Sergen
Transkript
Sergen
2 4OCAK2 01 4-SAYI 1 1 4 Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editörler Emre Çelik Rafet Baran Eryılmaz Yazarlar Egemen Yıldırım Emre Özcan Fırat Topal Kaan Koç Mustafa Demirtaş Salih Demirci Sinan Yılmaz Sergen Yalçın Stamford Bridge’de tek başına Chelsea’yi yıkması, at yarışlarına olan tutkusu, kural tanımazlığı, keyfine olan düşkünlüğü ve elbette bulunmaz yeteneği... Sergen Yalçın denince akla ilk gelenler arasında bu saydıklarımız hiç şüphesiz en ön sıralarda yer alıyor. Ve tabi ki de “Eğer kendini futbola verseydi kim bilir nerelere gelirdi?” sorusu. Teknik direktörlük kariyerinin de futbolculuğundan aşağı kalır yanı olmayan Sergen, yaklaşık 1,5 aylık süre zarfında 2 kere görevi bıraktığını açıklayıp ardından aldı ve biz de Sergen Yalçın’ın her türlü rengi barındıran kariyerini sayfalarımıza taşıma gereği hissettik. Görünen o ki futbolculuk kariyeri boyunca yaptıkları ve yapamadıkları ile sansasyon yaratan Sergen, kulübede attığı adımlarla da bir süre kendisinden söz ettirmeyi sürdürecek. Sergen Yalçın’ın yanı sıra ara transferde hareketli günler geçiren ve geçirmeye de devam eden Galatasaray’ın izlediği transfer politikasını mercek altına aldık. Galatasaray, geçen yılların aksine tamamen genç isimlere yönelmiş durumda ve bunun sebeplerini araştırdık. Ve akla gençlik projesi söz konusu olunca Yaya Toure, Kolo Toure, Emmanuel Eboue, Romaric, Arthur Boka ve Gervinho gibi daha nice oyuncunun Avrupa’ya ilk adım attığı kulüp olan Beveren. Son olarak Milan’ı tek başına yıkan 19’luk santrfor Domenico Berardi. Sayfalarımızdaki gençlik rüzgarının yanında ilginç bir de hikâye mevcut: Bugünlerde Fas Ligi’nin tozunu atan Moghreb Athletic De Tétouan’ın La Liga’da geçirdiği çok özel yıl. Son olarak ise 10 yıl önce, tam da bugün aramızdan ayrılan Miklos Feher... İyi okumalar, Emre Çelik iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #114 BU SAYIDA Sıkıntı Var: Bir Sergen Yalçın Portresi Sergen Yalçın’ın inişli, çıkışlı ve bir o kadar da renkli kariyeri Ön sıradaki Sergen Yalçın Ya Sergen Yalçın kendini futbola verseydi..? Antep’te Sergen Rüzgarı Sergen Yalçın’ın Gaziantepspor’da gelir gelmez elde ettiği başarının sırları. Ağları Sarsamayan Forvet 10 yıl önce ağların yerine bizleri sarstı Miklos Feher. Beveren Ve Fildişi Hanedanı Fildişi Sahili’nin 2000’li yıllara damga vuran jenerasyonunu Avrupa’ya tanıtan kulüp. La Liga’da bir Afrika takımı Zamanında La Liga’da Afrika topraklarından bir takım mücadele ediyordu... Galatasaray’da Gençlik Aşısı Sarı-kırmızılılar ara transferde attığı adımlarla uzun vadeli bir planlamanın işaretlerini veriyor. On Beşinden Sonra Domenico Berardi, futbolla 15’inde tanışmasına rağmen İtalyanların en önemli genç yeteneklerinden biri olmayı başardı. Profil Salih Demirci HF114 Bir Sergen Yalçın Portresi SIKINTI VAR Birazdan Sergen Yalçın’ın biraz ilginç, biraz acıklı, çokça da komik hikâyesini okuyacaksınız. Belki bunlar bir yerden kulağınıza çalındı, aşinasınız ama son numarası gün aşırı Gaziantepspor’dan istifa etmek olan bu adamdan bahsetmek için sebebe gerek var mı? Öykümüz kronolojiktir ve herkesin onunla muhakkak bir anısı vardır. Sergen Yalçın, Türkiye’nin futbol kubbesinde duyulmaya devam eden hoş bir sada… Ben onu biraz farklı hatırlıyorum. Herkesin aklında canlanan Sergen Yalçın hayalleriyle pek uyuşmuyor. Bana kalırsa Sergen Yalçın kendi özetini 2003 sonbaharında yaptı ve benim de aklımda hep o kare kaldı. Stamford Bridge’de ‘durdurulamayan göbekli adam’ iki gol atarak oyundan çıkıyor. Kafa geride, adımlar ağır. Yerini Ahmed Hassan’a bırakacak ama oyuna girecek olan kişi önemli değil. Her kimse zaten Sergen’in sahada olmasının yerini tutamayacak. Maçın Portekizli hakemi Cortez Batista, sahayı mağrur adımlarla terk eden Sergen’in yanına koşarak geliyor. Sözle ve el hareketleriyle çabuk olmasını istiyor, fakat tavrı hiçbir karşılık bulmuyor. Sergen ne hızlanıyor, ne yavaşlıyor. Hakemin yüzüne bile bakmıyor. Çıkan sarı kartı umursamıyor bile. Yarıya indirdiği çorapları, attığı iki golle sanki Londra’nın kralı. Diyordu ki, yemeği ben yaptım, bulaşıkları da siz yıkayın. İstersem yaparım, ben istersem Marcel Desailly yok yere düşüverir ve yine ben istersem Tümer Metin’i bana attığı gol pası ile yenerim ve siz, hiçbiriniz benim umurumda değilsiniz. Hikâyenin başlangıcı elbette Ali Rıza Sergen Yalçın adının konulduğu saatlerde. Ama milat, Beşiktaş A takımına çıktığı ve siyah-beyaz formayı giydiği ilk günlerde… Sergen biraz fazla zeki ‘Yoldan yüz kişi çevirsek, yüzü de Sergen’in yeteneğini fark eder. Sergen’i keşfetmek diye bir şey yok.’ diyordu onun için, üzerindeki emeğini her seferinde vurguladığı Serpil Hamdi Tüzün. Zaten hocanın da meselesi Sergen’e sahip olmak değildi. Elindeki hamuru nasıl yoğuracağını bilmekti. Sergen sahada imkansızları rutine bağlıyor, icabında yere yatıyor kalkıyor ve takımını gole taşıyordu. Serpil Hoca da saha dışında Sergen’i bir ideale taşıyordu. Ona pas atmayı yasaklıyordu, sol ayağıyla şut atınca ceza veriyordu. Birkaç adım sonrasını kafasında canlandırabildiğini fark ettiği Sergen’e atacağı golleri canlandırma ödevleri verdi ve kağıda çizilen gollerin birer kopyası, sonraki yıllarda futbol sahasında gerçekleşti. Aslında mesele basitti. Sergen Yalçın’ın futbol sahasında becerebildiklerini bu ülkede başka kimse yapamıyordu ve Serpil Hamdi Tüzün’ün sözleriyle o günlerde dünya üzerindeki futbol takımları ikiye ayrılıyordu: ‘Sergen’e sahip olanlar ve olmayanla.’ Tatmin olmuyordu. Sahada ne olup bitiyorsa, her şey ona çok kolay geliyordu. Beşiktaş’ın genç yıldızı olduğu günlerde gelen ilk şampiyonluk, ardından Christoph Daum’la gelen bir başka zafer. Çoğu zaman ise arası boştu… Sergen bir kumarbaz Adı önemsiz bir ülkenin ilim adamları oturmuşlar, bağımlılıkları incelemişler. En bilinen türden uyuşturucular ile başlamışlar, çeşitli uyarıcı türlerini kendi içinde sıralamışlar. Sonra sıra diğer bağımlılık yapan ne varsa onlara gelmiş. Çıkan sonuca göre her ne maddeye bağımlı olursanız olur, hiçbirinden kurtulmak kumar bağımlılığından zor değilmiş. İnsan vücudu kumar harici bağımlılıklarda geçmiş tecrübelerini kullanırken, üst üste bin kez kaybeden biri bile ilk kazandığı anda kumarın neden olduğu kötü tecrübeleri yok sayabiliyormuş. Sergen de 10 yaşında oynamaya başladığı at yarışını büyük bir kumar tutkusuna dönüştürmüştü. Takımın mülayim kıdemlileri Gökhan Keskin ve Metin Tekin’i bile kafalamayı başaran sıkıcı kampları at yarışı ile eğlenceli hale getiriyordu ama gün oluyordu, atlardan başka bir şey düşünemiyordu. Asla kabul etmese de Sergen’in futbolu, biraz da kumar tutkusu ile şekillendi. Aslında hikaye basitti. Sergen’in diğer insanlardan fazlası vardı, kafasında birkaç adım sonrasını tasarlayabiliyor ve kimsenin düşünemeyeceği yere topu atarken bunu dünyanın en kolay işi gibi yapıyordu. Alkışlar onu tatmin etmiyordu, geleceği tahmin etmeyi seviyordu. Her şeye rağmen aklına koyduğunu yapacaktı. Üzerine titreyenlere karşı gelecek ama sonunda istediğini alacaktı… Sergen’in arkası Tempra Şişli Lisesi’nin öğrencileri, bir süredir okullarını yıktırmamak için ayakta. Şehrin afili yerinde, genişçe bir araziye konuşlanmış olan lisenin muadili zor bulunur kampüsü plaza yahut residansa dönüştürülmek üzere devredilmek üzere ve orası aynı zamanda Sergen Yalçın’ın da okulu. Her gün Hürriyet Tepesi’nden Fulya’ya yürüyerek yahut Mecidiyeköy - Beşiktaş arabalarına binerek giden Sergen, gün gelmiş A takıma çıkmıştı ama hala lise öğrencisidir. Yöneticilerden araba ister, bahanesi de hazırdır. Zor oluyordur yürümek, hem artık herkes Sergen’i tanımaktadır. Bu talebi kulübün düzenlediği piyangodan elde kalan Tempra ile karşılanacaktır ama Sergen’den istenen, hafta sonu Bursa deplasmanında gol atmasıdır. Sakat sakat maça çıkan genç Sergen, çok istediği arabaya attığı gol sonrasında kavuşur ve golü atar atmaz kenara işaret eder: ‘Beni çıkarın!’ Aslında hikaye basittir. Sergen arabayı çok istemektir, Tempra o zamanlar havalı bir arabadır ve sakat da olsa gereğini yapmıştır. Daha fazlası ise anlamsızdır. Zaten Süleyman Seba da bayramdan bayrama kendini gösteren bir başkandır. Peki ya ayrılık zamanı geldiğinde geride ne kalmıştı?.. Sergen Beşiktaşlı mıydı? Fulya’nın kapısından girdiğinde 11 yaşında olan Sergen, aradan geçen 15 yılın ardından Beşiktaş’tan ayrılırken cebinde bir soru taşıyordu. Fenerbahçe’ye imza atarken söylediği “Küçükken Fenerbahçe fanatiğiydim, bundan böyle çocukluk aşkım için top koşturacağım.” sözleri çocukluğunu da içine alan yıllarını geçirdiği Beşiktaş’a ihanet anlamına geliyordu. Gidişinden çok sarı-lacivert renkler altında söyledikleri acıtmıştı. Anlaşılan o ki, en başından beri Sergen’in gönlünde başka bir ‘aslan’ yatıyordu, bu süper yetenek hiçbir zaman kendisini Beşiktaş’a ait hissetmemişti. Öncesini ise Sergen anlatıyor: “Ben 16 yaşımdayken beni profesyonel yapmayı unutmuşlardı. Sözleşme şartlarından doğan bir boşluk nedeni ile istediğim yere gidebilirdim. Diğer büyük takımlardan çok büyük rakamlar teklif edildi, hem biz fakir bir aileydik. Ama ben Beşiktaş’ı bırakmadım ve bu olaydan dolayı aynı evin içinde olmamıza rağmen 1 yıl babamla konuşmadık.” Aslında hikaye basitti. Sergen Yalçın’a bir masada bırakmak ya da daha fazlasını kazanmak için para gerekliydi ve o gün öyle icap etmişti. Sonradan tribüne geldiği bir Trabzonspor maçında aleyhine tezahürat duyunca bir daha Dolmabahçe’ye gelmeye tövbe etti. Ama Sergen hep Beşiktaşlıydı, tabii yine kendi tarzında. Lakin vakit tamamdı, istikamet İstanbulspor’du. Sergen Yalçın’a düşen ise yine gereğini yapmaktı, hem de rekor transfer ücreti karşılığında… Sergen’in Uğur Ekşioğlu ile kavgası Beşiktaş’tan kopuşunu kendisi anlatıyor, okuyalım: “Ben Türkiye’de ilk defa böyle bir şey görmüştüm. İkinci başkan Uğur Ekşioğlu kaybettiğimiz bir maçtan sonra ‘Sergen’i de satarız matarız.’ demişti. Ben de basın toplantısı yaptım, ‘Al 10 numaralı formayı sen giy, ben oynamıyorum.’ dedim bıraktım, gittim. 10 gün idmanlara çıkmadım. Gençlik işte, ne acaip adammışım. Şimdi olsa hayatta yapmam. Sonra Süleyman Seba bağırdı çağırdı, tekrar başladık. Ama sezon sonu İstanbulspor’a sattılar beni.” Başkan varken iyiydi de kurulan efsane kadro, sonradan Merkez Sağ’ın liderliğine soyunacak olan Cem Uzan başkanlığı bıraktıktan sonra İstanbulspor sıfırı tüketti. Ortada kalan Sergen biraz bekledi ama kendisine yeni bir ‘başkan’ bulmakta zorlanmadı… Sergen’in yeni hamisi Jet Fadıl Hızlı yatırımcı, öncü Anadolu Kaplanı, ilk yerli arabanın müteşebbisi Fadıl Akgündüz önce Tanju Çolak’ı, sonra da Sergen Yalçın’ı takımı Siirt JetPa’nın kadrosunda katarken açık konuşuyordu. “Kendisi bizim ilişkide olduğumuz kulüplerden birinde oynayabilir. Bu ligde beşinci sırayı alan Antalyaspor ya da forma reklamı anlaşmasına vardığımız Fenerbahçe olabilir. Ertesi sezon ise duruma göre Göztepe ya da Siirt Köy Hizmetleri’ne verebiliriz. Ama şimdi Sergen’i Fenerbahçe’ye verirsek hiçbir ücret talep etmeyiz. Yıldızı oyuncuyu sarı-lacivertli taraftarlara hediye edebiliriz.” Sonradan Eskişehirspor’da yaptığı gibi, kendisine hamilik eden yöneticinin reklam yüzü olmayı futbolculuk ücreti karşılığında kabul eden Sergen için artık yeni bir dönem başlıyordu. Tekrar şaşaalı günlere dönüş… Sergen’i araştırıp almadılar Ercan Taner yayını kesip reklama gitmek zorunda kalmıştı, stüdyo gülme krizine girdiğinden ötürü. Çünkü Sergen yine doğrusunu bildiğini ama asla doğrusunu yapmadığı bir şeyle ilgili yorum yapıyordu: Üstün yetenekli futbolcuların üst düzey futbolda kalacağı sürenin dayandığı kriterler. Ama vaktiyle ondaki sihri tüm dünya görmüştü, hem de ne görmek. Hiçbir Türk futbolcu yoktur ki, milli forma altında Sergen Yalçın’ın Almanya deplasmanında yaptıklarının yanına yaklaşabilsin. Paslar, şutlar, ince işler ve Lothar Matthaus’u düşürdüğü aciz durum. İlk devrede sol kenardan yaptığı inanılmaz dripling, sağından atıp solundan geçtiği rakibe sonra da bir bel spazmı hazırlamıştı. Topla çok yumuşak, kıvrak ve dünya çapında bir pas becerisine sahip olacaksınız, hem de geniş alanda üst düzey savunmacılara nal toplatacaksınız. Hakan Şükür’e kaç pozisyon hazırlandığının sayısı belli olmayan ve 0-0 biten bu maçta biz Almanya’yı deplasmanda yenemediğimize üzülmüştük; Almanlar ise Sergen’e sahip olmadıklarına... Sezona Fenerbahçe’de başlayan ama sonra Aziz Yıldırım’ın gazabına uğrayan Joachim Löw, o gün telefonunun hiç susmadığını anlatır. En ciddisi Franz Beckenbauer olmak üzere Alman teknik adamdan Sergen’e dair bir şeyler duymak isteyen bir grup futbol adamı, o gün futbol tarihine geçen bir performans gösteren bu madrabazın kim olduğunu merak ederler. Fakat hikayenin sonu hepimizin bildiği şekilde sonuçlanır, araştırdıkları Sergen’i almaya kimse yanaşmaz. Aslında hikaye belliydi. O gün 27 yaşında olan Sergen Yalçın, tüm dünyaya ne kadar iyi olabileceğini göstermişti; ne kadar iyi olduğunu değil ve hiçbir zaman sahip olduğu muhteşem yeteneği ile mükemmel biri olmak istememişti. Onun isteği, kimseyi umursamamak ama herkesin onun üzerine titremesiydi. Hele ki Almanya’da cümle âleme kim olduğunu ispatlamışken… Sergen’in idmanla imtihanı Güzel bir gazete kupürü vardır eskilerden. Zdenek Zeman tahtayı kurmuş, takımı etrafına toplamış ve çılgın futbol fikirlerini Fenerbahçe takımına empoze etmeye çalışmaktadır. Bakmadan şuraya pas atacaksınız, sen orada olacaksın, sen şunu yapacaksın... Tabii hepsi Mustafa Doğan’ın bile lifini attıran idmanlar aşılabilirse gerçekleşecek. Sergen’in ise bu ‘zırvalar’ ile uğraşmaya hiç niyeti yok, tahtaya bakmıyor bile. Bayern Münih onun peşindeyken Zeman’ın onu sağ kanatta oynatmaya hakkı yok, hele ki kulübeye mıhlamaya hakkı hiç. Zeman döneminde katıldığı idman sayısı toplamı 4 olan Sergen, “Benim Almanya milli maçında süper oynadığım dönemlerdi. Ama Fenerbahçelilere antipatik geliyordum. Zaten Zeman da bir antrenör değil, kütüktü. İdmanları atletizm idmanı gibi yaptırırdı. Sürekli koştur koştur...” derken fizyoterapist ile yoldaş olduğu günlerin açıklamasını yapıyordu. İddia şu ki, sürekli parasızlıktan yakınan bir masör, Sergen’in Zeman idmanlarından kaçtığı günlerde aldığı tüyolarla altılıyı bulup kendine ev almıştı. Aslında Sergen yine Sergen’di, sadece bu kez spotlar onun üzerine daha bir aydınlık şekilde düşmüştü. Kim olsa karşısındaki, sonuç kendi istediği olacaktı. Eskiden ve sonradan da aynıydı, idman sevmezdi. Hem zaten Zeman’ın da deli olduğunu kimse inkâr edemezdi. Yine bir şeyler olmuş ve kapı önüne konuşmuştu. Avrupa’ya git gel, yeni insanlar ile uğraşılmazdı. Küçükken Galatasaraylı değildi ama olsun, olurdu… Sergen’e hülle formülü Fenerbahçe Sergen’i sezon ortasında kapının önüne koyunca, bonservisine sahip olan Siirt JetPa’nın başkanı Fadıl Akgündüz dönemin trend formülünü uyguladı. Aynı sezon içerisinde yurt içinde birden fazla transfer yapamayan futbolcular, yasal boşluktan yararlanarak önce yurt dışından ayarlanmış bir takımla sözleşme yapıyorlar, ertesi gün de yeni kulüplerine imza atıyorlardı. Bu metot sıklıkla sözleşmesi biten oyuncuların AB’nin Bosman Kararı’nı tanıyan ülke federasyonlarına mensup kulüplere bedelsiz transferi ve ardından yeni kulübe imza ile sonuçlansa da Sergen’in aynı sezonda bir başka takımda kiralık oynaması için de işe yaramıştı. Makedonya’nın kökten ve aileden Türkiye’ye bağlı yöneticilere sahip kulübü Sloga Jugomagnat’a imza atan Sergen Yalçın, ertesi gün Galatasaraylı olmuştu. O gün bir hazırlık maçı hasılatı karşılığında dümene ortak olan Sloga Jugomagnat ise Sergen Yalçın futbolu bıraktıktan bir sene sonra, 2009 yılında kapandı. Artık böyle bir kulüp yok. Hülle olmasa Sergen bir kulübün tesislerinde tek başına çalışmak zorunda kalacaktı, gerçi muhtemelen onu da yapmazdı ama bu Galatasaray işi sanki baya iyi olmuştu… Sergen’in kaçırdığı fırsat Galatasaray o sezonu ligde, Türkiye Kupası’nda ve UEFA Kupası’nda şampiyon olarak tamamlarken ancak ligdeki sevince ortak olabildi. Fenerbahçe ile Avrupa Kupası oynadığı için aynı sezonda Galatasaray için UEFA Kupası’nda oynayamıyordu. Takımla birlikte Mallorca’ya gitmişti, zafer yürüyüşünü tribünden takip ediyordu ama içinde değildi. Taşeron işçi gibi lazım olursa dışarıdan katkı yapıyordu, ama bir gün yine kumar oynamak için Kıbrıs’a gidip de geç dönünce Fatih Terim’in gazabından kaçamadı. Ne Türkiye Kupası Finali için Diyarbakır’a, ne de UEFA Kupası Finali için Kopenhag’a gidilirken uçakta Sergen’e yer yoktu. Galatasaray sezonu üç kupayla kapatırken Sergen yeni kulübünü seçiyordu. Aslında olay belliydi. Sergen Yalçın’ın önüne muhteşem oynadığı Almanya maçından sonra bir de Arsenal’e karşı sahada olma şansı gelmişti ama kader en başından bunu engellemişti. Tekrar herkese ne kadar iyi olduğunu gösterebilirdi ama Diyarbakır’a bile gitmedi ve emin olmak gerekir ki, pişman değildi. Milli Takım günleri için de pişman olmasa gerek, zaten en iyisini 1999 sonbaharında yaptı! Yine de Galatasaray günleri ona tekrardan ulusal takımın yolunu açtı, fakat Sergen yine bir kapıdan girip diğerinden çıkıverdi… Sergen’e bültenler fakslayın Fatih Terim’in Sergen’le birlikteliği Galatasaray’la sınırlı değildi, geçmişi vardı. Belki Sergen ulusal takımdaki en güzel günlerini Mustafa Denizli ile yaşamıştı ama Galatasaray günleri sonrası onu Milan’a almak isteyen Terim’in herkeste olduğu gibi Sergen’de de ayrı bir yeri vardı. Huylu huyundan vazgeçmez, Fatih Terim de öyleydi. Diyarbakır’a götürmediği Sergen’e acımamıştı, lakin bunu ilk kez yapmıyordu. Her kampta olduğu gibi söz konusu milli takım kampında da en büyük eğlencesi at yarışı oynamak olan Sergen, uzun süren kampta stokları tüketmişti. Ertesi günün yarış bilgilerine ulaşamıyordu ve kimseden de dışarıdan bülten getirmesini rica edemiyordu. Nitekim Fatih Hoca bunu kati suretle yasak etmiş, Sergen’den böyle bir istek gelmesi halinde yerine getireni yakacağını söylemişti. Ama Sergen için yasağın bir anlamı yoktu. Bir yolunu bulup günün at yarışı bültenini otele fakslattıran Sergen, kâğıtların kendisinden önce Fatih Terim’in eline geçmesi sonrası İtalya maçında kadro dışı kaldı. Aslında Sergen’in o gün yine at yarışı oynaması gerekiyordu, olay bu kadar basitti. Yeni duran Trabzonspor, eskilere benzemiyordu. Kafaya esince basıp gece gezmesine gitmek olmuyordu artık. Olsa bile İstanbul’daki abiler, ablalar yoktu. İstanbul’a gitmek de bir sürü dert demekti, çare ise yine dört ayaklı hayvanlara gizlenmişti… Sergen ve yine, yeniden atlar Mehmet Ali Yılmaz arayınca kırmak olur mu? Para konuşmadan başkanın teklifini kabul eden Sergen Yalçın, böylelikle profesyonel ligde şampiyonluk yaşayan takımların tümünde forma giyen tek oyuncu oluyordu. Şimdilerde Bursaspor forması ile bir maça çıkması gerekse de o günlerde bu bir ilkti ve artık Sergen’in yeni bir lakabı vardı: Çelebi. Geziyordu, İstanbul’un dört bir yanında oynamıştı. Siirt’te işi olmazdı ama oraya da öyle bir uğramıştı. Yeni durağı Trabzon’da ise Sergen’i futbol harici ne varsa ona kapalı bir hayat bekliyordu. Tabii at yarışları hariç. Masörler ona ilk 4 ayağın tuttuğunu haber verirlerse Sergen, idmanın ikinci bölümünü sakatlık yalanıyla yarıda bırakmaktadır; çünkü tesis çalışanlarının geleceği biraz da Sergen’e ve onun tüyolarına bağlıdır. Masörlerini müptezel yapan Sergen’in hayatını bir de Trabzon günlerinden takım arkadaşı Erman Özgür’den dinlemeli: “Bir at yarışı bir de Türk filmi seyretmeye bayılırdı. Odasındaki televizyon küçük olduğu için yardımcı hocalardan birinin odasına yerleşmesi ve at yarışlarını yayınlayan TRT3 tesiste çekmediği için TRT’yi telefonla aramasını şaşkınlıkla izlediğimi hatırlıyorum. İnanılmaz bir özgüvene sahipti. Bizim strese girdiğimiz zamanlarda onun “Ben ilk yarı iki tane atarım, siz gol yemeyin yeter” derdi. Bir gün hışımla odaya girdi, iki dakika sonra “koydum!” diye bağırdı. Öyle bir sıçradı ki kafası tavana vuracak zannettim.” “Sergen abi altılıyı tutturmuştu ve bu sefer çok iyi para alacaktı. “Yarınki maçı bana bırakın!” dedi ve tahmin edersiniz ki ertesi günkü maçı 2-0 kazanıp lider olduk. Çok iyi oynayıp bir de gol attı. Ama bu adam haftada bir altılıyı bulsa biz de şampiyon olabiliriz, diye düşünürken sakatlandı.” Aslında tutan yine yalnızca bir kupondu ama Sergen giderayak Erman’a bir şey daha söylemişti: “Seneye de Beşiktaş a gidip, 100’üncü yılda takımı şampiyon yapacağım.” Trabzon’da sezon sonuna doğru sakatlanınca işler yine yoluna girmedi. Bu sefer de bu tecrübeyi yok saymaya niyetlendi, tekrar Galatasaray’a dönecekti… Sergen’in artık Lucescu’su var Sergen ilk Galatasaray döneminin başkanı Faruk Süren’i çok sever. Peşine adam takan, gezmesine ve kumarına karışan Aziz Yıldırım’dan sonra ‘beyefendi’ Faruk Süren bir başka gelmişti: “Faruk Süren kaliteli adamdı. İnsanda kalite olunca daha farklı oluyor. Rahat oturup, rahat konuşabiliyorsun. Medeniyet başka şey, bir kere çok zeki adam. O yüzden çok iyi anlaşıyorduk. Mesela başkaları gece gidip gezmemle çok ilgileniyordu. Faruk Süren beni gördüğünde, kız arkadaşımla bize şampanya yolluyordu.” Şimdi Faruk Süren değil Mehmet Cansun başkandı ama en önemlisi, artık sürekli Sergen’in suyuna giden biri Galatasaray kulübesindeydi. Mircea Lucescu, Sergen’i yeniden ciddiyetle oynayan bir oyuncu haline getirdi. Şampiyonlar Ligi’nde oynattı, Nantes’a sağ ayağıyla attığı kritik gol bugün hala akıllarda. Onunla birlikte Sergen birkaç yıl öncesine, Almanya deplasmanını kasıp kavurduğu günlere dönmeye çok yaklaştı. Ancak 2002’nin Şubat ayında futbol kariyerinin en ağır sakatlığını yaşadı, sağ diz ön çapraz bağları koptu. O güne kadar 13’ü ilk on bir olmak üzere 19 maçta forma giyen ve attığı 7 golün yanı sıra 9 da gol pası vererek ligin asist kralı olan Sergen için her şey kararmıştı. Sezon orada bitti ve daha da kötüsü play-off’larını oynadığı Dünya Kupası’na gidemeyecekti. Ama nihayetinde her şerde bir hayır vardı… Sergen’in paraları Hüsnü Güreli’de Artık Sergen yalnız değildi. Lucescu’yla birlikteydi, tabii bir de uzun süreli sakatlık sonrası erimeyen göbeği vardı. Sezon öncesinde olduğu yerde sezonu bitiren göbeğe Lucescu hiç dokunmadı, Sergen’i hep Sergen gibi kabul etti ve onu hoş tutmak için elinden ne geliyorsa yaptı. Fakat bu özveri tek taraflı değildi. Romen teknik adam futbolu çok iyi bildiğini, işini iyi yaptığını ve sözlerinin bir karşılığını olduğunu Sergen’e belletmişti. Konu futbolsa neredeyse kimseye inanmayan, otoritesini ancak bir noktaya kadar kabul eden Sergen Yalçın bu kez birine teslim olmuştu. Kafası da artık daha rahattı. Ait olduğu yere gelmişti ve kulüpten alacağı maaş, babasının ricası üzerine kendisine ödenmiyordu. Kulübünün ekonomisinin patronu Hüsnü Güreli, Sergen’in parasını işletiyordu ve kumara akıp gitmesi böylece önleniyordu. Ama bu Sergen’di, huylu huyundan vazgeçmezdi. Bu anlarda da devreye Sinan Engin giriyordu. Her maç Sergen’le iddiaya giriyorlar, gol ve asist için ortaya bir bedel konulup Sergen’in ihtiyacı olan para sağlanıyordu. Müptelası olduğu şeyleri yapabilmesi için artık hazır, fit ve sahada iyi olmak zorundaydı. Takımdaki hava da iyiydi, skorlar geldikçe takım sahada bile makara yapıyordu. Lucescu’yu jüri yapıp kim daha yakışıklı diye sormalar, gece şakaları, beraber doldurulan at yarışı kuponları… Her şey Sergen Yalçın için hazırdı ve vaadini de yaptı. Aslında o sezon, Sergen için her şey galiba baştan belliydi. Oyun içinde oyun… Sergen Yalçın gerçekten çok mutluydu; el üstünde, başrolde ve manşetlerdeydi. Üstelik olduğu gibiydi ve hiç kimse ona karışmışyordu. Sergen attı şampiyonluk geldi Beşiktaşlılar bu cümleyi duyduklarında bir başka hissederler. Şampiyonluğu getiren Galatasaray maçını Dolmabahçe’deki mahşeri kalabalıkta izleyenler bile kayışın koptuğu o anları Ercan Taner’in ‘Sergen attı şampiyonluk geldi’ sözüyle hatırlarlar. Sergen, Cordoba, Ronaldo, Zago, Kaan Dobra, Ahmet Yıldızı, Üzülmez, Nouma, Pancu, Tayfur, Guinti, Tümer… ama Tümer biraz başka. Bütün sezon Sergen’le bir arada oynayıp oynayamayacakları tartışmasıyla geçerken ikili asla yakın dost olmadılar. Aralarında hep bir çekişme, bir yarış vardı. El üstünde tutulan Tümer’in her hareketini hesaplayan yüksek egosu, Sergen’in olduğu gibi davranan kıvrak zekâsıyla çarpışıyordu. Dışarıdan bakanlar bunların hesabını yapmıyordu ama içeride ne fırtınalar kopuyordu; kim bilir… Fakat biliyoruz artık, çünkü Tümer Metin otobiyografisi Metin Olmak’ta yazdı: “Sergen’le aynı hizaya geldim, beni gördü ve topu bana attı. Top ne zaman Sergen’in ayağından çıktı, benim “1-0, Tümer Metin!” hayallerim yıkıldı. Ben o topu tanıyordum. Ben o topun geliş hızını tanıyordum. Ben o topun falsosunu biliyordum. Ben o topun açısını da sahanın açısını da adım gibi biliyordum. Ben o topun bana geldiği an onunla nerede bulaşacağımı da olasılıkları da biliyordum. Top Sergen’in ayağından çıkıp benimle buluştuğu an yapabileceğim tek bir şey vardı. Sergen topu atarken bana tek bir şans bırakmıştı: Tekrar topu Sergen’e çıkartmak! Topu tekrar Sergen’e çıkarttım ve gol oldu.” Tümer’in de kabul ettiği gibi, Sergen kazanmıştı. Tüm sezon içten içe çekişen ikili, her zaman olduğu iplerin Sergen’in elinde olduğu bir anda daha aynı amaç için farklı hislerle yan yanaydılar. Tümer’in umudu vardı, tüm sezon aşamadığı Sergen’den rol çalacaktı. Ama mümkün olmadı, çünkü Sergen izin vermedi; üstelik bunu Tümer’i kullanarak yaptı. Son oyunu da Sergen kazandı ve belki bu yenilgi, Tümer Metin’in günü geldiğinde Beşiktaş’ı bir kalemde silmesini hiç yoktan bir sebebe bağlıyordu. Aslında Beşiktaş, 100. yılında şampiyon olmuştu ve Sergen Yalçın çok mutluydu. Siz ise Sergen’in biraz ilginç, biraz acıklı, çokça da komik hikâyesini okudunuz. Üç yıl daha oynadıktan sonra bir kez daha Beşiktaş’tan ayrılan Sergen, sonra sırasıyla Etimesgut Şekerspor ve Eskişehirspor’da oynadı. Derbiler oynadı, gittiği yerlerde benzer hikâyelerin kahramanı oldu. Maliye Bakanı’ndan torpiliyle hoca kovdurdu, at yarışı oynadı ve nihayetinde 2008 yılında, 36 yaşındayken futbolu bıraktı. Antrenör oldu, Beşiktaş altyapısında çalıştı. Sarmadı, televizyona geçti. Şov programlarında jüri üyeliği ile futbol yorumculuğu arasında gidip geldi, kariyerinin ilginç anektotlarını aktarmaya devam etti. İzlendi, ne söyleyeceği merak edildi. Wesley Sneijder’in Galatasaray ile yaptığı kontratın sonunu getiremeyeceği iddiasının neye dayandığı sorusuna ‘Koltuğa!’ cevabını verdi. Son olarak ise hocası olduğu Gaziantespor’dan gün aşırı istifa ediyordu. Galiba sonunda nihayet gerçekten istifa etti ama kulübede takım elbiseyle durmanın tadını alan, ‘baktığınız zaman’ kolay kolay vazgeçmez. Attığı muhteşem gollere hürmetlerimizle… Mustafa Demirtaş Profil HF114 Ön sıradaki Sergen Yalçın Kimileri onu çocukluğundan beri farkındaydı, kimileri onu izledikçe futbolu sevdi, kimileri ise sadece anılarla onu tanıdı. Ama herkesin kararı aynıydı, Sergen Yalçın bambaşkaydı! Peki, o anılara çok daha süslü cümleler, parıltılı bir kariyer yazılabilir miydi? Bundan yarım asır öncesiydi. Dünyanın en iyi takımları haziran ayında Paris’te toplanıyor ve “en iyilerin en iyisini” belirlemek için Paris Turnuvası’nda karşılaşıyorlardı. Aslında sonuç çoktan belliydi, Pele’ye sahip olan Santos’a rakip olabilecek takım yoktu. Avrupa şampiyonu Benfica da öyle... Bu iki takım karşılaştığında Pele ve arkadaşları, daha ilk yarıda 4-0’ı yakalamıştı bile. Benfica, “Bu maç buradan dönmez, bari gençleri oynatalım” düşüncesiyle ikinci yarıda bazı değişiklikler yaptı. Oyuna girenlerden biri de 19 yaşındaki Eusebio. Mozambikli çocuk, neredeyse ayağına aldığı her topu gole çevirdi, ayağının tozuyla hat tricke imza attı! Maçı 6-3 kaybeden takımın Portekiz’e dönüş yolculuğunda konuşulan tek konu olacaktı: “Bu çocuk acaba takımdan kimi kesecek?” Büyük yetenekler, kramponlarıyla o çimlere daha ilk dokunduğu anda kendilerini belli ederler. O tarihlerde Beşiktaş’ın alt yapısından yetişmiş ve yavaş yavaş o zamanki adıyla Mithat Paşa Stadı’nda sahne almaya başlayan genç Yusuf (Tunaoğlu) için de durum farksız değildi. Küçücük soyunma odasında arkadaşlarına “Gelin de şu topu ayağımdan alın bakalım!” deyip, yorulana kadar topu ayağından kaptırmayacak kadar yetenekliydi. Onun için “böylesi elli senede bir gelir!” deniyordu. Sahiden de Beşiktaş ve hatta Türk futbolu, muhteşem yeteneklerine aklıyla hükmeden “bir sonraki özel adam” için elli olmasa da yaklaşık otuz yıl bekleyecekti. Hiç A takımla maça çıkmamış olmasına rağmen birçok Beşiktaşlının onu izlemek için altyapı maçlarını iple çektiği bir çocuk… Sergen Yalçın. Bir sonraki perdeyi kurgulayan adam Sergen o ilk günlerini hatırladığı anda şöyle der; “Beşiktaş’ın A takımı, belki de tarihin en efsane kadrosuydu. Metin, Ali, Feyyaz, Rıza… Aşağıdan gelen bir gencin, o takıma girebilmesi mucizeydi. Birçok arkadaşım çok yetenekli olmalarına rağmen hiç şans bulamadan kayboldu!” Ama Sergen’in yetenekleri, çok nadiren rastlanacak kadar özgündü. Serpil Hamdi hocanın ellerinde, o yeteneklerini oyun zekâsıyla harmanlamaya başladı. Hocası ondan ödev olarak, atağını kendi başlatıp, finalini de kendisinin yapacağı gol senaryoları yazmasını istedi. Sergen, hayal gücünü kullanarak her hafta defterine o kurgularını karalıyordu. Ama onu özel yapan şey, hayallerini gerçek hayata taşıyacak kadar sihirli bir sol ayağa sahip olmasıydı! O gol senaryoları sadece defterde kalmadı, birçoğunu sahaya yansıtmayı başardı. O özelliğini, olgunluk kazandıkça daha da etkin kullanmaya başladı. Her zaman kilo problemi yaşasa da, biraz ağır idman görünce “Ağrım var!” deyip, iki tur koştuktan sonra kenara çekilse de; kariyerinin son günlerine kadar sahada fark yaratmaya devam etmesi en çok bu sebeptendi. 100. yılın finalinde “Sergen attı, şampiyonluk geldi” mottosunu ortaya çıkardığı gün, yine Serpil Hamdi Tüzün’ün verdiği ödevi yazar gibiydi. Topu alıp, Tümer’le birlikte Bülent Korkmaz’ı ikiye bir yakaladığı anda bir karar vermesi gerekirdi: Ya golü Tümer’e attıracak, ya da Tümer’e zorla kendisine asist yaptıracak! Yıllar sonra Sergen o sahne hatırlatıldığında, “Hayatımda en çok istediğim gol oydu” diyor ve “Elbette orada istesem Tümer’e asist de yapabilirdim” itirafını yapıyordu. Beckenbauer ona hayran kalmıştı! 2000 Avrupa Şampiyonası eleme grubundaki meşhur Almanya maçı. Sadece Lothar Matthaus’un solundan atıp, sağından geçtiği an bile ülke futbolu için çok anlamlıydı. Sergen o gün sadece yeteneklerini artık tüm Avrupa’ya duyurmakla kalmamış, milli takımın kısa zamanda gerçekleşecek efsanevi başarıları öncesi özgüven aşısı yapmıştı. Beckenbauer, o günden sonra Sergen için, “Bence o bir Türk Zidane!” açıklamasını yapıyor ve Bayern Münih’e transfer edilmesini istiyordu. Evet, Sergen’in o mizahi anlatımıyla aksettiği günler… “Beni bir dönem Bayern Münih istemişti. Adamlar bir araştırdı, almadılar!” Zaten o araştırmaların sonucunda, “zehir gibi çalışan bir futbolcu!” sonucu çıkmış olsaydı o, Real Madrid’in de Zidane’ı olabilir, yani o formayı ondan da önce giyebilirdi. Sergen “koşmazdı” denilen günlerde bile eli belinde gezmezdi hiçbir zaman. Yatarak müdahale yaptığında çoğunlukla topu kazanır; o futbol zekâsını, savunmada da kullanırdı. Çünkü bizzat kendi sanatı olduğundan, karşısında çalım veya ara pası atacak oyuncunun ne yapacağını önceden kestirebilirdi. Gereksiz çalımlara girmezdi, tribünlere sevimli görünmek için aynı adamı iki kere çalımlamazdı. Topuğunu artistik olsun diye değil, “asist olsun” diye kullanırdı. Etrafını yönlendirirdi, işini hep ciddiye alırdı. Onu durduran şeyler, saha dışındaydı. Bugün her şeye sıfırdan başlasaydı... Onun en büyük farklarından biri, yapabildiği şeylerin çok zor işler olmasına rağmen, her seferinde kolay göstermesiydi. Öyle bir ara pası atıyordu ki, hedefteki forvet kendisinin boşta olduğunu o pasla anlıyordu. Hiçbir zaman üzerinde baskı hissetmezdi. Sparta Prag karşısındaki Şampiyonlar Ligi grubunun hayati maçında, bitime beş dakika sağ çaprazdan topla buluştuğunda, “Alman kale” oynar gibi topu arka direkteki Ronaldo’nun kafasına kepçeleyebilirdi. Chelsea deplasmanındaki ikinci gol öncesinde, onca keşmekeş arasında Cudicini’ye feyk ataraktan kendisini Ay’a yolcuğa çıkarıp, maç sonunda Roman Abramovich’e “Onu izlemek için İstanbul’a geleceğim” dedirtebilirdi. Şayet onu bugünlerden biriyle kıyaslamaya kalkarsak, aradığımız örneği çok uzaklarda aramamıza gerek kalmaz. Aslında uzakta ama aynı zamanda çok yakında: Mesut Özil. Sol ayağındaki sihir, hızlı düşünme ve karar verme, aynı zamanda uygulama. Saha içindeki yönetmenlik, buram buram 10 numara kokusu… Sergen de iyi yaşayıp, futbola arka sıradakiler gibi değil, ilk günden ön sıraya kurulup, sıfır devamsızlıkla dönemi bitiren öğrenciler gibi yaklaşsaydı; Mesut’ta olduğu kadar oyunun içinde olma özelliğini Avrupa standartlarına çıkarabilirdi. Ve hatta gücünü sürekli arttıracağını düşünürsek, ilk yıllarındaki o muhteşem şut özelliğiyle ona bu konuda fark atabilirdi. Bonservisi de en az 50 milyon dolaylarında gezinirdi. Yaşamadığımız Sergen, bizlere bunları sunabilirdi. Ama yaşattıkları bile güzel ve hala bambaşka… Ali Rıza Sergen Yalçın, öylesi bir daha gelmeyecek. Onun için ne dediler? Futbol adamlarına göre Sergen’in ifade ettikleri ve kullanmadığı potansiyeli! “Tembel olmasaydı, muhtemelen Barcelona’da forma giyip Zidane’a karşı oynardı.” Daniel Pancu “Premier Lig’de forma giydim, birçok önemli takımda oynadım, birçoğuyla karşılaştım. Sergen gibisini az gördüm.” Ronny Johnsen “Sergen benim için Türkiye’nin en iyi oyuncusu. Sahada oyunu gören, okuyan, Tanrı tarafından üstün yetenekler bahşedilmiş futbolcu.” Hagi “Sergen futbolu biraz ciddiye alsaydı, dünyanın sayılı muhteşem oyuncularından biri olabilirdi.” Joachim Löw “Sergen gördüğüm en efsane futbolculardan biriydi. Serie A’da oynasaydı dünyanın ikonlarından biri olabilirdi.” Federico Giunti “Kariyerim boyunca böyle bir oyuncu görmedim. Türkler nasıl bir oyuncuya sahip olduklarını bilmeliler.” - Safet Susic “Maradona’yla aynı klastandı. Sergen’in en iyi zamanlarında Türk futbolu ondan yararlanamadı.” Oscar Cordoba “Onun futbol beynine sahip değilim. Platini’de de yoktu sanırım.” - Jean Tigana “Sergen sıra dışı bir futbolcu! Real Madrid’de kolaylıkla oynayabilecek bir çocuktu. Futboluna saygı duyuyorum.” Vicente del Bosque “Onunla oynama şansına eriştim. Topa her dokuduğunda ne kadar özel olduğunu anlıyorsunuz.” John Carew “Kimse bana Sergen’den bahsetmemişti. Onun gibi muhteşem oyuncuları bulabilmek gerçekten ama gerçekten çok zor.” Zdenek Zeman “40 yıllık kariyerimde onun gibisini görmedim. Zidane’nin yerinde olabilirdi. Onun için her zaman üzülüyorum.” - Mircea Lucescu Sinan Yılmaz Süper Lig HF114 SERGEN MUCİZESİ Mİ? Futbolculuğu unutulmaz anlara sahne olan Sergen Yalçın, bugünlerde teknik direktörlükte de adından söz ettiriyor. Efsane, devre ortasında geldiği ve çok kötü günler geçiren Gaziantepspor’u şaha kaldırdı takımın çehresini 180 derece değiştirdi. Muhteşem solak kırmızı-siyahlılara sanki bir sihirli değnekle dokundu Sergen Yalçın neyi değiştirdi? Ne değişti de bu sezon lige kötü bir başlangıç yapan, Sergen’den önce, son haftalarda maçı daha ilk 30 dakikada yediği gollerle kaybeden, direnci olmayan bir takım, bu kadar zor yenilen, mücadele gücü yüksek bir takıma dönüştü. Bu sorunun cevabı için, futbolculara, kadro yapısına veya Sergen’in teknik direktörlük yeterliliğine bakmadan önce Gaziantepspor’un son yıllarda içinde bulunduğu duruma bakmak gerekiyor. Gaziantepspor 3 Temmuz sürecinden sonra son derece istikrarsız bir kulüp görünümüne büründü. Ne bir kadro istikrarından ne de puan durumunda bir istikrardan bahsedebildik son 2,5 sezonda. 2010/11 sezonunu Gaziantepspor, Tolunay Kafkas önderliğinde lig 4.’sü tamamlamıştı. Devre arası transfer edilen Cenk’in müthiş formu ve arkasındaki üç yabancı oyuncu Popov, Wagner ve Sosa’nın uyumuyla Gaziantepspor çok iyi bir takım olmuştu. Bu hücum hattının arkasında da Olcan Adın, Dany, Emre Güngör, Serdar Kurtuluş, Karcemarskas gibi oyuncular bulunuyordu. 2011/12 sezonu başında ise bu lig ortalamasının üzerindeki kadro korunmasına rağmen, takım kötü bir başlangıç yaptı. Avrupa’dan erken elenildi ve ilk 4 hafta mağlubiyetle geçildi. Ligimizin kanseri olan sabır ve istikrar sorunu da hemen baş gösterdi ve Tolunay Kafkas’ın uzun zaman emek harcayarak kurduğu kadro ile arasındaki bağ sadece 4 haftada koptu. Sonrasında Abdullah Ercan geldi ve işler iyi gitmedi. Ercan, Wagner ile tartıştı, o gönderildi ve kadro da biraz dağıldı. Cenk’in arkasındaki Sosa, Popov, Wagner üçlüsü sırasıyla farklı dönemlerde takımdan ayrıldılar. İstikrar yerini istikrarsızlığa bıraktı. Takım düşme potasına kadar gitmişti ki son 12 hafta kala Hikmet Karaman göreve geldi. Tam da kendisiyle özdeşleşen şekilde hemen büyük bir verim yakaladı. Son 8 hafta takımı gol yemedi, müthiş bir 12 haftalık periyot sergilenmişti ve insanlar o zaman da ‘Yahu ne oldu bu kötü giden Antep’e helal olsun Karaman’a’ dediler. Karaman yine kendisiyle özdeşleşen bir şekilde çok iyi bitirdiği sezonun da ardından kötü transferler ve yanlış kadro planlamasıyla ertesi sezona yine kötü başladı. Bu sırada maddi sorunlar da vardı tabii. Evet, son 2 senedir Gaziantepspor futbolcuları maaşlarını almakta sürekli sorun yaşıyorlar. 2012/13 sezonu devre arasına kadar yine istikrarsızlığa gömülen Gaziantepspor, bir teknik direktör değişikliğiyle şaha kalktı. Bu sefer isim; Bülent Uygun’du, devre arası yapılan nokta transferlerle ki; Abdul Razak Traore transferinde benim de büyük bir payım var. Kulübe bu oyuncuyu ben önermiştim… Takım yine ayağa kalktı. Yine herkes “Yahu bu kötü giden Antep’e ne oldu? Helal olsun Uygun’a” dedi. Yine sezon bitti. Bülent Uygun yine Karaman gibi kötü bir transfer ve kadro planlaması yaptı. Maddi sıkıntılar da bu kötü transfer sezonlarına neden olmuş olabilir. Bu sezona kötü girildi. Bir önceki sezonun flaş ismi Sernas’ın kiralanması ve yerine bir yağlı güreşçiye dönmüş Milevski’lerin transferi pek akıl mantık işi değil gibiydi. Zira Milevski’yi gören bir insan futbolcu fiziğiyle uzaktan yakından alakası olmadığını görebilirdi. Ayrıca Gaziantepspor’un en zengin ve bunca yabancı sorunu çeken kulüplerin aksine yerli kalitesinin tavan olduğu bölge santrforken, Cenk ve Muhammet gibi oyuncuları kadrosunda barındırıyorken bu kadar santrfor alması, göndermesi de hiç mantıklı değildi. Nitekim Bülent Uygun da bu sezona kötü girdi, işler kötü gitti ve Sergen geldi ve birden Gaziantepspor şaha kalktı. Uzun lafın kısası… Bu filmi üçüncü defa izliyoruz! Artık Gaziantepspor taraftarının yönetime rest çekip şunu demesi gerekiyor. “Biz bu filmi daha önce de görmüştük!” Sonuçta 3 sezondur boşa giden bir süreç, ne Yıldız futbolcu Milevski Antep’e büyük umutlarla gelse de bekleneni veremedi ve takımdan ayrıldı. bir sistem, ne bir istikrar, ne bir temel atılabildi. Hocalar geldi, gitti, 10’ar haftalık müthiş periyotlar yaşandı… Bu periyotlar Gaziantepspor’u 3 sezondur küme düşme korkusundan uzaklaştırdı ama ilerleme adına, gelecek adına da hiçbir adım atılamadı. ‘Haydi’ durumu motive ediyor Şimdi bu kötü giden Gaziantepspor’un 3 seferdir nasıl birden patlama yapabildiğini kendimce açıklamaya çalışayım. Oyuncular, maaşlarını da adam akıllı alamadıkları ve hiçbir gelecek göremedikleri kulüplerinde umutsuzluğa düşüp, kadro kalitelerinin altında maçlar çıkarıyorlar ve art arda kötü sonuçlar alıyorlardı. Sonra bir teknik direktör değişikliği ve muhtemel yönetim vaatleri oluyor, maaşların bir kısmı ödeniyor ve hep birlikte bir “haydi!” durumu oluşuyor. Zaten kalburüstü bir kadroya da sahip oldukları için bunu 3. sezonda 3. seferdir başarabiliyorlar. Cenk’in performansından dahi bu ruh halini görebilirsiniz? Cenk basit bir forvet mi? Hayır. Neden sürekli değil de dönem dönem patlama yaşıyor peki? Geleceğinin, hayallerinin geçtiğini, potansiyelini her geçen gün kaybettiğini görüyor çünkü. Gaziantepspor 3 sezondur hep kaliteli bir hücum hattına sahip oldu, sorunlar daha çok defansif oyuncu kalitesizliğindeydi. Bu yüksek motivasyonlu hoca değişikliği sürecinde de takım birden agresif, sert, ekstra istekli oynadı ve sonuca gitmeyi bildi. Gaziantepspor’un Sergen’le kazanırken de goller atıp, yediğini görüyoruz zira takım için ancak şöyle bir planlamadan bahsedebiliriz. “Üstü forma, altı sorma” Sistem: 4-2-4 Hücum hattında Cenk, Muhammet, Turgut, Traore hatta defansif adam eksiğinden defansif oynatılan Medunjanin, savunmada ise ön libero Bekir Ozan, Binya, Şenol, Ekrem Dağ vs vs. Arada ciddi bir kalite farkı olduğu bariz. Sergen de bunu iyi gördü. Elinde bir tane bile üstün fizik gücü olan, agresif, sert defansif ortasaha oyuncusu olmadığının bilincinde. Orhan Gülle’yi fiziği iyi defansif ortasaha olarak sayabilirsiniz ama o da maçın içinde çok kopuk oynayan, konsantrasyonu çok düşük, bir de agresif futbol oynamayan bir oyuncu. O yüzden Sergen orta saha göbeğinde iki oyun kurucu ile oynuyor. Bekir Ozan tüm yavaşlığı ve fiziksel zaaflığına rağmen defansif oyun kurucu rolünde oynarken yanındaki Medunjanin de ligin en teknik, en yaratıcı olmasına rağmen, en yavaş, zayıf oyuncularından biri olarak serbest oynuyor. Kanatlarda Traore, Turgut gibi oyuncular da yine defansif melekeleri düşük oyuncular. Savunma dörtlüsü de, özellikle bekler oldukça kalitesiz zaten. Bu yüzden Sergen şimdilik şunu yapıyor. 4-2-4 gibi bir sistemle topu eveleyip gevelemeden, mümkün olduğunca çabuk bir şekilde direkt ve uzun bir şekilde ileri gönderiyor. Bunu yapmaları için de göbeğe Bekir gibi, Medunjanin gibi ayağı düzgün oyuncular koyuyor, maçı bir orta saha mücadelesi haline dönüştürmediği için bu ikilinin fiziksel zaaflarının ortaya çıkmamasını sağlıyor. 4-2-4, direkt ve uzun toplarla oynanan bu system, oyunu hızlandırıp tempoyu artırıyor ve hücum hattı kaliteli olup, savunma hattı da kalitesiz olduğu için Gaziantepspor gol atıp, yiyen Cenk Tosun, Sergen Yalçın göreve geldikten sonra çıktığı 7 maçta rakip ağlara 4 gol bıraktı. bir takıma dönüşüyor. Ligin 2. yarısında da oyun organizasyonundan uzak, hücumdaki kaliteli ayakların yeteneğine bağımlı, izlemesi (top bir o kalede bir bu kalede olacağından) zevkli bir takım olacaktır Gaziantepspor. Fakat ortasahası kalabalık, tempoyu ayarlamayı bilen, kısa ve çok pas yapabilen takımlar Gaziantepspor’un foyasını ortaya çıkarabilirler. Bu tarz oynayan takımlar Gaziantepspor’un hücum ve savunma bağlantısını topa sahip olarak koparabilir ve oyunu tamamen domine edebilirler zira Gaziantepspor takım halinde ve güçlü bir pres oyunundan oldukça uzak. Paralar ödenmezse başarı uzun sürmez Sergen şimdilik elindekini iyi etüt etmiş ve en doğru şekilde kullanıyor gibi görünüyor, B planı üretme ihtimali yok ama A planını iyi uyguladı. Oyuncularını motive etmeyi de karizmasını kullanarak biliyor, Ne de olsa o son 20 yılın en yetenekli Türk futbolcusu ve oldukça popüler bir karakter. Oyuncular hiç olmadıkları kadar agresif, mesela Bekir Ozan Trabzonspor maçından sonar hiç görmediğim kadar hırslıydı. Bu da başarının sebeplerinden ama maaşlar ödenmediği sürece bu hırs, istek çok uzun soluklu yine olmaz. Sergen’in gerçek hocalığını görmek için de önümüzdeki sezonu beklemek lazım diye düşünüyorum. 41 yaşındaki Sergen Yalçın, ilk teknik direktörlük deneyiminde Antep ile 6 maçta, 4 galibiyet, 1 beraberlik, 1 de mağlubiyet aldı. Sergen zeki ama… Bu transfer dönemini yönetim sıkıntıları yüzünden doğru dürüst transfer yapamadan üstelik oyuncu kaybederek pas geçtiler. Ben Sergen için, oldukça zeki ama eğitimsiz ve yüksek egoya sahip biri olduğu için, sürekli başarılara yelken açabilecek bir kariyer pek göremiyorum. İşte kadrosunu, oyuncuları erken algılayıp doğru bir mantık üzerinden hemen geçerli bir sistem kurması onun kıvrak zekasını gösteriyor ama Sergen çalışmayı hiç sevmez ki! Oyuncu transferlerinde ne kadar ince eleyip sık dokuyacak? Egosu insan ilişkileri konusunda nasıl sorunlara neden olacak? Uzun vadede bunlar hep çok ciddi soru işaretleri. Kaan Koç Unutulmaz HF114 AĞLARI SARSAMAYAN FORVET Henüz çok gençti… 10 yıl önce, 25 Ocak 2004’te Don Afonso Henriques Stadı’nın çimlerine yığıldı, bir daha kalkmamacasına… “Futbol bana kazanmak kadar kaybetmeyi ve eğlencenin acılara üstün gelebileceğini de öğretti. Hedef yalnızca mutluluk; harcanan tüm fırsatların telafisi olabilen mutluluk...” Miklos Feher Elini dizlerinin üstüne koyup başını öne eğdi; uzun, sarı saçları ıslak ve parlaktı. 12-13 saniye boyunca öylece durdu. Ne düşünüyordu o anda? Ne tür bir acı duyuyordu göğsünde? Başına gelmekte olan şeyin ciddiyetini bilemeden basit bir baş dönmesi sanıp kendini yere bırakmayı yediremiyordu belki de. 12-13 saniye. Sadece 12-13 saniye dayanabildi elleri dizlerinde, saçları yere uzanan adam. Sonra sola doğru devrilmeye başladı, saçları bu kez geriye düşen başıyla birlikte arkaya savruldu. Ve az önceki duruşundan geriye, göğsündeki can tılsımının onu terketmesiyle tek bir şey kalıyordu; yere yığılırken hala dizlerinde olan elleri. Çünkü onu ayakta tutamayan bacakları kadar elleri de kendi kontrolünde değildi artık. Bir bebekte bile var olan düşerken tutunma refleksi yok; son ana kadar kıpırdamayan, sonra yerçekimiyle iki yanına iki parçalanmış dal gibi sıçrayan kollar. 25 yaşındaki yakışıklı adam ölmüştü. Arkadaşları çığlıklar atıyor; takım arkadaşı Sokota hemen yanıbaşına eğilmiş, bir eli solgun saçlarını tutuyor Feher’in. Rakipten Cleber, iki elini ona doğru uzatmış, sanki bir Yunan tanrısı sanıyor kendini; tutup kaldıramazsın ölü bir adamı Cleber! Tiago iki elinin arasına almış kendi başını, karşı takımdan Guga sımsıkı sarılıp uzaklaştırıyor onu başka köşeye. Tiago ağlamaya daha yeni başlıyor, haberi yok! Kaptan Simao Sabrosa dizlerinin dizlerinin üstüne çöküyor; kaptanlığının sınırlarını bil Simao, bir yere kadarsın! Ricardo Rocha, sen de Feher’e uzaktan bakıyorsun, korkudan gidemiyorsun yanına ve ağlıyorsun. Ağla Rocha, elde kalan bu; ağlamak. Hayat bu cümleleri söylüyor o gün. Feher yerde, kanadından kopup düşmüş bir kuş tüyü gibi yatıyor; bomboş. Feher’in gözleri açık. Elbet henüz yeni oyuna girdiği maçın sonucunu, sezonun nasıl biteceğini de merak ediyor ama 25 yaşındaki bir adamın hayata gözlerini yumarak ölmesi zaten imkansız. Feher acaba bilinci kaybolmadan evvel en son hangi fotoğraf karesini görüyor, bunu düşünüyorum. Acaba neyi gördü en son Feher o sahada; kalbi onu yoklamadan hemen önce görüp sitemle hakeme gülümsediği sarı kartı mı, eğilip 12-13 saniyelik köprüye girdiği anda ona zeminden bakan çimlerin yeşilini mi yoksa sevdiği kadının gözbebeklerini mi? Bilmiyoruz. Hayat bana “Her şeyin sırrına eremezsin Kaan Koç!” diyor. Peki hayat. Peki... 10 yıl oldu saçları sallanmıyor onun, 10 yıl oldu o forvet gol atamıyor, tam 10 yıldır ailesiyle aynı koltuğa oturamadı, 10 yıldır bir kıza aşk sözleri söyleyemedi. 10 yıl evvel öldü Feher. Herkes için aynıyken ölümün tablosu, herhangi bir yılın Ocak 21’inde bir sürü insan ölmüşken tarihte ben niçin Feher’i anıyorum şu an? Sanırım o maçta gol atacağını zannediyordum da ondan... Ama o şimdi yalnız, eli kalbinde bir heykelin içinden bakıyor bize. Ve saçları havada dalgalanamıyor, duruyor kaskatı. Feher, gol atmaktan vazgeçti tam 10 yıl önce. Biliyorum, ayakta durabilseydi o maçta bizi değil ağları sarsacaktı. Egemen Yıldırım Süper Lig HF114 ASLAN’DA GENÇLİK AŞISI Roberto Mancini ile oyun anlayışında son 2 yıla kıyasla gözle görülür bir fark olan Galatasaray’da değişim, kadro ve transfer mantalitesine de yansımış durumda. Özellikle devre arası transfer döneminde sarı kırmızılılar tabir-i caizse kabuk değiştiriyor ve kulüp tarihinde pek rastlanmayan bir yapılanmayla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor Türkiye’deki futbol kulüplerinin %95’inin yaşadığı gibi Galatasaray da tarihi boyunca sıkça değişim yaşayan bir kulüp. Mali, idari, sportif ve birçok alanda sarı kırmızılılar belirli dönemlerde kendini yenileme ihtiyacı hissetti. Bizler, bunun son örneğini 2011/12 sezonunun öncesinde görmüştük. Şimdilerde ise hem Avrupa hem de Türkiye’de değişen futbol düzeninin etkileriyle birlikte Galatasaray, keskin bir gençleşme operasyonunun tam merkezinde. Aslında yapılan hamlelerin Roberto Mancini komutasında gerçekleştiği görülse de yatırımların temelini oluşturan kişinin Fatih Terim olduğu su götürmez bir gerçek. Üçüncü kez göreve geldiği 2011/12 sezonunun başında Terim’in yapmak istediği aslında tam olarak bu olsa da gelişen şartlar, onun bu planı faaliyete geçirmesine olanak sağlamadı. Eğer Terim bahsettiğimiz planı uygulayabilseydi başarılı olur muydu? Konumuz bu değil ama Fatih Hoca’nın geçmişte yaşadıklarına bakarsak onun potansiyeli ortaya çıkarmaktan ziyade var olan potansiyelden maksimum verim almada daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Fatih Terim’in üçüncü döneminde oluşturduğu kadronun temel prensibi, devralınan enkazı kısa vadede ortadan kaldırarak başarı kazanan bir yapıya dönüştürmekti. Başarı kazanıldıktan sonra ise oluşmuş iskelet, hem altyapıdan hem de piyasadaki yetenekli gençlerle harmanlanarak geleceğin Galatasaray’ı oluşturulacaktı. Kısa vadeli düşünce, pratikte istenileni yerine getirse de uzun vadeli düşüncenin pratiğe geçeceği dönemde Terim ile yönetim arasında yaşanan anlaşmazlık her şeyin yeniden başlayacağı izlenimini ortaya çıkardı. Bu dönemde Fatih Terim’in yerine göreve gelen Roberto Mancini’nin uzun vadeli planı uygulamaya koyup koymayacağı muammayken İtalyan teknik adam, göreve geleli henüz 3.5 ay olmasına karşın keskin bir yapılanmaya aldı Galatasaray’ı. Potansiyelde önü açık olan tünel Spor Toto Süper Lig’de ikinci yarının başlamasına bir hafta kala Galatasaray; Bucaspor’dan Umut Gündoğan, Grasshoppers’tan Izet Hajrovic ve Kayserispor’dan Salih Dursun’u renklerine bağladı. Brezilya’nın en iyi sol beki olarak nitele ndirilen Alex Telles’i İstanbul’a getiren ve imza attıran sarı kırmızılılar, ayrıca Basel’in genç kanat oyuncusu Endoğan Adili ile görüşmelere başladığını borsaya bildirmiş durumda. İsmini yazdığımız 5 oyuncunun göze batan özelliği, yaş ortalamalarının 21.6 yani geleceğin Galatasaray’ını oluşturacak temel parça hüviyetinde oluşu. Saydığımız bu isimler, gösterdikleri performansla bulundukları liglerde isimlerinden sıkça söz ettirmiş durumdalar. Bir tek Endoğan Adili ile ilgili net bilgiye sahip değiliz. Onunla ilgili de sıkı bir araştırma sonucu bazı verilere ulaşabilir, yeteneğine dair öngörülerde bulunabiliriz. Potansiyelde bu 5 isim Galatasaray’a ciddi katkılar verebilecek isimler. Yani sarı kırmızılıların yürüdüğü yolun sonundaki tünelin önü açık. Ayrıca basında Tolgay Arslan, Hakan Çalhanoğlu, Tarık Çamdal, Veysel Sarı, Koray Günter ve Kaan Ayhan gibi Milli Takım’ın gelecekteki yapı taşları olabilecek isimlerin adı Galatasaray’la ciddi şekilde anılmakta. Yani operasyonun boyutu oldukça geniş. Genç futbolcu Bruma yaşadığı talihsiz diz sakatlığı sebebiyle sezonu kapattı. İlk olmayı sağlayan veriler Galatasaray’ın kadrosuna kattığı ve gündeminde olan bu isimlerin aynı sezon içerisinde sarı kırmızılı formayı giymelerini ilk yapan birçok veri mevcut. Sezon başında transfer edilen Bruma’yı da dahil ederek bu ilkleri tek tek sıralayalım: - Başkan Ünal Aysal’ın bizzat istediği “gençleştirme operasyonu”, Galatasaray tarihi incelendiğinde böylesine geniş çaplı şekilde ve mantalite olarak ilk kez gerçekleşiyor. Geçmişte sarı kırmızılıların birçok genç futbolcu transferi yaptığı aleni olsa da başkanından yöneticisine, teknik direktöründen CEO’suna kadar herkesin bu transfer hamlelerini operasyona dönüştürdüğüne ilk kez şahit oluyoruz. Fenerbahçe’nin Christoph Daum’la 2003-04 sezonunda buna benzer bir hamle yaptığı hafızalarda yer alsa da, o dönemdeki transferlerin gelişim kaydedemediği ve daha az etki yarattığı açık. - Geçmiş dönemlerde genç futbolculara yatırım yapıp geliştirmek yerine direkt fayda sağlamayı prensip edinen ve bu nedenle fahiş bedeller ödemekten kaçınan Galatasaray, bu prensibi değiştirmiş durumda. Sezon başından bugüne sarı kırmızılıların 24 yaş ve altı futbolculara ödediği bonservis miktarı 23 milyon 750 bin euro (Bruma 10 milyon, Salih 2 milyon 750 bin, Hajrovic 3.5 milyon, Telles 7 milyon, Umut 500 bin euro). Özellikle Türkiye’nin kariyer geliştirme ülkesi yerine kariyerinin sonunda para kazanma ülkesi olarak görüldüğü Avrupa futbolunda yabancı genç futbolcuların vitrin olarak Galatasaray’ı seçmesi ve kulübün bu oyunculara 20 milyon euronun üstünde yatırım yapılması Türk futbolunda bir ilk olarak karşımıza çıkıyor. Yani Galatasaray’ın; Porto, Lyon, Shaktar Donetsk gibi genç oyuncuları yetiştirip ihraç etmede adeta fabrika düzenine sahip takımların yapısını belli ölçülerde uygulamaya soyunduğunu söylemek mümkün. Bu, Türk futbolunun Avrupa ve Dünya futbol piyasasındaki yeri açısından çok önemli bir artı. Genç futbolcular, Galatasaray’ın yaptığı hamleler sayesinde sonraki sezonlar için kariyerleri açısından Türkiye’yi uygun bir seçenek haline getirebilir. - Galatasaray, genellikle sezon başında gerçekleştirilen geniş çaplı değişim politikasını devre arasında uygulayarak yine daha önce örneği görülmemiş bir hamleye imza attı. Devre arası transferleri birçokları tarafından risk unsuru olarak görülüp, büyük takımları nokta atışı transferler yapmaya yöneltse de Galatasaray bu tercihiyle doğru kimyayı yakalayabildiği takdirde Türkiye’de neredeyse kemikleşmiş bir yapının değişmesi adına örnek olabilir. Kim katkı sağlar? Galatasaray’ın yüksek ücretler ödeyerek takıma kazandırdığı bu isimlerle ilgili en büyük soru işareti, takıma direkt katkı sağlayıp sağlayamayacakları yönünde. Bu tarz soru işaretlerinin ortaya çıkması son derece normal. Çünkü ödenen meblağlar, Türkiye standartlarının fazlasıyla üzerinde ve taraftar onlara geleceğin yıldızı olarak değil, takıma hemen katkı sağlayacak isimler olarak bakıyor. Bu da baskıyı artırdığı gibi beklentiyi de yükselten önemli bir faktör. İlk yapılan transfer olan Bruma’dan başlarsak, yabancı kontenjanının genç oyuncunun yeteneklerini sergilemesine büyük bir ket vurduğunu söyleyebiliriz. Oynadığı maçlarda güçsüzlüğü göze batan Bruma, yaşadığı talihsiz ve ağır sakatlıkla net yorumlar yapılmasını sezon sonuna bıraktırdı. Takıma direkt katkı vermesi en çok beklenen iki ismin ilki Alex Telles. Galatasaray’ın yıllardır kanayan yarası konumundaki sol bek için ilaç olması beklenen genç oyuncudan beklenti bir hayli yüksek. Hakan Balta’nın yıllardır süren istikrarsızlığı ve düşük formu, Riera’nın da yüksek maliyeti ile devşirme sol bek oluşu, Telles’in takıma girişini beklenenden önceye çekebilir. Geçen sezon Brezilya’nın en iyisi seçilmesi, Galatasaray gibi 3 kulvarda mücadele eden bir takımda ilk 11 oynamak için yeterli görülebilir. Ancak genç oluşu, uyum süresi ve sisteme alışması gibi temel sorunlar, şu an için önündeki en büyük engeller. Zaman, onun için söylenecek klasik ama doğru kelime. Salih Dursun da tıpkı Telles gibi takıma direkt katkı yapması düşünülen diğer isim. Onun Brezilyalıya göre avantajı ligi tanıması ve bir çok pozisyonda oynayabilmesi. Aslen orta saha olan Salih, Kayserispor’da sağ bek oynamaya başlayan ve nadiren savunmanın ortasında da değerlendirilebilen bir oyuncu. Eboue’nin yabancı statüsünde oluşu ve istikrarsız performansı, onu Sabri’nin önüne koyarak ilk 11’e girmesini hızlandırabilir. Grasshoppers’tan beklenmedik bir şekilde Galatasaray’ın yolunu tutan Izet Hajrovic’in de ilk 11’e girmekte zorlanacağını söyleyebiliriz. Başlıca etken, tabii ki yabancı sınırlaması. Ama yeteneklerinin tartışılmaz olduğu bir gerçek. Bosna Milli Takımı ile Dünya Kupası oynayacağı da düşünülürse Mancini’nin onu rotasyona sık sık dahil edebileceğini söyleyebiliriz. Ama kilit noktalardan biri, takımın oynayacağı sistem. Burak-Drogba-Sneijder üçlüsünün varlığı, kanat varyasyonlarının uygulanmasını zorlaştıracak birinci madde. Sezonun başlamasını beklemek, daha sağlıklı yorum yapılmasına olanak sağlayacak. Belki de işi en zor olan isim Umut Gündoğan. Selçuk İnan-Melo gibi birbirini çok iyi tamamlayan ve geçtiğimiz 2.5 sezonun en uyumlu ikilisiyle aynı pozisyonun oyuncusu için forma aslanın ağzında değil, midesinde olur. Yekta, Emre Çolak, Ceyhun Gülselam ve Engin Baytar gibi isimlerin sakatlık ve cezalar dışında bu ikiliyi kesemediği ortadayken Umut’un forma için ekstra efor sarf etmesi gerektiği aşikar. Onun en büyük avantajı, Avrupa patentli bir alt yapı geçmişine sahip olması. Endoğan Adili ile ilgili olarak bildiğimiz tek şey genç takımlarda gösterdiği performans. İsviçre Ligi’nin en genç golcüsü unvanına sahip olan Endoğan, kapalı kutu olarak karşımıza çıksa da Football Manager oynayanların bileceği üzere büyük bir potansiyele sahip. Bilinen tek handikabı, genç yaşta yaşadığı ağır sakatlık. İzlemek şart. Risk bu işin doğasında Türkiye’ye geleli henüz 3.5 ay olan bir teknik adam önderliğinde özellikle yerli oyuncu ağırlıklı bir gençleşmeye gidilmesi, elbette riskleri de beraberinde getirir. Özellikle taraftarlar, 3 kulvarda birden mücadele eden takımlarından ligin ikinci yarısında daha iyi bir performans bekleyecektir. Peki bu hamlelerin ardından ortaya çıkan yeni Galatasaray bu beklentilere cevap verebilir mi? Şahsi görüşüm, yeni transferlerin takıma olan katkılarının Ziraat Türkiye Kupası’nda daha fazla olacağı yönünde. Ligin iddialı büyük takımlarının kupada saf dışı kalmasıyla kamuoyunda kupanın bir numaralı favorisi haline gelen Galatasaray, yarı finale çıkmayı garantilediği andan itibaren yeni transferlerin uyumunu bu kulvarda sağlamak isteyecektir. Ligde ise takıma etkileri, lig başladıktan bir kaç maç sonrasında olacaktır. Özellikle temponun zirve yaptığı dönemlerde takım içerisinde oluşacak rotasyon, yeni katılan oyuncular için bir şans olacaktır ve takımda bulunan önemli isimlere mesaj vermelerini sağlayabilir. Şampiyonlar Ligi’nde ise tecrübe ve uyum daha ağır basacağından Telles haricindeki oyuncuların takıma direkt girişi bir hayli zor görünüyor. Grassopphers’tan kadroya katılan Hajrovic de gençleştirme operasyonun önemli hamlelerinden biri. Risk, bu işin doğasında bulunan temel unsur. Ancak şöyle de bir gerçek var ki büyük kazanımlar, risk almadan sağlanamıyor. Galatasaray, yaptığı bu büyük yatırımın karşılığını almayı mutlaka isteyecektir fakat gerçekçi olan, yeni sezonun başlamasını beklemek olacak. Geçtiğimiz sezonki Drogba ve Sneijder hamleleri, takıma direkt katkı sağlamaları baz alınarak yapılmıştı isimleri ve kariyerlerinden dolayı... Bu beklenti hayal kırıklığına dönüşmeyerek, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final ve ligde şampiyonluk olarak geri kazanılmıştı. Bu sefer durum farklı ve gelecek garanti altına alınmak isteniyor.Hayal kırıklığı kısa sürede yaşanmak istenmiyorsa ‘sabır’ en doğru kelime olur. Bağlasan da durmayacak isimler Her şeyi iyi güzel anlattık ama en önemli sorunu göz ardı edemeyiz. Transfer edilen genç yabancıların kadroya girebilmesi için kimlere ‘güle güle’ denilecek? Galatasaray’ın elini kolunu bağlayan sorunlardan biri de bu. O zaman biraz beyin jimnastiği yapalım. İlk aday, birçok Galatasaraylı’nın da düşündüğü gibi Dany. Riskli oyunu, Galatasaray için yetersiz görülüşü iki ana unsur. Onun gidişi savunma oyuncusu sayısı açısından sıkıntı yaratacak olsa da Mancini’nin hazırlık ve Ziraat Türkiye Kupası maçlarında Melo’yu stoper olarak denemesi, bu hamlenin gerçekleşmesi en muhtemel hamle olacağını bizlere gösteriyor. Diğer aday Amrabat. Bonservisine ödenen 8.6 milyon euronun bu zamana kadar belki de 1 milyon avrosunu bile katkı olarak takımına kazandıramayan Faslı oyuncunun bileti kesilse de gitmemekte direnmesi, Galatasaray’ı hamle yapmakta bir hayli zorluyor. Türkiye dışına gitmek isteyen, ancak yeterli ilgiyi göremeyen 27 yaşındaki oyuncu için Medical Park Antalyaspor ciddi bir alıcı konumunda. Bruma’nın sakatlığının ardından kanat varyasyonları için takımda kalma ihtimali az oranda belirse de Riera’nın katkısının daha fazla olması ve Hajrovic’in varlığı, onun Galatasaray kariyerini en fazla sezon sonuna kadar uzatacağını gösteriyor. Son isim ise Riera. Aslında takım içerisinde topu kullanmayı en iyi bilen isimlerden biri de o. Ancak şu da bir gerçek ki Liverpool’da harikalar yaratan Riera’dan eser yok. İlerleyen yaşı ve kaybolan hızı, tercihen arka planda kalmasına neden oluyor. En büyük avantajı ise istikrarı ve oyun bilgisinin üst düzey oluşu. Amrabat’ın gözden çıkarılması bu kadar barizken Riera için son bir şans daha olabilir. Gelecek garanti altında mı? Transferi gerçekleşen ve gündemde olan bu isimler tek tek incelendiğinde geleceği çok parlak olan isimler. Ancak büyük takım havası her zaman başkadır. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi ekiplerde oynamak bir çok baskıyı beraberinde getirir. Tabi bir de İstanbul’un cezbedici yönü var... Taraftar baskısı, İstanbul’un havası, kontratın arkasına sığınarak mücadeleden kaçma ve yeteneklerine ihanet etmek gibi olası sorunlarla iyi baş ettikleri sürece potansiyellerini sahaya yansıtacaklardır. Takıma uyum sağlayıp iyi performansı istikrara dönüştürebilirlerse, Galatasaray’ın geleceğinin garanti altında olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada sabır çok önemli. Kulüp, taraftar, teknik ekip gibi etmenler eğer takıma kazandırılan genç isimlere gerekli sabrı gösterebilirlerse bundan hem Galatasaray hem de Türk futbolu kazançlı çıkacaktır. Mancini gibi iyi özelliklere sahip bir teknik adamla çalışmanın önemini kavramak, bu isimler için belirleyici unsurlardan biri. Türkiye Uğur Karakullukçu HF114 Domingos Etkisi Kayserispor’un yeni teknik direktörü Domingos Paciencia, sarı-kırmızılıları yeni bir yola sokacak gibi görünüyor. 2005’te Ertuğrul Sağlam göreve geldiğinden bugüne kadar teknik adamlarıyla uzun vadeli çalışmalar planlayan ve bu çalışmalar neticesinde elde ettiği istikrar ortamında birçok yerli ve yabancı oyuncuyu parlatıp kendisine bir bonservis ekonomisi yaratmayı başaran Kayserispor Ocak 2014 itibariyle pek de beklenmedik bir konumda. Uzun yıllar sonra ilk kez bu kadar düşük performanslı bir devre geçiren sarı-kırmızılılarda aslında Robert Prosinecki’ye ortalama bir Süper Lig yönetimi sabrının çok üzerinde bir kredi açılmasına karşın ayrılık kaçınılmaz hale gelmişti. Sezon başında Beşiktaş tarafından ısrarla istenen Hırvat hocanın çok sayıda sakatlıkla ortaya çıkan derinlik problemine bir çözüm bulmaması ve oyununu eldeki isimlere göre revize edememesi onun sonunu getirmişti. Yerine ise bu kez yine gelişime açık ancak Avrupa’da ismi de olan, farklı bir isimle anlaşıldı: Domingos Paciencia. Taviz yok Domingos Paciencia 2011’de Braga gibi daha Minho bölgesinin dahi en çok desteklenen ekibi olmayan, mütevazı ve imkanları kısıtlı bir kulübü Avrupa Ligi finaline taşıyarak aslında büyük bir sükse yapmıştı. Hatta Avrupa basınında Jose Mourinho’nun kendisi için kullandığı ‘Special One’ hitabına gönderme yaparak aynı sene Porto’yla kupayı elinden alan Andre Villas-Boas için ‘Special Two’ denilmişti ancak ondan önce Braga taraftarları aynı lakabı Domingos için kullanıyordu. Porto’nun efsanevi sezonunun biraz gölgesinde kalmış olsa da kendisine uluslararası bir isim yapan ve örnek alınası bir takım planlamasına imza atan Domingos bu başarısının ardından Sporting’in yeni seçilen başkanı Gudinho Lopes onu ‘seçim vaadi’ olarak Lizbon ekibine transfer etti. Buna karşın beklentisi yüksek, kadro kalitesi sanılana ve ödenen paralara oranla daha düşük her takımda olduğu gibi problemli bir dönem geçirildi. Bir teknik adam öğütme makinesi haline dönüşmüş olan Sporting’in bu sezondan önce 3 yılda tam 7 teknik adamla çalıştığını ve hiçbir hocanın bir sezonu tamamlayamadığını ifade etmek gerek. Bu çarkın nasıl işlediğini derginin 60.sayısında ‘Kayıp Dev: Sporting’ başlığıyla işlemiştik. Bu kaotik ortamda Domingos’un beklentileri karşılayamamış olması da kabul edilebilir bir durum. Mendes aracılığıyla Deportivo’nun başına geçtiği kısa süreli dönem de Domingos’un teknik adamlığına dair önemli veriler sunmuyor. Sefa Yılmaz için şans Kayserispor için Domingos’un Braga dönemini referans almak çok daha makul çünkü tarihinin en iyi dönemini geçirmesini sağladığı Braga, hem taktiksel olarak kendisinin inşa ettiği hem de kulüp profili olarak Kayserispor’a epey yakın. Nispeten az taraftar baskısı ve Kayserispor’un teknik adamlarıyla 2-3 sezonluk dilimlerle çalışıyor oluşu eğer küme düşme hattından uzaklaşabilirse Domingos Paciencia için de ideal bir ortam bulması anlamına gelecek. Domingos yönetimindeki Braga’nın en önemli özelliği ise tavizsiz uyguladıkları alan savunması. Hızlı ve doğrudan rakip kaleyi hedefleyen hücumlarla kontrataklar kurgulayan Domingos’un yönetiminde Kayserispor’u önümüzdeki haftalarda bu şekilde izlememiz mümkün. Hücum planına paralel olarak son dönemde performansı düşen Sefa Yılmaz gibi topla kat etmeye ve ceza sahasına sızarak gol bulabilme özelliğine sahip kanat oyuncuları ön plana çıkacaktır. Oyuncularını parlatıp piyasaları zirveye ulaştıklarında göndermeyi artık bir ekonomi girdisi haline getirmeyi başarmış neredeyse tek Süper Lig kulübü olan Kayserispor adına sadece bu gelişim dahi Domingos’un artı hanesine yazılabilir. Aynı şekilde sezon başında 12 milyon avroyu bulan teklifler alan Mouche’nin Sefa ile birlikte Domingos’un sisteminde parlaması muhtemel. Domingos etkisi Mücadele, çalışkanlık ve disiplin… Bir Domingos Paciencia takımında ortak payda olarak görebileceğimiz bu melekelere sahip oyuncularla Kayserispor şimdiki tek tek yetenekli ancak bütüne hizmet etmeyen görüntüsünün 180 derece tersine doğru yelken açması muhtemel. Daha sert, daha iyi takım savunması yapan ve daha dişli bir Kayserispor izlemek için hocaya belli bir zaman tanımak gerekebilir ancak Domingos Paciencia’nın Kayserispor’u bize bunları vadediyor. Büyüteç Emre Özcan HF114 ON BEŞiNDEN SONRA Milan ağlarına bıraktığı 4 golle bir anda İtalya’da gündemin ilk sırasına oturan Domenico Berardi, 15 yaşında tesadüfen bir halı saha maçında keşfedildi Geçtiğimiz yaz transfer döneminin son gününde bonservisinin yarısı, 4.5 milyon Euro ve Luca Marrone’nin bonservisinin %50’si karşılığında Juventus tarafından alınan Domenico Berardi bu sezona Juventus oyuncusu olarak başladı. Geçtiğimiz sezon Sassuolo formasıyla Serie B’de çok iyi bir sezon geçirmiş ve takımının şampiyon olarak Serie A’ya çıkmasında 11 golle büyük bir pay sahibi olmuştu. Bir süredir transfer planlaması olarak özel işler çıkaran Juventus’un geleceği şekillendirme çabasının öznelerinden biri olan Berardi’nin mevcut formu siyah-beyazlıları muhtemelen bir hayli sevindiriyor. Keza iki senedir şampiyon olmasına rağmen forvet sıkıntısı yaşayan ve bu konudaki endişelerini birden çok kez dile getiren Antonio Conte’nin de baskısıyla bu sezona iki üst düzey forvet transferiyle giriş yapıldı. Carlo Tevez ve Fernando Llorente’nin takıma katılmasıyla gücü maksimize olan Juventus’un sezona yavaş girişi soru işaretlerini ortaya çıkarmıştı. Ama son 3 aydaki büyük seriyle birlikte kulüp tarihinin üst üste maç kazanma rekorunu tarihe gömen 2014 model Juventus’un yüksek formunun merkezinde bu iki forvet var. Ne var ki gelecek Juventus’ta pek emin ellerde görünmüyor. 30 yaşındaki Tevez ve 29 yaşındaki Llorente şu an için ‘prime’larına yakın olabilirler. Fakat sonrası için Juventus’un elinde pek bir şey görünmüyor. Bu nedenle mevcut A takım planlaması dışında geleceğe de odaklanmayı elden bırakmayan Giuseppe Marotta önderliğindeki Juventus futbol ekibi Sassuolo’dan Simone Zaza’nın yanında Domenico Berardi’nin de bonservisinin yarısını aldı. Geçtiğimiz hafta Milan karşısında attığı 4 golle bir anda dikkatleri üzerime çeken Berardi aslında bir süredir İtalya’nın önemli genç yeteneklerinden biri olarak görülüyor. Sadece 18 yaşındayken Serie B gibi Avrupa’nın en sert ve zorlu alt liglerinden birinde kendisini göstermeyi başararak Ciro Immobile’i takip eden oyuncunun bu sezonun ilk 4 maçında cezası nedeniyle forma giymemesine rağmen sonrasında ortaya koydukları Milan maçı öncesinde dahi etkileyiciydi. İlk iki maçını boş geçtikten sonraki dönemde 9 maçta 7 gol atarak özellikle Sassuolo’nun çıkış yaptığı dönemde takımı skorda taşıyan oyuncunun Milan’a karşı gösterilen epik geri dönüşte attığı 4 gol ise onu tam anlamıyla dünya futbol piyasasına tanıttı. Oysa ki henüz 19 yaşında olan Domenico Berardi sadece 4 yıldır organize futbol oynuyordu. Kendi halinde bir İtalyan gençken abisini üniversite ziyaretine giden ve onun grubuyla orada bir halı saha maçında oynayan Berardi’nin etkileyici futbolunun maçta Sassuolo’da tanıdıkları olan bir kişinin dikkatini çekmesinin yarattığı etki sadece 4 yıl içinde gerçekten inanılmaz. Sassuolo’da o dönemde genç takımı çalıştıran Luciano Carlino’nun eline verilen Berardi’nin sadece aylar içinde gösterdiği gelişim zaten tecrübeli hocanın da dikkatini çekmişti: “Futbol altyapısını 12 yaşından önce almamış bir oyuncu için topla gösterdiği birliktelik ve yumuşaklık anlaşılmaz seviyede. Eğitim konusundaki hamlığı öğrenim eşiğini de yüksek kıldı ve kendi yaşıtlarına göre çok daha çabuk ve fazla öğrendi.” Serie B’de 40 maçta ulaştığı 11 gole zirve ligde sadece ilk yarıda ulaşan Berardi için Sassuolo teknik direktörü özellikle Milan maçı sonrasında endişeli. 4-2’lik galibiyet sonrasında oyuncusunun üzerindeki spot ışıklarından rahatsızlığı iki farklı basın açıklamasında ortaya koyan Di Francesco’nun haklılığı kendi sahalarında aldıkları 2-0’lık mağlubiyet ve vasata ulaşamayan Berardi’yle anlaşılabilir. Juventus ise şu anda oyuncusunun gelişimini keyifle birlikte merak içinde izliyor. Elde bulunan oyuncu portföyünün Serie A için geniş olmasına rağmen özellikle Şampiyonlar Ligi seviyesindeki yetersizlik Berardi profilinin birkaç yıl içinde takıma katkı yapmasını sağlayabilir. Şu anda elde klasik bir kenar forvet bulunmaması takımı çift forvetli düzene biraz hapsetmiş gibi görünüyor. 3-5-2 dışında bu sezon sadece 4-42’yi kullanan Antonio Conte’nin 3-4-3 ya da 4-3-3 gibi düzenlere geçebilmesi için Domenico Berardi gibi hücum hattının her bölgesinde oynayan çok yönlü oyunculara ihtiyacı var. İyi bir bitirici olmasının yanında özellikle başta sağ açık olmak üzere kenarlarda da görev yapabilen Berardi’nin sol ayağıyla içeri katederek çektiği şutlar onun etkisini artırıyor. Juventus’un 20 yaşını görmeden Berardi’yle ilgili takımda bir tasarruf yapma ihtimali pek mümkün görünmüyor fakat oyuncu gösterdiği gelişimi sürdürürse opsiyon sıkıntısı yaşayan Antonio Conte gözlerini biraz daha açmak zorunda kalabilir. Fırat Topal Futbol Kültürü HF114 BEVEREN VE FİLDİŞİ HANEDANI Fildişi Sahili’nin 2000’li yıllara damga vuran jenerasyonunun Avrupa’ya ilk adımlarını atmasını sağlayan Belçika ekibi Beveren’in sistemine göz attık Futbol kulüplerinin yabancı seçiminde belli ülkelere yoğunlaşması zaman zaman karşılaşılan bir olay. Ya peki ilk 11’in 10 futbolcusunun aynı ülkeden gelen yabancılarla kurulu olması? Beveren ve Fildişi açılımı okunmaya değer bir hikaye. Belçika’nın kuzeyinde, 47 bin nüfuslu bir kent Beveren. Çok fazla ilgi çeken turistik özellikleri olmayan, ama şehre uğrayanların gözünden kaçmayan kukla üretimi ile en azından Belçikalılarca bilinen bir kent. 1953’teki Kuzey Denizi Seli’nde önemli maddi kayıplar veren kent, mimarı anlamda yenilendi. Futbol takımları ise 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde, 1935 yılında kurulmuştu. 1949’da Belçika 3. Ligi’ne yükselip 10 yıl mücadele ettikten sonra 1960’da 4. Lige düştüler.1990’da Belçika milli takımının da başında olan Guy Thys’ın 1966’da göreve başlamasıyla 3.Lig’den Fuar Şehirleri Kupası’na giden yolculuk başladığında Beveren’in ilk altın jenerasyonu olarak kabul edilen oyuncuları da sahneye çıkmaya başladı. Jean-Marie Pfaff ve Urbain Braems tarihindeki en iyi sezondu. Ama kendilerini geliştirmeleri için çok beklemeleri gerekmedi. 1979 yılında kulüp tarihinde ilk kez şampiyon oldular. Pfaff sezon boyunca sadece 24 gol yemişti ve Alman forvet Erwin Albert 28 golle kulüp tarihinin ilk gol kralı olmuştu. Sol açık Jean Janssens de Belçika’nın en iyi oyuncusu seçildi. Bu ödülü 1 sene önce Pfaff kazanmıştı. 1982 Dünya Kupası’nda Belçika milli takımına Pfaff, Van Moer, Baecke’den oluşan 3 kişilik bir kafile yolladılar 1983’te kupayı, Heysel’de Club Brugge önünde bir kez daha kazandılar. Ardından 1984’te 1 lig şampiyonluğu daha. 1985’teki kupa finalistliği, Beveren’in aşağı yukarı 10 yıl süren şaşaalı dönemin de sonuna getirdi. 1970’lerin sonları ve 80’lerin başları takımın 2. ve bugüne kadarki son altın jenerasyonunun eseriydi. 9 sene boyunca kulübe hizmet vermiş Belçikalıların simge isimlerinden Jean-Marie Pfaff’ın başını çektiği kadro 1 sezon önce 2. Lig’e düşmüş takımı 1972-73 sezonunun sonunda tekrar bulundukları yere döndürdüler. Birkaç sezon tablonun alt tarafında gezindikten sonra 1975-76 sezonunu lig altıncısı olarak bitirdiler. 1977-78 sezonunda gelen lig beşinciliği ve kupa şampiyonluğu onların 1977-1985 arasında 2 kez lig şampiyonu olmuş, 4 kez kupada final oynamış bunlardan 2’sini kazanmış ve bir dolu yıldız futbolcu çıkarmışlardı. Bu arada 1978-79 Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda yarı finale kadar gelip (bu yolda Inter’i çeyrek finalde elemişlerdi), yarı finalde Barcelona’ya mağlup olmuşlardı. Bu dönemin mimarı, 1975-78 yılları arasında Beveren’i çalıştıran, daha sonra Trabzonspor’da da görev yapacak olan Urbain Braems’di (Pfaff’ı Trabzon’a da getiren kendisiydi) ve onun temellerini attığı yükseliş kulüp tarihine altın harflerle kazınmıştı. Onu, Robert Goatheals izledi, 1981’de Braems başladığı işi bitirmek için Beveren’e döndü ve 2. şampiyonlukta bizzat rol oynadı. Pfaff’ın 1982’de ayrılmasından sonra, yine Belçika’ya uzun yıllar hizmet edecek, 18 yaşındaki genç Filip de Wilde’i kaleye geçiren de oydu. Arsene Wenger’in akıl hocası Guillou Beveren o tarihten sonra Belçika Ligi’nin sıra takımı haline geldi. 2 kez bir alt lige düşüp anında geri dönmeleri ancak 1.Lig’de de hiçbir varlık gösterememeleri onları sıkıcı bir takım haline getirdi. 2001-02 sezonunda 91 gol yiyerek lig sonuncusu oldu. Ancak Eendracht Alst ve Molenbeek takımları federasyon tarafından 1.Lig lisansı alamayınca ligde kaldılar. Takımın durumu maddi olarak faciaydı. Onları kurtaran ise takımın 18. sırada olduğu sezonda başlarında olan eski Fransız futbolcu Jean-Marc Gouillou oldu. Guillou, 1983-85 yılları arasında Cannes kulübünün başında iken yanına Arsene Wenger’i oturtan ve onun kariyerinde çok önemli rol oynayan bir isimdi. 1993 yılında Fildişi’nin en büyük kenti Abidjan’da kurduğu Académie de Sol Beni ile, ülkenin en başarılı takımı ASEC Mimosas’ın altyapısını oluşturuyordu. Guillou 1993-2000 yılları arasında bizzat Mimosas’ın teknik direktörlüğünü yapmıştı. 1998’de Afrika Şampiyonlar Ligi’ni kazanan takım, Konfederasyon Kupası sahibi Tunus’un Esperance takımı ile karşı karşıya geldi. Guillou bu maç öncesinde yaşlanan kadroyu değiştirmek için akademiden yararlandı ve sahaya yaş ortalaması 18 olan bir takımla çıktı. Kolo Toure, Didier Zokora, Gilles Yapi Yapo gibi oyuncuların yanında oyuna sonradan henüz 19 yaşındaki Arouna Dindane de girmişti. İşin ilginci bu maç öncesi Esperance başkanı Slim Chiboub, Guillou’nun bu hamlesini aşağışayıcı olarak görmüş ve “çoluk çocuğa karşı mı oynayacağız?” demişti. O çoluk çocuk rakibini 3-1 mağlup ederek Afrika Süper Kupası’nı sahibi oldu. Guillou’nun bu 7 yıllık döneminin ardından sıra Beveren’e geldi. Tabii kaynak Afrika’da yatıyordu. Ancak 2002 yılında takımın şans eseri ligde kalmasının ardından Guillou ve akademi yetkililerinin aralarındaki anlaşmazlık sebebi ile Fransız görevinden ayrıldı ve kendisine JMG Akademi adında yeni bir futbol okulu kurdu. Ancak Beveren ve ASEC Mimosas aralarındaki bağı koparmadılar. 2006 yılında anlaşma bozulana dek Boubacar Barry, Kolo Toure, Yaya Toure, Emmanuel Eboue, Gilles Yapi Yapo, Romaric, Arthur Boka, Gervinho gibi oyuncular Beveren’de çeşitli dönemlerde forma giydiler. Tabii bu oyunculardan bazılarını sonradan, Guillou’nun elinden tutup çıkardığı Arsene Wenger’in Arsenal’inde forma giymesi tesadüf değildi. Beveren adeta, bu futbolcular için bir tür Avrupa’ya açılma aracıydı. 2001-06 arasında 2 kulüp arasında bir tür pilot takım fonksiyonu söz konusuydu. Hatta takım mali zorluklarla boğuşurken Arsenal’in dolaylı yollardan kulübe 1,5 milyon sterlin aktarması BBC tarafından masaya yatırıldı. FA ve FIFA bu alışverişte bir sorun olmadığını açıkladılar. Fildişi Açılımı Fildişili futbolcuların ağırlığı o kadar fazlaydı ki bunu 2003-04 Belçika Kupası finalinde görebilmek mümkün. Yarı finalde Anderlecht’i mağlup eden Beveren finalde Club Brugge karşısına dikildiğinde ilk 11’de tam 10 Fildişili oyuncu vardı ve 11. oyuncu da Arsenal’den alınan Letonyalı Igor Stepanovs’du. Oyuna sonradan giren 3 oyuncunun da 2’si Fildişili, bir diğeri tanıdık bir isim, Björn Vleminckx’ti. 4-2 kaybettiler ama bu fantastik kadro ile o günlerde çok fazla konuşuldular. Asıl ilginç olan ise Beveren kentinin o günlerdeki siyasi yapısıydı. 1978’de kurulmuş, aşırı sağcı, göçmen karşıtı militarist Flaman Bloku partisi 2000 yılında Antwerp’deki yerel seçimlerde oyların % 33’ünü toplamıştı. Beveren’de de çok güçlü durumdaki parti göçmen trafiğini sınırlamak, hatta durdurmak istiyor, göçmenleri Belçika’nın bütünlüğü için bir tehdit olarak görüyordu. Bu yüzden ırkçılık damgasını yediler birçok kez. 2004 yılında kapatılana kadar Avrupa’nın en güçlü aşırı sağcı partilerinden biriydiler. Her 2 kişiden 1’i onlara oy veriyordu. İşte bu partinin en güçlü olduğu şehirlerden birisi olan Beveren’in futbol takımının kupa finalinde sahaya çıkardığı 14 kişiden 12’sinin Afrikalı olması, dahası bu maçtan 3 hafta sonraki yerel seçimlerde Antwerp bölgesinin en güçlü partisi haline gelmesi ironinin en çarpıcı olanlarından birisiydi. 2006 yılında ortaklığın bozulmasından sonra (ki Arsenal ile varolan alışveriş de o yıl sona erdi) Beveren hızlı bir düşüşe geçti.2006-07 sezonunda küme düştüler, 2009-10 sezonu sonunda 2.ligde oynamak için lisans alamadılar. Belediye Başkanı Marc van de Vijver takımı RS Waasland ile birleştirmeye karar verdi. Waasland-Beveren adındaki kulüp 2010-11 sezonunda faaliyete başladı ve 2011-12’de 2.ligde 2.sırayı alarak Belçika Pro Ligi’ne döndüler. Guillou ise kurduğu JMG Akademisi’ni Mısır, Tayland, Vietnam gibi ülkelere taşıdı. Tabii bu birleşmeye gönülleri razı olmayan taraftarlar, dünyada daha önce örnekleri görüldüğü üzere kendi aralarında tarihlerine sahip çıkmak Yaya Toure için yola çıktılar ve 2011’de Yellow Blue Beveren isminde bir kulüp kurdular. Şu anda 8.ligde mücadele ediyorlar ve gidecekleri çok uzun bir yol var. Ama aynı renklere sahip AFC Wimbledon da yola böyle başlamamış mıydı? Emre Çelik Unutulmaz HF114 La Liga’da bir Afrika takımı Şimdilerde Fas’ın en kuvvetli takımlarından biri olan Moghreb Athletic de Tetouan’ın çok ilginç bir hikayesi mevcut. Hem de La Liga’ya kadar uzanan... Fas Ligi’nin ilk yarısı geride kaldı ve devreye lider giren takım Moghreb Athletic de Tetouan oldu. 2011-12 sezonunda da Fas Ligi’ni şampiyon tamamlayan Mağrip ekibi, son yıllarda Fas ve futbol denince akla gelen ilk kulüp olan Raja Casablanca’nın dominasyonunu adım adım kırıyor. Elbette Tetouan’ın yakın gelecekte elde ettiği başarılar, 5 yıldır kat ettiği mesafe ve bir anda Fas’ın en büyük kulüplerinden birine dönüşümü de son derece ilgi çekici. Lâkin Mağrip ekibinin çok daha ilginç özellikleri mevcut. Barcelona ve Real Madrid ile maç yapan ilk Afrika takımı olan Moghreb Athletic de Tetouan, Fas topraklarında yer almasına rağmen La Liga, hatta herhangi bir Avrupa liginde, yer alan ilk ve tek Afrika ekibi unvanına da sahip. Evet, yanlış duymadınız; Moghreb Athletic de Tetouan. Günümüzde Fas’ın bulunduğu topraklar, 19’uncu yüzyılın ortalarında Fransızlarla İspanyolların işgaliyle birlikte uzun sürecek bir sömürge altına girdi. 1912’de imzalanan Fes Antlaşması ile ise Fas, tamamen bu iki ülke tarafından paylaşılmış ve bölgenin kuzey kısmı İspanyol sömürgesi olmuştur. İspanyolların bölgenin başkenti olarak Tetouan kentinde ise 1917 yılında ilk futbol kulüpleri Sporting de Tetuán ile El HispanoMarroquí kurulur ve bu iki ekip 1918’de İspanya’da hâlâ varlığını sürdüren Bilbao ekibinin adını aynen alarak Athletic Club adıyla birleşir. Lâkin bu birliktelik çok uzun olmaz ama ileride Tetouan kentinin en büyük takımına ismini devredecektir. 1933’te ise Tetuoan’da yepyeni bir takım kurulur. Gençliğinde Athletic Madrid’de sol açık oynamış ve İspanya ordusunda görev alan Fernando Fuertes de Villavicencio, görevi sebebiyle Tetouan’dadır ve futbol sevgisini bu sömürge bölgesine taşımayı hedefler. İleride Atletico Madrid Başkan Yardımcısı görevini icra edecek ve Diktatör Francisco Franco’nun en güvenilir adamlarından biri olacak olan Villavicencio, yönetimsel olarak Athletic Club Tetuán’ı kurar ve futbol takımını oluşturmak için orduda görevli bir çavuş olan Lorite ve teknik direktör Jose Calderon’u görevlendirir. Takım, kendisi için doğal olarak Athletic Madrid’in kırmızıbeyazını alır. Amblem ise Athletic Madrid’in de babası olan Bask ekibi Athletic Club’ın ambleminin neredeyse birebir aynısıdır. Athletic Club Tetuán, kuruluşunun ardından oynadığı hazırlık maçlarının ardından ilk resmi organizasyona 1934 senesinde İspanyol Fas’ındaki futbol organizasyonu olan ve RFEF tarafından da kabul gören La Copa de SA el Jalifa’ya katılarak başlar. Lig usulü oynanan turnuvada ilk maçına Africa SC deplasmanında çıkan Athletic Club Tetuán, Ekim ayında oynanan bu karşılaşmayı 3-1 kazanır. Tetuán, 1934/35 sezonunu yedi takımlı ligde dördüncü olarak tamamlar. Yeni kurulan bir takıma göre fena bir başlangıç değildir ama 1935/36 sezonu bambaşka bir yolculuğun ilk adımı olacaktır. Tetuán İspanya ile tanışıyor Athletic Club Tetuán, henüz La Copa de SA el Jalifa’daki ikinci sezonunda ise kıyasıya bir yarış içerisine girer. Altı takımlı ligde Español FC ile son ana kadar kapışan Tetuán, son hafta Melila karşısında aldığı sonuçla averaj farkıyla şampiyonluğunu ilân eder. Kulüp, bu şampiyonlukla birlikte sadece ilk kupasını kazanmamış, aynı zamanda o dönem Fas’taki ligin birincisine verilen haktan dolayı şimdiki adı Copa del Rey olan Şimdiki adı Copa del Rey olan Copa del Presidente de la República de Fútbol’a katılma hakkını elde etmiştir. Fakat Tetuán, İspanya macerası CDRF’den önce müzesine bir kupa daha koyacaktır. Tetouan şehrinin anısına düzenlenen ve 1928’de Real Madrid ile Athletic Madrid’in de katıldığı Gran 18 Mayıs 1947 tarihinde yayınlanan bir gazete küpürü Copa’da rakip şampiyonluk mücadelesinde geçilen Español FC’dir. Nisan 1935’teki maç berabere sona erer ama Tetuán ikinci maçı kazanarak bu gayri resmi kupayı da müzesine koymayı başarır. Tetuán’ın İspanya yolculuğu ise 1936’da başlar. Şimdiki adı Copa del Rey olan 1936’daki Copa del Presidente de la República de Fútbol ‘de ise yedinci grupta Tenerife ile eşleşir. İlk maçı 2-1 kazanan Tetuán, ikinci maçta da rakibini 1-0 ile geçer ve bugünkü Malaga’nın temellerini oluşturan CD Malacitano ile ilk turda* eşleşir. Mağrip ekibi, evi Estadio Varela’daki maçtan 2-2 berabere ayrılırken Campo de los Baños del Carmen deplasmanındaki maçı 3-0 kaybederek kupaya veda eder. Araya 1936-39 tarihlerindeki İspanya İç Savaşı girecektir ama bu turnuva Tetuán’ın Iber Yarımadası’ndaki yolculuğunun sadece başlangıcıdır. Savaş sonrası entegrasyon 1939’da sona eren İspanya İç Savaşı’nın ardından çıkan İspanyolca isim kanunu, tıpkı Atletico Madrid’e dönüşen Athletic Madrid ve Atletico Bilbao’ya evrilen Athletic Club gibi Athletic Club Tetuán’ı da etkiler. Kulübün ismindeki Baskça Athletic ibaresi Atletico’ya dönüştürülür ve kulübün adı Atletico Tetuán olur. Bu değişikliğin hemen bir yıl ardından ise 1940’ta İspanya kanadından bir kritik karar daha alınır. RFEF, Federación del Norte de África’yı kendi bünyesine katma kararı alır ve son şampiyon Athletic Club Tetuán’ı Liga Segunda’ya davet eder. Fakat Mağrip ekibi, savaş sonrası hem takımda hem de yönetimde ciddi değişikliklere gidildiği için geri çevirir. Tetuán, bir bakıma ‘henüz hazır değiliz’ demiştir ve haklılardır da. Ne de olsa yakın gelecekte çok daha güçlü bir biçimde İspanya’ya gireceklerdir. Tetuán, aynı yıl tarihinde bir ilki de yaşayacaktır. 18 Haziran 1940’ta Estadio Varela’da oynanan hazırlık maçında rakip Barcelona’dır. Tetuán, böylelikle Barcelona’nın tarihinde Afrika’dan karşılaştığı ilk ekip olur. Fakat bu tarihi maç hiç de Tetuán’ın istediği gibi sonuçlanmaz, 8-1’lik sonuçla galip gelen taraf Barcelona olur. El Campeonato Marroquí’nin 1941/42 ve 1942/43 sezonlarının şampiyonu, Tetuán’dan başkası değildir. Kulüp, 1943’teki şampiyonlukla elde ettiği hak sayesinde, o sezon ilk defa kurulan İspanya 3’üncü Ligi’ne, yani Tercara’ya, katılma hakkını kullanır ve 1943/44 sezonunda ilk defa İspanya liglerinde yer alarak tarihe geçer. Hércules de Cádiz, Málaga, Coria, Algeciras, Linares, Onuba, Córdoba, Balompédica Linense ve Olímpica Jiennense ile birlikte Üçüncü Grup’ta yer alan Afrika ekibi, ilk sezonda beşinci olur. Takribi sezonda ise takım sonuncu olarak küme düşer ama Fas’ta elde edilen şampiyonluk sayesinde Tetuán’ın Liga Tercara’ya dönüşü sadece 1 sezon sürecektir. Tetuán La Liga’da 3 sezon boyunca Liga Tercara’da mücadele eden Afrika ekibi, 1948/49 sezonunda elde ettiği başarıyla Liga Segunda’ya yani La Liga’nın bir altındaki lige yükselir. Santiago Núñez’in çalıştırdığı Tetuán, lige yeni yükselmesine rağmen ikinci grubu 16 takım arasında beşinci sırada tamamlar. Tetuán, bu başarının tesadüf olmadığını ise bir sonraki sezon gösterir. Sezonun bitimine bir hafta kala şampiyonluğunu ilan etmeyi başaran Tetuán, son hafta da en yakın takipçisi Salamanca’yı yenerek pastanın üstüne kremayı ekler ve Liga Segunda’yı şampiyon tamamlayarak La Liga’ya yükselme hakkını elde eder. Tetuán, bu başarıyla liglerin bitmesinin hemen ardından başlayan Copa del Generalísimo’ya da katılır ama Athletic Club Tetuán’ın La Liga’da 1951/52 sezonunda mücadele eden ilk 11’i. Kurulduğu günden bu yana Atletico‘nun kullandığı logolar. kura şansızlığı ilk turda karşısına Barcelona’yı çıkarır. Afrika ekibi, 3-1 ve 4-1’lik mağlubiyetlerde turnuvaya veda eder ama kimin umurundadır ki... Seneye La Liga’da boy göstereceklerdir. Rüya sezon 9 Eylül 1951’de start alır. Tarihinde ilk kez bir La Liga müsabakasına ev sahipliği yapan Afrika toprakları, Estadio Varela, 15.000 kişiyle hınca hınç dolmuştur. Son derece yüksek hava sıcaklığında oynanan maçta rakip ise Real Zaragoza’dır. Tarihi kadro Pachón, Castillo, Humanes, Julián, Solano, Martí-Gimeno, Antoñito, Manolín, Moreno ve Chicha’dan oluşmaktadır ve Teuton ilk devreyi berabere tamamlamayı başarır. Lâkin 52’de Rosendo Hernandez’in golüne engel olamayan Tetuán, böylelikle La Liga’daki ilk maçını da kaybeder. Tetuán, ikinci maçında ise Chamartin’de Real Madrid’in konuğudur. Maça da hızlı başlar ve Guillermo Pont’un kendi kalesine attığı golle öne geçer. 7’deki bu gole Real Madrid, 11’de Molowny ile karşılık verse de Manolin hem Tetuán’ın La Liga’da gol atan ilk oyuncusu olur hem de takımını 2-1 öne geçirir. Lâkin maç sonunda gülen taraf 4-2 ile Real Madrid’dir. Tetuán, ilk galibiyeti üçüncü hafta evinde ağırladığı Celta Vigo karşısında 2-1 ile alır. Lig kalibresinin bir-iki siklet altındaki Tetuán, takribi üç maçını kaybettikten sonra Riazor’da tarihi bir galibiyete imza atar. Deportivo La Coruña karşısında maçın ilk 23 dakikasında 2-0 geri düşen Tetuán, tam altı dakika içerisinde üç gol bulur ve skoru da koruyarak ligdeki ikinci galibiyetini alır. Bu maçtan üç hafta sonra ise Tetuán, son şampiyon Atletico Madrid’i 4-1 gibi şok bir sonuçlar Estadio Varela’nın çimlerine gömer. Fakat sezon hiç de istenildiği gibi değildir. Tetuán, Real Madrid (3-3) ve Valencia (1-1) gibi zorlu ekiplerden puan alarak ses getirse de ligin dibinden kurtulamaz. Sondan bir önceki hafta Gijon karşısında alınan mağlubiyet de Tetuán’ın resmen küme düştüğünü ilan eder. La Liga’daki son maçta ise Tetuán, şampiyonluğu garantileyen Barcelona’yı ağırlar ve 5-2 mağlup olarak La Liga’ya veda eder. Segunda yılları ve yuvaya dönüş Küme düşmesinin ardından Atletico Club Tetuán’ın dört sezon sürecek Liga Segunda macerası başlar. Tetuán, 1952/53’te 1954/55 sezonlarında playoff grubuna kalmayı başarır ama ilk sezon averaj farkıyla Celta Vigo’nun arkasında, diğer sezon ise Real Oviedo’nun arkasında kalarak dördüncü olur ve La Liga’ya yükselemez. 1955/56 sezonu ise Tetuán’ın İspanya’daki son sezonu olur. Segunda’da ikinci grupta yer alan takım, başarılı bir sezonun ardından play-off şansını sadece 1 puanla kaçırmıştır ama Real Betis deplasmanında alınan 4-1’lik galibiyetin ardından sona eren sezonu mütakiben kulüp parçalanır. Daha doğrusu, 2 Temmuz 1956’da Atletico Club Tetuan ve SD Ceuta birleşme kararı alarak Club Atlético de Ceuta adıyla Tetuán’ın Segunda’daki yerinden yola devam ederler. Lâkin 1956’da bölgenin siyasi durumu da son derece karışıktır. Fransa , kendi elinde bulunan Fas’ın bağımsızlığını kabul etse de İspanya öncelikle sömürgesini vermeme konusunda diretmiştir. Fakat bu sahiplik çok da uzun sürmez ve sonunda Tetouan da Fas’a katılır. Böylelikle İspanya topraklarındaki Ceuta 6 Ocak 1952 tarihinde 3-3 biten Real Madrid maçından önce Atletico Club Tetuán’lı oyuncular. ve Fas topraklarındaki Tetouan’ın takımlarının oluşturduğu Club Atlético de Ceuta da bölünür Tetuán yoluna tek başına devam eder. İlerleyen yıllarda kulüp, Moghreb Athletic de Tétouan adını alır. Renklerini ve amblemini de büyük ölçüde korur fakat şaşalı günlerini mumla arar. Ta ki 2005’e kadar... 2005’te Fas Ligi’ne tekrar yükselen Moghreb Athletic de Tétouan, İspanyol kimliğini ve tarihini de kurarak 2007’den itibaren de Atletico Madrid ile yakın bir işbirliği içine girer ve başarılı bir yapı oluşturarak Fas’ın en kuvvetli ekiplerinden birine dönüşür. Zamanında Andrés Mateo, Iriondo, Ramoní, Lesmes gibi dört oyuncuyu İspanya Milli Takımı’na veren Mağrip ekibi, şimdi ise ülkesi Fas’ın en büyük güçlerinden biri.