Mayıs 2015 - bümed meç okulları
Transkript
Mayıs 2015 - bümed meç okulları
BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ AYLIK YAYINI MAYIS 2015 SAYI 206 P.S. The cat is still alive OĞAZİÇİ /bumedofficial /bumedofficial /bumed /bumedofficial KENDİNE IŞIK TUTMAK Dünyanın en zor keşiflerinden biri, insanın kendine yönelik olanı sanırım. B 2 İnsan kendi benliğini, bu dünyadaki yaşam amacını, ardından ne gibi izler bırakmayı arzu ettiğini, yaşadığı olaylardaki fonksiyonunu, özelliklerini, zayıf ve güçlü yönlerini gerçekçi bir biçimde değerlendirebilir mi? Örneğin olaylara karşı gösterdiği tepkilerin altında esasen neler yattığını fark edebilir mi? Gerçeklerle dürüstçe yüzleşebilir mi? Kavramları sübjektif biçimde kullanarak ve kendini yanıltarak değil, gerçek anlamıyla ayakları yere basan yargılarla yaşayabilir mi? Kendini dev aynasında görmekten veya olduğundan çok daha mütevazı sıfatlarla nitelemekten kurtulabilir mi? Konforu darmadağın etmeye yönelik olan bu sorular, insanın içinde var olan, yıllar geçince korunması ne yazık ki daha da güç bir hale gelen merak duygusu hakkında. Bir başka deyişle bu duygu, bir çıkış noktası. Sorularımızın ardından ne şekilde bir zihinsel mekanizma ile hareket edeceğimiz ise, elbette kişisel ve toplumsal dinamiklerle harmanlanmış durumda. Merakı takiben gündeme gelen dünyaya, yaşama ilişkin sorular, insanın kendini eleştirel düşünce ışığında yapacağı bir değerlendirme olmadan hakkını vererek yanıtlanabilir mi? Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse, insan kendini sistemli bir yol izleyerek keşfetmeden dünyayı kavrayabilir mi? Merakın ardından onu izleyen eleştirel düşünce bizi gerçekliğe daha sağlıklı şekilde taşır mı? Sistematik bir yaklaşım, kendini değerlendirme ve bu değerlendirmeyi de belirli ölçütler çevresinde yapmak, eleştirel düşüncenin tanımına dair ipuçları. Doğru kararları vermek, geçerli ve güvenilir bilgiye ulaşmak amacıyla zihnin belli bir sistem dahilinde yapılandırılması, eleştirel düşünceye sahip olma yolundaki adımlar olarak sayılabilir. Elbette eleştirel düşüncenin yeti boyutu kadar (analiz etme, yorumlama, tanımlama, sonuç çıkarma, değerlendirme, kendini yönetme) motivasyon kısmı da çok önemli zira bu yetileri hayata geçirmeye duyulan arzu olmadan eleştirel düşünceden bahsetmek pek kolay değil. Eleştirel düşüncenin harçlarından (veya alt başlıklarından biri diyebileceğimiz) merak ise, bir itici güç olarak kabul edilebilir. Bu sayımızda, insanın merakı nasıl pratik ettiği, nasıl geliştirdiği ve nasıl sistemli bir hale getirebildiği üzerine yoğunlaşmaya çalıştık. İnsanın kendine karşı duyduğu merak ise, her röportajımızda bize eşlik eden bir fikirdi. Sayımızı beğenerek okumanızı dilerim. Aylin Buran '02 38 46 BOĞAZİÇİ YALE ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ DİREKTÖRÜ MARK DOLLHOPF BÜMED’İ ZİYARET ETTİ BÜMED’in kuruluşunun 30. yılında, 30. Kuruluş Yılı Etkinlikleri kapsamında Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği Direktörü Sayın Mark Dollhopf, 30 Mart 2015 günü BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu'nda Fundraising and Friendraising başlıklı, öğretici bir sunum gerçekleştirdi. Dollhopf’un sunumundan kesitler ile sunumunun öncesinde gerçekleştirdiğimiz röportajımızı sizinle paylaşıyoruz. BAŞARILI BİR KARİYER HİKÂYESİ: EBRU DİLDAR EDİN ‘93 Okulumuzun İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunu, Garanti Bankası’nda Proje Finansmanı Genel Müdür Yardımcısı olarak görevine devam eden Sayın Ebru Dildar Edin ’93 ile üniversitenin kendisine kattığı değerleri, mezun-üniversite ilişkisinin önemini, kariyer hayatını ve yürüttüğü projeleri ele aldığımız bir röportaj gerçekleştirdik. Sayın Edin’e bu keyifli söyleşi için teşekkürlerimizi sunuyoruz. A BRIEF LOOK AT TRIARCHIC THEORY OF HUMAN INTELLIGENCE: REFLECTIONS FROM PROF. ROBERT STERNBERG Akademik çalışmalarını Cornell Üniversitesi’nde sürdüren Sayın Prof. Dr. Robert Sternberg ile alanında iyi bilinen “Triarchic Theory of Intelligence” üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Sternberg, teorisini ve bu bağlamda eleştirel düşünce ve merak başlıklarını bizler için değerlendirdi. Bu kıymetli söyleşiyi sizinle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz. 74 28 44 YOLDA OLMA HALİ Okulumuzun Felsefe Bölümü’nün değerli hocalarından Sayın Prof. Dr. İlhan İnan ile bu ayki konumuz olan merak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sayın İnan’ın bu alanda yazılmış ilk kitabı olan ve Routledge tarafından 2012 yılında yayımlanan The Philosophy of Curiosity hakkında da bilgi aldığımız röportajımızda felsefi merak, merakın gündelik hayatımızdaki yeri gibi önemli konulardan bahsettik. “ART CONSISTS OF FAILURE” Kurmaca yazarlığının yanı sıra çevirmen ve antoloji yazarı olarak da tanıdığımız, günümüz dünya edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Sayın Alberto Manguel ile Borges’e dair anıları, yazar olmaya, metne dair görüşleri ve Boğaziçi Chronicles etkinlikleri kapsamındaki konuşması üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle okumanız dileğiyle... BOĞAZİÇİ DERGİSİ, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ (BÜMED) TARAFINDAN YAYIMLANAN AYLIK, ÜCRETSİZ BİR YAYINDIR. MAYIS 2015 SAYI 206 YÖNETİM KURULU ADINA SAHİBİ: HAKAN ZİHNİOĞLU-BÜMED YÖNETİM KURULU BAŞKANI YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: AYLİN BURAN aylinburan@bumed.org.tr YAYIN KURULU: TUNÇEL GÜLSOY, MURAT ÖNGÖR, MUSTAFA UYAL, SAVAŞ YAŞAR IÇERIK HAZIRLIK: PS MEDYA YAYINCILIK VE PAZARLAMA SERVISLERİ LTD. ŞTİ. EDİTÖRLER: ŞENAY ÇINAR, YASEMİN DUT YAZI KURULU: GÜNEŞ BAŞAT, CÜNEYT BAYRAKTAR, METİN BİTİK, DUYGU CANKILIÇ, YASEMİN DUT, AYŞEGÜL GÜNDÜZ, EMRE KAZANCIOĞLU, ECE KAVLAK, TANSU OSKAY, SEMİH TEKTEN, PINAR TÜREN KATKIDA BULUNANLAR: ANIL ALTAŞ, YELDA BALER, ESRA BAL, YEŞİM ÇAYLAKLI, MELİS ERTÜRK, MURAT GÜLSOY, EVİN İLYASOĞLU, BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU, HANDE ORTAÇ, SEVGİN AKIŞ RONEY, GÖNENÇ TARAKÇIOĞLU, NALAN YENİGÜN, BURCU ÜNLÜTABAK, OKANER ERTUĞRUL FOTOĞRAFLAR: YAŞAR ARİF KARAGÜLLE, AHMET KIRAN, FATIH ÖZTÜRK TEŞEKKÜR EDERİZ: ÖNDER BAHAR, SEFA COŞKUN, HÜSEYİN ÇETİN, BAHADIR OTMANLI, NAZ VARDAR, EYLEM TAŞDEMIR, ÖZLEM GERÇEK, TUĞBA KARA TASARIM: EMRE SENAN TASARIM VE DANIŞMANLIK esenan@gmail.com REKLAM SATIŞ VE SPONSORLUK: TUĞBA ALARSLAN tugbaalarslan@bumed.org.tr 0212 359 58 16 YÖNETİM YERİ: BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ, LOJMAN KAPI YANI 34342 BEBEK-İSTANBUL TEL: (0212) 359 58 00 FAKS: (0212) 257 35 68 BASKI: MAS MATBAACILIK SAN. VE TİC. A.Ş. KAĞITHANE BİNASI, HAMİDİYE MAHALLESİ, SOĞUKSU CAD. NO:3 KAĞITHANE-İSTANBUL TEL: 0212 294 10 00 FAKS: 0212 294 90 80 SERTİFİKA NO: 12055 www.masmat.com.tr B 3 yönetim kurulundan si l u Ü ye n '00 u i r k u e K T et i m M et e em Yön n ö D . 14 MERAKIMI MAZUR GÖRÜNÜZ… B 4 Çocukluğumda uykudan önce sırtüstü uzanıp, pencerenin kenarındaki yatağımdan yıldızları seyreylerdim, bazı bulutsuz berrak gecelerde. Sır küpü evrende ne kadar yer tuttuğumuzu, o evrenin nereye kadar devam ettiğini ve görebildiğimizin ardında nelerin olduğunu merak ederdim. Bu sayımızın sarmalayacağı bu duygu ve ona eşlik etmeyi seven eleştirel düşünce, bana bunu anımsattı öncelikle. Evrenin gizemine dair merak duygusu seneler içerisinde benimle beraber büyüdü ve benliğimde kuşkucu bir bakış tarzına evrildi. Zaten, insanın mevcudiyetinin ayrılmaz bir parçası ve geleceğine götürecek lokomotif değil mi "merak"? O olmasa, kim başa çıkacaktı ki bilmediklerimizle? Hayatımız bizden öncekilerin hayatlarından pek farksız olmaz mıydı onsuz? Görüneni idrak için merak etmek yeterli belki ama dünya gördüğünüz kadar değil ya da bazen göründüğü gibi değil. O zaman akıl, gözlem, bilgi sırayla ve beraberce eleştirel düşünceyle buluşmadıkça; ilk bakışta görülemeyen gerçekleri ortaya çıkarmak mümkün değil. Analize imkân veren bir sorgulama tavrı geliştirmeden gelemezdi medeniyetimiz bu aşamalara. Her bireyin deneyimleri, dolayısıyla idrak süzgeçleri ve nihayet çıkarımları farklı olabilir; ancak eleştirel düşünme gerçekleştirirken yaşadığı süreçler benzerdir. Farklılaşan tek şey, buna o ferdin hayatında ne kadar yer ve zaman ayırdığı gerçeğidir. İnsanlık birçok keşfi, icadı ve bulguyu habire eleştirel düşünen saygın ve değerli, meraklı bireylerine borçludur. "Acaba?" diye başlamasaydı Galilei düşünmeye, şimdilerde yine de dünya dönüyor ve belki kimsecikler bunu halen fark edememiş olurdu. "Neden?" demeseydi Newton, uzanamazdı güncel farkındalığımız evrenin yavaş yavaş genişlemekte olduğu noktasına. "Nasıl?" sorusunu sormasaydı Einstein, işi izafiyet boyutuna taşıyamazdı insanlık. Dönemimizin normlarını değiştiren ve hatta asırların tabularını yıkan sorgulamalar; hep türümüzün her yeni güne merakla uyananlarının, etrafında olup bitenlere şüpheci bakanlarının eseridir. Dünyayı mütemadiyen değiştirmekte olan en büyük gücümüz işte o merakımız. Yolumuzu aydınlatan ise önümüze çıkan olgulara, yakınımızda tezahür eden algılara ve zamanımızda dile gelen yargılara eleştirel yaklaşımımız. Bu güzide içgüdülerimiz olmasa, ne kadar amaçsız ve nasıl da boşlukta asılı kalırdı değil mi hayatlarımız? Club Med ile unutulmaz bir Yaz tatili MUTLULUK BULAŞICIDIR Club Med ile Palmiye, Kemer ve Bodrum’a ek olarak tüm dünyada 70’den fazla tesisi ve Yelkenli Cruise gemisiyle rüya gibi tatiller. Ne bekliyorsunuz? www.clubmed.com.tr camiadan haberler MUSTAFA KEMAL’DEN ATATÜRK’E B 6 Eski rektörlerimizden Sayın Prof. Dr. Semih Tezcan’ın yeni kitabı, Mustafa Kemal’den Atatürk’e adıyla yayımlandı. Sizinle önsözden kısa bir bölüm paylaşmak isteriz: “Bu kitap yazılırken, bir taraftan Atatürk’ün askerî dehasını ve yeteneklerini tanırken, diğer taraftan onun, devlet adamı, inkılâpçı, reformist ve hümanist karakterini tarihsel perspektif içinde analiz etmiş olduk. Elinizde tutmuş olduğunuz Mustafa Kemal’den Atatürk’e kitabımız kırk yılı aşkın bir araştırmanın ve bu yoğun çalışma döneminin ürünüdür. Atatürk’ün çocukluğundan itibaren yaşam öyküsünün anlatıldığı, eğitiminin, kişisel çalışmalarının, askerî ve siyasî pratiklerinin düşünce dünyasını nasıl şekillendirdiğini inceleyen, Türk devriminin arkasında yatan fikirlerin ve olayların irdelendiği bu çalışmayı keyifle okuyacağınızı umuyorum.” YÜKSEKÖĞRETİMİN FIRTINALI SULARINDA/BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ’NDE BAŞLAYAN YOLCULUK 1960’ların sonlarında, Ankara’ya alçalan bir uçakta başlıyor Üstün Ergüder öyküsünü anlatmaya.1940’ların Ankara’sında geçen çocukluğuna uzanıyor. Bürokratik elitin gri bulutlarından uzaklaşıp İstanbul’a, Robert Kolej’in özgürlükçü ortamına çeviriyor gözlerini. Yükseköğrenim için İngiltere’ye Manchester Üniversitesi’ne ve ardından ABD’ye Syracuse Üniversitesi’ne giden bir gencin deneyimlerini tasvir ediyor. Üstün Ergüder’e eşlik ettiğimiz bu yolculuk boyunca yükseköğretim ve sivil toplum dünyasının önemli limanlarından geçiyoruz. Elinizdeki yolculuk, yakın dönem siyaset, sivil toplum ve üniversiteler tarihimizden kesitlerle yükseköğretimin elli yıllık bir panoramasını sunuyor. Sayın Üstün Ergüder yolculuğunu 12 Mayıs 2015’te saat 19:00’da BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda bir söyleşi ile katılımcılara aktaracak. KADIN CİNAYETLERİNİ DURDURACAĞIZ PLATFORMU Okulumuz İşletme Bölümü son sınıf öğrencilerinden Ecenaz Özcengiz’in de üyeler arasında bulunduğu Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Türkiye’nin dört bir yanında faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütüdür. Beş yıldır kadın hakları için çalışan platform, caydırıcı cezai yaptırımın olması adına anayasada ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının yasalaşması üzerine olan çalışmalarını Özgecan Aslan cinayetinden sonra daha da yoğunlaştırmıştır. Bu noktada üyeleri, Şiddeti Önleme Komisyonu ile yürüttükleri çalışmaları somutlaştırmak adına meclisin açılış tarihine kadar imza toplayarak konuyu meclis gündemine taşımaya çalışmaktadır. Ayrıca platform bünyesindeki avukatlar kadın cinayeti davalarına katılarak, katillerin cezai indirimlerden yararlanmamalarını sağlamaktadırlar. Bu faaliyetleri takip etmek ve kadın cinayetlerini durdurmak için internet sitesini takip edebilir, platforma katılabilirsiniz. www.kadincinayetlerinidurduracagiz. net AHŞAP OYUNCAK DÜNYASINA HOŞGELDİNİZ! Mezunlarımızdan Başak Deliloğlu (Che ’10 ve EMBA ’14) ve ortağı Seçil Uslu Alman Ahşap Oyuncak Firması Small Foot’u Türkiye’ye getirerek, İstanbul Göktürk’te ilk mağazalarını açtılar. Birçok anaokulu ve kitabevi şubeleri ile çalışarak toptan satışta çok başarılı olan marka, özellikle İstanbul dışında oturan son kullanıcıyı da mutlu etmek için online satış yapmakta. (www.sihirlianne.com) Stantları yaş ve eğitici ya da eğlendirici olarak ayıran Small Foot, isteyen yerlere stant olarak da ürünlerini konumlandırmakta. Mottosu “Ahşap Oyuncak Her Çocuğun Hakkıdır!” olan marka, Avrupa’da çok yaygın olan ahşap oyuncakların ulaşılabilir fiyatlarla Türkiye’de yaygınlaşmasını hedeflemekte. Ahşap ve gıda boyası ile üretildiği için ekolojik oyuncak (ECOTOYS) sınıfına giren oyuncaklar çocukların el becerisini geliştirmekte, hayal dünyalarındaki yaratıcılığı artırmakta ve zihinsel gelişimi hızlandırmakta. ATAMA SBK Holding bünyesinde bulunan Biofarma İlaç, Münir Şahin İlaç ve Betasan Bant İnsan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Direktörlüğü’ne Zümrüt Erdem ‘97 getirildi. Boğaziçi Üniversitesi MütercimTercümanlık Bölümü mezunu olan Erdem, profesyonel iş hayatına 1997 yılında Samsung Electronics’de İdari İşler ve Personel Sorumlusu olarak başladı. 1998-2007 yılları arası Sanofi Pasteur Aşı Tic. A.Ş.’ de İK ve İdari İşler Yöneticisi ve 2007-2010 yılları arası UCB Pharma Türkiye’de İnsan Kaynakları Yöneticisi olarak görev aldı. Zümrüt Erdem, Biofarma İlaç, Münir Şahin İlaç ve Betasan Bant’taki yeni görevinde, insan kaynakları, kurumsal iletişim, idari işler ve bilgi işlem departmanlarından sorumlu olacak. YENİ BİR PREMIUM HİZMET. JAGUAR KİRALAMA. Göz alıcı tasarımı ve eşsiz asaletiyle Jaguar, uzun dönem opsiyonel kiralamanın tüm avantajlarıyla Borusan Otomotiv Premium Kiralama’da. 863 34 BU 1 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI'NDA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü SAYGI VE ÖZLEMLE ANIYORUZ Atatürk’ün gençlerimize armağan ettiği 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz. Gençlerimiz için umut dolu ve aydınlık yarınlar temennisiyle O’nu saygıyla anıyoruz. B 8 ÇOCUK ŞENLIĞI BÜMED’in gelenekselleşen etkinliklerinden Çocuk Şenliği’nin 13'üncüsü,10 Mayıs Pazar günü derneğimizin üst bahçesinde gerçekleştiriliyor. Boğaziçili aileleri, çocukları için en uygun yaz okulunu seçebilmeleri için İstanbul’un seçkin yaz okulları ile bir araya getiriyoruz. Çocuk şenliği gün içerisinde çocuklara yönelik pek çok aktivite ve sahne gösterileri ile keyifli bir gün vedediyor. Detaylı bilgi: etkinlik@bumed.org.tr , 212 3595861 BU 409 – KAMPÜSTEN KARIYERE 20 yıldır Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği tarafından düzenlenen BU 409 – Kampüsten Kariyere Seminerleri bu yıl 13-17 Nisan tarihleri arasında BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda gerçekleştirildi. Satış/pazarlama, insan kaynakları, farklı kariyerler, girişimcilik ve finans/danışmanlık başlıkları çerçevesinde alanında uzman konukları ağırlayan etkinliğe ilgi yoğundu. Seminer dizisi ile ilgili detaylı dosyaya Haziran sayımızda yer veriyor olacağız. BÜMED 10. ÖZEL OKULLAR TANITIM GÜNÜ BÜMED'in gelenekselleşen Özel Okullar Tanıtım Günü, 19 Nisan Pazar günü, havanın serin olmasına rağmen yoğun katılımla gerçekleşti. Gün ile ilgili detaylı dosyaya Haziran sayımızda yer veriyor olacağız. SociaLINK VOL.23 Boğaziçi mezunları, 25 Mart Çarşamba akşamı nostalji rüzgarları eşliğinde Bebek 45’lik Bar’da buluştu. SociaLINK buluşmasına özel olarak düzenlenen gece, yoğun katılım ile gerçekleşti. Katılımcılar hep bir ağızdan “Ah nerede vah nerede”, “Hayat bayram olsa”, “Kara sevda” ve daha pek çok şarkıyı dostlarıyla seslendirdiler ve çok keyifli bir gece geçirdiler. Detaylı bilgi almak için socialink@bumed.org.tr adresine mail gönderebilir ya da Boğaziçi mezunlarına özel Facebook grubuna üye olabilirsiniz. YILIN EN BÜYÜK BULUŞMASI HOMECOMING ’15 Her yıl merakla beklenen Mezunlar Günü, bu yıl 14 Haziran 2015, Pazar günü gerçekleşecek. Gün boyu süren etkinliklere katılmak, bir karşılaşma anında gülen gözlerle birbirine sarılan eski arkadaşları görmek, uzayıp giden yurt anılarını, sınav dedikodularını hatırlamak, yaşamlarımızda derin izler bırakmış hocalarımızla karşılaşma anına tanıklık etmek için sizleri de bu buluşmaya davet ediyoruz. Detaylı bilgi: etkinlik@bumed.org.tr, 212 359 5861 MASTERGAMES ’15 MasterGames bu yıl 31 Mayıs – 14 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Turnuvanın amacı; mezunları, okul günlerindeki gibi birlikte spor yapmaya ve daha aktif yaşamaya, gittikçe zayıflayan bağları sağlamlaştırmaya teşvik etmek. Altı üniversitenin sporcuları voleybol, basketbol, atletizm, tenis, masa tenisi, satranç, tavla ve yüzme branşlarında yarışacaklar. Kadın ve erkek kategorilerinde ve -40 & +40 yaş kategorilerinde üniversitemizi temsil etmek üzere tüm mezunlarımızı bu turnuvaya davet ediyoruz. Son başvuru tarihi 15 Mayıs. Başvuru için www.mastergames.org adresindeki formu doldurabilirsiniz. Detaylı bilgi: etkinlik@bumed.org.tr, 212 359 5861 AMERİKA TEMASLARI BÜMED olarak, Amerika’nın saygın üniversiteleri ve mezun dernekleri ile son iki yıldır yürütmekte olduğumuz temaslarımız, bu yıl da 18 Nisan Cumartesi akşamı, The University Club Manhattan’da gerçekleştirilen “Boğaziçi Üniversitesi New York Gala Yemeği” öncesi ve sonrasında devam etti. BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Zihnioğlu ’91 ve BÜMED Genel Sekreteri Emre Kazancıoğlu ’95 tarafından, Harvard, MIT, Yale, Southern Connecticut State University, Brown, NYU, UPENN ve Princeton Üniversiteleri ile ortak toplantılar düzenlenerek görüş alışverişinde bulunuldu. Bu ziyaretler ve sonuçları ile ilgili olarak detaylı bilgiler, dergimizin önümüzdeki sayılarında sizlerle paylaşılacaktır. PİDE PARTİSİ BÜMED Ankara üyeleri, 29 Mart 2015 günü sabah saat 11.00 'de, Banu ve Oğuz Engiz arkadaşlarımızın davetinde Çukurambar’daki Holiday Inn Otel'de bir araya geldiler. Davette bol bol Samsun pidesi yenildi ve keyifli sohbetler yapıldı. Arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyoruz. BÜMED İzmir 863 35 BU 1 QUIZ NIGHT HEYECANI B 10 Mart ayının ikinci etkinliği için 29 Mart gecesi Alsancak Muzaffer İzgü Sokak’taki Cafe Del Mundo’da buluştuk. Cafe Del Mundo, kurucusu Murat Fıçıcı’nın belirttiği gibi “değişik ülkelerde sırt çantalı gezginlere destek veren ve dünya kültürlerini müşterilerinin ayaklarına getiren” bir kafe. İçerisine girdiğiniz zaman, onlarca ülkeden gelen çeşitli hediyelik eşya, plaka ile resimleri ve ilginç atmosferiyle sizi hemen içine çeken bu mekân, pazar akşamları yaptıkları quiz geceleri ile de tanınıyor. Quiz başlama saati geldiğinde her masaya cevapları yazabileceğiniz bir kart veriliyor. 100’e yakın marka dünya birasını tadabileceğiniz mekânda, masadakiler bir yandan içeceklerini yudumlarken diğer yandan tepedeki tavandan sarkan ekranlarda sorulan sorulara heycanla cevap vermeye çalışıyor. Her türlü teknolojik aleti kullanmak, internetten araştırmak veya grup içinde konuşmak serbest, önemli olan nokta hangi yoldan gidersek gidelim sorulara bir şekilde cevap bulmak. Birinci masaya sırt çantası, ikinci masaya uyku tulumu ve mat, üçüncü masaya da baton ve Lonely Planet Türkiye kitabı hediye ediliyor. Geçtiğimiz sene katıldığımız ve ikincilik ile üçüncülük kazandığımız gecede bu sene maalesef elimiz boş dönüyoruz. Elimiz boş dönsek de güzel ve heyecanlı geçen bir gecenin ardından bir sonraki etkinlikte gerçekleştireceğimiz keyifli sohbetlerimizde buluşmak için mekândan ayrılıyoruz. üniversiteden haberler ÖĞRENCILER HAYALLERINI SOSYAL SORUMLULUK PROJELERINE DÖNÜŞTÜRDÜ B 12 Miami’de gerçekleştirilen Clinton Global Initiative University 2015 Zirvesi’nde Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri Türkiye’yi temsil etti. Amerikan Başkanlarından Bill Clinton tarafından tüm dünyadaki geleceğin liderlerini bir araya getirmek için 2007’de kurulan Global Clinton Initiative University (GCIU) 2008’den bu yana dünyanın farklı ülkelerinden sosyal sorumluluk projeleri geliştiren öğrencileri buluşturuyor. Eğitim, çevre ve iklim değişikliği, yoksulluğun azaltılması, barış ve insan hakları, halk sağlığı üzerine sosyal sorumluluk projelerinin sunulduğu bu zirveye bu yıl Türkiye’den sadece Boğaziçi Üniversitesi katıldı. Stanford, Yale, Berkeley, MIT gibi Amerikan üniversitelerinin ağırlıklı yer aldığı programda Türkiye’nin tek temsilcisi olan Boğaziçi Üniversitesi ilk kez 2014 yılında tek projeyle katıldığı zirvede bu yıl 10 öğrenciden dört projeyle yer aldı. İNGILIZ BILIMLER AKADEMISI’NDEN BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM ÜYELERINE ÖDÜL Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü akademisyenlerinden Yrd. Doç. Dr. Berat Zeki Haznedaroğlu ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Ekonometri Merkezi Müdür Yardımcısı ve Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ceyhun Elgin dünyanın en köklü bilimsel akademisi olma unvanını taşıyan İngiliz Bilimler Akademisi ve The Royal Society tarafından “Newton Advanced Fellowship” Araştırma Ödülü’ne değer görüldü. 2014 KÖREZLIOĞLU ARAŞTIRMA ÖDÜLÜ ATILLA YILMAZ'A VERILDI Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Atilla Yılmaz, Matematik Vakfı tarafından 2012 yılından bu yana verilen Hayri Körezlioğlu Araştırma Ödülü'ne matematiğe yapmış olduğu katkılardan dolayı layık görüldü. Yılmaz'a ödülü 7 Nisan 2015 tarihinde ODTÜ Uygulamalı Matematik Enstitüsü Seminer Salonu'nda saat 15:30'da yapılan törenle sunuldu. Dr. Yılmaz aynı gün “Seeing inside the black box: Large deviation theory and its applications" başlıklı bir seminer verdi. GÜNEY KAMPUS’TAKI “BAKLAVAÇAY KOŞUSU”NDA 85 SPORCU SANIYELERLE YARIŞTI Güney Kampus'un geleneksel bahar koşularından Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Koşusu, 20 Mart tarihinde ''Baklava -Çay Koşusu'' başlığıyla gerçekleştirildi. Güney Meydan'da başlayan ve yaklaşık 2,5 kilometrelik bir parkurda yapılan koşuya aralarında Boğaziçili öğrenciler, akademisyenler ve çalışanların yer aldığı 85 kişi katıldı. Boğaziçi Üniversitesi Spor Kurulu ve Atletizm Takımı tarafından düzenlenen koşuda Kadın-Öğrenci ve ErkekPersonel kategorilerinde dereceye girenler madalya ve ödüllerini, koşuya başından bu yana destek veren Rektör Gülay Barbarosoğlu’nun elinden alırken; Erkek-Öğrenci kategorisinde dereceye girenlere madalya ve ödülleri Rektör Yardımcısı Ayşe Mumcu tarafından verildi. BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI’NIN ULUSLARARASI MISAFIR PROGRAMI “BOĞAZIÇI CHRONICLES” MAYIS AYINDA ANTROPOLOG VE YAZAR MICHAEL TAUSSIG’I AĞIRLIYOR Ünlü antropolog Michael Taussig, “Boğaziçi Chronicles” kapsamında 1 Mayıs-1 Haziran 2015 tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi’nin misafiri olacak. Boğaziçi Üniversitesi’nde konaklayarak öğrenci ve akademisyenlerle buluşacak olan Taussig, iki etkinliğe imza atacak. İlk etkinlikte Alman düşünür ve estetik kuramcısı Walter Benjamin’den ilhamla hazırlayacağı bir performans sunacak olan Michael Taussig, Mayıs ayı içinde düzenlenecek ikinci etkinlikte film gösterimi ve bir söyleşiyle izleyicilerle buluşacak. DÜNYA’NIN AKILLI TELEFON BAĞLANTILI İLK SAATİ 300 ŞEHİR İÇİN EQB-500RBK-1A 2.399 Otomatik Ayarlama ve Kendi Kendine Şarj Edebilme Bölgesel zaman dilimi ayarı için akıllı Bluetooth teknolojisi Dual Time Dünya Saati (Aynı kadranda iki şehri gösterebilme) Güneş Enerjisi facebook.com/casiosaattr twitter.com/casiosaattr instagram.com/casiosaat üniversiteden haberler HÜCRE TEDAVISINDE YENI YÖNTEM: NANO- EL B 14 Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Transfer Ofisi’nin partnerlerinden biri olduğu, kanser ve Alzheimer gibi hastalıklarda hücrelerin girdiği etkileşimleri incelemek ve içerisindeki molekülleri analiz etmek amacıyla hayata geçirilen MANAQA Projesi’nde sona gelindi. MIT Technology Review Dergisi tarafından “35 yaş altındaki en yenilikçi kişiler” arasında gösterilen Yrd. Doç. Dr. Hamdi Torun liderliğinde sürdürülen proje kapsamında geliştirilen Nano-El teknolojisi ile hastalığa neden olan hücreleri tedavi etmeye yönelik moleküler düzeyde ilaç geliştirilmesi planlanıyor. Ekonomik ve Politik Dönüşümleri Anlamak” konulu panelde Boğaziçi Üniversitesi mezunları buluştu. İlk kez 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin “150. Kuruluş Yılı” kapsamında, ABD’deki mezunları bir araya getirmek için başlattığı buluşmalar bu yıl da devam ediyor. 20 Nisan Pazartesi günü The Harvard Club NYC'de düzenlenen “21. Yüzyıl’da Türkiye: Sosyal, Ekonomik ve Politik Dönüşümleri Anlamak” konulu panelde Boğaziçi Üniversitesi mezunları ve dostları bir araya geldi. Binghamton Üniversitesi’nden Çağlar Keyder, The Brookings Enstitüsü’nden Kemal Kirişçi ve İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden (Institute for Advanced Study, Princeton) Dani Rodrik’in katıldığı panelin moderatörlüğünü Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Biray Kolluoğlu yaptı. hiç dinlemedikleri gibi dinleterek onlara muhteşem anlar yaşattı. Ünlü şef Rob Kapilow ile birlikte Denizbank CEO’su Hakan Ateş’in orkestra şefliğinde, Avivasa CEO’su Meral Erebenk Kurdaş, Hedef Alliance CEO’su Tayfun Öktem, TAV CFO’su Burcu Geriş, Brisa CEO’su Hakan Bayman ve Hürriyet Pazarlama Direktörü Birim Gönülşen’in de yer aldığı Türkiye’nin önde gelen yöneticileri sahnede, eşsiz yönetim dersleri barındıran interaktif bir etkinlik gerçekleştirerek müziği farklı açılardan yorumlamaya çalıştılar. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden Müzik Kulübü üyesi Göktuğ Kıral’ın katılımı ise etkinliğe ayrı bir renk kattı. Atölye çalışması ve müzik seminerinde Rob Kapilow’a Denizbank’ın katkılarıyla İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşlik etti. BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI QS ÜNIVERSITE SIRALAMASINDA ILK 100 ARASINDA 11. OLDU QS University Rankings’in hazırladığı Gelişen Avrupa ve Orta Asya (GAOA) 2014/15 sıralamasına göre Boğaziçi Üniversitesi 100 üniversite arasında 11. olarak yer aldı. Gelişen Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında yapılan araştırmada birinci Lomonosov Moskova Devlet Üniversitesi, ikinci Çek Cumhuriyeti’nden Charles Üniversitesi, üçüncü Rusya’dan Novosibirsk Devlet Üniversitesi oldu. BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI, ABD’DEKI MEZUNLARIYLA BIR ARAYA GELDIĞI BULUŞMALARA DEVAM EDIYOR The Harvard Club NYC'de düzenlenen “21. Yüzyıl’da Türkiye: Sosyal, ROB KAPILOW BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ’NDEYDİ Dünyaca ünlü Amerikalı besteci ve orkestra şefi Rob Kapilow, Odgers Berndtson Türkiye ve Boğaziçi Üniversitesi işbirliği ile 14 Nisan 2015 tarihinde çok özel bir müzik semineri için Türkiye’ye geldi. Türkiye’de ilk kez sahnelenen “Sonsuz Olanakları Dinlemeye Hazır mısınız?” temalı müzik semineri izleyicileri hem eğlendirdi hem de müziği daha önce *Üniversiteden Haberler bölümünde yer alan haberlerin derlenme aşamasında okulumuzun sosyal medya kanallarından destek alınmaktadır. TÜM POZLARDA MUTLULUK TÜM POSLARDA 6 TAKSİT HSBC Advance Kredi Kartı Anlaşmalı anlaşmasız her yerde, HSBC Advance müşterilerine bedava 6 taksit. Daha ileriye, hep birlikte. Advance Kredi Kartı sahibi olmak için ADVANCE yazıp 4477’ye SMS gönderin, sizi arayalım. Tıklayın advance.hsbc.com.tr Arayın 0850 211 0 115 Ziyaret edin HSBC Şubeleri Sadece takside izinli sektörlerde geçerlidir. HSBC Bank A.Ş. tarafından yayımlanmıştır. Advance olmak için hesaptan aylık toplam 500 TL ve üzeri birisi fatura olmak üzere en az 3 düzenli ödeme talimatı verilmelidir ve bu talimatların aylık toplam en az 500 TL olarak ödenmesi gereklidir. Bankamız kredi ödemeleri dahil değildir. 6 taksit kampanyası; kuyum, telekom, yemek, gıda, benzin dışında takside izinli sektörlerde 10.000 TL’ye kadar tüm yurt içi tek çekim işlemlerde geçerlidir. Advance avantajları ödemelerin gerçekleşmesi durumunda bir sonraki aydan itibaren geçerlidir. Müşteri taksitlendirmek istediği her işlem için ayrı talep iletmelidir. HSBC, kampanya koşullarında değişiklik yapma hakkını saklı tutar. ''BIZLERE ŞEN BIR SOSYAL BILIMIN MÜMKÜN OLABILDIĞINI GÖSTERDI'' Geçirdiği by-pass ameliyatının ardından 8 Nisan tarihinde, 71 yaşında hayata veda eden üniversitemiz Sosyoloji Bölümü emekli öğretim üyelerinden, değerli hocamız Prof. Dr. Ferhunde Özbay, 9 Nisan tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen anma töreninin ardından son yolculuğuna uğurlandı. Anma töreninde konuşan Rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, Ferhunde Özbay’ın kaybının üniversite ve ülke adına yeri doldurulamaz bir kayıp olduğunu vurgulayarak “Üniversitemiz ve ülkemiz çok değerli bir akademisyeni, çok değerli bir insanı çok erken kaybetmiştir. Öğrencileri ve meslektaşları onu unutmayacak ve unutturmayacak,” dedi. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Bölüm Başkanı Doç. Dr. Zafer Yenal ise Ferhunde Özbay’ın herkesin hayatına dokunan hümanist kişiliğine değinerek kaybının sosyoloji dünyası adına büyük bir kayıp olduğunu ifade etti. Törende konuşan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat ise Ferhunde Özbay ile dostluğunun Ankara yıllarına uzandığını belirterek Özbay’ın her zaman coşkulu ve öğrenme aşkını içinde taşıyan bir akademisyen olduğunu belirtti. Törende Ferhunde Özbay’ın öğrencileri de, Özbay’a dair duygularını anlatan konuşmalar yaparak hocalarını uğurladılar. Prof. Dr. Özbay’ın son dönem öğrencileri adına hazırlanan veda metnini öğrencilerinden Dilara Çatak okudu: “Ferhunde Hocamızın sosyologlar üzerine yaptığı kuşak çalışmasına göre, kendisi 3. kuşaktandı ve bizler 7. kuşak olarak hocamızdan çok şey öğrendik. Nazarıyla ve neşesiyle hepimizi esinlendirdi. Bizleri daima can kulağıyla dinlerdi. Onunlayken yaşınızın farkını hiç hissetmezdiniz. Bizleri dengi gibi görürdü. Yüreklendirici ve cesaret vericiydi. Öğrencilerini işinin değil hayatının bir parçası olarak görür, sever ve korurdu. Hepimizin hayatında bir hocanın ötesinde yer edindi. Bizler şimdi onu neşesiyle hatırlıyoruz. Dünyadaki tüm kötülüklere meydan okuyan bir neşe. Neşesindeki o gücü, yaptığı işin ve bizlerin üstüne düşürebildi. Bizlere şen bir sosyal bilimin mümkün olabildiğini gösterdi.” 1983 mezunu Ayşe Burakbaşı ise Özbay’ın keskin zekâsı ve gözlem gücüyle çok değerli bir bilim insanı olduğunu; yazılarının ve çalışmalarının genç kuşaklara da aktarılması gerektiğini söyledi. Ferhunde Özbay, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki anma toplantısından sonra Teşvikiye Camii’ndeki öğle namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedildi. 1944’te Ankara’da doğan Özbay, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü'nde birlikte çalıştığı hocası Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in 1992’deki ölümünün ardından şöyle yazmıştı: “Bilimde yaşa ve titre göre hiyerarşi olmaması gerektiğini, özgür bir düşünme ve tartışma ortamının ne kadar geliştirici olduğunu öğrendim. Gençlere özgüven vermenin başka bir yolunun olmadığını öğrendim. Şimdi bu öğrendiklerimi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum ve yaşım ilerledikçe genç kuşaklarla tartışmanın bana da ne kadar yararlı olduğunu görüyorum.” PROF. DR. FERHUNDE ÖZBAY’IN YAYINLARI VE MAKALELERINDEN BIR SEÇKI: Türkiye’de Nüfus Hareketleri, Devlet Politikaları ve Demografik Yapı, Özbay F. ve diğerleri, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü. Ankara. 1-69. (2002) “Evlerde Elkızları: Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler”, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, Leonore Davidoff, Ayşe Durakbaşa (eds.), İstanbul: İletişim. (2002) “Gendered Space: A New Look at Turkish Modernisation“ Gender & History. Leonore Davidoff et al. (eds.) Blackwell, Oxford. (2000) Türkiye’de Evlatlık Kurumu: Köle mi Evlat mı? Boğaziçi Üniv. Yayınevi: İstanbul. 42 s. (1999) “1930'lardan 2012'ye Nüfus Mühendisliği” (Makale, 2012, Bianet) “Çerkes Göçüyle Tetiklenen Evlatlık Uygulamaları” (Makale, 2014, Bianet) Kaynak: Kurumsal İletişim Ofisi BÜMED OLAĞAN GENEL KURUL TOPLANTISI BÜMED Genel Kurulları derneğe aidiyeti pekiştiren, üyelerin bir aradalığını destekleyen, derneğin işleyişi ile ilgili detaylı bilgi paylaşımlarının yapıldığı, mezunların dernek ile ilgili sormayı arzu ettikleri soruları sorma fırsatı buldukları en önemli etkinliklerin başında geliyor. 04 Nisan 2015 Cumartesi günü bu önemli buluşma gerçekleşti. Genel Kurul’da Divan Kurulu Başkanı olarak Sayın Tamer Atabarut ’88 seçilirken, Başkan Yardımcılığı görevini Sayın Mehmet Bora Akgül ‘92 üstlendi. Yazmanlar ise Sayın Melek Ülkü Arısoy ‘07 ve Sayın Yasemin Dut ’10 idi. B 18 Toplantı Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun konuşması ile başladı. Konuşmasına BÜMED’in 30. yılını kutlayarak başlayan Sayın Barbarosoğlu, üniversitenin ve Mezunlar Derneği’nin mezunlar ile ilişkisinin daha da gelişmesine vurgu yaptı. Sayın Rektör ayrıca, Boğaziçi Üniversitesi’nin bir yıl içerisindeki akademik, sosyal ve fiziki koşullarını değerlendirdi, yürütülen çalışmalar hakkında bilgi verdi. “Hep beraber, Kilyos Sarıtepe Kampusu üzerine daha çok eğilmeli, orayı Boğaziçi Üniversitesi’nin önemli, ana kampuslarından biri haline getirmeliyiz,” diyen Barbarosoğlu kampustaki çalışmalardan bahsetti. Çok önemli bir çalışma olan rüzgâr türbininin yapılış aşamasına değinen rektörümüz, dünyada bir ilki gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu dile getirdi. “Borsa İstanbul ile ortak Teknopark’ı kurduk. Bütün mezunlarımızın bu teknoparkta yer almasını özellikle ve öncelikle istiyoruz. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi ile bir diğer teknopark ortaklığını başlattık,” sözleriyle üniversitenin işbirlikleriyle toplumun değişik bölgelerine katkıda bulunmaya devam edeceğini belirtti. Teknoloji ve ürün geliştirmede ilerlemenin, kuluçka merkezleri kurmanın önemini vurgulayan Barbarosoğlu, üniversitede kurumsallaşmanın gelişmesi için yapılan yoğun çalışmalara da değindi. “Boğaziçi Üniversitesi’nin duruşunu devam ettirebilmesi ve bir dünya üniversitesi olabilmesi tamamen mezunlarına ve mezunlarının maddi desteğine bağlıdır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da Boğaziçi markasını devam ettirmek adına bütün mezunlarımıza ulaşmaya çalışacağız. Büyük bir camiayız. El ele vererek Boğaziçi Üniversitesi tüzel kişiliği ve BÜMED üzerinden birbirimize destek olmalı, büyük düşünmeli ve Boğaziçi’ni ülkemizdeki her türlü dalgalanmaya karşı ayakta durabilecek kadar güçlendirmeliyiz,” sözleriyle konuşmasını bitiren Barbarosoğlu, aidiyet duygusunun da geliştirilmesi gerektiğini belirtti. Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun konuşmasının ardından 14. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hakan Zihnioğlu ’91, “Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği, örnek bir sivil toplum örgütüdür,” sözleriyle konuşmasına başladı. Sayın Zihnioğlu, “Üniversitemizin global vizyonu içerisinde dünya ölçeğinde başarılı bir üniversite olma yolunda bizim de çalışmalarımız oldu,” diyerek Amerika temaslarından bahsetti. Üniversite ile olan koordineli çalışmalarıyla birlikte mezun destekli bir üniversite modelini amaçladıklarını vurgulayan Zihnioğlu, BÜMED’in sağladığı desteği örneklerle açıkladı. “2014’te ciddi oranda üyemize toplu satın alma olanaklarıyla fırsatlar yarattık,” cümlesinin ardından üyelere yönelik gerçekleştirilen etkinliklere ve yapılan çalışmalara değinen Zihnioğlu, yaratılan farklı markaları vurguladı ve konuşmasını “Amacımız, Boğaziçi Üniversitesi’nin dünyanın saygın üniversiteleri arasındaki yerinin devam etmesi,” sözüyle sonlandırdı. Hakan Zihnioğlu’nun sunumunun ardından üyelerden gelen sorular yanıtlandı, paylaşımlarda bulunuldu ve Divan Kurulu Başkanı tarafından gündem okundu. SECTORS TOGETHER - CONSTRUCTION BÜMED Network çatısı altında gerçekleşen en önemli etkinlik dizilerinden biri olan Sectors Together, farklı sektörlerin önde gelen başarılı isimlerini Boğaziçililer ile bir araya getirmeye devam ediyor. Serinin ikincisi 19 Mart Perşembe günü BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda gayrimenkul ve yapı sektörünün yöneticilerini bir araya getirdi. Uluslararası Müteahhitler Birlikleri Konfederasyonu Başkanı, Yapı Merkezi İnşaat ve Sanayi A.Ş.’nin ortağı ve Yönetim Kurulu Üyesi olan İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunumuz Sayın Emre Aykar ’71 ve İnanlar İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Serdar İnan’ın konuk olduğu etkinlik, öğrencilerin ve inşaat sektöründe kariyerini sürdüren Boğaziçililerin katılımı ile gerçekleşti. B 20 Buluşmanın ilk konuşmacısı sektörde uluslararası bir isim olan Emre Aykar’dı. Aykar, üç gruba ayırdığı sunumunda ilk olarak Türkiye Müteahhitler Birliği’nin yurtdışındaki ilişkiler ağına değindi. Ardından Türk inşaat sektörünün sorunları hakkında bilgi vererek, konuşmasını Türk müteahhitlerinin dünyanın farklı yerlerindeki başarılı çalışmalarından örnekler vererek sonlandırdı. Genel olarak Aykar, başkan olarak seçildiği Uluslararası Müteahhitler Serdar İnan Birlikleri Konfederasyonu (CICA), Avrupa Müteahhitler Birliği (FIEC), sektördeki sorunlara çözüm önerileri, hazırladıkları manifesto, Türk müteahhitlerinin sahip olduğu rekabet gücü, firmaların çalışmaları başlıklarına değindi. Aykar, müteahhitlerin sorunlarına dair hazırlanan bildirgenin ana konularını şu şekilde listeledi: Kamu ihale kanunu, kamu-özel sektör işbirliği (PPP), yatırım ödenekleri, yurtdışı müteahhitlik ve teknik müşavirlik hizmetleri, kefalet bonosu, verimli ve yetkin bir işgücü piyasası, iş sağlığı ve güvenliği, yapı müteahhidi tanımı, şehirleşme, imar uygulamaları ve kentsel dönüşüm, sürdürülebilir inşaat. Türk müteahhitliğinin 1972 yılında yurtdışına açıldığına Emre Aykar değinen Aykar, ilk gidilen ülkenin Lübnan ve ilk giden şirketin de STFA İnşaat olduğunu belirtti. O günden bugüne 104 ülkede 7.700 projenin yapıldığını vurgulayan Aykar, 300 milyar dolarlık sözleşme imzalandığını söyledi. Son olarak da zaman içerisinde gerçekleşen pazar çeşitlenmesinden bahseden mezunumuz, Türk müteahhitlerin dünyanın her kıtasında, pek çok farklı dünya ülkesindeki çalışmalarından örnekler verdi. Etkinliğin ikinci konuğu olan Serdar İnan, dünya başkenti olarak İstanbul'u kurma hedefini belirterek sözlerine başladı. İnşaat sektöründe öncü ülke olmanın sebeplerine değinen İnan, çok farklı iklimlerde çalışmalar yapıldığını belirtti. İnanlar İnşaat olarak gerçekleştirdikleri projelerden bahseden İnan, inşaat sektöründeki sorunları vurguladı. Türkiye'deki müteahhitlik hizmetlerine karşı sahip olunan algının değişmesi gerekliliğini savunan İnan, mülkiyet, imar, işgücü imkânı başlıklarına değindi. Aynı zamanda yürürlükte olan iş kanunu, iş sağlığı ve güvenliği, kentsel dönüşüm ve KDV, tüketicinin korunması kanunlarının uygulamadaki yerini yorumladı. rına ezunla m rsitesi e v i n içi Ü a, Boğaz obilyalarınd m bahçe özel n a r a v a ! ’ ı 0 t 3 a s % r ı f m i r i d in Evinizde tropik stili yaşatmak istiyorsanız rattan mobilyalar, floral desenli kumaşlar ve çiçek formlu aksesuarlar bu yıl da addresistanbul’daki mağazalardan bulabileceğiniz ürünler arasında. Egzotik meyve heykellerinden iri yaprak desenli yastıklara; ferforje kafeslerden renkli cam fenerlere kadar tüm detaylar tropik stile gönderme yapıyor. alanlarında ilginç, enerji veren ve sizi klişeden uzak tutabilen mobilya ve aksesuarlar bulabilirsiniz. Geçmiş yılların dekorasyon çizgilerinin farklı yorumlamalarıyla yeniden karşımıza çıktığı ve minimalizmin etkisinin zayıfladığı yeni sezon dekorasyonunda canlı renkler evlerde ağırlığını hissettiriyor. Farklı tarzların renkli birleşmesinden doğan bu temada birbirleriyle stil olarak benzeşmemelerine rağmen, bir arada olduklarında yaşam Koyu renklerin ağırlıkta olduğu bambu koltuklar mor, yeşil, turuncu ve beyaz tonlarıyla kombinlenirken, kilimler evlerde etnik bir hava estiriyor. Modern çizgilerin hakim olduğu aksesuarlar şehir havasını yansıtırken, modadan ilham alınarak tasarlanan nevresim takımları ve abajurlar, yatak odalarına şık bir dokunuş ve derinlik kazandırıyor. Baharın renklerini iç ve dış mekanlara taşıyan, şık, sağlam ve bir o kadar da gösterişli masa, şezlong ve hamak gibi ürünler havuz başlarında ve bahçelerde kullanım kolaylığı sunuyor. Karanlık bahçelerde ışıldayan mum ve bahçe Metropol insanının zorunlu bahçe olgusu teras ve aydınlatmaları, rezene yeşili, safran sarısı, turuncu, mor gibi verandalarda kahvaltı keyfi için minimal modern bahçe canlı renklerin ve desenlerin hakim olduğu yemek takımları mobilyaları, dinamik tasarımlar ve terasta berbekü keyfinden ve aksesuarlarla kombinlenerek tekneleri ve bahçeleri hareketlendiriyor. yola çıkılarak hazırlanan aksesuarlar da var. ri endle r t a y Dün n illene ın ile şek s yaşamın i f o rı ev ve arkala m n i da, seçk tı altın a ç ı n l’da. ay tanbu s i s e r add Casa Statü ni Molte a d Da Home it nbul a Biscu t n Dream s i a ilya l s o e r z i d t k Mob n a i a t it n ad i b e o n a i K n e Tina s H i n j r r e lc ne ome ellie d e e d H s n i o n a ş k ı i h r k k C a Va r llpape e bah farklı o Mywa na Disen eviniz ileceğiniz S by e b il Ata N e rs r Mobi u io r e e taşıya iflerle dolu Dem ta Int n A t E il a is N M es altern Stone al Hom Parete Coast Mum Sedef Oka d n Punto ngla Studio New E teriors us T&S In Delicio o n e a Dis a Birimz ınlatm D1 by ğ Ayd a d o m Ce Estil ns Haste m Hama ise o c De r SECTORS TOGETHER - DIGITAL FINANCE B 24 BÜMED Network çatısı altında gerçekleşen Sectors Together, bu yılki etkinliklerinin üçüncüsünü 2 Nisan 2015 Perşembe günü saat 19:30’da BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda, Enpara.com'un sponsorluğunda gerçekleştirdi. Farklı sektörlerle Boğaziçilileri buluşturan etkinliğin bu ayki konukları günümüz dünyasında önemi giderek artan dijital finans alanının önemli isimleri oldu. Enpara.com direktörü Boğaziçi İşletme Bölümü mezunu Elsa Pekmez Atan ’99 ve Tribal Worldwide İstanbul Genel Müdürü Ömür Kula Çapan’ın konuşmacı olarak katıldığı etkinliğe, dijital finans alanında çalışmalarını sürdüren Boğaziçililerin ve sektörle ilgili öğrencilerin katılımı yüksekti. Elsa Pekmez Atan’ın Enpara.com’un kuruluş, gelişme sürecini ve farklarını anlattığı sunumunun ardından, Ömür Kula Çapan yakınsamanın (convergence) dijital finanstaki yerini örnekler üzerinden anlattı. Etkinliğin ilk konuşmacısı olan Elsa Pekmez Atan, finansın dijitalleşmesinin esasen çok da yeni bir şey olmadığına ve bunun örneklerinin dünyada 1990’lardan itibaren görüldüğüne dair verdiği örneklerle sunumuna başladı. Daha sonra 2012 yılında hayata geçen Enpara.com’un çıkış noktası ve günümüze kadar geçirdiği süreçten bahseden Atan, sürece hakimiyeti açısından ilgiyle dinlendi. Enpara.com’un çıkış noktasının tüketici ihtiyaçlarına cevap vermek olduğunu dile getiren Atan, bu durumun kimi yenilikleri gerektirdiğinden bahsetti. Bu anlamda temel olanın, bankacılık işlemlerinde merkez konumda olan şubeyi aradan çıkarmaları olduğunu söyledi. Bunun nedeni olarak da tüketici ihtiyacının şubeyi aradan çıkarmaya yönelik olmasını gösteren Atan, bankayla çalışmak için şubeye gitme zorunluluğundan hazzetmeyen tüketicilere bu şekilde alternatif sunulduğundan bahsetti. Atan, bir saatlik konuşmasının devamında Enpara.com’un sektöre getirdiği müşterinin ayağına gitme, online olarak kredi alabilme, bankacılık ücretlerinin alınmaması gibi yenilikleri verdiği örneklerle anlattı. Atan, sunumunda üretmiş oldukları modeli başarılı kılan esas faktörün müşteriye sade, kolay anlaşılabilir ve ulaşılabilir bir deneyim sunmak olduğunu vurguladı. Bu bağlamda, sözleşmelerin kısa ve anlaşılır hale getirilmesi; az, öz ve basit ürün seçenekleri; ekranların sade tasarımlı olması; müşterinin yaşayacağı problemleri önceden programlamak; küçük bir ekip olmak; arayan müşterilere kısa sürede cevap vermek; müşterilerin çeşitli sosyal medya alanlarından görüşlerini yazabilmesi gibi uygulamaların başarılarının esas sırlarından olduğunu açıkladı. Etkinliğin ikinci konuşmacısı Tribal Worldwide İstanbul Genel Müdürü Ömür Kula Çapan oldu. Çapan, sunumunu dijital finans alanında önemli terimlerden yakınsama üzerinden verdiği örneklerle gerçekleştirdi ve yakınsamanın temelde insanla teknoloji arasında olduğunu vurguladı. Yakınsama ile beraber tek bir üründe pek çok özelliğin bir arada oluşunu ve gelecekte de bu yönde dönüşümler olacağının altını çizen Çapan, dolayısıyla bu iç içeliğin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Yakınsamanın temelinde değişen tüketici isteklerinin olması değinilen bir diğer başlıktı. Günümüz dünyasında vakti sınırlı olan tüketicinin, gelişen dijital teknoloji ile zayıflayan belleklerin oluşumu, ulaşılabilirliğin kolaylaşması ile tüketicide oluşan tahammülsüzlük ve birim maliyetlerin azalması ile beraber yakınsamanın bir anlamda kurumlar için kaçınılmaz olduğu vurgulandı. Öte yandan, bu çözümlerin artık ekonomik olmasının da önemli olduğunu belirten Çapan, konuşmasına çeşitli yakınsama yöntemi ve örnekleri üzerinden devam etti. Çapan’ın “modernist cuisine, digit, uber” gibi değişik sektörlerden sunumunda verdiği yakınsama örnekleri dinleyicilerin dikkatini çekti. Konuşmaların ardından gelen soru-cevap bölümleriyle merak edilenlerin yanıtlarının alınması katılımcıları oldukça memnun etti. Etkinliğin ardından gerçekleşen kokteylle dijital finans sektörü çalışanları ve bu alanda çalışmak isteyen Boğaziçililer network ağlarını güçlendirdiler. Böylece, Sectors Together bir kez daha öğrencilerimizle, alanında deneyimli ve seçkin isimleri bir araya getirdi ve aynı zamanda benzer sektörde çalışan Boğaziçililerin buluşmasına vesile oldu. Enpara.com'a verdiği destek dolayısıyla teşekkürlerimizi sunarız. Elsa Pekmez Atan Ömür Kula Çapan Sectors Together etkinlikleri kapsamında siz de kurum olarak yer almak isterseniz, bogazicinetwork@bumed.org.tr adresinden bize ulaşabilirsiniz. GÖZÜ YÜKSEKLERDE OLANLAR İÇİN YÜKSEK AK ADEMİK HEDEFLER: BİREYSEL EĞİTİM PROGR AML ARI… İNGİLİZCE, ALMANC A, İSPANYOLC A... Ö ğrencinin ak ademik ihtiyacına göre şek illenen “ k işiye özel ”, yürütülen programlar... 18 öğrenciyle sınırlı sınıf mevcutları Anasınıfından itibaren yabancı öğretmenlerle yürütülen İ ngilizce eğitimine, ilerleyen yıllarda ek lenen İspanyolca ve Almanca ENTELEKTÜEL VE SOSYAL GELİŞİM… YÜKSEK MEZUN BAŞARISI... N itelik li sanatsal ve sosyal etk inlik lerin yanında düzenli ders programının bir parçası olarak satranç, tenis ve yüzme... Ç eyrek asırlık geçmişinde mezun ettiği öğrencilerinin toplamında %24’ünün ingilizce eğitim yapan özel Amerik an okullarına, %42’sinin Almanca eğitim yapan yabancı özel liselere, %82’sinin ise Fransızca ve İ talyanca eğitim yapan özel yabancı okullara k abul edilmesini sağlamıştı sağlamıştır. (Kümülatif değerler) 1991 ETİLER Nispetiye Cd.113 Etiler w w w.istanbulkoleji.com * BU Mensuplarına özel kontenjan T 0212 287 06 96 EFSANELERLE BOĞAZİÇİ BALOSU’NUN ARDINDAN ANLAMLI BULUŞMALAR Boğaziçi Üniversitesi Vakfı Değerli Mezunlarımız, Üniversitemizin 6 Aralık 2014 tarihinde Raffles Hotel İstanbul'da gerçekleştirdiği Efsanelerle Boğaziçi Balosu 2014'teki müzayede bağışlarından en ilgi çekici olan Cem Yılmaz ve Nevzat Aydın'la yemek organizasyonumuz Nisan ayı içerisinde Sunset Grill Bar'da gerçekleştirildi. B 26 Mezunlarımızın Sayın Yılmaz ve Sayın Aydın ile buluşma şansı yakaladığı o keyifli ve güzel anlardan birkaç kareyi sizlerle paylaşmanın sevinç ve gururunu yaşıyoruz. Camiamızın birlikteliğini pekiştirmeyi, dayanışma ruhunu daha da geliştirmeyi hedefleyen etkinliklerimizin sonrasında bu anlamlı ve güzel anların yansımalarını mezunlarımızla paylaşmak bizler için bir sevinç kaynağı. Efsanelerle Boğaziçi Balosu'na katılan ve destek veren tüm bağışçılarımıza tekrar teşekkürlerimizi sunuyor, bir sonraki etkinlikte yeniden bir araya gelmeyi ümit ediyoruz. YALE ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ DİREKTÖRÜ MARK DOLLHOPF BÜMED’İ ZİYARET ETTİ BÜMED’in kuruluşunun 30. yılında, 30. Kuruluş Yılı Etkinlikleri kapsamında Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği Direktörü Sayın Mark Dollhopf, 30 Mart 2015 günü BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu'nda Fundraising and Friendraising başlıklı, öğretici bir sunum gerçekleştirdi. Mark Dollhopf, uluslararası kâr amacı gütmeyen kuruluşların stratejik planlaması, kaynak geliştirme, fon kampanyaları yönetimi, bağışçı tespit ve yönetimi gibi başlıklarda uzmanlığı ile tanınıyor. Dollhopf’un sunumunun başlığı ise, fon yaratmanın yanında aidiyet duygusunu pekiştirmeyi ve mezunların üniversite ile manevi bağlarının devamlılığını temsil ediyor. B 28 Mark Dollhopf’un sunumunun öncesinde BÜMED havuz başında bir kokteyl düzenlendi. Eski rektörler, öğretim üyeleri ve mezunlar Sayın Dollhopf ile sohbet ettiler ve fikir alışverişinde bulundular. Sunum öncesindeki bu birliktelik, sunum esnasındaki görüş alışverişi için önemli bir başlangıç niteliği taşıyordu. Kuruluşunun 30. yılında, mezunlar ve üniversite arasındaki köprüyü daha da sağlamlaştırmak hedefiyle çalışmalarına devam eden derneğimiz adına bu öğretici buluşma, özel bir deneyim olarak hafızalardaki yerini aldı. B 29 FUNDRAISING AND FRIENDRAISING Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği (AYA) Direktörü Mark Dollhopf, BÜMED'de Fundraising and Friendraising başlıklı bir sunum yaptı. Bu başlık, fon yaratmanın yanında mezun ilişkilerini geliştirmeyi ve mezunların üniversite ile manevi bağlarının sürekliliğini simgeliyor. B 30 Mark Dollhopf’un altını çizdiği noktaların en önemlilerinden biri, mezunların en etkin şekilde nasıl gönüllü kılınabileceğiydi. Sunum esnasında insani ilişkilerin değeri ve bu ilişkileri geliştirerek mezunu verici olmaya teşvik etmenin önemi ortaya çıkıyordu. Üniversitelerin sadece meslek edinmeye yönelik fonksiyonu olan kurumlar değil, eleştirel düşünceyi geliştiren/ geliştirmesi gereken yapılar olduğu ise, Dollhopf’un vurguladığı bir diğer önemli başlıktı. Dollhopf yaşam öyküsünden de örnekler vererek Yale Üniversitesi’nin kendi hayatını nasıl değiştirdiğini ve bu değişimde kendinden önceki kuşakların katkılarının ne yönde olduğunu aktardı. Ardından, sunumuna başlamadan önce katılımcıların sorularını dinledi ve sunumunu bu sorular etrafında şekillendirdi. Seyircilerle interaktif olarak gerçekleşen oturum, her iki taraf için de öğretici bir deneyim oldu. Dollhopf'un heyecanlı ve motive edici sunumundan öne çıkan notları sizinle paylaşıyoruz: l Yale’in hayatımı nasıl değiştirdiğine dair hikâyemi anlatmak isterim. Bir işçi ailesinin çocuğuydum ve ekonomik durumumuz kötüydü. Yale, hayatımın dönüm noktasıydı. Eğer önceki jenerasyonlar benim gibi öğrenciler için gerekli maddi olanağı sağlamasalardı, bu fırsatım olmayacaktı. Bu, ömür boyu hissettiğim bir minnettarlıktır. Benim görevim de bunu geri vermek. Bu yüzden bu işi yapıyorum; minnettarım ve bu karşılıklı ilişki zincirini devam ettirmek için çalışıyorum. l Rekabet olumlu bir unsurdur; çünkü en parlak ve zeki öğrencileri toplamaya ihtiyacınız var. En doğru kişileri bulmalısınız. Rekabet ettiğiniz kurumlar da önemlidir. Örneğin eğer benden daha geride olan biriyle yarış içindeysem, hiçbir zaman tam olarak yarışa dikkatimi veremem. Dolayısıyla, Yale’in Harvard’a; Boğaziçi’nin Yale’e ve Harvard’a ihtiyacı var. Yani dünya üniversiteleri arasındaki bu rekabet yararlıdır. Herkesin mükemmel olmayacağını biliyoruz; fakat önemli olan isteğin büyük olması. Bu nedenle, yarışı kazanmaya yardım etmesi için üniversiteler yeni kaynaklara yatırım yapıyorlar. l En iyiler arasında olmalısınız. Türkiye, yükselen bir ekonomi ve eğer üniversiteler teknolojik, yenilikçi birer itici güç olurlarsa, bu daha iyiye gider. l Bu akşam bana bir gazeteci “Diplomalı, yüksek lisans ve/veya doktora yapmış ve işsiz olan gençler için tavsiyeniz nedir?” diye sordu. Tavsiyem, eğer master ya da doktora dereceniz varsa ve iş bulamıyorsanız, bu durumdan dolayı pes etmemeniz gerektiğidir. l Eğitimi sadece faydacı bir anlayışla tarif etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.Yale'de, sizi bir iş için yetiştirmiyoruz. Sizi eleştirel düşünen, yenilikçi bir kişi olarak, toplumu değiştirme gücüne sahip bireyler olarak yetiştiriyoruz. İş sonradan geliyor. l Eğitimli vatandaşlar olarak görev, toplumu dönüştürmektir; sunulanları doğrudan kabul etmek değildir. Kendi görevimizi de bu şekilde görüyoruz. l Her insanın kendisinden sonra gelenler için verici olma ihtiyacı vardır. Bu noktada bu ihtiyacı nasıl ortaya çıkardığınız, insanlara bu anlamda nasıl ilham verdiğiniz önemlidir. l Yurtdışındaki pek çok üniversite, sadece mezunları ile temasa geçmek için büyük çaba gösteriyor ve onlara ulaştıkları anda mezunların bağış yapmaya hazır olduğunu düşünüyor; ama durum bu değil. İnsanlar Sunumdan Akılda Kalanlar: Nurdan Tümbek Tekeoğlu ’88 anında vermeye hazır olmazlar. Onlara sormamalısınız, onlardan talep etmemelisiniz demiyorum; sormalısınız. Ama öncelikli olarak ilişkiyi nasıl kuracağınızı düşünüyor olmalısınız. En önemlisi budur. l Mezunlara nelere ihtiyacımız olduğunu söylemek yerine, onların neleri istediklerini ve nelere ihtiyaç duyduklarını anlamaya çalışabiliriz. Etkin olan mezun dernekleri üniversitelerinin ihtiyaçlarına odaklanabilirler. Daha etkin olan mezun dernekleri ise, bağışçılarının ihtiyaçlarına eğilirler. l Maddi talepte bulunmak ve birine ilham vermek birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Kuruluşlarımız, maddi kaynağa o an ihtiyaç duyuyorlarsa, onu sıklıkla agresif bir şekilde talep etmeye eğilimlidirler. Bunun yanlış olduğunu söylemiyorum. Söylediğim, bu durumun ilham ve istekle dengelenmesi gerektiği. l Sizi tanımaya çalışmalıyım: Tutkularınız nelerdir, okul ile nasıl bir ilişkiniz vardı, favori hocanız kimdi, kimlerle arkadaştınız? Sizinle ilgili bilmem gerekenler, atacağım ilk adımdır. l Yale'de her bir çalışanımız 100 kişi ile iletişim kurmaktan ve bu iletişimi sürdürmekten sorumlu. l Potansiyel bağışçılarla duygusal bağ kurmak önemli. IQ’nun yanında duygusal zekâmız da var ve etkin şekilde bağış sağlayabilenler duygusal yönden zeki olanlardır. Öğretim üyesi olduğum Beykent Üniversitesi'nden oda arkadaşım Doç. Dr. Tanses Gülsoy ile (Tuncel Gülsoy'un kuzeni) mezun olduğum ve doyamadığım Boğaziçi Üniversitesi'nin Mezunlar Derneği'nin seminer salonuna büyük bir heyecanla gittim. Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği Direktörü Mark Dollhopf'u büyük bir ilgiyle dinledik. Yönetiminde 250 kişinin çalıştığını, her kişinin 100 bağışçı ile birebir ilgilendiğini, son beş yılda ciddi oranda bir fon yarattıklarını ve 7.000 bağışçıyı tanıdıklarını söyledi. Birebir iletişimin tüm iletişimlerin önüne geçtiğini söyleyen Dollhopf, insanların bağış yapması için hikâyeler ve haklı gerekçeler üretmemiz gerektiğinin altını çizdi. Müthiş bir motivasyonla sunumunu tamamlayan Mark'ı dinlemeye doyamadık. Elvan Zihnioğlu ’96 BÜMED’in, 30. Kuruluş Yıldönümü Etkinlikleri kapsamında, 30 Mart 2015 tarihinde Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği (AYA) Direktörü Mark Dollhopf’un konuşmasını keyifle dinledim. Üniversitemizde ve ülkemizde mezunlarla ilişkiler, bağış alma konularında yapılan çalışmalar ve bunlar için referans noktaları bulma açısından faydalı bir seminerdi, teşekkür ederim. Pelin Mirasyedi ’99 Mark Dollhopf, çok canlı ve motive edici bir sunum gerçekleştirdi. Sunumu esnasında, aslında dünyanın farklı bölgelerinde kaynak yaratma anlamında benzer sorunların yaşandığını gösterdi. Tabii onlarda sistem daha düzgün bir biçimde işliyor. Kaynak yaratma sürecinde mezunların öncelikle aidiyet duygularının geliştirilmesi ve en doğru zamanlama ile maddi kaynak talebinde bulunulması gerektiği de altını çizdiği noktalardandı. B 31 Mark Dollhopf ”THE REAL WORK OF OUR INSTITUTION IS BUILDING PERSONAL RELATIONSHIPS” Aylin Buran ’02 Mark Dollhopf, the executive director of the Association of Yale Alumni (AYA), visited BÜMED as a part of 30th year celebrations and gave a presentation entitled, “Fundraising and Friendraising.” Mark Dollhopf is known as an expert on the fields of international nonprofit institutions about strategic planning, leadership and board development, management as well as fund management, finding donator and its management. He shared his expertise with our alumni, BÜMED staff and before his exciting and motivating presentation he replied our questions. One of the most important points he emphasized was that the key to create a sense of belonging to the university and to the alumni association and to put forward graduates’ aspects of being volunteer is to improve one to one relations among people. You are citing some purposes of your alumni association such as “to maintain the stature of Yale University”, “to provide a channel of mutual communication between the alumni and the University.” Could you please describe in detail for our readers what these purposes are? Our job is, here the way I see the work of our association, acting as coordinator of alumni activities. But we do not necessarily manage all those alumni activities. We work hard identifying alumni leaders. Because, most of our alumni associations are run by volunteers not professional staff. In some cases, they have no assistance or administrative help whatsoever. It completely depends upon volunteers. So we help identify those volunteers. Then we help the strategic planning. Many of them need assistance or they need help and correction as to what the goals and the objectives of their organization should be. Now, we do not provide those goals for them, we help them develop by their own. Finally, we help in the coordination of events; planning an event. We cannot help with all events because we have more than five thousand alumni than the last year. But in the big events on campus generally we help or in large events volunteers actually need help. We see our alumni association as a consulting firm. If you are an alumni organization, we will come and we will consult for you. You call the graduates of Yale as Yale ambassadors. That is our mission. Could you please explain what you mean by Yale ambassadors? We hope that our alumni by their actions enhance Yale’s reputation. So, we hope that they exhibit the kind of values that Yale would be proud of. They go to schools and talk about what it is to go a place like Yale. They do interviews. All the students that apply for admission to Yale get interview by our alumni. So they have to be ambassadors. We hope that they give back into their local communities, help other non-profit organizations. Because of being grateful for the education they received at Yale, they should be given back to their communities. We hope that ambassadors create effective ties with other educational government non-profit organizations, whatever creative effective partnerships they might be. We hope that they open up new avenues for student exchanges and for faculty collaboration. In other words wherever they are active in their volunteer lives, we hope that they are representing Yale. What is your most significant strategy that reinforces the bonds between the graduates and the university? The strategy is to create personal relationship. The strategy is to ensure that all of our volunteer leaders are reaching out on a personal basis and engaging other alumni in very close, one to one relationships. If you are alumni of Yale and I sent you an e-mail and said “Please show up and consider being a volunteer,” you might not be interested in. But if I flew to Istanbul and had dinner with you and I followed up and I wrote you letters and I came back, visited you again, you probably are more likely to get involved with Yale, because I created that relationship with you. Non-profit work, the work of our educational institutions in alumni relations is based on personal relationships, not fancy e-mails or advertising headlines. The real work of our institution is building personal relationships. There is one sentence in your strategic plan which is the following: “The Strategic Plan is grounded on the premise that the gifts that Yale offers its students can be given again by its alumni.” Could you please explain the sentence in detail? If I go to Yale today, it is going to cost me sixty thousand dollars. A lot of money but that’s the B 33 Who is Mark Dollhopf? B 34 price. But the cost is hundred and thirty thousand. So, there is a big difference between what I pay and what I actually cost. That difference comes from the generosity of alumni from previous generations. They give money, so that I can go to school and not pay the full price. So that is a gift from previous generations of Yale alumni to the students. But that is only a financial gift. The other gifts are the great research in the teaching and the wisdom of the faculty. The other gifts are the friends that I formed for a lifetime. The gifts are the opportunities to be in organizations that change our lives whether you are dancing, singing or playing football whatever the case might be. Those are all gifts we receive. As alumni we encourage them to give those gifts back; the gifts of treasure, the gifts of time and the gifts of talent. What is the meaning of university in today’s world? It is about teaching and learning and I would like to say it is about the service. University is about changing society. That’s the real meaning. Many people in the university think that we give you an education, you are going to be successful. That is only the beginning of the story. What are your opinions regarding our association? What do you think about BÜMED and our university? It is great! First of all, you probably are one of the most active alumni associations in Turkey. Because you are older than the other universities. They are all young. It will take them another generation to develop full relationships and lifelong attachments. I think that you have a great responsibility. I think a good alumni association focuses on what alumni get, a great alumni association focuses on what the alumni can give. You have great opportunities here. Dollhopf, a 1977 graduate of Yale College, founded Janus Development in 1993. The firm counsels non-profit institutions about strategic planning, leadership and board development as well as management and marketing. Strategic planning clients have included Junior Achievement of Central Florida, the Archdiocese of Chicago, the Diocese of Orlando, the Colony Foundation and Liberty Community Services of Connecticut, among others. Dollhopf began his career in 1977 as a development staff member at Yale. In 1980 he co-founded the firm of Anderson, Cole & Dollhopf, and there pioneered new institutional advancement techniques for universities and independent schools, including the first professional campus direct response programs. His firm served over 100 education, health, social service, political, and religious organizations, including Yale, Brown, Columbia, Duke, Exeter, Andover, the National Wildlife Federation, the Arthritis Foundation, the Archdioceses of New York, Boston, St. Louis and Chicago, Catholic Relief Services, and Lutheran Social Services. In 1989 Anderson, Cole & Dollhopf was acquired by Telecom USA. A Whiffenpoof and a Glee Club member while at Yale, Dollhopf has conducted the University Glee Club of New Haven for nearly 20 years. As a vocalist and soloist, he has recorded on several labels. In 1997 Dollhopf founded the enormously successful Yale Alumni Chorus, which has completed four major international concert tours. Nearly 1.000 alumni and friends have participated on concert tours and events representing Yale in Great Britain, China and South America. The group also traveled to Russia, becoming the first American chorus ever to perform at the Kremlin. Source: www.yale.edu B 35 Oda Bağışı 12.000 TL Tuğla Bağışı 3.000 TL Oda Bağışı 12.000 TL B 36 Tuğla Bağışı 3.000 TL □ TEK SEFERDE □ TEK SEFERDE □ 3 TAKSİT □ 3 TAKSİT □ 6 TAKSİT □ 6 TAKSİT □ TEK SEFERDE □ TEK SEFERDE □ 3 TAKSİT □ 3 TAKSİT □ 6 TAKSİT □ 6 TAKSİT BAŞARILI BİR KARİYER HİKÂYESİ: EBRU DİLDAR EDİN ‘93 Şenay Çınar '10 Okulumuzun İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunu, Garanti Bankası’nda Proje Finansmanı Genel Müdür Yardımcısı olarak görevine devam eden Sayın Ebru Dildar Edin ’93 ile üniversitenin kendisine kattığı değerleri, mezunüniversite ilişkisinin önemini, kariyer hayatını ve yürüttüğü projeleri ele aldığımız bir röportaj gerçekleştirdik. Sayın Edin’e bu keyifli söyleşi için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bizlere kariyer hayatınızdan bahsedebilir misiniz lütfen? B 38 Boğaziçi Üniversitesi’nden 1993 yılında mezun oldum. O dönemin şartlarında, inşaat firmalarında çalışmak veya yurtdışına gitmek inşaat mühendisliğinden yeni mezun olmuş biri için en başta gelen iki alternatif gibiydi. Ben ise, daha az akla gelen, ancak belirli alanlarda mühendislere de kariyer imkânları sunan bankacılık sektörünü tercih ettim ve kariyer hayatıma İnterbank’ta başladım. 1997 yılında, finans sektörünün sıkıntılı dönemlerinde -ki enflasyon oranlarının da %70-80’lerde olduğu dönemlerdi- İnterbank el değiştirdi ve ben Garanti Bankası’nda Kurumsal Bankacılık Koordinasyon Birimi’ne geçtim. O yıllarda, ülkenin altyapı yatırımları tamamen kamu tarafından “direct procurement” modeli ile yapılıyor, yani işler aslında özel sektöre taşere ediliyordu. Bu kapsamda bu yatırımların finansmanı için T.C. Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı’na sağlanan krediler ile uzun vadeli yatırım kredileri dünyasına giriş yaptık. Sonrasında ise, özellikle 2000li yılların başından itibaren, ekonomik gelişmeler, faiz oranlarının düşmesi, uzun vadeli risklerin daha fazla alınabilir hale gelmesi, özel sektör yatırımlarının önünü açtı. Buna ek olarak kamu yatırımlarında kamu özel işbirliği modelleri uygulanmaya başlamış, hızlı bir özelleştirme dönemine girilmişti. Artık bu yatırımların finansmanı için ihtiyaçlar değişmişti ve ihtiyaçlara cevap verecek ürün, gelişmiş ekonomilerde sıkça kullanılan proje finansmanı kredileri idi. Bu yeni trend başlangıcının hemen öncesinde üç dört kişilik bir kadroyla proje finansmanı birimimizi kurduk. Biz, proje finansmanı kredilerinin uzun vadede geleceği noktayı o günlerden gören bir ekiptik ve aslında bu kredilerin Türkiye’de öğrenilmesinde ve gelişiminde öncü olan ekibi kurduğumuzu düşünüyorum. Aradan geçen 15 yılda, sektörde sağlanan proje finansmanı kredilerini ve kurulan uluslararası standartlardaki yapıları gördükçe bu konudaki emeklerimizin karşılığını görmüş olmaktan gurur duyuyorum. Bir başka gurur kaynağımız da, finansman sağladığımız projelerimizin hayata geçmesi ve ekonomik gelişime, istihdama ve sosyal hayata önemli katkılar sağlaması oluyor. Her yeni proje bizler için ayrı birer heyecan aslında. Proje finansmanı kariyerime geri dönecek olursak, ekibin kuruluşu sonrasında farklı kademelerde görev yaptıktan sonra, 2009 yılından bu yana bankamızda Proje Finansmanı’ndan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı yapıyorum. Ayrıca 2012 yılında kurduğumuz sürdürülebilirlik ekibinin liderliği görevini de yürütüyorum. Mühendislik eğitimimin faydalarını görerek geldiğim bu noktada, ekipçe yaptığımız işlerden ve Garanti Bankası gibi bir kurumda olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Garanti Bankası’nın sürdürülebilir enerji sektöründeki faaliyetleri nelerdir? Enerji üretim projelerine sağladığımız kredilere ilişkin portföyümüzün yaklaşık yarısını yenilenebilir enerji projeleri oluşturuyor. Bugüne kadar 3.800 MW kurulu gücündeki 90’a yakın yenilenebilir enerji projesine finansman sağlamış durumdayız. Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik projelerinin hayata geçmesini kolaylaştırabilmek için, bu projeler özelinde yatırımcılarımıza diğer projelere kıyasla -özellikle vade ve maliyet anlamında- daha uygun finansman şartları sunmayı oldukça önemsiyoruz. Bu doğrultuda, uluslararası finansal kuruluşlarla enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji ile bağlantılı projelerde işbirlikleri yapıyoruz. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) tarafından desteklenen Türkiye Sürdürülebilir Enerji Finansmanı Programı (Tur-SEFF) ve Orta Büyüklükte Sürdürülebilir Enerji Finansmanı Programı (Mid-SEFF) bu işbirliklerine örnekler. Bu programlar aracılığıyla, bugüne kadar küçük ve orta büyüklükteki enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji projelerine oldukça avantajlı krediler sağladık. Tamamladığımız bu iki programda elde etmiş olduğumuz başarılı sonuçları da dikkate alarak benzer kaynakların ekonomimize kazandırılması konusunda çalışmalarımıza devam ediyoruz. Yenilenebilir enerji alanında, bizler için özellikle rüzgâr ve güneş enerjisi projeleri ajandamızın ön sıralarında yer alıyor. Türkiye’nin rüzgâr potansiyelinin süzgecinden geçiriyoruz. Ön değerlendirmelerimiz sonucunda, finanse edilebilir bir proje olarak görüyorsak, sıra o projeye özel olarak doğru finansman yapısını belirleyip kurmaya geliyor. Uygun kredi vadesi, doğru ve kabul edilebilir borç/özkaynak yapısı, risklerin net olarak tespit edilmesi ve bu risklerin proje şirketi üzerinden alınıp doğru taraflara aktarılacağı ve kredinin risk profilini makul düzeye çekecek mekanizmaların kurulması detaylı çalışmalar sonucu ortaya çıkıyor. Bu süreçlerde projelerin gerektirdiği ölçüde, bağımsız danışman şirket görüşleri de alıyor ve bir bakıma doğru yapıların teyidini, ilgili alanda uzman üçüncü taraflardan da almış oluyoruz. Ebru Dildar Edin enerjiye çevrilmesini desteklemek adına bugüne kadar 50’ye yakın rüzgâr projesine 2 milyar dolar finansman sağladık. Bu segmentte %35 pay ile lider banka durumundayız. Güneş enerjisi projelerine ilgi her geçen gün artıyor. Bu segmentte lisans sürecini yakından takip ediyoruz. Buna ek olarak, 1 MW altında ve lisanssız güneş enerjisi projeleri için müşterilerimize özel bir ürün sunmuş durumdayız. Bu ürünle, güneş enerjisinden elektrik üretimine dair uygulamaları Türkiye genelinde yaygınlaştırmayı hedefliyoruz. Banka olarak sürdürülebilir enerji yatırımlarının finansmanına yönelik bu desteklerimizin yanında, ofislerimizde de, başta enerji verimliliği olmak üzere çeşitli çevresel yatırımlar gerçekleştiriyor ve karbon ayak izimizi azaltma konusunda kararlı adımlar atıyoruz. Bu anlamda 19 binin üzerinde çalışanı olan bankamızın 2013 yılında kişi başı enerji tüketimini %3,8 düşürdük. Genel Müdürlük binamızdaki verimlilik çalışmalarımız sayesinde WWF Yeşil Ofis Diploması’nı alan ilk Türk bankası olduk. Pendik’te yapımına başladığımız yeni teknoloji kampusumuzu yeşil bina konusunda uluslararası sertifikasyon standardı olan LEED kriterlerine göre dizayn ettik ve bu kriterler çerçevesinde inşa ediyoruz. Projelere sağlanan finansmanların belirlenme ölçütleri nelerdir? Bankamızın Proje Finansmanı Birimi, sektörde bu alan özelinde çalışan en geniş ekip. Şu anda,15’i mühendislik kökenli olmak üzere 34 kişilik bir kadromuz var. Bu kadronun yarısı işlemlerin yapılandırılması alanında çalışıyor. Kalan yarısı ise, portföy yönetimi ve izleme, sürdürülebilirlik ve bizim işlemler özelinde çalışan avukat kadrolarımızdan oluşuyor. Bizlere yeni bir proje geldiğinde, yapılandırma ekiplerimizle bu projeleri çok detaylı incelemelere tabi tutuyor ve bir ön değerlendirme Yeri gelmişken, artık Türkiye’de uluslararası standartlarda proje finansmanı yapılarının kuruluyor olduğunu söylemek isterim. 2000li yılların başından bugüne kadarki sürece baktığımızda, bu alandaki gelişim gerçekten gurur verici boyutta. Gerek bizim, gerekse çok değerli yerel rakiplerimizin bu alana verdiği önem ve sektördeki know-how ve kapasite katbekat artmış durumda. Bugün ülkemiz açısından oldukça önemli ve çok büyük montanlı birçok proje, bu bankaların bir araya gelerek kurduğu yapılar ve sağladıkları finansmanlarla hayata geçiyor. Garanti Bankası olarak biz, Türkiye’nin özellikle son yıllarda gündeminde olan ve çok bankalı yapılarla finanse edilen birçok önemli projesinde, koordinasyon ve yapılandırma gibi önemli görevler alabiliyoruz. Bunun arkasında da, aslında yıllardır sarf edilen emeğin bir sonucu olarak bu geniş ve deneyimli ekipleri kurabilmiş olmamız yatıyor diyebilirim. B 39 Şu anda yürütmekte olduğunuz projelerden bahsedebilir misiniz? Proje ve satın alım alanında 13 milyar doların üzerinde bir portföyümüz var. İnşaatı devam eden projelerdeki ek taahhütlerimizle bu rakam daha da yukarı çıkıyor. B 40 2014 yılının genel bir resmini çekmek gerekirse, proje ve satın alım finansmanı alanında yaklaşık 3 milyar ABD doları yeni taahhüt sağladığımız bir yıl oldu. Enerji sektörü bankamız ve genel sektör içinde proje finansmanlarının ağırlıkta olduğu sektör olmaya devam etti. 2014 yılının en önemli işlemlerinden biri, bizim de tek Türk bankası olarak finansmanda 450 milyon USD ile yer aldığımız, Star Rafineri Projesi oldu. Ayrıca kamuya ait santral özelleştirmeleri de ön plandaydı. Bugüne döndüğümüzde, gündemimizde çok sayıda yeni proje var. Bu yılı proje finansmanı alanında 2014’ün de üzerinde bir performansla kapatacağımızı düşünüyoruz. Yılın başından bu yana imza attığımız işlemlerden en büyüğü, kamu özel işbirliği modeliyle geliştirilen ve Türkiye’de bugüne kadarki en büyük sağlık kompleksi projesi olan Bilkent Entegre Sağlık Kampüsü projesi oldu. 890 milyon euro tutarında yedi banka tarafından sağlanan kredi paketinde bankamız 210 milyon euro ile en yüksek katılımı sağladı. Şu anda üzerinde çalıştığımız en büyük kredi paketi, YİD modeliyle geliştirilmekte olan Gebze- İzmir Otoyolu Projesi kapsamında, daha önce GebzeBursa arası kesim için sağlanmış kredilerin refinansmanı ve tüm güzergâhın kalan yatırımlarının finansmanı amacıyla sağlanacak 5 milyar dolar tutarındaki paket. Altyapı finansmanı tarafında 3. havalimanı ve Mayıs ayında ihalesi yapılacak Kuzey Marmara Otoyolu’nun kalan kısımlarının ihaleleri, üzerinde yoğun olarak çalıştığımız diğer önemli işlemler. Enerji sektöründe ise kamuya ait santrallerin özelleştirmeleri devam ediyor olacak. Yılın ilk yarısında termik santral, ikinci yarısında ise HES özelleştirmelerinin gündemde olmasını bekliyoruz. Ayrıca yeni kapasite artışı kapsamında ise yenilenebilir enerji yatırımları ön planda olacak. 2015 yılında enerji sektöründeki ilgili işlemlerin finansman ihtiyacının toplamda 7-8 milyar dolar olmasını bekliyoruz. Satın alım tarafında son dönemde gerçekleştirdiğimiz en dikkat çekici proje Anadolu Grubu’nun Migros hisselerinin satın alım finansmanı oldu. 2008 yılında finansal krizin ortasında pek çok bankanın piyasadan çekildiği ortamda, Avrupalı girişim sermayesi fonu BC Partners’ın Migros hisselerinin satın alımının finansmanını gerçekleştirmiştik. Girişim sermayesi fonları belli süreler geçtikten sonra yatırımlardan çıkıp, gelirlerini realize etmek isterler. BC Partners’ın hisselerini kısmen Anadolu Grubu’na satması da bu anlamda bizim için inandığımız bir projeye tekrar satın alım kredisi sağlamak anlamında bir fırsat yarattı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olmanın size ne gibi değerler kattığını düşünüyorsunuz? Boğaziçi Üniversitesi hepimize olduğu gibi bana da birçok konuda değer kattı. Bunlardan en başta geleni, öğrenmenin sınırı olmadığının farkındalığı diye düşünüyorum. Daha esnek düşünme, farklı görüşlere, farklı kültürlere, farklı düşüncelere saygı duyma, onları bir zenginlik olarak görme ve farklılıklardan yeni şeyler öğrenme benim için her zaman çok önemli oldu ve kariyer hayatımda da bunun faydalarını gördüm. Gerek iş gerekse iş dışı hayatlarımız artık çok daha hızlı ve dinamik. Sürekli olarak dünyadaki yenilikler konusunda up-to-date kalmak başarının anahtarlarından biri. Burada, bu gelişimi sadece işinizle sınırlamamak gerekiyor. Dünya görüşüne sahip olmak, sosyal yönünüzü geliştirmek de artık bir kişinin değerlendirilmesinde çok önemli hale gelmiş durumda. Bunların dışında da, etik iş yapma, adil olma, bir iş yaparken sadece ekonomik getiri değil sosyal sonuçlarını da gözetme gibi değerleri de eklemek isterim. Üniversitemizin teknik eğitimler dışında, bu konularda da bizlere aşıladığı değerler bizim kariyerlerimizde ve sosyal hayatlarımızda bence hep önemli oldu. Mezun olarak okul ile bağınızı nasıl kuruyorsunuz, bu anlamda BÜMED’in katkısı sizce nedir? Mezun olduktan sonra yoğun iş temposunun da etkisiyle maalesef üniversite ile bağlarımız azalıyor; ancak burada BÜMED’in çok önemli bir fonksiyonu yerine getirerek mezunlar ile Boğaziçi Üniversitesi arasındaki bağı güçlendirmekte olduğuna inanıyorum. Üniversite ile ilgili birçok güzel gelişmeden bu vesile ile haberdar oluyorum ve mümkün olduğunca düzenlenen etkinliklere katılmaya çalışıyorum. Biz mezunların okulla olan bağı ne kadar devam ederse, öğrenci arkadaşlarımıza destek sağlayabileceğimiz alanları da fark edebiliriz ve arkamızdan gelen nesilleri daha iyi yönlendirebiliriz görüşündeyim. Burada BÜMED’in, mezunları, okulun ve öğrencilerimizin ihtiyaçları konusunda yönlendirmesi oldukça önemli. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilerimize destek olup, üniversitenin misyonunu devam ettirmek ve yeni kuşaklara da benzer değerleri aktarmakta biz mezunlara büyük görev düşüyor. Bu amaçla tüm mezunlarımızın maddi manevi desteğinin devam etmesini önemsiyorum. BÜ’80 DREAMTEAM BASKETBOL TAKIMIMIZ SARITEPE’Yİ FETHETTİ Gülden Kayahan '85 B 42 Üniversitemizin 80li yıllardan bugüne geçen 30 yılı aşkın süredir egale edilemeyen efsanevi bir başarıya imza atan rüya takımı BÜ'80 DREAMTEAM, 5 Nisan Pazar günü Sarıtepe Kampusu'nda gerçekleştirilen Spor Tesisleri açılış töreninin onur konuğu olarak yer aldı. 1982 Üniversitelerarası Türkiye Basketbol Şampiyonası’ndaki derecesi 33 yıldır egale edilemeyen ve üniversitemizin efsanevi şampiyonları olarak anılan BÜ'80 DREAMTEAM, geçtiğimiz yıl BÜ Spor Festivali’ne davet edilmiş ve Spor Kurulu tarafından “Boğaziçi Basketbolunun 30 yıl önceki temsilcilerine, büyük şampiyonlarına bizi Sports Fest 2014'te yalnız bırakmadıkları için teşekkür ederiz,” yazan teşekkür plaketi ile onurlandırılmıştır. 80’lerde Türkiye’nin önde gelen 1. Lig takımları ve milli takımda oynayan skorer oyunculardan oluşan BÜ’80 DREAMTEAM’in, antrenörleri Ömer Araz’ın (’84 MBA) idaresinde erkek ve bayan karma takım olarak yer aldığı Sarıtepe Spor Tesisleri Açılışı Gösteri Maçı’nın başlama atışını rektörümüz Sayın Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu yaptı. Döneminin sayı kraliçesi, rekortmen sporcu Gül Seven Kırelli’nin (’83 MBA & ’81 Endüstri Müh.) takım kaptanı olarak çıktığı ilk beşte yer alan oyuncular; Yasemin Çam (’90 Siyaset Bilmi ve Uluslararası İlişkiler), Cevdet Akçay '83, Tezer Ünal '88, Mustafa Gürsel oldu. YASEMİN ÇAM VE KIZLARI ÖMER ARAZ VE KIZI, CEVDET AKÇAY VE OĞLU SOLDAN SAĞA AYAKTAKİLER: MUSTAFA GÜRSEL-KEMAL DİNCER-IŞIL AGAÇE-ESAT ERKUŞ-TEZER ÜNAL-HAKAN BÜYÜKBAYRAK-ÖMER ARAZCEVDET AKÇAY-OZAN AKÇAY-METİN BALCI-CEM ERSOY-RECEP AKICI SOLDAN SAĞA OTURANLAR: SERDAR KOÇYİĞİT-ZEYNEP GÜL AKTAŞGÜLDEN URAS KAYAHAN-YASEMİN ÇAM-ZEYNEP KALKAVAN UYSAL-GÜL SEVEN KIRELLİ- ALEV ÇUHADAROĞLU EVRENOS Başlama atışında topu kazanarak ilk hücumu gerçekleştiren BÜ '80 DREAMTEAM maça önde başladı. BÜ '15 takımının baştan sona fastbreak uyguladığı maçın temposuna ayak uyduran ve deneyimini konuşturan BÜ '80 DREAMTEAM oyuncularından Yasemin Çam’ın turnike atışları, fastbreakleri, Alev Cuhadaroğlu’nun (’85 Ekonomi) sayıya giden isabetli pasları ve geçit vermeyen savunması, Gülden Uras Kayahan’ın (’85 Ekonomi) alan savunmasındaki üstün gayretleri ve rebound tamamlaması, Cevdet Akçay’ın başarılı oyun kuruculuğu ve üçlük atışları, Tezer Ünal’ın takıma sayı ve top kazandıran amansız mücadelesi ve isabetli atışları ile Mustafa Gürsel’in pota altı isabetli hücumları sayesinde BÜ’80 DREAMTEAM Sarıtepe’yi fethetti. Aradan geçen yıllara meydan okurcasına, sahip oldukları güçlü Boğaziçililik bağını, takım ruhunu, arkadaşlık ve sportmenliği, ilk günkü gibi korumayı bilen BÜ '80 DREAMTEAM'in çok kıymetli oyuncularından Zeynep Kalkavan, Işıl Agaçe '82, Hakan Büyükbayrak '86, Kemal Dinçer '88, Esat Erkuş '81, Necati Güler' 80 ve Serdar Koçyiğit’in oynayamasalar da takım arkadaşlarının yanında yer alıp, sahada ve tribünde canla başla destek olmaları ise çok anlamlıydı. Bitiş düdüğü ile birlikte 43-43 berabere sonuçlanan maç ertesinde BÜ'80 DREAMTEAM ve BÜ Takımı oyuncuları, BÜ Spor Kurulu Başkanı, kıymetli hocamız Prof. Dr. Metin Balcı ve Recep Akıcı ve rektörümüz Sayın Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu ile hatıra fotoğrafı çektirdi. BÜ'80 DREAMTEAM'i yeniden bir araya getirerek böylesi bir buluşmaya tarihi bir imza atan kişi ise, hiç kuşkusuz takımın hem teknik direktörlüğünü hem de oyun kuruculuğunu üstlenen Ömer Araz oldu. “BÜ’80 DREAMTEAM olarak, üniversitemizin bu güzel sahasında yeniden buluşmak hepimize tarifsiz bir keyif ve zevk verdi. Bu etkinlikte ev sahipliği yapan rektörümüz Sayın Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu başta olmak üzere bu organizasyonun her adımına büyük emek veren ve bizleri her fırsatta onurlandıran BÜ Spor Kurulu’na, Kurumsal İletişimi Birimi'ne, bizleri daima desteklemiş olan ve BÜ'de sporun gelişmesinde büyük katkıları olan kıymetli hocamız Sayın Prof. Dr. Metin Balcı'ya, BÜ spor camiasında pek çok yenilikleri başlatan değerli hocamız Sayın Recep Akıcı'ya, bizleri yeniden toparlayarak buluşturan kıymetli antrenörümüz Sayın Ömer Araz'a ve özellikle BÜ takımındaki her biri birbirinden kıymetli ve çok yetenekli sporcu kardeşlerimize ve sürekli iletişim içinde olduğumuz BÜMED'e teşekkür ederiz,” diyerek en kısa zamanda BÜ Sport Fest 8-11 Mayıs ve BÜ MasterGames 13-14 Haziran etkinliklerinde 80li yılların oyuncuları olarak, bu kez hem basketbol hem de voleybol takımları olarak çok daha geniş bir katılımla ve mümkün olduğunca eksiksiz katılarak yeniden buluşmaya karar veren BÜ’80 DREAMTEAM oyuncuları karşılaşma sonrasında kurulan açık büfe ikramda bol bol sohbet ettiler. Bu etkinliğe katılmayı çok arzu edip de gelemeyen takım arkadaşlarından Nurcan Gürler (’85 Yöneticilik), Hülya Biren (’88 Ekonomi), Hande Torunlar (’85 Ekonomi), Gaye Burhanoğlu (’83 İşletme), Banu Gülsever, Çiçekten Yeşilkaya (’83 Yöneticilik ), Berciz Gümüşyazıcı '87, Nursel Gülenaz '83, Lale Akarun '84, Sim Okay '81, Canan Bayrakçıoğlu, Ece Doğru '86, Bahar Akıngüç '86, Aygen Tezcan' 87, Gonca Erhuy '89, Mehmet Baç, Can Sonat, Murat Akan, Üstün Öngel '87, Ünal Zenginobuz '83, Ekrem Erdem '86, Emir Turam, Alp Pidik, Toma İstavriadis '83, Murat Tümer, Ali İhsan Okyay '84 ve nicelerini andılar ve sosyal medya üzerinden bu güzel günün anılarını paylaşmakta gecikmediler. Bu günün bir diğer çok anlamlı yanı ise BÜ’80 DREAMTEAM oyuncularından Cevdet Akçay’ın oğlu Ozan ile aynı takımda yer alarak baba-oğul top koşturmasıydı. Ayrıca kızları ile katılan Ömer Araz, Zeynep Kalkavan ve Yasemin Çam’ın çok keyifli aile fotoğrafları çekmeleri de güne neşe kattı. Bu keyifli ve anlamlı buluşmadan tarifsiz zevk alan BÜ’80 DREAMTEAM oyuncuları BÜMED MasterGames (13-14 Haziran) etkinliklerinde buluşmak üzere ayrıldılar. BÜ '80 DREAMTEAM BAYAN TAKIMININ ÇOCUKLARI B 43 A BRIEF LOOK AT TRIARCHIC THEORY OF HUMAN INTELLIGENCE: REFLECTIONS FROM PROF. ROBERT STERNBERG Aylin Buran ’02, Zeynep Kızıltepe ’78 B 44 Prof. Robert Sternberg is very well known with his Triarchic Theory of Intelligence. Sternberg's theory comprises three subtheories: Componential, experimental and contextual. Componential subtheory means that individuals observe the components of situation separately and then they will able to deal with them entirely. Experimental subtheory deals with experiences and involves that the ability to deal with new situations using past experiences. This new experience/work must be novel or original. Contextual subtheory refers to the relations between individual and the environment; it focuses on the ability to adapt changing environment and to select the better environment when it is necessary. These three subtheories are related to different abilities. Componential subtheory correlates with analytical giftedness, experimental subtheory correlates with creative giftedness and contextual subtheory correlates with practical giftedness. Within the scope of this volume, we are dealing with the topic of curiosity and critical thinking. We had a chance to listen to the opinions of Prof. Robert Sternberg from Cornell University, College of Human Ecology, about the relations of these two notions with intelligence. Prof. Sternberg had been welcomed in our university by the invitation of The Department of Educational Sciences and Association for the Support of Contemporary Living in 1996. We express our sincere thanks and appreciations to Prof. Robert Sternberg to devote his precious time for us. depends on your memorizing bodies of material. So, we need to teach in ways that develop creative, analytical, practical, and wise thinking. Democracies should foster these kinds of thinking. Dictatorships, of course, squelch them, as people who thought for themselves would be threatening to a dictator. How do you interpret critical thinking and curiosity within your theory? Photo: www.cornell.edu Can you summarize your Triarchic Theory of Human Intelligence briefly please? Intelligence is largely the ability to set reasonable goals for your life and to achieve them, within the context in which you live. You do this through a combination of coming up with new and useful ideas (creative intelligence), analyzing whether the ideas are good ones (analytical intelligence), implementing the ideas and showing other people the value of those ideas (practical intelligence), and finding ways to use your ideas to help achieve a common good (wisdom). What are the main educational implications of your theory? Most educational systems tend to value children who are good memorizers. But very little of life Critical thinking involves processes such as analyzing ideas, comparing and contrasting ideas, evaluating ideas, critiquing ideas, and judging ideas. Curiosity is the impetus for learning and using one’s intelligence. We know that you are much against students taking standard tests to enter schools. What solution/solutions are you proposing for students not to take standard tests keeping massification in mind? We have devised tests that assess creative, analytical, and practical thinking. But in the end, the important thing is not whether one uses our tests or someone else’s, but rather whether one looks at a broad spectrum of skills rather than a narrow one. YOLDA OLMA HALİ Şenay Çınar ‘10 B 46 Okulumuzun Felsefe Bölümü’nün değerli hocalarından Sayın Prof. Dr. İlhan İnan ile bu ayki konumuz olan merak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sayın İnan’ın bu alanda yazılmış ilk kitap olan ve Routledge tarafından 2012 yılında yayımlanan The Philosophy of Curiosity adlı çalışması hakkında da bilgi aldığımız röportajımızda felsefi merak, merakın gündelik hayatımızdaki yeri gibi önemli konulardan bahsettik. Bu kapsamlı röportajı yaptığımız Sayın İnan’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. Keyifle okumanız dileğiyle... Öncelikle, merak alanında yaptığınız öncü çalışmalardan bahsedebilir misiniz? Yaptığımız çalışmalarla Boğaziçi Üniversitesi’nin de dünyada tanıtımını yapıyoruz sanırım. Akademik felsefede merak konusundaki çalışmalarda birçok “ilk”i gerçekleştirdik. Bildiğim kadarıyla doğrudan merak konusunda dünyadaki ilk felsefe dersi benim 2005 yılında açtığım ders oldu ve ondan sonra öğrencilerim merak üzerine tezler yazdılar: Bilişsel Bilim (Cognitive Science) alanında dünyada ilk lisansüstü tezi Ahmet Subaşı yazdı, sonrasında Safiye Yiğit merak üzerine ilk felsefe tezini yazan kişi olarak tarihe geçti. Yüksek lisans öğrencim olan İrem Günhan çocuklar için felsefe eğitiminde merakın önemi üzerine bir yüksek lisans tezi yazıyor. Bu da bir ilk olacak. Benim de kitabım (The Philosophy of Curiosity, Routledge, 2012) felsefe tarihinde merak üzerine yazılmış ilk kitap olma özelliğine sahip. İki sene önce Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediğimiz Curiosity: Epistemics, Semantics, and Ethics başlıklı konferans felsefe tarihinin merak üzerine gerçekleştirilmiş ilk uluslararası konferans oldu. Geçen ay öğrencim Safiye Yiğit ile birlikte Amerika’da merak üzerine bir konferansta konuşma yaptık, haftaya da Safiye ve İrem ile birlikte Maribor’da (Slovenya) konuşacağız. Üniversitemiz çok destek verdi; hem bölümüm hem dekanlığımız hem de rektörlüğümüz. Burada üç yıldır süren Bilimsel Araştırma Projemizden aldığımız desteği de özellikle anmak isterim. Umarım, gelecekte Boğaziçi Üniversitesi dünyada merak felsefesinin yeşerdiği yer olarak algılanacak. Merakı nasıl tanımlıyorsunuz, bu konuda kullandığınız yeni kavramlar var mı? Tanımlamıyorum, tanımlanabileceğini de sanmıyorum. Her şeyi tanımlamak mümkün değil. Özellikle duygu kavramlarını tanımlarken olsa olsa başka duygu kavramlarına başvurabiliriz. “Korku nedir?” diye sorsam şimdi çok doyurucu bir yanıt alamam; çünkü korku bence başka duygular aracılığıyla tanımlanabilir bir duygu değildir. “Primitif” diyebileceğimiz bir duyguysa, bir tanım getiremeyiz; olsa olsa açıklamalar getirebiliriz, değişik durumlarda nasıl ortaya çıkıyor ona bakabiliriz. O yüzden ben merakın bir tanımı olduğunu düşünmüyorum, primitif bir duygu olduğunu düşünüyorum; ama literatürde, sözlüklerde, felsefe tarihinde ve psikolojide genellikle merak “bilme isteği” şeklinde tanımlanıyor. Ben bu tanımın yeterli, hatta doğru bir tanım olduğunu düşünmüyorum. Her bilme arzusu ya da isteğinin olduğu durumda merak olmayabilir. Mesela üniversite sınavlarına hazırlanan bir lise öğrencisi kimya sorularını yanıtlayacağı kadar kimya öğrenmeyi isteyebilir. Pekiyi, kimya bilimini merak mı ediyor? Etmeyebilir de. Yani, merak etme sadece bilme isteği değil, merak etmek için bilme arzusunun ötesinde bir şey olması gerekir. Ona da ben başka bir kavram bulamadığım için “ilgi” diyorum. Zaten Türkçede “merak” sözcüğü bazı kullanımlarında “ilgili” anlamına gelebiliyor. Bu durum Türkçeye özgü bir şey. Örneğin, İngilizcede merakın karşılığı olan “curiosity” sözcüğünün böyle bir kullanımı yok; ama biz “meraklı” sözcüğünü bazen “ilgili” anlamında kullanıyoruz. Mesela “klasik müziğe meraklı” dediğimizde bunu İngilizceye “curious” sözcüğünü kullanarak aktaramayız. Bunun dilimiz açısından güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Merak kavramının içerisinde demek ki ilgi kavramı da var. İlgilendiğiniz şeyleri merak edersiniz. Diğer yandan merakın oluşabilmesi için kişinin bilmediği bir şeyi zihninde temsil etmeyi becermesi gerekir. Bunun insana özgü çok önemli bir dilsel yeteneğe dayandığını savunuyorum. Bu amaçla (yakında Türkçe olarak da basılacak olan) The Philosophy of Curiosity adlı kitabımda teknik bir kavram geliştirdim. Dil felsefesi ve bilgi felsefesinin kesiştiği yere ait bir kavram: “Bilinmeyenin kavramlaştırılması”. Bunu gerçekleştirmek için kullandığımız kavramlara İngilizcede özel bir ad uydurdum: “Inostensible concepts.” Türkçede de “gösterimsiz kavram” diyorum. Zihninizde bilmediğiniz bir şeyi bir şekilde temsil edebiliyorsunuz; yani zihin önünde olmayan, bilmediği, ya da deneyimlemediği bir şeyi düşünebiliyor. Bu kavramı anlamak için geçmişimizi düşünme biçimimiz ile geleceğimizi düşünmemiz arasındaki farka bakabiliriz. Geçmişiniz şu anda önünüzde olmamasına karşın siz onu bellek yoluyla düşünebiliyorsunuz, geçmiş anılarınızı zihninizde canlandırabiliyorsunuz; geçmiş olmuş bitmiş, yine de bunu zihninizde canlandırıyor, temsiline ulaşıyorsunuz. Ancak bizler geleceğimizi de düşünebilen varlıklarız; bir anlamda henüz gerçekleşmemiş, olmamış bir şeyi düşünmüş oluyoruz bunu yaptığımızda. Çoğunlukla da gelecek bilinmediğine göre, hatta belki de bilinemeyeceğine göre, geleceğimizi zihnimizde temsil ettiğimizde bilmediğimiz, deneyimlemediğimiz bir şeyi düşünmüş oluruz; geleceğiniz önünüzde değil, tecrübe etmediğiniz bir şey. Bunun gibi birçok örnek verilebilir. Merakın olduğu her durumda zihin bir şekilde bilmediği bir şeyi temsil eder. İşte bu tür bilmediğiniz şeyleri temsil etme de dil aracılığıyla oluyor. Onun için merakı tanıyabilmemiz için bize sunduğu olanağı anlamak gerekiyor. Bunu da dil yoluyla “bilinmeyene gönderme yapmak” (“reference to the unknown”) olarak adlandırıyorum. Merak ile sorduğumuz her soruda dil aracılığıyla bilinmeyen bir şeye gönderim yaparız. Merak etme ile soru sorma arasında çok önemli bir ilişki var; ama o kadar da kolay kurulacak bir ilişki değil bu. Dediğim gibi merak ile sorduğunuz her soruda aslında kafanızda temsil ettiğiniz bilinmeyen bir şey var; o bilinmeyen şeyin arayışına çıkıyorsunuz. Felsefe tarihine baktığımızda felsefeciler, temsil etmeyi genellikle hep bilinen B 47 Prof. Dr. İlhan İnan ya da tecrübe edilmiş şeylerin temsil edilmesi olarak ele almış ve hep bilgi problemini ön plana çıkarmış. Felsefe tarihinin en temel kavramlarından biri bilgidir; ama merak ihmal edilmiş, ikinci plana atılmış. Ben de diyorum ki biz sadece bildiğimiz şeyleri değil, bilmediğimiz şeyleri de dil aracılığıyla kavramlaştırabiliyoruz. Bu sayede merak edebiliyoruz, soru sorabiliyoruz, bizi biz yapan çok önemli bir özelliğimiz bu. Felsefi merak kavramını açar mısınız? “Felsefi merak” derken bir felsefe sorusu ile dile getirilebilen türde bir merakı kast ediyoruz. Bunun çok özel bir merak türü olduğunu düşünüyorum. Bu konu bir sonraki kitap projem. Felsefi soru ve felsefi soru sorarak duyulan merak çok özel bir merak türü. “Yaşamın anlamı nedir?”, “Nasıl yaşamalı?”, “Bilgi nedir?”, “Aşk nedir?”, hatta “Hangi sorular iyi sorudur?” türünde sorular felsefenin en temel, başlangıç sorularıdır. Bu tarz sorulara aslında aşinayız ve bazen cevapları da çok iyi bildiğimizi sanıyoruz. Felsefe, o çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz kavramların aslında o kadar da iyi bilmediğimiz şeyler olduğunu gösterir ve merak uyandırır. Belirli bir felsefi düşünce ile “Bilgi nedir?”, “Yaşam nedir?”, “Ölüm nedir?” gibi soruları sorabiliyorsunuz. Bu merak türünü bu denli özel kılan bir durum bu tür felsefi soruların “açık sorular” olması; yanıtları bir türlü bulunamıyor, sunulan yanıtlara da hep birileri karşı çıkıyor. Belki de bu soruların mutlak yanıtları yok. Peki, eğer bu soruların yanıtı yoksa biz neyi merak ediyoruz? Yanıtı olmayan bir soruyla sorulmuş olan bir soru ne işe yarar? Merakın ve soru sormanın değerini hep ulaşılacak bilgide aramışız; belki burada yanılıyoruz. Zaten merakla ilgilenen çok az sayıda felsefeci bulunuyor, onlar da merakın asıl değerini bizi bilgiye B 48 götürmesi açısından ele alıyorlar; merakı hep bir araç olarak görüyorlar. Ben merakı her durumda araç olarak görmüyorum. Bizi bilgiye götürmese bile, soru sormaya devam etmekle bir sürü deneyim yaşadığımızı ve o deneyimlerin önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle merak bizim bir şeye yoğunlaşmamızı sağlıyor. Bir hedef koyuyoruz; o hedef yapay bir hedef de olabilir, varılmayacak bir hedef de olabilir. Ama aslolan hedefe varmak değil, o hedefe ulaşma çabamızın kendisi. Bunu anlamak için şöyle bir durum düşünün. Bütün isteklerimizin giderilmiş olduğu bir dünya olsun: Ütopya. Şöyle bir problem çıkacak o zaman: Artık yaşayacağımız, uğruna savaşacağımız hiçbir şeyimiz olmayacak, her şey bitmiş olacak. Merakın giderilmesi de öyle. Merakı bizi bilgiye götürecek bir araç sanıyoruz. Her şeyi bildiğimiz bir dünya iyi olur muydu? Benim görüşüm iyi olmayacağı yönünde. Ben her şeyi bilmemekten mutluyum; merak etmek bir şekilde yolda olmak gibi bir şey. Önemli olan o yürüyüş. O yürüyüşü daha anlamlı kılmak için buradan şuraya kadar yürüyeceğim diyorsunuz ve o zaman yürüyüşe daha çok odaklanıyorsunuz. Merak etmek felsefenin başlangıç noktası iken neden bu kadar ihmal edilen bir konu olmuş? İnanın bu soruya doyurucu bir yanıt bulamadım. Bir şeyler söyleyebiliyorum; ama hiçbiri hâlâ beni tam olarak doyurmuyor. Merak üzerine felsefi açıdan ciddi olarak ilgilenmeye ilk başladığımda “Merak Felsefesi” adlı bir yüksek lisans ve doktora dersi açtım. İlk defa o zaman felsefe literatüründe, felsefe tarihinde merakla ilgili ne var ne yok toplamaya çalıştım ve işte o zaman ne kadar az şey olduğunu gördüm. Bu kadar önemli gibi görünen bir konu üzerine felsefeciler neden çalışmamışlar diye çok şaşırdım. Çok ilginçtir, en azından felsefenin başlangıcı olarak görülen Antik felsefede Platon’un bir diyaloğunda, Sokrates, tüm felsefe “thauma” ile başlar, diyor ve “thauma” Türkçeye “merak” ve bazen “hayret”, İngilizceye de çoğunlukla “wonder” şeklinde çevriliyor. Baktım, bir kavram kargaşası var. Onun üzerine Yunanca “thauma” kavramını biraz deşmeye çalıştım. Daha sonra Aristoteles de Metafizik’in başında “Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi isterler, bilme arzusundadırlar,” diyor. Ondan sonra Platon’un söylediğini tekrar ediyor ve bütün felsefe “thauma” ile başlamıştır diyor. Antik dönemdeki “thauma” kavramını bugün anadili Yunanca olan birine sorsanız “merak” diye değil, “mucize” ya da “hayret uyandıran” diye çevirir. Ama “Bütün felsefe hayretle başlamıştır,” düşüncesi kulağa doğru gelmiyor; çünkü hayret edilgen bir duygu. Ancak Aristoteles ve Platon’un “thauma” kavramını kullanımlarında bir değer yargısı da bulunuyor. Türkçede bunu en yakın karşılayan kavram, hayranlık. Yani thaumada hem hayret var hem de hayranlık; örneğin bir doğa olayı hem hayret hem de hayranlık uyandırabilir. Hayranlık duygusu hayret duygusundan entelektüel olarak bir nebze daha ileri bir duygu; çünkü içinde değer kavramını barındırıyor. Hayran olduğunuz şeyi bir şekilde iyi bir şey olarak görüyorsunuz. O anlamda bir değer yargısı barındırıyor içinde; ama felsefeyi başlatmak için hayret ve hayranlık duyguları bence yetmiyor. Onun için ben Antikçağdaki, felsefeyi başlatacak motive gücün hayret ve hayranlık duygularıyla açıklanabileceğini düşünmüyorum, bunlar yetersiz kalacaktır. Dolayısıyla “thauma”nın üçüncü bir parçası olması gerekir; işte bu da meraktır. Merak, bizi harekete geçirebilen bir özelliğe sahip. Bundan dolayı “thauma”yı, Aristoteles’in ve Platon’un kullandığı bağlamda, hayret, hayranlık ve merakın karışımı bir duygu olarak görüyorum. Dolayısıyla, eğer merak duygusu “thauma” kavramının içinde gizliyse, o zaman Batı felsefesinin kurucuları felsefenin merakla başlamış olduğunu dolaylı olarak söylemiş oluyorlar. Pekiyi, neden bundan sonra felsefeciler merak üzerine çalışmamışlar? Bu bir tarih sorusu; ampirik bir soru ve üzerinde bayağı çalışma yapmak gerekiyor. Bazıları diyorlar ki merak küçümsendi, ayıp bir şey, günah olarak görüldü. Örneğin; Ortaçağ’da fazla meraklı olmak, fazla bilgi edinmeye çalışmak bir şekilde Tanrı’nın yerine geçmeye çalışma çabası olarak görüldü. (Bu görüş için özellikle Augustin’in kitaplarına bakabilirsiniz.) Bazıları merak üzerine çalışılmamasını buna yoruyor. Bu arada İslam felsefesi de var. Demin bahsettiğim iki kavram (hayret ve hayranlık) İslam felsefesinde de çok geçen ve üstünde durulmuş kavramlar; ama merak pek ele alınmıyor. Yani, hayret ve hayranlık üzerine çalışmalar var; merak üzerine az. Thomas Hobbes, insanları diğer hayvanlardan ayıran iki özelliğin akıl ve merak olduğunu söylüyor; ama ondan sonra merak üzerine pek fazla bir şey söylemiyor. Felsefe tarihinin modern dönemdeki en önemli filozoflarından olan David Hume, felsefe tarihinde 20. yüzyıla gelene kadar, bir kitabında bir bölümü tamamen meraka ayırmış belki de tek filozoftur. Merakı çok öven bir bölüm bu; merak etmeyi avcılıkla ilişkilendiriyor; ama yemek için değil, zevk için avlanmaya benzetiyor. Orada önemli olan hedefe ulaşmak değil, avcılık serüveni içerisinde duyulan hazdır, diyor. Tabii bu örnek hayvan hakları açısından günümüzde pek hoş karşılanmayabilir; ama düşünce önemli olan. Ondan sonra 20. yüzyıla geliyoruz ve merak üzerine yine çok az şey olduğunu görüyoruz. Psikologlar ilgilenmiş ama felsefeciler ilgilenmemiş. Ben, kitabımı 2012 yılında yayımladım. Bildiğimiz kadarıyla felsefe tarihinin merak üzerine yayınlanmış ilk felsefe kitabı oldu. Pekiyi, siz bu alanda çalışmaya nasıl yöneldiniz? Felsefe ile ilişkim iki koldan başladı. Yaşam felsefesi ve etik sorulara çok ilgim vardı. Yaşamın anlamı üzerine özellikle çok ilgileniyordum ve bunun felsefecilerin tartıştığı bir konu olduğunu biliyordum. Mühendislik öğrencisiydim. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni, benim başucu kitabımdı. İkinci olarak felsefe ile olan ilgimse dille ve bilgiyle ilgiliydi. O zamanlar dil aracılığıyla nasıl düşünüyoruz ve özellikle de dil aracılığıyla bilmediğimiz şeyleri nasıl düşünüp nasıl soru soruyoruz meselesiyle ilgileniyordum; ama onu merak ile ilişkilendirmemiştim. Dil-düşünce-dünya ilişkisinde bilgi, bilme kavramı çok önemli; ama bilgiye bizi götüren merak da bir o kadar önemli. Beni merak konusuna yönlendiren bilinmeyeni düşünebilme yeteneğimizin çok ilginç bir şey olduğunu fark etmem oldu. Bilinmeyeni dil aracılığıyla nasıl düşünebiliyoruz? Mesela hayvanlarla insanlar arasındaki ayrımı bilgi türünden yapabilirsiniz; ama hayvanların bugün artık hiçbir şey bilmediğini söylemek, bu kadar çalışmanın sonucunda bana çok doğru gelmiyor. Hayvanlar da çok şey biliyorlar, özellikle algısal bilgileri çok geniş. Bazen bazı konularda bizden daha iyi hatta; ama hayvanlarda eksik gibi görünen şey bilinmeyenin kavramlaştırılması. Yani biz bilmekle kalmıyoruz, aynı zamanda bilmediğimizin farkına varabiliyoruz. Bilmediğinin farkına varma kavramı felsefe tarihinde var tabii; ama bunu merakla ilişkilendirmemişler. Ben, bildiklerimizle değil de bilmediklerimizle biraz kendimizi anlamaya çalışalım diye düşünüyorum. İnsan, gündelik hayatta da birçok konuyu merak ediyor. Bunlar arasında sizce bir değer sıralaması, hiyerarşi kurmak mümkün mü? Çok zor bir soru ve felsefi bir soru bu sorduğunuz. Merak kişiden kişiye, bağlama göre değişiyor olabilir. Kimi insanlar için merak etmeleri iyi olacak şeyler başka insanlar için iyi olmayabilir. Bir fizikçi bir problemi çözmeye çalışırken “Higgs Bozonu gerçekten var mı?” diye merak edebilir ve onun o yaşam bağlamı içerisinde bu çok iyi bir soru olabilir; ama fiziğe ilgisi gelişmemiş bir lise öğrencisinin “Higgs Bozonu var mıdır?” sorusunu sorması öncelikli bir soru olmayabilir. Dolayısıyla insanların bağlamına göre neyi merak etmesi gerektiği de değişiyor olabilir. Öte yandan, “Neyi merak etmeli?” sorusu bizi “İyi soru nedir?” sorusuna getiriyor. Merak bana göre her zaman dile getirilebilir bir şeydir; merakın olduğu her durumda bunu dile getirecek bir soru bulabiliriz. Dolayısıyla “iyi merak” ile “iyi soru” denk geliyor. İyi soru sormak da duruma göre değişen bir şey. Herkesin hayatında farklı olacaktır. Tabii ki bazı ortaklıklar bulunuyor: “Ben ne yapıyorum?”, “Nereye gidiyorum?”, “Nasıl bir hayatım olsun istiyorum?”, “Kimlerle arkadaşlık etmeliyim?”, “Annemle babamla ilişkimi ne kadar yakın, ne kadar mesafeli tutmalıyım?”, “Ne zaman evden ayrılıp kendime bir yaşam kurmalıyım?”, “Hemen mi yoksa daha sonra mı evlenmeliyim?” gibi soruları sormayan birisi yaşamına yön veremeyecektir. Dolayısıyla bu tür soruların belirli bir yaşa geldiğimizde çok önemli şeyler olduğunu düşünüyorum. Kendi yaşamımıza, kendi geleceğimize yönelik sorduğumuz soruların belki de en yoğun merak içeren türde sorular olması gerekir; çünkü meraktan motivasyon çıkar. Siz yaşam coşkusuna ne kadar sahipseniz, kendi geleceğinize yönelik sorduğunuz sorular da o kadar güçlü merak içerecektir diye düşünüyorum. Nasıl bir yaşam iyi bir yaşamdır? Bunu, insanların merak etmesi bu toplumu daha güzel ve daha anlamlı kılacaktır. Merakla eleştirel düşüncenin bir bağı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence, merakın en büyük düşmanı dogmatizmdir. Dogmatizmi açık fikirliliğin karşıtı olarak görüyorum; belirli bir konuda inancınızın hiçbir şekilde sorgulanmaması durumudur ve karşı birtakım veriler varsa bile siz o inancınızı sorgulamak istemiyorsanız, bu, merakı öldürür. Her şeyi merak edebilir miyiz? Örneğin dindar bir insan bir sürü şeyi merak edebilir; ama Tanrı’ya olan inancını sorgulamadığı takdirde “Tanrı gerçekten var mıdır?” diye merak edemez. Aynı şeyi bir ateist için de söyleyebilirim. Dogmatizm her görüşte ortaya çıkabilir. Hatta “Dogmatik olmayalım,” derken bile kişi dogmatik olabilir. “Eleştirel düşünce” dediğimiz şey aslında dogmaları sorgulamak ve onları dogma olmaktan çıkarmak olmalı. Merak ederek ve eleştirel düşünce dediğimiz akıl yürütmeyle varılan bir sonuca inanmanın daha değerli bir inanma türü olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda merak öğretilebilir bir şey mi? Merakın öğretilebilir bir şey olduğunu sanmıyorum. Merak etmek primitif dediğim zihinsel bir durum; herkes kendi içinden biliyor, tanıyor merakı. Hepimiz merak ettiğimiz anı kafamızda yakalayabiliriz aslında; çünkü tıpkı korkuyu, sevgiyi B 49 B 50 bildiğimiz gibi merak etmenin de nasıl bir şey olduğunu içeriden biliyoruz. Bunun eğitim yoluyla öğretilebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Olsa olsa merakın yeşermesini sağlayacak ortamlar yaratabiliriz. Bazen (hatta belki de çoğunlukla) eğitim, bırakın merakı yeşertmeyi, tam tersine öldürüyor. Soru sormak öğretilebilir. Ama merakla soru sormalarını sağlamak gerekir. Çocuklara soru sorun bol bol diyebilirsiniz; bunu eğitimin bir parçası haline getirebilirsiniz. Ancak kişinin soruyu başkası için değil, kendisi için merakla sorması gerekir. Onun için merak, insanın başkasına değil de kendisine soru sorması olarak algılanabilir; ama her kendi kendine soru sorma edimi da merak değildir. Merak için kendi kendinize soruyu belli bir ilgi ve heyecanla sormanız gerekir. Merak, insanın içini gıdıklar. Yani merak ettiğiniz zaman içeride bir şey olur; tıpkı âşık olduğunuz zamanki gibi bir şeydir. Onu ancak içeriden bilirsiniz; dışarıdan kimse bunu tanımlayamaz. Dolayısıyla merak, insanın kendi kendisine ilgiyle, heyecanla ve içi gıdıklanarak soru sormasıdır. Eğitim kişinin içindeki merakın yeşermesine katkıda bulunabilir. Bir de tabii işin dil boyutu var: Merakın sınırları dilin sınırlarıdır; dil gelişmeden merak gelişemez. Burada dil derken, güzel konuşmaktan ya da birçok dil bilmekten söz etmiyorum; çok sayıda iyi kavrama sahip olmak gibi bir şeyi kastediyorum. Eğitim dilin gelişmesine katkı sağlar ise, dolaylı olarak merakı da yeşertebilir; ancak dediğim gibi ilgi ve merakın ortaya çıkacağı ortamlar yaratmalıdır bunu gerçekleştirmek için. Meraka dayalı bir eğitimin öğrencilere katacağı bilgi de daha değerli bir bilgi olacaktır. Çocuklarla yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz? Geçmişte çocuklar hakkında felsefe yapamayacakları yönünde çok yanlış varsayımlar vardı. Özellikle Lipman’ın “Philosophy for Children” (Çocuklar İçin Felsefe) akımı ilkokul düzeyinde felsefe eğitiminin nasıl yararlı olacağını fazlasıyla kanıtladı. Bizim yaptığımız çalışmalarda ilkokul birinci sınıfta bile, eğer yerinde bir bağlam ve dil kurulursa, çocuklarda merak uyandırmanın ne kadar kolay olduğunu görebiliyorsunuz. Onlara soru sorduracaksınız, ancak tabii siz de hoca olarak hazırlanacaksınız, iyi sorular hazırlayacaksınız ve onları da iyi bir bağlamda soracaksınız, sorularla onlarda merak uyandıracaksınız. Merakın olması için ilginin olması gerekiyor. Yani çocuğun bu soruları kendi yaşamında değer verdiği bir şeyle ilişkilendirmesi gerekiyor. Onu yaptığı zaman çocukta merak oluşuyor. Bundan üç yıl kadar önce bir özel okulda iki yüksek lisans öğrencim çocuklar için felsefe derslerine girmeye başladı. Daha sonra ben de bir kez katıldım, açıkçası bunun öncesinde bu fikir bana çok romantik geliyordu. Güzel olduğunu düşünüyordum; ama ilkokul düzeyinde çocuklarla felsefe bir yere varır mı diye kuşkuluydum. Sınıfa girdiğimde ise, bunun ne kadar yararlı olabileceğini gördüm. Şimdi, amacımız bunu, bu özel okulun dışında başka okullara da yaymak. Bu işe ilk başlamış olan eski tez öğrencilerim Berrak Buhara ve Pelin Ataman çocuklarla felsefe çalışmalarında çok deneyim kazandılar; İrem Günhan de derslere yeni katılmaya başladı ve bir yandan da konu üzerine araştırma yapıyor ve benimle bir yüksek lisans tezi yazıyor. Çocuklarla felsefe dersleri yaparken onlara büyük filozofların kuramlarını falan öğretmiyoruz, onlarda merak uyandırıp felsefi sorgulama yeteneğini geliştirmeyi amaçlıyoruz. Ancak bu eğitimin yaygınlaştırılması için maddi destek gerekiyor, bu alanda çalışan yüksek lisans ve doktora öğrencilerimizin başka işlerde çalışmak zorunda kalmamaları için destek almaları gerekiyor. Onun için bu konuda bir proje üretilip desteklenmesi gerekiyor. Böyle bir desteği henüz bulamadık. Merak, günümüzde bir yandan bilgiye ulaşmak konusunda değerli; ama öte yandan da fazla merak etmek tehlikeli olarak da görülüyor. Bu durumu nasıl yorumlarsınız? Merak bir şekilde olumsuz bir duygu olarak algılanmış. Meraklı olmanın olumsuz olarak bir sıfat anlamında kullanılması sadece Türk toplumu için değil, birçok toplum için geçerli. Bu algı bir yandan, merakın insanların özel hayatına burnunu sokmayla karıştırılmasından geliyor. Bu hâlbuki merakın yalnızca basit bir türü; merak edeceğin hiçbir şey kalmamış, komşunun ne yediğini merak ediyorsun. Komşu da rahatsız olabiliyor doğal olarak. İnsanın, ilgi alanı ne kadar geniş olursa, dili ne kadar gelişirse soru sorma olanağı o kadar çok artar, merak etme potansiyeli de o denli yükselir. İlgi alanınız ne kadar genişlerse merak potansiyeliniz de o kadar genişler. Yerel kültürde çok dar yaşam alanları oluşuyor. İnsanların merak edecek bir şeyleri kalmıyor. Sonra da gidip komşunun ne yediğini merak ediyorlar. Burada “suçlu”nun merak olduğunu sanmıyorum. Diğer yandan “fazla merak etmek zarar verir” düşüncesi de merakın değersiz bir şey olduğunu göstermez bence; olsa olsa bazı durumlarda merak etmekten daha önemli şeyler olduğunu gösterir. Bir yakınınız sizden acilen yardım beklerken, “Acaba Mars’ta su var mı?” diye merak ederseniz bu biraz garip olabilir; ama yine burada suçlunun merak etmek olduğunu düşünmüyorum. PROJE, GİRİŞİM VS. ÖZLENEN YAŞAMA KAÇIŞ IÇIN YENI BIR PROJE: KÖY/ ZEKERIYAKÖY Yasemin Dut ’10 Üniversitemiz Sosyoloji Bölümü mezunu Sayın Seden Eyüboğlu ’98 ve yüksek lisans eğitimini Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde tamamlayan Sayın İbrahim Kahraman ’99 ile yürütmekte oldukları KÖY projesi üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Şehir hayatında doğal yaşamı tercih etmek isteyenler için bir alternatif olacak KÖY hakkında detaylı bilgileri sizlerle paylaşıyoruz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? B 52 Seden Eyüboğlu: Üsküdar Amerikan Lisesi’nin ardından, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdim. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda keman ve şan eğitimi gördüm. TÜSİAD’ da Sosyal Politika Bölümü Sorumlusu olarak görev yaptım. Multi Turkmall Gayrimenkul firmasında Pazarlama Direktörü olarak çalıştım. Forum Alışveriş Merkezleri'nin pazarlama çalışmalarını yürüttüm. Şu anda ise, Siyahkalem’in Pazarlama İletişimi çalışmalarını yönetmekteyim. İbrahim Kahraman: İTÜ Uçak Mühendisliği ve Endüstri Mühendisliği bölümlerinden mezun oldum. Boğaziçi Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde yüksek lisans eğitimimi tamamladıktan sonra özel sektörde çalışmaya başladım. Türk Hava Yolları’nda değişik pozisyonlarda yaklaşık 10 sene üst düzey yöneticilik yaptım. Bu süre esnasında, uluslararası boyutta ortaklıklar kurdum ve yönettim. Siyahkalem’de CFO ve İcra Kurulu üyesiyim. Aynı zamanda KÖY projesinin genel koordinatörlüğünü yapmaktayım. Bize KÖY projenizden bahseder misiniz? İbrahim Kahraman: Biz Türkiye’nin farklı bölgelerinde otoyollar, köprüler, çeşitli altyapı projeleri, okullar, ticaret merkezleri, kreşler, spor tesisleri inşa ettik ve ediyoruz. KÖY projesi, Siyahkalem olarak bizim ilk gayrimenkul geliştirme projemiz. Emlak Konut GYO ile birlikte hayata geçirdiğimiz projenin yatırım değeri 1.3 milyar TL. 467 bin metrekare alanda gerçekleştireceğimiz projenin toplam konut alanı 206 bin metrekare. 420 adet apartman dairesi, ve 584 adet çift dubleksin yer aldığı 74 sıra ev bulunuyor. Projede 68 ikiz villa ile 21 müstakil villa da yer alıyor. Farklı yaşam stillerine göre tasarlanmış, doğayla uyum içerisinde toplam 1167 konut ve 15 bin İbrahim Kahraman metrekarelik kiralanabilir alana sahip açık hava konseptli bir çarşıdan oluşan projemizde ayrıca biri anaokul, biri ilkokul olmak üzere iki okul, otopark, kapalı spor alanının yanı sıra iki tenis kortu, dört basketbol sahası ve üç açık yüzme havuzu yer alıyor. KÖY projesi nasıl oluştu? Projeyi farklılaştıran önemli başlıklar sizce nelerdir? Seden Eyüboğlu: Günümüzde metropollerde yaşayan herkesin özlemi kent merkezine yakın ama aynı zamanda daha doğal, sakin ve huzurlu bir hayat. Dolayısıyla hem lokasyon olarak kente uzak olmayan hem de doğa ile iç içe bir yaşam beklentisi giderek daha çok talep ediliyor. Tabii bunlara ek olarak bir de deprem ihtimaline karşı daha güvenli özel bahçe ve avlular, kaya bahçeleri, yetişkin ağaçların yer aldığı zengin peyzaj alanları, sosyal donatılar, yürüyüş ve bisiklet yollarının yer aldığı geniş park alanlarıyla çevresi ile uyum içinde olmasıyla farklılığını ortaya koyan bir proje KÖY projesi. Seden Eyüboğlu bölgelere kaçmak isteği de var. Zekeriyaköy, tam da böyle bir hayat yaşamak isteyen İstanbulluların dikkatini çekti. Daha çok villa tipi konutların yer aldığı Zekeriyaköy’de, KÖY projesini çevredeki diğer projelerden farklı bir yaşam alanı olarak tasarladık. Bu sayede, genç, yeni evli, çocuklu, emekli fark etmeden herkes hayal ettiği yaşamın adresini KÖY’de bulabilecek. İbrahim Kahraman: Projemiz lokasyonu itibariyle de yatırımcıların dikkatini çekti. 3. Boğaz Köprüsü'ne ve 3. havalimanına yakınlığı ile yakın gelecekte yapılan yatırımın karşılığını vermeye aday bir proje. Ayrıca mimari açıdan da çok farklı bir çalışma oldu. Proje tasarımı için dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirdiği projelerle uluslararası bilinirliğe sahip, pek çok ödül sahibi İngiliz mimari grup Hopkins Architects ile çalıştık. Hopkins Architects tasarım aşamasında, ünlü Türk mimar Sedad Hakkı Eldem’in çalışmalarından esinlendi. En yükseği üç kat olan binaları, komşuluk ilişkilerini geliştirici, doğayla iç içe bir hayata olanak tanıyacak biçimde konumlandırdık. KÖY projesini modern Türk mimari karakterini kendi özgün tasarım yaklaşımı ile yorumlayarak, beşeri ihtiyaçları ile doğayı ve sosyal olanakları ön planda tutan bir anlayışla geliştirdik. Hepimizin özlediği eski İstanbul mahallelerinde yer alan Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, uzun ahşap saçaklar, doğal taş kaplamalı yürüyüş yolları, komşuluk ilişkilerini güçlendirecek ortak alanlar öne çıkaracak planlamalar yaptık. Çevre ile uyumlu doğal malzemeler kullanılarak tasarlanmış konutlar, Seden Eyüboğlu: Bütün bunları tasarlarken çocuklarımızı da unutmadık elbette. Doğal malzemelerle hazırlanan oyun parkları, çocuk kulübü, çok amaçlı atölyeleri sayesinde çocuklar KÖY’de hem doğanın içerisinde büyüyecek hem de sanatsal ve kültürel eğilimlerini geliştirebilecekler. İstanbul’da yürümekte olan birçok projenin arasında, siz kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz? İbrahim Kahraman: Bugün onlarca lüks konut projesinin gerçekleştirildiği İstanbul’da, etrafı duvarlarla çevrili, bulunduğu bölgeden soyutlanmış bir proje değil bizim projemiz. En önemli farkımız bulunduğumuz bölge ile organik ilişki içinde olan bir yaşam alanı olmamız. Aslında adımızdan da anlaşılacağı gibi bir konut, bir site projesi değil, bir yaşam alanı olarak tasarladık KÖY projesini. B 53 B 54 Seden Eyüboğlu: Projeyi tasarlarken gerek Zekeriyaköy’de yaşayanlarla gerek çevreye duyarlı kesimlerle “Komşuluk Hakkı” adını verdiğimiz toplantılar yaparak projemizi anlattık. Yaptığımız toplantılarda aldığımız eleştiri ve önerilerle projemizi şekillendirdik. Yaptığımız projenin referans projesi olması bizim için çok önemli. "Bu iş ancak böyle düzgün yapılırdı," dedirtmek istiyoruz. Projenin seslendiği kitle ile ilgili sizden bilgi alabilir miyiz? Seden Eyüboğlu: Proje, şehirle iç içe ama doğal yaşam sürmek ve çevre dostu bir evde oturmak isteyen, spora, sağlıklı yaşama, mimariye ve yaşam kalitesine önem veren herkese sesleniyor. Çalışmalarınızı gerçekleştirirken çevreye yaklaşımınız nasıldı, bu konuda bilgi verebilir misiniz lütfen? İbrahim Kahraman: Biz, yıllardır inşaat sektöründe biriktirdiğimiz deneyimi çevre, doğa ve insanla barışık projelere imza atmak için kullanıyoruz. Bütün projelerimizde bireyin sosyal, kültürel ve yaşamsal ihtiyaçlarını merkeze alarak, çağımızın kent ve kentleşme sorunlarını doğru tespit ederek bunları aşmak ve gelecek kuşaklara gurur duyacakları yaşam alanları bırakmak en önemli hedefimiz. Bu hedefimiz ile KÖY projesi olarak Türkiye’de bir ilke imza atıp LEED’in mahalle tasarımı için verdiği LEED for Neighborhood Development/ Kentsel Dönüşüm Gelişim Alanları Sertifikasyonu almak için başvurduk. 1167 üniteden oluşan mahalle ölçeğinde ve projenin doğayla iç içe yaşam hissiyatını vermek üzere büyük bir ev konseptinde planladığımız satış ofisimiz, Türkiye’nin ilk LEED ND (Neighborhood DevelopmentMahalle Gelişimi) adayı olan LEED Gold sertifikası aldı. KÖY projesinin genelinde LEED for Neighborhood alabilmenin koşulları arasında yer alan, “ailelerin temel ihtiyaçlarının yerleşim içerisinde yürüme mesafesinde giderilebilmesi”, “ekolojik düzenin bozulmaması için ışık kirliliğini azaltıcı gece aydınlatması”, “ekolojik özelliklerin ve biyodiversitenin korunmasına yönelik peyzaj tasarımı”, “insan sağlığına zararlı etkisi olan inşaat malzemelerinin kullanılmaması”, “alerjik veya kanserojen malzemelerin yasaklanması”, “inşaat sürecinde çevreci kalite kontrol önlemlerinin uygulanarak çevresel bozulmanın ve kullanım sürecinde ortaya çıkacak insan sağlığına zararlı problemlerin minimumda tutulması” gibi kriterleri yerine getireceğiz. KÖY projesinin gerçekleştirileceğimiz arazinin ağaç varlığı ve doğal bitki örtüsü İ.Ü. Orman Fakültesi desteğiyle incelendi. Ağaç Röleve ve Transplantasyon raporlarına 1. etabın inşa edileceği arazi içinde yer alan 1074 ağaçtan 524’ünün inşaat faaliyetlerinden zarar görmeyecek şekilde tedbirler alınarak yerinde korunması, 239 ağacın ise taşınmasına karar verildi. Seden Eyüboğlu: Ağaç taşıma işlemi için Alman OPITZ International firması ile anlaştık. Firma, dünyada sadece iki adet olan Optimal 3000 makinelerinden birini Türkiye'ye getirerek bizim arazimizde taşıdı. Geçtiğimiz günlerde de taşınan ağaçların ilk bakımını yapmak üzere geldiler. Baharın ilk günlerinde taşıdığımız ağaçların tomurcuk açtıklarını görmek bize ayrı bir keyif veriyor. E D N i R E Y R E H N I N DÜNYA ! Z i N i S E D R E L L E N i EM , L SİGORTA’nın E N E G E R F P MA ize özel mlara karşı s ru u d ik d e m hat n bekle ortası ile seya ig S ı ış D rt u Y an A çözümler sun ENEL SİGORT G E R F P A M e ya da tatild dasınız. güvencesi altın (0212) 334 90 00 info@mapfregenelsigorta.com www.mapfregenelsigorta.com BİLİMSEL MERAKIN BİLİŞSEL DİNAMİKLERİ Yasemin Dut ‘10 Boğaziçi Üniversitesi Bilişsel Bilim Master Programı mezunu olan ve doktora çalışmalarına devam eden Sayın Ahmet Subaşı ’09 ile bilimsel merakın niteliği, tezinde de bahsetmiş olduğu merakın bileşenleri ve bu duygunun dinamikleri üzerine bilgilendirici bir röportaj gerçekleştirdik. Bilimsel merak ile gündelik yaşamdaki merak algısını nasıl tanımlarsınız? B 56 Merak en genel tanımıyla “bilme isteğidir.” Bilimsel ve gündelik merakı ayrıştırmadan önce içkin merak (intrinsic curiosity) ve araçsal merak (instrumental curiosity) kavramlarını tanıtmak faydalı olabilir. İçkin merak söz konusu olduğunda, bir şeyi yalnızca ve yalnızca bilmek için merak ederiz. Eğer bilginin bizim için bir kullanım değeri varsa, yani bizatihi bilme isteğinin dışında kalan bir isteği doyurmaya yarayan bir meta/araç hükmündeyse, buna araçsal merak diyoruz. Somutlaştırmak gerekirse, konunun kendisine sahici hiçbir ilgi duymamamıza rağmen kariyer gelişimimiz için proje yönetimi yöntemleri üzerine bol bol okuma yapabiliriz. Bilmeyi istiyoruzdur; fakat amaç sertifikayı almaktır. Gündelik yaşamda hissettiğimiz merak duygusunun hatrı sayılır bir bölümü araçsal merak hükmündedir. Başka bir örnek vermek gerekirse, bir dersi başarıyla geçmek güdüsüyle fizik çalışıyorsak, o bilgi araçsal merakın bir ürünüdür. Yani burada amaç dersi geçmektir, bizatihi fiziksel dünyayı bilmek değil. Bu örnekte görüleceği gibi, araçsal merak bilimsel bir konuda da olabilir; fakat araçsallık yönüyle “içkin bilimsel merak” duygusundan ayrışır. Bilimsel merakla bilimsel olmayan merak arasındaki ayrımı mümkün kılan diğer bir nokta ise, merakın konusudur. Eğer bizi çıldırasıya bilme isteğine sevk eden konu arkadaşımızın dün akşamki yemekte kırdığı pot ise, her ne kadar içkin bir merak olsa da konusu itibariyle buna bilimsel merak diyemeyiz. Ayrıca bilimsel merakın doğurduğu anlamlandırma biçiminde sistemli bir yön var. Bu sistemliliğin bilimsel yöntem ve dakiklik gibi kavramlarla ilişkisi var; fakat bu bilginin temsilindeki yapısal özelliklerle de ilişkili. Bu kısmı tezimde daha ayrıntılı inceledim. Söyleşinin buraya kadarki kısmının satır aralarında içkin bilimsel meraka bir tür değer ya da erdem yüklenmiş olduğu hissedilebilir. Araçsal olanı ve gündelik sıradanlıkları dışlayan bir duyguda böyle bir erdem görmek en azından benim için anlamlı. Tanımı daha etkileyici ifadelerle yaptığımızda erdem algısı daha da öne çıkmaktadır: Varlığı ve olayları sistemli olarak anlamlandırmaya yönelik içkin ve sonsuz bir istek. Çocuklarda (sistemlilik özelliği kısıtlı olsa da) bolca bulunan, Einstein gibi dâhilerin “kutsal merak” dediği şey… Bilimsel merakın bileşenleri olarak ayırdığınız kategorilerden bahseder misiniz? Bilimsel merakın özellikleri özetle içkin olması, sistemli olması, varlık ve olayları anlamlandırma çabasını içermesidir. Ayrıca kuramsal bir ön kabul olarak bilimsel merak sonsuzdur. Benim tezimde bilimsel merakın bilişsel dinamikleri olarak analiz ettiğim her bir dinamik bu sonsuzluk ön kabulüyle ilişkilidir. Soru şu: Potansiyel olarak sonsuz ve sınırsız olan merak duygusunun -zaman ve kaynak kısıtlılığını dikkate aldığımızda- seçiciliğini belirleyen temel dinamikler nelerdir? Diğer bir deyişle bilinebilecek bu kadar çok ve farklı şey varken neden bazı şeylere yöneliriz? Burada yönelme kelimesi önemli. Her güdü insanda bir yönelme davranışını tetikler. Açlığın bizi yemeğe yönlendirmesi gibi… Pekiyi, iş bilme isteğine geldiğinde A bilgisi yerine B bilgisine yönelmemizi belirleyen şey nedir? Sonuçta ömrümüz her şeyi bilmek için yeterince uzun değil, ayrıca her şeyi bilmek için gereken sınırsız kaynaklara da sahip değiliz. Benim anlamaya çalıştığım temel konu buydu. Bu olguyu analiz ettiğimde beş dinamiğe ulaştım: (1) İlgi dinamiği (2) Genişleme dinamiği (3) Tamamlama dinamiği (4) Hiyerarşik dinamik (5) Mükemmelleştirme dinamiği. Her bir dinamiğin dayandığı deneysel ve kuramsal altyapılar var; fakat basitçe belirtmek gerekirse, genişleme dinamiği A konusundan A ile ilgili diğer konulara genişlemeyi ifade ediyor. Mesela elektronikle ilgilenen bir insanın bilime merak duyması fakat jeolojiye merak duymaması, yani konusuna yakın alanlara doğru açılması olgusunu ifade ediyor. Tamamlama dinamiği belli bir konuya dair bilgilerimiz içerisinde “boşluk”ların bulunması durumunda yaşadığımız merak durumunu anlatıyor. Bir anlamda resmi tamamlama güdüsü diyebiliriz. Hiyerarşik dinamik olgulardan ilkelere doğru yürüyüşü ifade ediyor. Mükemmelleşme, zihinsel önermelerimiz arasındaki tutarsızlıkları gidermemize yarayacak bilgilere duyduğumuz isteği ifade ediyor. İlgi dinamiği B 57 Ahmet Subaşı ise, başlı başına bir araştırma alanı olarak daha ziyade kişisel, kültürel, cinsel ve sosyolojik özelliklerimizin belirlediği bir dinamik olarak öne çıkıyor. Fakat tezimde gözden kaçmasını istemediğim bir nokta var. Tüm bu dinamikler bunları kapsayıcı daha üst bir dinamiğe tâbi: Tümleyici dinamik. Bu dinamik aslında bizim en derinde yatan her şeyi bilme isteğimizin adı. Yani zaman ve kaynak kısıdımız olmadığı ve çocukluktan itibaren taşıdığımız “kutsal merak” (ayrı bir araştırmanın konusu olan) ketleyici unsurlarla köreltilmediği durumda taşıyacağımız “üst-merak.” Bugün ile geçmişi kıyas ettiğimizde merak etme duygusunun dinamikleri değişiyor mu? Modern ve modern öncesi ayrımı böyle bir konuda hüküm vermek için yüzeysel kalabilir. Her zaman ve zeminde varlıkla sahici bir ilişki kurmak için büyük bir istek duyan insanların var olduğunu görebiliyoruz. Bazı dönemlerde bilme isteği müstehcen merakları da kapsayabilir endişesiyle, en azından söylem düzeyinde olumsuzlanabilmiş. Fakat benim bilimsel merakı kavramsallaştırmam gündelikten ayrıştığı için bu alana pek girmiyor. İnanç sistemlerinin çatışmaya girdiği dönemlerde ise, bir tür merak diğer bir tür bilgiye alternatif oluşturma riskini taşıdığından eleştirinin konusu olmuştur. Bu örneklerde genellikle merak duygusuna yöneldiği alan ya da yönelme biçimiyle ilgili olarak bir sınır çizilmeye çalışıldığını görebiliyoruz. Dönem koşulları merak giderme yöntemlerini ve düşünme biçimini değiştiriyor mu? Kesinlikle… Belli dönemlerde inanç sistemlerinin metafizik konuları müthiş bir ilgi odağı olabiliyorken, modern dönemde olduğu gibi doğa ana ilgi odağına dönüşebiliyor. Her birinde yöntemler farklı olabileceği gibi bazı şeyler değişmiyor. Örneğin her merak duygusu sistemli bir anlamlandırma yapmaya, bütünlüklü ve tutarlı bir resim çizmeye zorluyor. Öte yandan tutarlı görünen resimlerin içerisindeki tutarsızlıklar (mükemmelleştirme dinamiğinde öngörüldüğü gibi) farklı tip beyinleri inanılmaz cezbedebiliyor. Burada siyasi ve ideolojik ilgiler de devreye giriyor. İnsanın kendi bireysel bilişsel süreçlerinde yaşadığı bu çatışmalar toplumsal ve tarihsel dönemlere de uygulanarak incelenebilir. Sosyal Bilimler ve Fen Bilimleri alanlarında çalışan kişilerin, aynı konu üzerindeki merakları nasıl değişkenlik gösteriyor? Farklı meslek gruplarının merak etme pratikleri üzerine nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz? B 58 Merak duygusunun üzerindeki en kuvvetli etki muhtemelen ilgi dinamiğidir. İnsanın mühendis ve doktor bir ebeveynden doğması onun fen bilimlerine ilgi duymasını etkiliyordur muhakkak. Buralarda net ifadeler kullanmıyorum; çünkü özellikle ilgi dinamiği kendi başına bir araştırma alanı ve insan ne kadar karmaşıksa bu konu da o kadar karmaşık. Bunun dışında her meslek grubunu çapraz kesen dinamikler daha yalın biçimde incelenebilir. Örneğin genişleme dinamiği başat olan beyinler disiplinler arası çalışmalara daha yatkınken tamamlama ve mükemmelleştirme eğilimi ağır basanlar uzmanlaşmaya daha yatkın. Rönesans aydınıyla modern akademisyen arasında bu iki eğilim arasında farklar olduğu söylense çok da kötü bir genelleme olmaz. Bugün çift anadal yapmak bize ilginç gelirken, belli dönemlerde bir düzine disiplinde eser bırakmış insanlar görebiliyoruz. Dikkat ederseniz bunlar meslek grupları bazında incelenebilecek konular gibi görünmüyor. Bir aşçı sadece Türk mutfağına odaklanıp onda uzmanlaşmak yerine füzyon mutfaklara yönelebilir. Bunun bir mühendisin disiplinlerarası çalışmalara yatkın olmasından pek bir farkı yok kanaatimce. En basit düzeydeki merak olgusu ile karmaşık bir konuya ilişkin merak etme biçimini bir arada düşündüğümüzde, ikisini tetikleyen dinamikler, düşünce yapısı ve hareket noktasında değişiklik görüyor muyuz? Karmaşık bir konuda tutarsızlıklar ve boşlukların daha yoğun olacağını varsayabiliriz. Basit konular mükemmelleştirme dinamiği ve hiyerarşik dinamiği daha az şiddette harekete geçirecektir. Tamamlama dinamiğini harekete geçiren boşluklar ise daha “küçük” ve kolay ulaşılabilir olacağından muhtemelen şiddeti de az olacaktır. Bu arada her bir olguyu masaya yatırırken, mevcut kuramsal kavramsallaştırmaları gözden geçirme ihtiyacı hissediyorum. Aslında şu anda doktorada bunu yapmaya çalışıyorum, çünkü mevcut kavramsal çerçevem yetersiz kalabiliyor. Bu bakımdan basitlik ve karmaşıklık temelindeki bir analiz benzer bir şekilde kavramları gözden geçirmeyi ve kuramı iyileştirmeyi gerektirebilir. Merak üzerine yaptığım ilk çalışma bu bakımdan yalnızca bir başlangıçtır ve şimdiden önümde ciddi bir iyileştirme gündemi bulunuyor. Tek ihtiyacım olan “kutsal merak” duygusunu kaybetmemek. "CURIOSITY AS AN INTELLECTUAL AND ETHICAL VIRTUE" Şenay Çınar ‘10 “Curiosity as an Intellectual and Ethical Virtue” başlıklı tez çalışması dolayısıyla tanışma imkânı bulduğumuz Felsefe Bölümü mezunumuz Safiye Yiğit ‘11 ile merak, bilme arzusu ve bu kavramların bilgi ve etik ile ilişkileri üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajımızı sizinle paylaşıyoruz. Merak ile bilme arzusu arasında ayrım yapıyorsunuz. Biraz açıklayabilir misiniz? B 60 Merak genelde bilme arzusu olarak tanımlanır; fakat bilmeyi arzu etmemize sebep olabilecek merak dışında sebepler de olabilir. Acıktığımda sipariş vermek için köşedeki pizzacının telefon numarasını bilmek isteyebileceğim gibi, sınavda çıkabilecek bir sorunun cevabını da merak etmeksizin bilmek isteyebilirim. Bunun dışında, merakın eşlik etmediği başka bilme arzuları da olabilir, örneğin sırf erkek ya da kız arkadaşımıza havalı görünmek için aksi takdirde merak etmeyeceğimiz şeyleri bilmek isteyebiliriz. Ya da gerçekten merak etmediğimiz halde boş bir bilme güdüsünden gelen bir motivasyonumuz olabilir. Bir billboard üzerindeki reklamı okumak bilme adına atılmış bir adımdır; ama onu önceleyen bir bilme arzusu söz konusu olmayabilir. Merak kaynaklı bir bilme arzusunda ise, içsel bir yönelme ve hakiki bir anlama isteği olmalıdır. Başka faydacı nedenlerden soyutlanmış ya da en azından bunları ilk neden olarak görmeyen zihinsel bir yönelmedir merak. Çocuklarda bilinmeyen şeylere karşı duyulan her türlü ilgi, görme, hissetme, tatma ve deneyimleme isteği bunun tipik bir örneğidir. Çocuğa, yanan muma elini yaklaştırdığında acı çekeceğinin bilgisine sahip olmak yeterli gelmez, bunu bir de kendisi deneyimleyerek bilmek ister. Aristoteles de Metafizik adlı eserine şu cümleyle başlar: “Bütün insanlar doğaları gereği bilmek (anlamak) isterler.” Yalnız, burada bilmek anlamında kullandığı terim, “episteme” değil “eidenai”dır. “Episteme” kavramından farklı olarak, “eidenai” bilmek, görmek ve deneyimlemek gibi anlamları kapsar. Ben de merakı tanımlarken, bilmeye yönelik içsel bir ilgi ve anlamaya yönelik bir amacın varlığını ayırt edici iki özellik olarak ortaya koyuyorum. Merak kelimesinin etimolojik kökenine indiğimizde Latince “curare”, daha sonradan İngilizcede karşımıza “care” olarak çıkan ve Türkçede “ilgilenmek, önemsemek, hevesli olmak” gibi anlamlara gelen bir kavramla karşılaşıyoruz. Bunu dikkate aldığımızda diyebiliriz ki merak bizim kendi dışımızdaki insanlar ve olaylara karşı duyduğumuz ilginin ve onlara verdiğimiz değerin anlaşılmasında da rol oynayabilir. Bunun yanı sıra, merak ve bilme arzusunu ayırmamın bir diğer nedeni, içinde bilme arzusu olmayan merak da olabilir. Bir insan kaç yaşına kadar yaşayacağını merak edebilir, bu bilgiyi önemser ve buna alaka duyar; fakat hayatın bilinmezliği daha cazip diye düşünerek bunu hiçbir zaman bilmek istemeyebilir. Kısacası, her merak bir bilme arzusu olmadığı gibi, her bilme arzusu da merak değildir, en iyi ihtimalle bazı bilme arzuları merak kaynaklıdır diyebiliriz. Merak ve etik bağlantısını nasıl kuruyorsunuz? Sizce erdemli bir hayat için merakın önemi var mı? İlginçtir ki, meraklı olmak gibi bir özellik genellikle etik bir hayatın sınırları içerisinde yerini almaz. Hatta merakı en çok yüceltmesini beklediğimiz felsefeciler bile tarih boyunca merak hakkında çok iyi şeyler söylememiştir ve onu kaçınılması gereken bir özellik olarak görenler bile olmuştur. Beni merak konusuyla ilk tanıştıran sevgili tez hocam Prof. İlhan İnan, açtığı merak konulu seminer dersinde, felsefe literatüründe merak ile ilgili yazılıp çizilenleri bir araya getirmek için teşebbüs ettiğinde bu konuda çok az çalışma olduğunu fark etmiş ve bizim de buna dikkatimizi çekmişti. Okumamız için bulabildiği kaynaklarda da merak hakkında en iyi tabirle kararsız bir tablo sergilendiğini görmüştük. Felsefe eserlerinde merak hakkında övgü dolu sözler bulmayı beklerken, merakın üzerinde ne kadar az durulduğunu ve genelde olumsuz yönlerinin ön plana çıkarıldığını görmek beni merak üzerinde çalışmaya iten nedenlerden biri oldu diyebilirim. Merak ile etik bağlantısına dönersek, günümüzde etik kavramı daha çok ahlaki değerlerle bağıntılı olarak düşünüldüğünden, Antik felsefedeki kapsayıcı anlamını unutturmuştur. “Nasıl yaşamalıyım? Hangi hayat iyi bir hayattır? İyi bir hayat için gereken karakter özellikleri nelerdir?” sorularından ziyade, ahlaki zorunluluklar ve sınırlar düzleminde düşünüldüğünde merak belki de etik bir hayat için en iyi ihtimalle yersiz ve konu dışı addedilebilir. Yalnız, Aristoteles geleneğinde ve daha sonra erdem etiği olarak devam eden anlayışta erdemli insan, insan olma potansiyelini gerçekleştirebilmiş ve ait olduğu türün ayırt edici özelliğini en iyi şekilde sergileyebilen kişidir. Bunu biraz açmak gerekirse, iyi kesen bir bıçak ya da hızlı koşan bir at için erdemlidir ya da “mükemmel/ kemale ermiş/kâmildir” diyebiliriz. İnsanı diğer varlıklardan ayırt eden özelliği ise, düşünmesi ve aklını kullanmasıdır. Dolayısıyla erdemli insan, bilen ve aklını kullanan insandır. Elbette ki bir insan buna muktedir olamayan bir başka tür gibi, sözgelimi bir kedi gibi yaşamayı tercih edebilir; fakat o takdirde o kişi için erdemli diyemeyiz. Bu kaliteli bir mikrodalga fırını mutfakta ekmek kutusu olarak kullanmak gibi bir şeydir. Bu da bir kullanım şeklidir; ama kabul edersiniz ki bu bir bakıma kullanmak değil, yazık etmektir. Aksine iyi bir hayat için kişinin o türün mükemmele uygun etkinliğini sergilemesi ve şayet birçok mükemmellik varsa bunların en yetkinine uygun olan etkinliğe talip olması gerekir. Aristoteles’e göre, bu en yetkin etkinlik “theoria”dır. Bu hakikate yönelik kuramsal düşünme, dilimize “tefekkür” olarak da çevrilen ve iyi bir hayat için gerekli olan etkinliktir. Yalnız biraz daha derine inecek olursak, Aristoteles için bu hem insanların hem de Tanrı’nın en yetkin etkinliğidir. Sadece insana özgü olan en yüksek etkinlik ise, belki de theoria değil, merak ve anlamaya yönelik bilme arzusudur diyebiliriz. Bu düşünceler tabii ki felsefi literatürde daha önce tartışılmamış şeyler ve belki de Aristoteles üzerine çalışanları rahatsız edecek nitelikte; çünkü böyle bir yorum merak etmeyi iyi bir hayat için en yüksek yere koyuyor. Yalnız elbette ki merakın iyi bir hayat için gerekli olduğunu söylemek Aristotelesçi olmayı gerektirmiyor. Bu sadece erdem ve iyi hayat kavramlarının ilk çıkış noktasına döndüğümüzde karşımıza Safiye Yiğit çıkan tablo. Yani, erdemi türün mükemmel etkinliği olarak ele aldığımızda da merakı çok önemli bir yerde konumlandırabiliyoruz. Bu okumadan bağımsız olarak, günümüz erdem etiğinde de, özellikle son yıllarda ahlaki olmayan –bunu ahlakdışı ile karıştırmayalımerdemlerden söz edilmekte. Susan Wolf, “Moral Saints” adlı makalesinde bu tarz erdemlere dikkat çekiyor ve erdemli insanın sadece ahlaki kural ve sınırlara riayet eden kişi olmaktan ibaret olmadığını vurguluyor. Örneğin nüktedanlık, yaratıcılık ve açık görüşlü olmak gibi karakter özellikleri ahlak sınırları içinde değerlendirilmeyebilir ve bunların olmadığı bir hayat ahlaki anlamda iyi bir hayat değildir, diyemeyiz. Fakat iyi bir yaşam ve erdemlilik söz konusu olduğunda, bunları da göz ardı etmemek gerekir ki bunlar sanıyorum herkes için takdire şayan özelliklerdir. İnsan idealini gerçekleştirmek, bu özellikler olmadan eksik kalır. Elbette ki bir insan espri anlayışından ve yaratıcılıktan ve meraktan yoksun, düşünürken dogmatik ya da estetik zevklerden mahrum olabilir; fakat kimse tersini iddia etmeyecektir ki bunlar ideal hayat önünde aşılması gereken engellerdir. Merakın da ahlâklı bir yaşam için olmasa da iyi bir hayat için gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Şu inkâr edilemeyecek bir gerçektir ki, bilme arzusuyla yanıp tutuşan zihinlere saygı duyarız ve tarihte hayranlıkla yâd ettiğimiz birçok düşünürü teorileri kusursuz olduğundan ya da ulaştıkları sonuçlar doğru olduğundan takdir etmeyiz. Aksine onların dinmeyen bilme arzusu ve merakları bizi kendilerine hayran bırakır. Merakın bilgiye ulaşmadaki rolü nedir? B 62 Merak bilgiye ulaşmada çok önemli bir motive edici faktör. Merak dışında, insanda ihtiyaç ya da zorunluluk gibi nedenlerle de bilgi edinme isteği oluşabilir; yalnız, felsefi bilgi ya da insanoğlu için pragmatik değeri olmayan teorik bilgiye ulaşmayı arzulamanın temelinde merak duygusu yatar. “Merak” ve “bilme” arasındaki ilişki benim için üzerine düşündükçe daha da belirginleşiyor. Örneğin bir bilim insanı farz edelim. Gayet çalışkan, azimli, dikkatli ve açık görüşlü olsun; ama yeterince meraklı olmasın. Hadi ona “meraksız Charles” ismini verelim. Charles çok cesur, çalışkan ve gayretlidir; ama yeteri kadar “meraklı” olmadığı için Galapagos adalarına yolculuk yapmaz ve bilim tarihine yapabileceği belki de en büyük katkıyı yapmamış olur. Bu örnekten yola çıkarak, merakın yokluğunda insanı bilmeye motive eden çok az şeyin kaldığını söyleyebiliriz; diğer tüm entelektüel erdemler ancak merak varsa gerçekten anlamlı olurlar. Hele ki kuramsal ve felsefi bilgi türleri için merak bilgiye ulaşmada çok büyük rol oynar. Bundan da öte, merak ve bilme öyle bir ilişki içindedir ki, birinin var olduğu fakat diğerinin olmadığı bir dünyada bilgi değerli olmayacaktır. Bu biraz iddialı gelebilir; ama merak ve bilginin oluşturduğu “organik birlik” asıl değerli olandır. Bu birliğin değeri merak ve bilginin tek başına sahip olduğu değerlerin toplamından çok daha ötedir. Ünlü İngiliz filozof ve etikçi G.E. Moore, “kendinde değerler”den (intrinsic values) bahsederken organik birlik kavramını kullanır ve verdiği örnek şu şekildedir: Güzel bir obje değerlidir; fakat estetik beğeni ya da güzelin farkındalığının olmadığı bir dünyada güzel obje tek başına değerlendirilemez. Ancak ikisi bir araya gelip bir organik birlik oluşturunca ikisinin ortaya çıkardığı değer, tarafların tek başına sahip olduğu değerlerin toplamından çok daha fazla olacaktır. Merak ve bilgi ilişkisinin de bu şekilde olduğunu düşünüyorum. Eğer merak eden varlıklar olmasaydı, yani sözgelimi evrende sadece dağlar, ırmaklar ve kelebekler olsaydı, bu durumda bilginin değeri de kalmayacaktı. Bu şartlarda bilginin belki hâlâ pragmatik bir değeri olabilir; ama hakiki bir bilme isteği olmadan bilme şimdiki değerini yitirecektir. Güzellik ve güzelin farkındalığı analojisine dönecek olursak, insandan güzele teveccühü aldığımız zaman, güzel olan obje hâlâ var olabilir; hatta onun güzel olduğu bir yüce güç Tanrı tarafından dayatılabilir ama bu, bizim şu anki güzelle olan ilişkimizden farklı bir yönelme olacaktır. Güzel bizim için o içsel değerini, aynen merak olmadan bilmenin değerini yitireceği gibi, yitirecektir. Sorunun kendisine dönecek olursak, merakın bilgiye ulaşmadaki rolü yadsınamaz. Bilginin peşinde koşarken bazen insana temel ihtiyaçlarını bile unutturan bu güçlü motivasyon olmasaydı ihtimal ki yaşadığımız dünyanın bu hale gelmesi mümkün olmayacaktı. Merakı sadece bir başlangıç noktası olarak ele almak sizce doğru mu? Yoksa merakın kendine özgü bir değerinin olduğunu düşünüyor musunuz? Epistemologların, hep bilme eylemini yüceltip asıl değeri bilgiye verdiklerini görüyoruz. Dolayısıyla, bilgiye götüren ve hatta bilgiyi değerli kılan merak gölgede kalmış. Tabii ki merak bilmeye teşvik etmesi yönüyle araçsal bir değere de sahip. Ama bu, merakın içsel, kendine özgü bir değere sahip olmadığını göstermez. Örneğin, bulmaca çözerken yaşanan anlık merak bile aslında nihai hedefe odaklanmaksızın keyif verir ve değerlidir. Ya da bir dedektiflik hikâyesi okurken bizi saran merak hiç bitmesin isteyebiliriz. Bilgiye ulaşmada da merakla geçen süreç kendi içinde değerlidir, diğer bir deyişle aranan ve arzulanan şey bilgi olsa da sadece elde edilen sonuç değil ona götüren süreç de bizim için değerli olabilir. David Hume, bu fikri güzel bir analojiyle dile getirir; İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme adlı eserinde, felsefi arayışı avlanmaya benzetir. Avlanan kişi elbette ki avının peşindedir; fakat çoğu zaman avladığı hayvan onun asıl elde etmek istediği şey değildir. Hume’a göre avlanma esnasında yaşanan zorluğun ve çabanın kendi içinde değeri olduğu gibi, herhangi bir bilgiye ulaşırken yaşanan merak ve arayışın da değeri vardır. Hatta tıpkı kolay avlanan bir kuşu avlamanın avcı için daha az değerli olması gibi, kolayca ulaşılan bilgi de çoğu kez değersiz addedilir. Buna paralel olarak, Hume, zihin gücü ve odaklanma gerektiren durumların bizim için çok daha değerli olduğunu düşünür. İçinde merak olmayan bir dünya tasavvur edelim, böyle bir dünyada yaşamak ister miydik? Bu tartışılabilir; ama bana her şeyi bildiğimiz ve merakın olmadığı bir hayat yaşanılası gelmiyor. Burada yukarıdaki organik birlik argümanına dönecek olursak, zaten merakın olmadığı bir dünyada bilme arzusu da kalmayacağından, bilmek –pragmatik nedenleri yok sayarsak– bizim için değerini yitirecektir. "ALIŞVERİŞÇİ PAZARLAMASI"NDA UZMAN BİR BOĞAZİÇİLİ: CENNET USLUKILINÇ '05 Yasemin Dut ‘10 B 64 Üniversitemiz Ekonomi Bölümü mezunu, Unilever’de Customer Marketing Manager Home and Personal Care olarak görev yapan Sayın Cennet Uslukılınç ’05 ile “Shopper Marketing” kavramının ne olduğu nasıl işlediği, alışverişçi ile satın alma sırasında kurulan iletişimin önemi ve pazarlama stratejileri hakkında bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifle okumanızı dileriz. fakat yapılan araştırmalar gösteriyor ki, %70 ihtimalle düşündüğünden farklı bir marka/ürün satın alabiliyor. Eğer alışverişçinin zihninde marka algısı tam olarak yerleşmemişse ya da satın alacağı ürünle ilgili tam olarak fikir sahibi değilse, işler değişiyor. Satış noktasına kadar yapılan birçok yatırım tam olarak amacına ulaşamayabiliyor. Shopper Marketing araçları tam bu noktada devreye giriyor ve yatırımların satışa dönüşmesini sağlıyor. Bir iş dalı olarak "Shopper Marketing"i nasıl tanımlıyorsunuz? Bu birime dâhil olma hikâyenizi anlatır mısınız? Benim bu birime dâhil olma hikâyeme gelince; Shopper Marketing’in seneler içinde artan önemi benim bu konuya odaklanmamı sağladı. 2005 senesinde okulumuzun Ekonomi Bölümü’nden mezun olduktan hemen sonra Evyap’ta Pazarlama Departmanı'nda Ürün Müdür Yardımcısı olarak işe başladım; sekiz aylık bir deneyim sonrasında, satış deneyiminin kariyerime çok büyük katkısı olacağını gördüm. 2006 senesinde Unilever’de Müşteri Geliştirme Departmanı'nda Saha Yöneticisi olarak işe başladım. Bir yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra Müşteri Yöneticisi olarak sıcak satış yapmaya başladım. Bu süreçte fark ettim ki, tek başına fiyat indirimi yaparak, ürünün alışverişçi tarafından satın alınmasını sağlamış olmuyoruz. Bu yüzden müşteri masasına oturduğum zaman, fiyat pazarlığının ötesinde, alışverişçiyi yakalamak için nasıl araçlar kullanabiliriz, sahada ne tarz farklılaştırıcı aktiviteler yapabiliriz gibi konulara odaklanmaya başladım. Şirketimizin “Customer (Shopper) Marketing” departmanındaki ilgili kişilerle çok yakından çalışmaya başladım ve sonunda bu departmana geçme kararı aldım. Üç sene kadar gıda kategorisinden sorumlu Assistant Customer Marketing Manager olarak çalıştım. Sonrasında deterjan “Shopper Marketing” yani “Alışverişçi Pazarlaması” Türkiye için aslında yeni bir kavram. Perakende sektörü içindeki rekabetin artmasıyla birlikte önemi oldukça arttı ve artmaya da devam ediyor. Bu kavramı önemli kılan nedir? Neden bu konuyla sıkça karşılaşır olduk? Öncelikle bu soruların cevabını vermeye çalışacağım. İster bir süpermarket rafının önü, ister internetteki bir alışveriş sitesi olsun, tüketicinin satın alım kararını verdiği an, tercihini sizin markanızdan ya da başka bir markadan yaptığı andır. İşte bu anı iyi anlayarak seçimin kendi markanızdan yana olmasını sağlamak, günümüz rekabetçi koşullarında gittikçe zorlaşıyor. Shopper Marketing kendini bu anı anlamaya adıyor. Şu bir gerçek ki, tüketici davranışları artık eskiden olduğu gibi sadece reklamlarla belirlenmiyor. Reklam kampanyalarının marka algısı ve satın alma eğilimi yarattığı bir gerçek; ama artık tek başına reklam yetersiz kalıyor. Tüketiciyi işin içine dâhil etmek, markaya olan ilgisini artırmak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Tüketici reklamı izliyor, rafın önüne geliyor; kategorisinden sorumlu Customer Marketing Manager olarak gıdadaki deneyimimi deterjana da aktarmaya çalıştım. Yaklaşık sekiz aydır da hem deterjan hem de kozmetik kategorilerinden sorumlu olarak beş kişilik bir ekiple çalışmaktayım. Bu kavramın uygulamada hangi aşamada olduğunu gözlemliyorsunuz? Unilever olarak uzun yıllardır mağaza içi ve alışverişçi odaklı pazarlamaya yatırım yapıyoruz. “Shopper & Customer Marketing” başlığı altında yeni bir yapılanma ise 2007 senesinde gerçekleşti. 2007 senesinden itibaren hem departmanımız hem de mağaza içi yatırımlarımız gelişerek büyüdü. Bu kavramın Türkiye’deki gelişimini göz önünde bulundurunca, aslında perakende dünyasında bunun liderliğini yapan şirket Unilever diyebiliriz. Uygulamada hangi aşamada olduğumuz kanal ve marka özelinde değişkenlik gösteren bir durum. Türkiye’de onbinlerce satış noktası olduğunu düşününce yatırımlarımızı önceliklendirmek gerekiyor. Bu bağlamda bazı kanallar ilgili kategori için daha stratejik olabiliyor ve uygulamalarımız, yatırımımız buna göre değişebiliyor. Tabii ki ilgili kanalın alışverişçi profili, onlara ne tarz aktivite ve araçlarla yaklaşacağımız da değişiyor. Alışverişçiye “doğru pazarlama” için bütün bu kriterleri göz önünde bulundurmak gerekiyor. Pekiyi, “Alışverişçiye Pazarlama” tabirini daha detaylı açıklar mısınız? Bu mağaza içinde nasıl yapılabilir? Alışverişçiye nasıl dokunulabilir? Mağaza içi, sadece ürünü satmak amacıyla alışverişçiyle B 65 Cennet Uslukılınç buluştuğumuz alan değildir. Marka değerini artırmak adına pazarlama karmasını da alışverişçiyle buluşturabileceğimiz bir alandır; bu yüzden mağaza içinde her alana, her deneyime bu gözle bakmak gerekmektedir. Pazarlama karması derken 6P’den bahsediyoruz: Product: Mağaza içi, alışverişçiyle/tüketiciyle ürünü buluşturabileceğiniz, ürünün deneyimlenmesini sağlayabileceğiniz en etkin alanlardan biri. Ürün demoları ve tadımları bu deneyimi sağlayabileceğiniz en önemli araçlar. Aynı zamanda vereceğiniz numunelerle birlikte ürünün mağazadan çıktıktan sonra denenmesini sağlayabilir; yeni tüketiciler kazanabilirsiniz. Price: Fiyat algısının çoğunlukla oluştuğu nokta mağaza içidir. Fiyat algısını oluşturan etken, sadece ürünün kendi fiyatı değildir. Rafta yanında durduğu markanın fiyatı da bu algıyı etkileyebilir. Alışverişçinin ilgili ürünü hangi rakipleriyle karşılaştırdığı çok önemlidir. Place: Bu P ile alakalı odaklanmamız gereken üç temel öncelik var: 1) Doğru kanalda/m2’de listeli olmak 2) Mağazadaki konum 3) Raftaki konum. Promotion: Mağaza içinde yapılan bütün aktivitelerin, marka, alışverişçi ve müşteri beklentileri eksenine oturtulması gerekmektedir. Packaging: Alışverişçinin satın alma noktasında ilk etapta ilgisini çekecek olan etken ürünün ambalajıdır. Bu noktada, rakiplerden ayrışıyor olmak, ilk anda alışverişçinin dikkatini çeken marka olmak kritik önem taşımaktadır. Proposition: Ürünü alışverişçi gözünde nasıl konumlandırdığınızdır. Bu anlamda B 66 neyi, nasıl söylediğiniz çok önemlidir. Satın alım noktasında saniyelerle savaşırken ürün faydasını alışverişçiye çok net mesajlarla veriyor olmanız gerekmektedir. Mağaza içinde yapılan aktiviteler, kullanılan görsel materyaller tamamıyla bu “alışverişçi ürün fayda mesajı”na (Shopper Call To Action) odaklanır. Ürünün reklamında verilen konumlandırmanın mağaza içine paralel bir şekilde taşınması kritiktir. Pazarlama stratejilerinizi belirlerken, tüketicilere dair ne tür araştırma ya da istatistiklerden yararlanıyorsunuz? Günümüzde geleneksel araştırma yöntemlerine ilaveten, alışverişçinin nereye baktığını tespit eden “eye tracking” ve baktığı yerdeki ürünle duygusal bir bağ kurup kurmadığına odaklanan “neuro marketing” gibi daha ileri araştırma tekniklerini kullanmaktayız. Mağaza içi stratejimizi belirlerken, yapılan bu araştırmalardaki birçok veriyi göz önünde bulundurmaktayız. Örnek verecek olursam; Türkiye’de alışverişçilerin %91’i ellerinde bir alışveriş listesi olmadan mağazaya geliyor. Mağaza içinde kullandığımız araçlarla bu alışverişçilerin fikrini değiştirmemiz mümkün. Alışverişçinin dikkatini çekecek POP (Point Of Purchase) materyalleri kullanarak tercihlerinin bizim markamızdan yana olmasını sağlayabiliriz. Satış yapmanın ötesinde, mağaza içini bir iletişim aracı olarak da görmeliyiz. Mindshare’den aldığımız verilere göre, Türkiye’de en çok izlenen program olan Survivor haftada toplam 4 milyon kişi tarafından izleniyor. Türkiye’de lider perakende zincirlerini bir hafta içerisinde ziyaret eden kişi sayısı bu rakamın neredeyse iki üç katı civarındadır. Yani reklamlarımızı, marka söylemlerimizi alışverişçi ve tüketicilerle buluşturmak için mağaza içinde pazarlama iletişim araçlarıyla bulunuyor olmak kritik önem kazanıyor. Ipsos Shopper Marketing araştırmasına göre, alışverişçi bir mağazada ortalama 27 dk geçiriyor. Böylelikle, reklamlarımızı izlemelerini sağlamanın ötesinde onlarla birebir iletişimde bulunmak için çok doğru bir fırsat yakalamış oluyoruz. Yeni mezun öğrencilerimize ne tavsiye edersiniz? Geleceğin etkin liderleri olmak adına nasıl adımlar atmalılar? Unilever olarak, kendimizi “Liderlik Okulu” olarak konumlandırıyor, geleceğin liderlerini yetiştirmek ve başarımızı sürdürülebilir kılmak için çalışanlarımıza kendilerini geliştirme fırsatı sunuyoruz. Bunun için de çeşitli eğitim modülleri ve işi yaparken öğrenmeyi teşvik eden uygulamaları hayata geçiriyoruz. Ayrıca çalışma arkadaşlarımızın kariyerlerine sınırsız devam edebilecekleri alan, cazip ödül ve fayda paketleriyle başarıya ve büyümeye daha fazla fırsat tanıyan bir ortam oluşturmak için çalışıyoruz. Çalışanlarımızın işi hızlı öğrenmelerini amaçladığımız, “Unilever Geleceğin Liderleri Programı”yla onlara destek sağlayarak, geleceğin liderlerinin yetişmesine katkıda bulunuyoruz. Unilever Geleceğin Liderleri Programı, işi hızlı öğrenmekle ve ilk günden itibaren, dünyanın en sevilen multi milyon euroluk, pazar lideri markalarını yönetmekle ilgili bir eğitim programını içeriyor. İş konusunda kesintisiz bir koçluk desteği, üstün eğitim fırsatları sunuyor. "MERAK EDEN ÇOCUK"UN PENCERESİNDEN İÇİNİZDEKİ MERAK HİÇ SÖNMESİN! Gamze Celepoğlu BÜMED Merak Eden Çocuk Okulları’nın Merak Eden Öğretmeni B 68 Her kapıyı ben açardım. Her telefonu da ben açardım. Eve gelen misafirlerin kucağına oturur çocukluğumuzun gazoz reklamındaki on yüz milyon baloncuk sayısı kadar soru sorardım. Sonra, 1995 yılında aynı şu an öğrencilerimin yaşı kadarken Nazan Öncel bir şarkı yazdı, Ayşegül Aldinç de söyledi. Sonra herkes yine bizi aradı: “X müzik kanalını açın, Gamze’nin şarkısı çalıyor, o geldi aklımıza.” Şöyle diyordu Ayşegül Aldinç: “Her telefona sen çık, Her kapıya sen koş, Beni hatırla!” Yıllar geçti, bir akşam çok güldük. Bir arkadaşımın annesi, bir tanıdığımıza rastlamış ve “Gamze, çocukken çok soru sorardı,” demiş. Merak ettiğim her şeyi sordum, “kediyi öldüren merak, meraktan çatlamak” deyimleriyle büyüyen çocuklardan olmama rağmen. Çocukken saf içgüdülerle yaptım bunu, yetişkin olduğumda ise keşke dememek için, gördüklerimi, duyduklarımı olduğu gibi kabul etmemek için, birey olmak için... Düşünmeyen bir insan düşünebilir misiniz? Sanırım buna hepimizin cevabı “Hayır!” olur. Düşünerek kendimizi var ederiz; işte merak da düşünmenin ilk adımı. Bir şeyi merak ederiz, sorgularız ve üzerine düşünürüz. Toplum için, çalıştığımız yer için, kendimiz için daha iyisi olsun diye düşünür dururuz; ama aynı Walt Disney’in dediği gibi “Meraklı olduğunda, yapacak bir sürü ilginç şey bulursun.” Çünkü aslında hepimizin hayattaki en büyük amacı mutlu olmak değil mi? İlginç şeyler insanı mutlu eder, yani en azından benim sınıfıma göre öyle. Ne zaman ilginç bir şeyler yapacağımızı söylesem gözlerini dört açıyorlar ve “Ne, ne?” diye sormaya başlıyorlar sonrasında da “Bugün çok eğlendik!” diyorlar. Hatta bazen de “Öğretmenim siz her şeyi biliyorsunuz,” bile diyorlar. “Hayır, merak ettiklerimi araştırıyorum ben sadece,” diyorum. O zaman da gülüyorlar. MEÇ’te çok mutluyuz. Merak ettiğimiz için, soru sorduğumuz için ya da düşüncelerimizi özgürce ifade ettiğimiz için eleştirilmiyoruz. Aklımıza bazı fikirler geliyor, deniyoruz. Baktık olmadı bir daha başka bir yöntemle deniyoruz. Projeler üretiyoruz, bazen yaptıklarımız çok saçma geliyor; ama anneanne ve dedelerimize de cep telefonu diye bir şey çok saçma gelirdi zaten diyoruz ve gülüyoruz, eğleniyoruz. Hayatın, merak etmenin, düşünce özgürlüğünün tadını çıkarıyoruz. Thomas More’u bile öğreniyoruz. Onun Ütopya’sını… “Niye farklı bir yaşam alanı hayal etti acaba?” diye soruyoruz. Yaşadığımız çevreyi daha yaşanılır hale getirmek için neler yapabileceğimizi sorguluyoruz. Proje üretiyoruz. Bir de çok sevdiğimiz “Merak Eden Çocuk Saati”miz var. Bu saat için dönem başında en çok merak ettiğimiz ve arkadaşlarımızın da bilmesini istediğimiz bir konu seçiyoruz ve belirlenen günde sınıfımıza bir sunum yapıyoruz. Sunum yapan öğrencinin ve sunumu dinleyen öğrencilerin heyecanı benim için bir tutku. Sunum yapan öğrencimin kendinden emin tavırları, sunumu dinleyen öğrencilerimin gösterdiği saygı beni duygulandırıyor. Çocuklar yetişkinlerden çok daha gerçekçi, olması gerektiği gibi ve öğrenilmiş korkuları yok. MEÇ’te bir nesil böyle yetişiyor: Özgür düşünen, sorgulayan, eleştire(bile)n, mutlu… Dileğim tüm hayatlarının böyle geçmesi. Bu ayın konusu merak kavramıydı. Ben, merakın bana ve öğrencilerime katkılarını ve bizim için önemini anlatmaya çalıştım. Merak TDK’ya göre bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek. Goethe’ye göre her adımı kanatlandıran… MEÇ Moda 2/A’ya göre ise: Ahmet Aras Ş.: Bir şeyi sürekli düşünmek sonra onu öğrenmeye çalışmak. Aras S.: Mesela bir şeyin adını merak edersiniz ve onu öğrenmek için düşünürsünüz, sorarsınız. Burak: Çin’in nasıl bir yer olduğunu merak etmek gibi. Bora Aral: Mesela bir şeyi öğrenmek istersin, Google’a girersin öğrenirsin ve merakın geçer. Can: Bir şeyi çok düşünmek ve sürekli araştırmak. Celal Selim: Bir şeyi yapmak istemek ama yapamadıkça daha çok yapmak istemek ve nasıl yapabilirim diye düşünmek. Derin: Bir şeyi bilmeyip onunla ilgili bilgiler edinmeye çalışmak. Doğan Mikail: Mesela bir ağaç vardır. O ağacın adını bilmiyoruzdur. Sonra onu araştırırız. Duru Lara: Bir şeyi düşünürken çok direnmek ama sonunda sonucuna ulaşmak. Ekin: Ben hep merak ederim. Mesela akrilik boyaların nasıl yapıldığını merak ederim. Mehmet Ali: Yeni bir şey öğrenmeye çok hevesli olmak ve merak ettiği için dinlemek. Ben dinleyerek öğrenirim. Merak Eden Çocuk da çok öğrenmek isteyen çocuk demek. Melissa: Düşünürsün, araştırırsın sonunda da başarırsın ve beklediğin şeye ulaşırsın. Merak ettiğim şeyi öğrendiğimde başarılı hissediyorum, mutlu oluyorum. Nazlınur: Mesela bir şeyi bilmezsin ama düşünürsün. Serin: Düşünmek. Şirin: Bir şeyi çok öğrenmek istiyorsun ama o daha ileri seviyede öğrenilecek. Dayanamayıp araştırıyorsun ve öğreniyorsun. Zeynep: Bence merak, bir şeyi aylarca, yıllarca düşünüp sonucuna ulaşmak. İçinizdeki merak hiç sönmesin! B 69 “HEP AÇIK KAPILAR OLMALI” Aylin Buran ’02 İnsanın var oluşundan beri sahip olduğu en değerli unsurların başında merak duygusu geliyor. Elbette meraka dair pek çok yaklaşım, bireysel ve toplumsal yansıma söz konusu. Pedagojik olarak bireylerin meraklarına sınıf içinde nasıl yaklaşılmalı, öğrencilerin farklılıkları ne şekilde gözetilmeli? Merak çerçevesinde bir insanın bilişsel gelişimi ne şekilde seyrediyor? Kültürel özellikler bireyin merak duygusuna nasıl etki ediyor? B 70 Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü’nden Dr. Melike Acar merak çerçevesindeki sorularımızı yanıtladı. Röportajımız esnasındaki mesajı ise çok önemliydi: “Hep açık kapılar olmalı; çünkü o sorgulamayı devam ettirmek lazım. Merakı öldürmemek lazım ki eleştirel düşünce de gelişsin.” Merakı kendi perspektifinizden nasıl tanımlıyorsunuz? Aslında kendi perspektifime gelmeden evvel genel olarak merakın çok muğlak bir kavram olduğunu ve her teorisyenin bunu kendine göre açıkladığını belirtmekte fayda var. Ama genel olarak merak, soru sormayla ve bilmeye olan açlıkla ifade edilebiliyor. Aslında merakın nasıl göründüğünden çok, merakın kökeniyle ilgili bir uyuşmazlık var teorik dünyada. Kimisi bunun içgüdüsel bir şey olduğunu, doğumla birlikte geldiğini, insan olmanın bir özelliği olduğunu söylüyor; kimisi ise öğrenerek sonradan kazanılan bir şey olduğunu söylüyor. Bunlar tabii birbiriyle çatışan iki farklı teorik duruş. Ama genel olarak gelişimde kabul görülen şey merakla ilgili hem doğuştan getirdiğimiz bazı güdülerin olduğu hem de bu güdülerin sosyokültürel çevreyle etkileşim halinde olduğu yönünde. Benim de benimsediğim görüş bu. Ben, doğuştan gelir ya da tamamen sosyokültürel çevrenin sonucudur gibi özcü tanımlardan uzak duruyorum. Sizce, bu tanım içerisinde belirli bir sınıflandırma yapmak mümkün mü? Gündelik basit, kişisel bir ilişkiyi merak etmek veya bilimsel bir konuyu merak etmek sizce farklı değerler mi? Aslında bunların hepsi de merak. Hiçbiri birbirinden daha üstün bir merak değil. Yani, bir çocuk dinozorlarla da, müzik sesleriyle de, renkleri karıştırmakla, aynı zamanda insan ilişkileriyle de ilgilenebilir. “İnsanlar birbirleriyle nasıl iletişim kuruyorlar?”, “Sana böyle bakarsam ne olur, şöyle bakarsam ne olur, annem bana gülümsedi bu onun aslında beni onayladığı anlamına geliyor,” vb. durumların hepsi anlamaya yönelik bir merak içerir. Mesela, fizikle, taşlarla ilgilenen çocuk akıllıdır da, insan ilişkileriyle ilgilenen çocuk daha az zekidir gibi bir hiyerarşi kurmak yanlış. Merak en baştan beri var. Çocuğu beşiğe koyduğunuz andan itibaren merak ediyor; anlamlandırmaya çalışıyor. Eline çıngırağı veriyorsunuz, çıngırağa bakıyor, çarparsa ses çıktığını fark ediyor, ağzına alıyor; fakat bir tat olmadığını fark ediyor. Bundan sonra da merakı yavaş yavaş kendi ilgisine göre şekilleniyor. Genel olarak objelere ve ilişkilere karşı bir merak var ve bunları birbirinin üstünde tutmak yanlış. Eğer ilişkilerle ilgilenen çocuk değersiz bir şeyle uğraşıyor dersek o zaman psikoloji, sosyoloji gibi bilimleri de değersiz gösteririz. Mesela mekanik şeylere ilgi duyan bozuk saatleri tamir etmeye çalışan bir çocukla, ilişkileri merak eden bir çocuğun merakı benim gözümde eşit değerde. Pekiyi, bilişsel gelişimle beraber düşündüğümüz zaman belirli yaş gruplarının merak etme duygusunu belirli yansıtma şekilleri, pratik etme yöntemleri gibi gelişimsel boyut hakkında neler söyleyebilirsiniz? Evet, 0-2 yaşta dilsel beceriler gelişmediği için, daha çok objeler, insan yüzü ve sesler üzerinden çocuklar merak duygularını yaşıyor. İlk başta objeleri ağzına sokuyor; emilebilir, yenilebilir şeyler, yutulamaz şeyler olarak kavrıyor. Sonra ses çıkaran objelerle ilgileniyor. 0-2 yaşta daha çok objelere yönelik fiziksel bir merak duygusu var; ama aynı zamanda ilişkileri de anlamlandırmaya başlıyorlar. İki yaşından sonra dil kazanımıyla birlikte daha sosyal ve yürümeyle beraber daha bağımsız bireycikler oluyorlar. O zaman sosyal yönden de daha hızlı gelişmeye başlıyorlar. Altı yaşından sonra da ilgi alanları oluşmaya başlıyor. Bu durum, okul öncesinde de olabilir. Kimine bakıyorsunuz, 4-5 yaşında bir jeolog gibi taşları topluyor, taş bilgisi var. Yıldızlara merak duyanlar var, aynı zamanda çizime, modaya merak duyanlar da var. Meraksız bir çocuk yok; fakat merakın değişik ifade edilişi, değişik şekillerde davranışa yansıması var. İfade ediş tarzı kültüre bağlı da değişebilir. Nasıl ki biz zekâyı “Matematikte çok başarılı olan çocuk zekidir,” diye tanımlıyorsak, aynı zamanda o zekânın bir yönü de dışadönüklük ve çok güzel, anlamlı, kritik sorular sormayla eşleştiriliyor. Ama bazı çocuklar içe dönük olabilir. Her çocuğun kendine ait bir iç dünyası var. Kendi kendine meraktan kelimelerle oynayabilir, deneyler yapabilir. Herkese soru sormuyor olabilir, sadece yakın hissettiklerine soru sorabilir. Ama bu çocuk meraksız çünkü soru sormuyor, bu çocuk çok soru soruyor bu yüzden çok akıllı gibi klasik bir ayrıma gitmenin çok doğru olmadığını düşünüyorum. Her çocuğun aslında merak etme eğilimi var. Merakı sadece ölçülebilir davranışa indirgememek gerekir. Pedagojik olarak bir öğretmenin de bu farklılıkları gözeterek ve her çocuğun içindeki merak duygusu olduğunu bilerek davranması gerekiyor değil mi? B 71 Her çocuğun dışavurumu farklı olabilir, her çocuğun ilgi alanı farklı olabilir. Burada sorduğu soruya gülmemek, onu küçümsememek ve bir değer hiyerarşisi kurmamak çok önemli sınıf içerisinde. Maalesef, ülkemizde pek böyle olmuyor. Bazı çocuklar en baştan zeki, akıllı olarak tanımlandığı için onların sordukları sorular makbul oluyor. Öteki çocuk da haylaz, yaramaz, ilgisiz olarak tanımlandığı için onların merak ettikleri konular sınıfta çok değerli olmuyor. Tabii her öğretmen, her sınıf böyle değil. Eminim, istisnalar da, iyi örnekler de var. Merakın eleştirel düşünceyle bağlantısından bahseder misiniz? İnsan merak eden bir varlık. Dünyayı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Doğduğumuz günden itibaren "Nasıl bir çevrede yaşıyorum, nasıl varım?" gibi sorularla uğraşıyoruz. Kavramları anlamaya çalışıyoruz, kavramlar arasında ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Bunların altında dünyayı ve yaşadığımız çevreyi daha iyi Dr. Melike Acar olduğunu kabul edebilmen ve her şeyden önce bir şey bilmediğini fark etmen lazım. Bunlar otonomi açısından çok önemli başlıklar. O yüzden bizim kültürümüz buna hazır diyemeyeceğim. Burada yapılan, herhalde bu tutumu baskılamak... B 72 anlamak, güzelleştirebilmek düşünceleri var ve bu, aslında bir çeşit eleştirel düşünce. Merak duygusu ile eleştirel düşünce arasında çok yakın bir ilişki var. Eleştirel düşünce de soru sorma, kavramları anlamaya çalışma, kavramı test etme, kendi doğası içerisinde eğer çalışmıyorsa o kavramı yeniden tanımlama ile ilgili. bilim adamı gibi bir sorunu anlama ve çözme çabası içindeler; ama bunu daha safça ve tecrübesizce yapıyorlar ve kaçınılmaz olarak da hata yapıyorlar. Merak duygusu ve düşünce çocukluktan beri var olan ve çocukların oyun oynarken, yeni bir oyuncakla ya da yeni bir objeyle karşılaştıkları zaman yaptıkları faaliyetlerin içinde de var. Eleştirel düşünce için merakın biraz daha sistemli hali diyebilir miyiz? Toplumdaki kültürel özelliklere baktığımız zaman ne gibi yanlışlar yapıldığını düşünüyorsunuz? Merakın daha sistemli, bilimsel hale gelmiş şekli. Zaten 2000li yıllarda gelişim psikolojisinde böyle akımlar başladı. Çocuklar meraklıdır ve bu onların doğasında var görüşünü destekleyen araştırmalar yapılmaya başlandı. Yani beşikteki çocuk bilim adamı, çocuk filozof gibi terimler kullanılmaya başlandı. Bu araştırmaların bize gösterdiği çocuklarda eleştirel düşünce ve problem çözme kapasitesinin sanıldığından daha gelişmiş olduğu. Aslında çocuklar da bir Bir kere merak aslında, geleneksel anlamda baktığımız zaman, yaramazlık demek. Çünkü merak eden çocuk soru soran çocukla eşleştiriliyor. Oysa bizim kültürümüzde soruyu büyük olan, öğretmen, anne- baba sorar. Soru soran çocuk ise bu hiyerarşiyi altüst ediyor. Bu, bizim gibi toplumların çok alışık olduğu, sevdiği bir durum değil. Soru sormak bilişsel bir özellik. Soru sorabilmen için kendini ötekinden ayrıştırman, dilin bir araç Evet, bunu baskılamak... İkincisi ise, anne babaların ve öğretmenlerin merak etmiyor oluşu. Siz merak etmiyorsanız, çocuğun merak duygusu da ölür. Çocuğunuz “Yıldızlar neden parlıyor?” gibi sorular sorduğunda, cevabını bilmiyorsunuz ve bilmediğiniz için de onu geçiştirmeye çalışıyorsunuz. Öğreten- öğrenen ilişkisi içerisinde anne baba her şeyi bilen olmak istiyor çocuğunu gözünde. Kendini otorite olarak görüp bilmediği soruları geçiştirmek, birçok ebeveynin yaptığı bir hata. Hâlbuki “Bu sorunun cevabını bilmiyorum; ama birlikte araştırabiliriz”, “Ben de bilmiyorum, hiç düşünmemiştim yıldızların neden parladığını,” gibi karşılıklar verebilir. Oysaki otoriter kültürden gelmekten kaynaklı bir tepki veriliyor. Öğretmen de öyle. Bilmedikleri bir soru sorulduğunda öğretmenlerin reaksiyonuyla ilgili bir araştırma yapılabilir. Beş altı yaşında bir çocuk saatte 100 soru sorabilme kapasitesine sahip. Bunu değerlendirmek gerekiyor ve o çocuğun merakını keşfedip, yönlendirmek lazım ama yönlendirirken de çocukların sorduğu sorulara kesin cevaplar da vermemek gerek. Hep açık kapılar olmalı; çünkü o sorgulamayı devam ettirmek lazım. Merakı öldürmemek lazım ki eleştirel düşünce de gelişsin. Kişi kendini de merak ediyor ve “Ben nasıl biriyim? Toplum tarafından nasıl görülüyorum? Özelliklerim nelerdir?” gibi sorular soruyor. Bu sorulara yanıt verirken bazen bireylerin gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşmamaları da söz konusu olabiliyor. İnsanın kendini tam manasıyla, gerçekçi ve dürüst bir biçimde analiz etmesi mümkün mü? İnsanın kendini anlaması, anlamlandırması, “Ben ne yaptım, ne yapıyorum, nereye gidiyorum?” diye sorması çok önemli. Ama dediğiniz gibi kişi her zaman kendine karşı objektif olmayabilir. İnsan ilişkilerini, insanın kendini anlamlandırmasını merak eden insanlar psikoterapist oluyorlar ya da bu anlamda merakları olan insanlar terapiste gidiyorlar. Gerçek öz değerlendirme yöntemi -kendini kandırmadan- psikoanaliz bence. Öte yandan, bunları yapmadan da insanın kendini gündelik hayatını değerlendirmesi bir derece mümkün. “Ben ne yaptım?, Ne yapıyorum?, Nereye gidiyorum?, Bu işi seçmeseydim nasıl bir hayatım olurdu?” gibi sorular çok felsefi sorular gibi gelebilir günümüz dünyasında; çünkü artık günümüzde neyin kâr getirdiği ve o şeyin başarıya ulaştırıp ulaştırmayacağı önemli. “Ben kimim, ne yapıyorum, neyi seviyorum?” sorusu sizi akademik ya da ekonomik olarak kesin bir başarıya ulaştırmayabilir; ama aslında uzun vadede çok yararlı bir soru. Bunu merak ederek, deneyip, yanılarak bulmak da sağlıklı. İnsanın bazı şeyleri kendinde sorgulaması gerekiyor ve bu da meraktan geliyor. Üniversitenin bu noktada fonksiyonu nedir? Üniversite öğrenciye deneme yanılma, kendini keşfetme fırsatı vermeli. Mühendis olacağım diye girip felsefede kendini bulabilme fırsatını... Üniversiteye gelene kadar eğitim sistemimiz merak duygusunu öldürmek üzerine kurulu. Genel anlamda böyle, çok istisnai okullar var ya da devlet okullarında çok istisnai öğretmenler var; ama eğitim genel olarak siyah ve beyaz cevaplar vermek üzerine kurulmuş. Ana sınıfından ya da birinci sınıf müfredatından başlayarak görüyoruz ki aslında çok basit şeyler sorgulanmadan anlatılıyor. Çocuklar, merak duygularının uyanık kalabilmesi için biraz daha kendi düzeylerinden üst şeylere ihtiyaç duyarlar. Onların kafasını çok karıştırmadan ama anlama kapasitelerini gözeterek, onlara saygı duyarak bir şeyler yapılması lazım. Bizde öyle değil. Bizde basitçe böyle oldu, şöyle oldu, şu tarihte doğdu, şu tarihte öldü gibi çok didaktik, siyah beyaz bilgiler veriliyor. Çocuklar bilgiler arasında ilişki kuramıyor. Fen bilgisi dersi bile laboratuvar görmeden, deney yapılmadan gösteriliyor. Biz böylesi kritik süreçleri pas geçiyoruz. Artık üniversite son şans gibi oluyor. Üniversite çok önemli; ama aynı zamanda çok zor. Çünkü öğrenciler belli kalıplarla, test çözerek geliyorlar. O yüzden onlara deney yapmanın, araştırmanın önemini anlatmak zor. Anlatmak, iletişim kurmak, öğrenmenin önemini aktarmak dışında başka metotlarınız var mı? Ben kalıpları kırmak için özellikle yazmalarını öneriyorum; çünkü soru sormanın ve eleştirel düşüncenin en önemli unsuru ne düşündüğünüzü yazabilmeniz. Dolayısıyla, yazma egzersizleri yaptırmaya çalışıyorum. İkinci olarak felsefe ve psikoloji tarihi ile örnekler getirmeye ve bilimle felsefenin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışıyorum. Yani “Bir şeyler böyledir bunu öğreniyorum,” değil, “Öğrendiklerim arasındaki ilişki ne?” sorusunu önemsiyorum. Çok önyargılı kalıplaşmış düşüncelerle geliyor çoğu öğrencimiz Eğitim Fakültesi'ne. Buna rağmen ufak ufak da olsa bir şeyler değişebiliyor. Öğretmenin kendisi merak etmiyor. Belli şartlar dolayısıyla öğretmenlik mesleği artık bir teknisyenliğe dönüştürülmüş durumda. Gitsin, gelsin, sınav hazırlasın. Başarı zaten sınavla ölçülüyor. Çoktan seçmeli bir sınavda çok merak etseniz ne olacak, eleştirel düşünseniz ne olacak? Hatta merak etmek size zaman kaybettirir, çünkü çok kısa zamanda çok fazla soru cevaplamak zorundasınız. Beş şıkta şairin ne dediğini bulmak zorundasınız; ama belki sizin zihninizde, anlam dünyanızda şairin demek istediğiyle ilgili bambaşka fikirler olabilir. İşte böyle gelen öğrenciye “Haydi gelin eğitim psikolojisiyle edebiyat ilişkisini tartışalım, haydi gelin felsefe tartışalım,” dediğimizde ilk başta biraz zorlanıyorlar, sonra alışıyorlar. Milli Eğitim Bakanı olsanız ne yaparsınız? Bunun olabilirliği yok, siyasete atılsam herkes beni çok teorik bulur! Eğitim sisteminde tamamen bir karmaşa hakim. Gerekli akademik araştırmalar yapılmadan eğitim sisteminin bu kadar sık değiştirilmesi doğru değil. Bir kere bu eğitim sistemi artık oturmalı. Bir şey de karar kılınmalı ve bu karar kılınan sistem başarıyı sadece sayılarla ölçen, çocuğun özneliğini ezip geçen bir yapı olmamalı. Adaletli, sınıf farkı gözetmeyen, ayrımcı, cinsiyetçi olmayan, parasız bir eğitim sistemi nasıl sağlanır buna kafa yormak lazım. Dünyadaki iyi uygulamaları incelemek lazım. Ben en çok eğitim fakültelerinin revize olmaları gerektiğini düşünüyorum. Fakülteler hümanizme daha yakın, hem çocuğu anlayan hem de öğretmen adayının sürekli sorguladığı ve merak ettiği bir entelektüel alan olmalı. Artık öğretmenlik gelecek nesilleri hem akademik hem de sosyal açıdan hizaya sokma, terbiye etme işi olarak görülmemeli. Ayrıca demokratik bir toplumda bir şeyleri değiştirmek için illa bakan olmak gerekmemeli. Biz de Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde bir grup “meraklı” araştırmacı olarak eğitimin değişik boyutlarıyla ilgili akademik araştırmalar yapıyoruz ve politika önerileri sunuyoruz. Bir yerden başlamak gerekir. B 73 “ART CONSISTS OF FAILURE” Duygu Cankılıç ‘11 Kurmaca yazarlığının yanı sıra çevirmen ve antoloji yazarı olarak da tanıdığımız, günümüz dünya edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Alberto Manguel ile Borges’e dair anıları, yazar olmaya, metne dair görüşleri ve Boğaziçi Chronicles etkinlikleri kapsamındaki konuşmasına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle okumanız dileğiyle... It is very nice to meet you. Can we start from the years when you read for Jorge Luis Borges? Could you please share your memories with us? B 74 I was working in a bookstore in Buenos Aires as an adolescent. Borges would come to the bookstore to buy books. This was in 1963. He had become blind around 1955 so he needed people to read to him. He would ask everyone and one day he asked me if I could read to him. So, for four years I read for him every evening in his apartment. When I say “read for him”, I do not mean that I chose the stories or the texts. He would specifically ask for a text to be read and then he would comment on the text but for himself. It was not a shared reading as if I would be reading for you. It was really a way of him being reminded of the text that he knew and be able to comment on it. He was doing it for a specific purpose. When he became blind, he decided he would not write any more prose. He said that he could write poetry. Because poetry came to him as music to which he would put words. But prose he said he needed to see his handwrite. So he had decided not to write prose anymore. But with time he had had some ideas for short stories and then he decided that he would go back on his promise to himself and write prose. But before he would launch into new short stories he wanted to revisit the stories of other writers that he loved. I think it is wonderful advice for anybody who wants to write. You learn to write through reading. You learn to write by observing and analyzing what other writers have done, how they have done it and find clues in their writings. So, he would want me to read the stories not to follow the plot he already knew almost by heart but to observe how it was done like a mechanic would look at montages to see how wheels and coges work. His observations were about the mechanics of writings. So, you think that being a good writer is about reading a lot. Being a good writer has to be put in a context. Being a good writer for whom? For yourself, for your readers, for your contemporaries, for your future… But if you want to be a writer of any kind, it is a craft like any other that you have to learn. I do not think that anybody can teach it. I do not believe in creative writing courses. I believe in reading courses. I believe in offering would be writers material to look at. I think as Borges thought that you learn by seeing how things are done. It is like cooking. You learn how to cook by watching somebody cook. Instructions do not really work, you have to see how the dough is handled, how the vegetables had chopped. You see creative writing courses are much more than the reading courses in Turkey. In everywhere. It is something was invented by the state in order to give writers a little bit of money. I have nothing against that. But is it useful? No, I do not think it is useful unless you offer it as a reading course. If Proust were teaching Joyce how to write, he would make a mess of it. If Joyce would teach Proust how to write, he would make a mess of it. Because your vision as a writer of what literature is, changes depending on whom you are. Obviously it will effect what you teach. If I go back to the metaphor of cooking, a sushi chef would be a very bad teacher of Italian cooking. I think that unfortunately creative writing courses are part of publishing industry that was invented in the mid-20th century in the Anglo Saxon world. That entails the work of what in English is called editor. It is something very different from the word editor in French, Spanish or Italian. It underlines those occupations is an ideal and I think this is fundamentally false. It is the idea that you can tend to produce a perfect work of art. You can say “I want to produce a perfect camera” as an engineer. There is such a thing for what you want to use it. And if you have the right lens and have the right structure you produce a machine that is almost perfect. But art does not work that way. In fact art consists of failure. The work an artist produces is never what the artist has imagined. There is an ideal book you want to write, of the dance you want to perform, of the music you want to compose, of the painting you want to paint. But in the realization of that work, a number of circumstances enter the author that work from the concept imagined to the concept that is made concrete in words or in movement. That is not a bad thing because in creating and in perfect work of art, the artist allows for the gaps through which the reader, the viewer or the listener can access to the work. But the publishing industry in the Anglo Saxon world wants objects for consumers. And objects for the consumers have to be constructed B 75 Alberto Manguel according to the laws of the market. So, you have a box of cornflakes of a certain size, of a certain color because investigation has proven that is what appeal to the consumer. They have applied this to writing. So you have formulas for novels for the different genres that way invented whether it is fantasy literature, young adult literature, chick literature etc. That has to conform to an ideal that the consumers’ wants which are deduced by the person who is selling the book. In that sense the editor is very useful and creative writing course is very useful too. Because it tells you, you have to start a chapter like this, you cannot use the passive voice, your character has to be explained, conflict has to come at this point etc. That’s all very well if you want to produce an object for consumers. And it is disastrous if you want to produce literature. As a writer who was born in Argentine, raised in France, living in another country rather than your home country and, having Canadian citizenship, you are kind of world citizen. What are the advantages and disadvantages? Every condition has advantages and disadvantages. The condition of being nomad is part of our identity in the 21th century. Many more people are nomads than people remaining in the place that they were born. Especially in urban centers, you hardly ever meet someone who was born in the city from parents born in the city, from grandparents born in the city. We have a fluid identity in terms of nationality and I think that is a very good thing. I think passports and borders and even the idea of nationality is an invention of bureaucrats to serve political aims. But it has no logical meaning to say that you are faithful to a country simply because you were born in a certain place, your mother happened to be in that place, makes absolutely no sense. Plutarch, the Roman historian, he is the great biographer of the Roman times. Plutarch said that it was absurd to think that the moon of Sparta was more beautiful than the moon of Athens. These are sentimental values that have no meaning. Borges talked about the Argentinian nationality and he said what it means to be an Argentinian writer and you could ask the same question what it means a Turkish writer. It’s something unavoidable, something you do not choose the circumstances. You were born in Turkey and write in Turkish but the fact that you write about Turkish things would not make you necessarily a Turkish writer. What do you think about intertextuality? There are a lot of relations between writers and their texts. We see similar relations or points in Dostoyevsky, Pamuk, Tanpınar’s texts. Can it be related with world literature? I approach all labels in a suspicious manner. Anytime you put a label on something, you can break it down and it does not help to define. The thing, which you label, is simply lazy way of thinking about it. So, you say Turkish writer and then you do not need to think about what it means. You say woman writer and do not think what it means. So I do not think these labels are useful. I would like to see literature always related to reading as it was anonymous. But that is not possible of course. Because, what we bring to a text so many outside elements that do not allow us to read the text as itself. We cannot read The Idiot of Dostoyevsky without thinking about Dostoyevsky and his religious concept, the time he lived and his prison in Siberia and then the layers of reading afterwards the influence he had on the novel in Europe and in Turkey of course. Once you try to clear all that where the novel is called Idiot. I think we have to be very careful with these labels. Consider Tanpınar for instance, he is closer to an Eastern European humor satirical in the bureau of The Time Regulation Institute. But he is also closer to the Prussian novel in his novel A Mind at Peace. So you could say that Tanpınar is not like Tanpınar. He is closer in one case to a Hungarian writer Karinthy and on the other side to a French writer like Proust. I would like to open this definition up so that we can place the work in different context and not stay in any single one. Just allow the work to be fluid. What would you like to say about the writer who writes in another language rather than his/her own language? That is an interesting case because I have my own experience writing outside of my language, which is English. But I learned first German, I have written in French and Spanish. You realize when you change the language which you write, certain things happen. The first thing is B 78 when you write outside your original language, I would not say my mother tongue because it was not the language of my mother but my nurse. But my first language. When I write in Spanish, for instance, there is a small moment of very brief second of translation. My mind seems to form certain ideas in English but then I wrote them in Spanish. The second thing is very important. When you begin to think in another language, which you’ll write, your ideas change. It is very important to understand to what point the language in which you write or speak or think, affects the thoughts themselves, the ideas themselves. You do not have the same notions in English as in Turkish. You do not have same notions in Chinese as in Greek. Because the syntax of a language allows the formation of certain ideas that are not allowed or not easily allowed in another. I will give you an example: There is a common device in literature which is getting to the reader to play the game of fiction. The reader knows that this is an invented story. But to help the reader play the game, the writer will say “I found the story in a manuscript hidden in a box. This is a true story.” Or for instance the writer will say “I cannot give you the facts because the characters are still living but I will call the characters so and so. I won`t give you the real elements to make you believe that it is real.” The most famous novel in Spanish, Don Quijote, begins with in a literal English translation, “In a place of La Mancha whose name I do not want to remember.” If Cervantes would write it in English and he thought “I will play that game and not tell the reader the name of the village so that the reader will believe it is real,” he would have started to write in a place and then immediately because of the music of the language, he would say, there is syllable missing. He cannot say in English “in a certain place” you have to say “in a certain place of La Mancha.” So, you add that word nothing much changes. But you come to whose name I do not want to remember that is very clumsy in English. So, if he would write in English, the syntax and music of the language would not allow him to express that idea in the same way in Spanish. So, that would be a different idea. One of the most famous novels in English, Moby Dick, begins with the same device, “Call me Ishmael.” And “Call me Ishmael,” is the same device because he does not say “My name is Ishmael,” or “There was a man called Ishmael,” He says “Call me Ishmael,” like “Call me whatever you want,” but “Let’s say Ishmael.” So, he introduces that doubt. But if Melville would write in Spanish, in Spanish, he would not have been able to say “Call me Ishmael.” Because “Call me Ishmael” in English addresses the readers in the entire universe. The readers plural, the reader singular, the reader who is a friend, the reader who is unknown, the reader in group. Because “Call me” addresses the plural, the singular, the formal, the intimate. In Spanish you have to make a choice. You have to change according to whom you want to address and the effect is spoilt. You are eliminating the notion of universal audience. So Melville would not have written like if it were written in Spanish. But this happens in much more fundamental ways. Since you are fluent in Turkish and English, you will know there are certain moments that you have an idea in Turkish. That is almost impossible to put into English and that you will have to find a different way of trying to come to the same idea. But that is the problem of translation. What would you like to say about translators? I think that translation makes clear the fundamental problems of language. But translator is the keenest reader, the most careful reader who is able to go in depth into a text. Because the translator has to take the text part by part and rebuild it in another language. But the act of translation poses a much more essential question: “What is a work of art?” “What is a text?” If we revert to Tanpınar, “Time in Bursa” consists of the words he chose to write the poem. The notion of time in the poem is implicit and it implies Turkish culture thrown back to Ottoman period and a whole poem is regulated by a certain grammar and the words are in a certain order. Then imagine that you take the words, the music, grammar, cultural connotations in a way replacing by others. Do you still have a poem by Tanpınar called “Time in Bursa”? Your conference was on “The Dangers on Curiosity.” What would you like to say about it? The lecture is based on my new book, which will be out in a few months in English and it’s about the idea of curiosity. I am interested in the questions that we asked not in the answers. The answers are away not going forward, once you have an answer it closes the door, which is why literature is made of questions not of answers. But asking questions in every culture has been considered a good thing and a bad thing. It has been considered something should be encouraged and something that should be forbidden. I am interested to see how we play with those two notions. What freedom we claim for our curiosity within these two notions? How would you comment the curiosity notion in the literature? We said first that a work of art, a literary text consists of failures. Mallarmé spoke of the muse of impossibility. So the muse that inspires you to do something impossible. So, when literature approaches subject when Flaubert writes Madame Bovary. However well written and well-constructed and well thought work -if it works as a literary work- will not reach a definitive conclusion. “Is Madame Bovary guilty or not?” ,“Is she fully conscious what she is doing or not?”, “Does she want to commit suicide or not?”, “Is she right to have an affair or not?” ,“Is Monsieur Bovary guilty for not understanding her or wants to help her by allowing her to come into her own?” The novel does not answer any of those questions. So, the genius of Flaubert allows us to follow the development of those questions, but then it remains at the verge of an answer. The work of art exists in the tension between the expectation of an answer and the asking of a question. If the work of art can hold that tension then we continue to read it. B 79 BÜMED BUSINESS ANGELS (BUBA) ENTREPRENEURSHIP 2.0 Cem Ener '13 BÜMED Business Angels girişimcileriyle buluşmalarımıza bu ay Publitory girişiminden Sayın S. Mehmet İnhan ’80 ve Sayın Umur Özkul ’90 ile devam ediyoruz. Sayın İnhan ve Özkul ile self-publishing fikrinin oluşumunu, Publitory’nin yeni gelişen bu alandaki yerini, e-kitap kullanımının Türkiye’deki durumunu ve girişimin BUBA ile ortaklık sürecini konuştuk. Siz, idefix.com’un başındayken Türkiye’nin ilk e-kitap platformunu açtığınızı hatırlıyoruz. Selfpublishing fikri de o süreçte mi oluştu? B 80 Evet. O projeyi TÜBİTAK ve TTGV desteğiyle geliştirmiştik ve projenin ilk planında bağımsız yazarların kendi e-kitaplarını doğrudan yayımlayabilecekleri bir “özyayıncılık” servisi de öngörmüştük. Türkiye’de, yayınevlerinin uzun süre dijital yayıncılığa kuşkuyla bakması nedeniyle e-kitap penetrasyonu yavaş seyretti. Projenin self-publishing ayağı biraz da bu yüzden hayata geçemedi; ancak o zamandan bugüne dünyada büyük gelişme gösteren bir alan oldu. Bugün ABD’de yıllık bazda yayına giren “indie” kitap sayısı, geleneksel yayıncılık sektörünün ürettiği adetleri yakaladı, Amazon’da satılan e-kitapların %30’unu buldu ve artık bazı kategorilerde bestseller listelerinin içinde hatırı sayılır oranlarda özyayın, yani yazarın doğrudan yayımladığı kitaplar yer alıyor. Örneğin, Grinin Elli Tonu bunlardan sadece bir tanesi. birlikte çalışma fırsatımız oldu. Kendisi uzun yıllardır Hollanda’da senior IT mühendisi olarak çalışıyordu. Publitory işine birlikte girmeye karar verdik ve paçaları sıvadık. Publitory şu anda beta-test aşamasında yayında ve kullanılabilir durumda. Yani kitabınızı yükleyip satabilirsiniz. Publitory’nin bu yeni gelişen alanda nasıl bir iş modeli var? Publitory, bağımsız yazarlar ve yayıncılıkla uğraşan profesyoneller için bir servis sağlayıcı ve pazaryeri oluşturmayı hedefliyor. Kitabınızı doğrudan Publitory yazım araçlarını kullanarak “on-site” yazabilirsiniz veya Word’de yazılmış bir dokümanı yükleyerek anında e-kitap formatına dönüştürebilirsiniz. Bir boyutuyla ücretsiz bir e-kitap dizgi aracı sunuyor yazara. Pazaryeri boyutuyla da bağımsız yazarın kitabı geliştirmek için gereksinim duyacağı uzmanlıklara topluluk içinden erişimini sağlamayı hedefliyor. Publitory ne zaman hayata geçti? Çalışmalarına geçtiğimiz yıl Umur Özkul ile birlikte başladık. Umur ile 1995 yılında B.Ü. Eğitim Teknolojileri Merkezi’nde çalışırken tanışmıştık. O zamandan beri de birçok projede Umur Özkul Yani yazarla editörü, kapak tasarımcısını, redaktörü, çevirmeni buluşturup iş yapmalarına aracılık ediyor. Kitabı tamamlanınca bağımsız yazar, kitabın fiyatını kendisi koyup bir tıkla yayına alabiliyor ve anında Publitory dükkânında rafta satışa veya ücretsiz paylaşıma açabiliyor. Publitory, sadece satış halinde bir komisyon tahakkuk ettiriyor. Ayrıca kendi platformunda oluşan envanteri Google Books, iBooks ve büyük yerel online perakende kanallara dağıtmayı da hedefliyor. Bunlara ek olarak pazaryeri iş kontratlarına aracılık komisyonu ve e-kitap pazarlamasının doğal mecrası olan sosyal ağlarda pazarlanmasına da destek hizmetleri sağlıyor. Türkiye’de e-kitap kullanımı yaygınlaşacak mı? Nasıl bir pazardan bahsediyoruz? Geleneksel yayıncılık tarafında yaşanmakta olan darboğazdan az önce bahsetmiştim. Publitory, bu BUBA Haberleri l GarantiPartners Programı’na Kabul Edilen İlk Girişimler Belli Oldu! Telif hakları açısından zorluklar yok mu? Publitory bir yayıncı değil, bir platform. Yayıncı yazarın kendisi. Yazar açısından güzel olan, telif haklarını devretmeden yayımlayabilme özgürlüğüne kavuşması. Karşılığında gelirin çok büyük kısmı da yazarda kalıyor. Bu oran perakende veya dağıtım durumlarında %85 ile %60 arası değişebiliyor. Geleneksel yayıncıdan aldığı %10-25 ile kıyaslayınca ne kadar ciddi bir farktan söz ettiğimiz anlaşılır. Bu da girişimci yazarlığın önünü açacak bir alan yaratmış oluyor. Publitory’nin girişim sermayesi ortağı var mı? Girişiminizi nasıl finanse ettiniz? S. Mehmet İnhan darboğazın dışında kalan bağımsız yazar ve okur potansiyelini yeni yazma ve okuma deneyimleriyle açığa çıkarma amacında. Yayıncılar kendilerine başvuran yüz dosyadan ancak birisini işleme alıp yayınlayabiliyorlar. Çok büyük bir potansiyel gün ışığına çıkamıyor. Blog dünyasında yaşadığımıza benzer bir çeşitlilik ve zenginlik aslında kitap yayınları için de beklenmelidir. Türkiye’de daha online kitap satışları penetrasyonu %5’lerde, e-kitap penetrasyonu ise istatistik bile sayılmayacak kadar düşük. Bu rakamlar ABD’de sırasıyla %45 ile %30’lara ulaşmış durumda. Özyayıncılık ise bu trendin tamamen dışında ve en az bir o kadar potansiyel iş hacmi sunuyor. Yakın zamana kadar kendi kaynaklarımızla finanse ettik. Geldiğimiz aşamada gerek geliştirme gerekse pazarlama konusunda bundan sonra ihtiyaç duyduğumuz kaynak için yatırımcı arıyoruz. BÜMED Business Angels projeyi portföyüne aldı ve birçok alanda destek sağlıyor. Publitory her dilde kitabın yazılıp yayımlanabildiği bir platform olduğundan sadece Türkiye pazarını değil, Doğu Avrupa, Türki Cumhuriyetler ve özellikle MENA bölgesini de hedefleyebilecek kapasitede. Aradığımız yatırımın biraz da projenin uluslararası pazarlamasına destek olabilecek deneyimde bir girişim sermayesinden gelmesi önemli. Program ortağı olduğumuz GarantiPartners Programı'na kabul edilen ilk girişimler Ingenious (akıllı ev otomasyonu sistemi), Publitory (self-publishing platform) ve NetworkDry (kuru temizleme ağı) olarak belirlendi. BUBA olarak bu girişimlerle çalışacak olmanın heyecanını yaşıyoruz. l BUBA’dan Yeni Bir İşbirliği! BUBA, dünya genelinde 100.000’den fazla müşterisi bulunan Hollanda merkezli Spotzer ile Türk KOBİ’lerini internete taşımak amacıyla önemli bir işbirliğine imza attı. İnternetten pazarlama ve “lead-generation” üzerine ülkemizdeki KOBİ’lere destek olmayı amaçlayan bu işbirliğine dair kapsamlı bilgileri önümüzdeki haftalarda siz değerli okuyucularımızla paylaşıyor olacağız. l BUBA’nın Bahar Dönemi Girişimci Eğitimleri Başlıyor! İlki Kasım 2014’te yapılan ve katılımcılardan yoğun ilgi gören BUBA girişimci eğitimleri, ikinci seri müfredatıyla 27 Nisan - 12 Mayıs tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılacak. Program hakkında detaylı bilgiyi www.buba.com.tr’den alabilirsiniz. B 81 47. EUCEN (AVRUPA ÜNİVERSİTELERİ SÜREKLİ EĞİTİM AĞI) KONFERANSI Yasemin Dut ‘10 B 82 3-5 Haziran 2015 tarihleri arasında gerçekleşecek EUCEN konferansına BÜYEM ev sahipliği yapıyor ve bu yılki konferansın teması Yükseköğrenim ile Mesleki Eğitim Arasında Köprüler Kurmak: Eğitimde Çeşitlilik. Etkinlik ile ilgili detayları ve eğitimde çeşitlilik, yaşamboyu eğitim, yükseköğretim ile mesleki eğitimin birleştirilmesi gibi kavramları BÜYEM Müdürü Sayın Dr. Tamer Atabarut ‘88 ile konuştuk. Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim Ağı ve Boğaziçi Üniversitesi'nin bu ağ içerisindeki yerinden bahseder misiniz? Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim Ağı (EUCEN),1991 yılında Belçika’da kurulmuş olan uluslararası, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşudur. EUCEN 35 farklı ülkeden üniversite ve ulusal ağ olarak 183 üyesi bulunan, Avrupa’nın en geniş kapsamlı üniversiteler yaşamboyu eğitim merkezleri birliğidir. EUCEN Avrupa genelinde üniversiteler eliyle yaşamboyu eğitim faaliyetleriyle ilgili bilgi ve politikalarının gelişimini teşvik etmek ve yaygınlaştırılmasını sağlayarak öğrenme yöntemlerinde ilerleme sağlamayı hedeflemektedir. Bu yolla EUCEN hem topluma hem de kurumlara ekonomik ve kültürel anlamda önemli katkılarda bulunacağı görüşündedir. Türkiye’den toplam 12 üniversitenin üye olduğu EUCEN’e Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi 2012 senesinde üye olmuştur. Üye olduktan bir sene sonra BÜYEM, EUCEN yürütme kurulu üyeliğine seçilmiş ve birlik içinde politikaların belirlendiği bu kurulun Türkiye içerisinden seçilmiş ilk merkezi olma ayrıcalığını kazanmıştır. BÜYEM bu yıl 45.si düzenlenen EUCEN Genel Kurulu'na ev sahipliği yapacaktır. Toplantı 3-5 Haziran 2015 tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampus’ta yapılacaktır. "Eğitimde Çeşitlilik" kavramını nasıl tanımlarsınız? Bu bağlamda konferansın içeriği ne olacak? Günümüzde çağın ihtiyaçları doğrultusunda öğrenme süreçleri değişmektedir. Hayatboyu öğrenme; örgün, yaygın ve serbest öğrenme olarak her türlü eğitim ve öğretimi kapsamaktadır. Eğitim türlerinde çeşitliliği yakalayabilmek için üniversiteler de yeni öğretim şekilleri uygulamaya başlamıştır; bunlar pedagojik gelişmeler (örneğin problem çözme, vaka incelemesi, tersine öğrenme) ve teknolojik gelişmeler (örneğin, e-öğrenme, uzaktan eğitim) olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca üniversiteler, yetişkin öğrencilerin geçmişteki eğitim ve deneyimlerini de dikkate almaktadır. Eğitimdeki gelişmelerin yanı sıra, bireysel yaklaşımlar ve öncelikler de değişmektedir. Bireyler, hem eğitim sistemi hem de eğitim formasyonları arasında geçişlerde daha esnek olunmasını istemektedir. Ayrıca araştırmalar göstermiştir ki, yetişkinler için yeni eğitim yöntemlerine veya öğrenmeyi kolaylaştıracak yöntemlere ihtiyaç vardır. Yaşamboyu eğitim bu öğrenme türlerini nasıl hayata geçirmektedir? Eğitim kurumları bunlara nasıl yanıt verebilir? Yaşamboyu eğitim, felsefe olarak katılımcıların yaşlarından bağımsız öğretime odaklanan bir yapıda ve disiplinlerarası geçişlerin sağlanabildiği programları içeren toplumun ilgi alanlarını da dikkate alarak planlanan ve kurgulanan bir anlayışıdır. Bu anlayışla, yaşamboyu eğitim hizmeti veren kurumlar sadece bireylere değil, ihtiyacı olan özel ve kamu kurum ve kuruluşlarına da hitap etmektedirler. Mevcut eğitim kurumları kanımızca orta vadede var olan yapılarını, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız özellikleri ihtiva edecek yaşamboyu öğrenim felsefesine uygun hale dönüştürmek zorunda kalacaklardır. Aksi halde modern toplumun ve bağlı birey ve kurumların talep ve isteklerine cevap vermede yetersiz kalacaklardır. Eğitimde mesleki eğitim ile yükseköğretimin birleştirilmesinin ele alınacağı konferansa kimler katılacak ve etkileri neler olacak? Yükseköğrenim alanında mesleki eğitim bağlamında dünyada yaşanan son gelişmelerin irdeleneceği, yeni yöntem ve eylemlerin tartışılacağı üç gün sürecek bu konferans, yükseköğrenim alanında Avrupa Birliği ülkeleri üniversiteleri ve bağlı kurumlar nezdinde ülkemizin yükseköğrenim standartlarının tanıtılması, paylaşımı, mesleki eğitim çalışmalarının ve çeşitliliğinin uluslararası toplum tarafından bilinirliğinin artırılması için önemli ve büyük bir fırsat yaratmaktadır. 47. Avrupa Sürekli Eğitim Ağı Genel Kurulu ve Konferansı ilk defa ülkemizde düzenlenecektir. AB Konseyi, AB Türkiye Delegasyonu, Avrupa Mesleki ve Teknik Eğitim Birliği, ABD’den Harvard, Michigan ve Indiana Üniversiteleri ile değişik Avrupa ülkeleri üniversitelerinden geniş çaplı katılım beklenmektedir. 47. Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim Ağı Genel Kurulu ve Konferansı ülkemizin karar vericiler nezdinde ve entelektüel seviyede bilinirliğini artıracaktır. Konferans süresince ve konferans sonrasında katılımcılar tarafından küresel bağlamda yapılacak sosyal paylaşımlar ile etkinlikler ve sonuçları 30’a yakın ülkeden katılanlarla dünya çapında geniş kitleler ile paylaşılmış olacaktır. Ayrıca karar vericilerin ve akademik dünyadan katılımcıların olumlu deneyimlerini öğrencileri, meslektaşları, gazeteciler gibi değişik paydaşlarla paylaşması ülkemizin tanıtımı için çarpan etkisi yaratacaktır. Bunun toplumun hem ekonomik hem de sosyal kalkınmasına hangi noktalarda katkıda bulunacağını düşünüyorsunuz? Konferansın ana teması olan mesleki eğitim ile yükseköğretimin birleştirilmesi konusu aslında tüm toplumların ortak problemlerinden Dr. Tamer Atabarut bir tanesi. Gelişmiş toplumlar incelendiğinde; mesleki eğitim, kariyer yönlendirme, toplumun ihtiyacı olan alanlarda kalifiye eleman istihdam edilmesini sağlayacak eğitim politikalarını daha aktif ve planlı bir şekilde yürüttükleri görülmekte; ancak bu planlama konusunda henüz istenilen noktalara ulaşamadıkları yapılan iç değerlendirmelerinde vurgulanmaktadır. Keza ülkemiz açısından değerlendirildiğinde, kırsal kesimde yerleşik olan nüfusun zaman içerisinde tarımsal faaliyetlerden elde ettikleri gelirlerin oldukça azalmasının bir sonucu olarak kentlere doğru nüfus hareketlerinin yoğunlaştığını ve buna bağlı olarak da kentlerde yaşayan insanların istihdamının da bu paralelde arttığını gözlemliyoruz. Bu ihtiyaçlara bağlı olarak da ülkemizde mesleki eğitim denildiğinde ilk akla gelen kurumlar olan üniversitelerin yaygınlaşması kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Türkiye, şu anda mevcut her ilinde en az bir üniversiteye sahip bir ülkedir. Pekiyi, bu işsizlik B 83 sorununa, istihdamın kalifiye elemanlar ile sağlanmasına veya toplumun ihtiyacına yönelik iş alanlarında yetişmiş işgücünün sağlanmasına olanak vermiş midir? Sanırım hepimizin ortak cevabı belli. İşte yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız defakto bir durum ile karşı karşıya kalmaktayız. Salt eğitim kurumu açmak ve herkesi bir alanda meslek sahibi yapacak kurumların olması da yetmemektedir. Bu alanda en önemli konu gelecek planlamasına bağlıdır. Toplumunda 5-10-20 yıllık planlarla ihtiyaç duyulacak alanlarda kalifiye eleman yetiştirmek önemlidir. Bu planlamaya bağlı mesleki alanlara ve eğitim programlarına (beceri kazandırma, uzmanlık gibi) ağırlık verilmesi toplumun en önemli sorunlarından olan genç işsizliğinin önlenmesi için atılacak çok önemli bir adım olacaktır. GÜNEY YERLEŞKE'DEN YANSIMALAR: YARIM YÜZYILLIK YOLCULUK - 2 Ali R. Kaylan, RA ’69, BÜ ’73 DEKANLIK DÖNEMİM VE MÜHENDİSLİK BİNASI'NDA DEĞİŞİM B 84 2000 yılında 15. Dekan olarak göreve başladığımda bir sürü hayallerim vardı. 10 Ekim 1997 tarihinden itibaren Dekan Yardımcılığı görevini yaptığım ve birçok idari kurulda bulunduğum için fakültenin yapısını iyi tanıdığımı düşünüyordum. İdari bir göreve aday olmanın bir akademisyen için ciddi bir özveri olduğunun bilincindeydim. Geçmişte Dekan Yardımcılığının yanı sıra, 11 yıl BİM Müdürlüğü, 1992’de başlayarak sekiz yıl Endüstri Mühendisliği Bölümü Başkan Yardımcılığı yapmış bir kişinin “Artık idari görev yeter!” demesi de beklenir. O anda bölüm başkanlığı görevim de devam etmekteydi. Diğer taraftan yaşamının neredeyse tamamı bu yerleşkede geçmiş bir akademisyen için, fakültedeki eksiklikleri görüp de düzeltmek adına “Acaba ben de bir şeyler yapabilir miyim?” demek de kaçınılmazdı. Arkadaşlarımla ve öğrencilerimle sohbetlerimde, üniversitemize yakışmadığını düşündüğümüz birçok iyileştirmeye açık alanı görebiliyorduk. Kararlı bir şekilde istendiğinde, yapabileceğimiz çok şey olduğuna inanıyordum. Öğrencilerimizin, öğretim üyelerimizin yaşam kalitesini artırmak için ne yapsak azdır düşüncesi benimsediğim temel görüştü. O yıllara geri döndüğümüzde, altyapısı yetersiz derslikler, üniversiteye yakışmayan tuvaletler çok ciddi yatırımlar gerektirmeyen küçüklü büyüklü sorunlardı. Birçok sorun kısa zamanda çözüm bekliyordu. Bir iki küçük örnek vereceğim. O günlerde dersliklerde öğretim üyelerinin sunum için kullanacakları tepegöz temin etmek bile sorundu. Hâlbuki 18 derslikli Mühendislik Binası'nda her dersliğe tepegöz yerleştirmek büyük bir yatırım değildi. Zaman içerisinde bilgisayar ekranını yansıtacak projeksiyon cihazları da derslikler için standart oldu. Bir mezunumuzun desteğiyle Mühendislik Binası’nın tüm tuvaletlerini 2002’de yeniledik. Tuvaletlerimiz hijyenik koşullara uygun ve yeni özelliklere sahip altyapıya kavuştu. Giriş katlarında engelli öğrenciler için özel tuvaletler yapıldı. Sonraki yıllarda tuvaletlerde müzik yayını da başlattık. Tuvaletlerin yenilenmesi fakülte bütçemize bir yük getirmedi. Kararlı ve istekli olmak, çözüm için yeterliydi. Amacım binamızda iyi örnekleri oluşturmak ve dalga dalga diğer binalara da yayılmasını sağlamaktı. Tuvalet iyileştirmesi sonucunda, öğrencilerimizden çok olumlu geri bildirimler aldım. Ekşi Sözlük’te hakkımda yazılan yazılar arasında, “tuvalet imparatoru” denilmesine gülmenin ötesinde memnun olduğumu söyleyebilirim. Göreli olarak çok para harcadığımız yatırımlar da oldu. Yıllar içerisinde her ofisimize klima koyduk. Merkezi ısıtma-soğutma sistemi olarak daha verimli çözümler üretmeliydik. Klimaların bina dışına yerleştirilen birimleriyle görüntü kirliliği de ortaya çıktı. Binamızda önemli değer kattığını düşündüğüm büyük ve özverili proje, binanın çatısının yeniden yapılandırılmasıydı. Önce projenin gerekçesinden bahsedeceğim. Çatımızda 1970li yıllardan itibaren çeşitli dönemlerde su ve ısı yalıtımı amaçlı çeşitli katmanlardan oluşan ve binaya gereksiz yük ekleyen tabakaların olduğunu biliyorduk. Yalıtım işlemleri tekrarlandığında, işin kolayına kaçarak, eskisi sökülmeden üstüne yenisi yapılmış ve yıllar içerisinde tekrarlanan yalıtım işlemleriyle tabaka kalınlığı giderek artmıştı. Yalıtımdan tam verim alınamayınca, sonunda düz çatı yerine oturtma çatı yapılmıştı. Fakat büyük bir olasılıkla bu moloz tabakası çatının altında durmaktaydı. Tabaka kalınlığını görebilmek için bir metrekarelik bir alanda pilot uygulama yaptırmaya karar verdik ve gereksiz tabaka kompresörle söküldü. Böylece gözle görünce inanması güç bir gerçek ortaya çıktı. Söküm yapılan bir metrekarelik alanda sanki 75-80 cm derinliğinde bir havuz oluşmuştu. Kenarlara doğru tabaka kalınlığı eğim nedeniyle 60 cm’ye düşmekteydi. Binanın üzerinde, görülmeyen iki gizli kat eşdeğeri, yaklaşık 1.600 ton gereksiz yük vardı. Deprem riski göz önüne alındığında bu tabakadan ivedi olarak kurtulmak gerekirdi. 2002 Mayıs ayında eski öğrencim Mert Kaptanoğlu, patronu Sayın Başar Nuhoğlu ile ziyaretime geldi. Çatı sorunumuzun çözümü için güzel bir fırsat yaratabilirdim. Çünkü çatı malzemeleri Başar Bey’in şirketinin uzmanlık alanına girmekteydi. Aynı zamanda müteahhitlik yapan Başar Bey’e, binanın çatısıyla ilgili sorundan bahsettim. BÜMED, Harvard ve MIT Alumni, Association of Yale Alumni, Columbia ve NYU Alumni Association iş birliği ile HARVARD / M.I.T. / YALE / COLUMBIA / NYU kampüslerini keşfediyoruz. Rüya gibi 3 şehirde, Amerika’nın en iyi 5 üniversitesi BU gezi & işbirliği ile Tarih: 21-28 Haziran 2015 6 Gece/7 Gün • 21-22 Haziran Boston ( HARVARD & M.I.T. ) • 23-24 Haziran New Haven ( YALE ) • 25-26-27 Haziran New York ( COLUMBIA & NYU ) Ayrıntılar çok yakında... Sadece 18 şanslı katılımcıdan birisi olabilmek için; Lütfen +90 (212) 359 58 13’den ya da bugezi@bumed.org.tr ‘den Ön kaydınızı yaptırınız! B i l g i v e Ö n K a y ı t i ç i n : +90 (212) 359 58 13 / b u g e z i @ b u m e d . o r g . t r /bumedofficial /bumedofficial /bumed www.bumed.org.tr /bumedofficial Çatıyı ek yükten kurtararak yeniden yapılandırırken, yeni kullanım alanı yaratma fikrimiz de vardı. Çatının altında orta bölümde iki seminer odası yoğun olarak kullanılmaktaydı. Semih Tezcan Hocamızın rektörlük döneminde kullanıma açtığı bu alanda, fakülte genel kurullarını ve dekanlığın düzenlediği sosyal etkinlikleri yapıyorduk. Seminer salonu olarak da güzel bir altyapıydı. Ayrıca yeni açılan ikinci öğretim yüksek lisans programlarında da bu seminer salonlarından yararlanıyorduk. Bu kısıtlı alan, ikinci öğretim yüksek lisans programlarının gelişmesiyle yakın zamanda yetersiz kalacaktı. B 86 Çatının orta bölüm dışında kalan kısmı, ancak depo gibi kullanılabilen boş alandı. Eğer oturtma çatı çelik bir konstrüksiyonla yükseltilirse, kullanım için yeni alanlar da kazanacaktık. Yapılacak iş Başar Bey’e göre çok zor değildi. Çatı önce malzemelere zarar vermeden indirilecek, iki kat eşdeğeri gereksiz tabaka kompresörle sökülecek ve daha sonra çatı yükseltilerek, boş alanlar kullanım alanına dönüşecekti. Yaşayan bir binanın üzerinden iki katı indireceksin! Bana göre çok iddialı bir projeydi. Kompresörle yaratacağımız 100 desibelin üzerindeki gürültü kirliliğini düşünün. Ders sırasında veya ofislerde çalışırken bu gürültüye tahammül etmek mümkün değil. Proje için ayrılmış bir parasal kaynak da o yıl için yoktu. Bu proje için Başar Bey kabaca 120-130 bin lira kadar destek verebileceğini söyledi. Diğer inşaat işlerinde kullandığı 20-30 kişilik güvendiği deneyimli bir ekibi vardı. İstersek bu ekibi projemiz için kullanabilecektik. Öngördüğü destekle çatının kaba inşaatı yapılabilecekti. Proje yönetimi dersinde bahsettiğimiz geçmiş deneyimlerden ortaya çıkmış temel bir kural vardır. Çok iyi yönetilmedikçe, hiçbir proje ne vaktinde ne de bütçesini aşmadan bitirilebilir. Nitekim Güney Yerleşke'deki önceki mühendislik yatırımları da bu kuralı doğrulamakta. Perkins Hall mimari olarak iki kanat şeklinde planlanmış; ama para yetmediği için tek kanatta kalınmış. Gates de U şeklinde düşünülüp daha sonra tek kanat olarak kullanıma açılmış. Üstelik o projelerin kaynağı var, bu projenin kaynağı da yok. Kaba bir hesapla, hayal ettiğimiz ortam için toplam bir milyon dolar gibi bir bütçe gerekmekteydi. İnşaata başlandığında, yapısal olarak nelerin karşımıza çıkacağını, çatı indirilince, ne tür sürprizlerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Projeyle ilgili kesin olan bir nokta vardı. Bina yaşayan bir binaydı. Bu projeyi yapacaksak, gecikmeden en kısa sürede ve bina kullanım trafiğinin göreli olarak daha az olduğu yaz aylarında tamamlamalıydık. Bütçe olarak da Başar Bey kaba inşaatı bitirmeye yetecek bir destek sağlayacağına söz vermekteydi. Karar vermek için bir hafta kadar süre istedim. Düşünelim dedik, ama düşünmeye de çok vakit yoktu. Bu sürede önce dekan yardımcılarımızla konuyu değerlendirdim. Dekan yardımcılarımızdan Turan Özturan Hocamızın, İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden olması teknik açıdan bizleri biraz rahatlatmaktaydı. Başar Bey binanın kaba inşaatı için güvence vermekteydi. Daha sonra ikinci öğretim programlarından yaratılan bütçelerle ve gerekirse yıllara yayarak binanın içini yapabilirdik. Kompresör sağlama ve sökme işlemleri için, Yapı İşleri’nden destek alabileceğimizi düşündük. İlk fırsatta Rektörümüz Sabih Hoca’ya konuyu açmalı ve uygun görürse, öğretim üyelerimizle de görüşmeli ve onların desteğini de almalıydık. En zor yapılacak şey karar vermekti. Karar verdikten sonra yol almak daha kolay; ama sıfır bütçe ile bir milyon dolarlık bir projeye kalkışmak ne kadar akılcı? Üstelik binayı boşaltmadan, yaşayan bir binanın üstünde şantiye alanı açmak mümkün mü? Diğer taraftan proje bana çok çekici geliyordu ve katma değeri de çok yüksekti. Projenin çok büyük artıları var. Öyle ki metre karesi inanılmaz değerli olan bir alanda, fakültemize yeni kullanım alanları kazandıracaktık. Ayrıca deprem riskine karşı binayı daha güvenilir kılmak en güçlü gerekçemizdi. Böylece tam olarak farkında olmadığımız iki kaçak kattan kurtulacaktık. Projenin gerekliliğini ilk önce kendimize, sonra Rektörlüğe ve ilgili bölümlerimize aktarmamız gerekiyordu. Eğer projeyi 2002 yazında gerçekleştireceksek, çok hızlı hareket edip, üst yönetimin ve öğretim üyelerinin desteğini almamız önemliydi. Boğaziçi Üniversitesi’nin güzel tarafı, projenin mantıklı olması halinde buna kimsenin engel olmayacağıydı. Rektörün onayını almak için randevu aldım. Dekan Yardımcımız Turan Hoca ile rektörlüğe gittik. Sabih Hoca'ya projeyi ana hatlarıyla bahsettiğimde başta herkes gibi tereddütte kaldı, tabii çok zor ve riski yüksek bir projeydi. Böyle bir projeye girmek için biraz çılgın olmak lazım; ama risk almadan da hayatta bir şey olmuyor. Rektörümüzü ikna ettik, ondan yeşil ışık aldık. Yazının üçüncü ve son bölümü önümüzdeki sayımızda yayımlanacaktır. Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da çok eğlenceli, mücadele dolu bir MasterGames sizi bekliyor. 6 üniversitenin mezunları farklı branşlarda üniversitelerini temsil edecekler. Gelin, birlikte oynayalım. Tıpkı eski günlerdeki gibi… Tarih: 31 Mayıs - 14 Haziran www.mastergames.org Katılımcı Üniversitelerin Mezun Dernekleri / Ofisleri Bahçeşehir Üniversitesi Bilkent Üniversitesi Boğaziçi Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Sabancı Üniversitesi Yıldız Teknik Üniversitesi Organizasyon: BÜMED ÇEVRE DOSYASI GÖNÜLLÜ ÇEVRE KURULUŞLARI YOLUYLA DOĞA KORUMA: KUZEYDOĞA DERNEĞI ÖRNEĞI Doç. Dr. Ulaş Akküçük, KAKAD Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü B 88 Çevre koruma konusunda gönüllülük esasına dayanan sivil toplum kuruluşlarının önemi dünyada ve Türkiye’de giderek artmaktadır. Utah Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu tarafından kurulan KuzeyDoğa Derneği, 2007’den bu yana birçok önemli konuda Kars ve çevresinin doğal yaşamına katkıda bulunmuş ve dünyada yankı uyandıran projelere imza atmıştır. Kafkas Üniversitesi ile birçok projede ortak çalışan KuzeyDoğa Derneği, özellikle de Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi ve Veterinerlik Fakültesi öğrencilerine ekolojik araştırma, yaban hayatı iyileştirmesi, çevre eğitimi ve biyoçeşitlilik takibi konularında arazi tecrübesi imkânları sunmaktadır. Kafkas Üniversitesi öğretim üyeleriyle ortak çalışmalar yapan KuzeyDoğa Derneği’nin araştırma ve eğitim faaliyetlerine şimdiye kadar 500’den fazla Kafkas Üniversitesi öğrencisi katılmıştır. KuzeyDoğa Derneği, Kars’ta yerel tabanlı ekoturizm, yaban hayatı ve köy turizmini geliştirmek ve tanıtmak için de önemli başarılar elde etmiş, 2009 yılında Kars adına başvurarak Kuyucuk Gölü ve Kars’ın 2009 Avrupa Seçkin Turizm Cenneti (EDEN) seçilmesini sağlamıştır. Avrupa’nın en önemli turizm markası olan EDEN’in resmi Kars temsilcisi KuzeyDoğa Derneği’dir. Dernek her sene EDEN’in yıllık toplantısında ve diğer ulusal ve uluslararası etkinliklerde Kars’ın ekoturizm ve yaban hayatı turizmi pazarlamasını yapmaktadır. Derneğin ayrıca Türkiye’nin ilk yaban hayatı koridorunu oluşturmak projesi çerçevesinde yabani hayvanların etiketlenerek elektronik cihazlarla izlenmesi ve dolayısıyla dolaştıkları alanın belirlenmesi konusunda çalışmaları olmuştur. Kâr amacı gütmeyen kurumlarda pazarlama, sosyal yarar sağlayabilecek bir düşüncenin, nedenin, hizmetin, ürünün ya da uygulamanın, belirli bir hedef grubunda benimsenmesini sağlamak üzere gerekli programların geliştirilmesi, uygulanması ve kontrolü süreci olarak tanımlanabilir. KuzeyDoğa Derneği özelinde sosyal yarar düşüncesi, Türkiye’nin kuzeydoğu Anadolu bölgesindeki biyoçeşitliliğin korunması ve doğal dengenin muhafaza edilmesinden insanların da yaban hayat kadar fayda elde edebileceği fikridir. Bu amaçla dernek doğa koruma eğitimleri yürütmekte, bilimsel araştırma yapmakta, kapasite geliştirme ve doğa turizminin artmasıyla yöre insanının gelir elde etmesi için çalışmalar yürütmekte, özellikle de kuş, memeli ve diğer yaban hayatı gözlem turizminin geliştirilmesi konusunda çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca gelişen dünyada toplum temelli doğa koruma çalışmalarının çoğalması için uğraşmakta ve biyolojik çeşitliliğin korunmasında özel sektörün rolünün artmasını amaçlamaktadır. Ekolojik Turizm Ürün Geliştirmesi KuzeyDoğa Derneği yörenin gelişimi için sürdürülebilir turizmi geliştirmek üzere bir tasarım hazırlamıştır. Buna göre Kuyucuk Gölü turizm ürününün geliştirilmesi hedefi, iki alt odaklı bir kurgu olarak tasarlanmıştır. Söz konusu kurgu, birinci alt odak “Çekim Odağı” olacak şekilde Ekosistem Gözlem ve Araştırma tabanlı faaliyetleri ve ikinci alt odak “Hizmet Odağı” olacak şekilde de, Konaklama, Yiyecek-İçecek, Ulaştırma, Ağırlama Hizmetleri ve Destek Hizmetler tabanlı geliştirme pratikleri üzerinden hedefe ulaşması düşünülmüştür. Öncelikle “gözlem” faaliyetinin en zararsız ve verimli biçimlerinin tanımlanarak, uygulanabilmeleri için gereken alt yapı ve teknik ihtiyaçların yerine getirilmesi gerekir. Burada, bilimsel veriler doğrultusunda belirlenen zaman ve alanlarda, gözlem faaliyetinin hedeflenen biçimde hayata geçebilmesi için, fiziksel gözlem yerleştirmeleri, yürüyüş yolları ve gerekli istasyonların, atık yönetimi ve sağlık hizmetlerinin sağlanmasına olanak verecek şekilde tasarlanması, inşası ve konumlandırılması söz konusu olacaktır. Bahsedilen çaba ile paralel olarak, “hizmet” başlığı altında gereken hizmetler ve sunum biçimleri belirlenerek, bunları ve hediyelik eşya gibi zenginleştirici hizmetleri de kapsayan bir “Yerel Tedarik Zinciri” oluşturulması ve örgütlenmesi söz konusu olacaktır. Turizm Ürün Geliştirme hedefinde, var olan çelişki ve çatışmaları da yönetmek, Yerel turizm geliştirmede sürdürülebilirliğin gereği olarak ortaya çıktığından, bu amaçla alandaki kanaat önderleri ve sivil toplum örgütlerini kapsayan paydaşlar ile birlikte, turizm geliştirme konusunda bir mutabakat sağlamak üzere bir dizi faaliyet gerçekleştirilmesi de söz konusu olacaktır. Turizmde genel olarak sürdürülebilirlik, ürünün “satılabilir” olmasını ve ürünlerin pazardaki konumlandırılmasının doğru bir biçimde yapılmış olmasını gerektirmektedir. Benzer ürünleri satın alma ve/veya tüketme alışkanlığı gösteren hedef kitlelerin, bir başka deyişle ziyaretçilerin, ürünün varlığından, ulaşılabilirliğinden, etrafındaki hizmetler örgüsünün nitelik, nicelik ve maliyetlerinden haberdar olması gerekmektedir. Bu doğrultuda, söz konusu hedef kitlelerin özellikleri doğrultusunda farklı kanalların ve yöntemlerin kullanılmasını mümkün kılacak bir “bütünleşmiş pazarlama” stratejisi ve uygulaması KuzeyDoğa Derneği tarafından hayata geçirilmektedir. Turizm Ürün Geliştirme hedefinde olduğu gibi, yerel kapasite artırımını temel alarak belirlenen bir süre sonunda pazarlama uygulamalarını devam ettirecek yerel bir örgütlenmenin de kurulması ve söz konusu faaliyetleri devam ettirebilecek düzeye gelmesinin sağlanması gerekir. Tüm bunların yanında KuzeyDoğa Derneği, çabanın tümünün Kars ili turizm ürün sepetine entegre edilmesi ve bu konudaki ortak faydaların fırsatlar şeklinde algılanması konusunda, yerel ve ulusal kurumlar ile sürekli iletişimin başlangıç kurgu ve faaliyetlerini de gerçekleştirmektedir. Ekolojik turizm faaliyetlerine verilen somut bir destek örneği göstermek gerekirse: KuzeyDoğa ve Amerikalı bir sivil toplum kuruluşu olan HasNa (www.hasna.org) dernekleri tarafından, 15-19 Mayıs 2010 tarihleri arasında, Kuyucuk Köyü çevresindeki köylerde iletişim ve sürdürülebilir doğa turizmi eğitimi gerçekleştirilmiştir. Kuyucuk Köyü’nde yapılan ve tüm çevre köy halkının davet edildiği eğitim çalışmalarına, Büyük Çatma, Duraklı ve Kuyucuk köylerinden yaklaşık 60 kişi katılmıştır. Eğitimin temel hedefi, Kuyucuk Gölü’nün yakınında yaşayan halka doğal ve kültürel kaynaklarını korumada yardımcı olmak ve ekonomik durumlarını iyileştirmeleri için gölün sürdürülebilir turizm potansiyelini değerlendirmektir. Kuyucuk Gölü’nün doğasını bozmadan alternatif bir gelir kaynağı sağlayacak sürdürülebilir doğa ve köy turizminin nasıl gerçekleşeceğinin anlatıldığı eğitime, ABD, Kanada ve Türkiye’den uzmanlar ve öğretim üyeleri katılmıştır. Halkla İlişkiler ve Sosyal Medya Kullanımı Halkla ilişkiler yoluyla haber değeri taşıyan konuların gazete, televizyon ve saygın dergilerde yer bulmasını sağlamak hem derneğin amacını yayar hem de ücretli reklam vermenin dezavantajlarını taşımaz. KuzeyDoğa da bu bağlamda haber değeri taşıyan birçok makalede yer almış ve derneğin savunduğu amaçların bu makalelerde yer bulması sağlanmıştır. 2008-2012 yılları arasında KuzeyDoğa Derneği tarafından yürütülen proje ve faaliyetler 25 kez yazılı yabancı basında, 578 kez yazılı ulusal basında, 1.121 kez yazılı yerel basında, 25 kez ulusal radyolarda, yedi kez uluslararası radyoda, üç kez uluslararası televizyonlarda, 89 kez ulusal televizyonlarda ve 54 kez yerel televizyonlarda yer almıştır. Son olarak “Aras Nehri Kuş Cenneti Yok Olmasın” kampanyası National Geographic dergisindeki bir makalede yer alarak derginin 8.3 milyonu aşan abonesine ulaşmıştır. Ayrıca dernek ile ilgili haberler ve röportajlar birçok televizyon kanalında yer almakta, bunlar eş zamanlı olarak sosyal medya araçlarıyla da yayılmaktadır. Aras Nehri Kuş Cenneti’ni tehdit eden Tuzluca Barajı’nın yapımını durdurmak için yürütülen kampanyalar geniş ses getirmiş ve www.change.org/aras kampanyası 12 Nisan 2015 tarihi itibariyle 60.697 imzaya ulaşmıştır. Aynı tarihte Twitter takipçi sayısı 3.681, Facebook takipçi sayısı ise 5.867 olarak görülmektedir. Dernek kurumsal kimliğiyle, bilimsel çalışmalara veri sağlamaktan çevresel tehditler için kampanyalar yürütmeye kadar geniş bir faaliyet yelpazesinde çalışmalarına devam etmektedir. B 89 BUGEZI İLE BOĞAZ TURU Emre Kazancıoğlu '95 B 90 2014 yılının başlarında “Sinan’ın İstanbul’u” ile başlangıcını yaptığımız BUgezi faaliyetleri, geçtiğimiz süre zarfında sizlerden gelen yoğun ilgi ve talep ile büyüdü, gelişti, her geçen gün menzilini daha da artırdı. Camiamız mensupları, eğlence, lezzet, kültür dolu keyifli ortamlarda, hem eski dostlarla bir araya geldiler hem de yeni dostluklar edinebilecekleri fırsatları yakaladılar. 30. Kuruluş Yıldönümümüz olan 2015 yılı ile birlikte, BUgezi programları çerçevesinde çok farklı ve renkli programlarımızı paylaşmaya başladık. Bu sene, geçtiğimiz seneden edindiğimiz tecrübeler ve sizlerden gelen talepler doğrultusunda, oldukça ilgi çekeceğini ve ses getireceğini düşündüğümüz organizasyonlarımızla birlikte, BUgezi’yi camiamız içerisinde bilinen ve tercih edilen bir marka haline getirmeyi hedefliyoruz. Bahar aylarının gelmesiyle B 91 birlikte, elbette ki dikkatlerimiz yine ilk olarak, okulumuza ev sahipliği yapan ve adını veren, İstanbul’un en güzel ve ilgi çeken bölgesi Boğaziçi’ne çevrildi. Bu mevsimde Boğaz’ın ağacı erguvan, İstanbul’un çiçeği lale ve her iki yanına dizilmiş yalılar ile birlikte, bu suyolunu renklendiren bir gerdanlık gibi her iki yakada kendini göstermektedir. Biz de Boğaz’ın bu en güzel zamanları olan Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında planladığımız “Erguvan Zamanı Boğaziçi’nde Yalılar” ve “Dolunay’da Yemekli Boğaz Turu” programlarımızı, yine geçtiğimiz yılda olduğu gibi, ülkemizin ve turizm dünyasının önde gelen rehberlerinden tarihçi ve yazar Saffet Emre Tonguç ‘87 ile birlikte gerçekleştiriyoruz. B 92 Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otel Yöneticiliği, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ile Osmanlı Sosyal Tarihi yüksek lisans bölümleri mezunu, 27 senelik profesyonel rehber, “Türkiye’nin En Çok Seyahat Eden Rehberi” ve “Türkiye’nin En İyi Profesyonel Rehberi” unvanlarına sahip Saffet Emre Tonguç ile birlikte, bu sene de BUgezi faaliyetlerimize renk katıyoruz. Satış rekorları kıran Türkiye’de Görülmesi Gereken 101 Yer, TUREB ödüllü Avrupa’da Görülecek 101 Yer, İstanbul Hakkında Her Şey, kardeşi İstanbul The Ultimate Guide ve son olarak yayımlanan Boğaz Hakkında Her Şey kitaplarının yazarı Saffet Emre Tonguç rehberliğinde, Boğaz’ı, erguvanları ve Boğaziçi yalılarını keşfe çıkıyoruz. Nisan ve Mayıs ayları içerisinde “Gündüz Boğaz Turu”, 2 Haziran tarihinde ise “Akşam Yemekli Boğaz Turu” olarak planladığımız gezilerimizde, Saffet Emre Tonguç, dünyanın en güzel suyollarından biri olan Boğaziçi’ni, efsaneleri, dedikoduları, kahramanları ve muhteşem yalılarıyla birlikte anlatacak. Sizleri de, İstanbul’un ve Boğaz’ın bu en güzel zamanlarında, Saffet Emre Tonguç rehberliğinde gerçekleştireceğimiz keyif dolu organizasyonlarımızda görmek istiyoruz. Ayrıca önümüzdeki günlerde, BUgezi faaliyetlerimizle ilgili olarak birbirinden farklı ve renkli programları içeren takvimimizi paylaşıyor olacağız. Oldukça ilgi çekeceğini ve ses getireceğini düşündüğümüz “BUgezi Takvimi” ile birlikte, BUgezi markamızı bambaşka bir boyuta taşıyacağımıza inanıyoruz. Eğer hâlâ BUgezi ile tanışmadıysanız, 2015 ile birlikte sizleri BUgezi faaliyetlerimizi yakından takip etmeye ve eğlenceli gezilerimize katılmaya davet ediyoruz. Gezi faaliyetlerimizle ilgili olarak, ayrıntılı bilgi ve ön rezervasyonlar için: 0212 359 58 13 Tuba Taşyürek 0212 359 58 20 Emine Çavak bugezi@bumed.org.tr Tarihçi ve Seyahat Yazarı Saffet Emre Tonguç’87 ile, Dolunay Zamanı Akşam Yemekli Boğaz Turu II. Elizabeth başta olmak üzere dünyanın en önemli devlet adamlarını ve ünlülerini ağırlayan KEYİFSTYLE yatında gerçekleşecek turumuzda, dünyanın en güzel su yollarından biri hikayeleri, insanları ve binalarıyla birlikte anlatılıyor. Yemek ve sınırsız yerli içkinin yanında bol sohbet ve yalı dedikodusu var. BU gezi Tarih: 2 Haziran 2015, Salı Saat: 18.00 – 22.00 Tur başlangıç ve bitiş noktası: Kabataş İskelesi’nde, Petrol Ofisi arkasında Üye Fiyatı: 210 TL Misafir Fiyatı: 250 TL Boğaz akşamları serin olabilir, lütfen hazırlıklı gelin. Turlarımıza katılım için yaş sınırı 12'dir. Bilgi ve Kayıt için: 212 - 359 5813 / bugezi@bumed.org.tr /bumedofficial /bumedofficial /bumed www.bumed.org.tr /bumedofficial Şarap Eğitmeni Deniz Akıncılar rehberliğinde Şehirden kaçış planı: Doğal hayatı sevenler ile Üzümlerin Doğuşuna Tanıklık Etmeye Yolculuk! Tekirdağ’ın ılık yaz güneşi altında, o insanın ruhuna işleyen şarapları yaratan üzümlerin doğuşuna tanıklık etmeye ve bu güzellikleri yerinde tatmak için bağlardayız. BU gezi Tarih: 13 Haziran 2015, Cumartesi Buluşma Yeri ve Saati: 09.00 Kuzey Kampüs Ana Kapısı Üye Fiyatı: 210 TL Misafir Fiyatı: 270 TL Katılım 30 kişi ile sınırlıdır. Öğle yemeği, limitsiz içecek, bağ evlerinde şarap tadımları ve ulaşım fiyatlara dahildir. B i l g i v e K a y ı t i ç i n : 2 1 2 - 3 5 9 5 8 1 3 / bugezi@bumed.org.tr /bumedofficial /bumedofficial /bumed www.bumed.org.tr /bumedofficial