007. Yılmaz Emel-Özlem Cömet; Vişne-zâde ‘İzzetî Divanı, Bitirme Tezi, Yön.; Yrd. Doç. Dr. Gencay Zavotçu, KOÜ Fen Ed. Fak. TDED Bl., Kocaeli 2005. Yahya Divanı; Haz.: Rekin Ertem, Akçağ Yay., Ankara 1995. 373 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Tulum, Mertol; Sinan Paşa-Tazarru‘-nâme, MEB Yay., Ankara 2001. Yûnus Emre Divanı; Haz.: Dr. Mustafa Tatçı, Akçağ Yay., Ankara 1991. Zavotçu, Gencay; “Mevlânâ Adına Kayıtlı Küçük Bir Mesnevi: Bülbül-nâme”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (TAED),Erzurum 1998, S.9, s.79-88. Zavotçu, Gencay; Dîvân Şâirlerinden Gazeller I:Dehhânî-Nesîmî-Şeyhî-Zâtî (Nesre Çeviri, Açıklama, Terimler, Kişiler ve San’atlar), Umuttepe Yay., Kocaeli 2012, 553 s. Zavotçu, Gencay; Klasik Türk Edebiyatı Sözlüğü (Kişiler-Hayvanlar-Bitkiler-Tabiat Güçleri-Kişileştirilmiş Varlık ve Kavramlar), Kesit Yay., İstanbul, Kasım 2013, 910 s. Zavotçu, Gencay; Türk Edebiyatı’nda Gül ve Bülbül Mesnevileri (Mukayeseli Çalışma) II, Tez Yön.: Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabey, Atatürk Üni. Sos. Bil. Ens., Erzurum 1997. 374 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 RUSÇUKLU ZARÎFÎ’NİN PEND-NÂME’SİNDEKİ KALIP İFADELER Güllü BOŞÇA ÖZET Zarîfî, XVIII. yüzyılda yaşamış ve bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Rusçuk’ta doğmuş olan mutasavvıf bir şairdir. Şair daha çok Pend-nâme adlı öğüt kitabıyla tanınmaktadır. Dinî-tasavvufî, ahlakî ve sosyal hayat gibi pek çok konu üzerinde durulan eserde, anlatımı kuvvetlendiren atasözü, deyim ve veciz sözler gibi birtakım kalıp ifadelerden yararlanılmıştır. Bu çalışmada Zarîfî ve Pend-nâme adlı eseri ile ilgili kısaca bilgi verildikten sonra eserde geçen bu kalıp ifadeler üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Zarîfî, Pend-nâme, kalıp ifadeler. FIXED EXPRESSIONS IN PEND-NÂME OF RUSÇUKLU ZARÎFÎ Abstract Zarîfî is a sufi poet who had lived in the 18th century and was born in Rusçuk (Ruse) in today’s Bulgaria. The poet is rather known with his work Pend-nâme (epistel of admonitions) which is more of a book of advices. In the work, which elaborated many issues - religious-sufistic, moral and social - several fixed expressions, such as proverbs, idioms and aphorisms were made use of. This study aims at investigating these fixed expressions in Zarîfî’s work, after providing a brief information on Zarîfî and his Pend-nâme. Keywords: Zarîfî, Pend-nâme, fixed expressions. Arş. Gör., Gaziosmanpaşa gullu.bosca@gop.edu.tr Üniversitesi Fen Edebiyat 375 Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Giriş Asıl adı Ömer olan Zarîfî, kaynaklarda Zarîfî Baba, Zarîfî Ömer Efendi, Zarîfî Baba Ömer Efendi, Şeyh Ömer Zarîfî Efendi, Ömer Baba adlarıyla anılır. XVIII. yüzyılda yaşamış mutasavvıf bir şair olan ve bugünkü Bulgaristan sınırları içinde bulunan Rusçuk’ta doğan Zarîfî, daha çok tasavvufî ve ahlakî öğretilere yer verdiği Pend-nâme adlı mesnevisi ile tanınır (GÖNEL, 2013, s. 1451). Sa'diyye tarikatının şeyhlerinden olan ve şiirleri kadar hüsn-i hattaki ustalığıyla da tanınmış olan Zarîfî, yine Rusçuk’ta H.1210 (M.1795) yılında vefat etmiş olup, Rusçuk Bey Mezarlığı karşısındaki Tombul Câmii haziresine defnedilmiştir (ARSLAN, 1994, s. 5). Söz konusu şairin Pend-nâme adlı eserinin dışında bir de divanı olduğundan, ancak bu eserinin günümüze ulaşmadığından söz edilir. Öte yandan Hüseyin Gönel, biri tam diğeri eksik olan Zarîfî’ye ait iki divan nüshası olduğundan bahseder (GÖNEL, 2013, s. 1455). Tam olan nüsha İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi T 3863 numaradadır ve 202 varaktır. Eksik olan ikinci nüsha ise Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nde 07 El 2971/1 arşiv numarası ile kayıtlıdır. Divan 1b-22b arasında yer almaktadır. Başından “te” harfine kadar olan şiirler İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki nüshasıyla birebir aynı olduğundan bahsediliyor (GÖNEL, 2013, s. 1455). Zarîfî’nin kaynaklarda genellikle Divan ve Pend-nâme olmak üzere iki eseri zikredilirken Turgut Koçoğlu, bunların dışında yedi eserden daha bahseder. Bunlar Tasavvuf-nâme, İsm-i A'zam, Kitâb-ı İ'tikâd, Hikâye-i Kan Kalesi, Beyân-ı Ser-encâm, Kısasu'l-Enbiyâ, Istılahât-ı Meşâyıh’tır (KOÇOĞLU, 2012, s. 1756). Zarîfî ve eserleri hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra esas konumuz olan Pend-nâme’den bahsedilecek olursa, Feridüddin Attar’ın ünlü Pend-nâme adlı eserinin Türkçeye tercümesinden sonra bu türde yazılan eserlerin hepsi “pendnâme” olarak anılmaya başlanmıştır. Bir nasihat kitabı olan Pend-nâme, tasavvufî ve ahlakî konuların yer aldığı 1071 beyitlik bir mesnevidir. Eserde insanoğlunun doğru davranışlar sergileyerek, daha mutlu ve daha iyi hissedebilmesi için neler yapılması gerektiği ile ilgili öğütler verilmektedir. 376 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Esas itibarıyla öğüt verme geleneği bizde daha ilk yazılı metinlerden itibaren görülmeye başlar. Türk Edebiyatının ilk yazılı metinleri olan Orhun Abideleri’nde, Türk halkının bağımsızlığını koruyabilmesi için neler yapması gerektiği ile ilgili bilgiler verilir. Sonraki yüzyıllarda bu geleneğin Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakayık, Risâletü'n-Nushiyye gibi eserlerle devam ettiği görülür. Sözlü edebiyatta ise bu gelenek atasözü ve deyimlerle devam ettirilmiştir. Bununla birlikte atasözü ve deyimler kültürel bilginin muhafazası, aktarılması ve anlatımın kuvvetlendirilmesi hususunda önemli iki kaynaktır. Yüzyıllarca kullanılarak kalıplaşan bu sözler, Yüzyıllardan süzülerek zamanımıza kadar gelmiş, bu yüzden uzun bir deneme zamanı geçirmiş, kalabilenler sade anlamlı fakat sağlam gerçekli sözler olmuştur(ÖZÖN, 1952, s. VI). Etkili ve kalıcı bir ifadenin de en önemli şartlarından biri kısalıktır. İnsan zihni ifade sırasında çok zamanda az kuvvet sarf etmek yerine az zamanda çok kuvvet sarf etmeyi tercih eder(ÖZDEM, 2000, s. 121). Atasözü ve deyimler gibi kalıplaşmış ifadeler de kimi zaman sayfalar dolusu anlatımdan daha etkili olabilir. Kısaca bu ifadeler anlatmak istediklerimizi daha kolay ve daha etkili anlatmak noktasında bize yardımcı olur. Aynı zamanda atasözü ve deyimler, onları üreten toplumun dünyaya bakışı, kültürel özellikleri, öncelikli değerleri ve hassasiyetleri gibi özelliklerini gösteren en önemli folklorik malzeme olma özelliği taşır(DELİCE, 2003, s. 181) Adı geçen eserde de müellif, insanlara dinî-tasavvufî ve ahlakî konularda nasıl hareket etmesi gerektiğini anlatırken, bu ifade şekillerinden de yararlanmıştır. Zarîfî, bu ifade şekilleri ile birlikte eserinde dile hâkimiyetini ve şiir bilgisini de gösteren hoş vecizelere de yer vermiştir. Müellifin eserinde rastladığımız ve anlatımını zenginleştiren bu ifadeleri tespit edip, konularına göre bir tasnif yapmaya çalışacağız. Deyimler, Atasözleri Ve Vecizeler Sır Tutmak/Düşünerek Konuşmak Türk kültüründe az söyleyip çok dinlemenin gerekliliği ve faydası ile ilgili sayısız söylem vardır. Eline ve diline sahip olmak bir düsturdur. Fikri toz hâline getirip onda birini söylemek 377 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 gerekir 80 . Zarîfî’nin sır tutmanın ve düşünerek konuşmanın gerekliliği ile ilgili kullandığı deyimler şunlardır: Ağzı açık olmak: Düşünmeden konuşan (D)81 Agzı açık olıcak erkek dişi Halk içinde mashara olmak işi (103) Ağzını tutmak: Bugün kullandığımız “dilini tutmak”, sonunu düşünmeden gelişigüzel konuşmaktan sakınmak (D) Çıkmaya sır dersen agzın tutagör Lokma-i sırrını kendin yutagör (100) Ser verip sır vermemek: Ağzı sıkı olmak (D) Âkil olan ser vere sır vermeye Arz-ı sırdan kimseye yer vermeye (105) Sır lokmasını yutmak: Sırrı açığa vurmamak, başkasına söylememek (D) Çıkmaya sır dersen agzın tutagör Lokma-i sırrını kendin yutagör (100) Sır vermek (sızdırmak): Bir sırrı açığa vurmak, başkasına söylemek (D) Sır veren kimseye nice iş olur Çok belâya anın ile dûş olur (106) Kimselere sırrın ifşâ etme hiç Lokma ise yud anı su ise iç (101) (V) Hem büyük sözden dilin gâyet sakın Zîrâ eksikligi olur pek yakın (146) (V) Söylenilmez her dile gelen kelâm Söz odur kim ola hatmi ve's-selâm (187) (V) Âdemin dürr-i sühandır zîneti Âdem anın ile bulur izzeti (429) (V) 80 Söz gibi cevher cihanda olmaya “Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ” (Osman Nevres Efendi) 81 D (Deyim), A (Atasözü), V (Vecize) 378 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kıymetin nâdân olanlar bilmeye (430) (V) Bilmedigin almadan noksân dile Dinlemek bin kat hayırlıdır hele (893) (V) Değer / Kıymet Anlayana söyle dürr ü gevherin Kıymetin sarrâf bilir cevherin (905) (V) Anlamayan anlamaz çekme emek Söylemekden yeg ana söylememek (906) (V) Bile mi nâdân cevâhir ne demek Tûtîye lâyık imiş sükker yemek (907) (V) Onay / Müsaade İstemek Rıza gözlemek: Onayını almak, müsadesini almak (D) Gözlegil dâ'im rızâsın anların Âlî zikr et dilde nâm u şânların (112) İlgiyi Kesmek Yüz çevirmek: Gösterdiği ilgiyi kesmek (D) Gelse kimse hâcet içün ger sana Yüz çevirme kıl nazar andan yana (230) Yüz döndürmek: Yüz çevirmek, gösterilen ilgiyi kesmek (D) Sakınıp döndürme andan yüzünü Yüzüne gül tatlı söyle sözünü (673) İsmini dile almamak: Adını ağzına almamak (D) Ana da dahl eyleme zinhâr hele Hayr u şerde ismini alma dile (796) İntikam Almak Kazdığı kuyuya kendisi düşmek: Başkası için hazırladığı kötülüğe kendisi uğramak(D). Sabr edersen Hak belâsını verir 379 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kazdıgı kuyuya kendisi girür (388) Dikkatli Olmak Can kulağıyla işitmek: Çok dikkatli dinlemek (D) Ey püser dinle nasîhat sözünü Cân kulagıyla işit aç gözünü (715) Gözünü açmak: Görüşünü değiştiren bilgi vermek, uyarmak (D) Sakınıp nâ-ehle sen deme sözün Dinle pendim dut kulagın aç gözün (403) Kulak tutmak: Kulak vermek, önemsemek (D) Sakınıp nâ-ehle sen deme sözün Dinle pendim dut kulagın aç gözün (403) Ah Almak Gözünün yaşını almak: Ah almak, birinin ilenmesini üstüne çekmek (D) Gel fakîrin alma gözü yaşını Gark edip bitirmeye tâ işini (648) Pek sakın mazlûmun âhından hele Şâh olursan tahtını verir yele (647) (V) İlahî Adalet Ettiği yanına kalmak: Yaptığı kötülük karşılıksız kalmak, cezasını görememek (D) Hak kulundan intikâmın hep alır Sanma aslâ etdigi ana kalır (662) Ne ekersen onu biçersin: Nasıl davranırsan öyle karşılık görürsün (A) Erde geçde âkibet sen göçesin Bunda her ne ekdin anda biçesin (206) … Her ne tohmu eksen anı biçesin Her ne köprü yapsan andan geçesin (1034) Erde geçde âkibet sen göçesin Bunda her ne ekdin anda biçesin (206) (V) Acıyana bil ki acır buluna Kişi her ne etse gelir yoluna (654) (V) 380 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ölüm Kara toprak olmak: Ölmek (D) Besledigin nâz ile cismin senin Kara toprak ola ol nâzik tenin (696) Bu fenâya dil verip aldanma sen Bâkî kalmaz sana bu cân ile ten (693) (V) Bu fenâda şâh imiş yâhud nefer Bir kefenle ediser âhir sefer (927) (V) Saygı Göstermek Pâyına yüz sürmek: Bir dilekte bulunmak için eşiğine yüz sürmek, yalvarmaya gitmek (D). Herkesi kendinden âlî göresin Kâdir isen pâyına yüz süresin (782) Yüz sürmek: Aşırı sevgi göstermek için yere eğilmek (D) Dergehine süreyim kara yüzüm Sû-i zan gösterme görmeye gözüm (856) Dilek / İstek Dest açmak: El açmak, başkasının yardımını isteyecek durumda olmak. (D) Tez tükenir gelmeyince üstüne Müşkil işdir destin açmak dostuna (860) Kanaat Etmek Aza çoğa bakmamak: Olanla yetinmek (D) Âkil olan bakmaya aza çoga Pek yakın dehrin hele varı yoga (992) Dostluk Dost kara günde belli olur: Gerçek dost üzüntülü, sıkıntılı günlerde insanı yalnız bırakmaz (A). Hoş gününde her kişi yârân ola Dost odur kim kem gününde dost ola (363) 381 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Eski düşman dost olmaz: Eski düşmanlık dostluğa dönüştürülemez (A) Eski düşman dost ola sanma sakın İctinab et semtine varma sakın (375) Her yüze güleni dost sanma: Dostmuş izlenimi vermeye çalışan kişileri dost sanmak hatadır (A). Dost olanlar hep yüzüne gülmeye Her yüze gülen kişi dost olmaya (379) Dostun azın çok görür kâmil olan Böyle bulmuş dostlugu anca bulan (825) (V) Zararlı Kimselerden Sakınma Kurunun yanında yaş da yanar: Beğenilmeyen tutumlarından dolayı cezalandırılan kişiler yanında suçsuzlar da suçlular gibi hırpalanır (A) Kuru yanında demişler yaş yanar Belki yaş yanında dag u taş yanar (527) İyilik İyilik eden iyilik bulur: İyilik eden kimseye zamanı geldiğinde başkaları da iyilik eder (A). İster isen eyülerden olasın Eylük eyle tâ ki anı bulasın (667) Her kime çok eylük eylersen eger Tâ sonunda kemligi sana deger (441) (V) Kendinedir eyligin ger kemligin Kala ancak sana bir âdemligin (665) (V) Misafir Misafir on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır: Allah misafirin yediğinden kat kat fazlasını misafir ağırlıyor diye ev sahibine verir (A) Kısmetiyle gelir hep cümle gelen Berekâtı yetişir sana kalan (675) Sanma kendüden verirsin sen aşı Bu felekde kısmetin yer her kişi (674) (V) 382 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Niyet Gönlüne göre bitirir işini Midene göre yedirir aşını (170) (V) Kemâlât Kâmili ancak yine kâmil bulur (407) (V) Kâmil olan sözünü etmez dırâz Nitekim boncuk çok olur incü az (419) (V) Güftesinden bellidir kâmil olan Bildirir nâdânlıgın câhil olan (432) (V) Her işin sonun sayar âkil olan İbtidâsın gözedir câhil olan (470) (V) Az uyumak az yemek kâmillerin Çok uyumak çok yemek gâfillerin (560) (V) Kendinin aybın görür kâmil olan Halkın aybın gözedir câhil olan (780) (V) Kâmil olan kimse noksân gözlemez (837) (V) Ârif isen ârife bir söz yeter (997) (V) Başı tâcı olmadansa câhilin Hâk-pâyı yegdir olmak kâmilin (1068) (V) Sabretmek Sabr ile evvel çekenler zahmeti Âkıbet sonunda bulur devleti (468) (V) Edep Çün edebdir hûblugun şânı adı Bî-edeb sükker ise olmaz dadı (628) (V) Âlem içre kendi haddin bilmeyen Dâ'im oldur aglayıp da gülmeyen (727) (V) Doğruluk / Adalet Kâ’inâtın kulu var âzâdı var 383 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Herkesin haddince adl ü dâdı var (640) (V) Dinleme dostun sözün olsa egri boş Dogru sözlü düşmene uy dahi hoş (719) (V) İnsan Tabiatı Sanma kimse kimsenin hâlin tanır Kendi neyse âlemi öyle sanır (848) (V) Tûtî kumru ola mı hiç kara zâg Yıkamakla kara taş olur mu ag (869) (V) Sonuç Kültürün sonraki nesillere aktarılmasında en önemli araçlardan olan atasözü ve deyimler, daha yazılı kaynakların ortaya çıkmadığı dönemlerde bu vazifeyi üstlenmişlerdir. Ait olduğu toplumun dimağında yüzyıllarca yer edinerek, günümüze ulaşan bu kalıp ifadeler, anlatılmak istenen konuyu daha estetik bir şekilde anlatma imkânı verir. Yapılan tasnif çalışmasının sonucunda şu konuların ön plana çıktığı görülür: Sır tutmak, düşünerek konuşmak, değer/kıymet, onay/müsaade istemek, ilgiyi kesmek, intikam almak, dikkatli olmak, ah almak, ilahî adalet, ölüm, saygı göstermek, dilek/istek, kanaat etmek, dostluk, zararlı kimselerden sakınmak, iyilik, misafir, niyet, kemâlât, sabretmek, edep, doğruluk / adalet ve insan tabiatı. Konu başlıkları ait olduğu toplumun değerlerini ve hassasiyetlerini yansıtması bakımından önemlidir. Buradan yola çıkarak toplumun dini, ahlaki, sosyal ve kültürel duyarlılıkları hakkında fikir edinilebilir. Zarîfî, kullandığı deyim, atasözü ve veciz ifadelerle zenginleştirdiği bu metinde şiir bilgisini ve dile hakimiyetini göstermiştir. 384 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kaynakça ARSLAN, M. (1994). Pendnâme-i Zarîfî. Sivas: Dilek Matbaacılık. DELİCE, H. İ. (2003). Deyimlerin Dilbilgisel Yapıları ve Yapı Çözümlenişleri. M. ARSLAN içinde, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri (s. 177-194). İstanbul: Bayrak Mat. GÖNEL, H. (2013). Bir Zarif Âşık: Rusçuklu Zarîfî ve Divânı. Turkish Studies , 1449-1483. KOÇOĞLU, T. (2012). Rusçuklu Zarîfî Ömer Baba ve Manzum-Mensur Tasavvuf Terimleri Lügatçesi: Istılahât-ı Meşâyıh. Turkish Studies , 1751-1776. ÖZDEM, R. H. (2000). Dil Bilim Yazıları. Ankara: TDKY. ÖZÖN, M. N. (1952). Türk Ata Sözleri. İstanbul: İnkılap Kitabevi. 385 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KALIP CÜMLELER İLE YABANCILARA TÜRKÇE ÖĞRETİMİ Hakan KAÇAR ÖZET Dilimiz sondan eklemeli bir dildir. Ekler sayesinde yeni kelime ve anlamlar elde edilir. Bununla birlikte kelimeler de yan yana gelerek ilk anlamlarından farklı anlamlar kazanırlar. Türkçe öğrenmek isteyen bir yabancıya bir yandan ekleri öğretirken bir yandan da kelime ve kelime gruplarına yüklediğimiz anlamları vermeliyiz. Bununla birlikte Türkçe cümleler kendine özgü bir söz dizimine sahiptir. Yabancı öğrenciler bu üç hususiyeti aynı anda öğrenmek zorundadırlar. Öğrencilerin bir an önce bu dizimi öğrenmeleri, kendilerini Türkçe cümlelerle ifade edebilmeleri, onları öğrenmeye teşvik edecektir. Bunun için de cümleleri ezberleyerek bir edinim sağlayabilirler. Yabancılara Türkçe öğretilirken kullanılan birçok yöntem vardır ve bu yöntemler birbiri içine girmiş bulunmaktadır. Bu yöntemlerden biri de cümleleri bir bütün olarak vermek ve ezberletmektir. Yabancılara Türkçe öğretmek için hazırlanan bazı kitap setlerinde bunun için yazılmış yardımcı kitaplar bulunmaktadır. Bu çalışmamızda bu kitapları da inceleyerek A1 seviyesinde konu konu; verilmesi gereken cümleler nelerdir, cümleler hangi metotlar kullanılarak öğretilebilir gibi sorulara cevap aranmaktadır. Anahtar Kelimeler: Yabancılara Türkçe, temel seviye, kalıp cümleler TEACHING TURKISH TO THE FOREIGNERS WITH THE MAIN SENTENCES Abstract Turkish language is an agglutinative language. We get new words when we add a new appendix to the main word. The meaning of the words and phrases should be taught to the learners while we teach the appendixes. At the same time Turkish language is have special range for words. Students should learn these three points together when they learn Turkish. Beder Üniversitesi, Arnavutluk. 386 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 They will feel more comfortable when they explain themselves by learning this range of words. Thus they will feel For these reasons they can learn by memorizing these sentences. There are a lot of techniques while teaching Turkish and these techniques have entertain to each other. One of these techniques is to give the whole sentence and make learn to memorize this sentence. Therefore, in some Turkish book sets which has been arranged to teach Turkish to the foreigners have helper books. Here, in this work we will study to these kind of books and each topics until level A1. Key words: Turkish for foreigners, main level, mold sentences. Giriş Dil sürekli değişim içinde olan canlı bir yapıya sahiptir. Bu değişimden dolayı özellikle konuşma dili aynı zaman diliminde bile farklı varyantlar halinde kullanılır. Türkçe de geniş bir çoğrafyada konuşulan ve gelişen, yaşayan bir dildir. Özellikle kelimeler yan yana gelerek oluşturdukları gruplarla gerçek anlamlarından çok farklı yeni mecaz anlamlar kazanmaktadır. Bunun örneklerini daha çok deyimler ve birleşik fiillerde görmekteyiz. Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrenciler ise kelima grubu ve cümleleri, kelimeleri tek tek ele alarak ve sözlükten öğrendikleri gerçek anlamlarına göre düşünerek anlamaya çalışmaktadır. Örneğin cümle içinde geçen; derin bakış, açık söz, ortak dil, bağrı yanık, dipsiz kuyu gibi mecazi ifadeleri veya gol atmak, korner kullanmak, büyük patlama gibi terim sözlükleri anlamamaktadır. Bununla birlikte öğrenciler daha ilk dersten ; günaydın, görüşmek üzere, adın ne? gibi bire bir tercüme edilemeyen cümlelerle karşılaşmaktadır. Kelime gruplarının kazandığı bu manaların ve tercüme edilemeyen bu gibi kalıp ifadelerin Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilere tabi öğretilmesi gerekmektedir. Bunun için drama yaptırma, animasyon-video izletme, kitap okutma, diyalog ve cümle ezberletme gibi yöntemler kullanılmaktadır. Drama yaptırma, animasyon-video izletme, kitap okutma gibi yöntemler belli bir seviyeye gelen öğrencilerle ve sınıf içinde yapılabilmektedir. Biz ise bu çalışmada Türkçeyi öğrenmeye yeni başlayan öğrencilerin hızlı bir şekilde kendilerini ifade edebilmeleri üzerinde duracağız. Bunun için öğrencilere ders dışında da bolca ödev verilmeli ve daha uzun süreler Türkçe çalışması sağlanmalıdır. Bu noktada diyalog ve cümle edindirme önemlidir çünkü insanoğlu çok kelime bilse de kalıplar halinde bir konuşma yapar. Diyalogları ve cümleleri kavrayan öğrenci zor olan dil bilgisi konularına girmeden kendini ifade edebilecek 387 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 cümleleri öğrenmektedir. Bu sayede öğretmeniyle ve pratik yapabileceği insanlarla iletişime geçebilmektedir. Cümleleri kalıp olarak öğretmenin özellikle yurt imkanı olan yatılı okullarda uygulanabilir ve sonuç alınabilir olduğu gözlemlenmiştir. Türk belletmen bulundurabilen bu tür yurtlu okullarda öğrenciye ihtiyaç hissedeceği veya ihtiyaçlarını anlatabileceği cümleler ilk dersten itibaren sürekli verilmelidir. Öğrendiği cümleleri ders dışında kullanan öğrenciler yeni cümleler ezberlemeye istekli bir duruma gelir. Bu noktada önemli olan öğrencilere ihtiyaç hissedecekleri ve kullanacakları cümlelerin verilmesidir. Cümle ezberlemeye alışan öğrenci ileri aşamalarda daha sık karşılaşacağı mecaz anlam taşıyan cümleleri de kolaylıkla anlayacak cümlenin manasını bütün olarak kavrayacaktır. Gökkuşağı Türkçe kitap setleri ders kitabının içindeki kelime ve cümleleri öğrencilerin ana dilinde tercüme ederek “Anahtar Kitabı” olarak sunmaktadır. Bu kitap öğretmenlere yardımcı olmaktadır. Bununla birlikte asıl önemli olan yukarıda da bahsettiğimiz gibi öğrencilerin cümle ezberlemeye ihtiyaç duyması ve öğrendiklerinin faydasını görebilmesidir. Bu çalışmamızda özellikle bu minvaldeki öğrencilere ilk bir ayda edindirilmesi gereken diyalog ve cümleler verilecektir. Diyalog ve Cümleler 1. Hafta Diyalog-1 A: Güle güle. A: Merhaba! B: Merhaba! A: Benim adım ................Sizin adınız ne ? B: Benim adım ................. A: Nasılsınız? Diyalog-2 - Hangi okuldasın? - Mehmet Akif Koleji B: Teşekkür ederim, iyiyim. Siz nasılsınız? A: Teşekkür ederim, ben de iyiyim. B: Tanıştığımıza memnun oldum. A: Ben de memnun oldum. B: Hoşça kalın. - Mehmet Akif Kolejindeyim - Türk Kolejindeyim - Hangi sınıftasın(şubedesin)? 388 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 - 10/A sınıfındayım. - Onuncu sınıftayım. - Kaçıncı sınıftasın? - 10/A sınıfındayım. Cümleler: (Sabah) Uyanıyorum. Çay içiyorum. Eve gidiyorum. Kalkıyorum. Ödev yapıyorum. Zil çalıyor. Ders bitiyor. Giyiniyorum. Yatağımı düzeltiyorum. Ders alıyorum. Üniformamı giyiyorum. Müzik dinliyorum. Elimi yüzümü yıkıyorum. Yazıyorum. Top oynuyorum. Şarkı söylüyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Kitap okuyorum. Tıraş oluyorum. Yemek yiyorum. Ayakkabımı giyiyorum. Ayakkabımı boyuyorum. 2. Hafta Diyalog-1 Diyalog-2 - Nerelisiniz? - Odan kaçıncı katta? - ........................ - Ülkenizin başkenti neresidir? - Odam üçüncü katta. - Ülkemizin başkenti Tiran’dır. - Kaç numaralı odada kalıyorsun? - Kaç yaşındasın? - Ben on beş yaşındayım. - 301 numaralı odada kalıyorum. - Yabancı dil biliyor musun? - Odanda kimler var? - Evet İngilizce biliyorum. 389 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 - Aslınız (atalarınız)nereden geliyor? - Odamda ................................... - Memleketin neresi? - ................................................... - ................................................. Cümleler: Yürüyorum. Su içiyorum. Okula geliyorum. Arkadaşımı görüyorum. (Dersler bitiyor). Eve gidiyorum. Selam veriyorum. Konuşuyorum. Dinleniyorum. Top oynuyorum. Geziyorum. Sıra oluyoruz. Sıraya geçiyorum. Akşam yemeği yiyorum. Sınıfa giriyorum. Ders alıyorum. Ödevlerimi yapyorum. Zil çalıyor. Ders başlıyor. Kardeime yardm ediyorum. Öğretmen geliyor. Ders anlatıyor. Televizyon seyrediyorum.Maç izliyorum. Öğretmeni dinliyorum. Müzik dinliyorum. Öğretmen soru soruyor. Cevap veriyorum. Arkadaşıma telefon ediyorum. Muhabbet Sınıftan çıkıyorum. Yemekhaneye ediyorum. gidiyorum. Yatyorum. Uyuyorum. Sraya geiyorum. Yemek alyorum. Rüya görüyorum. Çok korkuyorum. Masaya oturuyorum. Yemek yiyorum. 3. Hafta - Kaç kardeşin var? Diyalog-1 - Evet iki kardeşim var. - Bu ne? - Bu kitap mı? - Bu .......... - Evet bu kitap. - Bu kim? - Bu defter mi? - Bu ........... - Hayır bu defter değil. - Doğum günün ne zaman? 390 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 - Evimiz beşinci katta. - .............................. - Eviniz kaç odalı? Diyalog-2 - Evimiz üç odalı. -Eviniz nerede? - Evinizde sana ait bir oda var mı? - Evimiz ..................... - Evet var. - Eviniz müstakil mi? - Odanda neler var? - Hayır evimiz müstakil değil. - Odamda ......................... var. - Kaçıncı katta oturuyorsunuz? Cümleler: Dünyada yedi kıta vardır. Nerede oturuyorsunuz? Her ülkenin bir bayrağı vardır. Bayrağınız ne renk? Ev ödevlerinizi yapın. Yurtta hemşehrin var mı? Burada sigara içmeyiniz. Evden çıkıyorum. Sınıfta yiyecek yemeyin. Kapıyı kapatıyorum. Kilitliyorum. Erken yatıp sabah erken kalkmalısınız. Otobüs durağına gidiyorum. Genellikte gece on ikide uyuyoruz. Bekliyorum. Otobüs geliyor. Şehrinizin neyi meşhur? Otobüse biniyorum. Memleketine nasıl gidilir kaç saat sürer? Otobüsten iniyorum. Hangi dili konuşuyorsunuz? - Saat sekiz. - Türkçe, dersi saat kaçta başlıyor? 4. Hafta - Türkçe dersi saat sekiz buçukta. Diyalog-1 - Dersleriniz saat kaçta bitiyor? - Saat kaç? - Derslerimiz saat üçte bitiyor. 391 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 - Okula sabah saat kaçta geliyorsunuz? - Bir haftada kaç gün var? - Okula saat sekizde geliyorum. - Bir hafta yedi gün var. Diyalog-2 - Bu hafta kaç saat Türkçe dersi var? - Bugün günlerden ne? - Hangi günler okul yok? - Bugün günlerden pazartesi. - Cumartesi ve pazar günleri okul yok. Cümleler: Ahmet bey neyiniz oluyor? Babamın annesi benim babaannem olur. Annemin erkek kardeşi, benim dayım olur. Ne iş yapıyorsun? Annemin kız kardeşi, benim teyzem olur. Baban ne iş yapıyor? Annemin babası, benim dedem olur. Annenin bir mesleği var mı? Babamın kız kardeşi, benim halam olur. Baban nerede çalışıyor. Babamın erkek kardeşi, benim amcam olur. İleride ne olmak istiyorsun? Ablamın kocası, benim eniştem olur. Sence en önemli meslek hangisidir? Ödev ve ödev takibi eğitimin ayrılmaz ikilisidir. Öğrencilere verdiğimiz ödevlerin yapılıp yapılmadığını aşağıdaki gibi bir tablo ile kontrol edebiliriz. Bu tablo ile uygulamamızın nasıl bir sonuç verdiğini de görebiliriz. Öğrencini Diyalog- n Adı 1 Alex K. + Diyalog-2 + Diyalog- Diyalog- 1.Haft 2.Haft 3.Haft 4.Haft 3 4 a a a a + - + + - + ..... ..... ..... ..... ..... 392 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sonuç Yabancı dil öğrenirken 2-3 ay yoğun bir şekilde çalışmak çok önemlidir. Bu zamanı verimli bir şekilde kullanmak ve öğrencilere hızlı bir şekilde seviye aldırmak gerekmektedir. Bunun için öğrencilere bol bol diyalog ve cümle ezberletmek yerinde olacaktır. Ezber çalışmaları sonucu öğrenciler belli bir seviye Türkçe öğrenmiş olurken dili nasıl öğrenecekleri ile ilgili de fikir edinmiş olurlar. Çalışmamızda bir ay içinde öğrencilerin öğrenmesi gereken diyaloglar ile okul içerisinde tanıştığı öğretmen ve belletmenlerin kendisine soracağı sorular, cevaplar ve kullanması gereken cümleler verilmiştir. Bu çalışmamızın uygun formattaki okul ve öğrencilerle çalışacak olan öğretmenlere faydalı olacağı düşünülmektedir. Kaynaklar CANBULAT, M. - DİLEKÇİ, A. (2013). Türkçe Ders Kitaplarindakikalip Sözler Ve Öğrencilerin Kalip Sözleri Kullanma Düzeyleri, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8. ŞAHİN, A. (2012).Yabancı Dil Öğretiminde Motivasyon ve Stratejileri.Pegem Akademi. Epçaçan, C. (2009). Okuduğunu Anlama Stratejilerine Genel Bir Bakış. Journal of International Social Research, 1(6). Taşdemir,E., Bilkan,N., Can,H. (2004). Pratik Türkçe Öğretim Teknikleri. Dilset Yayınları Tosun, C. (2005). Türkçe'nin Yabancı Dil Olarak Öğretilmesi. Journal of Language and Linguistic Studies, 1(1). 393 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KUTADGU BİLİG’DE HİTAPLAR Hanife ALKAN ÖZET Hitaplar, bir dilin ifade gücünü ve o dilin konuşurlarının kültürel kimliğini yansıtan önemli dil birimlerinden biridir. Hitaplarda konuşanın, muhatabına yönelik ön kanaatleri saklıdır. Kutadgu Bilig, Türk toplumunun kültürel mirasını ve Eski Türkçenin söz varlığını en iyi şekilde yansıtan değerli metinlerimizdendir. Eserin dikkat çekici yönlerinden bir tanesi de karşılıklı hitaplarla meselelerin izah edilişidir. Hitaplarda başvurulan sözcüklerin niteliği, dönemin dili ve kültürel düzeyi hakkında çarpıcı veriler sunmaktadır. Köktürk ve Uygur dönemleriyle mukayese edildiğinde seslenme unsurlarına oldukça sık yer veren Karahanlı Türkçesinin bu kıymetli eseri incelendiğinde hitaplar açısından ilgi çekici bulgular ortaya çıkacaktır. Konu üzerine bu zamana dek doğrudan bir çalışma yapılmamıştır. Sunulacak bildiride bu eksikliğin de giderilmesi amaçlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kutadgu Bilig, hitap, Karahanlı Türkçesi, Türk kültürü. THE VOCATIVES IN THE KUTADGU BILIG Abstract Vocatives that show explaining language strength and the speakers cultural identity of language are one of the important language units. There is front convictions of speaker for about person whom he/she calles in vocatives. Kutadgu Bilig is one of the valuable texts that shows cultural heritage of Turkish society and vocabulary of Old Turkish ideally. One of the remarkable feature of this book is explaining matters by mutual vocatives. Words characteristic in vocatives Ondokuz mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Samsun/Türkiye. 394 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 shows important datas about language of that period and cultural level. When it is compared, it will be seen there is more vocative factors in this valuable book of Karakhanid Turkish than Kokturk and Uighur periods and it will come out interesting evidences with regards to vocatives. It has not studied directly about this topic until this time. In this paper, it is aimed completing this deficiency. Key words: Kutadgu Bilig, vocative, Karakhanid Turkish, Turkish culture. Giriş Hitaplar (seslenme sözcükleri)82, bir diyalog ya da konuşma esnasında konuşanın muhatabına sarf ettiği sevgi, saygı, incelik belirten cümle başı vurgulu kelimelerdir. Kişilerin toplumdaki ast-üst ilişkisine dayanan konumları, birbirlerine yakınlık dereceleri hitapların şekillenmesinde en önemli belirleyicilerdendir. İçinde, konuşanın muhatabına yönelik ön kanaatleri saklı olan hitaplar sayesinde o kişilerin toplum içinde bulundukları konum da rahatlıkla belirlenebilir. Bu yapılara bazı durumlarda seslenme ünlemlerinin yanında da rastlanmaktadır. Bir dilin ifade gücünü ve o dilin konuşurlarının kültürel kimliğini yansıtan önemli dil birimlerinden biri de hitaplardır. Bu çalışmada hitaplar açısından ele alınan Kutadgu Bilig (KB), Türk toplumunun kadim devlet ve siyaset anlayışını, kültürel mirasını, Eski Türkçenin söz varlığını en iyi şekilde yansıtan ve bunun günümüze taşınmasını sağlayan değerli metinlerimizdendir. İslami Türk edebiyatının bilinen ilk büyük eserinin dikkat çekici yönlerinden biri de karşılıklı hitaplarla meselelerin izah edilişidir. Eser incelendiğinde hitaplarda başvurulan sözcüklerin niteliğinin dönemin dili ve kültürel düzeyi hakkında çarpıcı veriler sunduğu görülmektedir. KB, 1069-1070 yılları arasında Balasagunlu Yusuf (Yusuf Has Hacip) tarafından yazılmış, dönemin Karahanlı hükümdarı Buğra Han’a sunulmuştur (Dilaçar, 1995: 13; Arat, 2007: XXV). Kelime anlamı “mutlu olma bilgisi”, terim anlamı “siyaset bilgisi” olan KB’de, okurlara yazarca tasavvur edilen “ideal insan” ve “ideal devlet/toplum” hayatını aktarmak amaçlanmıştır (Ercilasun, 2006: 293). Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan fert-toplum-devlet hayatının düzenli bir şekilde yürümesi için gerekli olan faziletler ve bunların ne şekilde uygulamaya konulacağı Hitapların dilbilim sözlüklerinde sesleniş (Fr. adresse, İng. address, Es. T. hitap), seslenme (Fr. adresser la parol à. allocution, İng. addressing, allocution, Es. T. hitap, hitap etme), seslenmesözcükleri (İng. address terms, Es. T. hitap kelimeleri) (Göğüş, 1998: 115); seslenme durumu (Fr. vocatif, İng. vocative) (Vardar, 1998: 181), seslenme ünlemi (Korkmaz, 2003: 186)madde başları yanında tanımlarına rastlanmaktadır. 82 395 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 felsefi bir şekilde sembolik kişilerin karşılıklı konuşmalarıyla ortaya konulmuştur. Bu noktada hikmetlerden de yararlanılmıştır. Asıl yapısını kahramanların karşılıklı konuşmalarının oluşturduğu KB’de, bu konuşmalarda kişilerin birbirlerine göre bulundukları konum doğrultusunda birbirlerine hitap şekilleri, hitap ederken nelerin ön plana alındığı açık bir şekilde fark edilmektedir. 2. Hitaplar KB, Tanrı’ya övgü ile başlar; peygambere, dört sahabeye, bahar mevsimine ve hükümdara yönelik övgülerle devam eder. Kitabın kahramanları ve temsil ettikleri kavramlar açıklandıktan sonra Kün Togdı’nın anlatıldığı bölümden itibaren asıl konuya geçilir. Eserde Kün Togdı, Ay Toldı, Odgurmış ve Ögdülmiş adlarını taşıyan dört ana kahraman bulunmaktadır. Kün Togdı doğru kanunun, adaletin; Ay Toldı kutun; Ögdülmiş aklın ve becerinin; Odgurmış zühd ve takvanın temsilcileridir. Kün Togdı hükümdardır. Ay Toldı onun veziridir. Ögdülmiş vezirin oğludur, Odgurmış ise Ögdülmiş’in arkadaşıdır. Kün Togdı, adıyla, sözü, bilgisi ve aklıyla cihanda tanınmış bir hükümdardır. Ay Toldı’nın isteği üzerine onu, kendisinin yanına vezir olarak alır. Bir müddet sonra Ay Toldı vefat eder ve Kün Togdı Ay Toldı’nın oğlu Ögdülmiş’i yanına alır, devlet meselelerinde birlikte hareket ederler. Hükümdarın Ögdülmiş gibi yanında bir kişi daha görmeyi istemesiyle sahneye Ögdülmiş’in arkadaşı Odgurmış çıkar. Eserde ağırlıklı olarak Odgurmış ve Ögdülmiş’in karşılıklı konuşmaları yoluyla ideal bir ahiret ve dünya yaşamına sahip olmanın yolları anlatılır. Eserin sonunda Odgurmış’ın da ölmesinden sonra Ögdülmiş ve hükümdarın yaşamları boyunca toplum için doğru işler yaptıkları ve bunun neticesi olarak kendilerinden sonra iyi adlarının kaldığı ifade edilir. Çalışmada kahramanların birbirlerine seslenirken kullandıkları hitapların belirleyicilerinin saptanması hedeflenmiştir. Bu nedenle kahramanlar arası konuşmalar incelenmiş ve hitaplar çıkarılmıştır. Metnin ana kahramanları olan Kün Togdı, Ay Toldı, Odgurmış ve Ögdülmiş arasındaki konuşmalar metnin asıl yapısını oluşturmaktadır. Bu oranda da ana kahramanların birbirine yönelik kullandıkları hitap sayısı da fazladır. Küsemiş, hacip, hizmetçi ve Kumaru yardımcı kahramanlardır. Karşılıklı konuşma oranlarına göre kendileri ile ilgili hitap sayısı da azdır. Kahramanlar arası bu hitaplar dışında kitabın yazarı Yusuf Has Hacip’in Tanrıya, hükümdar Buğra Han’a, kitabın okurlarına yönelik hitapları da bulunmaktadır. 2.1. Kün Togdı’ya Yönelik Hitaplar 396 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kadim Türk devlet düzeninde Tanrı’nın yeryüzünde seçtiği kişi olarak kabul edilen hükümdar, KB’de de Kün Togdı karakteri ile karşımıza çıkmaktadır. Kün Togdı dürüst, kudretli kişiliğiyle kanunları düzenleyen ve bunların hayata geçirilmesinin kontrolünü elinde bulundurandır. Hükümdar dışındaki diğer insanlar, ona hizmet için vardır. Bu nedenle KB’de hükümdara yönelik hitaplar onun gücünü, kudretini, zekâsını, bilgisini, şöhretini, dış görünüşünün güzelliğini vurgular niteliktedir. Hükümdara yapılan bazı hitaplar ise eserin bağlamına göre ilginç niteliktedir. 2.1.1. Ay Toldı’nın Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları >ķozı “Ey kuzu”(KB 695) yayıġ ermez erse bu devlet özi / ne eđgü neng erdi bu ķutay ķozı > ilig ķutı / ķutluġ ķuta “devletli hükümdar” (KB 589, 720, 836, 907, 1350, 1418, 1482/1526) bu ay toldı aydı ay ilig ķutı / tapuġ birle hoş boldı ķulluķ atı (KB 589) >törü birgüçi “Ey kanun yapan!” (KB 1458) törü eđgü ur ay törü birgüçi / turu öldi isiz törü urġuçı >ilçi bügü “Ey hakîm devlet adamı!” (KB 1459) isiz öngdi urma ay ilçi bügü / isiz bolsa bolmaz ajunuġ yigü >tetig / bilge tetig / bilge külüg“Ey uyanık! / Ey uyanık bilge! / Ey ünlü bilge!” (KB 1354/777/1457) adınsıġ körür men bu kün ķılķ itig / angar eymenür men ay bilge tetig >bilgi yaruķ“Ey parlak bilgili!” (KB 784) kör arslanķa okşar bu begler özi / buşursa keser baş ay bilgi yaruķ >ķılķı silig “Ey karakteri düzgün!” (KB 780) ķalı bolsa begler buşup övkelig / yaķın turma anda ay ķılķı silig >elgi uzun / tonga “Ey iktidar sahibi! / Ey yiğit!” (KB 1463/1409) isiz ķılķı tutma ay elgi uzun / isiz ķılķ ulıtur ikigün ajun >yarumış künüm “Ey parlak güneşim!” (KB 1406) sanga ma anunmış turur bu ölüm / öđinge küđer ay yarumış künüm 397 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 1481) baġırsaķlıķ erdi mening bu sözüm / esen ķal selamet ay körklüg yüzüm 2.1.2. Ögdülmiş’in Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları >oġul (KB 3010) uçuz tutma erdemni örgen oġul / bu erdem yorıķı örüng ķuş teg ol >ķozı “kuzu” Ey kuzu!” (KB 5843) negü tir eşitgil uķuşluġ sözi / bu söz işke tutsa tap ol ay ķozı >beg, bilig ordusı, ay kişilerde yig “Ey bey, bilgi hazinesi, ey insanların iyisi!” (KB 1658) yanut birdi ögdülmiş aydı ay beg / bilig ordusı ay kişilerde yig >ķutluġ öz / ilig ķutı “Ey kutlu zat! / Ey devletli hükümdar!” (KB 4941/5869, 1679) yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / osuġluġ turur çın aya ķutluġ öz >uluġ “Ey ulu!” (KB 2588, 5584) kapuġda neteg erse oldruġ turuġ / bu yortuġda andaġ kerek ay uluġ (KB 2588) >bügü / ilçi bügü / bilge bügü / er atanmış biliglig bügü “Ey hakîm! / Hakîm hükümdar! / Ey âlim hakîm! / Ey mert, tanınmış, bilgili hakîm!” (KB 2407, 2892/5553/5921/2689) aya eratanmış biliglig bügü / köngül sırrı artuķķatıġ kizlegü >bilgi king / bilgi üküş / bilgi ügüz“Ey bilgisi geniş! / Ey bilgisi çok olan! / Ey bilgisi ırmak (misali)!” (KB 5470/5575/6243) aġırladı birdi bu beglik sanga / munıng şükri ķılġıl ay bilg i king >biliglig kişi “Ey bilgili insan!” (KB 2090) bod ortu kerek hem tenginçe yaraġ / işing ortu tut ay biliglig kişi >köngli tetig “Ey uyanık kalpli!” (KB 5929) körü barsa yaķşı bitimiş bitig / unıtma bu sözni ay köngli tetig >eđgü öz / eđgü törü “Ey iyi insan! / Ey iyi nizam sahibi!” (KB 2718, 5875/1911) 398 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 mungar mengzetü keldi emdi bu söz / eşitgil munı sen aya eđgü öz (KB 2718) >eđgü törülüg arıġ beg silig “Ey iyi nizam sahibi, düzgün bey!” (KB 3112) ay eđgü törülüg arıġ beg silig / bayat birdi erdem sanga ög bilig >köngli köni ķılķı alçaķ bütün “Ey ihlas sahibi, dürüst ve mütevazi!” (KB 5897) ay köngli köni ķılķı alçaķ bütün / tirig bol esen tur tirilgil ķutun >ķılķı tüzün / ķılķı silig “Ey asil tabiatlı! / Ey karakteri düzgün!” (KB 1659, 6414 / 1970, 2466, 2528, 3862) kişike tusulġu ikigü ajun / kılınç eđgüsi ol ay ķılķı tüzün (KB 1659) >unur / ilçi unur / ķılķı unur “Ey kudretli! / Ey kudretli devlet adamı! / Ey karakteri kudretli” (KB 5555 / 1667 / 5524) bularda basa muĥtesibler turur / bular elgi küçlüg kerek ay unur >elgi uzun / üsteng elig “Ey kudretli! / Ey üstün el!” (KB 5878/1948) bu yalġan kişi birle artar ajun / köni çın kişi tut ay elgi uzun >elgi aķı / ilçi aķı“Ey eli cömert! / Ey cömert hükümdar!” (KB 1708) mungar mengzer emdi bu beytig oķı / oķıġıl uķa bar ay elgi aķı >alp er “Ey kahraman!” (KB 2052) negü tir eşitgil urup yigli er / urup al ay alp er yana erke bir >ersig begim “Ey kahraman beyim!” (KB 2899) köni bol sen iş ķıl ay ersig begim / könilikte taştın yoķ ermiş yigim >tonga / ersig tonga “Ey kahraman! / Ey cesur kahraman!” (KB 5492/2939, 3878) neçe me bu aşçı iđişçi sanga / bütün erse artuķ ay ersig tonga (KB 2939) >bay “Ey zengin!” (KB 6378) çıġay ölse ķutlur kiter emgeki / ölüm tutsa ay bay saķış birmeking >ölügli “Ey fani!” (KB 5569) negü tir eşitgil üç ordu ħanı / at eđgü tile ay ölügli ķanı 2.1.3. Odgurmış’ın Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları 399 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >sıġun “Ey erkek geyik!83” (KB 5111) içinde tatıġ bolmasa ol kaġun / anı taştın atġu bolur ay sıġun >oġul “Oğul!” (KB 5156) atang öldi bardı erse ķalı ne öđün / sanga ayduķı ol oġul kör ođun >botu “Ey deve yavrusu!84” (KB 5342) bizing ķopġumuznı küđer bu ķutu / küđer kelgümizni olar ay botu >ilig / ilçi başı / ilçi bügü / dünya begi “Ey hükümdar! / Ey büyük hükümdar! / Ey hakîm hükümdar / Ey dünya beyi!” (KB 5041, 5048, 5166/3763/5359/3744, 5185) özüm arzulap keldi emdi sanga / nelük teggey emgek ay ilig manga >külüg / uluġ / bođun belgüsi “Ey şöhretli! / Ey ulu! / Ey halkın bildiği!” (KB 5180, 5350/3774/5224) özüng yatġu ornı kör ol belgülüg / anı itgü eđgü bile ay külüg (KB 5180) >tirig “Ey diri!” (KB 5136) meningdin nerek emdi öt sav erig / bu öđlek öti tap sanga ay tirig >tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 3731/3713) yanut birdi odġurmış aydı bitig / bitiyin kör ança ay bilge tetig >bilge uķuşluġ amul “Ey anlayışlı, yumuşak huylu bilge!” (KB 3752) iđi yaķşı aymış süzülmiş köngül / eşitgil ay bilge uķuşluġ amul >bilgi tamam / bilgi ügüz “Ey bilgisi tam! / Ey bilgisi nehir!” (KB 5065/5119, 5468) körü bar ķara begke ķılmaz selam / bu macni üçün ol ay bilgi tamam >köngli tüz / arıġ / ķılķı örüg / sarp ķılıķ “Ey asil gönüllü! / Ey temiz ruhlu! / Ey sakin tabiatlı! / Ey sağlam karakterli!” (KB 5057/5364/5371/5366) mungar mengzetü keldi emdi bu söz / eşitgil munı sen aya köngli tüz >üsteng elig “Ey iktidar sahibi!” (KB 5252) 83 EDTC’de sıgun “erkek geyik, karaca” olarak anlamlandırılmıştır (Clauson, 1972: 811). EDTC’de botu “özel anlamda çoğunlukla bir yaşın altında deve yavrusu, genel anlamda insan ve hayvan yavrusu” şeklinde tanımlanmıştır (Clauson, 1972: 299). 84 400 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 aya baş boluġlı ay üsteng elig / ķamuġ işke aşnu sen işlet bilig >tonga / ilçi tonga / küçlüg tonga“Ey yiğit! / Ey kahraman hükümdar! / Ey kudretli yiğit!” (KB 5182/5164/5381) ķalın aç böriler yıġıldı sanga / ķoyuġ keđ küđezgil ay ilçi tonga >böke / ersig böke / ersig aķım“Ey büyük yılan! / Ey yiğit büyük yılan!85 / Ey cesur cömert!” (KB 5375/5373/3746) ķayada yorıġlı bu ımġa teke / ķutulmaz seningdin ay ersig böke >kök böri “Ey boz kurt!” (KB 5378) ķalıķta uçuġlı ķara ķuş yorı / seningdin keçümez aya kök böri >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 5335) mungar mengzetü keldi emdi sözüm / eşitgil munı sen ay körklüg yüzüm >beg men tigüçi “Ey “ben beyim” diyen!” (KB 5174, 5288) ay beg men tigüçi beđütme köngül / vefasız turur dünya devlet töngül (KB 5174) >köngli toķ / ķılķı aġı / uruġluġ ķarı “Ey gönlü tok! / Ey gönlünde hazineler taşıyan! / Ey asil ihtiyar!” (KB 5388/5422/5295) közi suķ kişike bayup asġı yoķ / suķuġ yarlıķaġıl aya köngli toķ >bay boluġlı buđunda talu / beg boluġlı buđunda burun / beg boluġlı buđunķa uluġ “Ey zengin ve halkın seçkini! / Ey halkın ileri gelen beyi! / Ey halkın büyüğü hükümdar!” (KB 5296/5298/5251) aya bay boluġlı buđunda talu / ķoķuz ķıl bu baylıķ muyan al tolu 2.2. Ay Toldı’ya Yönelik Hitaplar Ay Toldı hikâyede “kut (talih, baht, şans)” u temsil etmektedir. Ona yönelik hitaplar da kendisinin bilgisini, aklını, şöhretini, temiz kalpliliğini vurgular niteliktedir. 2.2.1. Küsemiş’in Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları >ay toldı (Aytoldı!) (KB 511) küsemiş turup çıķtı andın yana / kelip aydı ay toldı toġdı küne böke kelimesinin ilk olarak “büyük yılan” anlamında kullanılmış olsa da daha sonra “pehlivan” anlamını kazanmış olduğu düşünülmektedir (Clauson, 1972: 324). 85 401 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 2.2.2. Kün Togdı’nın Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları >ķut “Ey kutlu!” (KB 714) ilig aydı uķtum aya ķut sini / ķatıġ sevdim erdi irer sen mini >külüg “Ey şöhretli!” (KB 852) yarayın tise sen manga belgülüg / bu kaç neng özüngdin yırat ay külüg >tetig “Ey uyanık!” (KB 883, 1557) ķarında törümiş ķılınç ögretig / yaġız yir ķatında kiter ay tetig (KB 883) >bügü “Ey hakîm!” (KB 1123) tilek bolsa bolmaz tiriglik yigü / tirig bolsa bulmaz tilek ay bügü >köngli tüz “Ey gönlü asil!” (KB 1080) ilig aydı ay toldı ķođġıl bu söz / bu söz sözlemegil aya köngli tüz >baġırsaķ kişide burun “Ey merhametli insanların ileri geleni!” ayur ay baġırsaķ kişide burun / ķapuġum ķurıttıng ķor itting orun (1558) >eđgü / uluġ / yigit “Ey iyi! / Ey ulu! / Ey yiğit!” (KB 922, 923/931/932) kim eđgüg yirer erse isiz bolup / tiler men ay eêgü sini men ķolup 2.2.3. Ögdülmiş’in Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları >atam “Ey babam!” (KB 1185) ayur ay atam bir sözüm bar sanga / anı aytayın men ayu bir manga >bilge tetig “Ey zeki âlim!” (KB 1188) negü erse barmu ölümke itig / anı utru tutġıl ay bilge tetig 2.3. Ögdülmiş’e Yönelik Hitaplar Ögdülmiş hikâyede aklı temsil etmektedir. O da babası gibi hükümdarın hizmetinde yer almaktadır. Hikâyedeki rolüne oranla da kendisine en çok hitapta bulunulan kahramanlardan biridir. Ögdülmiş vasıtasıyla iyi ve ideal bir devlet düzeninin nasıl olması gerektiği ve hangi yollarla sağlanacağı okuyucuya aktarılmıştır. 2.3.1. Ay Toldı’nın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları 402 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >oġlum “Ey oğlum!” (KB 1208) bu ay toldı aydı ay oġlum eşit / mini kör usanma yarınlıķ iş it >bilgüçi “Ey tanınan!” (KB 1181) mungar mengzetü aydı şacir ayġuçı / oķıġıl munı sen aya bilgüçi >körklüg yüzüm “Güzel yüzlüm!” (KB 1209) usallıķ mini alķtı öknür özüm / ođunġıl usal bolma körklüg yüzüm 2.3.2. Kün Togdı’nın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları >ögdülmiş / ögdülmişim “Ey Ögdülmiş! / Ey Ögdülmiş’im!” (KB 1792/5456) ayur ay ögdülmiş baķ emdi manga / atang emgeki kirmedi bir sanga >oġul “Ey oğul!” (KB 1591, 3066, 4912, 6234) ilig aydı munda naru ay oġul / manga tapnu turġıl çökürme köngül (KB 1591) >ķozı “Kuzu!” (1638) negü tir eşitgil avıçġa sözi / avıçġa sözin tut unıtma ķozı >eđgü iş “Ey iyi arkadaş!” (KB 4925) ķara tün içinde turur kelgü iş / yarutur yaruķ kün aya eđgü iş >ķılķı amul “Ey yumuşak yaradılışlı!” (KB 6234) negü ķađġu vaķtı turur ay oġul / manga ay bileyin ay ķılķı amul >er / kişi “Ey (yiğit) kişi! / Ey ademoğlu!” (KB 5494/5879) ķanıķı mungar teggü işim ay er / munı ķılġuķa sen manga yarı bir >tirig “Ey gönlü diri!” (KB 4927) bayat ĥukminge ķođ ķamuġ işlerig / öđi kelse itlür açar ay tirig >ođunmış sözi ög bilig “Ey sözü akıl ve bilgiden ibaret olan, uyanık adam!” (KB 1872) bu sözler eşitti sevindi ilig / ayur ay ođunmış sözi ög bilig >tetig “Ey takva sahibi, farkında olan!” (KB 2671, 3154, 4951) bitigçi negü teg kerek ay tetig / angar beg ınanıp bititse bitig (KB 2671) >bügü / bilge bügü “Ey hakîm! / Ey bilge hakîm!” (KB 2785/2826, 2948, 5846) 403 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 negü tir eşitgil ay bilge bügü / biliglig sözi bolsa aş teg yigü >bilgi tamam / bilgi tükel / bilgi batıġ / bilgi king “Ey bilgisi tam! / Ey derin bilgili! / Ey geniş bilgili!” (KB 5665/5848/4928/5882) ilig aydı barġıl meningdin selam / tegürgil angar sen ay bilgi tamam >ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ / uķuşluġ uruġı silig “Ey anlayışlı ve uyanık gönüllü! / Ey anlayışlı, soyu asil!” (KB 3082/3015) aya ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ / ayı sevme dünya toķıġay yođuġ >aśli kişi / eđgü kişi / ķılķı köni / ķılķı silig“Ey asil insan! / Ey iyi insan! / Ey dürüst tabiatlı! / Ey düzgün yaradılışlı!” (KB 1596/1639/3133/4898) kişilikni ķođma ay aśli kişi / kişilik ķılu tur kişike tuşı >könglüm toķı / köngli yaķın“Ey gönlümü doyuran insan! / Ey gönlü yakın!” (KB 3872/5614) negü tir eşitgil bu beytig oķı / anıng macnisi uķ ay könglüm toķı >tonga “Ey yiğit!” (KB 3125, 6231) közüm sen tilim sen elim sen manga / anın eđgü boldı atım ay tonga (KB 3125) >ersig külüg “Ey meşhur yiğit!” (KB 3167) mungar mengzer emdi bu söz belgülüg / eşitgil nıunı sen ay ersig külüg >böke “Ey büyük yılan!” (KB 4920) sebeb bolsa erdi manga eđgüke / tirilgeymü erdi köngül ay böke >aķı “Ey cömert!” (KB 4924) küđelim körelim yime ay aķı / negü ol aħır ĥal öđ öđlek taķı >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzüm!” (KB 1847, 5615) yana aydı ilig taķı bir sözüm / erür bu ayur men ay körklüg yüzüm >ķızġu enge “Ey al yanaklı!” (KB 4938) angar men barayın ya kelsün manga / ziyaret üçün ol ay ķızġu enge 2.3.3. Odgurmış’ın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları 404 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >ögdülmişim “Ey Ögdülmiş’im!” (KB 4803) ĥaķiķat munı bil ay ögdülmişim / ayayın sanga men özüm bilmişim >oġul “Ey oğul!” (KB 3394, 4758) sırınçġa saķışı turur bu köngül / iđi keđ küđez sınmasu ay oġul (KB 3394) >urı / ersig urı “Ey adam (delikanlı)! / “Ey cesur delikanlı!” (KB 6188/6194, 3832) yana aydı ođġurmış emdi yorı / mening ķađġumı sen yime ay urı >ķadaş / ķadaşım “Ey kardeş! / Ey kardeşim!” (KB 4765, 4823, 4973, 6195, 6150/4973, 6195) tonum ķoy yüngi tap yigüm arpa aş / tükel boldı dünya manga ay ķadaş (KB 4765) >köngli tudaş “Ey gönüldeş!” (KB 6150) köni sözleyin söz sanga ay kadaş / negü kizleyin men ay köngli tudaş >çın baġırsaķ ķadaş / baġırsaķ ķadaş“Ey merhametli kardeş! / Ey merhametli kardeş!” (KB 6084/6180) yana aydı ay çın baġırsaķ ķadaş / barır men uđu sen kelir sen adaş >eđgü adaş /eđgü iş / eđgü işim “Ey iyi arkadaş! / Ey iyi arkadaşım!” (KB 4571, 5807/4864/4860) bu erdi munuķı mening bilmişim / sanga sözledim men ay eđgü işim >köngüldeş işim “Ey gönül arkadaşım!” (KB 6077) saķınçım bu ol ay köngüldeş işim / ölümde kiđin tengri itsü işim >ilde uluġ “Ey memleketin büyüğü!” (KB 3515, 3576) sevitmiş üçün dünya caybı ķamuġ / sanga bolmış erdem ay ilde uluġ (KB 3515) >köngli tudaş “Ey gönlü gönlüme uygun!” (KB 4991) müsülman ķadaşķa müsülman ķadaş / ziyaret ķılur oķ ay köngli tudaş >küsüş “Ey aziz!” (KB 5764) bilir sen ajunda bu ögdi üküş / vefalıġ kişike bolur ay küsüş >külüg “Ey meşhur!” (KB 3517) sevüglüg nişanı bu ol belgülüg / sevüg caybı erdem bolur ay külüg 405 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >köngli tirig “Ey gönlü uyanık!” (KB 3642, 3691) uķuşluġ tise bolmaġay ol erig / et öz bulnı bolsa ay köngli tirig (KB 3642) >bilge bügü “Ey hakîm âlim!” (KB 4682) velikin tiriglik bolurmu yigü / munı bilgü aşnu ay bilge bügü >bilgi batıġ “Ey derin bilgili!” (KB 4704) ölüm aldı mindinbu iki tatıġ / nerek emdi dünya ay bilgi batıġ >eski tüşük “Ey eski düşkün!” (KB 5003) yaruķ dünya yüzke eşünse eşük / men ötrü barayın ay eski tüşük >er eđgüsi “Ey erkeklerin iyisi!” (KB 4773) aġı çuz keđim ton kişi kedgüsi / et öz örtgü tap ķıl ay er eđgüsi >yalnguķ keđi “Ey insanların iyisi!” (KB 4849) siziksiz ölümke anunġu öđi / bu künde naru ol ay yalnguķ keđi >er kişi “Ey mert insan!” (KB 5788) kişilik ķıl ay er kişi bol uluġ / kişi mundaġ urdı kişilik yoluġ >köngli tüz / ķılķı tüz / ķılķı tüzün “Ey gönlü asil! / Ey yaradılışı asil!” (KB 3537, 4314, 4159, 4691/4007/3588) mungar mengzer emdi körü bar bu söz / munıng ma’nisi uķ aya köngli tüz (KB 3537) >baġırsaķ apa “Ey merhametli insan!” (KB 4690) yana yandru yanmaķ yavalıķ tapa / yararmu manga ay baġırsaķ apa >ınal “Ey inanılır (insan)!” (KB 4805) bu dünya işin ķođmaġınça tükel / ķılumaz bu cuķbi işin ay ınal >aķım “Ey cömertim!” (KB 4846) bu erdi sanga çın baġırsaķlıķım / munı sözledim men sanga ay aķım >ersig tonga / ersig çomaķ “Ey mert ve cesur yiğit! / Ey yiğit Müslüman!” (KB 3398, 3685, 4761/4701) neçe me kiçig erse duşman sanga / anı sen uluġ tut ay ersig tonga (KB 3398) >körki ay “Ey ay gibi güzel yüzlü!” (KB 3451) 406 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yanut birdi oêġurmış aydı çın ay / negü ol tileking aya körki ay >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzüm!” (KB 4315) munıngda adın ma takı bar sözüm / anı ma ayu bir ay körklüg yüzüm >ķızġu eng “Ey al yanaklı!” (KB 4707) iđi yaķşı aymış bügü bilgi king / eşitgil munı sen aya ķızġu eng 2.3.4. Habercinin Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları >bilgem “Ey bilgem!” (KB 5965) unamadı aydı ķadaşıng ĥalı / yavuzraķ ay bilgem köner teg yolı >köngli yaķın “Ey gönlü yakın!” (KB 5963) aġır boldı köngli yatur ınçıķın / tegip tuş angar bir ay köngli yaķın >ķılķı tüze “Ey yaradılışı asil!” (KB 5966) men aşnu barayın seningdin oza / sen aķru uđu kel ay ķılķı tüze 2.3.5. Kumaru’nun Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları >urı “Ey adam (delikanlı)!” (KB 6295) negüke ķılur sen sıġıt ay urı / kim urdı ya kim sökti ne ol ķorı >ķadaş “Ey kardeş!” (KB 6287) yorıp keldi utru ayur ay ķadaş / muyan birsü tengri köngül ķılma baş 2.4. Odgurmış’a Yönelik Hitaplar Odgurmış yazar tarafından hikâyeye “zühd” ve “takva”yı temsil etmek üzere yerleştirilmiş, onun vasıtasıyla insanların yalnızca bu dünya için değil, öteki dünya içinde çalışmaları, bu dünyada diğer dünyaya yönelik yatırım niteliğinde amellerde bulunmaları gerektiği ifade edilmiştir. Bu yönüyle hükümdarın ve Ögdülmiş’in kendisine hitaplarda bulunduğu görülen Odgurmış için genellikle onun bilgisine, şöhretine, karakterinin, yaradılışının temiz olduğuna dair göndermelerde bulunulmuştur. 2.4.1. Kün Togdı’nın Odgurmış’a Yönelik Hitapları >odġurmışa / ođġurmış “Ey Odgurmış!” (KB 5039/5401) ayur emgeding sen ay odġurmışa / yađaġın bu yirke özüng kelmişe 407 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >ersig urı “Ey yiğit delikanlı!” (KB 5428) neçe artsa dünya baş aġrıġları / taķı artuķ artar ay ersig urı >uluġ “Ey ulu!” (KB 5400) könilikte azmış özüm ay uluġ / ayu birding emdi könilik yoluġ >külüg “Ey şöhretli!” (KB 5130) bayat birdi barça sanga eđgülük / bu eđgü yolın aç manga ay külüg >tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 3197/3908) iligdin selam köngül aytu bitig / bitidim esenlik öze ay tetig >ođuġ / köngli ođuġ “Ey uyanık! / Ey gönlü uyanık!” (KB 5126/5398) yanut birdi ilig ayur ay ođuġ / bu ķılķıng bođudı bu eđgü bođuġ >bügü / bilge bügü “Ey hakîm! / Ey âlim hakîm!” (KB 3276, 3928/3934) ilig aydı barġıl takı ma negü / yaraġlıġ söz erse tegür ay bügü (KB 3276) >bilgi üküş / bilgi uluġ “Ey bilgisi çok olan! / Ey bilgisi büyük olan” (KB 3936/5092) ay köngli süzük er ay bilgi öküş / baķa kör bu sözke yetürgil uķuş >bilir “Ey bilir!” (KB 5097) ķapuġda ķalın baş yumıttı yorır / tusulur kişi yoķ manga ay bilir >künüm “Ey günüm (güneşim)!” (KB 5427) neçe ming yaşasa sen aħır ölüm / yeter ök tutar oķ sini ay künüm >toķum “Ey gönlü tokum!” (KB 5093) sini munça bekrü tutup ķolduķum / bu erdi tilekim mening ay toķum >süzük / köngli süzük “Ey saf! / Ey saf gönüllü!” (KB 5114/3936) yanut birdi ilig ayur ay süzük / içing me taşıng birle barça tüzük >eđgü ķılıķlıġ bütün işi çın “Ey iyi tabiatlı, güvenilir arkadaş!” (KB 5129) ay eđgü ķılıķlıġ bütün işi çın / manga öt erig bir baġırsaķlıķın >eđgü öz / eđgü kişi “Ey iyi insan!” (KB 3233/5440) negü tir eşit emdi macni bu söz / bu söz işke tutġıl aya eđgü öz 408 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 >öđürmiş kişide keđi “Ey insanların iyisi ve seçkini!” (KB 5397) bu sözler eşitti ilig yıġladı / ayur ay öđürmiş kişide keđi >ķılķı tüzün “Ey asil tabiatlı!” (KB 3242) munı barça ķođtı özüng yalınguzun / namaz ruza tuttı ay ķılķı tüzün >baġırsaķ erim “Ey merhametli yiğidim!” (KB 3914) eşitgil yana bu mening sözlerim / köngülke alın ay baġırsaķ erim >aķı “Ey cömert!” (KB 5095, 5098) kişi bar ķalın bođ boġuz aġruķı / köni çın baġırsaķ yoķ ol ay aķı (KB 5095) > tonga “Ey kudretli!” (KB 5051) sen emdi köngül birle kelding manga / velikin neteg ol bu iş ay tonga >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 3201) bu yanglıġ ķılınçıng eşitti özüm / sini arzuladı ay körklüg yüzüm 2.4.2. Ögdülmiş’in Odgurmış’a Yönelik Hitapları > oġul “Ey oğul!” (KB 4515, 4532, 4582, 4635) közün körmese arzu ķolmaz köngül / közüng körse könglüng ķolur ay oġul (KB 4515) >urı “Ey adam (delikanlı)!” (KB 4437) at eđgü tilese özüng ay urı / ümeg arķışıġ eđgü tutġıl yorı >botu “Ey deve yavrusu!” (KB 4443) asıġlıġ kişiler bolur bu ķutu / bularıġ yime eđgü tut ay botu >baġırsaķ ķozı “Ey merhametli kuzu!” (KB 3311) esen bolsa ermiş bu yalnguk özi / tilekke tegir ay baġırsaķ ķozı >adaş “Dost, arkadaş!” (KB 4339, 4397, 4470, 4565, 4600, 4980, 5688, 6012) bular ehl-i beyt ol ĥabibķa ķadaş / ĥabib savçı ĥaķķı üçün sev adaş (KB 4339) >ķadaş “kardeş” (KB 4470, 4565, 4573, 6012) duǾaçı tururlar sanga ay ķadaş / iđi eđgü neng bu duǾa ay adaş (KB 4470) >ķoldaş “Ey dost, arkadaş!” (KB 4511) 409 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 aya ķoldaş erdeş söz aydım kese / bu ķız toġmasa yig tirig turmasa >tigin “Ey bey!” (KB 4642) esenlik tilese kör igsizlikin / az atlıġ otuġ yi tiril ay tigin >uluġ “Ey ulu!” (KB 3989) bilir men bayatım sevinçi ķamuġ / tapuġ tacat içre turur ay uluġ >ķutluġ öz / ķutluġ er “Ey kutlu insan!” (KB 3487, 3492, 3646/4507) yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / ayıtma manga sen aya ķutluġ öz (KB 3487) >külüg “Ey namlı!” (KB 4136, 4982) ķalı tegse beglik sanga belgülüg / bilig birle işlet işig ay külüg (KB 4136) >könglüm yaruķı haķiķat yaķın “Ey gönlümün ışığı ve gerçekten yakınım olan insan!” (KB 4679) ay könglüm yaruķı haķiķat yaķın / sözüm maǾnisin uķ yime keđ saķın >könglüm talusı sevüg canķa can “Ey gönlümün tacı, sevgili cana can!” (KB 6302) ay könglüm talusı sevüg canķa can / seningsiz negü teg tirilsü revan >can “Ey can!” (KB 5978) yanut birdi ögdülmiş aydı ay can / tirig bolsa yalnguķ yorır ig toġan >tüzüm / köngli tüz “Ey asilim! / Ey gönlü asil!” (KB 4977/4005, 4546, 5699) yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / yime eđgü ermez aya köngli tüz (KB 4005) >ķılķı tüz / tüzün / ķılķı tüzün “Ey asil karakterli!” (KB 4318, 4567/4643/3437, 4124 4281) yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / kereklig erür çın aya ķılķı tüz(KB 4318) >köngli king “Ey geniş yürekli!” (KB 4987) barıp tuş angar sen ya kelsün sanga / yüzüng körsüni bir ay köngli king >silig / ķılķı silig “Ey doğru! / Ey düzgün karakterli!” (KB 4130, 4446, 4638/3824, 4410, 4222, 4407) yanamu mini ıêġay erki ilig / oķıġalı yandru ay ķılķı silig (KB 3824) >erde baş “Ey erkeklerin ileri geleni!” (KB 4486) 410 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kim evlik alayın tise törtte taş / ađın almaz evlik aya erde baş >saķınuķ erenler eri “Ey takva sahibi erenler eri!” (KB 4483) kişi alma alsa özüngke ķurı / sen alġıl saķınuķ erenler eri >körk tilegli kişi eđgüsi “Ey güzellik arayan insanların iyisi!” (KB 4493) aya körk tilegli kişi eđgüsi / kişi körki ķolma buđun külgüsi >eđgü kişi / eđgü uruġ / urġı tüzün “Ey iyi insan! / Ey iyi soylu! / Ey asil soylu!” (KB 4298, 4241, 4384, 4498/4585/6187) ķayu yirde devlet kötürse başı / bolu bir angar sen ay eđgü kişi (KB 4298) >ķılķı örüg / köngli örüg “Ey sakin tabiatlı! / Ey gönlü sakin!” (KB 6023/6038) bir ök yanglıġ ermez bu tüşke yörüg / munı keđ saķınġu ay ķılķı örüg >köngli ķatıġ “Ey sağlam gönüllü!)” (KB 5713) negü tir eşit tıngla bilgi batıġ / sanga ötler emdi ay köngli ķatıġ >bügü “Ey hakîm!” (KB 3506, 4129, 4502, 6010) mungar mengzer emdi bu beyt ay bügü / okıġu munı ötrü işke baġu (KB 3506) >bilgi uluġ / bilgi tolu / bilgi king “Ey bilgisi büyük! / Ey bilgili insan! / Ey bilgisi geniş!” (KB 3322/4491/4533) kişi öz tilekin yorısa yoluġ / angar tegmez emgek ay bilgi uluġ >bay “Ey zengin!” (KB 4491) aya bay tilegli sen evlik talu / bulun bolmaġıl sen ay bilgi tolu >tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 5698/3712, 3822) tilin sözlegil hem bitigil bitig / iligke yanayın ay bilge tetig (KB 3712) >aķı / aķı king elig / ersig aķı / biliglig aķı “Ey cömert! / Cömert ve açık elli! / Ey mert cömert! / biliglig aķı” (KB 3407/4536/4213/4424) bu yalnguz yorıġlı kişi ķıvçaķı / kişike tusulmaz bolur ay aķı >tüp tilegli beđüklük “Ey asalet ve büyüklük arayan insan!” (KB 4495) aya tüp tilegli beđüklük bile / uçuz ķılmaġu öz beđük tüp bile >körklüg ķoluġlı “Ey güzellik isteyen!” (KB 4485) 411 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ay körklüg ķoluġlı munı ķolmaġıl / ķızıl mengzingi sen sarıġ ķılmaġıl >unur / ķılķı unur“Ey kudretli! / Ey güçlü karakterli” (KB 4377, 4501/6015) yıl ay kün saķışı bularda bolur / kereklig turur bu saķış ay unur (KB 4377) >tonga / ersig tonga / ersig erim “Ey yiğit! / Ey mert yiğit!” (KB 4457, 4581, 4981, 5982/3470, 4126, 4138, 4363, 4540/3470) oķıtçı mini ıđtı emdi sanga / mini yalnguz ıđma ay ersig tonga (KB 3470) >ķılkı kür er “Ey cesur karakterli insan!” (KB 6018) yana pişesin körse tüşte kör er / angar ma yörüg yoķ ay ķılkı kür er >yüzüm “Ay yüzlüm!” (KB 5700) bu keçmiş tiriglikke öknür özüm / neçe erki ķalmış künüm ay yüzüm >körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 3306) yanut birdi ögdülmiş aydı özüm / sini arzuladı ay körklüg yüzüm >ķul boluġlı uķuşluġ oduġ “Ey kul olan anlayışlı ve uyanık insan!” (KB 3661) aya ķul boluġlı uķuşluġ oduġ / usal bolma saķlan toķıġay yoduġ 2.5. Diğer Kahramanlara Yönelik Hitaplar 2.5.1. Hacip’e Yönelik Hitaplar Hacip hikâyede, Ay Toldı ve Kün Togdı arasındaki irtibatı sağlamak için bulunmaktadır. Hikâyedeki kısa rolüne oranla hacibe yönelik hitap sayısı da azdır. Ay Toldı ve Kün Togdı Hacip için onun ünlü, iyi ve kuvvetli olması yönündeki nitelikleri vurgulayan hitaplar kullanmışlardır. 2.5.1.1. Ay Toldı’nın Hacip’e Yönelik Hitapları >ĥacib ķutı “Ey devletli hacip!” (KB 526) bu ay toldı aydı ay ĥacib ķutı / eşittim bu kün toġdı ilig atı >eđgü öz “Ey iyi insan!” (KB 535) bu sözke tanuķı munu keldi söz / oķıġıl munı sen aya eđgü öz 2.5.1.2. Kün Togdı’nın Hacip’e Yönelik Hitapları >ersig tonga “Ey mert yiğit!” (KB 573) 412 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yorı bar oķıġıl anı sen manga / tapuġķa köründür ay ersig tonga 2.5.2. Ögdülmiş’in Haberciye Yönelik Hitapları >bügü “Ey hakîm” (KB 5961) ayuttıķayudın kelir sen tiyü / tileking ne erki sözüng ay bügü 2.6. Yusuf Has Hacip’in Tanrı’ya Yönelik Hitapları Yazar Tanrı’ya seslenirken onun gücünü, kuvvetini, birliğini, ezeli ve ebedi oluşunu belirten sıfatların yanında bayat, ugan, idi, rab gibi hitaplar kullanmıştır. >erklig uġan mengü munsuz bayat “Ey kuvvetli, kadir ebedi ve müstagni olan tanrı!” (KB 6) ay erklig uġan mengü munsuz bayat / yaramaz seningdin ađınķa bu at >bir “Ey bir olan Tanrı!” (KB 8) aya bir birikmez sanga bir ađın / ķamuġ aşnuda sen sen öngdün kiđin >mengü / mengü mungsuz iđim “Ey sonsuz Tanrı! / Ey ebedi ve her türlü sıkıntıdan uzak Tanrım!” (KB 10/6508) siziksiz bir ök sen ay mengü açu / ķatılmaz ķarılmaz saķışķa saçu >iç taş biligli / ĥaķķu’l-yaķin “Ey içi ve dışı bilen, ey hakku’l-yakîn!” (KB 11) ay iç taş biligli ay ĥaķķu’l-yaķin / közümde yıraķ sen köngülke yaķın >sırķa yaķın / köngülke eđiz “Ey her sırra yakın, gönüllerde yüksek!” (KB 20) ay sırķa yaķın ay köngülke eđiz / tanuķ ol sanga barça śuret beđiz >küsüş / ġafur / bilir / umınç “Ey aziz! / Ey bağışlayan! / Ey bilen! / Ey ümit!” (KB 396/6511/6513/6515) tapuġsuz ķulung inen yazuķum üküş / özüng fażlı birle keçür ay küsüş >iđim / bayatım “Ey Tanrım (Rabbim)!” (KB 6517/6520) cefadın cefa oķ kelir ay iđim / vefada vefadın ađın bilmedim 2.7. Yusuf Has Hacip’in Hükümdar Buğra Han’a Yönelik Hitapları >din Ǿizzi devletķa naşir muǾin, milletķa tac ay şeriǾatķa din / dünya cemali uluġluķķa körk, mülketķa nur yayıġ ķutķa örk “Ey dinin izzeti, devletin yarıcısı, milletin 413 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tacı, ey şeraitin hâdimi / Ey dünyanın süsü, ululuğun ziyneti, saltanatın nuru, saadetin bağını elini tutan” (KB 89/91) ay din Ǿizzi devletķa naşir muǾin / ay milletķa tav ay şeriǾatķa din >eđgü ķılınç aślı eđgü uruġ “Ey iyi tabiatlı ve iyi soylu! (KB 108) ay eđgü ķılınç aślı eđgü uruġ / ajun ķalmasunı sizingsiz ķuruġ >terken ķutı / ilig “Ey devletli hükümdar! / Ey hükümdar!)” (KB 109/446) bayat birdi devlet ay terken ķutı / anıng şükri ķılġu oķıp ming atı >ķılķı ķađır “Ey sarsılmaz yaradılışlı!” (KB 447) usal er teger köz usalın uđır / usal bolma saķlan ay ķılķı ķađır 2.8. Yusuf Has Hacip’in Kitap Okurlarına Yönelik Hitapları Yusuf Has Hacib kişilerle ve siyasetle ilgili kurguladığı düşünceleri okuyucuya vermek için kahramanları, meselelerle ilgili karşılıklı konuşturma yolunu seçmiştir. Ancak kendisinin doğrudan doğruya okuyucuya hitapta bulunduğu da görülmektedir. >birke bütmiş tiling birle ög “Ey Tanrının birliğine inanmış olan!” (KB 25) aya birke bütmiş tiling birle ög / köngül bütti şeksiz amul tutġıl ög >tonga / ersig tonga / edgü yigit / evlig er / til idisi “Ey yiğit! / Ey mert yiğit / Ey iyi yiğit / Ey ev sahibi! / Ey dil sahibi!” (KB 36, 186/196/359/164) oķıçı ol erdi bayattın sanga / sen ötrü köni yolķa kirding tonga >oġul “Ey oğul!” (KB 187, 6461) sanga sözledim men sözüm ay oġul / sanga birdi bu pend özüm ay oġul >bügü / bilge / bilge bügü / bilge ķuta “Ey hakîm! / Ey bilge! / Ey bilge hakîm / Ey kutlu bilge!” (KB 183/203, 6451/192, 287/158) tiriglik tilese özüng ölmegü / ķılınçıng sözüng eđgü tut ay bügü >biliglig kişi “Ey bilgili kişi!” (KB 248) neçe kördüm erse isizler işi / ozu bolmadı ay biliglig kişi >köngli tüz / ķılķı tüzün / silig / eđgü kişi / uluġ / tirig / tetig / oķıġlı tirig / “Ey gönlü asil! / Ey karakteri asil! / Dürüst! / Ey iyi insan! / Ey ulu! / Ey diri! / Ey uyanık! / Ey okuyan diri!” (KB 6462/1148/240/345, 353, 6478/6433/6435/6506/6507) 414 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 mungar mengzetü keldi emdi bu söz / munı yaķşı tıngla aya köngli tüz >emgek bile sen śabır ķılġuçı / miĥnet iđisi / oķıġlı uķuġlı“Ey felaketlere sabreden! / Ey mihnet sahibi! / Ey okuyan ve anlayan” (KB 6448/6449) eşitgil negü tir bilig birgüçi / ay emgek bile sen śabır ķılġuçı >ölgüçi “Ey fani insan!” (KB 1145) sevinçlerke avnıp öküş külgüçi / sıġıtķa anunġu aya ölgüçi 3. Sonuç KB’de hitaplardan önce çoğunlukla “ay” ve “aya” ünlemleri kullanılmakla beraber hitapların tek başlarına bulunduğu da görülmektedir. Hitaplarda kelimelerin genellikle yalın hâlleri tercih edildiği gibi I. tekil iyelik ekli kullanımları da mevcuttur.Birçok hitap şeklinin tek bir kahramana özgü olmadığı, diğer kahramanlara yönelik de kullanılmış olduğu görülmektedir. Hikâye kahramanlarının dış görünüşlerine yönelik az sayıda hitaplar bulunsa da büyük oranda kahramanların karakteristik özelliklerini yansıtan hitaplar kullanılmıştır. Bunun dışında kahramanların yine karakterleriyle örtüştüğü düşünülen bazı hayvan isimleri de bulunmaktadır. Söz konusu hitapları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür: I. Yakınlık Durumuna Göre Kullanılan Hitaplar “Oġul” hitabı Ögdülmiş ve Odgurmış tarafından Kün Togdı’ya; Ay Toldı, Kün Togdı ve Odgurmış tarafından Ögdülmiş’e; Ögdülmiş tarafından da Odgurmış’a sarf edilmiştir. Ögdülmiş hükümdarın veziri Ay Toldı’nın oğludur. Bu nedenle Ay Toldı ve Kün Togdı’nın kendisine yönelik kullandığı “oġul” hitabı “erkek evlat” anlamında kullanılmış olabilir. Odgurmış ve Ögdülmiş’in birbirlerine yönelik sarf ettikleri “oġul” kelimesinin anlamını “evlat” olarak düşünmek olası görünmemektedir. Buradaki anlamı “Ey adam/delikanlı!” olmalıdır. Bu noktadan bakıldığında yaşı küçük olan Ögdülmiş’in hükümdara “oġul” diye seslenmesi akla daha yatkın görünmektedir. Ayrıca kahramanlar, birbirleriyle olan yakınlık derecesini vurgulamak istercesine aralarındaki yaş farkını gözetmeksizin ķadaş “kardeş”, eđgü iş “iyi arkadaş”, adaş “dost, arkadaş”, ķoldaş “dost, arkadaş” gibi hitapları seçmişlerdir. Bunun dışında günümüzde insanların kendisine çok yakın bulduğu kişilere seslenirken kullandığı gibi 415 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 könglim yarukı “gönlümün ışığı”, könglüm talusı “gönlümün sevgilisi”, köngüldeş işi “gönül arkadaşım”, can hitaplarının KB’deki kahramanlar arası konuşmalarda da geçtiğini belirtmek gerekir. II. Hayvanlarla İlgi Kurularak Kullanılan Hitaplar Eserde kişiler birbirlerine hitap ederken ķozı “kuzu”, kök böri “bozkurt”, böke “büyük yılan”, botu “deve yavrusu”, sıġun “erkek geyik, karaca” gibi hayvan isimlerini kullanmıştır 86 . Hükümdara Ay Toldı ve Ögdülmiş tarafından “kozı!”, Odgurmış tarafından “sıġun!” şeklinde hitaplarda bulunulmuştur. Yusuf Has Hacip’in Ay Toldı’nın tasvirine yer verdiği 463. beyitte, onun genç bir delikanlı olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde Ögdülmiş, hükümdarın veziri Ay Toldı’nın oğludur. Bu nedenle hükümdardan yaşının küçük olduğu tahmin edilmektedir. Günümüz şartlarında yaşça ve konum itibariyle muhatabından düşük birinin muhatabına yönelik bu kullanımlarının mümkün olmadığı açıktır. Ancak burada “kozı” hitabı, konuşanın muhatabına duyduğu yakınlık derecesinin, sevgi ve ilgisinin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde birinin gücünü, kuvvetini vurgulamak için kullanılan “aslan” hitabı gibi eserde kullanılmış olan “sıġun” da hükümdarın çevikliğini belirtmek üzere sarf edilmiştir. Diğer seslenmeler muhatabın gücüne ve kudretine gönderme yapmak üzere kullanılmıştır. Eserin meydana getirildiği coğrafya ve adı geçen hayvanların Türk kültüründeki yeri ve önemi düşünüldüğünde, kahramanlarla bu hayvanlar arasında ilgi kurulması mümkündür. III. Kahramanların Mizacına Yönelik Kurulan Hitaplar Eserin tamamına göz gezdirildiğinde kahramanların birbirlerine hitap ederken birbirlerinin karakterlerini göz önünde bulundurdukları fark edilmektedir. Böylece o dönem Türk toplumunda ön planda tutulan değer yargılarının, kişide olmazsa olmaz sayılan erdemlerin neler olduğu anlaşılmaktadır. Bu erdemlerin başında bilgelik, bilgili, tecrübeli, takva sahibi, güçlü, iyi niyetli olma gelmektedir. Bunun dışında kutluluk, göz tokluğu, merhametlilik, dürüstlük, alçak gönüllülük, asalet, cömertlik, zenginlik gibi değerler ve vasıfların Türk toplumunda ne derece önemli bir yere sahip olduğu, kişilerin hitap ederken seçtikleri bu değerlere yönelik sıfatların çokluğundan anlaşılmaktadır. Birey öncelikle, elde ettiği bilgiyi nasıl kullanacağını 416 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bilmelidir. Kendinde bulunduğu erdemlerini, faziletlerini, gücünü, maddi manevi bütün varlığını cömertçe toplumun yararı yönünde kullanmalıdır. Bunları yaparken hiçbir zaman iyi niyetinden, dürüstlüğünden, alçak gönüllüğünden ödün vermemelidir. Dünya hayatına verdiği önem kadar ahiret hayatının iyi olması yönünde amellerde bulunmalıdır. Bütün bu özellikleriyle birey toplumda seçkin bir kişi olarak görülür, sevilir, sayılır, namı bütün dünyaya yayılır. Söz konusu değerleri şu şekilde sınıflandırmak mümkündür. Bilgelik: bilge, bilge tetig “zeki, âlim”, bilge külüg “ünlü bilge”, bügü “hakîm”, ilçi bügü “hakîm hükümdar”, bilge bügü “âlim hakîm”, uķuşluġ “anlayışlı”, bilge uķuşluġ “anlayışlı bilge”, bilgüçi “anlayan”, tirig “gönlü diri” Bilgili Olma: bil(i)gi yaruķ “parlak bilgili”, bil(i)gi king “bilgisi geniş”, bil(i)gi uluġ “bilgisi yüce”, bil(i)gi üküş “bilgisi çok olan”, bil(i)gi ügüz “bilgisi ırmak (misali)”, bil(i)gi tamam “bilgisi tam”, bil(i)gi batıġ “bilgisi derin”, bil(i)gi tükel “bilgisi tam”, bilir,biliglig kişi “bilgili kişi” Takva Sahibi Olma: tetig “uyanık, farkında”, köngli tetig “uyanık kalpli, farkında”, ođuġ “uyanık”, köngli ođuġ “gönlü uyanık”, ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ “akıl ve gönül sahibi”, saķınuķ erenler eri “takva sahibi erenler eri” Cesur Olma: alp “yiğit”, yigit “yiğit”, tonga “yiğit”, küçlüg tonga “kudretli yiğit”, ersig tonga “cesur kahraman”, ersig çomaķ “Müslüman yiğit”, ilçi tonga “kahraman hükümdar”, ilçi unur “kudretli devlet adamı”, uluġ “ulu”, unur “kudretli”, ķılķı unur “karakteri kudretli”, elgi uzun “iktidar sahibi”, üsteng elig “üstün el”, sarp ķılıķ “sağlam karakterli” İyi Niyetli Olma: ķılķı silig “karakteri düzgün, temiz”, eđgü öz “iyi insan”, arıġ “temiz ruhlu”, yalnguķ keđi “insanların iyisi”, süzük “saf gönüllü” Kutlu Olma: ilig ķutı “devletli hükümdar”, ķutluġ ķuta “devletli”, ķutluġ öz “kutlu Gözü Tok Olma: toķ “gönlü tok”, köngli toķ “gönlü tok” Merhametli Olma: baġırsaķ kişide burun “merhametli insanların ileri geleni”, kişi” köngli yaķın “merhametli”, baġırsaķ apa “merhametli insan” Dürüst Olma: köngli köni “gönlü dürüst” Alçak Gönüllü Olma: ķılķı alçak “alçak gönüllü”, ķılķı örüg “sakin tabiatlı insan”, amul “yumuşak huylu”, ķılķı amul “yumuşak yaradılışlı” 417 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Asil Olma:ķılķı tüzün “karakteri asil”, köngli tüz “asil gönüllü”, uruġluġ ķarı “asil ihtiyar”, aśli kişi “asil insan” Cömert Olma: aķı “cömert”, elgi aķı “eli cömert”, ilçi aķı “cömert hükümdar” IV. Kahramanların Diğer Vasıflarına Yönelik Kurulan Hitaplar Tecrübeli Olma: törü urġuçı “kanun yapan”, beg “bey”, eđgü törü “iyi nizam sahibi”, eđgü törülüg beg “iyi nizam sahibi bey”, ilig “hükümdar”, ilçi başı “büyük hükümdar”, dünya begi “dünya beyi”, tigin “beyzade” Meşhur Olma: külüg “şöhretli”, bilge külüg “ünlü bilge”, bođunda talu “halkın seçkini”, bođunda burun “halkın ileri geleni” Zengin Olma: bay “zengin”, bay boluġlı“zengin” Dış Görünüş: KB’de dikkati çeken hususlardan biri, kahramanların birbirlerine seslenirken dış görünüşlerine yönelik hitapları çok fazla tercih etmemeleridir. Dış görünüşle ilgili seçilen hitaplar; yarumış kün “parlak güneş”, körklüg yüz “güzel yüz”, körklüg yüzüm “güzel yüzlüm!”, ķızġu eng “al yanaklı”, ay yüzüm “ay yüzlüm” gibi muhatabın yüzünün niteliği ile ilgilidir. Kısatmalar Alm. : Almanca EDTC : An Etymological Dictionary of Pre Thirteenth Century Turkish Es. T. : Eski Türkçe Fr. : Fransızca İng. : İngilizce KB : Kutadgu Bilig Kaynakça Arat, Reşid Rahmeti; Kutadgu Bilig II: Tercüme, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1959. 418 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Arat, Reşit Rahmeti; Kutadgu Bilig I:Metin, 5. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2007. Atalay, Besim; Divanü Lûgat-it-Türk (Dizin), C. IV, Ankara: TDK Yayınları, 2006. Clauson, S. G.; An Etymological Dictionary of Pre Thirteenth Century Turkish, Oxford: Oxford Universitiy, 1972. Dilaçar, Agop; Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1995. Göğüş, Beşir; Anlatım Terimleri Sözcüğü, Ankara, 1998. Kaçalin, Mustafa S.; Yûsuf Hâs Hâcib Kutadgu Bilig, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2011 (http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-75546/yusuf-has-hacib---kutadgubilig.html.) Kafesoğlu, İbrahim; Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980. Korkmaz, Zeynep; Gramer Terimleri Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara: TDK Yayınları, 2003. Vardar, Berke; Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, İstanbul: ABC Kitabevi, 1998. Yavuz, Kemal; Hâcib Böyle Dedi, İstanbul: Mostar Yayınları, 2012. 419 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’IN 1891’DE YAYIMLANAN İLK ROMANI NADİDE Hasan YÜREK ÖZET Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alan Hüseyin Cahit Yalçın’ın roman türünde yazılmış iki eseri vardır. Bu romanların ilki 1891’de yayımlanan Nadide, ikincisi ise 1901’de yayımlanan Hayal İçinde’dir. Bu iki romandan birincisi olan Nadide her ne kadar 1891’de yayımlansa da Latin harflerine ancak 2014’te aktarılabilmiştir. Dolayısıyla bu roman eski ve ismi bilinen bir roman olmasına rağmen aynı zamanda yeni ve üzerinde çok fazla durulmamış bir eserdir. Hüseyin Cahit Yalçın her ne kadar Servet-i Fünûn hareketiyle ön plana çıkmış olsa da Nadide adlı roman taşıdığı özelliklerle bir Tanzimat romanıdır. Nitekim yayımlanış yılı da bunu somutlaştırmaktadır. Nadide, Hüseyin Cahit Yalçın’ın henüz on beş yaşındayken Ahmet Mithat Efendi’nin roman tarzını taklit ederek kaleme aldığı bir romandır. Eser, yazarın Serez’deyken duyduğu bir hikâyeye dayanmakta Balkanlarda geçmektedir. Bu çalışmada Hüseyin Cahit Yalçın’ın bilinen ancak Latin harflerine yeni çevrilen Nadide adlı romanı olay, olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân, anlatım gibi çeşitli özellikler açısından ele alınacaktır. Böylece bu eserin özellikleri ayrıntılı bir şekilde irdelenecek ve eser Türk romanı içerisinde konumlandırılacaktır. Anahtar Sözcükler: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide, Roman. HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’S FİRST NOVEL WHICH IS PUBLISHED IN 1891: NADİDE Yrd. Doç. Dr. , Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Mersin/Türkiye, hyurek@mersin.edu.tr 420 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Abstract Hüseyin Cahit Yalçın, who is among the most popular names of Turkish literature, has two written pieces of works of novel type. The first one of these is Nadide which is published in 1891, and the second one is Hayal İçinde which is published in 1901. Although the first one of these novels, Nadide, was published in 1891 the latinization, however, could be achieved in 2014. Thus, despite its ancient and reputable fashion, at the same time it is a novel which is new and underemphasized piece. Although, Hüseyin Cahit Yalçın was marked by Servet-i Fünun movement, the novel Nadide on the basis of its features, is a Tanzimat Reform Era novel. Hence the year of publication justifies these peculiarities. Nadide is Hüseyin Cahit Yalçın’s piece which was put down on paper as an imitation of Ahmet Mithat Efendi’s novel type when he was 15 years old. The piece has been based on a story, which is heared by him when he was in Serez, and the fiction has been in Balkans. In this study, Hüseyin Cahit Yalçın’s novel, Nadide, which recognized but has just latinized, will come up in the way of case, plot, characters, time, place and expression. Therefore, features of this piece will be analyzed in detail and the piece will be positioned somewhere in Turkish Novel. Keywords: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide, Novel. Giriş Türk edebiyatının önemli isimlerinden olan Hüseyin Cahit Yalçın 1875-1957 yılları arsında yaşamıştır. Roman, öykü, eleştiri, monografi, çeviri gibi çeşitli alanlarda örnek veren Hüseyin Cahit, 1896-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn hareketi içerisinde yer alır. Servet-i Fünûn 1901’de kapatılmasının sebebi de onun Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı makaledir. Hüseyin Cahit’i edebiyat ile uğraşması II. Meşrutiyet’e kadar sürer ve o, II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra siyasete girer. 1908’de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım ile birlikte Tanin’i adlı gazeteyi çıkarır. Aynı yıl içerisinde İttihat ve Terakki’den milletvekili seçilir. 1911’de Düyun-ı Umumiye Dayinler Vekili olur ve bu görevini 1922’ye kadar sürdürür.1908’de arkadaşlarıyla çıkarmaya başladığı Tanin’i kısa bir süre sonra tek başına devralır. Tanin, kapatılınca sırasıyla Cenin, Renin, Senin gazetelerini çıkarır. Gazete kısa bir süre sonra tekrar Tanin adını alır. 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmeye başlayan Hüseyin Cahit, gelen baskılar sonucunda Tanin’i İttihat ve Terakki’ye satar. Tanin satıldıktan sonra muhalif kimliğinden vazgeçer ve bunun karşılığında İttihat ve Terakki tarafından farklı görevlere tayin edilir. 1918’de İttihat ve Terakki mensupları ülkeyi terk edip 421 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kabine değişince tutuklanır ve 1919’da Malta’ya sürülür. Sürgün, 1921’e kadar devam eder ve Hüseyin Cahit, aynı yıl Roma’ya geçer; 1922’de ise İstanbul’a döner. Döndükten sonra yaptığı ilk iş Tanin’i tekrar çıkartmaktır. 1925’e kadar çıkan Tanin, Mustafa Kemal’e karşı muhalefet yapar. Bunu sonucunda Hüseyin Cahit, “1938 yılında Atatürk’ün ölümüne kadar üç kere İstiklâl Mahkeme’sine gönderilmiş, siyasî bir yalnızlık ve terk edilmişlik psikolojisi içinde uzun yıllar sadece kalemiyle yaşama savaşı vermiştir.” (Huyugüzel, 1984: 36). 1938’den sonra Cumhuriyet Halk Partisi saflarına katılır ve Çankırı milletvekili olur. Daha sonra milletvekilliğini İstanbul ve Kars temsilcisi olarak sürdürür. Milletvekillilik 1939-1954 yılları arasında sürer. Bu evrede, 1943’te Tanin’i tekrar çıkarmaya başlar. Bu sefer gazeteyi 1947’ye kadar çıkarabilir ve ondan sonra 1948’de Ulus gazetesine geçer. 1953’e kadar süren Ulus gazetesi faaliyetleri, gazete Demokrat parti tarafından kapatılınca Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde devam eder. Bu gazetelerdeki yazılarında dönemin iktidarını (Adnan Menderes) eleştirince hapis cezası alır. Verilen ceza, büyük tepki alınca Hüseyin Cahit affedilir; ancak affedilene kadar üç buçuk ay hapis yatar. Hapisten sonra Halkçı ve yeniden çıkmaya başlayan Ulus’ta muhalif kimliğiyle yazmaya devam eder. 1957 seçimlerine İstanbul adayı olarak girmek ister; ancak seçim olmadan aynı yıl içerisinde vefat eder. Genel Bilgiler Nadide, adlı roman Hüseyin Cahit Yalçın’ın ilk romanı olmakla birlikte ilk eseridir. 1890’da tamamlanan eser 1891’de Âlem Matbaası tarafından basılır. Üzerine fazla çalışma olmamasıyla birlikte eser yakın zamana kadar Latin harflerine aktarılmamıştır. 87 Yazar bu eserden sonra sadece bir roman daha yazmıştır. 1901’de yayımlanan bu romanın adı ise Hayal İçinde’dir. Nadide, “Kable’l- İzdivaç” ve “Ba’de’l- İzdivaç” başlıklarını taşıyan iki kısımdan oluşmaktadır. “Kable’l- İzdivaç” başlıklı kısımda on üç Ba’de’l- İzdivaç başlıklı kısımda ise on beş alt kısım bulunmaktadır. Ayrıca romanın başında Ahmet Mithat’ın bir sunuş yazısı ve Hüseyin Cahit’in kısa bir yazısı; romanın sonunda yine Hüseyin Cahit’e ait bir değerlendirme yer almaktadır. Ahmet Mithat bu romana yazdığı takdimde Türk romanının tercümeden Bu roman üzerinde tespit edilebilen iki çalışma vardır. Bunlardan ilki Hüseyin Cahit Yalçın’ın çeşitli yönleriyle ele alan ve dolayısıyla bu eseri de kapsayan, Ömer Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri Üzerine Bir Araştırma, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir, 1984 künyeli çalışma; ikincisi ise sadece bu roman üzerinde sınırlı bir şekilde duran, Selçuk Çıkla, “Divan Şiirindeki Sevgili Tipini Alaya Alan Bir Roman Yahut Hüseyin Cahit Yalçın’ın Nadide’si”, Yedi İklim, S.: 136, s.: 45-50 künyeli çalışmadır. Nadide’nin Latin harflerine aktarıldığı eserin künyesi ise şöyledir: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide, (Yayıma Hazırlayan: Hasan Yürek), Sonçağ Yayınları, Ankara, 2014. 87 422 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 uzaklaşıp telif eserler vermesini memnuniyetle karşıladığını söylemekte, Nadide adlı eseri seçkin bir roman olarak değerlendirmektedir. Bunun yanında da eseri verdiği mesajlar bağlamında değerli gördüğünü ve kendisi gibi okuyucuların da bu eseri takdir edeceğine emin olduğunu ifade etmektedir.88 Hüseyin Cahit’i böyle bir eser yazmaya sevk eden temel sebep şöhret olma isteğidir. O, edebiyat heveslisi bir genç olarak adını duyurmak istemektedir. Nitekim Edebiyat Anıları’nda bu niyetinin olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir roman yazsam! Benim de adım gazetelere geçse! (…) İki satırlık bir övgüye ulaşmak bile beni mutlu etmeye yetecekti” (Yalçın, 2002: 29). Eser genel özellikleriyle Tanzimat romanı niteliğindedir. Ahmet Mithat’ın takdim yazısında ifade ettikleri bunun somut bir kanıtıdır. Bunun yanında Hüseyin Cahit de bu eser için “üslup ve düzeni baştan başa Ahmet Mithat Efendi’nin kötü bir taklidiydi. Taklidi o kadar ileri götürmüştüm ki hikâyeyi yarıda keserek, sanki konu gerektiriyormuşçasına bir felsefe düşüncesine bile ayrı bir bölüm ayırmıştım.” (Yalçın, 2002: 33) demektedir. Bir başka ifadeyle bu eser, Tanzimat romanı paralelinde biçime, tekniğe pek dikkat etmeden belirli bir mesaj verme, eğitme, yol gösterme amacıyla kaleme alınmış ve bu doğrultuda dönemin önde gelen isimlerinden Ahmet Mithat romancılığını örnek almıştır. Romanın bir diğer özelliği bir dış gerçeklikten hareketle kaleme alınmış olmasıdır. Bir başka deyişle Hüseyin Cahit duyduğu bir hikâyeden hareket etmiş ve onu biraz değiştirerek bu romanı yazmıştır. Yazar o dönemde Osmanlı’nın Balkanlardaki önemli merkezlerinden olan Serez’deyken 89 duyduğu bir hikâyeden hareketle eserini vücuda getirmiştir 90 (Yalçın, 2002: 29). Özet Balkanlar’da yaşayan ve hiç evlenmeyen Ali Bey bir gün dolaşırken terk edilmiş bir bebek bulur. Bebeğe Fuat adını verir. Zaman geçtikçe ikisi birbirine bağlanır. Fuat büyüyüp Takdim yazısının tamamı şöyledir: Ne bahtiyarım ki şu bir iki hafta zarfında birkaç romana şu yolda kelimât-ı tebrikiyye yazdım. Osmanlılarımız artık yalnız tercüme ile iştigal etmeyip işte telif mertebesinde sâ’idoldular. Hem de sükût faydasına makusen mütenasip denilecek bir suretle sürati gittikçe mütezayit bir su’ûd! Yalnız benim sözüme kalmayarak okuyanlar dahi itiraf edeceklerdir ki şu roman emsali miyânında mümtazdır. Hem büyüklük hem suret-i tahrir ve hem de münticolduğu hikmet-i mûkiz cihetiyle mümtazdır. Müellifini ez dil ü can ben tebrik edeceğim gibi karilerin de tebrik edeceklerine şüphe etmem. 88 89 Serez, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde kalmaktadır. 90 Hüseyin Cahit 8-13 yaşları arasında Serez’de yaşamıştır. 423 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 delikanlılık çağına geldiğinde tesadüfen Nadide’yi görür ve ona âşık olur. Nadide’nin de kendisine karşılık vermesinden sonra mektupla haberleşirler. Nadide, Fuat’ı kendi evinin bahçesinde gizlice buluşmaya davet eder. Bu buluşmayı haber alan Nadide’nin sevdalılarından Nadir Bey, Fuat’ı takip eder ve onu Nadide’yle buluştuğu gece adamlarına vurdurtur. Yaralı bir halde olan Fuat’ı, aslında babası olan, Ali Bey’in kâhyası Kanber kurtarır. Onu kurtardıktan sonra da Fuat’ın bir daha zor durumda kalmaması için Nadide’den uzak durmasını sağlar. Nadide tarafında ise olumsuz gelişmeler yaşanmaktadır. Nadide’nin annesi, kızının gece bir erkekle gizlice buluştuğunu duyar ve onu cezalandırır. Verilen ceza evlenme yasağıdır. Bir süre sonra ise Nadide, hamile olduğunu anlayıp durumu annesine haber verir. Anne, bu durumun ailenin itibarını zedeleyeceğini düşündüğünden kızını kimsenin görmemesi için odaya kapatır ve hasta olduğu haberini yayar. Nadide ise bir taraftan Fuat’a ne olduğunu merak etmekte diğer taraftan çocuğunu düşürmeye çalışmaktadır. Nadide, birgün pencereden dışarı bakarken Fuat’ın üvey babası Ali Bey’i görür ve onunla önce işaretleşir, sonra mektuplaşır. Bunun üzerine Ali Bey, Nadide’yi istetir. Nadide’nin annesi daha önce aldığı karar üzere Nadide’yi vermez ve gelenleri kibarca reddeder. Bu arada Nadide, çocuğunu da düşürür. Düşük yapan Nadide sıhhatine kavuştuktan sonra tekrar Ali Bey’le mektuplaşıp biraz sabırlı olmasını ister. Nadide, epeyce düşündükten sonra evliliğine engel olan annesini ve hamilelik sürecini bilen yardımcısını öldürür. Bütün engeller ortadan kalkınca da Ali Bey’le evlenir. Düğün sırasında Fuat ve Nadide karşılaşır. Fuat, sevdiği kadının üvey babasıyla evlenmekte olduğunu görünce önce kendisini Nadide’den uzaklaştıran Kanber’i suçlar; ardından yapacak bir şey olmadığından bir bahaneyle üvey babasının çiftliğinden uzaklaşır. Nadide, Fuat’ın hayatta olduğunu öğrendikten sonra ne pahasına olursa olsun onunla evlenmeye karar verir. Fuat’a aşkını beyan eden bir mektup yazıp olumsuz cevap alınca Fuat’ı çiftliğe getirebilmek için odasını yakar. Yangın sırasında da odasında bayılıp kalır. Ali Bey, karısını kurtarır; ancak ölümcül yaralar alır. Bu durumu öğrenen Fuat, gittiği çiftlikte tesadüfen karşılaşıp âşık olduğu Elmas’ı da alarak baba evine döner. Hasta yatağında bulunan Ali Bey, oğlunun gelişine çok sevinir. Onun yanında getirdiği Elmas’ı da evlatlık alır. Ali Bey, öleceği düşüncesiyle vasiyetnamesini yazdırır ve Fuat’tan da Elmas’la evlenmesini ister. Fuat’ın çiftliğe geri gelişine sevinenlerden bir diğeri Nadide’dir. Nadide, Fuat’a çiftlikten kaçıp evlenmeyi teklif eder; ancak üvey babasını çok seven Fuat bu teklifi reddeder. Bunun üzerine 424 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Nadide, Fuat’ın kararını değiştirmesi için Ali Bey’i zehirletir. Niyeti, Fuat’la evlenme hususunda engel gördüğü kişiyi ortadan kaldırmaktır. Nadide, ayrıca bir diğer engeli, Elmas’ı da kaçırtır. Yaşanan gelişmelerden sonra Ali Bey ölür. Bunun üzerine Nadide, Fuat’a evlenme isteğini yineler. Fuat yaşanan olumsuzlukların Nadide tarafından icra edildiğini anladığından Kanber’le birlikte çiftliği terk eder. Olayları güvenlik güçlerinin önemli bir ismine anlatır. Fuat, Kanber ve güvenlik güçlerinin iş birliği sonucunda Nadide ile iş birliği yaparak Elmas’ı kaçıran haydutlar yakalanıp hemen asılır. Nadide ise yeterli kanıt bulunmadığından ceza almaz; ancak kaza geçirir ve ölür. Olay Örgüsü Romandaki olay örgüsü iyilerle kötülerin çatışması üzerine kurulmuştur. Buna bağlı olarak olay örgüsü aşağıdaki gibi şematize edilebilir: Çatışma İyiler Kötüler Kötülerin Olumsuz Davranışları ve İyilerin Kazanması Tablodan anlaşılabileceği üzere, romantizmden gelen etkiye bağlı olarak romanda iyi ve kötü karakterli kişiler vardır. İyi tarafında Fuat, Ali Bey, Kanber, Elmas; kötü tarafında ise Nadide, Nadir Bey, İboş, gibi kişiler sayılabilir. Bu kişiler aracılığıyla temsil edilen iyi ve kötünün çatışmasından ortaya çıkan netice ise her ne kadar kötüler etrafına zarar verse de nihayetinde iyilerin kazanacağıdır. Bu da Nadide, Nadir Bey ve İboş’un ölümleri; Fuat ile Elmas’ın muratlarına erip evlenmeleri aracılığıyla gösterilir. Nadide ve diğer kötüler etraflarına zarar vermiştir ama sonuçta kazanan taraf iyiler olmuştur. Tema 425 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Tema, hem kötülerle iyiler arasında yaşanan gelişmeler hem de romanda yer yer yazar adına konuşan Kanber aracılığıyla ortaya konur. Bu romandaki tema terbiyenin bir diğer deyişle eğitimin önemi olarak ortaya çıkmaktadır. Anlatıcının temel tezi iyi eğitilmeyen, iyi terbiye edilmeyen evlatların olumsuz işler yapacağı böylece çevresindekileri felakete sürükleyeceğidir. Bu bağlamda ön plana çıkan kişi Nadide’dir. Nadide’nin yaptıkları iyi terbiye edilmeyen birinin yapabileceklerini somutlaştırır. Nadide, önce gizlice Fuat’la buluşur ve onunla birlikte olur. Ardından hamile kalınca çocuğunu kendi çabasıyla düşürür. Annesi kendisine evlenme yasağı koyunca onu ve hamileliğini bilen yardımcısını öldürür. Ali Bey’le evlendikten sonra Fuat’ın hayatta olduğunu görür ve bu sefer de Fuat’la arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için önce Ali Bey’i öldürtür; daha sonra da Fuat’ın sevgilisi Elmas’ı kaçırtır. Hatta kendisiyle evlenmeyeceğini söyleyen Fuat’ı da öldürmeye çalışır. Görüldüğü üzere Nadide’nin bütün faaliyetleri romanın başından sonuna kadar olumsuzdur. Nadide’nin bu faaliyetleri aracılığıyla iyi terbiye edilmeyen bir kişinin yapabilecekleri çarpıcı bir şekilde ortaya konur. Anlatıcı, Kanber aracılığıyla iyi terbiye verilmeme sebebi olarak anneleri işaret eder. Kanber, Nadide’nin Fuat’la olan gizli ilişkisi için “Başlıca sebep de anasıdır. On üçünde böyle hâller vuku bulur da bir validenin haberdar olmaması kabil midir? Bir çocuğun ettiği haşarılığı validesi behemehâl duyar. Ya kızını utandırmamak (!) için sesini çıkarmaz yahut ne olurmuş azıcık eğleniversin onu biz de yaptık!... diyerek gözünü yumar! Artık yumulmamak derecesine gelirse geçmiş ola! Bir bu türlüsü vardır. Bir de gayet ihtiyar olup da, işte bu mahbube, aşkıyla perişan-hâtır olduğunuz bu kız, benim midir! makamında gözlerini kapar. Kapar ama nihayetinde mahcubiyetten başka bir şey hasıl olmaz.” (Yalçın, 2014: 46) diyerek bu durumu ortaya koyar. Kanber, kişilerin olumsuz davranışlarını, ailelerin ve özellikle annelerin iyi eğitim verememesine bağlar. Yine bir başka yerde Kanber “Evlatlarını hüsn-i terbiye etmeyen validelere cemiyet-i beşeriyye tarafından lanet edilse sezadır!.. Çünkü bi’l-âhire mazarratı yine cemiyet-i beşeriyyeye ait olacaktır. Tıpkı Nadide de olduğu gibi! Vâkıâ Nadide’ye validesi faziletten başka bir şey öğretmemiştir. Lakin ahlak hususunda -mutaasıplığı ile beraber- yine müsamaha göstermiştir. İşte bu müsamahası da nihayet kendisinin ve bir biçare halayıkın ölümüne sebep olmuştur. Niçin mi dediniz? Evet, hayatının mahvına sebebiyet veren kendi müsamahasıdır. Çünkü kızının bu haline elbette vâkıf idi. Bu haline deyişimizden Ali Bey’e, Fuat’a mektup yazdığını anlamayınız, yalnız kızının hafifmeşrebâne harekette bulunduğunu bilmek lazımdı ki bunu da mutlaka bilmiştir. Şimdi bu halde görmemezlik etmeli miydi? Gayet ufak bir vukuat üzerine kemal-i şiddetle muamele etmesi lazımdı. Sesini çıkarmadığı kızını sevdiğinden midir? Haşa! Validelerin -hemân- kâffesi kızım, yanımda mahcup olmasın, daha 426 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 aklı ermez, elbette uslanır zu’mıyla -günden güne azmakta olan- işe ehemmiyet vermeyip gözlerini yumarlar, seslerini çıkarmazlar. Ama on binde bir tanesi müstesna imiş! Ender değil mi? Ne hükmü olabilir? İşte öyle valideler namuslarının berbat olmasına sebep oldukları cihetle kızlarının hayr-hâhı değil belki düşmanıdırlar! Bahusus bu son senelerde: Medeniyettir! (?) diyerek açık saçık geziyorlar da valideleri iftihar ediyorlar! Yazık!... Böyle bir valideden yetişen evlatta hissiyat-ı milliyye, hissiyat-ı vataniyye bulunabilir mi? Heyhat!... Öyleleri, valide ve pederlerinin salik oldukları tariki kemal-i rezaletle takip ederler.Böyle bir valideden yetişen çocuklar da böyledir! Böyle bir valideden terbiye gören bir kız da böyle bir valide olacaktır!...”(Yalçın, 2014: 88-89) demektedir. Anlatıcı adına konuşan Kanber tespit yapmakla kalmaz belirtilen hususta neler yapılması gerektiğini de ifade eder ve şöyle der: “Asıl birinci derecede ıslah olunması lazım gelen şey validelerin halidir. Bir valide evladının -mutlaka- cüzi, külli bir harekete sebebiyyet vereceğini bilmelidir de ona göre takayyüdâtta bulunmalıdır. Bir insan nasıl ki herkesin nazar-ı tama’ı matuf gayet kıymettar bir mücevherini, elmasını kemal-i dikkatle hıfz ederse bir valide de kızına bundan daha pek çok ziyade dikkat ve onu muhafaza etmelidir. Gayet latif, nazik, nadide çiçekleri havi olan bir bahçe nasıl ki fena havalardan muhafaza olunmakla beraber, akşamları sulanmak ve gündüzleri otları ayıklanmak için bir bahçıvana muhtaç ise bir kız da validesinin nasâyih-i mürşidânesine öylece muhtaçtır. Bir çiçeğin fena havalardan muhafaza olunması bir validenin kızını, “düşman-ı iffet” şık beylerimizin yazdıkları tezkirelerden muhafaza etmesi de müşabih olduğu gibi bir bahçıvanın çiçekleri sulaması, bir validenin kızına nasâyih-i mürşidâne vermesine benzer. Kezâlik bir bahçıvanın çiçeklerin yanında çıkan otları ayıklaması da validenin kızının harekâtında görülen kusurun tashihine çalışmasının aynıdır.” (Yalçın, 2014: 89). Hem olaylar hem de Kanber aracılığıyla ortaya konan tema romanın sonunda Hüseyin Cahit’in kendi ifadeleriyle bir kez daha somutlaşır. “Âlem-i tahrire ilk ayak bastığım şu eserimle enzârı intibaha bir acı hakikat arz etmek istiyorum ki o da: Usul-ı terbiyede gösterdiğimiz lakayıtlık müsamaha-i maderâne yahut pederânedir.Sevgili akranım, dahi, bu husus hakkında nazar-ı dikkati celp için it’âb-ı fikri kendilerine vazife edinirlerse vatanımıza bihak hizmet etmiş oluruz. Çünkü bu mübâlâtsızlık müthiş bir neticeye müncer olacaktır!...” (Yalçın, 2014:319) diyen Hüseyin Cahit, bu eseri çocukların terbiyesine dikkat edilmesi için yazdığını söylemekte, bu bağlamda sorumluluğu ebeveynlere vermektedir. Bunun yanında da bu tarz eserlerin yazılmasını da önermektedir. Çünkü ona göre bu tarz eserler doğru olanı göstermektedir. 427 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kişiler Romana ad olan Nadide91 başkahramandır. Bunun yanında yardımcı kişi niteliğindeki Fuat, Ali Bey, Elmas, Kanber, Nadir Bey, İboş, Nadide’nin annesi ve Kır Serdarı üzerinde durmak gerekir. Adı verilen kişiler dışında kalanlar ise dekor niteliğindeki kişilerdir. Nadide, “ hakikaten güzeldir. Güzelim! diyenlere gıpta-res olacak derecede güzeldir. Siyah gözlerine saye veren kirpikleri; yerlerde sürünme derecelerine gelen siyah saçları; mini mini elleri, ayakları; latif, beyaz gerdanı; tombul yanakları; siyah kaşları; pek çokları bir hayli geceler uykusuz bırakacak derecede ruh-perverdir. Ufacık ağzının pembe dudaklarından eksik olmayan tebessüm-i şûhâne, hüsnüne başka bir letafet bahşeder. Mütenasip buruncağızının kenarları -müşteheyât-ı nefsaniyyesine dal olmak üzere- azıcık açıkçadır.” (Yalçın, 2014: 36) cümleleriyle tasvir edilir. 92 Bu tasvirlerden anlaşılabileceği üzere Nadide fiziksel açıdan güzeldir. Zaten Nadir Bey, Fuat, Ali Bey ve başkalarının onu görür görmez beğenip âşık olmaları bu yüzdendir. Nadide’nin fiziksel görünüşündeki güzelliğe karakterinde de rastlamak mümkün değildir. O, amacına ulaşabilmek için her şeyi yapabilecek ihtiraslı, kötü biridir. Özette ve tema bağlamında değinilen faaliyetleri bunu somutlaştırmaktadır. Anlatıcı temasını çarpıcı bir şekilde işlemek için Nadide’ye olabildiğince kötü işler yaptırır. Nitekim Nadide’nin evlenebilmek için annesini dahi öldürebilmesi bunun en somut kanıtlarındandır. Nadide, yaptıklarının karşılığı olarak romanın sonunda bir kaza sonucu ölür. Takdiriilahi olarak nitelendirilen bu sonuyla kötülerin cezasını mutlaka bulacağı mesajı verilir. Fuat, Ali Bey’in üvey evladıdır. “Orta boylu, kara saçlı, vâsi alınlı, saf çehreli, ince bıyıklı on sekiz-on dokuz” (Yalçın, 2014: 16) yaşlarında bir gençtir. Üvey babasına son derece bağlıdır. Onun için sevdiği kadından yani Nadide’den vazgeçmesi bunun kanıtıdır. Karakter olarak Nadide’nin aksine ahlâklı, iyi biri olarak ortaya çıkar. Ömer Faruk Huyugüzel’in belirttiği gibi o kadar ahlâklıdır ki Ali Bey’i öldürtenin Nadide olduğunu bildiği halde kötü bir şey yapmamak Nadide, Namık Kemal’in İntibah adlı romanındaki Mehpeyker ile benzer özellikler taşır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Hasan Yürek, “İntibah ve Nadide Romanlarının Mukayeseli İncelemesi”, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, C.: 2, S.: 6, 2013, s.:42-55. 91 Selçuk Çıkla, romanın kimi yerlerinde yapılan Nadide tasvirlerinden hareketle Nadide üzerinden Divan şiirindeki sevgili tipiyle alay edildiğini ifade eder. 92 428 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 adına Nadide’yi cezalandırmaz (Huyugüzel, 1984: 195). Fuat, romanın sonunda Elmas’la evlenir. Boyu, her ne kadar mindere oturmuş olduğundan pek belli olmuyor ise de uzun olduğu yine fark olunuyor; kısa kara sakalı da meydandadır; nâsiyesindeki tavr-ı asalet halindeki necabetgöze çarpacak derecededir. Azâsı mütenasip olduğu gibi ihtiyarlık alameti de pek görülmez. İlk defa gören şüphesiz otuz beş yaşında ya var yahut yoktur der. Lakin şunu da beyan edelim ki sinni kırk-kırk beş sularındadır.” (Yalçın, 2014: 15) cümleleriyle tanıtılan Ali Bey, babası öldükten sonra ailesinin servetini tüketmeye başlar ve Penboş isimli bir çingeneye âşık olur. Ali Bey’in annesi bu durumu hoş karşılamadığından Penboş’u öldürtür. Ali Bey, kendisinde habersiz icra edilen bu cinayetten sonra önce Penboş’un yasını tutar; ardından bütün dikkatini çiftliklerine verir. Ali Bey, Nadide’yle karşılaşıncaya kadar da aynı faaliyetini sürdürür. Nadide’yi görür görmez âşık olur ve daha sonra onunla evlenir. Bu evlilik aynı zamanda onun sonunu hazırlar. Nadide, Ali Bey’i, Fuat’la aralarında bir engel olarak gördüğü için, zehirleyerek öldürtür. Bu özellikleriyle Ali Bey, romandaki iyi karakterli kişilerdendir. Fuat’la Elmas’ı evlatlık alması, çalışanlarına adaletli ve hoşgörülü davranması, Nadide’yi yangından kurtarması gibi davranışları onun iyi karakterde olduğunu gösterir. Ali Bey, aynı zamanda bir kurbandır. O, Nadide’nin Fuat’la evlenme ihtirasının kurbanı olmuştur. Romanın ikinci bölümünde ortaya çıkan Elmas, fiziksel açıdan Nadide’ye benzerliğiyle dikkati çeker. Hatta Fuat’ın ona âşık olma sebebi de budur. Elmas, Fuat tarafından, babasını kaybettiği gün çaresiz bir halde mezarlıkta bulunur. O andan itibaren de Fuat sayesinde hayata tutunur. Fuat’ın isteğiyle, Ali Bey tarafından evlatlık alınır. Nadide’nin Fuat’la evlenmesin diye kaçırttığı Elmas kurtarılır ve o romanın sonunda Fuat’la evlenir. Romandaki önemli kişilerden biri de Kanber’dir. Kanber her ne kadar geçmişinde cellatlık yapsa da romanda göründüğü andan itibaren olumlu özellikleriyle ön plana çıkar. “Mehîb çehreli, kısa boylu, pos bıyıklı, koca sakallı, uzun burunlu Kanber ismindeki eski emektarlarını da tanırsınız. Kanber’in müthiş kanlı gözlerindeki parlaklığa, yüzündeki buruşuklara dikkat eden sevâbık ahvaline pek de hüsn-i şehadet etmez; yaşını ise tahminden âciz kalır! Şu kadar ki hali güzelce tedkîk edilirse pek kurnaz bir tilki olduğunu anlamak da teehhür edilmez.” (Yalçın, Nadide: 16) cümleleriyle anlatılan Kanber, Fuat’ın gerçek babasıdır; ancak okuyucu bunu bilmesine rağmen romandaki hiçbir kişi bu durumu bilmez. O, oğlunun mutluluğuna gölge düşürmek istemez ve bu nedenle oğluna, öz babasının kendisi olduğunu 429 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 söylemez. Fuat’ı daha bir bebekken bir ağaç kovuğuna terk eden Kanber, Fuat’ı Ali Bey’in aldığını görür. Bunun üzerine de oğlunu uzaktan takip eder ve onu bıraktıktan altı yıl sonra Ali Bey’in çiftliğine gelerek orada çalışmaya başlar. Kanber zamanla Ali Bey’in en güvendiği çalışanı hatta arkadaşı olur. Kanber, oğlunu öz çocuğu gibi gören Ali Bey’e sıkı bir bağlılıkla hizmet eder. Onu düştüğü zor durumlardan kurtarır. Aynı şekilde Fuat’ı da sürekli olumsuz gelişmelerden kurtarmaya çalışır. Bu özellikleriyle Kanber, romandaki olumlu kişiler arasında yer alır. Bunun yanında belirtilmesi gereken bir diğer husus da Kanber’in yer yer yazarın sözcülüğünü yaptığıdır. Yazara, söylemek istediklerini bazen ona söyletmektedir. Örneğin çocukların yetiştirilmesinde annenin önemini Kanber ifade etmekte, böylece o, yazarın düşüncesini dile getirmektedir. Nadir Bey, romandaki kötü kişilerdendir. Ali Bey’in aksine kendisine babasından miras kalmamıştır. O da kötü kişiliğinin bir sonucu olarak yasal olmayan işlere girişir. Bir çete kurar. Kurduğu bu çete yol kesip hırsızlık yapmakta, çocukları kaçırıp fidye istemektedir. Herkes bu çetenin varlığını bilmekte, ondan çekinmekte; ancak kimse bu çeteyi himaye edenin Nadir Bey olduğunu bilmemektedir. Nadir Bey, çetenin faaliyetleri sonucunda maddi durumunu düzeltmiş ve saygın biri haline gelmiştir. O da Nadide’ye âşık olanlardandır. Nitekim kendisi tanıtılırken bu durum üzerinde durulur: “Nadir Bey, memleketin muteberânından otuz yedi –otuz sekiz yaşında bir zattır. Bu da Nadide’nin hüsnüne esir olmuş aşk-zedegândan biri ve belki birincisidir. Nadide’yi defaatle istemiş olsa da gerek kız ve gerek validesi tarafından kemal-i nefretle reddolunmuş idi.” (Yalçın, Nadide: 50). Nadir Bey, Nadide’nin kendisine verilmemesine bağlı olarak intikam almak ister. Fuat’la Nadide’ye buluştukları gece baskın yapar ve Fuat’ı vurdurtur. Amacı Nadide’nin gizlice biriyle buluşmasını tespit ederek Nadide’yle annesine karşı bir koz elde etmek ve buna bağlı olarak onlara istediğini yaptırmaktır. Ancak Kanber’in Fuat’ı kurtarmasıyla Nadir Bey, bu amacına ulaşamaz. Bununla birlikte Nadir Bey, intikam almak amacıyla, roman boyunca Nadide’nin peşini bırakmaz. Bu bağlamda çeşitli olumsuz işler icra eder. Nadir Bey, amacına erişemez. Bunun yanında Fuat, Kanber ve Kır Serdarı’nın ortak hareketiyle onun çetenin başı olduğu ortaya çıkartılır. Sonuçta da Nadir Bey idam edilir. Böylece bir kötüye daha ceza verilmiş olur. İboş, Nadir Bey’in yasal olmayan işlerini yürütenlerin başında gelir. “Hakikaten pek zekidir. Lakin zekâvetini hüsn-i istimal etmiyordu…” (Yalçın, 2014: 52) cümlelerinden anlaşılabileceği gibi o, zeki; ancak zekâsını olumsuz yolda kullanan biridir. Nadir Bey, İboş’u kullanarak ortağını öldürür. Bu olaydan sonra İboş, yakalanır ve idam cezası alır. Nadir Bey’in kendisini kurtaracağını düşünse de bu gerçekleşmez ve İboş idam edilir. Tam ölecekken tesadüfen 430 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 kurtulur. Asıldığı civarda bir kişi tarafından öldüğü sanılarak ipten alınır; ancak İboş ölmediği için kurtulur. İboş, kendisini önce Nadir Bey’in kurtardığını düşünür; bunun düşündüğü gibi olmadığını anlayınca da intikam hissi besler. İntikam için fırsat bekleyen İboş, romanın sonuna kadar bu fırsatı yakalamaz ve Nadir Bey’e hizmet etmeye devam eder. Sonunda da Nadir Bey’le birlikte yakalanıp idam edilir. Nadide’nin annesi, Ali Bey gibi Nadide’nin kurbanı olan kişilerdendir. Kızının bir erkekle gizlice buluştuğunu öğrendikten sonra onunla arasına mesafe koyar. Hatta Nadide’ye evlenme yasağı getirir. Nitekim bu yasak onun sonunu hazırlar. Nadide, Ali Bey’le evlenebilmek için onu öldürür. Nadide’nin annesi yaptığı davranışlarla itibarına, namusuna özen gösteren bir kadın olarak ortaya çıkmasına rağmen romanın terbiye üzerinde durmasına ve terbiyede asıl görevi annelere vermesine bağlı olarak olumsuzlanır. Bir başka ifadeyle Nadide’nin olumsuz özelliklerinin temel nedeni görülen anne, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak eleştirilir. Kır Serdarı, romanın geçtiği bölgenin güvenlik işlerine bakan devlet görevlilerindendir. O da Kanber gibi geçmişi karanlık olan ama sonradan doğru yola giren biridir. Kır Serdarı, güvenlik görevlisi olmadan önce Nadir Bey’in çetesinin içerisinde yer almıştır; ancak o, bu çetenin cinayetler işlemeye başlamasından sonra çeteden ayrılır. Onun en büyük amacı daha önce mensup olduğu çeteyi, onu himaye eden kişiyle birlikte yakalamak, bunun sonucunda da takdir edilmek, nişan almaktır. Kır Serdarı bu niyetine Fuat ve Kanber’le işbirliği yaparak erer ve Nadir Bey’le çetesini yakalayıp idam ettirir. Bunun sonucunda da hak ettiği ödülü alır. Romanda ön plana çıkan, işlevleri olan kişiler bunlarla sınırlıdır. Geriye kalanlar dekor özelliği sergilemekten öteye gitmez. Ön plana çıkan kişiler derinlemesine ele alınan, bütün yönleriyle ortaya konan kişiler değildir. Bu kişiler, romanın eğitme amacı doğrultusunda beliren ve bu bağlamda ele alınan kişilerdir. Olay örgüsünde de belirtildiği gibi kişilerin bir diğer özelliği iyi ya da kötü olmalarıdır. Buradan hareketle bu romandaki kişilerin Tanzimat romanının özellikleri bağlamında tema ekseninde ortaya çıktıklarını, derinlemesine ele alınmadıklarını söylemek mümkündür. Zaman Romanda zamanın belirgin bir şekilde ortaya konmadığı görülmektedir. Bunun temel sebebi dönemi anlatma gayesinden çok içeriğe bağlı olarak belirli bir mesaj verme niyetidir. Zamanın belirgin bir şekilde belirtilmesi bir yana tarih vermeme gayreti dikkati çeker. Örneğin Nadide ile Ali Bey’in evliliğinden sonra başka bir yere giden Fuat, üvey babasına yazdığı mektubun 431 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 sonuna “19 Haziran 12..” (Yalçın, 2014: 141) ibaresini koyar ve tarihi net olarak belirtmez. Bu tavır romanın geneline yayılmıştır. Romanın geçtiği zaman dilimi belirgin bir şekilde belirtilmemesine rağmen romandaki göstergelerden zaman dilimini çıkarmak mümkündür. Kanber’in uyurken yaptığı konuşmaları dinleyen İboş, onun hakkında “Tepedelenli Ali Paşa ile bir münâsebeti olduğunu anladım. Çünkü kesik kesik sayıkladığı esnalarda: Tepedelenli!.. Oh!... Ben yine yaşıyorum… Ben evlâdımın yanında mesudum… cümlelerini pek çok telaffuz ediyor. Cellat sözü üzerine nazarı dikkatim artarak Kanber’i on üç sene evvelki bizim vakadaki cellada benzettim.. (Yalçın, 2014: 160) demektedir. Tepedelenli Ali Paşa, 1744-1822 arasında yaşar. O, 1788’de Yanya valiliğine getirilir; Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki Epir bölgesinde hâkimiyetini arttırır. Görevinden alınınca da isyan başlatır. Çıkarttığı isyan bastırılır ve kendisi öldürülür. Buradan hareketle Kanber’in Tepedelenli’nin yanında yer aldığı anlaşılmaktadır. Bu sözlerden romanın Tepedelenli Ali Paşa’nın ölümünden sonraki kısa bir süre içerisinde geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kanber, Ali Bey’in çiftliğine Fuat’tan altı yıl sonra gelmiştir. Dolayısıyla onun Tepedelenli Ali Paşa öldürülmesinden altı yıl sonra 1828’de Ali Bey’in çiftliğine geldiği söylenebilir. Olaylar başladığında Kanber’in on iki on üç sene önce Ali Bey’in yanına geldiği ifade edilmektedir. Buna bağlı olarak olayların Kanber’in Ali Bey’in yanına geldiği 1828’den on iki, on üç sene sonra yani 1840’lı yıllarda başladığını söylemek mümkündür. 1840 ya da 1841’de başlayan olaylar 1842 ya da 1843’te biter. Çünkü Fuat romanın sonlarında Nadide’nin evinin önüne geldiği zaman “bir buçuk sene evvel dibinde durup da Nadide’nin melekleri hayran edecek mertebede olan hüsnünü temaşa ettiği duvarın dibinde yine durdu.” (Hüseyin Cahit, 1891: 446447) denir. Dolayısıyla olaylar 1840’ta başlamışsa 1842’de; 1841’de başlamışsa 1843’te bitmiş ve bir buçuk yıl sürmüştür. Genelde kronolojik bir öykü anlatımı yapılırken bazen olayı açıklamak ya da kişi hakkında bilgi vermek için geriye dönüşlerin yapıldığı görülmektedir. Böylece zaman genişletilmektedir. Zaman ile ilgili belirtilecek son husus zamanın iyi kullanılamamasıdır. Bir başka ifadeyle anlatıcı bazı gelişmeleri tekrar tekrar aktarırken bazı gelişmeleri hızlıca geçmektedir. Örneğin romanın bitişi birden olmuştur. Daha önce farklı gelişmeleri ayrıntılarıyla, tekrarlarla aktaran anlatıcı haydutların yakalanışını ve cezalandırılmasını, Elmas’ın kurtuluşunu, Elmas ile Fuat’ın evlenmelerini, Nadide’nin sonunu birkaç cümleyle anlatır (Huyugüzel, 1984: 201). 432 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mekân Balkanlar bu romanın geçtiği yerdir. Bu bölgeler romanın geçtiği zaman diliminde Osmanlı topraklarıdır. Daha özelde ise romanın Serez93’de geçtiği söylenebilir. Romanda her ne kadar ne kadar Serez’in adı geçmese de Hüseyin Cahit, Serez’deyken duyduğu bir hikâyeden hareketle romanı yazdığını ifade etmiştir(Yalçın, 2002: 29). Serez’in hem kırsalı hem şehri ön plana çıkmaktadır. Ali Bey’in çiftliği, daha sonra Fuat’ın gittiği çiftlik kırsal kesimde; Nadide’nin annesinin ve Nadir Bey’in evleri şehirde, Nadir Bey’in çetesinin saklandığı mağara ise şehrin dibindedir. Olayların gelişimine bağlı olarak bahsi geçen mekânlardan herhangi biri ön plana çıkmaktadır. Yer yer geçen mekân isimleri olayların Balkanlar içerisinde geçtiğinin bir diğer göstergesidir. Örneğin İboş ile Ali Bey’in çiftliğinde çalışan birisi arasındaki konuşmada geçen İpek, Debre94 gibi yer adları geçmektedir. Bir başka örnekte İboş, Nadir Bey’e planladıkları işler bittikten sonra Mora95’ya gitmek istediğini söylemektedir. Belirtilen mekânlarda geçen romanda zaman zaman tasvirlere yer verildiği görülür. Nitekim roman bir tasvirle başlar: “Gözünüzün önüne gayet vâsi bir çemen-zâr getiriniz…. Çimenlerin vezânolan rüzgârdan hafif hafif sallanışına, libâs-ı hadralarını henüz telebbüs etmiş olan ağaçların latîf latîf manzaralarına, kainata arz-ı veda eden âfitâbın son hal-i perişanisine, mandıralarına avdet etmekte olan koyunların, kuzuların meleyişlerine çobanların şiddetle ıslık çalışlarına, uzaktan uzağa aks eden ve çoban köpeklerinin müthiş sedaları arasında mahvolan kaval seslerine birtakım şâirâne teşbîhler uydurunuz daşu deryâ-yı ahzâra onları da ilave ediniz. (Yalçın, 2014: 15) Ömer Faruk Huyugüzel anlatıcı “romantik tabiat manzaraları çizmeye pek hevesli görünür.” (Huyugüzel 1984: 199) diyerek bu tasvirlerin sebebini ortaya koyar. Neticede Nadide’de mekânın genel olarak olayların gelişimine bağlı olarak ortaya çıktığı görülür. Bunun yanında anlatıcı tarafından yer romantik tabiat manzaraları çizilirken ön plana çıkar. Anlatım 93 Serez, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde kalmaktadır. 94 Günümüzde, Debre, Makedonya; İpek, Kosova sınırları içerisindedir. 95 Günümüzde, Mora’da Serez gibi Yunanistan sınırları içerisindedir. 433 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Anlatım unsurlarına bakıldığında ilk dikkati çeken anlatıcının özellikleri olmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bu eser Ahmet Mithat romancılığını taklit etmektedir. Dolayısıyla anlatıcı da Ahmet Mithat romanlarındaki yazar-anlatıcıya benzemektedir. Bu anlatıcının özellikleri varlığını belli ettirmesi, her şeyi bilmesi yani ilahi bakış açısına sahip olması, okuyucularla zaman zaman sohbet etmesi, romanın ilerleyen kısımlarında neler olacağını söylemesi, bilgi vermesi, objektif olamaması ya da taraf tutması ve yol göstermeye çalışmasıdır. Örneğin Nadide’nin olumsuz davranışlarının sebebini anneden gören anlatıcı bunu beyan ettikten sonra “Bu sözümüzden, bazıları bu âciz muharrire darılıp da: Allah Allah artık hiç işimiz kalmadı da aşçılık mı öğreneceğiz!. suretinde tevcîbde bulunmasınlar. Hay hay! Bir hanım ne kadar kibar olursa olsun mutlaka evinin her işine vâkıf olmalıdır. Olmazsa hizmetçilerin iyi yahut fena yaptıklarını nereden bilecek? Cenab-ı rezzak kimseden ihsan buyurmuş oldukları nimet-i ilahiyyelerini istirdat buyurmasın! Düşmez kalkmaz bir Allah’tır derler.” (Yalçın, 2014: 89-90) demekte ve okuyucuyla sohbet etmektedir. Bir başka yerde “zavallı Dilrüba! Kendi alet-i katlini yine kendisi tedarik etmişti!!...” (Yalçın, 2014: 75) diyen anlatıcı ise bu sefer de ileride olacak bir durumu, Dilrüba’nın ölümünü haber vermektedir. Belirtilen özellikleriyle ortaya çıkan anlatıcının bu özelliklerini sergilemesinin sebebi eğitici, yol gösterici olma niyetidir. Anlatıcı, bu niyetle hareket ettiği için anlatı üzerinde sınırsız bir hâkimiyet kurmaktadır. Bu durum roman tekniği açısından kusurlu olmakla birlikte Tanzimat romanının, belirtilen sebebe bağlı olarak, ön plana çıkan özelliklerindendir. Anlatımda dikkati çeken önemli bir husus da romanın “yıldırım aşklar, şifreli mektuplar, akıl sığmaz olaylar, tesadüfler, haydut hikâyeleri, intikam ve cinayetlerle” (Huyugüzel, 1984: 192) dolu olmasıdır. Bu durum Ahmet Mithat romancılığının bir yansıması olduğu kadar; yazarın okuduğu benzer hikâyelerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Kurguda “karışık ve dağınık manzara” (Huyugüzel, 1984: 193) vardır. Bunun temel sebebi, eserin henüz on beş yaşında olan yazarın ilk roman örneği oluşudur. Belirtilen manzaranın en somut sebeplerinden biri aynı olayın farklı yerlerde farklı kişilere anlattırılmasıdır. Böylece gereksiz bir tekrar ve buna bağlı olarak karışıklık ve dağınıklık olmaktadır. Örneğin Nadide ile buluşan Fuat’ın vurulması hem yazar-anlatıcı hem Fuat hem de İboş tarafından kendi bakış açılarıyla anlatılır. Bu da “vak’anın hızını kestiği gibi aynı zaman diliminin gereksiz olarak tekerrür etmesine yol açmıştır” (Huyugüzel, 1984: 201). 434 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Olayın ön planda olmasına bağlı olarak anlatım türü açısından öykülemenin ön planda olduğu görülmektedir. Öyküleme içerisinde ise diyaloglara çok sık başvurulması söz konusudur. Birkaç sayfa devam edebilen diyaloglar romanın dikkat çeken anlatım unsurlarındandır. Mektup bu dönem romanının pek çoğunda olduğu gibi bir iletişim aracı olarak kullanılmaktadır. Birbirinden uzakta olan ya da gizli olarak haberleşmeye çalışan kişiler mektubu tercih etmektedirler. Bu bağlamda ayrı çiftliklerde bulunan Fuat ile Ali Bey’in; gizlice haberleşen Fuat ile Nadide’nin mektupları örneklenebilir. Bunun yanında şifreli mektuplar da söz konusudur. Nadir Bey’in himaye ettiği çete kendi arasında, yakalanmamak için, şifreli mektuplarla haberleşmektedir. Ayrıca olay(lar)ı çözen unsurun da bu şifreli mektup olduğunu söylemek gerekir. Kır Serdarı, çeteye ait bir şifreli mektup bulur, daha önce çete içerisinde yer aldığından bunu rahatlıkla okur ve onu Kanber’in bulduğu şifreli mektupla karşılaştırır. Böylece de çetenin kim olduğu ortaya çıkar, çetenin elinde olan Elmas kurtarılır ve çete yakalanır. Olumsuz gelişmelerden sonra yer yer bir leitmotif olarak tekrar edilen baykuş ötüşü anlatımda kullanılan unsurlardandır. Nadide’nin, annesini öldürdüğü zaman dilimi de dâhil olmak üzere altı defa tekrarlanan baykuş ötüşü halk arasında uğursuzluk getirdiğine inanılan bir batıl inançtır. Yazar da bu inancı halk arasında olduğu gibi olumsuz olaylar sırasında ya da sonrasında tekrar etmektedir. Romanın dili yalındır. Topluma belirli bir mesaj verme amacıyla yazılan roman doğal olarak halkın anlayabileceği bir dille yazılmış, süslü olmaktan uzak durmuştur. Dille ilgili bir dikkati çeken bir diğer husus yazarın kimi kelimeleri dipnotlarla açıklamasıdır. Bu da doğrudan doğruya her şeyi net bir şekilde anlatma niyetinin ürünüdür. Yazar, yerel ya da anlamının bilinemeyeceğini düşündüğü kullanımları dipnotlarla açıklamaktadır. Teyze anlamına gelen tete, korucu anlamına gelen dürrâ’ât belirtilen şekilde anlamı verilen kelimelerdendir. Sonuç Yukarıda belirtilen özellikleriyle Nadide adlı eser, Tanzimat romanının genel özelliklerini taşımaktadır. Okuyucuyu bilgilendirme, ona yol gösterme amacında oluşuyla; her şeyi bilen, 435 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 taraflı, okuyucuyla konuşan, gelecekten haber veren anlatıcısıyla; olay ağırlıklı yapısı ve anlatım özellikleriyle eser, Tanzimat romancılığı ekseninde şekillenmiştir. Roman tekniği açısından hatalar içeren bu eser, ilk roman örneklerinden olması itibarıyla edebiyat tarihimiz açısından önem arz etmekle birlikte Hüseyin Cahit’in genç bir edebiyat heveslisi olarak kaleme aldığı, Ahmet Mithat’ın roman tarzını taklit eden acemi bir eser olmaktan öteye geçememektedir. Kaynakça Banarlı, Nihad, Sami, (1971), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: 2, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Çıkla, Selçuk, (2001), “Divan Şiirindeki Sevgili Tipini Alaya Alan Bir Roman Yahut Hüseyin Cahit’in Nadide’si”, Yedi İklim, S.: 136, 45-50. Dino, Güzin, (1978), Türk Romanının Doğuşu, İstanbul, Cem Yayınları. Finn, Robert P. , (2005), Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900), İstanbul, Agora Kitaplığı. Huyugüzel, Ömer Faruk, (1984), Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri Üzerine Bir Araştırma, İzmir, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Hüseyin Cahit, (1891), Nadide, İstanbul, Âlem Matbaası. Moran, Berna, (1995), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, 5.b. , İstanbul, İletişim Yayınları. Namık Kemal, (2000), İntibah, (Hazırlayan: Dr. Yakup Çelik), Ankara, Akçağ Yayınları. Tanpınar, Ahmet Hamdi, (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7.b. , İstanbul, Çağlayan Kitabevi. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (2001), Cilt: 2, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (2006), Cilt: 7, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları. Yalçın, Hüseyin Cahit, (2002), Edebiyat Anıları, 3. b. , İstanbul, İş Bankası Yayınları. 436 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yalçın, Hüseyin Cahit, (2014), Nadide, (Yayına Hazırlayan: Hasan Yürek), Ankara, Sonçağ Yayınları. Yürek, Hasan, (2013), “İntibah ve Nadide Romanlarının Mukayeseli İncelemesi”, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, C.:2, S.:6, 42-55. 437 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 GÜLİSTAN VE TÜRK ZİHNİYET DÜNYASINA İZDÜŞÜMLERİ Hüseyin GÖNEL Ayşe Gül FİDAN ÖZET Fars edebiyatının öne çıkan edebi şahsiyetlerinden olan Sa‘dî Şîrazî bıraktığı eserleriyle yalnız kendi coğrafyasını değil tüm dünya edebiyatlarını etkileyen güçlü bir şair ve yazardır. Sa‘dî’nin eserlerinden en bilineni şüphesiz Gülistan’dır. Başta Türk edebiyatı olmak üzere, Doğu-İslam edebiyatını ve dünya edebiyatını etkilemiş olan bu eserin izlerine hemen hemen her coğrafyada rastlamak mümkündür. Ahlakî düşünce temeli üzerine kurulmuş olan bu eser manzum ve mensur olarak kaleme alınmış, çeşitli dillere tercümeleri ve şerhleri yapılmıştır. Türk edebiyatında da önemli bir yere sahip olan Gülistan asırlarca medreselerde bir ders ve ahlak kitabı olarak okutulmuştur. Sa‘dî’nin bu güzide eserinin edebiyatımıza ve sosyal yaşantımıza olan etkisi çalışmamızın konusu olacaktır. Anahtar Sözcükler: Sadi, Gülistan, tercüme, şerh. Giriş Sa‘dî-i Şîrazî’nin Hayatı, Eserleri ve Edebî Kişiliği Muşerrifuddin b. Muslihuddin Sa‘dî-i Şîrâzî hicri 13. yüzyılın başlarında Şiraz’da dünyaya geldi.96 Küçük yaşta babasını kaybeden şair ilk dinî ve edebî eğitimini Şiraz’da aldı. 1223 yılı civarında Bağdat’a giderek dönemin en parlak ilim merkezi olan Nizamiye Medresesi’nde eğitimine devam etti. Bağdat Medresesi’nde hocalık yapan Şerefuddin Ebulferec İbn-i Cevzî ve Bostan’da kendisinden söz ettiği Şehabuddin-i Suhreverdî ile tanıştı ve onların hizmetinde bulundu. Sa‘dî koyu bir tasavvuf düşüncesi içinde olmaktansa hayatın içinde kalmayı tercih etti.97 Gençlik yılları Atabek Salguri Ebu Bekir b. Sa‘d b. Zengî hükümranlığının son dönemine Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı. Ankara Üniversitesi DTCF, Fars Dili ve Edebiyatı. 96 Zabîhullâh Safâ, Genc-i Sohen, Danişhgah-i Tahran, Tahran, H.Ş. 1339 , c. II, s. 157. 97 Hikmet İlaydın, Sa’dî ; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 13. 438 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 rastlayan şair98 onun himayesine girdi. Ona olan bağlılık ve duyduğu hürmetten ötürü Sa‘dî mahlasını aldı.99 Tahsilini tamamlayan Sa‘dî’nin hayatının ikinci devresi seyahatlerle geçti. Şam, Hicaz, Suriye, Irak başta olmak üzere birçok yere gitti ve oralarda bir süre yaşadı. 100 Bu seyahatlerin büyük bir kısmını hac yolculukları oluşturmaktadır.101 Sa‘dî, 13. yüzyılın ortalarında Şiraz’a döndü. Sa‘d bin Zengî’nin102 sarayında yaşamaya başladı ve 1257 yılında Bostan’ı sultana sundu. Bir yıl sonra Şehzade Sa‘d b. Ebubekir adına Gülistan adlı eserini kaleme aldı.103 Sa‘dî ömrünün son yıllarını Şiraz’ın kuzeybatısında bulunan tekkesine çekilerek ibadet ve riyazetle geçirdi. 9 Aralık 1292’de 102 yaşında vefat etti.104 Mezarı Şiraz’dadır. Salgurlu sarayına intisap etmiş olmasına ve bu hanedanın hükümdarlarını medhetmesine rağmen Sa‘dî hiçbir zaman tam manasıyla bir saray şairi olmadı. Aksine hayatını halka hizmet ederek geçirdi.105 Birçok sufi gibi hayattan uzaklaşmadı, irşadla meşgul oldu.106 Sa‘dî, Şeyh ve mürşit olduğu halde tasavvuf içinde kendini kaybetmiş bir şahsiyet değildir. Eserlerinde tasavvufa meylettiği görülse de bu onun benliği üzerinde tam manasıyla etkili olmamıştır.107 Sa‘dî’nin eserleri güçlü bir edebî yöne sahip olmakla beraber hikmet merkezlidir.108 Manzum ve mensur eserleri Külliyyât adı altında toplanmıştır. İranlılar bu Külliyyât’a “Nemekdân-ı Şu‘arâ” (şairlerin tuzluğu) demektedirler.109 Onun sözleri toplumda yaygın olarak kullanılan atasözlerine dönüşmüştür.110 Sa‘dî-i Şirazî, Fars edebiyatında, klasik dönemin en uzun bölümünü oluşturan ve önceki dönemlerin birikimini bünyesinde barındıran son klasik dönem şairi olarak kabul edilmektedir.111 Sa‘dî, Firdevsî ve Hafız ile birlikte İran edebiyatının üç büyük ismi arasında sayılır. İran edipleri tarafından şiir ve nesirde Firdevsi ve Hafız’a tercih edilmiştir. Yüz yıllık 98 Hamid Haşimî, Zendeginame-i Şa’iran-i İran, İntişarat-i Ferheng u Kalem, Tahran, H. Ş. 1388, s. 128. 99 Edward G. Browne, Literary History of Persia, Cambridge at the University Press, Great Britain, 1928, s. 527. 100 101 Edward G. Browne , a.g.e., s. 528. Hikmet İlaydın, Sa’dî ; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 25. 102 Saltanat yılları 1226-1259 tarihleri arasındadır. 103 Zabîhullâh Safâ, Genc-i Sohen, Danişhgah-i Tahran, Tahran, H.Ş. 1339 , c. II, s. 157. 104 Mustafa Çiçekler, “Sa‘dî Şîrazî”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 35, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2008, s. 406; Hidayet, Mahmud, Golzar-i Cavidan, Çaphane-i Ziba, Tahran,1353, C. II, 623. 105 Zebîhullah Sâfâ, İran Edebiyatı Tarihi, Çev. Hasan Almaz, Nüsha Yayınları, Ankara, 2005, s. 118. 106 Hikmet İlaydın, Sa’dî; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 17-19. 107 Ali Nihat Tarlan, İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944, s.92. 108 Hicabi Kırlangıç, Sa’dî Şirazî, Gülistan, Kapı Yayınları, istanbul 2012, s.1. 109 Hikmet İlaydın, Sa’dî; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 48-49. 110 Mustafa Çiçekler, a.g.e., s. 406. Hicabi Kırlangıç, “İran Şiiri için Bir Sınıflandırma Denemesi”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 1, Bahar 2001, s. 101. 111 439 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 tecrübeyle yoğrulmuş bilge kişiliği asırları aşan bir ifade gücünü ortaya çıkarmıştır. Akıcı ve sade bir dil kullanmış, hiçbir zaman lafız mananın önüne geçmemiştir. İnsan ruhunun bütün ihtiyaçlarına onda cevap bulmak mümkündür.112 Gülistan’ın Özellikleri Sa‘dî Gülistan’ı 1258 yılında Salgurlu Hanedanından Ebû Bekir b. Sa‘d b. Zengî adına kaleme almıştır. Bu eser gerek kendi türü olan “makame” gerekse sanat değeri bakımından İran edebiyatının güzide eserlerindendir.113 Eserini en olgun çağında, takriben 74 yaşında, tecrübeli bir bilgin ve dinlenir bir mürşid iken yazmıştır. Gülistan münacaat, na’t ve yazılış sebebini anlatan önsöz, sekiz bab ve hatimeden meydana gelmektedir. Gülistan’ın bölümleri çok defa günlük hayatta karşılaşılan olaylar dikkate alınarak bunlardan ahlakî ve edebî sonuçlar çıkarılabilen hikâyeler, nükteler ve beyitlerle süslenmiştir. Farsça ve Arapça şiirler yanında ayet, atasözü ve hadislere de yer veren şair kendine has bir nesir üslûbu ortaya koymuştur.114Bu bablarda sırasıyla şu konular işlenmiştir: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Hükümdarların tabiatı, Dervişlerin ahlakı, Kanaatın fazileti, Susmanın faydaları, Aşk ve gençlik, Zayıflık ve ihtiyarlık, Terbiyenin tesiri, Sohbetin kaideleri115 Büyük ahlakçı Sa‘dî’nin herkese hitap eden ve insanî erdemleri öne çıkaran üslubu halktan idarecilere kadar büyük etkiler uyandırmıştır. Şüphesiz yöneticileri dahi ayırt etmeden nazik bir edayla sunduğu fikirler İslam’ın özünde bulunan insan-ı kâmil idealiyle örtüşmektedir. 116 Gülistan ve Bostan’da küçük hikâyelerle öğüt ve telkinlerde bulunan şair, iyi ve doğru insan olmanın gerekliliğini vurgulamıştır.117 112 Ali Nihat Tarlan, İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944, s. 89 - 90. 113 Tahsin Yazıcı, “Gülistân”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 35, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 1996, 114 Tahsin Yazıcı, a.g.m., s.240. s.240. 115Hikmet İlaydın, a.g.m., s. 61. 116 Sa‘dî-nâme olarak da bilinen Bostan, Sa‘dî’nin idealize ettiği dünyanın nasıl olması gerektiğini anlatan eseridir. Ayrıca Sa‘dî’nin dostlarından birinin isteği üzerine hükümdarlara öğüt vermek amacıyla kaleme aldığı nazımla karışık bir risâle olan Nasîhatü’l-Mülûk (Neşâyihu’l-Mülûk), yönetici ve hükümdarların davranışlarına dair bilmeleri ve uymaları gereken bazı hususları anlatan Risâle-i Enkiyânu dikkat çekici örnekler olarak sayılabilir. 117 Gencay Zavotçu, “Sa’dî Düşüncesi ve Etkileri”, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 40, 2009, s. 48 – 50. 440 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Manzum-mensur bir nasihatname118 diyebileceğimiz Gülistan, Sa‘dî’nin diğer eserlerinden de izler taşır. Bu yönüyle Sa‘dî’yi en kestirme yoldan tanıtan eser olarak da nitelenebilir. 119 Sa‘dî’nin bilgi ve tecrübelerini belâgat ve fesahatle yoğurup yazdığı, Fars edebiyatının başyapıtlarından olan Gülistan, birçok defa basılmış, tercüme ve şerhleri yapılmıştır.120 Ayrıca onu örnek alan eserler yazılmıştır.121 Divan Şairleri Gözüyle Sa‘dî ve Gülistan Divan edebiyatında İslam medeniyetinin müşterek malı kabul edilen birçok eser gibi 122 Bostan ve Gülistan da mısralarda kendine yer bulur. Özellikle her iki eser isminin divan şiirinin hususi mekânı kabul edilen bağ ve bahçe ile ilgili olması şairlere bol çağrışımlı bir kurgu imkânı verir. Tenâsüp, tevriye, îhâm-ı tenâsüp ve cinas gibi edebî sanatlarla birlikte kullanılan bostan ve gülistan kelimeleri hem bu eserlere hem bağ ve bostana işaret ederken aynı zamanda, sevgilinin güzelliği ve yanağı bağlamında çok katmanlı bir anlam oluşturur. Gül, bülbül kavramının dâhil edilmesiyle kurgu sınırsız bir anlatım özelliğine kavuşurken olayın kahramanları gül, bülbül, gonca, bad-ı saba, bahçıvan, öğrenci, hoca vb. oluverir. Sa‘dî ile eserin sunulduğu Sa‘d ailesi ve kelimenin talih anlamı, Zengî ile Mısır kelimeleri de aynı şekilde yüz ve ben (hâl) bağlamında bir ifade derinliği ortaya çıkarır. Bu kurgu Osmanlı şairlerinin yaşadığı yerin ismi ve yüzün remzi olan Rum kelimesinin eklenmesiyle tamamlanır. Gülistan, divan şairleri tarafından birkaç şekilde ele alınmıştır. Bunlar; Gülistan’ın ders kitabı olarak okutulması, fizikî özellikleri, mânâ bakımından eşsizliği, şairin kıymetinin bilinmesi için örnek oluşu şeklinde özetlenebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Gülistan söz konusu edildiğinde şairin ve dolayısıyla toplumun zihniyet dünyasındaki iz düşümüdür. Bahsi geçen ifadeler Gülistan hakkında toplumsal bir kabule ve eserin zihin arkasında edindiği sağlam ve sarsılmaz yere işaret etmektedir. Divan şairlerinin bilinen tavrı olan kendini övme ve şiirini üstün görmeye dair beyitleri ayrı tutacak olursak hemen her şair Sa‘dî gibi söyleme, onun şöhretine kavuşma hayali peşinde olmuştur. Bu düşüncenin arka planında Sa‘dî’nin üstat ve onun eserinin baştacı kabul edildiğinin izleri vardır. Hatta öyle ki bazı şairler dua edercesine Allah’tan Sa‘dî gibi söyleyebilmeyi dilemişlerdir. Aşağıdaki beyitte Karamanlı Nizâmî, kendisini devrin Sa‘dîsi olarak görürken, nazmını ve nesrini Gülistan ve Bostan’a benzeterek yüceltmiştir: Sa‘dî-i devrân benem devrümde nazm u nesr ile Bâg-ı hüsnündür Gülistân ile Bûstânum benüm (Nizâmî G74/8) Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi: Deyimler, İsimler, Eserler, Terimler, Cilt 7, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, s. 399. 118 119Hikmet İlaydın, a.g.m., s. 62 – 63. Hicabi Kırlangıç tarafından hazırlanan en güncel Gülistan tercümesi için bkz. Hicabi Kırlangıç, Sa ‘dî Şirazî, Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul 2012. Gülistan şerhleri için bkz. Derya Örs, “Türkçe Gülistan Tercümeleri Üzerine Bir Değerlendirme”, 6.Türkiye-İran İlişkileri Sempozyumu, Ankara 2009, s.46-52; Ayrıca bkz. Mîrek Muhammed-i Taşkendî, Şehrî ve Gülî, Hazırlayanlar: Bahattin Kahraman, Yusuf Öz, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012. 120 121 Muinüddin–i Cüveynî’nin Nigâristân, Câmî’nin Bahâristân, Mecd-i Hâfî’nin Ravza-i Huld, Kemalpaşazâde’nin Nigâristân, Kaniî’nin Perîşân, Sâilî’nin Ravzatü’l- Ahbâb, Ahmed Şîrâzî Vekar’ın Encümen-i Dâniş, Molla Tarzî’nin Ma‘den’ül Cevâhir, Hargopal Münşî’nin Sünbülistân ve Mehmed Fevzî Efendi’nin Bülbülistân adlı eserleri bunlar arasında sayılabilir (Yazıcı, s. 241). 122 Bk. Cemâl Kurnaz, Divan Dünyası, Bizim Büro Yayınları, Ankara, 2003, s.67. 441 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ahmet Paşa Sa‘dî’nin şiiri vasıtasıyla kendi şiirini över ve Mısırlı gazelhanlar onun şiirini okuyacak olsa etrafa şeker saçılacağını söyler: Hoş şeker-rîz olur Sa'dî-i Şîrâz gibi Ahmed'ün sözlerin okursa gazel-hân-ı Mısır (Ahmet Paşa G85/9) Hayâlî Bey zengin bir çağrışımla kendi şiirini Anadolu diyarında Sa‘dî’nin Gülistan’ı ile bir tutar. İkinci beyitte ise sevgilinin siyah beni ile Gülistan’ın sunulduğu sultan söz konusu edilir. Bir hamiye sahip olma psikolojisi Gülistan ve Sa’d arasındaki benzerlikten yararlanılarak verilir. Hayâlî rûh-ı Sa'dı yaraşırdı andelîb olsa Diyâr-ı Rûmda nazmım gibi rengîn gülistâna (Hayâlî G530/5) Hâl-i hindûn ehl-i dil vasf etse dîvân bağlanır İbn-i Zengî yâdına gûyâ Gülistân bağlanır (Hayâlî G95/1) Nehcî, şiirinin mana kapısını açarak Gülistan özelliği gösterdiğini iddia eder: Bu şi’rün yine Nehcî Hâfız-ı Şîrâzı andurdı Açup ebvâb-ı ma’nâyı Gülistân’dan haber virdi (Nehcî G317/7) Nigârî ise iki büyük söz ustası Sa‘dî ve Hafız’ı anarak onlardan himmet diler, bekler: Bir dem nazar ey Sa‘dî-i sultân-ı belâgat Bir dem meded ey Hâfız-ı hoş-tab‘ u şeker-gû (Nigârî G568/7) Sa‘îd Giray, Sa‘dî’nin sözleriyle hüzünlü gönlü gülistana çevirmeyi tavsiye eder: Pend-i Sa‘dîyi Hızr-ı cân eyle Dil-i mahzûnı gülsitân eyle (Sa‘îd Giray K1/35) Sünbülzade Vehbî de Sa‘dî gibi söylediğini iddia eder: Her dem bahâr-ı feyz-i Gülistân-ı tab’ıma Sa‘dî-i ter-zebân gibi sad bâgbân verir (Sünbülzâde Vehbî K70/47) Vahyî, dua makamında Allah’tan eserine Gülistan tesiri vermesini niyaz eder: Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun Her harfi nazîre-i Gülistân olsun Bir vech-ile âb u tâb bahş it ana kim Mahsûd-ı ruh-ı zekâ-‘izârân olsun (Vahyî R/1) Gülistan’ın Osmanlı eğitim sistemi içinde önemli bir yere sahip olduğu herkes tarafından bilinir. Özelikle şehzadelerin eğitiminde başucu eser görevi üstlenen Gülistan gerek mektep ve medreselerde gerekse özel hocalar eliyle okutulmuş, okutulması önemsenmiştir. Toplumda Gülistan okumaya dair kuvvetli bir istek ve okuyana karşı da bir hüsn-i niyet oluşmuştur. Hatta bazen güzel cildi ve kıymetli içeriğiyle değer atfedilen Gülistan çocuğun eline verilmez, yardımcısı vasıtasıyla mektebe taşınırmış. İshak Çelebi aşağıdaki beyitte gonca çocuğuna sabah rüzgarının Gülistan okuttuğunu, gül dalının da ardınca kitabını taşıdığını somut gerçeklik üzerinden örneklendirerek tablolaştırmıştır: Gonca tıflına Gülistân okıdur bâd-ı sabâ Kulıdur şâh-ı gül ardınca kitâbın götürür (İshak Çelebi G69/3) 442 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Aşağıdaki beyitlerden Gülistan’ın özellikle küçük yaşlarda okutulduğunu anlıyoruz: Uş Gülistân okuyıcak göresin katlan dahi Gonca agzın açmamışdur râz-ı gül ser-bestedür (Necâtî G82/3) Mekteb-i bâgda gül bülbüle destân okıdur Şol mu’allim gibi kim tıfla Gülistân okıdur (Rahmî G 60/1) Süheylî’nin aşağıdaki beytinden mekteplerde Gülistan okunduğunu ve ders halkasının sürekli genişlediğini öğreniyoruz. Gonca mektebe katılan yeni öğrenci olarak kişileştirilmiştir: Gonçe bin nâz ile bostân-ı debistâna gelüp Gülsitân okumaga tıfl-i nev-âmûz oldı (Süheylî G332/3) Bazı öğrenciler derslerde üstün bir başarı gösterebilirler. Bu durumda öğretmenin yardımcısı gibi görev üstlenir, alt sınıftaki arkadaşlarını okutabilirler. Aşağıdaki beyitte Ravzî goncaya böyle bir vazife vermiş görünüyor: Bülbüli nâle ider hâr-ı cefâdan sanma Ana ol gonce-i nev-reste gülistân okıdur (Ravzî G231/3) Mezâkî ise Gülistan okumalarının sabah saatlerinde olduğuna dair bir ipucu vermektedir: Nergis ü gül çeşm ü gûş olsa n'ola subh-dem Ders- i Gülistân okur murg-ı sebak-hân-ı subh (Mezâkî 45/4) Sünbülzade Vehbî aşağıdaki beyitte bir iki tazenin Gülistan okuduğunu gördüğünü ve bu durumdan pek hoşlandığını çağrışıma açık bir şekilde vermiştir: Bir iki tâze Sa‘dî'nin Gülistân'ın okur gördüm Çıkardım ma’nî-i zevkin bugün seyr-i gülistânın (Sünbülzâde Vehbî G162/8) Nev‘î aşağıdaki beyitte sevgilinin güzellik kitabını öğrenmek için herkesin uğraştığını ve onu öğretmek için hocaların Gülistan okuttuğunu söylerken, Gülistan’ın güzel ahlak ve terbiye yönüne işaret etmektedir: Senün hüsnün kitabın bilmege meşgul olurlar hep Aceb mi hâceler okutsalar cânâ Gülistân’ı (Nev‘î G516/2) Sünbülzade Vehbî’ye ait aşağıdaki beyit de bu fikri destekler niteliktedir. Tevriyeli kullanılan hezar kelimesiyle hem ‘bülbül’ hem de ‘binlercemiz’ kasdedilerek ilk edep dersinin Gülistan ile alındığını ifade etmektedir: Gülden varak varak sabak aldı hezârımız Etdi edeble ders-i Gülistân’a ibtidâ (Sünbülzâde Vehbî G1/2) Gülistan ile birlikte çoğunlukla Molla Câmî ve Baharistan, Feridüddin Attar ve Mantıku’t-Tayr söz konusu edilir. Bu eserlerin ortak paydası nasihatte birleşmeleri, birer ahlak kitabı olmalarıdır. Eski toplum hiç şüphesiz ahlak merkezli bir toplumdu. İnsanî faziletlerin daima yüceltildiği ve teşvik edildiği bu toplumda bahsi geçen kitaplar ve benzerleri sürekli okunarak toplumda ahlak, ihsan, adalet, merhamet vb. duygular canlı tutulmaya çalışılmıştır denilebilir. Aşağıdaki birinci beyitte meclislerde sürekli Gülistan ve Baharistan okunduğuna, ikinci beyitte ise okumaların etkisiyle bazen Sa‘dî’ye bazen Attar’a özenildiğine, üçüncü beyitte ise Gülistan şerhine işaret edilmektedir: Okundı bezm-i gülşende müdâmî 443 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gülistan u Bahâristân-ı Câmî (Yahya Bey, İstanbul Şehrengizi 90.beyit) Bülbüle geh Gülsitân geh Mantıku’t-tayr okıdur Gâh Sa‘dîye ider taklîd geh ‘Attâra gül (Âşık Çelebi K4/9) Gülistân şerhin okur kuş diliyle safha-i gülden Bilürsen Mantıku't-Tayrı kulag ur dinle bülbülden (Emrî Muk/353) Aşağıdaki beyitlerden ders okuma sırasında bazen sıra gözetildiği bazen de biraz ondan biraz bundan okunduğu anlaşılmaktadır: Dersi çıkdı bülbülün şimdi nihâlistâna dek Geh Gülistân geh Bahâristândan okur bir sebak (Hâzık G139/2) Okıdı hüsnün kitâbın hattunı görmek diler Dil Gülistânı temâm itdi Bahâristân arar (Âşık Çelebi G94/2 Debistân-ı mahabbetde ruhun şevkiyle dil tıflı Gülistân okıyup meyli Bahâristânadur şimdi (Rahmî G 209/3) Kitâb-ı Mantık-ı Tayr'ı tamâm edip ezber Aceb mi şimdi Gülistân okursa cümle hezâr (Sünbülzâde Vehbî K50/8) Etdi ma’nâ-yı gülistânı te’emmül bülbül Mantıku’t-tayra eder şimdi tevaggul bülbül (Sünbülzâde Vehbî G170/1) Ayrıca Gülistan’a yazılan şerhlerin kolay okunması ve eğitimde kullanılabilmesi için reyhanî hatla yazıldığı anlaşılıyor: Bâg-ı hüsnünde ne şebbûy u ne reyhândır hat Hat-ı reyhânî ile şerh-i Gülistân'dır hat (Sünbülzâde Vehbî G136/1) Gülistan okumak her ne kadar teşvik edilen ve itibar gören bir iş olsa da ondan alması gereken dersi alamayan, yeterince istifade edemeyenler eleştirilmiştir. Gülistan her şeyden önce okuyanda marifet, zerafet ve fesahat hâsıl etmelidir. Her ikisi de 14.yüzyılın sonu 15.yy başında yaşayan Âhî ve İshak Çelebi’de ortak geçen aşağıdaki beyit dikkat çekicidir. Gülistan edebî yönü itibarıyla şairlerin örnek aldığı bir eserdir. Fakat ‘güzelin yanında duran herkesin zerafet kazanamayacağı gibi her gülistan okuyan da şair olamaz’:123 Her güzelle salınan kesb-i zarâfet idemez Her Gülistân okıyan sanma ki hep şâ‘ir olur (Âhî G27/3; İshak Çelebi G53/3) Gülistan okumakla marifet edinilir: Enîs olmakdanise ma‘rifetsüz şahsa ‘âlemde Gülistân okıyan bülbüllerile sohbetüm yegdür (Behiştî G120/4) Bülbül gibi ey gonce gülistân okı yohsa Berg-i gül-i ter gibi nedür hâra sarılmak (Ravzî G393/6) 16.yüzyılın önemli tezkirecisi Latîfî’nin her Gülistan okuyanın şairlik iddiasında bulunmasınına dair eleştirisi için bk. Rıdvan Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ, AKM Yay. Ankara, 2000, s.95. 123 444 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gülistan Osmanlı toplumunda kutsala verilen kıymete benzer bir şekilde değer görmüştür. Bir ahlak kitabı olması ve ‘güzel ahlakı’ salıklaması ona verilen kıymetin haklı gerekçesidir. Verilen bu değerin somut delili olarak da her yazması özenle süslenmiş, ciltlenmiştir. Sayfalarının alımlı görünüşü, babları, cildi ve cilt rengi vb. divan şiirinin kendine özgü kavramlar dünyasında söz konusu edilmiş, işlenmiştir. Bâkî aşağıdaki birinci beyitte bahar mevsiminde çiçeklerle bezenmiş bahçe ile Gülistan nüshasının rengarenk görüntüsüne, ikinci beyitte ise Gülistan’da geçen rubailere işaret etmektedir: Bir Gülistân yazdı bir ay içre fasl-ı nev-bahâr Lâle yir yir sürh olupdur sebze hat şeb-nem nukat (Bâkî G222/3) Hatt-ı la’liyle kaşı cânânun Bir rubâ’îsidür Gülistânun (Bâkî G249/1) Aşağıdaki beyitlerde Gülistan nüshalarının özenle yazıldığı, süslendiği ve ciltlendiği görülmektedir. Klasik güzellik unsurları, sevgilinin yanağı ve ayva tüyleri, çeşitli ilgiler kurularak şiirlere dâhil edilmiştir. İlk üç beyitte gül renkli yapraklara yazılan yazılar hoş bir görüntü oluşturduğuna, son beyitte ise Gülistan’ın tertip özelliğine dikkat çekilmiştir: Yazıldı gül gibi yine rengîn varaklara İki risâle gibi Gülistân u Bûstan (İshak Çelebi K16/3) İzâr-ı dil-rûbâ ol hatt-ı dil-keş birle gûyâ kim Gülistân ü Bahâristândur gülgûn varaklarla (Edirneli Nazmî G5472/4) Âl evrâkı müferrih bir Gülistânun meger Hurde yazıdur kenârında Bahâristâna hat (Nehcî G169/2) Her serv-i revân sebzeye bir mısra’-ı mevzun Ebyât-ı Gülistân’a nezâyir didi gülzâr (Nev‘î G556/2) Aşağıdaki iki beyitte erguvan renkli ve yeşil renkte ciltlenmiş Gülistan nüshaları sevgilinin güzelliği söz konusu edilerek işaret edilmektedir: Ergavânî câmen içre oldı cismün ey perî Ergavânî cild ile gûyâ kitâb-ı Gülsitân (Bâkî G390/4) Yâ yeşil cild ile bir Sa‘dî Gülistanı mıdur Yâ yeşil şehperlü bir hûr-ı melek-sîmâ mıdur (Yahyâ Bey G92/2) Avnî mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmed ise Gülistan’ın bablarına değinmektedir: Hatt ü hâl ile bulur ‘Avnî ruh-i yâr şeref Bâblarla nitekim buldı Gülistân revnak (Avnî G36/7) Aşağıdaki beyitlerde Gülistan’ın dibacesine, tertip ve tezhip özelliğine işaret edilmiştir: Dönüp dârü’s-sa‘âde heşt-bâg-ı Cennetü’l-hulde Göründi bir musavver muntazam Sa‘di Gülistânı (Kânî T48/8) Cebîni çîn ile mıstarlı safhadur yazmış Derbîr-i hüsn ana dîbâce-i gülistânı (Şeyhülislam Yahyâ G431/4) 445 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Gülistan yukarıda bahsedilen hususlar dışında da devrin algısında mühim bir yere sahiptir. Şem‘î Sa‘dî’nin Gülistanını okuyanların güzellik bahçesinin bülbülü olacağını, Behiştî ise Gülistan okuyanların yüzünün ak olacağını ima eder: Güzellik gülşeninde ey yüzi gül lebleri gonca Okursan bülbül olursun eger Sa‘dî Gülistânın (Şem‘î G134/2) Belâgat bülbüli olup okursın ol gülün vasfın Gülistân safhası gibi Behiştî yüzün olsun ak (Behiştî G250/5) Eskilerin tefe’ul dediği; kitap açma, fal açma veya hayra yorma manasına gelir. Kitap açma daha çok kutsal veya dinî kitaplara mahsustur. Gülistan’ın devrin zihniyet dünyasındaki yerini göstermesi bakımından aşağıdaki beyit dikkat çekicidir: Başın egüp bu gonca Gülistan okur kaçan Ben sanuram ki hastası içün kitâb açar (Yahyâ Bey G73/2) İşlediği konular bakımından fazilet deryası diyebileceğimiz Gülistan, Sünbülzade Vehbî’nin aşağıdaki beytinde iyilik ehlinin ihsanı talim ettiği yer olarak gösterilmektedir: Me’âl-i nagme-i mürg-i bahâra eyledim dikkat Gülistânda okur evsâf-ı destûr-ı keremkârı (Sünbülzâde Vehbî K30/18) Şeyh ve mürşit olarak kabul edilen Sa‘dî ve Gülistan adlı eseri divan şairleri tarafından dikkate alınmış, üzerinde düşünülmüş ve öğretileri içselleştirilmiştir. Onun düşünce yapısı insanı merkeze alan ve her şeyi insan etrafında örgüleyen, insan cevherini ortaya çıkarmayı amaçlayan, insana insanlığını hatırlatan sade ve merhametli anlatım tarzında yatıyor. Bütün bunları güçlü bir mantık örgüsü içinde veren anlatımı ölümsüz olmayı elbette hak ediyor. Büyük ahlakçı ve şarkın dehası Sa‘dî, insanî erdemler bakımından 700 yılı aşkın bir zamandır insanlığın yoluna ışık tutmaya devam ediyor. Sa ‘dî’nin kendi ifadesiyle “şifa verici öğüt incilerini söz ipliğine dizdiği ve nasihatin acı ilacını zerafet balına karıştırdığı” 124 Gülistan, gönül ehlinin pusulası olabilecek niteliktedir. Sözlerimizi Lahey’de bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çok doğru bir tercihle serlevha ettiği ve kapısına astığı Sa‘dî’nin şu sözleriyle bitirelim: “İnsanlar birbirlerinin uzuvları hükmündedir, Çünkü yaratılışları itibariyle aynı cevherdendirler. Eğer gün olur bir uzuv hastalanırsa Diğer uzuvların bunu hissetmemeleri mümkün değildir. Diğerlerinin sıkıntı ve çilelerinden gamlanıp kederlenmiyorsan Sana âdemoğlu demek yaraşmaz.”125 KAYNAKÇA 124 Hicabi Kırlangıç, Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul, 2012, s.219. 125پیکرند بنى آدم اعضای یک که در آفرینش ز یک گوهرند چو عضوى به درد آورد روزگار دگر عضوها را نماند قرار تو کز محنت دیگران بی غمی نشاید که نامت نهند آدمی 446 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ASLAN, Üzeyir (2012) Besnili Nehcî Dede ve Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10636,nehci-divanipdf.pdf?0 AYDEMİR Yaşar, Behiştî Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10597,behistipdf.pdf?0 AYDEMİR, Yaşar, Ravzi Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10603,metinpdf.pdf?0 BİLGİN, Azmi (2011) Nigari Divanı http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10638,nigar-idivani-azmi-bilgin-pdf.pdf?0 BROWNE, G. Edward (1928) Volume II, A Literary History of Persia, Cambridge at the University Press, Great Britain. CANIM, Rıdvan (2000) Latîfî Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ, AKM Yay. Ankara. ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1977), Yahya Bey Divanı, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul. ÇAVUŞOĞLU, Mehmed, M. Ali Tanyeri (1989) Üsküplü İshâk Çelebi Divanı, Mimar Sinan Ünv. Yayınları, İstanbul. ÇİÇEKLER, Mustafa (2008) Sa‘dî Şîrazî, Cilt: 35,Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss.405407),Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul. DOĞAN, Muhammed Nur, Avni (Fatih) Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10595,avnfatihdivanimuhammednurdoganpdf.pdf?0 ERDOĞAN Mustafa, Bursalı Rahmi Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10600,bursali-rahmi-divanipdf.pdf?0 GÜFTA, Hüseyin (1992) Hâzık Mehmed Efendi'nin Hayatı Edebî Şahsiyeti, Eserleri ve Divanı'nın Tenkitli Metni, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, Erzurum. HARMANCI, M. Esat, Süheylî, Ahmed bin Hemdem Kethudâ DÎVÂN, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10650,girismetinpdf.pdf?0 HAŞİMİ, Hamid (H.Ş.1388) Zendeginame-i Şa’iran-i İran (Ez Agaz ta Asr-i Hazır), İntişarat-i Ferheng u Kalem, Tahran. HİDAYET, Mahmud (1353) Golzar-i Cavidan, Cilt II, Çaphane-i Ziba, Tahran. İPEKTEN, Haluk (1974) Karamanlı Nizâmî, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Sevinç Matbaası, Ankara. KAÇALİN, Mustafa S., Âhî Divânı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10590,ahidivanimustafakacalinpdf.pdf?0 447 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KARAKÖSE, Saadet (2001) Sa‘îd Giray Dîvânı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10644,said-giray-divanipdf.pdf?0 KARAVELİOĞLU, Murat Ali, On Altıncı Yüzyıl Şairlerinden Prizrenli Şem’î’nin Divanı’nın Edisyon Kritiği ve İncelenmesi, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10641,prizrenlisemipdf.pdf?0 KAVRUK, Hasan, Şeyhülislam Yahyâ Dîvânı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10655,seyhulislamyahyadivanihasankavrukpdf.pdf?0 KILIÇ, Filiz, Âşık Çelebi Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10593,asikcelebidivanifilizkilicpdf.pdf?0 KIRLANGIÇ, Hicabi (2001) İran Edebiyatı İçin Bir Sınıflandırma Denemesi (ss.96-108), Nüsha, Bahar. KIRLANGIÇ, Hicabi (2012) Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul. KÜÇÜK Sabahattin, Bâkî Divânı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10596,bakidivanisabahattinkucukpdf.pdf?0 MERMER, Ahmet (1994) Mezâkî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanının Tenkidli Metni, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Ankara. Sa‘dî (1946) Gülistan, (Çev. Hikmet İlaydın), MEB Yayınları, Ankara. SARAÇ, M. A. Yekta, Emrî Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10607,emridivanipdf.pdf?0 TARLAN, A. Nihad (1963) Necâtî Beg Divanı, MEB Yayınları, İstanbul. TARLAN, A. Nihat (1992) Hayâlî Bey Divanı, Akçağ Yay. Ankara. TARLAN, Ali Nihat (1944) İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul. TARLAN, Ali Nihat (1966) Ahmet Paşa Divanı, MEB Yay. İstanbul. TAŞ, Hakan (2004) Vahyî Divanı ve İncelenmesi, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10659,metinpdf.pdf?0 TULUM A. Mertol, M. Ali Tanyeri (1977) Nev`î Divânı, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi; Deyimler, İsimler, Eserler, Terimler, Cilt 7, (1990), (ss. 399), Dergâh Yayınları, İstanbul. ÜST, Sibel, Edirneli Nazmî, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10605,edirneli-nazmidivanisayfa19903981pdf.pdf?0 YAZAR, İlyas, Kânî Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10620,kanidivanipdf.pdf?0 448 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 YAZICI, Tahsin (1996) Gülistan, Cilt: 14, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss.240-241), Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul. YENİKALE, Ahmet (2012) Sünbülzâde Vehbî Dîvânı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10651,sunbul-zade-vehbipdf.pdf?0 ZAVOTÇU, Gencay (2009) Sa‘dî Düşüncesi ve Etkileri, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı:40, (s. 47-58), Erzurum. Zabîhullah Safâ ( h. 1339) Genc-i Sohen, Cilt II, Danışgah-ı Tahran, Tahran. Zabîhullah Safâ (2005), Tarîh-i Edebiyat der İran, Cilt II, (Çev. Hasan Almaz), Nüsha Yayınları, Ankara. 449 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 MUNZUR BABA EFSANESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME Hüseyin ÖZCAN İsmail PEKER ÖZET Tunceli ‘nin Ovacık ilçesinde yer alan Munzur Dağları’nda ve Munzur Irmağı etrafında anlatılan efsane konu alınmıştır.Munzur Dağı Anadolu’nun en eski devirlerinden beri gizemini ve doğallığını korumuştur.Munzur Dağları ve Munzur Irmağı saklı bir cennet gibi etrafında yeşeren efsanelere de kaynaklık etmektedir. Tunceli yöresi,Dersim dağlarının bir kale gibi etrafında çevrili olmasından dolayı, binlerce yıl hem bölgesel hem de kültürel olarak korunaklı bir bölge olmuştur. Efsanelerdeki sözlü anlatımlar içlerinde barındırdıkları dini-mitolojik öğelerle ortaya çıktıkları bölgelerin inanç sistemini de ortaya koymaktadır.Efsanenin oluştuğu bölgedeki etkisi aslında var olan inancın güç göstergesini de işaret etmektedir. Munzur Baba efsanesi ile Hacı Bektaşi Veli geleneğinin yüzyıllar içerisindeki etkileşimini görmekteyiz. İngiliz Yüzbaşı L. Molyneux Seel, 1914 yılında Londra’da ''A Journey In Dersim” adı altında, “The Geopraphical Journal” de yayınlanan eserinde Munzur Baba efsanesinden bahsetmiştir.Bu çalışmada efsanenin 1914 yılındaki varyantı ile günümüz varyantları incelenmiştir.Hacı Bektaşi Veli ’ nin menkibelerini anlatan ‘Vilayetname’ adlı eserde konu benzerliği olan bir menkıbe ile efsanenin bahsettiğimiz diğer varyantları karşılaştırılmıştır.Birbirinin yerine geçme kuramına göre Anadolu’nun birçok bölgesinde yer alan efsanelerde de Munzur Baba efsanesindeki konu özdeşliğinin ilk kaynağını bulmaya çalışacağız. Doç.Dr. Fatih Üniversitesi / TÜRKİYE Fatih Üniversitesi / TÜRKİYE 450 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Anahtar Sözcükler: Dersim ,Tunceli , Munzur Baba Efsanesi , Efsane , Hacı Bektaşi Veli , Vilayetname An Assesment of “The Munzur Baba Legend” Abstract In this study, the legend that told at MunzurMountains and Munzur River are located at Ovacık district of Tunceli. Munzur Mountains protected their mystery and naturalness from ancient times. Munzur Mountains and Munzur River weld ,as a secret heaven, legends sprouted around them. Tunceli region, because of rounded by Dersim Montains as a castle, has became a protected area in terms of culture and region for tousands years. Verbal expressions in legends exhibit regional religious beliefs by including mythological and religious elements. The impact on the region of the myth, actually, indicate the indicator of existing faith power. We have seen an interaction between Munzur Baba legend, and Hacı Bektaşi Veli tradition, over the centuries. English captain L.Molyneux Seel, mentioned Munzur Baba legend at his work “A journey In Dersim” that published at “the Geographical Journal” in 1914 at London. In this paper, variant in 1914 and present-day variants are investigated. There is a work about Hacı Bektaşi Veli’ tales, named as ‘’Vilayetname”. At this study we compare a tale at “Vilayetname” that have similar issues with Munzur Baba Legend and present-day variants of the legend. According to ınterchangeably passing rule, we try to find that the first source of positional identity of some located legends at many places of Anatolia and Munzur Baba Legend. Keywords :Dersim , Tunceli , Munzur Baba Legent , Legent , Haji Bektash Veli, Vilayetname. Munzur Efsanesi Üzerine Bir Değerlendirme Tunceli ‘nin Ovacık ilçesinde yer alan Munzur Dağları’nda ve Munzur Irmağı etrafında anlatılan bu efsane yüzyıllarca anlatılagelmiş.Munzur Baba efsanesinin Dersim yöresindeki etkisi kültürel anlamda hayli yüksek olmuştur.Fırat Irmağı’nı besleyen ana kollardan birisi olan o çoşkun ırmağa ’’Munzur ‘’ ismi verilmiştir.Munzur ırmağının süt gibi taştığı ve Munzur ırmağının kaynağı olan dağa da ‘’Munzur ‘’ ismi verilmiştir.Hayatı Munzur gibi 451 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 çoşkun ,bereketli ve iyi olsun diye yeni doğan bebeklere ‘’ Munzur’’ ismi verilmeye devam ediyor. Halk bilinci , etrafını kuşatan tabiat hakkında sebep-sonuç ilişkisinde düşünmeyi çevre kültürünün etkisiyle birlikte geliştirmiştir.Efsaneler de kendine has özellikleriyle farklılaşıp türlü türlü safhalar halinde gelişir.Munzur Baba efsanesinin yüzlerce yıl içerisinde geliştiğini düşündüğümüzde arkaik kültür insanının manevi duygularını , kültür değişimini , algılamaların nasıl meydana geldiğini görmek mümkün olabilmektedir. İnandırıcılık özellikleri dolayısıyla efsaneler, teşekkül ettikleri coğrafyanın kültürel yapısı üzerinde de etkili olmuş ve hâlâ da olmaktadır. Hatta bazı yerler etrafında bir kült teessüs etmiş ve efsaneler de bu kült içerisinde yer almışlardır. (Duymaz,2001:88) Bir halk edebiyatı ürünü bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya sözlü olarak taşınabilmekte ve doğal olarak bir yayılma ile sonuçlanabilmektedir.İşte bu taşınma sırasında metinler arasında farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.Bazı türküleri masalları,destanları ve efsaneleri bu bağlamda değerlendirebiliriz. Küçük farklılıkların olmasına rağmen bu halk ürünlerinin nerede ve kim tarafından ortaya konduğu bilinebilmektedir. (Oğuz,2013:61) Metin merkezli yayılma kuramı ve birbirinin yerine geçme kuramına göre bu efsaneyi incelediğimizde bu efsanenin konu özdeşinin Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbelerini anlatan’’Vilayetname‘’ adlı eserde olduğunu düşünmekteyiz.Munzur Baba efsanesinin Anadolu’daki benzer örnekleriyle karşılaştırdığımızda kahraman isimleri bölgeden bölgeye , yöreden yöreye değişse de bazı karakterler ve motifler benzerdir.Karakterler birbirinin yerine geçse de konu da ciddi bir değişiklik söz konusu olmaz.Bu çalışmamızda Munzur Baba efsanesiyle ilişkilendirdiğimiz Vilayetname ‘deki menkıbeyi , efsanenin günümüz varyantlarını,Saim Sakaoğlu’nun 1976 yılında yayımladığı ‘’101 Anadolu Efsanesi’’ adlı kitapta yer alan varyantını , L. Molyneux Seel’in 1914’ te yayınladığı Munzur Baba efsanesi varyantını Anadoludaki ‘’Sadık ,veli hizmetçi’’ ile ‘’Hacta getirilen yemek’’motifli efsaneler çercevesinde incelemeye çalışacağız.İlk olarak Hacı Bektaş Veli'nin ‘’Hacı’’ ünvanını alışını anlatan Vilayetname’deki menkıbeyi aktaralım. Hocası Lokman Perende hacca gider. Kâbe’yi tavâfdan sonra, Arafât’a çıkar. Orada, yanındakilere: “Bugün arife günü, şimdi bizim Türkistan'da herkes ‘bişi’ pişirir.” der. Bu söz Hünkar’a malum olur. Lokman Perende’nin evinde de, gerçekten bişi pişirilmektedir. Hünkar, 452 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Lokman Perende’nin evine giderek, şeyhin hanımından, bir tepsiye bişi koyup kendisine verilmesini ister. Hünkar, tepsiye konulup, kendisine takdim edilen bişi’yi, göz yumup açıncaya kadar, Lokman Perende’ye götürüp sunar. Bundaki hikmeti anlayan Şeyh Lokman Perende, arkadaşları ile beraber bu “bişi” yi yerler. Hac dönemi bitip Hicaz’dan dönülünce, Nişabur halkı Lokman Perende’yi karşılamaya çıkar. “Haccın kabul olsun.” diyerek tebrik ederler. Lokman Perende, gelen halka Bektaş’ın kerametini anlattıktan sonra, “Esas hacı olan Bektaş’tır.” diyerek, onu tebrik eder. Bunun üzerine adı Hacı Bektaş Veli olur.(Gölpınarlı,1958:6) Vilâyetnâme veya Menâkıb-ı Hacı Bektâs Velî olarak da bilinen bu eser HacıBektâşi Velî’nin çevresinde olup bitenleri dinsel ,düsünsel baglamda ve kendi mantık baglamı içerisinde anlatan bir yapıttır. Hacı Bektâs-ı Velî’nin ölümünden yaklasık 200 yıl (XV. yüzyılda) sonra müritleri tarafından kaleme alınmıstır.1501-1502’de posta geçen Balım Sultan’dan hiç bahsedilmez. Bu verilerin ısıgında Vilâyetnâme’nin, Balım Sultan’ın posta oturmasından önce, 1481–1501 arasında yazıldığı sanılmaktadır.Vilâyetnâme; Hacı Bektâş hakkında doğru yanlış, fakat hemen hepsi olağanüstü olayları ihtiva ettiğinden dolayı hiç şüphe yok ki kendisinden bir hayli sonra ve menkıbevi hayatı kendisini görenlerden duyanların daha sonrakilere eklentilerle nakledilerek mayalanıp yoğrulduktan, Bektâsi geleneği iyice meydana gelip dal budak saldıktan sonra yazılmıstır(Yavaş,2006:51)Dolayısıyla eser yazılırken Bektâşi geleneği tamamıyla kurulmuş, gelişmiş, zenginleşmiş ve kökleşmiştir denilebilir. Bu bakımdan süreç içinde menkıbeleşen tarihi ve efsanevi geleneklerin XV. yüzyılın son yıllarında yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret olan Vilâyetnâme, çoğunluğu itibariyle mitolojik bir Hacı Bektaşi Velî’yi yansıtır. Ancak bu durum eserin hiçbir temeli bulunmadığı anlamında kabul edilmemelidir.(Noyan,2007:368)İslamî emirlerden bir diğeri olan hac ibadeti konusunda Vilâyetnâme bize net bilgiler sunmaktadır. Aktarıldığına göre Hacı Bektâs Velî, Rum ülkesine gelirkenhacca niyet etmis, Necef, Medine, Kudüs, Halep gibi şehirlere uğrayarak “erbain”çıkarmıs ve hac vazifesini eda ederek Elbistan ve Kayseri güzergahını takip ederek Anadolu'ya gelmistir.(Gölpınarlı,1958:17) Vilâyetnâme’de aktarıldığına göre o,keramet eseri sık sık Kabe’ye giderek namazı orada kılmıştır.Vilâyetnâme’deki hac ile ilgili çok net atıflara rağmen bazı alevi toplulukları, getirdikleri yorumlarla temel islamî ibadetlerden birisi olan haccı farklı sekilde yorumlamışlardır.(Üçer,2005:325)Hacı Bektâs Velî’nin vefatından sonra onun adı çevresinde oluşan tasavvuf hareketi Bektâsilik olarak bilinmektedir. Bektâsiler Hz. Muhammed’i mürsid, Hz. Ali’yi rehber, Hacı Bektâs Velî’yi pir olarak görürler. Türk siyasi hayatına derin izler bırakan Bektâşilik, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da XIV. yüzyılla birlikte Balkanlar’da geniş halk kitlelerini kendisine bağlamış, Bursa fethine katılan Abdal 453 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Musa, Elmalı’da Sarı Saltuk, Balkanlar’da kurduğu tekkede yetiştirdikleri halife ve müridleri vasıtasıyla tarikatın güç ve nüfuzunu arttırarak yayılışını hızlandırmışlardır. XVI.yüzyıla kadar süren bu dönem tarikatın birinci evresi olduğu düşünülmektedir.(Bardakçı,2005:58) Türkmen dervişlerin Anadolu’yu karış karış gezmeleri neticesinde bir çok bölgede bu efsaneler anlatılagelmiştir.Kahraman isimleri farklı olsa da konu aşağı yukarı aynıdır.Hacı Bektaşi Velinin muhabbetle Anadolu’nun kalbine dokunması efsane halkalarının oluşmasına sebebiyet verdiğini düşünüyoruz. Munzur Baba efsanesinin günümüzdeki söylemini tespit etmek için Tunceli’den 2 kaynak kişi tespit ettik. Kaynak Kişi-1 Ovacık İlçesine bağlı Koyungölü civarında yaşayan bir ağanın koyunlarını gütmek için yanında çobanlık yapmaya başlar.Munzur’un ağası hac zamanı geldiği için hacca gitmiş. Ağasının hacta olduğu bir gün Munzur ağanın hanımının yanına gelir ve: -Hanımım, ağamın canı sıcak helva ister. Helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm, der.Ağanın hanımı önce şaşırır, sonra herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor, doğrudan söylemeye dili varmıyor, utanıyordur.Kendisine bir helva yapayım da yesin, der. Helvayı pişirir, bir bohçanın içine bağlar ve Munzur’a: -Al , götür, der. O sırada ağa hacda namaz kılmaktadır. Namaz sırasında sağa selam verirken bir de bakar ki sağ yanında elinde bir bohça ile Munzur dikilmiş duruyor. Namazını bitirip Munzur’a; -Burada ne arıyorsun? Nedir o elindeki? ,der. Munzur’da: -Ağam canın sıcak helva istemişti, onu sana getirdim, der.Elindeki bohçayı ağasına uzatır. Ağası bohçayı açar ve bakar ki içinde sıcak helva duruyor. Ağa hayretler içinde Munzur’a bir şeyler söylemek için başını çevirdiğinde bir de bakar ki Munzur yanında yok.Ağa hac görevini tamamlayıp köyüne döndüğünde komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya giderler. Munzur’da götürecek başka bir hediyesi olmadığından bir çanağın içerisine koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider.Ağa Munzur’u görünce yanındakilere; 454 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 -Asıl hacı Munzur’dur. Öpülecek el varsa Munzur’un elidir. Önce ben öpeceğim, der ve Munzur’a doğru koşar.Munzur bu konuşmaları duyduğunda: -Aman ağam , böyle bir şey olmaz. Ben yıllarca senin ekmeğinle büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben sana elimi öptürmem, der ve kaçmaya başlar. Munzur önde, ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlar.Şimdiki Munzur Irmağı’nın çıktığı ilk yere geldikleri zaman Munzur’un elindeki süt dolu çanak dökülür ve sütün döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar. Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur da bu dağlarda kaybolur gider. Kaynak Kişi-2 Ovacık ilçesinde yaşayan bir ağanın Munzur adlı bir çobanı vardır.Ağa bir gün hac için Kabe’ye gider.Hacta olduğu vakit canı helva çeker.Çobanı olan Munzur bunu hisseder.Evin hanımına :’’Ağam’ın canı helva çekiyor, helva yapta götüreyim .’’der.Bunun üzerine evin hanımı :’’Herhalde Munzur’un canı helva çekti, fakat utandığı için söyleyemiyor.’’diye düşünür.Bunun üzerine helvayı yapar ve güzelce tabağa koyar.Munzur da gelir helvayı alıp gider.Bir müddet sonra geri döner.Evin hanımı:’’Tabak nerde?’’diye sorar.Munzur:’’Tabak ağamın yanında gelirken getirecek:’’der.Evin hanımı :’’Herhalde bir yerde tabağı unuttu , o yüzden böyle söylüyor.’’ diye düşünür.Ağa hactan geldiği vakit tüm köylü ağanın yanına gelir ve elini öpmek ister.Ancak ağa elini öptürmez ve ‘’ Gerçek hacı Munzur’dur,gidin onun elini öpün.’’ Diyerek olan biteni köylüye anlatır.Bunun üzerine herkes Munzur’un elini öpmek için ,elinde süt kabı olan Munzur’a doğru koşar.Munzur utancından kaçar.Köylüden uzaklaşırken elindeki süt kabından sütler yere düşer.Munzur ırmağının kaynağı oluşur.İşte Munzur suyunun kaynağı o günden beri süt gibi yerden taşar.Munzur ise dağlara doğru koşar ve ortadan kaybolur. Saim Sakaoğlu’nun 1976 yılında yayımladığı ‘’ 101 Anadolu Efsanesi’’ adlı eserinde geçen varyantı: Ovacık, Tunceli ilimize bağlı küçük bir yerleşme merkezidir. 2000′i ancak bulan nüfusu ile bu ilçemiz de pek çok Doğu Anadolu ilçesi gibi kendi kaderini yeniden çizmeye çalışmaktadır. Geçen yıllarda az da olsa yer sarsıntısı ile hasara uğrayan bu ilçemizin hudutları içinde 3188 metrelik zirvesiyle Munzur Dağı ve buradan çıkarak Murat Suyu’na katılan Munzur Irmağı 455 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bulunmaktadır. Ovacıklılar, dağa ve ırmağa bu adların veriliş sebebini şu güzel hikâyeye bağlamaktadırlar: Çevredeki köylerin birinde zengin bir ağa yaşarmış. Ağanın yaşı kemale ermiş, emanetini teslim etmeden bir de hacca gitmek istemiş. Çoluk çocuğunu bırakacak kimsesi yokmuş. Sonunda kararını vermiş, hane halkını, çobanları olan Munzur’a emanet etmeye karar vermiş.Ağa çoluk çocuğu ile helalleşip yola çıkar. Üzerine farz olan borcunu eda edecek ve Hacı Ağa olarak memleketine dönecektir.Ağa Kâbe’de iken, bir gün karısı evde helva pişirir. Çocukları ile birlikte yerken yanlarında bulunan Munzur’a lâtife yapmak kastı ile der ki:’’Munzur, bu helvadan ağan da yese ne iyi olurdu. Al şunu, soğumadan ağana götür de o da yesin.’’Çoban hemen ablasının elindeki helvayı alır ve gözden kaybolur. Bir müdet sonra Munzur elinde boş tabakla eve döner. Ne ablası, ne de çocukları bu işten bir şey anlamazlar.Aradan günler geçer, hacıların dönme zamanı gelir. Köy halkı ağalarını karşılamak üzere yollara dökülürler. Hacı olan ağalarına daha fazla hürmet etmek, hizmetinde bulunmak için köylüler âdeta yarış ederler. Fakat ağa onlara Munzur’u gösterir ve:‘’Hürmetinize lâyık olan ben değil, Munzur’dur. Onun elini öpün, onun hizmetine koşun.’’ Ağa, köylülerin şaşkın bakışları arasında meseleyi kısaca anlatır. Herkes alelâde bir çoban zannettiği Munzur’un eline sarılır; o ise geri çekilir. Ağasına ikram etmek için getirdiği süt de bu arada dökülür; kendisi de yere yuvarlanır. Munzur’u, ne oradan kalkarken gören olur, ne de daha sonra gören; bir daha kimseler göremez onu. Fakat bugün onu hatırlatan iki iz hâlâ köylülerin hafızasındadır. Bunlar, dökülen sütten meydana gelen beyaz köpüklü Munzur Irmağı ve düşerken elini dayadığı kayadaki parmak izleri.Bugün, çevre halkı Munzur’u, onların deyişiyle Munzur Baba’yı bir evliya kadar sever ve sayarlar. Zaman zaman yeminlerini onun üzerine söylerler. Munzur Irmağındaki balıkları, Munzur Baba’nın kuşlarıdır, diye avlamazlar ve yemezler.Bir inanışa göre de, Munzur Baba’yı ziyaret edenler, mutlaka ikinci bir defa daha gelirlermiş.Bugün Munzur Dağı karlı tepelerinden sıza sıza akan Munzur Irmağı’nın ruh okşayıcı nağmeleriyle belki de Munzur Baba’ya dua edip durmaktadır. (Sakaoğlu,1976:124) Efsanelerde benzer motifleri sıkça görebiliriz.Aynı özelliklere sahip olan efsane karakterleri karşımıza değişik isimlerde çıkabilir.Bu efsanelerin benzer özelliklerini dikkatle incelediğimizde kaynaklarının aynı olabileceği fikrini düşünebiliriz. Bu efsane kahramanlarının ortak özellikleri efendilerine(ağalarına,sahiplerine) olan sadakatları ve sevgileridir.Mütevazi ve çalışkan 456 olan bu hizmetçiler aslında birer BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 evliyadır.Bektaşi geleneğinin bir nüansı olan ‘’sır ‘’ yani kerameti açığa çıkarmama, maddi ve manevi olarak hep arka planda görünme motifi mevcuttur.’’sır’’ lı olan bu hizmetçiler aslında birer velidir ve hiç kimse bilmemektedir.Anadolu’nun değişik bölgelerinde aldıkları isimlere göre sıralamak mümkündür. Ağrı:Şeyh Bekir , Erzurum : Ahmet Baba , Kağızman :Hacı Kağızman , Orta Anadolu : Hacı İbrahim Devletlü , Orta Anadolu :Yuannis , Koçarlı : Bilal Dede , Ağrı: Şeyh Bekir Kars: Ermiş Keloğlan, Sungurlu: Ali Baz , Gaziantep : Şeyh Bilecen , Gaziantep: Memik Dede Tunceli : Munzur Baba (Sakaoğlu,1997:182) Munzur Baba efsanesi ile bu efsanelerde temel yapı aynıdır.Sadık bir çoban ya da hizmetkar olan sır sahibi kişi hacca gitmiş olan efendisine (ağasına) yörenin yemek veya tatlılarından birini veya onun sevdiği yiyeceği sıcağı sıcağına , üzerinde dumanı tüterken ulaştırır.İslam tasavvuf anlayışında ‘’ aynı anda iki yerde olma’’ kerametini gösterir(tayyı mekan) Ağa hactan dönüşte kendisini karşılamaya gelenlere hizmetçiyi işaret ederek asıl hacının onun olduğunu söyler.Bu olaydan sonra sırrı ortaya çıkan veli oradan uzaklaşır, uzaklaşmak isterken bazen de vefat eder.Bu veliler arasında sonradan Müslüman olanlar da vardır.Değişik isimlerle anılan bu çıktıktan sonra asıl büyüklüğün hizmetkarların sahip oldukları ermişlik ortaya sırda olduğunu bilen bu evliya zatlar ortadan kaybolmuşlardır. (Sakaoğlu,1997:182)Ayrıca Saim Sakaoğlu’nun ’’Sadık ,veli hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelerden 12 adetini yazıya aktardığını bilmekteyiz.(Sakaoğlu,1997:183) Benzer motifli efsanelere ek olarak Diyarbakır, Karaçalı köyünde anlatılan ‘’Deli Ali ‘’ efsanesini de buraya ekleyebiliriz. (Kaynak Kişi-3 Mustafa Yıldız,1974,Diyarbakır,Derlenme Tarihi:12.04.2014).Kahramanmaraş Elbistan’da Ozanya Köyünden ‘’Kıyan’’ (Bozkurt,2007: 23) efsanesi de benzer motiflere sahiptir. Bu son efsanelerle beraber Anadolu’ da ’Sadık ,veli hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’motifli 14 adet efsane tespit edilmiş oluyor.Anadolu’da bunlara ekleyebileceğimiz benzer motifli henüz keşfedilmemiş efsaneler de olabilir. L. Molyneux Seel, 1911 yılının Temmuz, Ağustos, Eylül aylarında Dersim’de kapsamlı bir gezi düzenlemiştir.İngiliz araştırmacı ve yüzbaşı L. Molyneux Seel hangi nedenle o tarihlerde dersim bölgesine geldiğini bilmemekteyiz.Buna rağmen üç aylık Dersim seyahatinde yöreye ait coğrafi haritaları ve kültürel öğelerle ilgili detaylı bilgileri fotoğraflar eşliğinde vermiştir. Dersim gezi notlarını 1914 yılında Londra’da “A Journey In Dersim” adı altında, “The Geopraphical Journal” de yayınlar. 457 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 İncelediğimiz Munzur Baba efsanesinin bu varyantını 4 bölüm halinde yayınlamıştır.L. Molyneux Seel Munzur Baba efsanesini kaynak şahıslar vermeden yazıya geçirmiştir.. 1911 yılında tespit edilen bu varyant ve 1914 yılında yayınlanmıştır. Efsanenin, sözlü olarak anlatımının bu bölgede uzun bir süredir devam ettiğini tahmin ediyoruz. Munzur Baba Efsanesi’nin, L. Molyneux Seel tarafından yazılmış bu versiyonunun tarihsel bir değere sahip olduğunu görebilmekteyiz.(Akgül,2010:89) L. Molyneux Seel 1. Bölüm Topuzanlı aşiretinin Şeyh Hasan isminde itibarlı bir ağası vardı. Bunun da Muzur adında bir oğlu vardı. Muzur babasının koyunlarına bakıyordu. Kışın, dağlar karla kaplı olduğu zaman bile Muzur, babasının yasaklamasına rağmen sürüyü dağa götürürdü. Koyunlar devamlı karınları iyice doymuş olarak geri dönerlerdi. Muzur’un babası bir gün merakını gidermek için oğlunu takip etti. Gördüğü manzara şöyleydi: Muzur dağa çıktığında karla kaplı ağaçlara sopasıyla vurmakta, düşen yaprakları da koyunlar yemekteydi. Muzur babasının kendisini izlediğinin farkına vardı ve kızgınlıkla koyunları da bırakıp ortadan kayboldu. 2. Bölüm Muzur babasından ayrıldığında Ali Haydar Ağa ile birlikte Büyük Köyde çoban olmaya gitti. Ertesi yıl Ali Haydar evinden ayrılarak kutsal bir ziyaret için Kerbela’ya gitti. Oradayken bir gün canı, hanımının onun için evde yaptığı helvalardan istedi. Beş dakika sonra Muzur büyük bir tabak helva ile efendisinin önünde ortaya çıkıverdi. 3. Bölüm Aşağıda sözü edilenler Büyük Köy’de olanlardır. Muzur bir gün ortası sürüyü sağmak amacıyla köye döndü. Muzur evin hanımına yaklaştığında şöyle dedi: “Hanımefendi, benim efendim helva yemeyi çok istiyor.” Evin hanımı, “İyi güzel de senin efendin şimdi buradan çok uzaklarda” dedi. Muzur, “Önemli değil, sen helvayı yap, onu ben efendime götürürüm.” Evin hanımı kendi kendine, “Anlaşılan bizim çoban helva yemek istiyor. Mühim değil, o bizim sürüye iyi bakıyor. Ben de ona helva yapayım.” Sonra helvayı hazırladı, bir tabağa koyarak Muzur’a verdi ve gülerek,“Onu efendine götür” dedi.Muzur, helvayı aldı ve birden kayboldu. Kısa bir süre sonra da tabaksız geri döndü.Evin hanımı, “Muzur, tabak nerede?” dedi. Muzur cevap verdi:“Efendim döndüğünde tabağı getirecek.”dedi. 458 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 4. Bölüm Doğu geleneğinin bir unsuru olarak, Ali Haydar Ağa Hac’dan döndükten sonra Büyük Köy’ün sakinleri Ali Haydar ağa ile görüşmek ve kutsal yerlere değmiş ellerini öpmek için onu karşılamaya gittiler. Fakat Ali Haydar, kalabalık kendisine yaklaştığında elini öpmelerine müsaade etmeyerek şöyle dedi: “Gerçek Hacı ; çobanım Muzur’dur. Gidin, onun elini öpün.” Kalabalık bunun üzerine Muzur’u aramak için köye geri döndü. O sırada Muzur elinde efendisi için bir kap taze süt ile köyden çıkıyordu. Muzur, kalabalığın kendi üzerine doğru geldiğini görünce şaşırdı. Geri dönerek dağlara doğru kaçtı. Elini öpmek isteyen kalabalık onun peşinden gitti. Koşarken elinde tuttuğu kaptaki süt döküldü ve her bir damla sütün düştüğü yerdeki taşlardan sular fışkırdı. Muzur yorgunluktan olduğu yere oturdu ve daha sonra da kayboldu.Bir kaç asır sonra Pers Şahlarından biri bu kutsal pınarlara ziyaret amacıyla geldi. Munzur Baba kaybolduğunda onunla birlikte bulunan kabı bulmak için bazı kazılar yaptı. Şah bu kazıda başarılı oldu. Bu süt kabını alarak beraberinde götürdü. Bu kap Tahran müzesinde bulunmaktadır.(Akgül,2010:92) Günümüz varyantları ile 1914 varyantını karşılaştırdığımızda bazı farklılıklar karşımıza çıkmaktadır.Bunlardan ilki ‘’Munzur’’ yerine ‘’Muzur’’ sözcüğünün kullanılmasıdır.L. Molyneux Seel, yazım şekli olarak “Muzur” biçimini kullanmıştır.Dersim bölgesinde kullanılan zazaca ve kurmanci dillerinde de bu şekilde de görmekteyiz.Kelimenin Zazaca , Kurmanci kullanım kullanılabildiğini şekli “Muzur” biçiminindedir.’’Munzur’’-‘’Muzur’’ kelimelerinin anlamlarını Türkçe ve diğer dillerdeki anlamlarını incelediğimizde ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz.’’Munzur‘‘ kelimesini TDK Büyük Türkçe Sözlükte karşımıza çıkan anlamları aşağıdadır. 1.Zararlı insan ya da hayvan, baş belası 2.Hayvan burnu. 3. Domuzun çene, ağız ve burun kısmı.4. Asık surat anlamlarına gelir.5.Munzur(Sıradağ) aynı zamanda Tunceli - Erzincan arasında Yukarı Fırat bölgesinde bulunan sıradağlarının adıdır.6.Munzur(Akarsu) Tunceli Ovacık’ın kuzeyinde Munzur Dağlarının üzerindeki Ziyaret Tepenin eteklerinden doğan ve merkez ilçede Pülümür Çayı ile birleşerek Keban Baraj Gölüne dökülen suya verilen isimdir Zazaca ve Kurmenci dillerindeki anlamlarına baktığımızda da genellikle zararlı , yaramaz anlamına geldiğini görmekteyiz.Dersim bölgesinde uzun yıllar yaşamış olan Ermeni toplulukların dilini incelediğimizde ise bazı araştırmacıların ermenice ‘‘Munzur‘‘kelimesinin ‘‘Mendzoor‘‘ veya ‚‘‘Mehzoor‘‘ un bozulmuş şekli olabileceğini, Mendzoor,un ulu veya büyük su kaynağı ya da Fırat nehrini ifade edebileği sonucuna 459 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 ulaştığını görmekteyiz.(Kalman,2011:13)Munzur dağları ve Munzur ırmağı çevresi coğrafi yapısından dolayı persler, asurlar , romalılar , bizans, Selçuklular, Osmanlılar döneminde merkezi otoriteye bulunmaz karşı gelen veya güvenli gizli bir yer arayanlar için bir sığınak olmuştur.Bu sebepten dolayı bu bölgeye yaramaz-zararlı anlamlarında kullanılan ‘’Munzur‘‘ ya da ‘‘Muzur‘‘ ismi verilmiş olabilir.Zazaca,Kurmenci ve Türkçe anlamlarının ortak olması yukarıda bahsettiğimiz sebepten kaynaklanmış olabilir. Türkçe’de anlam değişmesi yoluyla birçok kelime zaman içinde yeni anlamlar kazanmıştır.Munzur kelimesinin , Munzur Baba efsanesinin zamanla bilinmesi ve halk kültürüyle birleşmesi sonucu bir veli zatın ismi olarak anlam değişmesine uğradığını tahmin ediyoruz.Türkçe‘de bu tarz anlam değişmesi yoluyla yeni anlamlar yüklenerek anlamı iyileşen kelimeler mevcuttur.Özellikle Selçuklular döneminde yerleşen Türk aşiretleri Hacı Bektaşi Veli geleneğinin gücü ile Hacı Bektaşi Velinin ismi üzerinde değilde o coğrafyaya özgü olan ‘‘Munzur‘‘ ismiyle öne çıktığını düşünüyoruz.Aynı zamanda Hacı Bektaşi Velinin menkıbelerinin hem yerelleştirilmesini hem de milli bir kimliğin öne çıkmasını sağlamıştır.Bunun ortaya çıkmasını sağlayan halk bilinci hem kelimenin kötü anlamlarını iyileştirmiştir hem de manevi kültürün devamını sağlamıştır. Bölgede eskiden yoğun olarak yaşayan ermeni topluluklarını da göz önünde bulundurduğumuzda ‘‘Mendzoor‘‘un ulu veya büyük su kaynağı anlamında olduğunu ifade etmiştik.Munzur kelimesinin Türkçe-Zazaca-Kurmenci anlamlarının da aynı olduğunu düşündüğümüzde bu iki kelimenin anlam birleşmesini gerçekleştirdiğini görebiliriz.Munzur kelimesinde iyileşme olmuş ve ermenicede kullanılan ‘‘Mendzoor‘‘ ulu ve büyük su anlam formu Munzur kelimesine yerleşerek yeni ve özel bir isim ortaya çıkarmış olabilir.Böylelikle Munzur kelimesinin güncel kullanımdaki anlam formunun ortaya çıktığını tahmin ediyoruz. Munzur kelimesinin güncel anlam formu olarak ; Tuncelinin ovacık ilçesinde yaşadığı tahmin edilen bir veli zat anlamında kullanıldığını ifade edilebilir. 1.Bölümün İncelenmesi 1914 varyantınta anlatılan efsanenin birinci bölümünde bölgedeki başka bir efsaneyle birleştirildiğini görmekteyiz.Bölgede Düzgün Baba efsanesi olarak bilinen başka bir efsaneyi bu bölümde Munzur Baba efsanesinde anlatılmaktadır.(Zeki,1969:16)Günümüz varyantlarında ve Vilayetname‘deki menkıbede böyle bir konu anlatılmamıştır.Ancak 460 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yörede anlatılan diğer efsane olan Düzgün Baba‘da ismi geçen Seyyit Mahmut Hayrani‘nin Vilayetname‘ de isminin sıkça geçtğini ve 300 müridiyle Hünkar Hacı Bektaşi Veli‘yi mürşit olarak kabul ettiğini kaynaklardan bulabiriz.Ayrıca Tunceli bölgesinde Seyit Mahmut Hayraniye bağlı ocakların varlığı da bilinmektedir. Seyyit Mahmut Hayrani’ye bağlılar arasında Tunceli’deki Kureyşan Ocağının bir kısmı ile Erzincan, Elazığ ve Malatya yöresinin oymakları bulunmaktadır. (Doğan,2003:2) 2.Bölümün İncelenmesi Munzurun ağası Ali Haydar hac için Kerbelaya gidiyor.Günümüz varyantlarına ve 1976 varyantlarına baktığımızda hac için gidilen yerin Mekke olduğunu görmekteyiz.Peki bu farklılığın sebepleri ne olabilir? 12.yy ile 16.yy arasında Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaşi Veli’ nin İslam anlayışı ve kültürü kalıcı olarak Anadolu’da Türkmen aşiretleri arasında benimsenmişti.Ancak 16.yy dan sonra Bektaşilik geleneğine benzer görünen ancak birçok noktada farklılık arz eden şiilik , Safevi devletiyle resmileşmişti.Efsanede geçen iki özelliğin (Kerbela’ya yapılan hac ziyareti ve İran şahının Munzur Dağlarına gelip süt kabını alıp götürmesi) örnek verilmesi Şah İsmail - Safevi etkisinin uzun süre devam ettiğini göstermektedir.Sadece Munzur Baba efsanesinin 1914’te L. Molyneux Seel yazıya geçirdiği varyantında hac için gidilen yerin şiilerin hac olarak addettikleri kerbela ismi zikredilmiştir.Özellikle İran –Azerbaycan bölgelerinde 16.yy da Türkmen boylarından oluşan Safevi devletinin kurulması göçer yaşayan ve yerleşik hayata geçmekte zorlanan , vergi vermek istemeyen Doğu ve Güneydeki Türkmen aşiretleri için bir alternatif oluşturmuştu.Safevi Devletinin genç hükümdarı Türkmen aşiretlerine şii halifeleri aracılığıyla bu özgürlükleri vereceğini taahhüt etmişti.Böylelikle Dersim bölgesinde göçer yaşayan Türkmen aşiretleri de Bektaşi geleneğine yakın gözüken ve özgürlükler vaat eden akrabaları Şah İsmail’in tarafını desteklemişlerdir.Yavuz Selim’in Çaldıran savaşıyla Şah İsmail’i yenmesi Türkmen aşiretlerindeki Şiilik etkisini azaltmıştı ama tam olarak yok edememişti.16.yy’dan itibaren şiilik etkisinin Bektaşilik geleneğiyle birlikte bazı kesimlerde kısmen devam ettiğini görebiliriz.Efsanenin 1914 yılındaki varyantında gördüğümüz bu özellik günümüz varyantlarında ve 1976 Saim Sakaoğlu’nun derlediği varyantında anlatılmamıştır.Anadolunun diğer bölgelerindeki ‘’Sadık ve evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’motifli efsaneleri incelediğimizde hepsinde hac için kastedilen yerin Mekke olduğunu görmekteyiz.Vilayetname’nin yazıldığı tarihlerde ise henüz şiilik kurulmamıştı. Kerbela haccı da söz konusu değildi. 461 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Dersim tarihiyle ilgili kaynaklara baktığımızda bir çok Türkmen boyunun Malazgirt savaşından sonra bölgeye yerleştiğini görüyoruz.Uzun yıllar Türk beyleri Hozat merkezli Dersim bölgesini elinde tutmuştur.Tuncelinin günümüze ulaşan güçlü aile bağlarından olan Abbasan (Hz Abbas’ın soyundan gelen aile ) aşiretleri , Kureyşan (Hz Muhammed’in aşireti olan Kureyş aşiretinden gelen aile) aşiretleri ise seyit olduklarını ifade etmektedirler.Bu aşiret ve ocakların Dersim merkezli yerleşimleri yüzyıllar boyunca devam etmiştir.Kültürlerini ve nereden geldiklerini sözlü kültür olarak devam ettirmişlerdir. 11001500 yılları arasında özellikle Ahmet Yesevi öğretisinin Anadolu ‘daki temsilcisi olan Hacı Bektaşi Veli kültürü yaygındı.Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbeleri yıllar yılı, nesilden nesile anlatıldı.O dönemde Anadolu’daki Türkmen aşiretlerine İslamı öğreten Hz. Muhamed’i sevdiren öğretmen Hacı Bektaşi Veli’ydi.Yunus Emre ve diğer müritleriyle beraber Hacı Bektaşi Veli için Anadolu büyük bir mektep , Anadolu halkı ise talebe olmuştur. ‘’Sadık ve evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsane Anadolu’nun her yerinde anlatılan bu efsanelerin temelini yukarıda bahsettiğimiz menkıbenin oluşturduğunu düşünebiliriz.Bektaşi tekkesinin Anadolu’yu karış karış gezen dervişleriyle bu menkıbenin Anadolu’da yayıldığını ; ancak geçen süre içerisinde birbirinin yerine geçme kuramına göre kahramanların isim farklılıklarının olduğunu görmekteyiz.Günümüz varyantlarını incelediğimizde bu efsanenin gelişim sürecini devam ettirdiğini görmekteyiz. 3.Bölümün İncelenmesi Hacta bulunduğu sırada Munzur’un ağasının canı helva çeker.Bu 1914 varyantında da günümüz varyantlarıyla hemen hemen aynıdır. Burada helvadır.Anadolunun diğer yerlerinde ise ağasına götürdüğü bu bazen mantı,bazen içli yiyecek köfte olabilmektedir.(Sakaoğlu,1997:183) Vilayetname deki menkıbede geçen yiyecek ise ‘’bişi’’ denilen hamur kızartmasıdır. Diğer bir nokta ise 1914 varyantında,1976 varyantında ve günümüz varyantlarının birinde ise Munzurun namaz kılması anlatılmamıştır.Günümüz varyantlarından birisinde ise Munzurun ağası Mekke de hacta iken namaz kılar ve sağa selam verdiğinde Munzur’u görür o da ağasına helvayı takdim eder.(Günümüz varyantı 1)Anadolu’daki benzer motifli efsaneleri incelediğimizde namaz ibaresi geçmemektedir.Efsanenin düşündüğümüz menkıbede de böyle bir durum anlatılmamıştır.. 462 kaynağını oluşturduğunu BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 4.Bölümün İncelenmesi 1914 varyantında , 1976 varyantında ve günümüz varyantlarında bu bölüm çoğunlukla aynıdır.Buradaki hacta olan ağanın gelmesi ile kerametin ortaya çıkması, sadık ve evliya hizmetçinin ortadan kaybolması ‘’sır’’olması Anadolu’daki diğer efsanelerde de çoğunlukla vardır.Vilayetname’de ise böyle bir durum anlatılmamıştır. Munzur Baba efsanesinde su kaynağının süt gibi kaynaması bize Altay-Türk mitolojisindeki ve Anadolu’daki süt pınarı,süt denizi,süt gölü,süt ırmağı gibi motiflerle su-süt benzetmesini akla getiriyor.Yine Dadaloğlu’nun Aladağı’ndaki süt pınarına olan benzerlik de dikkat çekicidir.(Ögel,2010:362)Munzur’un dağda kaybolması ile ruhunun dağa ve ırmağa akmasını temsilen oradaki halk tarafından dağa ve ırmağa Munzur isminin verildiğini düşünebiliriz.Yüce dağ ve ulu ırmak kültünün oluşmasına ve devam etmesine sebebiyet veriyor. Efsaneler temelde bir oluşumu açıklarlar. Bunların yanı sıra ilk işlenen günahı, ölümün kökenini, tufanı, tanrıların insanları nasıl cezalandırdıklarını, avcılığın ve hayvancılığın başlangıcını, bitkilerin nasıl oluştuklarını, ateşin bulunuşunu, yeryüzünün ilk çiftini ve ailesini, gelenek ve göreneklerin, törelerin, teknik bilgilerin kaynağını da kendine konu edinir. Efsanelerin birçoğu açıklayıcı niteliktedir. Dünyadaki ve hayattaki birçok varlığın neden ve nasıl ortaya çıktığına cevap vermeye çalışır. Bu durumda Munzur Irmağı’nın kaynağını oluşturan suyun sebebi efsaneye dayandırılarak güzel bir sebebe bağlanıyor. Son paragrafta var olan İran şahlarından birisinin gelmesi ,kazı yaptırarak süt kabını bulması ve Tahran’daki müzeye götürmesiyle ilgili olarak ise başka bir kaynakta böyle bir durumla karşılaşılmamıştır.Ancak Yavuz Selim –Şah İsmail rekabetinden beri Dersim bölgesindeki Türkmen aşiretlerinin Şah İsmail tarafını desteklediğini bilmekteyiz.Son paragrafta anlatılan bu durum ise efsanenin günümüz varyantlarında ve 1976 varyantında bulamıyoruz. Aradan geçen yüz yıl içerisinde şiilik etkisinin bölgede azaldığını ayrıca efsanenin asıl formatı olarak düşündüğümüz menkıbeye daha çok benzediğini görebilmekteyiz. Anadoludaki benzer motifli diğer efsanelerde ise şiilik etkisini göremiyoruz. 463 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Sonuç Efsanelerin güvenilir tanıklıkta bulunmak ve toplumsal inancı karşılamak için ortaya çıktığını düşünebiliriz.Masal metinlerinde inandırma amacı güdülmezken efsanelerde inandırma amacı güdülür.Metin merkezli yayılma ve birbirinin yerine geçme kuramlarına göre bir toplum için önemli olan olay , durum, varlıkların oluşum nedenlerine göre açıklama getirmek ve bu anlatının devamını sağlayabilmek önemlidir.Folklor ürünlerinde toplumun yaşadığı coğrafyayı tabiatı , toplum hayatında önemli olan varlık ve nesneleri yerelleştirmek,millileştirmek için kullanılabilir. Munzur Baba efsanesinde Munzur Irmağı’nın kaynağında suyun süt gibi yerden kaynayarak çıkması , buna efsanevi bir görünüm ve toplum inancını karşılayan bir sebep olarak ortaya konması önemli bir gerçektir.Böylelikle efsanenin oluştuğu bölge hem kutsallık kazanıyor hem de halkın inancını temsil eden motifler efsaneyle yıllar yılı tekrar ediliyor.Dersim halkı savaşlar, sürgünler,nesil farklılıklarını devam ediyor ve küçük yaşasa dahi halkın bilinçaltında kültürel öğretiler değişikliklerle Munzur Baba efsanesi gelişimini sürdürüyor.Toplumdaki gelenekleri ve sosyal davranışları geçerli kılmak ve bunu nesilden nesile aktarmak halk bilincinin vazgeçilmez bir özelliğidir. Vilayetname’de geçen menkıbenin Anadolu’nun hemen her köşesinde anlatılan ‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelere ilham verdiğini ve kaynaklık ettiğini tahmin ediyoruz.Ayrıca Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbe’de gösterdiği kerametin yıllar yılı birbirinin yerine geçme kuramına göre anlatıldığı savını da ortaya koyabiliriz.Anadolu’nun her bölgesinde sevilen,sayılan kişiler için ‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsaneler anlatılmıştır.Vilayetname’de geçen menkıbenin (Gölpınarlı,1958:6) , Anadolu’da anlatılan ‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelere kaynaklık edebilme durumunu inceledik.Anadolu’da anlatılan‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelerden 12 tanesini ,Saim Sakaoğlu makalesinde belirtmişti. (Sakaoğlu,1997:182) Diyarbakır’da’’Deli Ali’’ ve Kahramanmaraş’taki ‘’Kıyan’’ efsaneleri ile birlikte benzer motifli efsane sayısı 14 ‘e yükselmiş oldu. Munzur Baba efsanesinin 1914 varyantı ,1976 varyantı ve 2014 yılı günümüz varyantlarını inceledik.Farklılıklarını ve ortak özelliklerini tespit etmeye çalıştık. Halk anlatıları toplumun belleklerini oluşturmaktadır.Toplumun içinde bulunduğu sosyal şartlar bu anlatıları etkilemekte yaşanan süreç içerisinde metinlerde değişim ve dönüşümler 464 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 yaşamaktadır.Efsane türünün karakteristik özelliklerinden olan yörede tanınmış kişinin yaygın efsanedeki kişinin yerine geçmesi durumu Munzur Baba efsanesinde de görülmektedir. Bu tür efsaneler incelenirken şahıslarındeğişimi inanca bağlı değişim ve dönüşümler toplumun tarihi süreç içerisinde yaşadığı sosyal hadiselerin müşahhas yansımalarıdır.Bu bağlamda toplumların sosyal hayatı incelenirken halk muhayyilesinin ürünü olan efsanelerinde incelenmesi gerekmektedir.Bu durum aynı zamanda halk edebiyatı metinlerinin salt bir edebi metin olmaktan ziyade aynı toplumun etnografyası hakkında bilgi veren belge niteliği de taşıdıklarını da göstermektedir. Bu tür halk anlatılarının ortamında korunması derlenmesi, elektronik kültür küreselleşmenin sonucu olarak unutulma tehlikesine karşı tedbir alınmasını da sağlamaktadır.Farklı icra alanlarında (sinema , tiyatro vs.) inanç ve değerler bağlamında bu metinlerin değerlendirilmesi ve gelecek nesillere taşınması Türk folkloruna önemli katkılar sağlayacaktır. Kaynaklar Akgül,Suat (2000), Amerikan ve İngiliz Raporları Işığında Dersim,İstanbul,Yaba Yayınları,s.89. Ali,Duymaz(2001),Kaz Dağı Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme,Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi ,S.5,s.88-102. Bardakçı, M. Necmettin (2005), Bir Tasavvuf Mektebi Olarak Bektâsilik, Uluslararası Bektâsilik ve Alevilik Sempozyumu , Isparta, s.58. Bozkurt, Seyfi (2007), Kahramanmaraş Efsaneleri, Konya. lisans Tezi. Doğan,Paşa (2003),Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi Sayı .27 ,Seyit Mahmut Hayrani Silsilenamesi,Ankara,Gazi Üniversitesi.Gölpınarlı,Abdülbaki(1958)Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İstanbul sy.6. Kalman,Mehmet (2011), Belge ve Tanıklarıyla Dersim,İstanbul,Peri Yayınları,s.13. Zeki,S.(1969),Yüce Evliya Düzgün Baba,İstanbul,Azim Matbaası,s.72. Noyan,Bedri (2000), Bütün Yönleriyle Alevîlik ve Bektâsîlik Cilt1,Ankara,Ardınç Yayınları s.368. 465 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Öcal Oğuz,M (2013),Türk Halk Edebiyatı El Kitabı,Ankara,Grafiker Yayınları,s.61. Ögel,Bahattin (2010),Türk Mitolojisi Cilt.2, İstanbul,Türk Tarih Kurumu Yayınları,s.362. Sakaoğlu,Saim (1997),Türkiyat Araştırmaları Dergisi S.4,Konya,Selçuk Üniversitesi,s.181190. Sakaoğlu,Saim(1976),101 Anadolu Efsanesi , İstanbul ,Damla Yayınevi,s.124. Üçer,Cenksu (2005),Tokat Yöresinde Geleneksel Alevilik, Ankara,Ankara Okulu Yayınları ,s. 325. Yavaş ,Fatih (2006 ),Yuksek Lisans Tezi,İstanbul,Marmara Üniversitesi, s.51. Kaynak Kişi-1 Özgür Özgül,1984,Tunceli,Ovacık Derlenme Tarihi:15.04.2014. Kaynak Kişi-2 Aslı Çılgın, 1960 Tunceli,Ovacık Derlenme Tarihi:17.04.2014. Kaynak Kişi-3 Mustafa Yıldız,1974,Diyarbakır,Derlenme Tarihi:20.04.2014. 466 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 SERVET-İ FÜNÛN: ÜTOPYALAR, ÇATIŞMALAR VE HAYÂT-I MUHAYYEL İbrahim ÇALAN* ÖZET İnsanoğlu, öteden beri ideal bir dünya ve toplum düzeni inşâ etme düşüncesini hayâl ede gelmiştir. Platon’un Devlet’inden bu yana geçen uzun zaman zarfında;siyasî, edebî, sosyolojik yönü bulunan birçok ütopik eser vücûda getirilmiştir. Türk edebiyatında ütopik nitelikteki eserlereTanzimat döneminden itibaren rastlanır. Tanzimat dönemi, Osmanlı’nınBatı’ya ilim, teknik ve edebiyatta ciddi yönelimlerinin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde edebiyatta Batılı türler ilk kez denenmiş, Servet-i Fünûn döneminde ise teknik ve muhteva bakımından sağlam eserler verilmiştir. Batı’ya yönelme sadece ilim ve sanat sahalarında değişimler getirmemiş, aynı zamanda muhafazakâr dünya görüşünü de tesiri altına almıştır. Âkif Paşa’yla başlayan kırılma noktası, Şinasi ve Ziya Paşa ile devâm etmiş, Servet-i Fünûn döneminde en uç noktalarına varmıştır.Hayât, din ve dünya karşısındaki geleneksel duruşun değişmesinin edebiyata yansımaları olmuştur.Hayâttan şikâyet eden, hayâtı saplantıya dönüştüren yeni nesille birlikte mutluluk ütopik beldelerde aranmaya başlanmıştır. Modern Türk edebiyatının elit edebî oluşumu Servet-i Fünûn döneminde, -devrin siyasî yönden çalkantılı olması ve bu neslin karakter yapısının da etkisiyle- ütopik özelliklere sahip birçok edebî eser kaleme alınmıştır. Hüseyin Câhit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel’i Tevfik Fikret’in Ömr-i Muhayyel’i ve Yeşil Yurt’u bunlardan sadece birkaçına örnektir. Anahtar Kelimeler: Servet-i Fünun, Ütopya, Saplantı, Hayat-ı Muhayyel. Abstract Humankind has long been dreaming of idea which would create an ideal world and society system. It has been a long time since Plato's “The Republic” and many utopian books which have political, literary and sociological aspect have written. Utopian works in Turkish literature are seen since Tanzimat period. Tanzimat is a period that Ottoman Empire significantly headed * Arş. Gör. Siirt Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ibrahimcalan@siirt.edu.tr. 467 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 to the West in fields of science and literature. Western genres for the first time had tested in literature and in Servet-i Fünun period eligible books have written in terms of technique and theme. The heading to the West not only brought about changes in the fields of science and art, but also influenced conservative worldview. The breaking point which began Akif Pasha continued with Şinasi and Ziya Pasha and reached to it extreme border. Changes in traditional attitudes toward life, religion and world had influenced on literary. The happiness has sought in utopian place with the new generation who complain of life and make it an obsession. So Many utopian literary works have written in contemporary Turkish elite literary formation Servet-i Fünun period due to political turbulent and with that impact of the character of that generation. Hayat-ı Muhayyel by Hüseyin Cahit Yalçın, Ömr-i Muhayyel and Yeşil Yurt by Tevfik Fikret are examples a few of them. Key Words: Servet-i Fünun, Utopia, Obsession, Hayat-ı Muhayyel. Giriş Herhangi bir yerde bulunmayan bir mekân; nâ-mevcût bir varlık, gerçekdışı bir hakîkat (Utopie 1990: 264-265), herkesin mükemmel şartlar altında hayâtını sürdürdüğü hayâlî ülke (Utopia 1967: 545) anlamlarına gelen ütopya, Thomas More’unÜtopya (1516) adlı eseriyle literatüre girmiş bir kelimedir. Ütopyanın Batı edebiyatında köklü bir geçmişi vardır.İlk ütopik eser Platon’un Devlet (M.Ö 380) adlı eseridir.Bu eser felsefî bir ütopyadır.Daha sonra ise Thomas More’un Ütopya (1516), Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi(1602), Francis Bacon’nın Yeni Atlantis’i (1627), Winstanley’in Özgürlüğün Yasaları (1652) adlıeserler gelmektedir. Ütopyaya karşıt olarak ise distopya ortaya çıkmıştır. “Ters-ütopya, karşı-ütopya şeklinde de ifade edilen distopya ise, ütopyanın tam tersi adaletsiz, savaşın olduğu, huzursuz, mutsuz bir dünya anlamında kullanılmaktadır.” (İslamoğlu, 2013:704) Türk edebiyatında ise Batılı anlamda ütopya kavramı ve anlayışı her ne kadar eski olsa da bir yönüyle Batılılaşma ile yakından ilgilidir. “Osmanlı aydınları, 19. Yüzyılın ortalarında henüz kavram olarak ütopyayı bilmiyorlardı; fakat tarihimizin derinliklerinden gelen, fantastik ve ütopik unsurlar içeren eserlere pek aşinaydılar. Dede Korkut Hikâyeleri, Binbir Gece Masalları, Farabi’nin Faziletli Devlet’i, Mazdakların eşitlikçi gelenekleri, Karmatilerin ve Hürremilerin toplumcu girişimleri, Babai İsyanları, Kutadgu Bilig, Orhun Yazıtları, Battal Gazi Destanları ve diğer hikâyeler, söylenceler; Mevlana’nın, Yunus Emre’nin ütopik şiirleri, Alevi kitlelerinin 468 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 “Rıza Şehri” gibi ütopik tasarıları, Simavnalı Bedreddin’in gelecek tasarısı ve diğerleri...” (Usta, 2014: 64-65). Türk edebiyatında ütopik özelliklere sahip edebî eserler -tam olarak ötopya özelliği göstermeseler de- Osmanlı Devleti’nin güç kaybettiği, siyasî olarak istikrarsız olduğu Tanzimat döneminde görülmeye başlanır. Nitekim ütopyalar, en belirgin olarak buhranın azami dereceye vardığı, iyileşme ve dönüşme arzularının talep edildiği dönemlerde ortaya çıkarlar. Ziya Paşan’nın birtakım siyasî temennilerin bulunduğu Rüya(1868) adlı eseri ve Abdullah Cevdet’in Mahkeme-i değerlendirilebilirler.Servet-i yazısıütopik Kübra(1895) Fünûn döneminde, Hüseyin ilk metinler olarak Cahit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel’126i, Tevfik Fikret’in Ömr-i Muhayyel’i ve Yeşil Yurt’u, Fecr-i Âtî döneminde Ahmet Hâşim’in O Belde’si veYollar’ı ütopik eserler olarak dikkat çekerler. Servet-i FünûnÖncesi Genel Durum Her edebî hareket gibi Servet-i Fünûn hareketi de bir önceki kuşağın edebî mirasından, dönemin siyasî ve sosyal durumundan azade değildir. Bu çerçevedeServet-i Fünûn neslini, daha iyi tahlîl edebilmek için Osmanlı Devlet’inin “modernleşme” serüvenine kısaca değinmek faydalı olacaktır.18. yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti; siyasî,askerî,ilmî sahalarda Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. Avrupa’yı yakalayabilmek adına ilk olarak askerî alanda başlayan reform hareketleri 19. yüzyıldakendini değişik alanlarda da göstermeye başlamıştır; bu alanlardan biri de kuşkusuz edebiyattır. Batı’ya yönelme sadece ilim ve sanat sahalarında değişimler getirmemiş, aynı zamanda muhafazakâr dünya görüşünü de tesiri altına almıştır. Âkif Paşa’yla başlayan değişim ve dönüşüm, Şinasi ve Ziya Paşa ile devâm etmiş, Servet-i Fünûn döneminde en uç noktalarına varmıştır.Hayât karşısındaki geleneksel duruş yerini, şikâyet ve mennuniyetsizliğe bırakmış, bu durum ütopik nitelikli eserler için uygun bir zemin hazırlamıştır. Varlığın kendisi artık bir ızdırap sebebi olmaya başlamıştır.Artık övülen şey “yokluk”tur. Âkif Paşa’nınAdem Kasidesi ile bir çözülme başlar: Biz bu mihnet-geh-i hestîye küçükken geldik Yoksa kim eyler idi terk-i kühencâ-yı adem. HüseyinCâhidYalçın, Alıntılarbubaskıdandır. 126 SeçmeHikâyeler, (hazırlayan: 469 ÖzgeŞahin), KesitYayınları, İstanbul 2011. BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Âkif Paşa’nın bu beyitte dile getirdiği “bu köhne mekânı terk etme, mihnet dolu mevcûdiyetten ayrılma” isteği tradisyondakilerden nüanslar içermektedir. O’ndaki bu istek tasavvufî boyutlarda ele alınabilecek bir durum olmadığı gibi, yüce bir felsefî doktrinin neticesi de değildir.Adem Kasidesi daha çok Âkif Paşa’nın kırgınlık ve hırçınlıklarını öfkeylebilinç düzeyinde ifadeettiği bir metin olarak düşünülebilir. Ziyâ Paşa’ya geldiğimizde O’nun hayât, kainât ve varlık hakkındaki felsefî tefekkürleriyle karşılaşırız. Ziyâ Paşa için dünya127, artık felâketler kaynağı olan bir değirmen, insan ise bu değirmende başı boş bir tanedir. Doğrusu Ziyâ Paşa ile hayât karşısındaki bu bedbîn tavır daha üst seviyelere çıkmıştır: Bir katre içen çeşme-i pür hûn-ı fenâdan Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Kolcu, 2011: 117) Bu dönemde kendisine inanılan Yaratıcı ve iman, bir kez de akıl süzgecinden geçirilmeye başlanmış, pozitivimin ilk tesirleri görülmüştür. Asırlarca cân ü gönülle inanılan değerler, aklın şehâdetiyle tasdîk edilmek istenmiştir. “Eski Türk edebiyatında akıl, iman karşısında umumiyetle hor görülmüştür.” (Kaplan, 2009: 142) Tanzimat edebiyatının en önemli simâlarından olan Şinasi’nin, 20 beyitlik Münâcât’ında yine bu hususta dikkat çekici unsurlar vardır. Şinasi’, 20 beyitlik Münâcât’ı boyunca asıl maksadını söylemek için çırpınır, durur. Onbirinci beyite geldiğinde “vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım” der. Bu mısra, gelinen noktayı göstermesi itibariyle dikkate şâyândır. Keza Şinasi, Mustafa Reşid Paşa için yazdığı kasidede “Sensin ol fahr-i cihân-ı medeniyet ki hemân, / ahdini vakt-i saadet 128bilir ebnâ-yı zaman” diyecek kadar ileri gider. Aynı şekilde Sâdullah Paşa’nınOndokuzunucu Asıradlı eserindebu çerçevede dikkate değer birçok husus vardır. ZiyaPaşa’nınTerci’-iBend’inden: Gerdünbirâsiyâb-ıfelâketmedârdır / Gûyâiçindeâdem-iâvâredânedir. 127 Hz. Peygamber’in yaşadığı devir hakkında kullanılan bir terim… Hz. Peygamber’inyaşadığı, ashabını terbiye edip yetiştirdiği, İslâmiyet’in tebliğ edildiği ve tam anlamıyla uygulandığı zaman dilimini ifade etmektedir.Müslümanların en ideal zaman olarak kabul ettikleri, özlem duydukları ve saygıyla andıkları bu eşsiz devri, bilhassaTürkler saygı ve hayranlıklarının bir ifadesi olmak üzere “asr-ısaâdet” diye adlandırmışlardır (Özaydın 1991: 501). 128 470 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Tanzimat dönemi aydınlarının zihinlerinde yeşeren şüphe tohumları;hayât karşısında takındıkları menfi tavırlar ve kırılmalar, Servet-i Fünûn neslinin ırsî özellikleriyle, nahif mizaçlarıyla ve dönemin siyasî ve sosyal şartları ile birleşince hayât büsbütüngayyâ 129 kuyusuna dönüşmüştür: İşte gayyâ-yı vücûd, işte o zulmet, o batak; Beşerin işte, pür ümmîd ü heves, kıvranarak Ka'r-ı târında şinâh ettiği girdâb-ı ufûl! (Fikret, 2005: 100) Servet-i Fünûn edebiyatı, II. Abdülhamid devrinde meydana gelmiş edebî bir oluşumdur. Bu devir, Osmanlı Devleti’nin en çalkantılı devridir. II. Abdülhamid’in politikalarını doğru bulmayan, her fırsatta muhalif davranan Servet-i Fünûn neslinin, var olan huzursuzluğuna sansür uygulamaları da eklenince bu nesil iyice kendi kabuğuna çekilmiştir. Aksiyon adamı olmamaları ve yapılarındaki marazîlik, onları mutluluğu sanatta ve idealize edilmiş mekânlarda aramaya itmiştir. Realitenin soğuk, sınırlayıcı çehresiyle karşılaşan bu santimantal nesil, sanatı hayâtın en büyük meşgâlesi olarak telakki etmeye başlamıştır. “Bütün gün ‘sanat, sanat içindir’ (alıntılayan Kudret 1987: 286) diye haykırılması, “edebiyatın gayesi yine edebiyattır, güzelliktir; edebiyat vasıta değildir” (alıntılayan Hizarcı,1957: 8) demeleri bu durumun neticesidir.Tüm bu şartlar birlikte düşünüldüğünde Servet-i Fünûn döneminde ütopik nitelikte birçok eserin verilmesi daha iyi anlaşılır. Servet-i Fünûn: Kaçış ve Ütopyalar Realitenin dışına çıkmak arzusu Türk edebiyatında yüzyıllardan beri işlenilmiş bir temdir. Anadolu edebiyatının başında gelen Yunus Emre’de bu teme rastlanıldığı gibi, Divan şiirinin son temsilcilerinden olan Âkif Paşa’da da aynı tem bulunur. (Kaplan, 2009: 141) Devir, şahsiyet, etnik köken, siyasî ve dinî eğilim ne kadar farklı olursa olsun ötelerde bir yerde ideal olana duyulan hasret mutabık bir talep olarak görünüyor. Servet-i Fünûn edebiyatında da kaçış temiyle sık sık karşılaşırız. Servet-i Fünûn edebiyatı âdeta “realiteden kaçış” edebiyatıdır. Servet-i Fünûn denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Tevfik Fikret’in Rübâb-ı Şikeste’sinde daha ilk manzumelerden itibaren realiteden kaçma, yaşadığı hayâtı beğenmeme hususu gözlemlenir.Realiteden sıyrılıp hayâlî beldeye sığınma arzusu özellikle Tevfik Fikret’in Ömr-i Muhayyeladlı şiirinde en beliğ bir şekilde ifade edilir. Ömr-i Muhayyel’de “her sahn-ı Gayyâ [A.i] 1. Cehennemdebulunankuyu. 2. [mec.] Netâmeliyer, içindençıkılmasıgüçiş. (Doğan 1994: 399). 129 471 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 hakîkatten uzak, herkese meçhûl” diyen Tevfik Fikret, aslında bu neslin ortak talebini dile getirir. Ömr-i Muhayyel’de gül bahçelerinin, yeşil göllerin bulunduğu bir yerde kuşlar kadar güzel bir hayât tahayyül edilir. Bu bağlamdaÖmr-i Muhayyelbir Servet-i Fünûn ütopyasıdır: Bir ömr-i muhayyel… Hani gül-bünler içinde Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsi kadar hoş; Bir ömr-i muhayyel… Hani göllerde, yeşil, boş Göllerde, o sâfiyet-i vecd-âver içinde Bir dalgacığın ömrü kadar za’il ü muğfel Bir ömr-i muhayyel! (Fikret, 2005: 142) Yalnızca bir resmin boyanmasının bile karamsar bir ruh durumunu iyileştirmede ya da gerilimi azaltmada etkisi olabilir130. Ömr-i Muhayyel şiiri, kelimelerle çizilmiş resimden başka bir şey değildir. Tevfik Fikret’in böyle bir şiir yazmasının psikolojik yönünün olmasının yanı sıra edebî yönü de vardır. “Resme karşı büyük bir ilgi duyan bu nesil- Fikret aynı zamanda ressamdı, Servet-i Fünûn mecmuası, fotoğraf ve resimlerle süslüdür- Batı’dan, resim gibi şiir yazmak iddiasında bulunan parnasyenlerle, nesirlerini resim haline koyan Goncourt’ları ve Flaubert’i örnek tuttu.” (Kaplan, 2009: 99) Bu durum Servet-i Fünûn nazmını ve nesrini âdeta resim haline getirmiştir. Örneğin Cenab Şahabettin’in Elhân-ı Şitâ’sı tam anlamıyla bir kış tablosudur. Fikret’in Ne İsterim adlı şiirinde resim, hayâl ve hasret iç içedir: Mâi bir göl, yanında bir meşcer; Meşcerin sîne-i sükûnunda Münteşir iltimâ-i saf-ı kamer Sonra bir çok menâzır-ı hoş-ter(Fikret, 2005: 193) Tevfik Fikret’in Yeşil Yurtadlı şiirinde de yine benzer temâyül söz konusudur. Realiteden kaçış, muhayyel yerlere sığınma ve memnuniyetsizlik teması diğer Servet-i Fünûn sanatkârlarında da Ayrıntılı bilgi için bk. (Fordham, 2008). 130 472 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 görülür. Hakîkatten ihtirâz131 eden ya da hakîkat ve hayâl arasında ezilen kahramanları Serveti Fünûn eserlerinde çokça görürüz. Servet-i Fünûn’un hikâye ve romancısı Halid Ziya’nın eserlerinde bu türden karakterler mevcûttur. “Halid Ziya’nın Ahmed Cemil’i “mâi” hayâl ile “siyah” hakikat arasında ezilir.” (Kaplan, 2009: 141) Mâi ve Siyah’ın hayâlperest, bedbaht kahramanı Ahmed Cemil ile kurgusal bir mülakat düzenleyen Tanpınar, Ahmed Cemil’e yaptıkları ile ilgili sorular sorar. Ahmed Cemil’in verdiği cevâplar tipik Servet-i Fünûncular’ı anlatır: “- Niçin, dedim, niçin kaçtınız, siz ki, henüz gençtiniz, büyük bir istidatınız, kabiliyetleriniz vardı. - Belki bütün bunlar doğrudur ve hakikaten bende bu saydıklarınız vardı. Fakat yaşamak için bir tarafım eksikti, zaruretlere tahammül edemiyordum. Sadece hülyanın , hüsnüniyetin yarattığı bir adamdım, onun için... Hem niçin taaccüp ediyorsunuz? Benden çok yaşlı olan amcalarımın Yeni Zelanda’da müstamer olmayı ciddiyetle düşündükleri bir devrede benim Yemen’de memuriyet kabul etmemi tabiî bulmalısınız; yorgundum, muhitim bana kasvet-engiz geliyordu.” (Tanpınar, 2011: 280) Yine Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu’sunda da aynı çatışma ve memnuniyetsizlik söz konusudur. “ (...) Realitenin sert yüzüyle iki üç temas nasıl Ahmed Cemil’i yıkarsa, zengin, kibar, aşçılı, uşaklı, mürebbiyeli, havası garip bir hissîlikle dolu Adnan Bey’in evini de Bihter, öylece alt üst eder... O, bu eve limonluğa düşen bir yıldırım gibi girer.” (Tanpınar, 2011: 285) Servet-i Fünûn sanatkârlarının eserlerinde işledikleri temalar, çizdikleri tipler yakından incelendiğinde birbirleriyle büyük benzerlikler arz ederler. Tevfik Fikret’in Sühâ’sı ile Hayâtı Muhayyel’in anlatıcısını birbirinden ayırt etmek zordur. Tanpınar’ın deyişiyle “Servet-i Fünûn tam bir aile idi. Eser ve insan bu ailede nev’iler arasında birbirine cevap veriyordu. Nasıl Fikret biraz da Süha ise, Mâi ve Siyah’ın kahramanı Ahmet Cemil de Süha’nın öz kardeşi, daha doğrusu bir çeşit “dublör”ü idi.” ( Tanpınar, 2011: 288) Hayâlperest Sühaile realist Pervîn’in çam ormanında yaptıkları geziyi konu edinen Sühâve Pervîn manzumesi yine Servet-i Fünûncular’ı ve bu neslin “felsefesi”ni açığa çıkaran ifadeleri içermektedir: Tevfik Fikret’in Sahaif-i Hayatımdan adlı şiirinden: Bunu şiirim de söylüyor belki / Ben hakîkatten ihtirâz ederim. 131 473 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Melâli çehre-i eşyâya pek yaraştırırım. (Fikret, 2005: 9) -Evet, hakîkati hulyâya hep fedâ ederim, Zaman olur ki vücûdumdan ayrılır, giderim...(Fikret, 2005: 103) “Hakîkati hulyâya hep fedâ” eden bu nesil, hayâtı saplantıya dönüştürür, marazî bir ömür sürer. Bu santimantal tavırları, kendilerini bir araya getiren Recaizade Mahmut Ekrem’de de görmek mümkündür. Recaizade Mahmut Ekrem, sırf hüzünlenmek, ağlamak için defalarca gazetelerde oğlu Nejad’ın ölüm haberlerini arar. Servet-i Fünûncular, edebîyata getirdikleri santimantalizmi (edebî anlamda) Recaizade Mahmut Ekrem’den tevarüs etmiş olmaları kuvvetle ihtimaldir. Servet-i Fünûn nesli büyük ölçüde dinî inançlarını yitirmiş bir nesildir. Bütün dinlerin özünde mevcût olan “sonsuzluk” ve “ebedî mutluluk” vaadine mesafeli durmaları, onları hayâlî beldeler arayışına sevk etmiştir. Servet-i Fünûn sanatkârları arasında dinî yönü en çok tahrîp olan şahıs Tevfik Fikret’tir; aynı şekilde hayâlî belde hasreti de en çok O’nda görülür: Bütün boşluk: Zemîn boş, âsumân boş, kalb ü vicdan boş; Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i hasârımda. Bütün boşluk: Döner bir hîçî-i mûhiş civârımda; Döner beynim berâber; ihtiyârım, sanki bir sarhoş, Düşer, bu lagzîde-pâ, her sâha-i ümmîde bir kerre... Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre; İnanmak… İşte bir âgûş-ı rûhanî o gurbetde. (Fikret, 2005: 219) Tarih-i Kadim’de daha ileri giderek dini, tarihi ve Tanrı’yı sorgular. Tanrı’yı ceberrut, zalim biri olarak niteler. Servet-i Fünûn’un edebiyatından büyük ölçüde etkilenen Ahmet Haşim’in şiirlerinde de muhayyel yerlere sığınma isteği vardır. O Belde ve Yollar adlı şiirlerinde Haşim’in özlem ve hasreti açıkça görülür. Haşim’in şiirlerinde görülen, yaşanılan hayattan memnuniyetsizlik, bilinmeyen güzel bir beldeye hasretduygusu...vsServet-i Fünûn sanatkârlarınca eserlerde sıklıkla işlenmiştir. 474 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hayât-ı Muhayyel Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel (1899) adlı eseri Servet-i Fünûncular’ın “uzaklaşma, sığınma, kaçış” eğilimlerini en iyi yansıtan eserlerden biridir. Bu hikâye sevgiliyi, dostları ve tabiatın sâf güzelliklerini barındıran dünyevî bir cennete olan ütopik hasreti dile getirir.Günahın, kötünün, hırsın, menfaatin olmadığı bu mekânda, para da önemsenmez. Eserin başlığı aynı zamanda hikâyenin temelini teşkîl eder. Bu hikâye özetle şudur: Kirli hayâtlardan, süslü salonlardan, menfaat mücadelelerinin zehirlediği âlemden uzaklaşmak isteyen bir sanatsever grup aileleriyle birlikte uzaklarda, bir adaya yerleşirler. Bu adada, herkesin müşterek kullanabileceği, geniş yemek odalarına ve kütüphane salonlarına sahip bir bina inşa edilir. Sonra tarlalar ekilir, hayvanlar beslenir, ava çıkılır. Bu sayede köyün ihtiyaçları tedarik edilir. Her ne kadar medeniyetten uzak olsalar da posta vasıtasıyla ilmî, fikrî ve teknik gelişmelerden haberdâr olur, istifade ederler. Bu hayât için tahsis edilmiş bir günde de gezintilere çıkarlar. Bir gün bütün köyün içinde birden bire bir neşe dalgası kabarır, köydeki ailelerden birinin çocuğu olur. Köyün nüfusu böylece artar, köy gittikçe bayındır hale gelir. Mesut ve âsûde seneler kemâl-i sükûnetle geçer, neşeli baharları bereketli yazlar takip eder; ardından soluk hazanlar, fırtınalı kışlar gelir geçer. Bu aşk hayâtının mükâfatı olarak güneşli bir sonbahar günü sevgililer kucak kucağa ölür, aynı yere gömülürler...vs Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel adlı hikâyesi aslında Servet-i Fünûncular’ın Yeni Zelanda’ya gerçekleştirmek istedikleri göçü anlatmaktadır. Ülkede sürüp giden baskı yönetiminden ve ağırlığından kurtulma dilekleriyle avunup duran Servet-i Fünûncular, Yeni Zelanda’ya göçmen alınacağı haberini duyunca umutlanmaya başlarlar. Hüseyin Cahit Yalçın, anılarında bu durumu şöyle anlatır: “Ortaya Yeni Zelanda adalarına hep birlikte göç etmek düşüncesi çıktı. Bu düşüncenin ilkin kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlayamıyorum. Yeni Zelanda adalarına göçmen göndermek için Londra’da bir dernek varmış, herkesi yüreklendiren broşürler çıkarmış. Oraya gidenlere parasız toprak veriliyormuş. Bu broşürlerde Yeni Zelanda’nın iklimi, güzelliği, son derece övülüyormuş. Mehmet Rauf bunlardan birini elegeçirmişti. İngilizceden çevirerek bizlere anlatıyordu. Fikret bu konuyu ortaya attı ve her duyan kabul cevabını verdi. Yeni Zelanda’ya göç düşüncesini tutmayan hemen hemen hiç kimse yoktu. Bu tasarım kesinlik kazansaydı kaç kişi işin ta sonuna kadar gidecekti? Kim bilir. Herhalde en zorlu isteklileri arasında göz hekimi Esat Paşa’yı, Hüseyin Kazım’ı, Tevfik Fikret’i, Rauf’u ve kendimi sayacağım.” (Yalçın, 2010: 132-133). 475 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Göç yolculuğu için gereken parayı, Esat Paşa Ankara dolaylarındaki büyük çiftliğini satmak suretiyle temin edeceğini söyler. Ada üzerinde propaganda broşürlerinin verdiği bilgilerle yetinilmez, Hüseyin Câhit’i ve Hüseyin Kâzım’ı keşif yapmak için oraya yollamak düşünülür. Ankara’ya çiftliği satmaya giden Esat Paşa, oradan elleri boş dönünce bu hayâle veda edilir. Ancak İstanbul çevresinden uzaklaşma fikrini akıllarından çıkaramayan Servet-i Fünûncular, bu kez Manisa dolaylarındaki bir köye yerleşmeyi düşünürler: “ Bununla birlikte, İstanbul çevresinden uzaklaşmak bizde bir çeşit değişmez düşünce olmuştu. “Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskınlarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir dakika geçirmek pek zordu. Bu derdin çaresini Hüseyin Kâzım buldu. Manisa dolaylarında sanırım Sarıçam denilen köyde toprağı varmış. Orada çamlık, güzel bir tepe üzerinde bir köşk yaparak çiftçilikle yaşayacaktık. Bu son tasarım, daha sınırlı ama daha gerçek bir çerçeve içindeydi. Fikret, Kâzım, ben ailelerimizle oraya gidecektik. Bütün giderleri Hüseyin Kâzım yükleniyordu.” (Yalçın, 2010: 133-134). Tevfik Fikret, hemen bu hayâlle tutuşmaya başlar; güzel bir köşk planı çizer, odaları ve salonu belirler, hatta salonun nasıl döşeneceğini bile kararlaştırır. Hüseyin Câhit, Sarıçam köyünü gider ve köy hakkında izlenimler edinir. Ancak bilinmeyen nedenlerle bu arzu da gerçekleş(tirile)mez. Hüseyin Câhit, Tevfik Fikret’e serzenişte bulunur: “...Fikret’in böyle tuhaflıkları vardı. Kim bilir ne gibi bir düşünce ile niyetinden vazgeçti ve kabahati Hüseyin Kâzım’a yüklemek istedi. Ben Manisa’da iken:“Gel ey berid-i perestide…” (Gel ey sevgili haberci...) [Rübab-ı Şikeste] diye dizeler söylemiş, sabırsızlıkla geri dönmemi beklemiş. Sonra girişimden vazgeçince: “Sen de gittin, senin de arkandan” (Rübab-ı Şikeste) diye göz yaşları dökmüştü. Sanki bütün girişimin amacı bu iki şiiri yazmakmış gibi.” (Yalçın, 2010: 135-136). Faruk Huyugüzel, Hüseyin Câhit’in hikâyeyi yazdığı yıllarda yeni toplum düzeni ve yeni insanlık fikriyle çok meşgul olduğunu, Hüseyin Câhit’in uzak âlemler tasavvurunu anlatan bir yazısından hareketle söyler: “Gizli gizli okuduğumuz Utopie, Cite de Soleil gibi eserler bizim ruhlarımızda ‘senin’, ‘benim’ düşünceleri olmadan kardeş gibi hakikî bir insan gibi bir arada yaşamak ve temiz bir sosyete teşkil etmek fikirlerini uyandırmıştı…”(Huyugüzel, 1982: 47). Hayât-ı Muhayyel’de bazı ütopyalarda görüldüğü gibi medenî hayâttan tamamen bî-haber kalınmaz. Komünal yaşama ait izlerin olması ve aile hayâtından bahsetmesi, Hayât-ı 476 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Muhayyel’i benzerlerinden farklı kılar. Hikâye okunduğu vakit, orada bulunan şahısların Servet-i Fünûncular, mekânın ise Yeni Zelanda’ya gitme hayâlinden bozma olduğu açıkça görülür. Eserin yapısıyla ilgili kısaca birkaç şey söylemek gerekirse, şunlar söylenebilir: Bu hikâyede şahıs, coğrafya, mekân isimleri verilmemiştir; tarih hakkında da herhangi bir bilgi sahibi olamayız. Edebî eserlerde -bilimsel eserlerin aksine- muğlaklığın (müphemliğin) olması, eserin farklı yorumlara açık olmasına ve yelpazesinin daha geniş kitlelere hitâp etmesine imkân sağlamaktadır. Bu eserde şahıs, coğrafya, mekân ve tarih hakkında belirsizliğin bulunması eserin başarısını bir nebze arttırır. Bu eserin dil ve üslûbu, Servet-i Fünûn’un zevk ve hassasiyetlerini tamamen yansıtmaktadır. Eserde müzikal değeri yüksek, ahenkli kelimeler tercih edilmiştir. Servet-i Fünûn edebiyatı ile başlayan klasik tabirlerin dışına çıkma ve yeni kelimeler kullanma eğilimi, bu eserde de gözlemlenir. Servet-i Fünûn’un dile yeni kelimeler ve tabirler kazandırma gayretleri o dönemki edebiyat çevrelerince hoş karşılanmamıştır. Serveti Fünûn’un muarızlarıbundan dolayı, Servet-i Fünûncular’ı “dekadanlık”la itham etmişlerdir. “Yeni tabirât132” ve “yeni elfâz”a şunlar gösterilebilir: ...ufk-ı mevvâcın beyaz köpükleriyle hasbihal eder gibi hal-i aşina duran rahîm ve sal-dîde, büyük bir ağacın altında ilk akşamlar toplandığımız zaman... (s.44) ...hattâ ilk günlerde kubbe-i saf ve laciverdîsi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeniydi. (s.43) ...Ebedî bir bahâr-ı nilgûn-ı garam bizi daimî bir şebâb-ı aşk içinde yaşatıyordu. (s.50) ... akşam vakitlerinin sakin, rûh-ı istinâs-ı tenhâyî-i hazîni... (s.51) Servet-i Fünûncuların zengin bir hayâl gücüne sahip olmaları ve realiteden kaçmak istemelerine psikanalitik bir yaklaşım getirilebilir.Servet-i Fünûncular, Tanzimat aydınları gibi aktif Servet-iFünûncular’ın edebiyata getirdikleri yeniliklerden biri de o güne kadar kullanılmamış yeni terkip ve tamlamaları kullanmalarıdır. Bu konuda en çok ileri giden Cenab Şahabettin’dir. “Cenab Şahabeddin'in Türk şiirine getirdiği yenilikler arasında, o zamana kadar Türk edebiyatında kullanılmamış yeni ve orjinal terkiplere yer vermesi de zikredilmiştir. Üsûpçu bir yazar ve şair olma gayreti içinde bulunduğu şüphesiz olan Cenab, gerçekten de bu gayretini okuyucu zihninde yeni imajlar uyandıracak kavramlar, ibareler. İsim ve sıfat tamlamaları aramaya sarfetmiştir. Bu yeni terkiplerin bazıları şunlardır: Saat-isemenfam (yasemenrenklisaatler).tûf - ıtesliyet (avunmayankısı), nây-ızümürrüd (yemyeşilney), ûd - ımükevkeb(yıldızlıut). O zamana kadar birarada düşünülmeyecek ve çok defa biri mücerret, diğeri müşahhas iki kavramın birleşmesinden meydana gelen bu yeni terkipler yadırgandı, tenkit edildi ve hatta alay konusu oldu. Önce Ahmed Midhat Efendi Cenab'ı ve dili bu yola sokan diğer Servet-i Fünûncular'ı , o yıllarda Fransa'da benzer edebiyatçılar için kullanılan Fransızca bir sıfatla ( dekadan ~ inhitateden, çöken) suçladı.” (Tarakçı, 1993: 347). 132 477 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 mücadele adamı olmayıp içe dönük tiplerdir. İçe dönük tipler133, nazik ve düşüncelidirler ve genelde zengin bir hayâl dünyaları vardır. Ayrıca bu tiplerin, bir fikrin dünyaya yararlı olabileceği şeklinde belirsiz bir anlayışları vardır. Tevfik Fikret’in Promete’sine, oğlu Haluk nezdinde idealize ettiği fikirlere, hatta Hayât-ı Muhayyel ve Ömr-iMuhayyel’ebu açıdan bakmakta yarar vardır. Sonuç Servet-i Fünûncular, kendilerini rahatsız eden durumlardan kaçmak mutlu ve huzurlu bir hayât sürmek için birtakım girişimlerde bulunmuşlardır.Servet-i Fünûncular; ilkin Yeni Zelanda’ya, bu gerçekleşmeyince de Manisa dolaylarındaki Sarıçam köyüne yerleşmeyi düşünmüşlerdir. Her iki düşünce de sonuçsuz kalmasına rağmen Tevfik Fikret,başka bir yerde ikamet etme düşüncesinden vaz geçmemiştir. Nihayetindeprojelerini kendi çizdiği ve Aşiyân (kuş yuvası) adını verdiğiİstanbul’daki evine yerleşmiştir. Servet-i Fünûncular’ın bütün bu uzaklaşma (kaçma, sığınma) çabaları sadece reel düzeyde kalmamış, edebiyata da aksetmiş, bu vesileyle de birçok eser meydana getirilmiştir. Bunların arasından özellikleHayât-ı Muhayyel ve Ömr-i Muhayyel dikkate değer eserlerdir.Servet-i Fünûncular’ın tutumlarını, bu neslin karakter yapıları ve içinde yaşadıkları devrin sosyal ve siyasî şartları ile değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Kaynakça Doğan, D. M. (1994). Gayyâ. Büyük Türkçe Sözlük (s.399). İstanbul: Ülke Yayın Haber. Fikret, T. (2005). Rübâb-ı Şikeste. İstanbul: Çağrı Yayınları Fordham, F. (2008). Jung Psikolojisinin Ana Hatları. A. Yalçıner (Çev).Ankara: Say Yayınları Hizarcı, S. (1957). Hüseyin Cahit Yalçın Hayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Varlık Yayınları. Huyugüzel, Ö. F. (1982). Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı, Hikâye ve Romanları Üzerinde Bir Araştırma. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. İslamoğlu, F. (2013). George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ Adlı Romanı ile Cengiz Aytmatov’un ‘Gün Olur Asra Bedel’ Adlı Romanının ‘Düşüncesuçu’ Bağlamında Karşılaştırılması. Turkish Studies, 8/8 Summer, 701-719. Kaplan, M. (2009). Şiir Tahlilleri Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. İstanbul: Dergâh Yayınları. Kolcu, A, İ. (2011). Tanzimat Edebiyatı 1 Şiir. Erzurum: Salkım Söğüt Bk. Frieda Fordham’ın Jung Psikolojisinin Ana Hatları. 133 478 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Kudret, C. (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Özaydın, A. (1991). Asr-ı saâdet.Türkiye Diyanet Vakfıİslâm Ansiklopedisi içinde (Cilt. 03, s.501). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Tanpınar, A. H. (2011). Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergâh Yayınları. Tarakçı, C. (1993). Cenab Şahabeddin.Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi içinde (Cilt. 07, s.347). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Usta, Sadık. (2014). Türk Ütopyaları Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya Ve Devrim. İstanbul: Kaynak Yayınları Utopia. (1967). Britannica’s Concise Pictured Encyclopaedia içinde(Cilt.14, s.545). U.S.A: Encyclopaedia Britannica. Utopie. (1990). Encyclopædia Universalisiçinde (Cilt.23, s.264-265). France:Encyclopædia Universalis. Yalçın, H. C. (2010). Edebiyat Anıları. (hazırlayan: Rauf Mutluay). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Yalçın, H. C. (2011). Seçme Hikâyeler. (hazırlayan: Özge Şahin). İstanbul: Kesit Yayınları. 479 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 KERKÜKÎ ABDÜSSETTÂR EFENDİ VE Mİ’RÂCİYYE’Sİ İsmail YILDIRIM ÖZET Türk İslâm edebiyatı geleneği çerçevesinde Hz. Peygamber’in doğumu, manevî yaşam tarzı, mucizâtı, şahsiyeti ve ölümü üzerine birçok eser kaleme alınmıştır. O’nun hayatı etrafında meydana getirilen eserler ya müstakil olarak kaleme alınmış ya da yazar meydana getirdiği eserinin bir bölümünü bazı nazım şekilleri altında, Hz. Peygamber’in mucizeleri veya vasıflarına ayırmıştır. Hicretten yaklaşık bir yıl önce, Recep ayının 27. gecesinde zuhûr eden Mi’râc hadisesi; Hz. Peygamber'in, ilahî sevk ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya ve nihayetinde Yüce Allah ile görüşüp, bazı ilahî emirleri almasından müteşekkildir. Bu hadise birçok yazar ve şair tarafından kaleme alınmış; zamanla “Mi’râciyye, Mi’râc-nâme” adı altında eserler meydana getirilmiştir. Zaman içinde belirgin özellikler kazanan mi’râciyeler XI. yüzyıldan itibaren çok fazla rağbet görmüş, manzum-mensur karışık veya manzum şekilde yazılmış metinler halinde gelişimini sürdürmüştür. Şairlerin coşkulu bir söyleyiş ve yer yer didaktik özelliklerle dolu olarak kaleme aldıkları mi’râciyeler, mi’râc mucizesini anlatmaları nedeniyle, çoğu zaman sanatkârane bir üslûpla yazılmışlardır. 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında yaşamış, Kerkükî Abdüssettâr Efendi (18581932) de tercî’-i bend nazım şekliyle bir Mi’râciye kaleme almıştır. Nakarat beyti; Rûz u şeb zikr-i lisânımdır salât ile selâm Ol mübârek rûhına ey Hazret-i fahrü’l-enâm olan mi’râciyyede şair, Hz. Peygamber’e duyduğu derin sevgi ve muhabbeti samimî, coşkun ve lirik bir şekilde dile getirmiştir. Bu yazıda, mi’râciye türü ve mi’râciyenin Türk edebiyatındaki yeri, tarihî gelişimi ve Türk edebiyatında yazılmış belli başlı mi’râciyeler hakkında bilgi verilecektir. Daha sonra, müellifin hayatı bahis konusu edilecek, şairin daha önce üzerinde durulmamış olan Mi’râciye’si şekil ve muhteva husûsiyetleri açısından incelenip; eserin transkribe edilmiş metni ve günümüz Türkçesine çevirisi verilecektir. Kırıkkale Üniversitesi/Fen-Edebiyat ismailyildiriim@gmail.com Fakültesi/Türk 480 Dili ve Edebiyatı Bölümü, Türkiye, BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Anahtar Kelimeler: Mi’râciyye, Abdüssettâr Efendi, İslâmî Türk Edebiyatı, Hz. Peygamber. KERKÜKÎ ABDÜSSETTÂR EFENDİ AND HIS Mİ’RÂCİYYE Abstract In the framework of tradition of Islamic Turkish literature, a lot of works were written about birth, moral life style, miracles, personality and death of the Prophet Muhammad. The works about His life were written as an independent work or author wrote a chapter of his work about the Prophet Muhammad’s miracles or qualifications in some forms of verse. Aproximately one year before Hejira, Mi’râc which happened on the 27th Rajab is composed of the Prophet Muhammad’s going from Al-Aqsa Mosque to Al- Haram Mosque through divine transfer and meeting God Most High and receiving some divine orders. This phenomenon was written by many authors and poets and in time the works called “Mi’râciyye, Mi’râc-nâme” were created. In time, mi’râciyye having some typical characteristics attracted great attention as from XI. century and maintained its development as texts in mixed poetic-prose form or prose form. Mi’râciyye written by poets in an enthusiastic utterance and partly with full of didactic features were written generally in an artistic style because they narrated miracle of mi’râc. Kerkükî Abdüssettâr Efendi (1858-1932) also wrote a Mi’râciyye in poetry form of tercî-i bend. It’s chorus verse is below: Rûz u şeb zikr-i lisânımdır salât ile selâm Ol mübârek rûhına ey Hazret-i fahrü’l-enâm In this mi’râciyye, the poet expressed his deep love and affection to the Prophet Muhammad in a sincere, enthusiastic and lyric way. In this paper, some information about mi’râciyye as a genre, the place of mi’râciyye in Turkish Literature, its historical development and some major mi’râciyye in Turkish literature will be given. After that, author’s life will be mentioned, his Mi’râciyye, which hasn’t been emphasized before, will be examined in terms of form and content and its transcript and translation into modern-day Turkish will be provided. Key words: Mi’râciyye, Abdüssettâr Efendi, Islamic Turkish Literature, the Prophet Muhammad. 481 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Giriş Din bir topulumun sosyal, edebî ve kültürel faaliyetlerini teşkil etmede temel unsurlardan birisidir. İslâm’ın kabulüyle yeni bir kültürün tesiri altına giren Türkler; bu tesiri sadece dinî ve sosyal sahada hissetmemiş; aynı zamanda sanat, edebiyat ve kültürel hayatlarına da yansıtmışlardır. Anadolu’da gelişen Türk edebiyatı ürünlerine baktığımızda bu tesirin izleri daha net bir şekilde görülecektir. Özellikle Hz. Peygamber, Hulefâ-yı Râşidîn, diğer sahabe ve velîler etrafında yazılan dinî muhtevalı eserler bu duruma örnek olarak gösterilebilir mahiyettedir. Dinî eserlerin muhtevasını oluşturan kaynaklara bakılırsa “Kur’ân ve Hadis’in çevresinde gelişen tefsir, fıkıh, kelâm, akâid, tasavvuf, evliyâ ve enbiyâ kıssaları, tabakât ve menâkıb kitapları önemli bir yere sahiptir. (Levend, 1972: 357) Özellikle Hz. Peygamber’in hayatı çevresinde gelişen dinî manzum eserlerin sayısı bir hayli fazladır. Hz. Peygamber’in hayatını veya hayatının bir bölümünü ele alan bu türler; bazen müstakil bir eser olarak yazılmış, bazen de divanlarda yer almıştır. Başta na’tlar olmak üzere mevlid, esmâ-yı nebî, sîret, mi’râciyye, hilye, hicretü’n-nebî, mucizât, şefâat-nâme, kırık hadis, gazavât-ı Resûlallah gibi türlerde yazılan eserler, mensur olmalarının yanı sıra çoğunlukla manzum olarak yazılmışlardır. Bunun sonucunda da başlı başına Hz. Peygamber’le ilgili bir edebiyatın teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. (Çelebioğlu, 1998: 349) Arapça""عرجkökünden türemiş olan mi’râc; basamak, merdiven, göğe çıkma, yükselmegibi anlamlara gelir. (Parlatır, 2006: 1097) Istılahta ise mi’râc; göğe çıkma, urûc olarak kullanılmıştır. (Sami, 1317: 1373) Fakat burada kastedilen rastgele bir yükselme değil, Hz. Peygamber’in göklere yükseliş mucizesidir. (Akar, 1987: 3) Mi’râc hadisesi iki kısımdan meydana gelmiştir. Hz. Peygamber’in Recep ayının 27. gecesi Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gelmesine “İsrâ”, Mescid-i Aksâ’dan Sidre-i Müntehâ’ya dek olan yolcuğu ise “Mi’râc” adını almıştır. (Pala, 2012: 322) Bu gece ayrıca Leyle-i Mi’râc olarak da zikredilmektedir. Şeb-i Mi’râc ayrıca Klâsik Türk şiirinde Hz. Peygamber’in saçına da teşbih edilir. Söz konusu O’nun saçı olunca benzetilen herhangi bir gece olmaz. Hz. Peygamber’in saçı bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen Kadir Gecesi’ne benzetilirken saç, Leyletü’l-Kadr ü Berât, Şeb-i Kadr, Şeb-i Mi’râc ilişkisiyle birlikte değerlendirilir. O’nun bir nûrdan oluşan bedeninin her bir zerresi bir güneş ve ay, anber kokulu saçları da bu kutlu gecelerdir (Önal, 2013: 1271-1280). Bir edebiyat terimi olarak Mirâciyye; “Peygamber Efendimiz’in mi’râcından bahseden eser veya bu münasebetle yazılan manzum veya mensur metinlere verilen isimdir.” Mi’râc başlangıçta sîretin bir bölümü iken, zamanla mevlit, hilye ve benzeri dinî-edebî türler gibi müstakil bir tür haline gelmiştir. (Canım, 2012: 149) Mi’râciyeler genellikle gece ve gökyüzü tasviri ile başlar. Bazen de mi’râcdan evvel şakk-ı sadr (Cebrail’in Hz. Peygamber’in göğsünü yarıp zemzemle yıkaması) mucizesine yer verilir. Hz. Ali’nin kız kardeşi Ümmühânî’nin evinden başlayan bu yolculuk, Cebrail’in Burak’ı cennetten getirmesi, Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’ya varışı ve orada onu karşılayan nebîlere imam olup namaz kıldırması üzerinde durulur. Buradan semâya yükselişi ve göğün her katında farklı 482 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 bir peygamberle tanışması, cennet, tûbâ, hûriler, köşkler, cehennem hayatı tasvirlerine yer verilir. Hz. Peygamber’in “kâbe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı, namazın farz kılıması ve Resûlullâh’ın bunu ashâbına bildirmesi anlatılır. (Uzun, 2005: 135-136) Mi’râciyyeler, İslâmî edebiyatta tıpkı mevlid ve hilyeler gibi çok özel bir yere sahiptir. Mi’râc hadisesi birçok müellif tarafından tekrar tekrar işlenmiş ve böylece İslâm edebiyatlarının en sevilen konuları arasına girmiştir. Sonuçta, özü itibariyle birbirinden pek farkı olmayan, ancak bazı ayrıntılarda birbirinden küçük farklılıklar ortaya koyan manzum ve mensur birçok “Mi’râciyye” yazılmıştır. Bunlar “Mi’râc-nâme” ismiyle müstakil kitaplar oluşturduğu gibi dinî ve edebî birçok eserin içinde bölümler hâlinde de görülür. Bir yandan İslâm âlimleri, bir yandan şairler, şu ya da bu yolla her fırsatta mi’râcı hatırlamışlar ve bu konuyla ilgili duygularını, düşüncelerini yazmışlardır. O kadar ki mi’râc hadisesi zamanla menkabevî bir hâl almıştır. Bu durum tabii ki edebiyata da aksetmiş, birçok edebî eser iştiyak ve ibretle mi’râcı anlatmıştır (Pala, 1986: 372). Şairlerin coşkulu bir söyleyişle ve yer yer didaktik özelliklerle dolu olarak kaleme aldıkları mi’râciyyeler, bu mucizeyi anlatmaları dolayısıyla çoğu zaman sanatkârâne bir üslûpla yazılmışlardır. Eski edebiyatımızda divan ve mesneviler içinde bir mi’râciyye bulundurmak gelenek hâlini almış ve na’tlar ile medhiyeler arasında mi’râciyyelere de sıkça yer verilmiştir (Pala, 1990: 351). Mi’râciyyeler veya diğer adıyla Mi’râcnâmeler, tıpkı mevlitlerde olduğu gibi musikî olmaksızın beste ile okunurdu. Bu tür şiirleri ezgi ile okuyanlara mi’râc-hân denilmiştir. Mi’râcnâmelerin camilerde ve özel toplantılarda mevlid gibi, hilye gibi okunması gelenek hâlini almış ve özellikle Receb ayının 27. gecesinde mi’râc-hânlar tarafından şevkle okunup dinlenilmiştir. Bilhassa Nâyî Osman Dede (ö. 1732)’nin Mi’râcnâme’si, türün birkaç makamda bestelenmiş örneklerindendir (Canım, 2012: 150). Türk edebiyatında mi’râcnâme yazma geleneği önce Çağatay sahasında başlamıştır. Bu en eski ve en uzun heceyle yazılmış mi’râciyye, XII. Yüzyılda Ahmed Yesevî’nin müridlerinden Hakîm Süleyman Ata tarafından yazılmıştır. Anadolu sahasında kaleme alınmış ilk müstakil mi’râciyye ise XV. asırda Ahmedî’nin kaleme aldığı Tahkîk-i Mi’râc-ı Resûl’dür. (Uzun, 2005: 134) Türk edebiyatında mi’râciyyeleri ile meşhur şairlerimizden bazılarışunlardır: Yenice Vardarlı Usûlî (ö. 1538),Ganizâde Nâdirî (ö. 1626), Neşâtî (ö. 1634), Nev’izâde Atâyî (ö. 1635), Sâbit (ö. 1712), Nazîm (ö. 1726), Seyyid Vehbî (ö. 1726), Nâyî Osman Dede (ö. 1729), Süleyman Nahifî (ö. 1738), Halimî (ö. 1824) ve İzzet Molla (ö. 1829) (Pala, 2012: 323). Mi’râciyyeler siyer, hilye, mevlit ve mûcizât-nâme gibi eserlerde bir bölüm hâlinde yer aldığı gibi, mesnevîlerde de çoğu zaman bir bölüm hâlinde bulunabilirler. Mesnevîlerinde mi’râciyye bulunan şair ve eserlerinden bazıları ise şunlardır: Ahmedî (ö. ?1413); Cemşîd ü Hûrşîd, Ali Şîr Nevâyî (ö. 1501); Hayretü’l-Ebrâr, Ferhad ü Şîrîn, Mecnûn u Leylî, Seb’a-i Seyyâre, Seddiİskender mesnevilerinde, Hamdullah Hamdî (ö. 1508); Leylâ vü Mecnûn adlı eserinde, Lâmiî (ö. 1531)’nin Ferhad u Şîrîn’inde, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, Taşlıcalı Yahyâ (ö. 1582)’nın Gencîne-i Râz, Usûlnâme, Şâh u Gedâ, Yûsuf u Züleyhâ ve Gülşen-i Envâr’ında, Kara Fazlî (1563)’nin Gül ü Bülbül mesnevisinde, Nev’izâde Atâyî (ö. 1635)’nin Âlemnümâ, Nefhatü’l-Ezhâr, Sohbetü’l-Ebkâr, Heft-hân ve Hilyetü’l-Efkâr’ında, Nâbî (ö. 1712)’nin 483 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Hayriyye’sinde, Şeyh Gâlib (ö. 1799)’inHüsn ü Aşk’ında mi’râciyye bölümleri mevcuttur (Akar, 1987: 126-127). Ayrıca müellifi ve müstensihi kayıt altına alınmayan, anonim olarak bilinen mi’râciyyeler de mevcuttur. Örneğin, Eski Anadolu Türkçesi döneminde meydana getirilmiş mensur Risâle-i Mi’râciyye gibi (Sır, 2013: 2257-2349). XIV. yüzyılda yaşamış, Abdüssettâr Efendi de Hz. Peygamber’e olan sevgi, muhabbet ve bağlılığını ifade etmek maksadıyla müstakil bir mi’râciye kaleme almıştır. Abdüssettâr Efendi134 Kerkük’te Korya semtinin Begler mahallesinde Hürmüzîler sokağında sâkin Molla Ahmed b. Seyyid Ömer adında bir şahsın oğlu olan Seyyid Abdüssettâr, h.1275/m.1858 tarihinde doğmuştur. Şairin lâkabı, şahsî adından alınan Abdî’dir. Bunu bazen kendisinin Abdüssettâr biçiminde kullandığı görülür. Dinî ve ilmî tahsilini Kerkük medreselerinde tamamladıktan sonra, Türkiye’ye giderek orada sâbık Edirne nâibi meşhur Âlim Berzenci-zâde Ahmed Fâiz’den h.1294/m.1876 yılının ramazan ayında ilmî icâzetnâme almış, daha sonra ünlü müderris Mustafa Âsım Sürmenevî’den ulûm-ı akliye ve nakliye konularında h.1312/m.1894 tarihinde bir icâzetnâme daha almıştır. Bunun üzerine Türkiye’nin bazı önemli vilayetlerinde müderrislik yapmıştır. Nitekim h.1313/m.1895 tarihli fermandan öğrendiğimize göre Bursa vilayetinde müderris iken, Şeyhülislâm Muhammed Cemâleddin’in tezkiyesiyleh.1313/m.1895 tarihinden itibaren uhdesine İzmir pâyeliği verilmiştir. İlmiye rütbelerinden olan bu resmî pâye müderrislik pâyesinden daha büyük bir rütbedir ki buna sahip kişilere zamanında “faziletli” lâkabıyla hitap olunurdu. Şairin Amerika’da bulunan torunu Doktor Ali İhsan b. Ali Haydar, Profesör Dr. SuphiSaatçi’ye 135 gönderdiği bir yazıda dedesi Seyyid Abdüssettâr’ın Rûmî 1322/m.1906 tarihinde Mekke’de evkaf müdürlüğüne atandığını ve bu vazifeyi yedi yıl süreyle ifa ettiğini söylüyor. Fakat ilmiye sâlnâmesinden öğrendiğimiz bilgiye göre şair bu süre içerisinde evkaf müdürlüğünde değil, haremeyn-i muhteremeyn pâyesinde olup, daha önce Kerkük nakîbü’leşrâf kâim-makam sâbıkı idi. Hicrî 1327/m.1909 fermanında ise şairin kardeşi Muhammed Sâbit’in ölümü üzerine büyük oğlu Seyyid Abdülcebbâr Mekke-i mükerreme’de Kâ’be-i muazzama’nın ferâşet-i şerîfe mansıbına atanmıştır. Mütevâzi ve fazıl bir din adamı olan Seyyid Abdüssettâr 1908 tarihinde meşrutiyyet inkılâbından sonra memleketi Kerkük’e dönerek hayatının son bölümünü bu şehirde ibadet ve takva ile geçirerek, ziyaretine gelenleri konağında kabul eder, musahebede bulunurdu. Bunlar arasında dış ülkelerden gelen ilm ve zühd erbabı kişiler de vardı. Bu yüzden halk kendisine Bu bölüm, Ata Terzibaşı tarafından yayına hazırlanan “Kerkük Şairleri” adlı eserin 11. cildinden özetlenerek alınmıştır. (Terzibaşı, 2005: 8-12) 134 Suphi Saatçi, 1946 yılında Kerkük’te doğmuştur. Kerkük’ün yetiştirdiği önemli ilim adamlarından biridir. Yazar, Kerkük ve havâlisi üzerine birçok inceleme yazısı, makale ve eser kaleme almıştır. 135 484 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 latîfe kabilinden “Korya Peygamberi” lâkabını vermişlerdir. Kerkük’te herkes tarafından tanınıp, sevilen bir şahsiyet olan Seyyid Abdüssettâr, hükümet sarayında icra edilen ahz-ı asker merasiminde ve başka münasebetlerle yapılan resmî törenlere davet edilir ve şehrin ulemâ ve eşrâfı arasında ön sırada yer alırdı.h.1351/m.1932 tarihinde vefat eden Seyyid Abdüssettâr, hayatı boyunca yedi kadınla evlenmiş, arkasından altı erkek çocuk bırakmıştır. Çok az kimseye iltifat eden Kerkük’lü şair Şeyh Rıza Parlak, bir manzume ile Abdüssettâr Efendi’yi medh etmiştir. Matlaı: Hâcet-i mü’minleri ber-câ eden serdâr olur Câm-ı vahdetden hemîşe mest olur humâr olur olan bu şiirde Rıza Parlak, Abdüssettâr Efendi’ye duyduğu muhabbet ve sevgiyi samimî bir şekilde ifade etmiştir. Seyyid Abdüssettâr’ın kendi şiirlerine gelince bunlardan az sayıda gördüğümüz eserleri edebî sanat manzumeleri olmaktan çok, ilmî bir üslûpla yazılmış dinî muhtevalı eserlerdir. Şairin dört büyük fermanı, iki icâzetnâmesi ve bazı dağınık şiirleri vardır. Söz konusu eserler mürettep birer eser hâline getirilememiştir. Şairin bir diğer eseri manzum mi’raciyye olup, eser aşağıda ayrıntılı bir şekilde incelenecektir. Mi’râciyye Divanı Eser, İstanbul’da İbrahim Efendi Matbaası’nda h.1326/m.1908yılında basılmıştır. 7 sayfadan ibaret olan eser,4 bend, 45 beyit hâlindetercî’-i bend nazım şekliyle meydana getirilmiştir. Müellif, eserinin mukaddime bölümünde mensur bir duaya yer vermiştir. Mi’râciyye’nin matla’ve nakarat beyitleri aruzun fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün vezniyle yazılmış, akabindemefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıbıyla kaleme alınmış tercî’-i bend gelir. Fakat müellif, eserin içinde klâsik tercî’-i bendlerden farklı olarak 2. bendin 4. beytinden itibaren olmak üzere; 3. bendin 3. beytine kadar konunun akışını ve âhengini bozmadan, monotonluğu kırmak maksadı ile manzume içinde vezni değiştirmiş, farklı bir usûl meydana getirmiştir. 4/Mefâîlün kalıbıyla devam eden eser, söz konusu kısımda 3/Fâilâtün 1/Fâilün vezniyle devam eder. Divan şairlerinin kaside nazım şekli içersinde konunun akışına uygun bir gazel (tegazzül) meydana getirmelerini, Abdüssettâr Efendi de tercî-i bendinde yapmıştır. Bu durumu Abdüssettâr Efendi’nin, dönemin edebî akımlarının tesirinde kalması şeklinde açıklayabiliriz. Şöyle ki: Servet-i Fünûn etkisinde şiirler kaleme alan Enis Behiç Koryürek (ö. 1949), bazı duraklarda değişiklik yapıp on birli hece veznini 7+4 olarak böldükleri oldu. Bir manzumede farklı aruz kalıplarını kullanma usûlünü bilhassa Enis Behiç hece kalıplarına uygulamaya çalıştı. Halit Fahri (ö. 1971), hece ile serbest müstezatlar yazmayı denedi. Ayrıca nazım biriminde dörtlük esasına bağlı kalmayıp yeni biçimler aradılar (Uçman, 1992: 544). Söz konusu bölümden sonra vezin tekrar mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıbına dönmekte ve eserin sonuna kadar aynı vezin devam etmektedir. Yukarıda bahsi edilen kısım şöyledir: 485 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ey cemāliñ pertevįdir kāşif-i bedrü’d-dücā Vey ruħıñ āŝārı virmiş Ǿāleme zįb ü żiyā Śubĥ-ı rūyıñdan żiyā-sāz oldı hep rūy-ı zemįn Buldı nūrıñdan seniñ ehl-i semā źevķ u śafā Ķubbe-i eflākde raħşān olur mihr ü ķamer Buldı itmām sebǾa-i seyyāre nūrıñdan żiyā Kehkeşān žann eyleme bir ħayt-ı ebyāż riştedir Çarħı taǾžįmiñ için aŧlas döşetmişdür Ħudā MenbaǾ-ı fażl u kerem hem pįşvā-yı enbiyā Ĥażret-i Muħŧār-ı Aĥmed faħr-i Ǿālem-i Muśŧafā Mücrimim baĥr-i günāha ŧalmışım ser-tā-ķadem Çāre-i derdim budır ancaķ sen eylersün devā Ben kimim ki eyleyem medĥ-i Ǿulüvv-i şānıñı Kimde ķudret var Ǿaceb kim eyleye vaśfın edā Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām Ol mübārek ruĥıña ey Ĥażret-i faħrü’l-enām 3 ǾĀcizem dermāndeyem oldum günāhı muǾterif Dest-gįrem ol şefįǾim ŧamudan olsam rehā Baş açıķ yalın ayaķ herkes fiġān u āh ider Ol zamān sen abdıña eyle Ǿināyet yā Ħudā a) Şekil Özellikleri Eser, tercî’-i bend nazım şekliyle kaleme alınmış olup 45 beyti hâvîdir. Aruzun fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün ve mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıplarının mükerrer kullanıldığı eserde, mi’râciyyenin nazmedildiği tarihe dair herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Yazar eserinin dîbâce bölümüne, başta Hz. Peygamber olmak üzere ashâbına ve yakın dostalarına salât u selâm ederekbaşlar: 486 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Elĥamdüli’llāhi Rabbü’l-Ǿālemįn ve’ś-śalātü ve’s-selāmü Ǿalā resūlünā ve nebiyyinā Muĥammedin ve ālihi ve śaĥbihi ecmaǾįn. Devrin padişahı, Sultan II. Abdülhamid Han (ö. 1918)’ın adalet timsali, şan ve şöhret sahibi bir padişah olduğunu; makamında ebedî ikamet etmesini ifade eden şair, ona hayır dualarda bulunur: Cenāb-ı ħalķu’s-semāvātü ve’l-arđįn nebiyyi ekremi ve ĥabįbi muĥteremi ĥürmetine pādişāh-ı dil-āgāh ve şehriyār-ı māǾdelet-penāh žıll-i žalįl-i rabbü’l-Ǿālemįn ve ħalįfe-i rūy-ı zemįn elĠāzi Sulŧān ǾAbdü’l-ĥamįd Ĥān-ı ŝānį efendimiz ĥażretlerini kemāl ü fevz ü nuśret ü şānı vü şevketle serįr-i şevket-maśįr-i humāyūnlarında ebed-nişįn buyursun. Āmin. Yazar, ismini de yine bu bölümde zikrederek, kendisinin saltanatın ve halifenin bir hâdimi olduğunu ifade eder: Ķudemā-yı dāǾiyān-ı salŧanat-ı seniyyeden daǾį-i kem-bıđāǾa Kerkükį ħādimü’l-fuķarā elĤacc Seyyid ǾAbdü’s-settār. Ġufire lehu. Müellif, eserinin sebeb-i te’lifini Hz. Peygamber’in mübarek sıfatlarını tavsif ve medh etmek, mi’râc hadisesini vesilesi sayarak, O’nu kâinâtın övüncü olması şeklinde ifade eder. Yazar, eserini Hz. Peygamber’e bağlılığının ve O’na olan itâatinin bir nişanı olarak kabul eder. Söz konusu mi’râciyyeyi kaleme alması hasebiyle, Hz. Peygamber’in şefâat ve merhametini ümid eder: Hicāz-ı meğfiret-ŧırāzdan ol āsitān-ı bülend-eyvān-ı Ĥażret-i Faħrü’l-Mürselįn’e rū-māl olarak ve eŝer-i Ǿaşķ-ı muĥabbet ve nişāne-i Ǿubūdiyyet olaraķ sāniĥ-i ķalb-i Ǿācizānem ve lāyıĥ-ı ħāŧır-ı kemterānem olan medāyiĥ-i celįl ve evśāf-ı cemįl-i Ĥażret-i Seyyidü’l-kevneyn ve miǾrāc-ı bāǾiŝü’l-ibtihāc-ı Cenāb-ı Faħrü’l-mürselįn efendimizi müteżammın olan işbu manžūm miǾrāciyyeyi keşįde-i silk-i süŧūr etmiş olduğumdan duǾā-yı ħayra vesįle ve istirĥām ve istişfāǾ-ı merĥamet-i Ĥażret-i Peyġamberį’ye vāsıŧa-i eŝįle olur ümįdiyle manżūme-i meźkūreyi ŧabǾ u neşre cesāret-yāb oldum. Mi’râciyesini okuyup, mütâlaa edecek ilim ehli kimselerden ise kusurlarından dolayı afv edilmesini, kendisinin de hayır dua ile anılmasını taleb eder: Meǿmūldür ki müŧālaǾa idecek erbāb-ı irfān müşāhede idecekleri noķśān ve nisyānı dāmen-i Ǿafv ile mestūr ve bu dāǾį-i kemįneyi duǾā-yı ħayr ile dil-şād ve mesrūr buyuralar. Genel hatları itibariyle mi’râciye üç ana bölümden oluşmaktadır: Birinci bölüm;Hz. Peygamber’e ve ashâbına salât u selâm, devrin padişahına övgü, eserini ele alış nedeni ve kendisine dua talep ettiği mensur giriş dua kısmıdır. İkinci bölüm; eserin 1., 2. ve 3. bendlerini teşkil eder. Müellif bu bendlerde, kâinatı yaratan Allah’ın yüce merhametini ve sonsuz kudretini, Hz. Peygamber’in, O’nun şeksiz şüphesiz kulu ve elçisi olduğunu, yaratılan her varlığın insanda uyandırdığı muhteşem izlenimi vs. dile getirir. Üçüncü ve son bölümde (4. bend) ise, mi’râc hadisesinin zuhûr etmesi işlenir. 487 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Mi’râciye’nin 12, 23 ve 35. beyitleri nakarat beyitleri olup, fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün vezniye yazılmıştır: Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām Ol mübārek rūĥıña ey Ħażret-i faħrü’l-enām Eserin kafiye örgüsü incelendiğinde, şairin daha çok Arapça-Farsça kelimelerle kafiye yaptığı görülmektedir: Cenāb-ı Ķādir ķudret-nümā-yı Ħallāķ-ı bį-hemtā Ne śanǾat eylemiş inşā ne ĥikmet eylemiş peydā Medār-ı çarħ gör bir demde ŧurmaz inķılāb eyler Bu şems ile ķamer taĥrįķ ider her laĥžada ber-cā Eserin bazı beyitleri kendi içinde kafiye şekli ve düzenlenişleri aynıdır: Kimiñ var ķudreti bu ĥikmet ve bu śunǾ-ı zįbāya Ne ĥaddi var ide vaśfın bütün Ǿalā vü hem ednā Ey cemāliñ pertevįdir kāşif-i bedrü’d-dücā Vey ruħıñ āŝārı virmiş Ǿāleme zįb ü żiyā Yazar, ayrıca bazı beyitlerin kafiye şekillerini, Türkçe kelimelerden meydana getirmiştir. Buña lāhūt dirler baķ bütün sükkān çarħ olmuş ǾUmūmen emre münķāden iderler bendelik icrā Baş açıķ yalın ayaķ herkes fiġān u āh ider Ol zamān sen abdıña eyle Ǿināyet yā Ħudā Bütün üftādeler cānın alup ķurbāne gelmişler Şeref-yāb ķabūl it Ǿāşıķ-ı dil-teşneyi cānā Şair, eserinin bir yerinde kusur olarak değerlendirilebilecek tasarrufda bulunmuş, mesnevî nazım şekli doğrultusunda hareket ederek, kafiye şeklini o yönde meydana getirmiştir: 488 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ķasįde virse bir şāǾir Ǿināyetler ŧaleb eyler Beni mesrūr ķıl Ǿaynı şefāǾatle kerem-kâr Müellif,eserinin bir yerinde nazım şekli gereği Türkçe bir kelime ile kafiye yapmıştır: Olur mu ideler inkār taǾaśśubla cehāletle Teǿemmül yoķ mıdır andan özge yoķdı bir kimsā Aynı şekilde “çehre” kelimesinin yapısında bir değiliklik yaparak nazım şekline uygun hareket edebilmek için kelimeyi “çehrâ” şeklinde teleffuz etmiştir: Bunı iķrār itmeyüp münkir olan kimse Olur lā-büdd ĥużūr-ı Ĥażret-i Ĥaķda siyāh çehrā Vezin ve kafiyeden sonra şiirdeki ritmi sağlayan unsur ses tekarlarıdır. Seslerin belli aralıklarla yinelenmesiyle şiir, musikîye yaklaşır ve ahenk yönünden farklı ve çekici bir atmosfere bürünür. (Macit, 2005: 51) Abdüssettâr Efendi, eserinin pek çok yerinde asonans ve aliterasyonlara müracaat ederek şiirine ritmik bir âhenk kazandırmıştır. Asonans ve aliterasyonların yoğun olduğu beyitlerden bazıları şunlardır: NeǾizzetdür bu Ǿizzetler ne ikrām u kerāmetdür İdüp mensūħ-ı eslāf ĥükmünü ol āyet-i kübrā Ne ķābil idebilsün vaśfını taĥrįr kim ħādim Medārı olsa da baĥr u ķalem hep çūbe-i śaĥrā Ħülāsa naķş-ı ķudretle ķamer ü şems ü kevkebler Semāyı ser-te-ser tezyįn idüp ol śāniǾ-i yektā İden Ǿāşıķları şeydā ķılan maǾşūķları rüsvā O źāt-ı lā-mekāndır ki yoķ iken kāǿinātı eylemiş binā Yazar, eserininiki beytini Farsça ağırlıklı sözcüklerden meydana getirmiştir: Berā-yı ħāŧır-ı cānān heme mevcūd-hā u sāĥat Binā şod Ǿālemi hergiz eğer ne-būd şeh-i Baŧĥā 489 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Ki levlāk-est levlāk-est śādıķ şod be-ĥaķķ-ı O Yazupdur bu kelāmı bundan aķdem ħāme-i Mevlā b) Muhteva Özellikleri Eser klâsik tercî’-i bend geleneğinden farklı olarak, mensur bir dibace ile başlamaktadır. Besmele, hamdele, salvele ve sebeb-i telif kısımlarını kapsayan dibacede, yazar dönemin sultanı II. Abdülhamit Han’ın saltanatına ve makamına hayır duada bulunur. İsmini zikrederek, kaleme almış olduğu mi’râciyesinden ötürü Hz. Peygamber’in şefâat ve merhametini talep eder. Giriş bölümünde yazar, kâinat karşısında şaşkındır ve kâinatı hayranlıkla izlemektedir. Yaratılmış bütün mevcudatın sadece bir sanatkârın elinden çıktığını ve O’nun yaratmada bir sınırının olmadığını dile getirir: Cenāb-ı Ķādir ķudret-nümā-yı Ħallāķ-ı bį-hemtā Ne śanǾat eylemiş inşā ne ĥikmet eylemiş peydā Yaratmış aŧlas-ı çarħı güzel ol śāniǾ-i bį-çün Çıķarmış kār-gāh-ı ĥikmetden böyle bir dįbā Kimiñ var ķudreti bu ĥikmet ve bu śunǾ-ı zįbāya Ne ĥaddi var ide vaśfın bütün Ǿalā vü hem ednā Ne ķudretle ķarār-yāb eylemiş bu bį-sütūn çarħı Bu pazara viren revnaķ bu āŝārı ider inşā Bu dizeler bize Ziya Paşa’nın meşhur tercî’-i bendini hatırlatır mahiyettedir: Bu kâr-gâh-ı sun’ acep dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir Ziya Paşa da Abdüssettâr Efendi gibi, çeşitli eserlerin vücûda getirildiği kâinatı hayret edilecek bir dershane olarak görür ve kâinattaki her nakşın, yani varlığın, eserin bir ledün kitabından nişane olduğunu hatırlatır (Yıldız, 2010: 526-572). 490 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Yazar, nakarat bölümlerinde Hz. Peygamber’in mübarek rûhuna gece gündüz salât u selâmda bulunur: Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām Ol mübārek rūĥıña ey Ħażret-i faħrü’l-enām Müellif, Hz. Peygamber’in, Allah’ın elçisi ve habîbi olduğunu, Yâsîn ve Tâhâ sûrelerinin, O’nun peygamberliğine bir delil ve bazı ayetlerin de nübüvvetine işaret olarak indiğini şöyle ifade eder: Muĥammed Muśŧafā ĥaķķā ĥabįb-i Ĥażret-i Ĥaķdır Ki gelmiş şānına bürhān Yāsįn-i sūre-i Ŧāhā Ne Ǿizzetdür bu Ǿizzetler ne ikrām u kerāmetdür İdüp mensūħ-ı eslāf ĥükmünü ol āyet-i kübrā Hz. Peygamber, Ümmühânî’nin evinden çıkar, Cebrâil ile birlikte bir gecede Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya gider. Mucizevî bir yolla, arşın en tepesine çıkan Hz. Peygamber, gökyüzünü şereflendirir. Kur’ân’da İsrâ sûresinde anlatılan bu hadiseyi Abdüssettâr Efendi, kendi iç dünyasının süzgecinden geçirerekşöyle ifade eder: Çıķup bir laĥžada gitdi semāyı cümle seyr itdi Ķalem böyle raķam itdi ki sübĥāne’lleźį esrā Serā-yı Ümmühānį’den çıķup miǾrāc-ı eflāke Ķadem-fersā-yı muǾciz-i ŧayy rāh-ı menzil-i cevzā ǾAzįmet ü Ǿavdeti maĥśūr ķaldı ŧarfetü’l-Ǿayne Olup teşrįf-sāzı bir nefesde Mescid-i Aķśā Sema ehli sakinlerinin gönlü susamış, bu kutlu yolcuyu beklemektedirler. Hz. Peygamber’in sidretü’l-müntehâya ulaşması, semâ ehlini sevince gark eder. O’nun gökyüzüne teşrif etmesi nedeniyle, melekler onu ziyarete gelirler. Hz. Peygamber’in, Allah tarafından gönderilen en son peygamber olması ve bütün insanlığa gönderilmesine atıf yapılır: Ziyāret itdiler śaff-ı melāǿik maķdemin bir bir Şeref-yāb oldılar hep sākinān-ı ŧārem-i aǾlā 491 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 Didiler şānımız şimdi teǾālā itdi rif’atile İrişdiñ müntehā-yı maķśada Peyġamber-i bālā Bütün üftādeler cānın alup ķurbāne gelmişler Şeref-yāb ķabūl it Ǿāşıķ-ı dil-teşneyi cānā Hz. Peygamber’in mucizevî bir şekilde semaya yükselmesini, yazar tasvir etmeye devam etmektedir. Ölü gönüllere mecâzen hayat veren Hz. Peygamber, bakışlarıyla da sema ehline bir feyz ve lutf kaynağı ihsan eder. Onun bakışlarına mazhar olan kimse, saâdet ve huzur bulur: Ne mā zāġa’l-baśar136dır gözleriñ iĥyā ider mevti Ki emriñ baĥŝ-i semǾinde olur rūĥ mürde-i dil-hā Nigāh-ı cilvesi insāna baħş u feyż u Ǿizzetdür Kime gözler ucından baķsa bulmuş devlet-i Ǿužmā Osmanlı toplumunda ve klâsik edebiyatımızda divan şairlerinin, padişaha kaside sunarak onlardan makam-mansıb beklemesi, himayesi altına girme isteği veya padişahın sempatisini kazanıp ondan yardım ve ihsan beklemesi meşhur bir gelenektir. Abdüssettâr Efendi de mi’râciyesini sunarak, kendisine yardım ve mahşer gününde şefâat edilmesini talep eder. Dünyada günahının çok olduğunu, isyan denizinde hata ve günahlara gark olduğunu dile getirir. Dolayısıyla, rûz-ı mahşerde Allah’tan afv ve mağfiret ister: Ķasįde virse bir şāǾir Ǿināyetler ŧaleb eyler Beni mesrūr ķıl Ǿaynı şefāǾatle kerem-kâr Olup dermānde-i Ǿāciz-i ġarįķ baĥr-i Ǿiśyāndır Bu Ǿabd-ı Ǿāciziñ Ǿafv eyle gel cürmün Ħudāvendā Sonuç Abdüssettâr Efendi’nin tercî’-i bend nazım şekliyle, 4 bend hâlinde tertip ettiği eser, aruzun fâilâtün ve mefâîlün tef’ileleriyle kaleme alınmıştır. Söz konusu yukarıda ele almış olduğumuz mi’râciyyesi, klâsik mi’râciyyeler ile mukayeseye tâbi tutulduğunda beyit sayısı ve nazım şekli Kur’ân-ı Kerîm, Necm Sûresi 53/17, “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ”, Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. 136 492 BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014 itibariyle, diğer mi’râciyyelere nazaran farklı bir mi’râciyye olduğu görülmektedir. Ayrıca tercî’-i bendin içinde konunun akışına uygun ve monotonluğu kırmak maksatlı vezin değişikliğiyapması eserdedikkat çeken bir başka yöndür. Eserin genel olarak muhtevasına baktığımızda, giriş bölümü ve ona müteâkiben yazılan 3 bend daha çok tevhid ve münacaat üzerine durmaktadır. Eserin temelini teşkil eden mi’râc hadisesi ise 4. bendde ifade edilmiştir. Dilin ve üslûbun sade olduğu eserde müellif, okuyucuya nasihat vermek maksatlı yer yer didaktikî mahiyette mısralar da nazm etmiştir.Şairin; inkâr, münkir, bürhân vs. kelimelerle meydana getirdiği anlam, mi’râc hadisesinin Hakk katında vukû bulduğunu ve onu ispatlamaya yönelik kelimeler olduğu görülmektedir. Devrinde âlim ve fâzıl bir din adamı olan Abdüssettâr Efendi’nin sürekli halkla ve ziyaretine gelen dostlarıyla musabehesi göz önüne alınırsa mi’râciyyesinin devrinde itibar gördüğü kanısına varabiliriz. Kaynakça AKAR, Metin, (1987) Türk Edebiyatında Manzum Mi’râcnâmeler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. CANIM, Rıdvan, (2012) Divan Eebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara. ÇELEBİOĞLU, Âmil, (1998), Türk Edebiyatında Manzum Dinî Eserler”, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, MEB Yayınları, İstanbul. EKİNCİ, Rama