PDF İndir
Transkript
PDF İndir
TIP TEKNOLOJİLERİ VE MÜHENDİSLİK Mayıs-Haziran 2011 Sayı 60 60 Sayı 60 Mayıs-Haziran 2011 ‹mtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Hasan Kurt Yay›n Kurulu Mehmet İşci, Osman Arı, Yakup Güler, Mahmut Çelik, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Osman Şahbaz, Yılmaz Ada Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar Mesut Uğur, Prof. Dr. Sadık Kara, Dr. Erhan Akdoğan, Muhsin Coşkun Yay›n Dan›flma Kurulu Prof. Dr. İlhami Karayalçın, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Adnan Çelik, Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez ‹letiflim Adresi Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: mmg@mmg.org.tr Yay›n Koordinatörü İsmail Şaşmaz ismail@ajanspiksel.com Editör A. Kadir Mermertaş kadir@ajanspiksel.com Görsel Yönetmen Nevzat Albayrak Renk Ayr›m› Muhammet Dilsiz Reklam Fatih Göksu reklam@ajanspiksel.com Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.ajanspiksel.com E-posta: info@ajanspiksel.com Bas›m Milsan Basın San. A.Ş. 0212 471 71 50 Yay›n Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. editörden Merhabalar… Mimar ve Mühendis Dergisi olarak yaz rehavetine girmeye başladığımız bugünlerde yeni bir sayı ile birlikteyiz. Bu sayımızda hem insan sağlığını hem de ekonomiyi etkileyen önemli bir konuyu dosya konusu olarak inceledik. Son yıllarda sağlık sektörüne yapılan yatırımlar aynı zamanda tıp teknolojilerini ve tıbbi cihazlar sektörünü de gündeme getirdi. Sağlık açısından önemli olan tıbbi cihazlar ekonomik açıdan da önemli bir gider kalemini oluşturuyor. Sektörün % 85’inin dışa bağımlı olduğunu düşünürsek ekonomi boyutunun ne kadar büyük olduğunu anlarız. İnsanoğlu var olduğu müddetçe, hayat sürdükçe bilim tıp teknolojilerini araştırmaya ve geliştirmeye devam edecektir. Mimar ve Mühendis Dergisi olarak bizde tıp teknolojileri dünyasındaki son gelişmeleri uzmanlarla değerlendirdik. Tıbbi cihaz sektöründe yaşananları, sektörün ülkemizdeki durumunu, gelecekteki gelişmeleri akademisyenler, sektör temsilcileri dergimiz için ele aldılar. Dergimizde ayrıca Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından İslam medeniyetinin batıdaki izlerini en yoğun şekilde taşıyan Endülüs bölgesine düzenlenen gezinin ayrıntılarını okuyacaksınız. İslam medeniyetinin ayrı bir yüzünü Endülüs’te bulacaksınız. Mimar ve Mühendis Dergisi’nin bu sayısında da her sayıda olduğu gibi mimarlık ve mühendislik, gezi yazılarını, MMG’den haberleri okuyabilirsiniz. Yeni sayılarda buluşmak dileğiyle… içindekiler 6 Bizden Haberler 44 36 Mimarl›k; Mehmet ‹flci Günümüz cami mimarisi üzerine düflünceler -III- 78 Kent ve Yaflam; Yavuz Sar› fiehir ve Konut Üzerine Düflünceler 82 Uzak; ‹slam mistizminin ölümsüz flark›s› ENDÜLÜS KAPAK; Sa¤l›k sektöründe son y›llarda yaflanan h›zl› büyüme beraberinde t›bbi cihazlar› ve t›p teknolojilerini gündeme getirdi. Özellikle ülkemizde d›fla ba¤›ml› bir sektör olan t›bbi cihaz sektörü ve t›p teknolojileri için bu geliflme ayr› bir önem tafl›maktad›r. Hayat sürdü¤ü müddetçe de sa¤l›kla ilgili araflt›rmalar yani t›p teknolojileri geliflmeye devam edecektir... TIP TEKNOLOJ‹LER‹ VE MÜHEND‹SL‹K... 30 Haber Analiz 86 Proje; Osman Ar›: Ç›lg›n Projelere Akl-› Selim Yaklafl›mlar 88 Makale; Kenan Ekfli Geliflen Türkiye ve De¤iflen Yüzü: ‹NfiAAT Yaflam› Patentlemek ‹NSANDAN SONRA HAYAT 94 Sinema ve Mühendislik Onlar yolu, izi olmayan, insan aya¤› deymemifl tepelerde hakikate ararlar. Ak›l ve mant›ktan çok kalplerine tabidirler... Hayal edilen bir gün gelir gerçek olur 6 M‹LYON DOLARLIK ADAM 4 M‹MAR VE MÜHEND‹S BAfiKANDAN Teknoloji ve Sa¤l›¤›m›z ‹NSAN yeryüzündeki yaşamından beri bedeni ve çevresiyle ilişkilerinde yaşadığı sorunları gidermek için iyileştirici tedavi yöntemleri geliştirmeye çalışmıştır. Burada elindeki en önemli malzeme tabiat olmuş ve ona ait bilgileri zaman içersinde geliştirmiş, bedeni ve ruhsal dünyasıyla ilişkili sorunlarda onu bir şifa kaynağına dönüştürmüştür. Teknolojinin gelişmesi ve tabiata onunla müdahalesi sonucu insanın önce tabiatla ilişkisinde onu zapt etmek, kontrol altına almak sonra olabildiğince onu yöneltme isteği, insan aklının ve bilimin önemli bir uğraşı alanı haline gelmiştir. Mikrobun fark edilmesi ve sonrasında gelen mikroskobun keşfiyle insan bedeni ve çevresindeki tabiatla hakkında öğrenme isteği artmış ve birçok hastalığın tedavisi için ona uygun tedavi metotları ve ilaçları geliştirmeye başlanmıştır. Önceleri tabiattaki bitkilerin kullanılmasıyla geliştirilen tedavi yöntemleri, biyoloji ve kimya biliminin gelişmesiyle yerini zaman içerisinde kimyasal tabanlı yeni sentetik ilaçlara bırakmıştır. Bütün bu çalışmalar birer mühendislik disiplini olarak hızla gelişmeye devam ederek bugünkü tıbbın temeli olmuştur. Özelikle tanı ve gözlemde kullanılan laboratuar donanımlarının 20. yüzyılın başında hızla gelişmesi ve sonraki elektronik teknolojilerin kullanılmasıyla teşhis ve tedavide hızlı gelişmeler yaşanmıştır. Malzeme bilgisinin artması ve bunun sağlık sektöründe kullanılmasıyla beraber protez teknolojilerinde ciddi ilerlemeler yaşanmıştır. Özellikle insan tabiatının belirleyicisi olan genlerin keşfi ve bunun daha ileri bir seviyeye giderek insan genomunun çözülmeye başlamasıyla tıpta kullanılan teknolojiler sağlığın her alanına girmeye başlamıştır. Bugün için teknoloji kullanılmadan bir tanı ve tedavi yapma imkânı yok gibidir. Teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı hastane sistemleri ülkemizde her gün artmaktadır. Türkiye bu teknolojileri alma ve kullanma konusunda iyi olmakla beraber bu teknolojilerin geliştirilmesi konusunda emekleme dönemimde bile sayılamaz. Ülkemiz her yıl 5 milyar dolara yakın bir kaynağını yurtdışına sağlık sektörünü geliştirmek için aktarmaktadır. Bu kaynağın bir kısmı bu teknolojilerin yerli kaynaklarla üretilmesi ve kullanılması için ülkemizde kalmalıdır. Bunun için bu konuda Ar-Ge çalışmaları desteklenmeli ve yerli bir medikal donanımlar sektörünün oluşturulmasına çalışmalıyız. Türkiye’de tıp eğitimi iyi bir seviyeyi gelmiştir ancak biyomedikal teknolojileri konusunda üniversitelerimiz çok yenidir. Bu konuda tıp fakültelerimizle üniversitelerimizin elektronik, yazılım ve biyomedikal bölümleri arasında iyi ve sürdürülebilir işbirliği ortamları geliştirilmelidir. Bu iş için özellikle tıp fakültesi ve mühendislik fakültesi bulunan üniversitelerimiz öncü rolü oynamalı ve diğer üniversitelerimiz de bu ağa dâhil edilmelidir. Çok disiplini bir bilim dalı olan tıp alanında ortak çalışma ve birlikte değer üretme için iyi bir ortam olan üniversitelerimiz üzerinde düşeni yapmaya çalışmalıdır. Ülkemiz her y›l 5 milyar dolara yak›n bir kayna¤›n› yurtd›fl›na sa¤l›k sektörünü gelifltirmek için aktarmaktad›r. Bu kayna¤›n bir k›sm› bu teknolojilerin yerli kaynaklarla üretilmesi ve kullan›lmas› için ülkemizde kalmal›d›r. Bunun için bu konuda Ar-Ge çal›flmalar› desteklenmeli ve yerli bir medikal donan›mlar sektörünün oluflturulmas›na çal›flmal›y›z. Türkiye’ye gelen cihazların bakım ve onarımı, gerekli olan kalibrasyonların yapılması konusunda özenin artırtması, bu hastanelerde işlerin takip ve yapılması için mühendis düzeyinde teknik ekiplerin çalıştırılması gerekir. Sağlık Bakanlığımız ciddi bir kaynak aktardığımız tıbbi donanımları etkin ve verimli kullanılması için tıbbi donanımları hastane ortamında kullanılmasıyla ilgili standartları geliştirmeye çalışmalıdır. Sağlıklı ve huzurlu yaşam temel bir insani haktır. İnsan sağlığının korunması aşamalarında kadim ahlaki normları temel alınmalı, sıhhat ve afiyet içersinde sürdürülebilir bir yaşam için sağlık sektörünü oluşturan bütün taraflar gerekli özeni göstermeli ve insan hayatının metalaştırılmasına imkân vermeyecek bir sağlık sektörü oluşturulmalıdır. Avni Çebi Genel Başkan MAYIS-HAZ‹RAN 2011 5 B‹ZDENHABERLER Gürhan Tahtal›; “B‹YOMED‹KAL SEKTÖRÜNDE PAZAR ARAfiTIRMASINA ‹HT‹YAÇ VAR” Araflt›rmac› - Yazar Mahmut Çetin; “TÜM POZ‹T‹V‹ST BABALARIN ÇOCUKLARI SOSYAL‹ST OLDULAR” MİMAR ve Mühendisler Grubu’nun “Bizbize Konuşmalar” programında konuk ettiği Araştırmacı – Yazar Mahmut Çetin, coğrafyamızda yaşanan sosyal dönüşümü çarpıcı örneklerle ele alarak katılımcılarla önemli detaylar paylaştı. “Aydın Yabancılaşması” isimli çalışmasıyla hazcılık, heterodoksi, masonluk, pozitivizm, sosyalizm ve nihayet kozmopolitizme uzanan değişim aşamalarının özellikle aydın tabaka arasında yerleştiğini ve sistematik bir çözülmeye doğru gittiğini belirten Mahmut Çetin, geniş bir tarihsel arka planı olan bu sürecin tek bir nedene ya da olaya bağlanamayacağını vurguladı. Mahmut Çetin, “Osmanlı Devleti’nin yıkılışını ve İslam Dünyası’nın batı karşısında mağdur hale gelmesini tek faktörle izah etmek mümkün değildir. Çünkü bizzat sosyal değişmenin mantığı, çok faktörlülüğü kabul etmektedir. Bizler burada çözülmenin, aydınlarımızın yabancılaşmasıyla oldukça yakın ilişki halinde olduğunu anlatmak istiyoruz. Bunu incelerken de belli zümreler arasında aslî köklerinden ve manevi temellerinden uzaklaştırılmış Mevlevilik, Bektaşilik gibi ulvi değerlerin yanı sıra Masonluk gibi heterodoks inançların etkisini ortaya koymak gerekmektedir” dedi. Bahsedilen değerleri bir nevi yozlaşma katalizörü olarak kullanan bir kesim seçkinler tabakasının mistik kökenli kimi yaklaşımlardan yola çıkılarak sonuçta kozmopolitliğe uzanan bu süreçte toplumu da peşinden sürüklediğini sözlerine ekleyen Çetin, zamanında resmi politikanın gerekleri icabınca pozitivist bir anlayışla yetiştirilen bir kuşağın nihayet sosyalist olduklarını söyledi. Yazar Çetin, “Değişme, vazgeçilmez bir hadise… Toplum kesimlerinin ortaya çıkması ve değişimlerini anlamadan sağlıklı bir siyasi anlayış ortaya koymak mümkün değildir. Bugün analitik düşünceyle meselelere yaklaşmak, sadece entelektüel bir eğilim değil, aynı zamanda, tarihi bir zorunluluktur. Sıradanlaşan durumlar haline gelen ulusal direncin yitirilmesi ve birliktelik bilincinin zaafa uğraması, yüzeysel analizlerle açıklanabilecek nitelikte olaylar değildir; temellerin sorgulanması gerekmektedir” dedi. 6 M‹MAR VE MÜHEND‹S MİMAR ve Mühendisler Grubu İzmir Şubesi tarafından Gürhan Tahtalı’nın sunumu ile ‘’Türkiyede Biyomedikal Sektörde Fırsatlar’’ konulu seminer gerçekleştirildi. Gürhan Tahtalı sunumunda biyomedikal sektöründeki oyuncular, Türkiye' de biyomedikal sektörünün SWOT analizi, biyomedikal sektöründeki fırsatlar ve üniversitelerimizdeki biyomedikal eğitim müfredatı hakkında bilgi verdi. Gürhan Tahtalı, ülkemizde tıbbi cihaz sektörüne ilişkin bir pazar araştırmasının yok denilecek kadar az olduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürdü; “Tıbbi cihazdaki dışa bağımlılık oranı yüzde 85'tir. Yerli üretim sadece yüzde 15’te kalmaktadır. Dış Ticaret Müsteşarlığı 2006 yılı verilerine göre, tıbbi cihaz malzemeleri sektöründe 1,377,682 dolar tutarında ithalat yapıldığı görülmektedir.” Tahtalı ülkemizde üretilen cihazları şu şekilde sıraladı, “Taş kırma cihazı, ameliyat masaları, ameliyat lambaları, anestezi cihazları,hasta başı monitörleri, elektrokoter, inekolojik masalar, cerrahi aspiratörler, oksijen verme cihazları, röntgen cihaz ve aksesuarları, etilen oksit, buhar ve kuru hava sterilizatörleri, kan alma koltukları, tıbbi gaz sistemleri, santrifüj, karıştırıcılar, hasta yatakları, sedyeler, dişçi ünitleri, hastane bilgi sistemleri (donanım ve yazılımlar), cerrahi aletler.” Sektörün SWOT analizini yapan Tahtalı, biyomedikal sektörünün güçlü ve zayıf yanlarını ve sonrasında fırsatlarının neler olduğunu katılımcılarla paylaştı. Güçlü Yanlar • Ülkemiz bilişim teknolojisine yatkın ve bunu kullanmaya hevesli genç, kalabalık ve dinamik bir nüfusa sahiptir. • Ülkemizde haberleşme altyapısı yeni ve çağdaş düzeydedir. • Eğitim kalitesi yüksek üniversitelerimiz bulunmaktadır. Zayıf Yanlar • Tıbbi cihaz ve aletler genellikle yurt dışından satın alma yoluyla elde edilmektedir. • Mevcut tıbbi cihaz ve aletlerin bakım, onarım ve kalibrasyonunun yapılmasıyla ilgili biyomedikal mühendislik hizmetleri yetersizdir. • Yerli tıbbi cihaz, alet ve sarf malzemesi üretimi (yüzde 15 civarında) yetersizdir. • Üretimin belirli alanlarda ve sınırlı oranlarda yapılması; bununla birlikte yarı mamul veya hammadde açısından dışarıya olan yüksek bağımlılık Fırsatlar • Avrupa Birliği’nin 6. ve 7. Çerçeve programına Türkiye’nin de katılmış olması ve bu şekilde araştırma/geliştirme için Avrupa ülkelerindeki şirket ve üniversitelerle ortak çalışma ve parasal kaynak bulma olanağı doğmuştur. • Halen yurt dışında çalışan konularında uzman olan vatandaşlarımızın dolaylı veya doğrudan sektöre katkıları sağlanabilir. B‹ZDENHABERLER K‹ML‹K BELGES‹ OLMAYAN B‹NA KALMAYACAK MİMAR ve Mühendisler Grubu’nun düzenlediği “Bizbize Sosyolog Süreyya Su; “GÜVENL‹KL‹ S‹TELER TOPLUMSAL BARIfiI VE BÜTÜNLEfiMEY‹ ZEDEL‹YOR” MMG Bizbize Konuşmalar programına konuk olan SosyologYazar Süreyya Su, “Neoliberal Kentleşme ve Siteler” konulu söyleşide hızlı bir dönüşüm sürecinde bulunan İstanbul’un kentleşme durumu ve son zamanların “modası” haline gelen güvenlikli siteler hakkında önemli tespitlerde bulundu. Kapitalist toplumların üretim-tüketim ilişkileri tarafından belirlenen yaşam tarzlarının çeşitli sermaye grupları tarafından teşvik edilen bir çeşit “sanal değerler” yığınından oluştuğunu vurgulayan Süreyya Su, tüm dünyayı aynılaştıran bu tehlikeli akıma bir alternatif geliştirmeye ihtiyacımız olduğunu belirtti. “Marka Şehirler”, “Dünya Şehri”, ve “Uluslararası Şehirler” kavramlarına da açıklık getiren Süreyya Su, Marka Şehir kavramının henüz literatürde geniş ölçüde kabul görmemekle birlikte uluslararası sermaye hareketleri ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde şekillenen ve dünyaya yön veren finans kaynaklı gelişmeler karşısında daha edilgen durumda olan “Uluslararası Şehir” kavramıyla yakından ilişkili olduğunu ifade etti. Süreya Su, Dünya Şehri kavramını ise kapitalist değerlere göre yapılanan ve neoliberal politikaların üretilerek dünyaya ihraç edilmesinde bir çeşit merkez olarak kullanılan şehirler olarak tanımladı. New York, Londra, Paris gibi şehirlerin bir dünya şehri olarak isimlendirilmesinin nedenini bu bölgelerde uygulanan yerel politikaların bile küresel düzeyde yansımasının görülebilmesi ile açıklayan Su, uluslararası sermaye gruplarının ve borsaların da merkezi olan bu şehirlerin bu özellikleri bakımından “Dünya Şehri” olarak kabul gördüklerini söyledi. Süreyya Su ayrıca, kıtalararası sermaye hareketlerinin merkezi olma yolunda ilerleyen İstanbul’un sözü geçen güç merkezleri üzerinde belirleyici, kural koyan ve başat aktör olarak kabul edilmesini sağlayacak fonksiyonları üreten bir konuma henüz ulaşamadığını, bu bakımdan İstanbul’un en azından bir süre daha “Uluslararası Şehir” olarak isimlendirilmesinin daha doğru olacağını kaydetti. Neoliberal kentlerin karakteristik konut sisteminde güvenlikli sitelerin ön planda olduğunu ifade eden Süreyya Su batı toplumlarında yaygın olan güvenlik endişesinin geçerli olabileceğini, fakat İstanbul için durumun daha farklı olduğunu söyledi. Günün belli bir saatinden sonra sokağa çıkmanın bile tehlikeli sayılabileceği bazı metropollere karşın İstanbul’da böyle bir durum yaşanmadığını, buna rağmen insanların güvenlik bahanesi ile statü satın almaya özendirildiğini sözlerine ekleyen Süreyya Su tehlikeli bir “moda” haline gelen güvenlikli sitelerin toplumsal barışı ve bütünleşmeyi zedelediğini belirtti. 8 M‹MAR VE MÜHEND‹S Konuşmalar”a konuk olan Gülnur Onur, “Binalarda enerji performans yönetmeliği ve BEP-Tr kullanımı” konulu bir seminer verdi. Sunumunda Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde çıkarılan “Binalarda enerji verimliliği performans yönetmeliği” ile öncelikli olarak kişi başına düşen enerji tüketimi miktarının düşürülmesinin amaçlandığı söyleyen Gülnur Onur, bu amaca ulaşmak için yürürlüğe konan bazı uygulamalardan söz etti. Ülkemizde tüketilen enerjinin dağılım oranlarına değinen Gülnur Onur, tüketilen toplam enerjinin yüzde 23’ünün ulaşımda, yüzde 35’inin binalarda ve yüzde 42’sinin sanayide kullanıldığını belirtti. Yeni yasayla birlikte tüketim payları arasında en yüksek orana sahip olan sanayi kesimi için özel bir uygulamayla enerji yöneticisi bulundurma zorunluluğunun getirildiğini sözlerine ekleyen Gülnur Onur, bu durumun olumlu bir gelişme olduğunu kaydetti. Çıkarılan enerji kanununa göre binalarda enerji özellikleri hakkında bilgiler içeren “Enerji Kimlik Belgesi” olacak, “Enerji Yöneticisi” görevlendirilecek, Enerji Performans Yönetmeliği’ne uymayan yeni binalara ruhsat verilmeyecek, binalarda ısı kontrol cihazları ve pay ölçerler kullanılacak. Kanunla birlikte ısıtma sistemlerinde kullanılan kazan, kombi gibi enerji tüketen cihaz satışlarında minimum verim şartlarının sağlanması gerekecek. MASI “TAR‹H‹ ESERLER‹N AYDINLAT ÇOK HASSAS PLANLANMALI” Konuşmalar”ın konuğu MMG tarafından düzenlenen “Bizbize i” başlığıyla ma Sistemler olan Muhammet Garip “Kent Aydınlat merkezinde düzenlenen l gene G MM i. ştird ekle gerç bir seminer tarihi süreçte geçirdiği inin mler seminerde kent aydınlatma siste Muhammet Garip, yeayan başl a mun değişimleri aktararak sunu kıyasni aydınlatma ürünlerinin eskileriyle nrları unsu nlük bütü ve tik este landığında dan yoksun olduğunu ifade etti. çev“Kullanılan aydınlatma lambalarının nde önü göz an zam reyle uyumunu her bulunduran eski anlayışın günümüzde p, maalesef terk edildiğini belirten Gari giren a usun kon “Kentsel planlamanın da muşşehir estetiği bakımından zaaflar oluş mlerinin tasarsiste a nlatm aydı r şehi p, Gari . tur,” dedi u, estetik, çevresel ğun oldu lanmasının çok hassas bir mesele çok etkeni bir arada pek gibi klik omi bütünlük, ergonomi, ekon ele almak gerektiğini söyledi. ayağının da tarihi ve turisAydınlatma sistemlerinin bir önemli an Muhammet Garip, ulay vurg tik eser aydınlatması olduğunu inin çok verimli bir sept kon a nlatm doğru planlanmış bir aydı Muhammet Garip, gelişmiş pazarlama unsuru olduğunu söyledi. ve binaların etkileyici biAvrupa şehirlerinde önemli meydan üğünü ve bir turizm pogörd ilgi çimde aydınlatılmasıyla büyük tansiyeli oluştuğunu sözlerine ekledi. ‹stanbul ‹l Özel ‹daresi Genel Sekreter Yard›mc›s› Ümit Ünal; “YEREL YÖNET‹MLERDE YÖNET‹M ANLAYIfiI DE⁄‹fi‹YOR” ISI POMPALARI HAYATIMIZA G‹RMEYE BAfiLIYOR MMG Bizbize Konuşmalar programının konuğu olan Şükrü Dinçer, ekolojik, ekonomik ve verimli olması nedeniyle son zamanlarda ağırlıklı olarak tercih edilmeye başlanan ısı pompaları hakkında katılımcılara önemli bilgiler verdi. Isı pompaları teknolojisinin ve verimliliğinin artırılarak kullanımının yaygınlaşması için kapsamlı Ar-Ge faaliyetleri yürüttüğünü belirten Şükrü Dinçer, esas olarak ısı üretmeyen, sadece çeşitli ısı kaynaklarından aldığı enerjiyi pompalayan bir sistem olarak tanımladığı ısı pompalarının 1 kw’lik enerji tüketerek 7 kw’lik enerji toplayabildiğini belirtti. Isı pompaları temel olarak çeşitli kaynaklardan topladıkları enerjiyi belli bir sisteme yönlendirmek için kullanılıyor. En yaygın sistem ise toprak kaynaklı ısı pompaları. Bu sistemde yerin altına belli bir derinliğe gömülen borular içindeki su, topraktaki mevcut ısıyı toplayarak belli bir kaynağa taşıyor. Boruların gömüldüğü derinliğe ve kullanılan malzemenin niceliğine göre değişen miktarlarda enerji toplayan sistem hiçbir ekolojik bozulmaya neden olmuyor ve ilk yatırım maliyeti dışında bir işletme maliyeti gerektirmiyor. İklim koşulları nedeniyle toprağın daha soğuk olduğu Avrupa ülkelerinde bile konut ısıtmasında kullanılan sistemin son derece verimli çalıştığını belirten Şükrü Dinçer, iklimin daha sıcak olduğu Türkiye’de Avrupa’ya kıyasla yüzde 400 oranında daha yüksek verim sağlayabileceğini, bu durumun Türkiye’de toprak ısısı değerlerinin daha yüksek oluşundan kaynaklandığını belirtti. Isı pompalarının kullanımının henüz yaygınlaşmadığını ve Türkiye için çok bakir bir yatırım alanı olduğunu sözlerine ekleyen Dinçer, bu sahada yatırım yapmak isteyenlerin Ar-Ge ağırlıklı çalışmalar yürüterek yüksek oranda hibe ve teşvik alabileceklerini, ayrıca sistemi kullanan tüketicilerin de dolaylı olarak bu hibelerden yararlanabileceklerini söyledi. MMG tarafından düzenlenen “Bizbize Konuşmalar” programına katılan MMG üyeleri İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı ve MMG Yönetim Kurulu Üyesi Ümit Ünal’ın il özel idarelerinin yeri ve önemi hakkında verdiği semineri dinledi. İl Özel İdareleri’nin yapısı, görev ve yetkileri, faaliyet alanları ve demokratikleşme-yerelleşme sürecindeki önemine değindiği sunumunda Türkiye’nin son zamanlarda bu alanda önemli hamleler yaptığını belirten Ümit Ünal, gelecek yılların daha demokratik, katılımcı ve şeffaf bir anlayışı kaçınılmaz kıldığını vurguladı. Ünal konuşmasına şöyle devam etti, “Yerel yönetim kavramı genel olarak belli bir coğrafyada yaşayan bireylerin bir araya gelerek kendilerini ilgilendiren konularda hizmet üretmek amacıyla kurdukları, karar organları yerel toplulukça seçilen, görevleri yasayla belirtilen, özel bir bütçeye sahip ve merkezi yönetim ilişkilerinde özerk bir yapı şeklinde tarif edilebilir. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere bu tip yerel yönetimler katılımcı demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak kabul görüyor ve dünyanın her yerinde giderek artan bir yerelleşme-yerinden yönetim kültürü gelişiyor.” Yerel yönetimler üzerinde merkezi denetimin kaldırılması konusunda yürütülen çalışmalar neticesinde meydana gelen gelişmelerden bahseden Ümit Ünal, bu yönetimlerde halkın daha fazla söz sahibi ve daha aktif olduğunu belirtti. Günümüz manasında yerel yönetimlerin teşekkül etmesi ve gelişmesi Avrupa coğrafyasında 20. yüzyıl sonlarına doğru mümkün olduğunu belirten Ünal, “Adem-i merkeziyetçi bir anlayışla tebaalarını yöneten Osmanlı Devleti bu yaklaşımı köklü bir gelenek şeklinde, çağdaşlarına ve gelecekteki devletlere örnek teşkil edecek şekilde uygulamıştı” dedi. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 9 B‹ZDENHABERLER MMG ‹ZM‹R fiUBES‹ Ö⁄RENC‹LERLE BULUfiTU B‹LG‹SAYAR GÜVENL‹⁄‹ KULLANICISININ EL‹NDED‹R YAŞAR Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Kariyer Günleri’, birçok sektörde kendi alanında yetkin çok sayıda ismi öğrencilerle bir araya getirdi. İş hayatı konusunda merak ettikleri sorulara yanıt bulan öğrenciler, firma temsilcileri ile staj ve işe girebilme konusunda görüşme imkânına kavuştu. Yaşar Üniversitesi’nin düzenlediği “Kariyer Günleri” kapsamında firma buluşmaları etkinliğine MMG İzmir Şubesi adına şube üyelerinden Mehmet Ali Günay, Yavuz Toprak, Rüştü Onduk, Tahir Koru ve Eser Pala katıldı. MMG İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Eser Pala‘nın insan kaynakları oturumları programında öğrencilere MMG’nin tanıtımı ve girişimcilik eğitimi üzerine sunum yapıldı. MMG Bursa Şubesi tarafından düzenlenen kahvaltılı toplantıların konuğu Beyaz Net Genel Müdürü Mehmet Fatih Zeyveli ve Bilgi Üniversitesi Bilişim Hukuku Öğretim Görevlisi Murat Göçe oldu. İnternetin yol açabileceği tehlikeleri ve alınması gereken tedbirleri sıralayan konuşmacılar bilgi güvenliği hakkında da önemli açıklamalarda bulundu. Dolandırıcılığın internetin her alanında kullanıcıların karşısına çıkabileceğini dile getiren Öğretim Görevlisi Murat Göçe, bu alanda yüzde yüz koruma sağlamanın mümkün olmadığını, bu nedenle de kullanıcıları çevrimiçi güvenliklerini bizzat kendilerinin almaları ve buna göre hareket etmeleri konusunda uyardı. Göçe, kişisel olarak alınması gereken bazı önlemleri şu şekilde sıraladı: “Antivirüs programı kullanmak, güncellemeleri düzenli olarak yapmak, kişisel bilgileri açık kaynakları kullanarak yayımlamamak, bilinmeyen veya güvenliğinden emin olunmayan sitelerden herhangi bir şey indirmemek, şüpheli spam ve e-posta olarak duran linklere tıklamamak, kullanıcısından emin olunmayan e-postaları açmamak, özellikle kolay para vaat eden ve çok cazip tekliflerin tuzağına düşmemek.” Hükümetlerin ise bu konuda artık daha dikkatli olmaları gerektiğini ifade eden Göçe, İran’da bulunan bir nükleer santrale yapılan virüs saldırısı sonrası yapılan incelemede bulunan kodların İran ile ihtilaf halinde bulunan bir ülke tarafından gerçekleştirildiğine dair önemli bulgular tespit edildiğinin altını çizdi. Beyaz Net Genel Müdürü Mehmet Fatih Zeyveli ise şans oyunları ve diğer para kazanma yolları ile ilgili gelen e-posta iletilerinin tehdit oluşturabileceğini belirterek, “Örneğin, büyük miktarda bir parayı sizin hesabınıza transfer etmek gibi çeşitli parasal işlemler için izninizi talep eden e-posta mesajları risk oluşturabilir veya tanımadığınız birisinden size önemli miktarda miras kaldığı veya katılmadığınız bir piyangodan ikramiye kazandığınızı belirten iletiler başlıca tehdit unsurlarıdır” dedi. Bir diğer önemli tehdidin sahte güvenlik yazılımları olduğunu belirten Zeyveli, “İnternette gezinirken, bilgisayarınızın güvende olmadığını belirten web sayfalarıyla veya pop-up pencereleriyle karşılaşabilirsiniz. Yine benzer ifadeleri içeren e-posta iletileri alabilirsiniz. Size önerilen yazılımı indirdiğiniz takdirde, farkında olmadan sisteminize zarar verebilirsiniz ve ayrıca ihtiyaç duymadığınız bir yazılıma da para vermiş olursunuz” dedi. 10 M‹MAR VE MÜHEND‹S MMG’den fiehir Sempozyumu “fiEH‹RLER‹M‹Z‹N GELECE⁄‹, TEHD‹TLER VE FIRSATLAR” YARINLAR için yaşanabilir ve sürdürebilir ekolojik şehirlerde yaşamak, tüm insanlığın en temel haklarındandır. Şehirlerimizin tarih ve kültürel geçmişleri; estetik ve ekonomik gelişimleri; tarım, iklim, sosyal ve çevre bağlantıları; siyasal ve toplumsal gerçekleri bilimsel araştırmalarla değerlendirilerek ortaya çıkan sorunların belirlenmesi, yaşanabilir kent ortamının ve kentlilik bilincinin oluşturulması gerekmektedir. Bu amaçla gerçekleştirilecek şehirleşmedeki ana hedeflerin başında afetler (deprem, sel, heyelan vs…) öncesi riskleri azaltmak adına çok yönlü tedbirlerin etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ve şehir politikalarının geniş ölçekte planlanmış olmasıdır. Şehirleşme olgusu içindeki ilgili meslek disiplinleri, kamu kurumları; sivil toplum kuruluşları, kentleşme sürecine ve kent politikalarına doğrudan katıldığı süreç ve yöntemlerde birlikte olmalıdır. Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından 19 Kasım 2011 tarihinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’inde düzenlenecek “Şehirlerimizin geleceği, tehditler ve fırsatlar” ana temalı bu sempozyum ile şehir ve insan için yapılacak tespitler, sorunlar ve çözümleri, katılımcılarla ortaya konulmaya çalışılacaktır. Mustafa Yanartafl; “F‹RMALAR ‹HT‹YAÇLARINI DO⁄RU BEL‹RLEMEL‹D‹R” MMG S‹V‹L HAVACILIK FUARINDA NUR‹ DEM‹RA⁄’I ANLATTI THY Teknik A.Ş. tarafından düzenlenen ve sivil havacılığın yerli sanayici ile buluştuğu TÜHESFO 2011 - II. Türk Havacılık Endüstrisi Sergisi ve Forumu’nda Mimar ve Mühendisler Grubu da katılımcılar arasında yer aldı. Fuar kapsamında sergilenen uçak parçaları, yıllık kullanım adetleri ve fiyat bilgileri ile havacılık sektörünün ne kadar yüksek katma değere sahip olduğunu çok açık bir şekilde ortaya kondu. Ülke olarak üretim kabiliyetlerimiz arasında yer almasına rağmen çoğu parçada patent engeliyle karşılaşmaktayız. Bu engelin aşılması ancak Ar-Ge ağırlıklı çalışmalar yapıp üretim hakkı ve standardizasyon kıstasları gibi değerleri ortaya koymakla mümkün olacaktır. Katılımcılara Türk Sivil Havacılığının öncü isimlerinden Nuri Demirağ’ı da tanıtmayı amaçlayan Mimar ve Mühendisler Grubu ziyaretçilerin beğeni ve takdirlerini topladı. Birçok uluslararası uçak, motor ve komponent imalatçısının ilgisini Türkiye’ye çeviren etkinlik, havacılık sektöründe uluslar arası standartlarda hizmet üreten Türk sivil havacılığının aynı zamanda mühendislik uygulamaları ve bilgi birikimi bakımından da ileri düzeyde olduğunu gösterdi. MMG “Bizbize Konuşmalar” programına konuk olan ERP sistemleri uzmanı Mustafa Yanartaş, verdiği “E-Dönüşüm - ERP sistemleri” konulu seminerle firmaların kaynak yönetim organizasyonunu yazılım ortamında barındırmaya yarayan çalışmalardan bahsetti. ERP sisteminin her şeyden önce kurumun tüm bileşenlerinin bir bütün olarak görülmesini sağladığını belirten Yanartaş, ERP uygulamaları sayesinde iş süreçlerinin spesifik olarak tanımlanabildiğini, bu sistemlerin modüler yapıda olduğunu, farklı sistemlere entegre olabildiğini ve kurum sınırlarının ötesine ulaşma imkanı sunduğunu söyledi. Sağladığı faydalara rağmen, ülkemizde ERP sistemlerinin etkin kullanımı konusunda eksiklikler olduğunu da belirten Yanartaş, bu durumda hem işletmelerin hem de ERP sistemleri üreten yazılım firmalarının payı olduğunu belirtti. Mustafa Yanartaş, firmaların özellikle ihtiyaçlarını doğru tespit etmesinin ve doğru çözümlere yönelmesinin proje başarı oranını büyük ölçüde etkilediğini de sözlerine ekleyerek, “Firma öncelikli olarak nelere ihtiyaç duyduğunu tam olarak bilmeli ve kesin ilkeler belirlemeli. Ardından bu ihtiyaçlara cevap olacak yazılımı mutlaka bir danışman aracılığıyla temin ederek sonraki proje etaplarına geçmelidir” dedi. U MMG YAPI FUARI ‹STANBUL 2011’DE Z‹YARETÇ‹LERLE BULUfiT İstanbul TÜRKİYE’NİN en büyük yapı fuarlarından olan Uluslararası Yapı Fuarı arı çalışmal ilerine ziyaretç fuar Grubu isler 2011’e katılan Mimar ve Mühend elerini hakkında bilgiler sundu. Yapı sektöründe geleceğin teknoloji ve malzem yoğun ilerden ziyaretç Grubu isler Mühend ve Mimar te ziyaretçilere açan etkinlik lebilir sürdürü müsait, e dönüşüm duyarlı, çevreye rın konutla e Özellikl ilgi gördü. dünyası iş erde malzemelerden inşa edilmesi konusundaki tezlerinin son döneml tarafından da benimsenmeye başladığını müşahede eden MMG bu yöndeki çabalarına yeni açılımlar sağlayacak temaslarda bulundu. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 11 B‹ZDENHABERLER Asya ile Avrupa kıtalarını deniz altından dünyanın en derin batırma tüp tüneli ile birbirine bağlayacak olan proje İstanbul’daki deniz ve diğer metro ulaşımlarını entegre ederek ana ulaşım koridoru olacak. Günde ortalama 1 milyon insanı taşıyacak olan projeyle transit taşımacılık kapasitesi ciddi oranda artmış olacak. ASYA VE AVRUPA MARMARAY ‹LE BULUfiUYOR MMG tarafından düzenlenen teknik gezi kapsamında çalışmaları son aşamaya gelmiş olan Marmaray Projesi’nin Üsküdar şantiyesini ziyaret eden MMG heyeti şantiyede incelemelerde bulundu. Gezi sırasında MMG heyetine rehberlik eden İnşaat Mühendisi Gökhan Bakır dünyanın en derin batırma tüp tüneli olma özelliği taşıyan çalışmanın ayrıntılarını aktardı. “Marmaray Projesi” Asya ile Avrupa kıtalarını deniz altından dünyanın en derin batırma tüp tüneli ile birbirine bağlayacak olan proje İstanbul’daki deniz ve diğer metro ulaşımlarını entegre ederek ana ulaşım koridoru olacak. Günde ortalama 1 milyon insanı taşıyacak olan projeyle transit taşımacılık kapasitesi ciddi oranda artmış olacak. Üç etaptan oluşan projenin ilk etabı demiryolu ile boğaz tüp geçişi, tüneller ve istasyon inşaatları yapılmasını; ikinci etabı GebzeHaydarpaşa, Sirkeci-Halkalı Banliyö hatlarının ve inşaat-elektrik ve mekanik sistemlerin iyileştirilmesi, ihale aşamasında olan 3. etap ise yeni demiryolu araçlarının temin edilmesi işlemlerinden oluşuyor. “Depreme en dayanıklı sistem” Çalışmaları süren projenin diğer ülkelerdeki örneklerinden bahseden Mühendis Gökhan Bakır, aynı teknikle inşa edilen Japonya-Kobe Tüneli’nin 1995 depremini, San Fransisco Bart Tüneli’nin 1989 depremini hasar almadan atlattığını belirterek 12 M‹MAR VE MÜHEND‹S Marmaray Projesi ile tamamlanacak olan tünelin de 9.2 şiddetindeki bir depremden bile hasar almadan kurtulacak dirençte olduğunu ifade etti. Her biri ortalama 18 bin ton ağırlığında olan 11 elemanlı tüp tünel 15.5 metre genişliğinde ve 8,75 metre yüksekliğinde. Tuzla tersanelerinde kuru havuzda imal edilen dev tünel elemanları daha sonra römorkörlerle sürüklenerek açılan hendeğe yerleştirildi. Tünelde ayrıca her 125 metrede bir diğer hatta geçiş koridorları bulunuyor. “Ekosistem projenin her aşamasında dikkate alınıyor” Proje kapsamında yapılan kazılar sırasında İstanbul’un tarihinin de açığa çıkarıldığını belirten yetkililer, bu konuda son derece duyarlı hareket ettiklerini ve kazılar sırasında çıkan çeşitli tarihi eserlerin korunması için ilgili kurumlarla müşterek hareket edildiğini belirtti. Söz konusu tarihi eserlerin korunması ve zarar görmeden müzeye alınması bir ek bütçe yapıldığını sözlerine ekleyen Mühendis Gökhan Bakır, bu kapsamda şimdiye kadar 580 milyon dolar harcandığını söyledi. Projenin bir diğer ayırt edici özelliği ise çevre konularına son derece duyarlı hareket edilmesi. Balıkların yumurtlama ve göç dönemlerine engel olmayacak şekilde yürütülen çalışmalar sırasında boğaz sularına zararlı atıkların salınmaması için uzman ekipler eşliğinde arıtma çalışmaları yapılıyor. Enerji ‹flleri Genel Müdür Yard›mc›s› Hayati Çetin; “ALTERNAT‹F ENERJ‹ KAYNAKLARI ARTIK ZORUNLULUKTUR” MMG ‹ZM‹R fiUBES‹ TARAFINDAN ENERJ‹ VER‹ML‹L‹⁄‹ AKADEM‹S‹ SPONSORLU⁄UNDA DÜZENLENEN KAHVALTILI TOPLANTININ KONU⁄U ENERJ‹ ‹fiLER‹ GENEL MÜDÜR YARDIMCISI HAYAT‹ ÇET‹N OLDU. “TÜRK‹YE’N‹N ENERJ‹ GÖRÜNÜMÜ VE DÜNYADAK‹ ENERJ‹ TÜKET‹M‹” BAfiLIKLI SUNUMUYLA TÜRK‹YE’N‹N VE DÜNYANIN ENERJ‹ TÜKET‹M‹ DURUMUNU MASAYA YATIRAN HAYAT‹ ÇET‹N TÜRK‹YE’N‹N G‹DEREK ARTAN B‹R ENERJ‹ TALEB‹ ‹Ç‹NDE BULUNDU⁄UNU VURGULADI. MMG İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut’un açılış konuşmasının ardından söz alan Hayati Çetin, Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerde dışa bağımlılığın azaltılması gerektiğini belirtti. Bunun için de enerji verimliliğinin artırılması, enerji yoğunluğunun azaltılması ve enerji tasarrufu konusunda toplumsal bir bilinç oluşması gerektiğini belirten Çetin, “Türkiye’de 2020 yılına kadar elektrik sektörü yatırım ihtiyacı yaklaşık 100 milyar USD değere ulaşacaktır” dedi. Enerjinin, özellikle de elektrik enerjisinin insan yaşamında tartışılmaz bir önceliğe sahip olduğunu da belirten Çetin, “Enerjisiz bir yaşam günümüz koşullarında neredeyse olası değildir. Gelişen teknoloji ve artan enerji açığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yeni enerji kaynakları üzerinde daha fazla düşünülmesini ve hızlı bir şekilde alternatiflerin üretilmesini gerekli hale getirmiştir” dedi. Çetin, yaşam-enerji ilişkisinin alternatif enerji kaynaklarına duyulan ihtiyacı gözler önüne getirdiğini söyledi. “Enerji talebindeki artışla OECD ülkelerini geride bıraktık” Enerji sektörü ile ilgili önemli bilgiler veren Çetin sunumunda katılımcılarla şu bilgileri paylaştı, “ETKB verilerine göre 1990 - 2008 döneminde ülkemizde birincil enerji talebi artış hızı aynı dönemde dünya ortalamasının 3 katı olarak yüzde 4,3 düzeyinde gerçekleşti. Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde geçtiğimiz 10 yıllık dönemde enerji talep artışının en hızlı gerçekleştiği ülke durumunda yer alıyor. Aynı şekilde ülkemiz, dünyada 2000 yılından bu yana elektrik ve doğalgazda Çin’den sonra en fazla talep artışına sahip ikinci büyük ekonomi konumunda. Türkiye`de kişi başına elektrik enerjisi tüketimi 2009`da 2.699kWh (brüt) seviyesinde olmuştur. 2010 gerçekleşme tahmini ise 2.871kWh`dir. Bu değerler 8.900kWh`lik gelişmiş ülkeler ortalamasının üçte birinin altındadır. Kişi başına yıllık elektrik enerjisi tüketimi dünya ortalaması 2600 KWh, gelişmiş ülkelerde 8.900, ABD`de 12.322, Türkiye`de ise 2.871 kwh`dir.” “Alternatif enerji kaynaklarına yönelmek zorundayız” Sürdürülebilir bir gelecek için yeni fikirlere ve eylem programlarına ihtiyaç vardır. Enerjiye ucuz, güvenilir, kaliteli, yeterli ve sürdürülebilir şekilde erişim temel bir insan hakkıdır. Dünya ölçeğinde enerji sorununun çözümü için işbirliğinin artması ve çözümler geliştirilmesi için Dünya Enerji Konseyi (WEC) ve Birleşmiş Milletlere ve bağlı kuruluşlarına görevler düşmektedir. ETKB tarafından yapılan projeksiyonlar bu eğilimin orta vadede de devam edeceğini göstermektedir. 2008 yılı sonu itibariyle,106,3 milyon değerine ulaşan birincil enerji tüketiminin, referans senaryo olarak adlandırabileceğimiz kabuller çerçevesinde, 2020 yılına kadar olan dönemde de yıllık ortalama yüzde 4 oranında artması beklenmektedir. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 13 B‹ZDENHABERLER Mimar Semih Akfleker; “‹NSAN MERKEZL‹ M‹MAR‹ ANLAYIfi GEREKL‹” KONUT, MESKEN VE MÜLK‹YET ALGIMIZIN ÇOK HIZLI VE DO⁄AL OLMAYAN KOfiULLAR ALTINDA DÖNÜfiTÜ⁄Ü GÜNÜMÜZDE YAfiAM ALANLARIMIZIN TASARIMINDA ‹HT‹YAÇ DUYDU⁄UMUZ REFERANSLAR DA UNUTULMAYA YÜZ TUTMUfi HALDE. BU TEHL‹KEL‹ SÜREC‹N ÖNÜNE GEÇ‹LEB‹LMES‹ ‹Ç‹N FARKINDALIK ÜRETMEYE ÇALIfiAN M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU, KONUNUN UZMANLARINDAN M‹MAR SEM‹H AKfiEKER’‹ KONUK EDEREK “‹SLAM TOPLUMUNUN M‹MAR‹ DE⁄ERLER‹” KONULU B‹R SEM‹NER DÜZENLED‹. Apartmana Hayır” isimli kitabıyla tanınan Mimar Semih Akşeker, Müslüman bir toplumda insani, çevreye ve topografyaya duyarlı, sürdürülebilir, sosyal ve ekonomik ilişkileri insan merkezli bir anlayış çerçevesinde geliştirmeyi mümkün kılacak bir mimari anlayışın hakim olması gerektiğine işaret ederek şu görüşleri ortaya koydu: “ Sömürgeci zihniyetin ilk tezahürü: Apartmanlar Apartmanlar sanayi toplumunun dönüşümü sırasında ortaya çıkan kapitalist, faydacı, ulvi değerlerden uzak ve seküler bir anlayışın ürünüdür. İnsanların çok ağır şartlar altında çok uzun sürelerle çalıştırıldığı fabrikalara daha yakın olabilmeleri için çözüm olarak benimsenen apartman bu yıllarda mahremiyet, hürriyet, şahsiyet ve aile gibi mevhumlara hizmet etmekten çok uzak olarak bir çeşit “toplu barınak” şeklinde tasarlanmış ve böyle kullanılmıştır. Temelinde böylesine bir anlayışın yattığı apartman günümüzün Türk – İslam toplumunun değerleriyle bağdaşmamakta ve yozlaşmaya neden olmaktadır. 14 M‹MAR VE MÜHEND‹S Apartman modelini ortaya koyan zihniyet insanların nasıl bir çevrede ne tür sosyal ilişkiler çerçevesinde yaşamaya ihtiyaç duyacağı konusuyla ilgilenmez. Bu zihniyet insanları sadece kapitalizme hizmet eden üretim araçları olarak görürken onlardan aynı zamanda tüketici olarak yararlanmayı amaçlar. Apartman modeli baskıcı ve tahakkümcü bir anlayışın ürünüdür ve özgürlük karşıtıdır. Mülkiyet konusunda her zaman karanlık noktaları bulunur ve bu bakımdan sanal bir değerdir. Bu konuda birikmiş tecrübe sahibi olan Avrupa ülkelerinden Fransa halkı, apartmanla ilgili olarak yapılan referandumda yüzde 73 oranında müstakil evlere destek vererek güzel bir örnek sergilemiştir. “Kanser vakalarının yüzde 14’ünden sorumlu” Apartmanlarda kullanılan malzemelerin yüzde 75’i insan sağlığına zararlı maddelerden oluşur. Özellikle beton, radyoaktif radon gazı yaydığı için yüksek oranda kanserojendir. İngiltere ve Amerika’da bu konuda yürütülen çalışmalar sonucunda kanser vakalarının yüzde 14’ünün beton tarafından yayılan radon gazından kaynaklandığı tespit edilmiş ve bunun ardından bu ülkelerde betonarme binaların her odasında hava tahliye mazgallarının bulundurulması şart kılınmıştır. “Olası bir depremin sonuçları dehşet verici olacaktır” Eski istatistiklere göre yüzde 13’lük bir yıkıma neden olan İstanbul depremi yaklaşık 200 olimpiyat stadı boyutlarında bir moloz döküm alanı gerektirmektedir. Böyle bir durumda meydana gelecek ekolojik yıkımın boyutları korkunç olacaktır. İstanbul’daki konutların yüzde 50’si sağlıklı kullanım ömrünü doldurmuş, felakete davetiye çıkarmaktadır. “Yolsuzluk ve mirasyediliğin müsebbibi” Apartmanın olumsuz etkilerinden biri ise kamuda yolsuzluklara (kat izni, imar izni v.b. nedenlerden dolayı) imkan tanımasıdır. Türkiye’de 1 milyon kişi kira geliriyle yaşamakta, ekonomiye katılmamaktadır. Bu da arsa rantından kaynaklanan ve apartmanlar sayesinde ortaya çıkan bir dengesizliktir. Dikey yapılaşmanın ve betonarme yapıların olumsuz yönlerini bu şekilde ortaya koyduktan sonra hangi değerlere göre ve ne şekilde bir yapılaşma anlayışına gerek duyulduğuna değinen Mimar Semih Akşeker, şu ilkeleri ortaya koydu: ADALET: Kur’an’ı Kerim değerleri vaaz eder. Biz de bu değerleri alır ve kullanırız. Başta mimaride adaletli olunmalıdır. Mimar Sinan’ın eserleri adaletlidir. Işık-Gölge oranı adalet çerçevesindedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisinde, komşu haklarından söz ederken şunu söylemişlerdir, “Ev yapacaksan, komşunun manzarasını ve rüzgarınıkapatamazsın” İmar Kanunu yerine bu hadis kullanılsa birçok problem çözülür. Firuz Ağa Camii’nin minaresinin yerinin değiştirilmesi Osmanlı’nın bu konudaki hassasiyetinin önemli göstergelerindendir. TEVAZU: Şehirlerde tevazu vazgeçilmez olmalıdır. Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’deki tek odalı bir ev ve kerpiçten evi Osmanlı’ya da esin kaynağı olmuştur. O dönemde taş işçiliğinde muazzam beceriye sahip olan Türkler, tevazularından ve fanilik düşüncesinden dolayı ancak bir insan ömrüne vefa eden ahşap yapıları tercih etmiş, ölümlü hayatın hakikatini mimari eserlerine böylece yansıtmıştır. SADELİK: Tevazu ile yakın ilişki halinde bulunan bu ilke, süs ve gösterişten uzak binalar inşa edilmesi gerektiğine işaret eder. Tasarımlarımızda ek maliyetleri ve dolayısıyla israfı getiren süslemelerden uzak durulmalı, fonksiyonel yaşam alanları üretmek esas maksat olmalıdır. Süleymaniye sade ve basit bir yapımı olmasına rağmen dünyanın en iyi 10 yapısı arasındadır. Çünkü amacına hizmet etmesi için en uygun şekilde yapılmıştır. Süleymeniye’de kesme taş kullanılırken, şu anki yapılarda 75’ e yakın yapı malzemesi kullanılmaktadır. Mimar Sinan Süleymaniye’ye sıva ve boya vurdurmamıştır. Sadece 10m2 çini kullanmıştır. Bu da Kanuni’ nin gösterişe meraklı olmasındandır. FANİLİK DÜŞÜNCESİ: Kur’an-ı Kerim “Siz koca binalar yaparak temelli kalacağınızı mı sanıyorsunuz” ayetleriyle insanlığa önemli bir mesaj vermektedir. Batı mimarisinde kalıcılık ve zamana meydan okuma hırsıyla ortaya konan ihtişamlı taş binalar, Müslümanlarca tercih edilmemiş, sağlıklı, dönüşümü kolay ve ömrü kısa olan ahşap ve kerpiç malzemeler mimarimizin temel malzemeleri olmuştur. Mimar Turgut Cansever’in bu konudaki tespiti şu şekildedir, “Fonksiyonu kıyamete kadar değişmeyecek olan yapılar (camii, medrese vb.) taş ile yapılıyor. Fonksiyonu değişecek olanlarsa ahşap ve kerpiçten yapılıyor.” MAHREMİYET: Kur’an kişileri ve yerleri bildirmiştir. Harem ve selamlık olarak ayırmıştır. Harem ev halkı için selamlık ise misafirler için ayrılmıştır. Batıda mahrem kavram olmadığı için apartmanlarda da buna önem verilmemiştir. Avrupa’nın balkon kültürüne karşın bizde avlu kültürü vardır. Mahremiyetin korunduğu alanlarda güven hissi pekişen aile bireyleri daha sağlıklı, güçlü ilişkiler kurma imkanına kavuşacaktır. Bu bakımdan cam kaplama binalar ve benzeri uygulamalardan uzak durulmalıdır. TAKLİTTEN KAÇINMAK: Kültür ürünleri, onları ortaya koyan toplumun iç âleminin yansımasıdır. Bizim mimarimizde balkon, teras, antre v.b. donatılar tamamen yabancı kaynaklı ve eğreti birimler olarak yer almıştır. Kavramsal olarak da bize ait olmayan bu donatılar geleneksel mimarimizde yoktur. Geleneksel mimarimiz, fonksiyonel kullanım alanları üretirken antre, balkon, teras gibi ölü alanlar üretmekten kaçınmıştır. İKTİSATLI OLMAK: Hayatın her alanında olduğu gibi mimari konusunda da tasarrufu elden bırakmamalıyız. Tamamen nüfus yoğunluğuna dayanan rant alanlarında reel değerinin çok üzerindeki konutlar için yapılan harcamalar bozuk işleyişin devamına katkı sağlaması bakımından ahlaki zaaflar barındırmasının yanı sıra dinimizce kesin şekilde yasaklanan israfa neden olması bakımından da kaçınılması gereken bir durumdur. HALİFELİK: Bu kavramı kısaca emanet şuurunda inşa etmek şeklinde özetleyebiliriz. İnsan dışında doğayı kirleten başka bir canlı yoktur. Yapı faaliyetleri, sanayinden sonra çevreyi en fazla kirleten unsurdur. Beton, dünyadaki CO2’nin yüzde 14’ ünü salgılıyor. Laminant parke içerisindeki kimyasallar kanserojen madde içeriyor. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 15 B‹ZDENHABERLER MMG, 17. Uluslararas› Enerji ve Çevre Fuar› ve Konferans›’nda panel düzenledi. “ENERJ‹DE YERL‹ ÜRET‹M” M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU TARAFINDAN 17. ULUSLARARASI ENERJ‹ VE ÇEVRE FUARI VE KONFERANSI’NDA “ENERJ‹DE YERL‹ ÜRET‹M” KONULU B‹R PANEL DÜZENLEND‹. ENERJ‹ P‹YASASI DENETLEME KURULU ÜYES‹ FAT‹H DÖNMEZ, TUB‹TAK’TAN DOÇ. DR. MUSTAFA T‹R‹fi, ENERTÜRK A.fi. GENEL MÜDÜRÜ HAKAN KARABAY VE TEMSAN YÖNET‹M KURULU ÜYES‹ HAL‹L TOKEL’‹N KONUfiMACI OLARAK KATILDI⁄I PANEL‹N OTURUM BAfiKANLI⁄INI M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU GENEL BAfiKANI AVN‹ ÇEB‹ YAPTI. “Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak stratejik hedeflerimiz arasında olmalı” Panelin açılış konuşmasında kısa bir bilgilendirmede bulunan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Türkiye’nin enerji ihtiyacını yüzde 75 oranında dış ülkelerden temin ettiğini, bu ithalat oranının 50 milyar dolar düzeyindeki cari açığımız içinde önemli bir paya sahip olduğunu ve Türkiye’nin bu konuda Ar-Ge destekli çalışmalar yürütmesi gerektiğini vurguladı. Enerji Piyasası Denetleme Kurulu adına sunum yapan ve aynı zamanda MMG Üyesi olan Fatih Dönmez, Ar-Ge merkezli enerji üretimi faaliyetlerinin ülkemizde yeterli düzeyde olmamakla birlikte son 4 yıllık süreçte bu konuya büyük kaynak ayrıldığını ve çalışmaların en yoğun düzeye ulaştığını ifade ederek, gelecekte Türkiye’nin enerji üretiminde yerli katkının önemli ölçüde artacağını vurguladı. EPDK Üyesi Fatih Dönmez, “Bir düzenleyici 16 M‹MAR VE MÜHEND‹S kurulun üyesi olarak, bu piyasanın en önemli sac ayağının Ar-Ge ve teknoloji gelişimi olduğuna inandığım için yerli üretici, Ar-Ge ve hizmet sektörünün ortak çabası oluşmadan bu konuda bir ilerleme kaydedilemeyeceğini her zaman ifade etmekteyim,” dedi. “Kamu desteği şart” ENERTÜRK A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi Hakan Karabay, küçük rüzgâr türbinleri üretimi ve bu alanda sektörün yaşadığı sorunlar hakkında bilgi verdi. Dünya Rüzgar Enerjisi Birliği tarafından 2010 yılı sonu itibariyle açıklanan rakamlara göre kurulu rüzgar enerjisi gücünün 196 bin 630 megawatt düzeyinde olduğunu ifade eden Karabay, bu rakamın dünya üzerindeki elektrik ihtiyacının yüzde2.5’ine tekabül ettiğini ve bu oranın giderek artmakta olduğunu belirtti. Sektöre son yıllarda yaptığı yatırımlarla kurulu rüzgâr enerjisi santralleri sıralamasında ilk sıraya yerleşen Enerji Piyasası Denetleme Kurulu Üyesi Fatih Dönmez, TUBİTAK’tan Doç. Dr. Mustafa Tiriş, Enertürk A.Ş. Genel Müdürü Hakan Karabay ve TEM SAN Yönetim Kurulu Üyesi Halil Tokel’in konuşmacı olarak katıldığı panelin oturum başkanlığını Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi yaptı. 2010 yılı sonu itibariyle açıklanan rakamlara göre kurulu rüzgar enerjisi gücünün 196 bin 630 megawatt düzeyinde, bu rakamın dünya üzerindeki elektrik ihtiyacının yüzde 2.5’ine tekabül ettiğini ve bu oranın giderek artmakta. Çin’in enerji ihtiyacının büyük kısmını bu kaynaktan sağladığını sözlerine ekleyen Karabay, özel sektörün teşvik ve yönetmeliklerle desteklenmesi durumunda Türkiye’de de büyük işler başarmanın mümkün olduğunu kaydetti. “Enerji sektöründe yeni teşvikler” TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Enerji Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Mustafa Tiriş ise TÜBİTAK tarafından sağlanan Ar-Ge destek programları hakkında bilgi verdi. Mustafa Tiriş, özellikle son 4 yılda yapılan çalışmalarla enerji sektörüne sağlanan teşvik ve desteklerin arttığını, enerji, su ve gıda alanlarında uygulamaya konmak üzere yeni programlar üzerinde çalışıldığını belirterek kısa vadeli gelecekte Türkiye’nin öncelikli meselelerinden birinin enerji olduğunu kaydetti. Yeni destek programı kapsamına göre; • Konvansiyonel Enerji Teknolojileri (Kömür, doğalgaz, petrol, hidroelektrik) • Yenilenebilir Enerji Teknolojileri (Rüzgar, güneş, biyokütle, jeotermal, v.d.) • Nükleer Enerji Teknolojileri • Enerji Depolama Teknolojileri • Enerji Verimliliği alanlarında yapılan Ar-Ge çalışmalarına yeni teşvikler planlanıyor. Halen yürürlükte olan ve yüzde 100 oranında kamu desteğini içeren teşvikleri temin edebilecek çalışmaların da bulunduğunu söyleyen Doç. Dr. Mustafa Tiriş, bu konudaki bilgi eksikliği nedeniyle bahsedilen desteklerden yeteri kadar yararlanılamadığına işaret ederek bu eksikliği giderecek bir başka çalışmanın da gündemde olduğunu söyledi. Yerli Enerji Sanayi ve TEMSAN Uygulamaları başlıklı konuşmasıyla panele konuk olan TEMSAN Yönetim Kurulu Üyesi Halil Tokel ise Türkiye’nin enerjide kaynak çeşitlendirmesi yaparken bir yandan da yerli enerji sektörünü geliştirmek için çalıştığını, enerji meselesinin son yıllarda bir hükümet politikası olarak benimsenmesi neticesinde bu çabanın arttığını söyledi. Önümüzdeki 20 yıl içinde 220 milyar dolarlık enerji yatırımı yapmayı planlayan Türkiye’nin gelecek vizyonuna değinen Halil Tokel, istikrarlı, kararlı ve planlı adımlar atmak suretiyle Türkiye’yi dünyanın enerji üretiminde ilk 10 ülke arasına sokmanın mümkün olduğunu belirtti. “Yapılacak bu büyük yatırımların ülkenin gelişmesi, yerli ve rekabetçi bir enerji sektörü oluşturmak için bir fırsat olarak görülmesi gerektiğini belirten Tokel, “Bu çerçevede küçük hidrolik santrallerin türbinlerini geliştirme ve üretimde belli bir kapasiteyi yakalayan TEMSAN üzerine düşeni yapmakta ve diğer sektörde yerli üreticilerle sinerji üretecek şekilde yapılanmaktadır” dedi. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 17 B‹ZDENHABERLER MMG, 10. Ola¤an Genel Kurulumuz yap›ld›... AYNI HEYECAN VE AZ‹MLE YEN‹ HEDEFLERE... M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU 10. OLA⁄AN GENEL KURULU TCDD GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN KARAMAN’IN ONUR KONU⁄U OLARAK KATILIMIYLA 22 MAYIS 2011 TAR‹H‹NDE FESHANE-SADABAD SALONUNDA GERÇEKLEfiT‹R‹LD‹. MMG GENEL BAfiKANI AVN‹ ÇEB‹’N‹N AÇILIfi KONUfiMASINI YAPTI⁄I GENEL KURULDA YEN‹ YÖNET‹M‹N VE D‹⁄ER KURULLARIN SEÇ‹M‹ GERÇEKLEfiT‹R‹LD‹. Genel kurulun açılış konuşmasını yapan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, bir süre önce vefat eden MMG Genel Sekreteri Adem Sarı’yı anarak başladığı sözlerinde vefa ve birlik duygusuna vurguda bulundu. Gelecek dönemde MMG’nin ana faaliyet konularına değinen Çebi, şehirleşme, kentsel dönüşüm, iş sağlığı ve güvenliği ve enerji meselelerinin ana faaliyet ekseni olacağını belirtti. Avni Çebi, şehirleşme konusundaki düşüncelerini ve MMG olarak ortaya koymak istedikleri yaklaşımı da açıklayarak insan ölçekli şehirler kurulması gerektiğini, fiziki büyüklüklerin 18 M‹MAR VE MÜHEND‹S ihtişamına duyulan ilgi neticesinde insani ve ulvi değerlerin zayıflamaması gerektiğini, şehirler kurulurken referans alınması gereken en önemli iki kesimin çocuklar ve yaşlılar olduğunu belirtti. Bu alanda yürütülen çalışmalar arasında İstanbul Şehir Platformu adında yeni bir oluşumun bulunduğunu ifade eden Çebi, “Kent mimarisi, demografisi, topografyası, sosyal donatı alanları, çevre, ulaşım ve benzeri unsurları bütüncül ve insani bir bakış açısıyla bir arada ele alarak ve insanı referans kabul ederek kurulması gereken şehirler günümüzde maalesef bu anlayıştan uzaktır. Bu hedef şaşmasını bir nebze de olsa düzeltebilmek için kurulan İstanbul Şehir Platformu bünyesinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarından katılımcılar ile sosyal bilimlerden çeşitli mühendislik bilimlerine ve mimarlığa kadar her alanda faaliyet gösteren temsilcilerle çalışmalar yürütmekteyiz.” dedi. MMG tarafından yürütülen çeşitli çalışmalar arasında tanıtım faaliyetlerine ağırlık verdiklerini sözlerine ekleyen Çebi, Yapı Fuarı, 13. Uluslararası Müsiad Fuarı, TÜHESFO 2011 Havacılık Sergisi ve Forumu gibi etkinliklere katılarak daha geniş kitlelere ulaşmayı hedeflediklerini söyledi. Avni Çebi 2009-2011 döneminde kamu ve özel sektörden pek çok kurumu ziyaret ederek sürekli etkileşim halinde, dinamik ve güncel bilgilerle değer üretmeyi hedefleyen bir anlayışla hareket ettiklerini belirterek her şeyin ilk adımda insan ilişkileri üzerine inşa edildiğini sözlerine ekledi. “Enerji meselesi önceliklerimiz arasında” Mimar ve Mühendis Dergisi’nde sık değinilen konulardan biri olan enerji meselesi de Mimar ve Mühendisler Grubu’nun ana faaliyet alanları arasında bulunuyor. Konuşmasında enerji konusuna da değinen Avni Çebi, enerjide dışa bağımlı bir halde bulunan Türkiye’nin kendi alternatiflerini üretme zorunluluğuna işaret etti. Tüm dünyada yenilenebilir enerji kaynakları çözümlerinin geliştirilmeye başlandığını, Türkiye’nin de bu sürece dahil olmasının bir zorunluluk arz ettiğini söyleyen Çebi, 15-16-17 Haziran tarihlerinde düzenlenen ICCI 17. Uluslararası Enerji ve Çevre Fuarı ve Konferansı’nda bir panel düzenledik ve bu konuların gündemde kalması için her fırsatı değerlendireceklerini söyledi. MMG eski Genel Başkanı Murat Kalsın da Avni Çebi’den sonra kısa bir konuşma yaparak faaliyetlerini takdir ve beğeniyle takip ettiği MMG yönetiminin her zaman destekçisi olacağını ifade etti. MMG Bursa Şube Başkanı Mustafa Bayraktar: “Meslek Odalarında nispi temsil usulü uygulanmalı” Genel kurulda söz alan MMG Bursa Şube Başkanı Mustafa Bayraktar, MMG Bursa Şubesi olarak çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla yakın ilişkiler içinde bulunduklarını ve sivil inisiyatife dayanan yapıcı bir hareket zemini oluşması için gayret harcadıklarını belirterek her alandan sivil toplum kuruluşunun bu sürece katkı sağlaması gerektiğini vurguladı. MMG camiasının gençlerden daha fazla istifade edebilmesi için istikrarlı bir çalışma yapılması gerektiğini de söyleyen Bayraktar şunları kaydetti, “Öğrenciliğimizde 150 arkadaşımızla iftar düzenlediğimizde bunu büyük bir olay olarak görüyor, katılımı olağanüstü buluyorduk. Daha sonra kitleler genişledi ve binlerce gençle iftar sofralarında ve çeşitli etkinliklerde bir araya gelme mutluluğunu yaşadık. Şimdi üzülerek görüyoruz ki öğrenci kardeşlerimiz bu yola çıktığımız ilk günlerdekinden daha düşük seviyedeler ve gençlerimizden uzaklaşıyoruz. Bu tehlikeli gidişin önünün alınması gerekmektedir” sözleriyle endişelerini dile getirdi. Meslek odaları meselesine de değinen Mustafa Bayraktar, meslek odalarında nispi temsil usulünün benimsenebileceğini, bu değişikliğin daha demokratik sonuçlar doğuracağını belirtti. Avni Çebi Murat Kalsın Mustafa Bayraktar MMG Kayseri Şube Başkanı Oğuz Memiş: “Eğitim kurumlarına yatırım yapmak zorundayız” MMG Kayseri Şube Başkanı Oğuz Memiş ise geçmişten geleceğe değer kazanarak büyüyen bir MMG gerçeği olduğuna işaret ederek, MAYIS-HAZ‹RAN 2011 19 B‹ZDENHABERLER önceki dönemde kurumsal yapılanmanın sağlanması yolunda büyük gayretleri bulunan başta Murat Kalsın olmak üzere Oral Avcı ve Fuat Şengül’ün çalışmalarından sonra Avni Çebi’nin de MMG’nin içini doldurduğunu ve bir ruh verdiğini söyledi. Özellikle Mimar ve Mühendis Dergisi’nin kat ettiği aşamaların takdire şayan olduğunu belirten Oğuz Memiş bu alandaki gayretlerinden dolayı MMG yönetimine teşekkürlerini sundu. Konuşmasında eğitim konusuna da değinen Kayseri Şube Başkanı Oğuz Memiş, Türkiye’de kurulmuş olan yaklaşık 100 üniversitede akademisyen sıkıntısının had safhada olduğunu, bazı durumlarda fiziki olanaklardan yana sıkıntılar yaşandığını belirterek bu alandaki boşlukların doldurulması gerektiğini söyledi. Oğuz Memiş Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada: “Uzun vadeli hedefler gerekli” 2011-2013 dönemi yönetim kurulu seçimlerini tamamlamış olan Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, kahvaltılı toplantı, çeşitli ziyaretler ve Bizbize Konuşmalar ekseninde yoğunlaşan çalışmalarına ara vermeden devam ettiklerini ifade ederek yürüttükleri çalışmalar sırasında MMG Genel Merkezi’nden gördükleri destek için teşekkürlerini sundu. Yılmaz Ada, gündemde olan 2023 yılı hedeflerini örnek göstererek MMG’nin de kısa ve uzun vadeli hedeflere ihtiyaç duyduğunu söyledi. “Üye sayısının artırılması, yeni şubelerin açılması ve benzeri diğer konularda belirlenecek hedeflerin MMG için gereklilik olduğunu düşünüyorum” diyen Yılmaz Ada, MMG’nin gelecek vizyonuna dair görüşlerini aktardı. Yılmaz Ada Erol Demiralay MMG 10. Olağan Genel Kurulu Feshane Kongre Merkezi’nde yoğun bir katılımla gerçekleşti... Osman Arı 20 M‹MAR VE MÜHEND‹S MMG Sakarya Şube Başkanı Erol Demiralay: “Hibe ve kredilerden yeterince yararlanabilmek için faaliyetler yürütmeliyiz” Genel kurulda söz alan MMG Sakarya Şube Başkanı Erol Demiralay, kalkınmada öncü kuruluşlarca son zamanlarda başlatılan çalışmaların amacına ulaşması için yatırımcının daha aktif olması gerektiğini söyleyerek başladığı konuşmasında KOSGEB, HASGEB, TÜBİTAK, Kalkınma Ajansları gibi kuruluşlarca verilen kredi ve hibelerden yeterince yararlanılmadığını belirtti. “Avrupa Birliği Genel Sekreterliği dernek ve vakıf gibi kuruluşlara hibe kullandırma konusunda yoğun bir çaba içinde. Meselenin bir diğer boyutu ise bu tür fonlara sağladığımız kaynağın ancak çok azını teşvik olarak geri alıyor olmamız. Buradan bize bir vazife doğuyor; üyelerimizin ve yatırımcının bu konudaki bilgi eksikliğini tamamlamak ve yatırımın önünü açacak bir faaliyet şeması oluşturmak gerekiyor” diyen Demiralay bu konudaki temennilerini ifade etti. MMG yönetiminin yaptığı konuşmaların ardından Divan Başkanlığının seçilmesiyle yürütülmeye başlanan genel kurulda bütçe rakamlarının görüşülmesi, yönetim kurulu asil ve yedek üyelerinin seçilmesi, denetleme kurulu ve etik kurulu, üyelerinin belirlenmesi işlemlerinin ardından 2011-2013 döneminde görev yapacak yönetim kurulu belirlenmiş oldu. MMG 2011-2013 döneminde görev yapacak olan yönetim kurulu şu şekilde belirlendi; YÖNET‹M KURULU AS‹L ÜYELER‹ Avni ÇEB‹, Osman ARI, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk KÜLTÜR, Osman fiAHBAZ, Kadem EKfi‹, Murat ÖZMEN, Murat ÖZDEM‹R, Turan KOÇY‹⁄‹T, fienol ARSLAN, Serkan CANTÜRK, Yavuz SARI YÖNET‹M KURULU YEDEK ÜYELER‹ Prof. Dr. ‹lhan KOCAARSLAN, Murat SEVEN, Oktay KORKMAZ, Yrd. Doç. Dr. ‹brahim GÜNEfi, Hasan OMAY, Mustafa YANARTAfi, Yrd. Doç. Dr. Yalç›n BOZTOPRAK, Sunullah DO⁄MUfi, Müfit TAfiKIN, fiehmus YILDIRIM, Selami KESK‹N ET‹K KURUL AS‹L ÜYEL‹KLER Adnan ÇEL‹K, Ali Reyhan ESEN, Mesut U⁄UR ET‹K KURUL YEDEK ÜYEL‹KLER Mehmet ‹fiC‹, Recep KIRLI, Ali KILIÇ DENETLEME KURULU AS‹L ÜYEL‹KLER Ömer DO⁄AN, Osman BALTA, Lütfullah ALTINKUM DENETLEME KURUL YEDEK ÜYEL‹KLER Y›lmaz YILDIZ, Hasan GÜNDO⁄DU, Osman KA⁄IT MAYIS-HAZ‹RAN 2011 21 B‹ZDENHABERLER TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman; “RÜYA PROJE H‹CAZ DEM‹RYOLU HAYATA GEÇ‹R‹L‹YOR” M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU GELENEKSEL OLARAK DÜZENLED‹⁄‹ KAHVALTILI ÇALIfiMA TOPLANTILARINA KATILAN TCDD GENEL MÜDÜRÜ SÜLEYMAN KARAMAN, “DEM‹RYOLU TAfiIMACILI⁄I VE TCDD” ‹LE GEL‹fiMELER VE YEN‹L‹KLER HAKKINDA KATILIMCILARA ÖNEML‹ B‹LG‹LER VERD‹. KAPANMA NOKTASINA GELEN TCDD’Y‹ YEN‹ YATIRIMLARLA KARLI B‹R KURUM HAL‹NE GET‹RD‹KLER‹N‹ BEL‹RTEN KARAMAN, “B‹ZLER ‹Ç‹N B‹R RÜYA OLAN H‹CAZ DEM‹RYOLU’NU HAYATA GEÇ‹RMEK ‹Ç‹N ÇALIfiIYORUZ,” DED‹. PROGRAMIN açılış konuşmasını yapan Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, önemi her geçen gün artan demiryolu taşımacılığının kısa süre öncesine kadar ülkemizde hak ettiği ilgiyi göremediğini ifade ederek Osmanlı Devleti döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan demiryolu çalışmalarından örnekler verdi. Çebi konuşmasında, “Osmanlı Devleti’nde 1856 yılında başlayan demiryolu çalışmaları özellikle Abdülhamit döneminde yoğunlaşarak siyasal gelişmeler ve devletin büyümeye duyduğu ihtiyaca paralel olarak büyük bir atılım gerçekleştirerek 8 bin 600 kilometre uzunluğunda bir demiryolu hattı döşenmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam eden gelişim sürecinde 4 bin kilometrelik bir demiryolu hattı döşenmiştir. Bu çalışmaların yürütüldüğü sıralarda Türk Sivil Havacılığının da öncülüğünü yapan mühendis ve müteşebbis Nuri Demirağ’ın demiryolu sektörüne sağladığı katkıyı dile getirmek gerektiğine inanıyorum. 1950’lerden 1990’lara kadar olan dönemde ise azalmaya başladığı görülen demiryolu yatırımları TCDD Genel Müdürü Sayın Süleyman Karaman’ın göreve gelmesiyle birlikte yeniden hız kazanarak önemli adımlar atıldı” dedi. 22 M‹MAR VE MÜHEND‹S Ardından söz alan TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, 2003 yılında göreve geldiğinde mevcut koşulların neler olduğundan başlayarak günümüze dek uzanan seyirde yaşanan gelişmeleri özetledi. Özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Ulaştırma Bakanlığı’nın desteğini aldıklarını belirten Genel Müdür Süleyman Karaman, bu destekler ve uygulamaya konan projeler sayesinde demiryollarının kar eden güçlü bir kuruluş olma yolunda ilerlediğini kaydetti. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında kişi başına seyahat etme rakamları bakımından bir ilişki kurulacak olduğunda gelişmiş ülkelerde seyahat etme oranının gelişmekte olan ülkelerdeki seyahat etme oranından çok daha yüksek olduğu belirten Karaman, “Bu durum ise kara-hava ve demir yolu taşımacılığının uluslar arası standartlarda yapılandırılması ve birbirini tamamlayıcı entegre unsurlar olarak çalışabilmesi ile ilişkilidir. 200 kilometreye kadar olan mesafelerde en verimli ulaşım yolu karayolu, 200 ila bin kilometre arasındaki mesafelerde demiryolu ve bin kilometre üzerindeki mesafelerde ise havayolu olarak belirlenmiştir. Bu ölçeklerdeki mesafelerde yeterli altyapı donatılarına sahip ulaşım hatları kişi başına düşen yıllık seyahat rakamlarını yukarıya çekecek bu da sağlıklı bir ulaşım ağına sahip yolunda olduğumuza işaret edecektir. Bu gerçeklerden yola çıkarak TCDD olarak hızlı tren projeleri, yenileme çalışmaları, yeni güzergâh çalışmaları gibi faaliyetlerimizi artırarak sürdürmekteyiz” dedi. “Ya yatırım yap ya kapat” Süleyman Karaman, 2003 yılından bu yana hükümetin özel olarak ilgilenmesi neticesinde artan yatırımlarla yeniden can bulan devlet demiryollarının, göreve geldiği dönemde önemli bir yol ayrımında bulunduğunu söyleyerek, bugüne kadar 20 milyar dolar zarar etmiş bir kurumu kapatmak ya da yatırımları artırmak arasında bir seçim yaptıklarını ve nihayet büyük bir çabayla önemli projelere ve yatırımlara yöneldiklerini ifade etti. İstanbul, Ankara, İzmir, Sivas, Malatya ve Adana’da Bölge Müdürlükleri bulunan demiryollarının her biriminde büyük bir seferberlik başlatılarak temeli atılan projelere değinen Genel Müdür Süleyman Karaman, aynı zamanda limanları da bulunan demiryollarının 7 limanından 4’ünü stratejik hedefler doğrultusunda kiraya verdiklerini ve yeniden yapılanma sürecinde işletme maliyetlerini azaltıp yatırımları artırmayı hedeflediklerini söyledi. “Artan yatırımlarla yoluna devam eden güçlü bir kurum” Ülkede belli bir demiryolu sanayinin oluşmasına zemin hazırlayan yatırımlarıyla son zamanların dikkat çeken kurumları arasında bulunan demiryolları sanayi yatırımlarında da lokomotif bir kurum olma yolunda ilerliyor. Yürütülen yatırım çalışmaları kapsamında TCDD, yerli ray üretiminin öncüsü oldu. Kardemir, dünya standartlarında ray üretiyor ve TCDD’nin ray ihtiyacını karşılıyor. Mevcut sistemi de modernize eden TCDD, 5 bin kilometre yolu yeniledi. 40 yıl aradan sonra ilk kez bir il demiryolu ağına bağlanarak Tekirdağ-Muratlı hattı açıldı. Sınır ötesindeki komşularımıza da köprüler kuran TCDD, 100 yıldır el değmeyen hatları faaliyete geçirdi. Gaziantep-KarkamışÇobanbey hattındaki seyahat süresi 1 saat 30 dakikaya indirildi. Türkiye ve Suriye arasında yolcu trenleri sefere kondu. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 23 B‹ZDENHABERLER “Hızlı tren hattı çalışmaları aralıksız sürüyor” Başlatılan demiryolu seferberliğiyle ulaşımdaki payı yükte yüzde 4’e, ulaşımda yüzde 2’ye düşen demiryolları büyük bir hamleyle bu oranı arttırmaya başladı. 2003 Yılında bir devlet politikası olarak benimsenen demiryolları bünyesinde 1 yılda 70 proje üretildi. Ülkemizin ilk hızlı tren hattı olan Ankara-İstanbul hızlı tren hattının temeli 8 Haziran 2003’te Recep Tayyip Erdoğan tarafından atıldı. Projenin ilk etabı olan Ankara-Eskişehir kesimi 13 Mart 2009’da hizmete açıldı. Ankara-Eskişehir arasındaki mesafe 1 saat 30 dakikaya inerken diğer kentlere olan ulaşım zamanı da kısaldı. Yüksek hızlı tren ve konvansiyonel tren bağlantısıyla Ankara-İstanbul 5 saat 30 dakikaya, Ankara-Kütahya 3 saate, yüksek hızlı tren ve otobüs bağlantısıyla Ankara-Bursa 4 saate düşürüldü. Projenin Eskişehir-İstanbul etabı ise devam ediyor. Projenin tamamlanmasının ardından Ankara-İstanbul 3 saate düşerken Ankara-İzmir 2 saat kısalacak. Türkiye’nin ikinci hızlı tren hattı olan Ankara-Konya hattının yapımı ise gecegündüz sürdürülüyor. Bu projeyle Ankara-Konya 1 saat 15 dakika, İstanbul-Konya 3 saat 30 dakikaya düşecek. Yapımı devam eden 3. hızlı tren hattı ise Ankara-Sivas. Bu hat tamamlandığında Ankara-Sivas 2 saat, İstanbul-Sivas 5 saat olacak. Asya ve Avrupa kıtasını raylı sistemle birbirine bağlayacak olan Marmaray Projesi ise ikinci etabın son aşamasına gelmiş durumda. Geniş bir ulaşım şebekesinin entegrasyonunda kullanılacak olan bu projeyle Marmaray, saatte 150 bin yolcu taşıyacak. Ege24 M‹MAR VE MÜHEND‹S ray projesi ise İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla hayata geçiriliyor. Basmane-Menemen-Aliağa-Alsancak banliyo sistemlerini geliştirme projesi merkezi yönetim-yerel yönetim, yerel yönetim-kamu kuruluşu çalışmasının en güzel örneğini oluşturuyor. “Bir rüya yeniden: Hicaz Demiryolu” Tarihe ve kültür köklerimize uzanan bir yolculuk olduğu kadar, yüce değerler etrafında kenetlenmiş farklı ulusların ortak bir gayreti neticesinde ortaya çıkmış bir dayanışma nişanesi olan Hicaz Demiryolu’nu tekrar hayata geçirerek İstanbul-Medine hattını faaliyete koymayı amaçlayan TCDD bu yönde çalışmaların başlatılması için çevre ülkelere çağrıda bulundu. Esasen Hicaz Demiryolu ana arteri Şam-Medine arasındaki bin 303 kilometrelik kısımdır. Bağlantı yolları ile birlikte yaklaşık 2 bin kilometre uzunluğa sahip olan Hicaz Demiryolu, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte etkisiz hale gelmişti. TürkArap kardeşliğinin sembolü olan, tamamı öz kaynaklarla ve Müslümanların bağışlarıyla yapılan ve dünyada borçlanmadan işletmeye açılan tek demiryolu olma özelliğini koruyan Hicaz Demiryolu, tam 100 yıl aradan sonra yeniden, 2008 yılında başlatılan çalışmalarla hayata geçiriliyor. Yürütülen rehabilitasyon ve yeni yol yapımı çalışmalarının ardından İstanbul-Medine arasındaki hac yolculuğu 1 güne inecek. Konuşmaların ardından Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman’a bir plaketle teşekkürlerini sundu. Ayrıca kahvaltıya sponsor olarak destek veren Şahin Yılmaz Enerji ve Emre Ray firmalarına plaket verilerek teşekkür edildi. B‹ZDENHABERLER MMG Yönetim Kurulu ilk toplant›s›n› Süleymaniye’de gerçeklefltirdi “TAR‹H‹N DER‹NL‹KLER‹NDEN GELECE⁄E BAKIfi” M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU GELENEKSEL SÜLEYMAN‹YE Z‹YARETLER‹NE B‹R YEN‹S‹N‹ EKLEYEREK SÜLEYMAN‹YE KÜTÜPHANES‹ MÜDÜRÜ EM‹R Efi’‹N EV SAH‹PL‹⁄‹NDE SÜLEYMAN‹YE KÜLL‹YES‹’N‹, SÜLEYMAN‹YE KÜTÜPHANES‹’N‹ VE B‹RB‹R‹NDEN DE⁄ERL‹ OR‹J‹NAL YAZMALARIN BULUNDU⁄U SERG‹Y‹ GEZD‹. MMG 10. Olağan Genel Kurul’unda göreve seçilen yeni MMG yönetimi, Genel Başkan Avni Çebi başkanlığında tarihi derinliği ve anlam bütünlüğü açısından tercih edilen Süleymaniye Külliyesi’nde geleneksel genişletilmiş yönetim kurulu toplantısını düzenledi. Süleymaniye Camii’nde kılınan sabah namazının ardından kahvaltı sofrasında bir araya gelen yönetim kurulu üyeleri daha sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne geçerek 20112013 döneminin ilk yönetim kurulu toplantısını gerçekleştirdi. Toplantıda konuşan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, sonraki yönetimlere bir gelenek olarak aktarılması gerektiğini vurguladığı bu ziyaretlerin göreve seçilen her yeni yönetim kurulunun ilk toplantısında düzenlenmesi gerektiğini söyledi. Çebi, Süleymaniye gibi “külliye” mantığıyla inşa edilen, varlığını ve asli 26 M‹MAR VE MÜHEND‹S fonksiyonlarını yitirmeyen değerlerle kendini tanımlamayı başaran bir MMG’nin, aynı anlayışla kuşatıcı, kapsayıcı, tarihsel kökleri derinlere uzanan ve insanlık yararına değer üreten bir kurum haline geleceğini ifade etti. MMG Genel Başkanı Avni Çebi: “Yaşamlarımızı anlamlı kılmakla görevliyiz” MMG Genel Başkanı Avni Çebi “Allah’ın yarattığı varlıklar olarak yaşamımızı anlamlı kılmakla görevli olduğumuzu ve bu anlamın, ismimizi, kimliğimizi, kim olduğumuzu hiç bilmeyen insanlardan dahi hayır duası almamıza vesile olacak değerlerde gizli olduğunu keşfetmek her MMG üyesinin asli vazifelerindendir. Bu bilinç ve his müşterekliği etrafında kenetlenen grubumuz hikmet, imar ve ihsan temelinde ele aldığımız bu değerleri yaşattıkça, Mimar ve Mühendisler Grubu da Süleymaniye Külliyesi gibi asli fonksiyonlarını koruyacak, tazeliğini ve canlılığını kuşaktan kuşağa aktaracaktır.” sözleriyle MMG’nin gelecek dönemlerde takip etmesi gereken düsturları ortaya koydu. Emir Eş: “İman, şuur ve eylem” Mimar ve Mühendisler Grubu heyetini misafir ederek kütüphane ve sergi hakkında bilgi veren kütüphane müdürü Emir Eş, kütüphanenin ve külliyenin tarihine uzanan güzel bir yolculuk şeklinde verdiği bilgilerle tarihimizin ve kültürümüzün ufuk aydınlatan fazilet numunelerini ortaya koydu. İmanın verdiği vecd ile aydınlanan şuurun, varlık sahasındaki en muazzam eserleri üreten eylemlere nasıl dönüştüğünü bir tarih vetiresi içinde aktaran Emir Eş şunları kaydetti: “Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedince, işin kolay tarafı bitti, zor tarafı başladı. ‘Kolay’ dediğimiz taraf, işin askeri yönüydü. Netice itibariyle, gönderden Bizans Bayrağı indirildi ve yerine Osmanlı sancağı çekildi. Bu büyük fetihten önce, Hz. Peygamberden (s.a.v.) bu yana irili ufaklı 28 sefer düzenlenmişti İslam Orduları tarafından, İstanbul’a. Bu seferler sırasında sayısız acılar yaşandı. Belki yüz binlerce şehit verildi. Çok sayıda insan sakatlandı. Analar dul, çocuklar yetim kaldı. Fakat, bütün bunlara biz işin “kolay” tarafı diyoruz. ‘Zor’ tarafına gelince... Bu, Konstantinopolis`i İstanbullaştırmak yani İstanbul`u her rengin her tonuyla Müslümanlaştırmaktı. Ve bu da, silah zoruyla olmuyordu olamıyordu. Dinen de caiz değildi. Bunun için Sultan Fatih nüfusu dengelemek amacıyla Osmanlı coğrafyasından İstanbul’a göç almayı planladı. Fakat çoğu tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanlar, şırıl şırıl derelerin, gürül gürül nehirlerin aktığı irili-ufaklı yerleşim alanlarını terk edip, o gün de bu gün de su sıkıntısı çeken İstanbul’a gelmeyi tercih etmedi. Bunun üzerine Sultan Fatih, kendi adıyla anılan camii ve etrafındaki Semâniye Medreseleri’ni (Sahn-ı Semân) inşa ettirmek suretiyle İstanbul’u eğitim yoluyla Müslümanlaştırma projesini başlattı. Ancak Fatih’ten sonra devamlı büyüyen ve gelişen Osmanlı coğrafyasının ihtiyaç duyduğu kadroları yetiştirmeye bu medreseler yüz yıl sonra kâfi gelmez oldu. Ve fethin yüzüncü yılı anısına Kanûni Sultan Süleyman tarafından, kendi adıyla anılacak olan câmi merkezli Külliye’nin ve Külliye bünyesinde yer alacak olan Süleymaniye Medreseleri’nin temeli atıldı. Osmanlı eğitim sisteminde medrese, fakülte demektir. 1557’de gerçekleşen açılıştan 1918 yılına kadar bu medreselerde tıp, hukuk, hadis, kıraat, matematik ve astronomi başta olmak üzere çok sayıda ilim okutuldu. Önemli ilim adamları tarafından, önemli ilim adamları yetiştirildi. Ancak her şeyin takdir edilen bir ömrü ve sonu vardır. Artık Osmanlı Devleti çökmüştür. Devlet müesseseleri korumasız kalmıştır. İstanbul’un câmi, tekke, dergâh, Mevlevîhane, muallimhane, vakıf, saray, MAYIS-HAZ‹RAN 2011 27 B‹ZDENHABERLER ZD‹. MMG Yönetim Kurulu ilk toplantısını geleneksel hale getirdiği Süleymaniye’de gerçekleştirdi... 28 M‹MAR VE MÜHEND‹S konak gibi yerlerinde irili-ufaklı çok sayıda kütüphane bilhassa işgalci İngilizlerin birinci derece ilgi alanına dönüşmüştür. Süleymaniye medreselerinde ise talebe kalmamıştır. Çünkü küçükler evlerinde, büyükler cephededir. İşte İstanbul’un çeşitli yerlerinde bulunan ve sayıları ikiyüze yaklaşan bu irili-ufaklı kütüphanelerden ilk etapta 15-20 kadarı, sağlam bir taş yapı olup ateşe ve dış etkilere dayanıklı olan bu medreselere alel-acele nakledilmiştir. Böylece başlayan "medreseden kütüphaneye geçiş" sürecini 1928’deki Harf Devrimi hızlandırmıştır. Zaman içerisinde peyderpey gelen başka koleksiyonlar ile daha sonra katılan özel şahıs koleksiyonlarının birleşmesinden dev bir Yazma Eser Kütüphanesi doğmuş oldu. Bu kütüphanede yaklaşık 80 bin cilt yazma ve 50 bin cilt Arabi harfli matbu eser var. Yazmaların yüzde 65’ i Arapça, yüzde 25’ i Osmanlı Türkçesi ve yüzde 10`u Farsça. Buna Müdürlüğe bağlı birer birim olarak çalışan kütüphanelerde bulunan yazma eserleri de eklersek cilt sayısı rahatlıkla 100 bine; Arabî harfli matbu eser sayısı ise 80 bine ulaşıyor. HABERANAL‹Z 30 M‹MAR VE MÜHEND‹S YAŞAMI PATENTLEMEK: İNSANDAN SONRA HAYAT ATOMU KEŞFETMİŞ, ARDINDAN ATOM BOMBASINI İCAT ETMİŞ İNSANOĞLU BİLİMSEL BULUŞLARI HER ZAMAN İNSANLIĞIN YARARINA KULLANMADIĞINA GÖRE, GENETİK MÜHENDİSLİĞİ VE BİYOTEKNOLOJİDEKİ BULUŞLARIN DAİMA İNSANLIĞIN YARARINA KULLANILDIĞINI VE KULLANILACAĞINI, ÖRNEĞİN BİR BİYOLOJİK SAVAŞTA ASLA İNSANLIĞIN ZARARINA KULLANILMAYACAĞINI KİM GARANTİ EDEBİLİR? EĞER YAŞAMA YA DA HAYATA BİR MUCİZE OLARAK BAKIYORSANIZ O ZAMAN HAYAT KUTSALDIR VE KUTSAL OLAN BİR HAYATA DA DİLEDİĞİNİZ ŞEKİLDE MÜDAHALE EDEMEZSİNİZ. DİLAVER DEMİRAĞ Gazeteci, yazar AYAT nedir sorusu aynı zamanda ontolojik yani varlığa ait bir sorudur. Modern cevapla yaşamın maddesel evrende gerçekleşen bir dizi rastlantının ürünü olduğunu düşünüyorsanız o zaman yaşam kutsal değildir ve ona isteyenin istediği biçimde müdahale etme hakkı da doğar. Eğer yaşama ya da hayata bir mucize olarak bakıyorsanız o zaman hayat kutsaldır ve kutsal olan bir hayata da dilediğiniz şekilde müdahale edemezsiniz. Antropolog Marcel Gouchet eski insanların bir borçluluk ilişkisi içinde yaşadıklarında söz eder, yaşam insan ötesi bir alandan gelmiştir ve insan da yaşamı onlara bahşeden kutsal varlıklara borçludur. Bu düşünce yani yaşamın bize ait olmadığı ve yaşamı aşkın bir kaynağa borçlu oluşumuz fikri modern zamanlara dek süregelen bir şey oldu. Ne zamanki evrim teorisi ile birlikte yaşamın kaynağının aşkın bir güç değil rastlantısal biyo-kimyasal tepkimeler olduğu düşüncesi, Descartes’la birlikte gündeme gelen doğanın efendisi olma fikri ile birleşti o noktadan sonra artık yaşamın patentlenmesi için herhangi bir ahlaki engelde kalmadı. Nitekim yaşamın başkalaşımının insan eli olup insanın bir tanrı rolü oynaması ihtimali bilimkurgu yazınını şimdiden etkisi altına almış bir halde ve bu tür senaryolara dayanan filmler de çekiliyor. Geçen yıl sinemalarda oynayan bir film Deney (Splice) tam da insanın kendi keyfine uygun hayatlar üretmesi durumundan söz eden bir film. Konusu çok kısa olarak şöyleydi bu filmin. Nerd adlı bilim şirketine ait bir laboratuvarda çalışan Clive ve Elsa adlı karıkoca bilim insanları şirketin yeni projesi olan DNA kopyalama ve canlı varlıkların DNA’larını birleştirip hybrid yaratıklar peyda etme üzerine çalışma yapmaktalar. Daha sonra bilim insanlarımız Clive ve Elsa, laboratuvarın diğer görevlilerinden gizlice insan kopyalama işine girişir. Clive ve Elsa, giriştikleri işte hiç beklemedikleri şekilde başarı elde ederler Bu canlı büyür. Anne karnı dışında gelişen bir yavru gibi, ilk başta cenine benzeyen yaratık yavaş yavaş insansı özellikler kazanır. Kolları, ayakları olur, yüzü belirginleşir, insansı duygular edinir ve en önemlisi zekâ belirtileri gösterir. Bunun dışında kuyruğu da yerli H MAYIS-HAZ‹RAN 2011 31 HABERANAL‹Z yerinde durmaktadır. Hybrid canlı kızımız gücünün de farkında değildir. Ergen irisi gibi, kızınca ortalığı dağıtmaktadır. Laboratuvarda yaratığa bakamayacaklarını anlayıp Dren’i çiftlik evlerine götürürler. Orada daha da gelişip serpilen kızımız kanatlarını, suyun içinde durmasını sağlayabilen broşlarını kullanmasını öğrenir. Bu arada bambaşka bir şey olur, Dren’in içindeki kötücül, şiddet dolu duygular ortaya çıkar. Kedisini öldürür ve annesinden kapının anahtarını çalar. Meğer diğer yaratıklarda da gözlemlenen bir şey Dren’de de olmuştur. Dren dişi olarak doğmuşken, zamanla erkek olur ve sonra Elsa’ya tecavüz eder, sonunda ondan bir çocuk doğar. Hürriyet Gazetesinin çıkarttığı bilim ekinde bir yazıda bu filmin gerçek olma ihtimalinin her an mümkün olduğu belirtiliyor. Söz konusu yazıda laboratuvarların bu tür insan hayvan karışımı olan kimeralar ile dolu olduğu yazmaktaydı. Malum mitolojik bir yaratık olarak kimera, tek bedende çok kimlikli yaratık, ağzından alevler püskürten bir aslana benzeyen yaratığın başı aslan, gövdesi keçi ve kuyruğu yılan şeklinde garip bir yaratık. Yine gövde32 M‹MAR VE MÜHEND‹S si insan ve başı kurt görünümünde olan bu örnekler mitolojide yer almakta. Kök hücre araştırmalarının yapıldığı laboratuvarlarda, deneysel amaçlı, insandan hücrelerle diğer canlıların hücreleri, türler arası karışımlar yapılıyor. Bir zamanların efsanevi yarı insan yarı hayvan bilim kurgu modelleri, bir şekilde gerçekleştiriliyor. Ama bu karışımların insanımsı varlıklara dönüşmesi riski de en azından teorik olarak mümkün görünüyor. Buna göre embriyonik insan kök hücreleri, özellikle gebeliğin çok erken bir döneminde bir hayvan dölütüne aktarılacak olsa, bunların gelişmekte olan organizmanın genlerine karışarak insan spermi ya da yumurtaları üretmeleri ve hayvanın bedeninde bir insan embriyonunun oluşmasına yol açması da oldukça yüksek bir olasılık. Bu türde iki kimeranın çiftleşmesi durumunda, bir insan sperminin bir insan yumurtasını döllemesi ve sonuçta bir hayvanın döl yatağında insan embriyosunun gelişmesi olası. Kısacası durumumuz nükleer silahların ateşleme düğmesi başındaki üç yaşındaki bir çocuğu andırıyor. Çocuğun eninde sonunda o düğmeye basacağı açıkken, hâlâ o çocuğu o düğmenin başına geçirmekte ısrar eden zihniyet felaketlere kaçınılmaz olarak neden olacak gibi görünüyor. YAŞAM MÜLKİYETİ İnsanın doğaya müdahalesi ilk değil. Ancak ıslah çalışmaları, aşılama vb. ile gen mühendisliği arasında önemli bir fark vardır. Islah çalışması bir türün iyileştirilmesini kapsar yani yapılan müdahaleler o türün belli koşullara daha iyi adapte olmasını amaçlar bunun içinde o türün kendi potansiyelinin en mükemmel hale getirilmesi hedeflenir. Aşılama da benzer bir amacı taşır bir tür bir başka türle çaprazlayarak ortaya mesela en iyi elma ağacı ya da en mükemmel inek, tavuk, koyun vb. çıkması sağlanır. Her ikisinde de doğada olmayan bir tür ortaya çıkarılmadığı gibi varolan türler arasında geçişkenlik kurulur ya da o türün en iyi özelliklerinin yalıtılması ile o türün mükemmelleşmesi amaçlanır. Yapılan müdahalede elma mesela kayısı ile aşılanarak ortaya melez bir meyve türünün çıkması sağlanmıştır ya da kimi denemelerde olduğu gibi kaplan ile asla- İnsanın doğaya müdahalesi ilk değil. Ancak ıslah çalışmaları, aşılama vb. ile gen mühendisliği arasında önemli bir fark vardır. Islah çalışması bir türün iyileştirilmesini kapsar yani yapılan müdahaleler o türün belli koşullara daha iyi adapta olmasını amaçlar bunun içinde o türün kendi potansiyelinin en mükemmel hale getirilmesi hedeflenir. nın melezi bir tür çıkar. Oysa gen mühendisliğinde hayvan geni bitki genine transfer edilerek ortaya bambaşka doğada olmayan bir canlı türü çıkarılır. Genetik mühendisleri, genlerin yalıtılması, çoğaltılması, farklı canlıların genlerinin birleştirilmesi ya da genlerin bir canlıdan başka bir canlıya aktarılması gibi çalışmalarla uğraşırlar. Genetik mühendisliği için, rekombinant DNA teknolojisi, gen klonlaması, DNA klonlaması, genetik manipülasyon/modifikasyon veya gen ekleme gibi terimler de kullanılıyor. Birçok bilim insanınca eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir. Rekombinant DNA teknolojisi sayesinde DNA molekülleri tüpte, yani canlı organizmanın ya da hücrenin dışında, yeni bir tür ortaya çıkarmak üzere bir molekül içinde bir araya getirilebilmektedir. Bu DNA da bir organizmaya aktarıldığında değiştirilmiş özellikleri ya da kendine özgü özellikleri olan bir canlının ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Aynı alana ilişkin endüstriyel bir faaliyet alanı olan Biyoteknoloji de aynı amacı taşıyor. Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma (bitki, hayvan ya da mikroorganizma) elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına Biyoteknoloji denmekte ya da bir başka ifadeyle Biyoteknoloji; hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimleri yanında mühendislik ve bilgisayar mühendisliğinden yararlanarak DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, doğal olarak var olmayan veya ihtiyacımız kadar üretilemeyen yeni ve az bulunan maddeler (ürünleri) elde etmek için kullanılan teknolojilerin tümüdür. Biyoteknoloji, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere dönüştürebilmesiyle bir anlamda kendi talebini de yaratabilme potansiyeli taşıdığı için şirketlerin ilgi alanına giriyor. Bunun neden olacağı risklere dikkat çeken bazı kuşkucular şu tespitleri yapıyorlar. Çeşitli devletlerin denetimindeki bilimciler gen aktarımı yoluyla şimdiye dek yeryüzünde ilk kez meydana gelen yüzlerce yaratık meydana getirmişlerdir. Dolayısıyla istenmeden de olsa, insan türünü yok edecek bir mikroorganizma ya da bir türün ortaya çıkasına yol açılabilir. Önceleri biyoteknolojinin özellikle tarım ürünleri konusunda büyük gelişmeler sağlayarak dünyada açlığın giderilmesinde devrim olacağı müjdesi veriliyordu; fakat günümüzde genetik mühendisliği, özellikle biyoteknoloji üniversitelerden özel şirketlere geçmiş ve bunlar büyük maddi kazanç getirecek başka çalışmalara yönelmiş durumda bulunmaktadır. Nitekim 1987’de ABD Patent Bürosu’nun genetik yapıları değiştirilmiş hayvanların da patent altına alınabileceğini açıklamasıyla, hayvanlar âlemi çokuluslu şirketler ile eczacılık ve biyoteknoloji şirketlerinin eline bırakılmıştır. Günümüzde biyoteknoloji alanında binlerce şirket bulunmaktadır. Bu gelişmelere işaret edenler ayrıca bazı tehlikelere dikkat çekerek şu soruları yöneltmekteler: Atomu keşfetmiş, ardından atom bombasını icat etmiş insanoğlu bilimsel buluşları her zaman insanlığın yararına kullanmadığına göre, genetik mühendisliği ve biyoteknolojideki buluşların daima insanlığın yararına kullanıldığını ve kullanılacağını, örneğin bir biyolojik savaşta asla insanlığın zararına kullanılmayacağını kim garanti edebilir? Bazı devletlerin, diğerlerine hükmedebilmeleri için, genetikteki çalışmaları gizlice insanlar üzerinde uygulamayacağını, örneğin sıcak bir savaşa bile gerek görmeden belirli uluslara ya da toplumlara ait insanların gizlice bazı yeteneklerini köreltmek veya onlara bazı davranış biçimlerini aşılamak gibi uygulamalarda bulunmayacağını kim garanti edebilir? Genetik yapısı değiştirilmiş, yoldan çıkan bir bakteri hastalığa yol açarsa, daha önce doğada hiç karşılaşılmamış olduğundan muhtemelen insan vücudunun savunmasız olacağı bu bakterinin yol açacağı hastalıktan insanlığı biyoteknoloji kurtarabilecek midir? Genetik yapısı değiştirilmiş bir hayvan ya da organizmanın, kısa vadede insanlar için yararlı bir potansiyel taşıyor görünse de, ileride olumsuz sonuçlar yaratmayacağından, çevreyle etkileşime girmeyeceğinden veya çok hassas dengeler üzerine kurulmuş doğada ekolojik dengeyi bozmayacağından nasıl emin olabiliriz? Mutasyona uğratılmış virüs ve bakterilerin laboratuvar dışına salınmayacağını veya kazara da olsa laboratuvar dışına hiç çıkmayacağını kim garanti edebilir? MAYIS-HAZ‹RAN 2011 33 HABERANAL‹Z “Hayat artık [...] iktidarın bir nesnesi haline gelmiştir ” ve tahmin edileceği üzere, iktidarın en önemli işlevi hayatı sadece kuşatmak, yönetmek değil aynı zamanda söz konusu iktidarın bireyler üzerinden yeniden üretimini gerçekleştirmektir. Yani siyasal olan bedenin kontrolüne ve bu yolla iktidarın yeniden üretimine ilişkin olandır. Genetik çalışmaları başlangıçta açıklandığı gibi, yalnızca kalıtsal hastalıkların teşhis ve tedavisine olanak sağlamaya yönelik olarak mı devam etmektedir? Yoksa gizlice sürdürülen araştırma ve uygulamalar var mıdır? Bu soruların cevabı verilebilmiş değil. Kayıt ve kontrol altındaki laboratuvarlarda düzenli raporlama ile şirketlerin çalışmaları hakkında kısmen de olsa bilgi sahibi olunabiliyor. Ama tamamı ile kayıt dışı laboratuvarların olduğu biliniyor ve burada ne tür canlılar yaratıldığı ve bu canlıların insanımsı olup olmadığı bilinmiyor. Kısacası gen mühendisliği doğada olmayan bir canlıyı deney tüpünde üretmeyi amaçlamaktadır ki bu bir tür yaratıcılık fonksiyonu üstlenmek ya da bir tür tanrı rolü oynamaya kalkışmak niteliği taşıyor. FİRAVUN MODERNLİK Fransız felsefeci ve tarihçi Michel Foucault Biyoiktidar ve biyopoltika kavramları ile modernleşme sürecinin doğaya yön vermek üzerine kurulu, yaşamı yönetmek ilkesi ile hareket eden bir siyasal iktidar 34 M‹MAR VE MÜHEND‹S biçimi ürettiğini belirtmişti. Foucault'nun modern çağ ile birlikte ortaya çıktığını söylediği, insanlara baskı ile hükmetmek yerine onları bireyselleştirerek bedenlerini itaatkâr kılan iktidar biçimidir biyo -iktidar. Buna göre biyoiktidar, insanları sınırlandırmak yerine onların olanaklarının gelişmesine, kendilerini ilerletmelerine ve sağlıklı olmalarına önem verir, bir pratik olarak hükûmet etmenin nesnesi haline getirilen toplumsal bedendir, "nüfustur”: nüfusun siyasi ve bilimsel bir sorun olarak icat edilmesini ve biyolojik bir iktidar ilişkisi ile ilintilendirilmesini açıklar. Biyo-iktidar önleyici bir güç olarak işler, meşruiyetini insan hayatını uzatmak, ölçmek, denetlemek üzerinden alır. Bu iktidar öldürmekten çok "yaşatmak" ile ilgili erktir: "iktidar öldürmez, ama ölümlülüğü regule eder" iktidar, muktedirliğini nüfusu oluşturan bireylerin beyinleri ve bedenleri üzerinden tüm topluma yayarak ortaya koyabilmektedir. Bu şekliyle tıpkı Foucault'un dediği gibi, "Hayat artık [...] iktidarın bir nesnesi haline gelmiştir" ve tahmin edileceği üzere, iktidarın en önemli işlevi hayatı sadece kuşatmak, yönetmek değil aynı zamanda söz konusu iktidarın bireyler üzerinden yeniden üretimini gerçekleştirmektir. Yani siyasal olan bedenin kontrolüne ve bu yolla iktidarın yeniden üretimine ilişkin olandır. Yönetimin konusu bizzat yaşam olduğundan ve iktidar yaşamı düzenlemek üzerinden işlediğinden ırk ıslahının yani öjeniğin de iktidarın konusu olması kaçınılmaz. İktidar öyle bir işler ki zorunlu olmadıkça baskı yapmaz ama yaşamınızın her alanını denetimi altına sokar. Tam da bu nedenle modern iktidar firavuni bir iktidardır. Yaşam ve ölüm üzerinde hüküm vererek kimin öleceğine kimim yaşayacağına karar vermekle kalmaz bir tür soy ıslahı ile bugünkü biyoteknolojinin de önünü açar. Simya ile başlayan yaşamı yaratma ve ona hâkim olma tutkusunun zirve noktasıdır biyoteknoloji. Yaşamı patentleyerek şirketlerin hayatımızı kendi mülkiyetleri altına almaları ile demokrasi maskesinin ardındaki totaliter hatta faşist yüz bize sırıtır. Bu nedenle modern devletin ve günümüzde devletin yerini alan şirketin tanrı rolü oynamadır. Tarihin tanık olduğu en dehşet tahakküm biçimidir bu. Bundan sonraki süreçte genlerinin parasını ödeyemediği için imha edilen ya da genlerine haciz konulan (yani spermlerimize ve ovariumlarımıza) ya da borcunu ödemek için genlerini satan bireylere rastlamamız zor olmayacak. Elbette çocuk kavramı da çok değişecek (şimdiden başlayan bir süreç bu) özel kataloglardan sipariş ettiğimiz çocuklar tıpkı kuluçka makinesindeki gibi deney tüplerinde üretilip, yapay rahimlerde büyütüldükten sonra bir aşamada dileyen kadının rahmine aşılanabilecek. Sosyal süreçlerde ise itaatkâr bir şekilde çalışan, grev gibi çalışmayı aksatan kişilere rastlanamayacak, süper savaşçı askerler, zihin okuyabilen polisler olasılık dâhilinde olacak. İşin mühendislere bakan yönüne gelince ahlak sahibi mühendislerin iş bulması çok zor görünüyor. Ama belki bu dehşet senaryosu karşısında erdem sahibi genetikçiler ile bu oyunun bozacak bir takım çalışmalar üretebilirler böylece insanlığı tarihin görüp görebildiği en zorba yönetimden yani modern firavunilikten esirgeyebilirler. Ancak bu gelişmeler karşısında şu sözü de aklımıza getirebiliriz “Onların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı var.” M‹MARLIK GÜNÜMÜZ CAMİ MİMARİSİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER -IIIMEHMET İŞCİ / Mimar DONUK AŞK Yine akflam oldu, Yaln›zl›k omuzlar›ma çivisini çakt› yine, Uzakl›k ayn› gerçi, Her yerdeyken olan uzakl›¤›n pek de¤iflmedi, Yine akflam oldu orda oldu¤u gibi, Görebiliyorum seni burdan da, Ayn›s›yd› ordayken de, Uzakl›ktan korkmuyorum belki de, Orada da ayn›yd› uzakl›k gerçi Donuklaflm›fl oldu art›k bu, Bir o kadar da hüzünlü romanlar gibi, Galiba ben bafltan kaybetmiflim, Belki de ben bafltan kazanm›fl›m, insanl›k kaybetmifl... Sezai Karakoç 36 M‹MAR VE MÜHEND‹S İSLAM ŞEHİRLERİNDE CAMİ-MERKEZ İLİŞKİSİ İslam şehrinin ilahi vekilliğin, adaletin, kanunun, nedensellik ve sorumluluğun, hedeflerin, hayat ve enerjinin, ekolojik harmoninin, bilgi ve şefkatin, basitliğin, tevazuun ve dindarlığın, hüner, sanat ve zenaatin, estetik ve letafetin ve neticede manayı basitlik ve sadelikte arayan erdemlilikle teşekkül edeceğini biliyoruz. Doğrusu böylesi bir şehir geleneği tevarüs eden İslam toplumları bu hasletleri yaşatmakta samimi olarak istekli midir? Ya da bu hasletler onların hayatlarında çoktan çıkıp gitmiş ve yalnızca söylemi ve posası kalmıştır diyebilir miyiz? Bir mahallede yahut şehir merkezinde inşa edilecek mescitlerin, camilerin taşıyacakları vasıfların neler olacağını ortaya koymak, sözlerle ya da yazıyla gerçekleşebilir mi? Bu konuda yapılacak ilk işin bu eyleme niyet edenlerce ortaya konulması ve yaşanan, idrak edilen, içinde riya, kibir ve ötekileştirmenin olmayacağı şehirler vücuda getirmek olmalıdır. Bu dünyada yapılacak düzenlemelerin en zorlarındandır. Esasen bu girişim şehir merkezini teşekkül ettirme eylemidir. Ki bu “yeryüzü mescit kılınan ümmet” olan Muhammed (SAV) ümmetinin “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmesidir” düsturunun ve tüm dünyanın bir mescit temizliği ve güzelliğinde hüsnü muhafazası sorumluluğunun yansıması olarak büyük önem arz etmektedir. Şehir insan fıtratına uygun tabiiliği, yalınlığı, tevazuu, ulaşılabilirliği ve basitliğiyle birlikte kendisine aidiyet duyulan bir nesne haline gelebilmektedir. Şair İsmet Özel dizelerinde; “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa / Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa / O şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir” derken bu gerçeğe işaret etmişti. Artık şehirler kimliksizliğin, insanı ezici cesametli binalarının, bir ucundan ötekine ulaşmanın oldukça zor olduğu büyüklüğün içinde kaybolmuşluk ve yalnızlığın, sadece kandil gecelerinde değil hiçbir zaman buhur kokmayan ve yer yer zehir kokan kirlenmişliğiyle hamur kokmayan fırınların, tazeliğin kokusunu çoktan unuttuğumuz meyve-sebzelerin kısaca ortak zevksizlik ve kibirin birer kalesi olma yolunda epey ilerlemişler. Kur’an ve sünnet bize yeryüzünde son de- rece somut ve gerçekleştirilebilir bir hayatın çerçevesini çizerken cennet tasvirlerini kullanması, insana mükemmelliğin, tevazuun, estetiğin ve sadeliğin yaşanacağı bir dünya tasavvuru öğütlemektedir. İnanç ve irfanımıza ilişkin köklere yakınlaştıkça hayatın, şehrin, mahallenin ve mescidin özüne/asr-ı saadete yakınlaştığı görülecektir. Bu konuda yapılacak ilk eylem, zihin dünyamızdan başlayan bir yenilenme ile fiziki dünyamızı yeniden imar etme faaliyetine yönelmemiz olacaktır. Bunu da ancak emaneti ehline vererek başarabileceğimizi kabullenmemiz anlamına gelmektedir. ÇAĞDAŞ TÜRK MİMARLARI VE DİYANET YETKİLİLERİNİN CAMİ MİMARİSİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ Çağdaş mimarlarımızdan Necdet Civan; Türk mimarîsinin kendi içinden kendine ve dünyaya bakmasını önemle vurgulamaktadır. Civan; camilerin kendi değerlerinden aldığı kaynaklarla, insanın kendi doğası içinde çizdiği bir yapı olarak tarif etmekte ve bu mekanların hayatın merkezin yerleştirilmesini önermektedir. Camilerin Kur’an öğrenme-okuma merkezleri ve sergi salonları, kreş gibi tüm sosyal mekanları bünyesinde bulunduran, insanların gezipdolaştığı, alışverişini yaptığı, yemek yediği, bir alışveriş merkez haline getirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Asıl merkezin cami olduğu, hem dışa, hem de içe bakan büyüklü küçüklü alışveriş mekanlarının yer aldığı, caminin manevi ortamını bozmayacak bir külliyeden bahsetmektedir. Civan çağdaş cami konusundaki görüşlerini, “Günümüz şartlarında eğer bir caminin fonksiyonel olmasını bekliyorsak, yediden yetmişe her yaştan insana cevap vermesi gerekir. Bugün Türkiye’de yapılan istatistiklere göre cuma günü camilere giden vatandaşlarımızın sayısı, yirmi üç ile yirmi beş milyon arasındadır. Bu, küçümsenecek bir rakam değil elbette. Bayram ve kandillerde bu rakam otuz milyona kadar ulaşabilmektedir. Bir din görevlisi nasıl bir camide görev yapmak ister? Gayet tabiî ki mimarîsi, estetik ve akustiği düzgün ve cemaati çok olan camide görev yapmak ister. Peki, günümüzdeki camiler, mimarî özellikleri itibariyle böyle midir? Çok temel iki unsur var; birisi aile, diğeri de komşuluk ilişkisi. Evet, aile ve komşuluk ilişkisinin üçüncü ayağını da camilerimiz teşkil ediyor. Bir mahallede eğer aile MAYIS-HAZ‹RAN 2011 37 M‹MARLIK Bir mahallede eğer aile yoksa, aile anlayışı yoksa, komşuluk ilişkisi zayıfsa, neticede o mahalledeki camide de istenilen düzeyde cemaat yok demektir. Aile, insanlar topluluğunun sahip olduğu bir değerdir. Bunların alt yapısını oluşturan sosyal merkez de camidir. yoksa, aile anlayışı yoksa, komşuluk ilişkisi zayıfsa, neticede o mahalledeki camide de istenilen düzeyde cemaat yok demektir. Aile, insanlar topluluğunun sahip olduğu bir değerdir. Bunların alt yapısını oluşturan sosyal merkez de camidir. Eski imar planlarında maalesef nerde üçgenler, nerde uygunsuz yerler varsa oralar cami alanları olarak gösteriliyordu. Hatta öyle zamanlar oluyordu ki bu yerin kıblesini dahi koymanız mümkün olmuyordu. Minarenin bir tarafı dışarı çıkabiliyordu.” şeklinde dile getirmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Dairesi Başkanı Mehmet Bekaroğlu; camilerle ilgili görüş ve düşüncelerini; “Bugünkü camilerimize -hepimizin ittifak ettiği gibi- bir sürü masraf yapıyoruz. Estetik yönden bulundukları yerlere bir güzellik katmadıkları gibi, akustikleri de düzgün olmuyor. Bugün camiler, cemaatin yalnızca namaz kıldığı mekânlar olarak görülüyor. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinin şairi; “Biz gençliğimizde cami ikliminin, cami havasının bulunduğu mahallelerde yaşadık. Gençler mutlaka cami ile temas halinde ve iç içe bulunmalıdırlar. Hatta toplumun bütün kesimleri, namaz dışındaki diğer ihtiyaçlarını cami bünyesinde yer alacak sosyal işlevli yerlerden görebil38 M‹MAR VE MÜHEND‹S melidir. Günümüzün mimar ve mühendisleri, camilerin ısıtma, soğutma ve aydınlatma sisteminin güneş enerjisiyle olmasını niçin düşünmezler? Modern betonarme camiler yapıyoruz, ama akustiğini, ses düzenini bir türlü sağlayamıyoruz” şeklinde belirtmektedir. Emekli Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Sami Uslu konu hakkındaki görüşlerini: “Davet edilmiş oduğum akademik bir toplantıda “Cami mimarîsine tevessül eden mimarlarımız ne olur, biraz İslâm kültürü hakkındaki bilgilerini yenileyip geliştirsinler” deyince, bir üniversite hocası reaksiyon göstererek “Ne demektir bu cami mimarîsi dediğiniz, netice itibariyle boş bir mekânda insanlar toplanıyorlar, işte o kadar” diyerek meseleye ne kadar uzak olduğu göstermişti. Suudlular, Tenim Camii’ni Mısırlı bir Hristiyan mimara yaptırdılar. Bir gün; “Hocam, dediler, bugün, yapılanları kendisine anlattık. Ancak bir konuda onunla anlaşamadık. Abdest alınan mekânda musluktan akan su, abdest alanın üstüne başına sıçrıyor. Bu su kullanılmış sudur ve temiz değildir, dediğimizde, adam ‘sıçrarsa sıçrasın ne olacak’ diyor” dediler. Bunları Mimarlar Odası’nın Ankara’daki toplantısında söylediğimde bazılarının tepkisiyle karşılaştım. Cami mimarîsi ile uğraşan mi- marların mutlak surette İslâm kültürünü bilmesi gerekir. Türkiye’de cami mimarîsi üzerine çalışan çok fazla mimarın olduğunu zannetmiyorum. Çünkü Aşkabat Camii ile ilgili yarışma düzenlediğimiz zaman, pek çok yere ilanlar vermemize rağmen, maalesef fazla ilgilenen olmadı. Müftülüklerimize konu ile ilgili gelen rakamları söylesem şaşırırsınız” şeklinde dile getirmektedir. Y. Mimar Ali Günvar ise konuya Osmanlı’daki camilerle mescitler arasındaki hiyerarşik yapıya değinmiş ve özetle; “Osmanlı’da bir “Ulu Cami” kavramı vardır. Bizim kendi mimarîmizle ve kendi duruşumuzla ayakta kalmamız söylendi. Bizim duruşumuz, bizim dilimizdir, ancak dünyada başka insanlar da var ve onların da dilleri var. Siz önce kendi hikâyenizi kendi dilinizde en iyi şekilde anlatacaksınız. Biz teknolojinin ve bugünün imkanlarını caminin alt yapısına entegre edebilirsek yani cami aynı zamanda kendi ölçeğinde, mahalle ölçeğinde bir kültür merkezi haline gelebilirse, insanların herhangi bir yaşayış ve anlayış biçimine zorlanmadan rahatlıkla içine girebilecekleri ve birtakım günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri mekanlar manzumesi haline gelebilirse, işte o zaman cami yaşamış olur. Küçük, çapsız ve boyutsuz yaklaşımlardan caminin kurtarılması lazım. Dolayısıyla topluma entegre olacak bir kültürel açılımın cami ile birlikte ve biraz da seviye kazandırılarak getirilmesi lazım” görüşlerini belirtmektedir. Prof. Dr. Turgut Cansever cami konusundaki görüşlerine cami konusunda konuşmaktan çok nasıl olacağını ortaya koymanın elzem olduğunu ve bu düzenlemenin şehrin merkezini düzenleme gibi çok zor iş olduğunu belirtmekte ve; “Bursa’da Nalbantoğlu mahallesinde oturdum. Beş-on sene evvelinde meydanda cami, dışarısında kütüphane, okuma salonu, kahvehane vardı. Kahvehane keyif için gidilen bir yer olmanın ötesinde camiden çıkıldığı zaman camide dinlenen vaaz, dinî meseleler hakkında düşünce geliştirilen ve bilginin derinleştirildiği, muhaverelerin yapıldığı yerdi. Mahalledeki bu meydanda çocuklar oynardı. Gerçekten bu tam bir şehir meydanı idi. Bir mahallede yahut şehir merkezinde inşa edilecek mescitlerin, camilerin taşıyacakları vasıfların neler olacağını ortaya koymak, sözlerle de, yazıyla da gerçekleşmez. Bu konuda başarıya ulaşılmak isteniyorsa bu işin en iyi örneklerinin verilme- si gerekir. Bu düzenleme dünyada yapılacak düzenlemelerin en zorlarından biridir. Çünkü bu, şehir merkezini vücuda getirme girişimidir. Şehrin vücuda getirilmesi ise hem bizim İslâm inancında hem de Yunan düşüncesinde insanın yapacağı en önemli iştir. Yani “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmesidir” şeklindeki Hz. Peygamber’in (SAV) buyruğu açıkça ortada olduğuna göre, bunun sürecini hazırlamamız gerekir. Organizasyon iki yapılı olabilir. İnsanlar, bu konuda tecrübesi olan bir mimara gidip ‘bu işi yap’ derler, o mimar da bunu yapar ve bir üst makam da onaylar. Bu üst makamın belediyeler olmadığı ve içinde bulunduğumuz şartlarda olamayacağı da aşikârdır. Vakıf, projelendirme işinin uygun olup olmadığını onaylayacak bir profesyonel kadroya sahip olmalıdır. Tabiî bu kadro, onayladığı işten sorumlu kılınmalı, yapılan işin ne kadar başarılı olduğu da üç sene, beş sene içerisinde daha üst bir heyet tarafından değerlendirilmelidir.” Üstad konuşmasına devamla; “Batı dünyasındaki mimarlık literatürüne bakılırsa, ancak beş on senede bir, ilginç bir kilise yapılabildiği görülür. Ama ecdadımızın Anadolu’da iki asır içerisinde şehirler, medeniyetler, abideler kurduğunu düşünürsek, işlerin kolay yapılma yollarının da var olduğunu ümit etmek gerekiyor. O zaman bu yolun ne olduğunu aramamız icap ediyor. Bir tanesi şu; bugün açıkça iş ehline tevdi edilmiyor. Hâlbuki işin ehline tevdi edilmesi dinimizin de zaruri bir emridir. İlhanlılar bir mevsimde elli bin kişilik şehirler inşa ediyorlardı ve mescitlerinin, camilerinin her biri sanat şaheseriydi. Doğrusu insanlık tarihinde o kadar kısa zamanda o kadar güzel şeylerin yapılabildiğini göstermişlerdi. Peygamberimiz (SAV) , “İnsanların en iyisi âlimin en iyisi, insanları en kötüsü âlimin en kötüsüdür” buyuruyor. O zaman en iyileri arayıp o en iyilerden bir nüve meydana getirip onların önderliğinde saf, temiz gençlerle beraber güzel şeyleri evvela küçük miktarda üretmeye başlamak, sonra o üretimin miktarını artırarak bütün ülkenin ihtiyacı olacak güzel mescitleri, camileri ve çevrelerini yapmamız gerekir” şeklinde görüşlerini belirtmektedir. Doç.Dr. Fikret Karaman görüşlerini Peygamberimiz’in uygulamalarından örneklerle anlatarak devamla; “Milletimizdeki cami heyecanı, 1400 yıldan beri hiç sönmeden devam etti ve edecektir de. Hatta İslâm bilginleri “Müslümanlar niçin cami caminin planını ve nasıl inşa edileceğini, gerekli malzemeyi ashabıyla istişare etmiştir. Daha da önemlisi Peygamber Efendimiz bedenen çalışmak suretiyle caminin inşasında bizzat görev almıştır. Dolayısıyla İslâm bilginleri, Rasulûllah’ın, di- nin tebliği için camiyi diğer hizmetlere göre öncelediğini ve ona çok önem verdiğini belirtiyorlar. Demek ki Mescid-i Nebevi, İslâm tarihinin gelişmesine ev sahipliği yaptı.” şeklinde dile getirmektedir. Diyanet çalışanı, Mimar Gül Aydın ise konuya ilişkin görüşlerini; “Cami yapımına ilişkin 1998 yılında çıkan kanunla, Diyanet İşleri Başkanlığı’na tanınan izin verme yetkisi, 2003 yılında iptal edilmiştir. Bu dönem arasında Diyanet İşleri Başkanlığımızda çeşitli çalışmalar yapıldı. Camilerin arsalarının seçimi, arsa büyüklükleri, iki cami arasında olması gereken mesafeler, cami kapasiteleri, cami minare ilişkileri üzerine bazı tablolar hazırlanmıştır. Şimdi söyleyeceğim gibi, son dönemlerde yapılan camiler, kentsel çevre ile uyumlu olarak yapılmakta ve tamamlayıcı kurumlarla birlikte hareket edilmektedir. Şahıs, dernek ve vakıflarca yapılmış olan bu camilerin projelerinin hayır işi kapsamında ücretsiz olarak yaptırılmış olduğu, bu nedenle projeler için gerekli özenin gösterilmediği, bazı camilerin inşaasında ise başka bir yerde uygulanmış bir projenin gelişigüzel revize edilerek mevcut arsaya uydurulmaya çalışıldığı, genelde detay projelerin statik hesaplarının olmadığı, kalfausta ilişkisi içinde inşaatın devam ettirilerek belediyelerin bu tür yapılanmalara fazla müdahale etmediği anlaşılmaktadır. Camiler, insanın şükran duygularını Allah’a (c.c.) sunduğu yerler ve yapılardır. Bunun için dinî duyguların yoğun olarak yaşandığı mekânların en mükemmel şekilde olması gerektiği” şeklinde belirtmektedir. Prof. Dr. Hüsrev Tayla konuya ilişkin görüşlerini dile getirirken cami yapacakların projeyi diyanetten istemelerinin temelinde mimara bu işin bedelini vermek istememeleri bu hususta yeterince bilgi sahibi olmadıklarını belirterek devamla; “Neden gelip projeyi sizden istiyorlar, çünkü mimara para vermek istemiyorlar, bunu çok açık olarak söylüyorum. Bir sitede bir cami yapılıyor. Bu site İstanbul’un en büyük sitelerinden biri ve zengin firmaların merkezlerinin bulunduğu yer. Bu sitenin bir kilometreden fazla ucu var, ortada zaten bir camisi var, öbür ucuna da ikincisini başlamışlar. Bizim milletimiz mühendise aklı kesiyor da mimarların kim olduklarını ve ne yaptıklarını pek bilmiyor. Birisi birtakım çizgilerle bunların karşısına gidiyor, bunlar zannediyorlar ki bizim çalışmalarımız üç beş dakikada olabilen şeyler. Bu MAYIS-HAZ‹RAN 2011 39 M‹MARLIK yaygın yanılgı değişmedikçe, düzgün cami projesi yapmanın ve uygulamanın imkânı yoktur. Hz. Peygamber (SAV), bir gün bir cenazenin defni esnasında mezarın başında bulunur. Cenaze kabre konmadan önce Hz. Peygamber (SAV), kabirdeki tümseğin kaldırılmasını işaret eder. O mezarın içinde bulunan sahabi; “ya Rasulâllah, bu vahyin gereği mi, yoksa siz mi öyle istiyorsunuz?” deyince, Peygamberimiz (a.s.), “Hayır, vahiy değil, emrim de değil. Ama göze hoş gelsin diye bunu söylüyorum” diyerek meselenin estetik boyutuna işaret etmekte olduğunu belirtmektedir. Y. Mimar M. Hilmi Şenalp ise konuya ilişkin görüşlerini belirtirken Türkiye’nin cami üzerinde medeniyetini nasıl yeniden üretebileceği sorgulanırken, bu temel problemin hususi bir reçetesi olmadığını, ‘Türkiye’nin kültür politikası, şehirleşmesinde ve koruma stratejisinde dünya ve medeniyet vizyonu ne olmalı?’ suallerine cevap vermenin gerekli olduğunu belirtmekte ve devamla, “Doğru şehirleşme, yeni bina üretme ve doğru koruma politikası, ancak derinlemesine bir felsefî kimlik ve vizyonla ortaya konulabilir. Bu vizyon ne kadar geneli kucaklar ve açık olursa, o kadar dünyadan kabul görecektir. Bu husus, bizim kültür ve medeniyetimizde mevcut olup keşfedilmeyi beklemektedir. Klasik resmi öğrenip hazmetmeden; modern resim sanatında bir varlık gösterilemeyeceği gibi, önce kendi kültür ve sanatımızı kavrayıp kültürel kodlarını doğru okuyamadan yorum ve üsluplaştırmalara 40 M‹MAR VE MÜHEND‹S gitmek de mümkün değildir. Varisi olduğumuz kültür mirasını; yozlaşmaya düşmeden, taklide yeltenmeden, gelenek zinciri içinde yeni yorumlarla günümüz şartlarında yeniden ama doğru olarak üretmeliyiz. Türk mimarîsinin menşei ve korunması, yeniden üretilmesi hususunda mutlaka sahici gayret sarf edilmesi icabeder. Osmanlı Türk sanatı, İslâm’ın bütün aklî ve kalbî teferruatını, sanatın her şubesinde kemaliyle temsil etmiş; İslâm’ın âlem tasavvuru ve kainat idrakini dile getiren bir fıtrat sanatı olmuştur. Kendi kendini durmadan tekrar edip yenileyemeyen kültür, yozlaşmaya ve nihayet yok olmaya mahkûmdur. Nitekim Osmanlı medeniyetinde de böyle olmuş, aslî kültürle yeni sentezler yerine, kültür ve moral istilasına maruz kalınarak devşirme, ithal kültür idame edilmiştir. Kanunlarda yapılacak değişiklikler kadar koruma anlayışımız, yeni yapı ve cami yapma şeklimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı, Kültür Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde mutlaka yeniden sorgulanmalı ve dünyadaki örnekler göz önünde bulundurularak yeniden yapılandırılmalıdır. Bu yapıldıktan sonra denetim vazifesi olan kurullar da yeniden teşekkül ettirilmelidir. Problem, şahıslarla beraber sistemde, koruma anlayışımızın ve yeni cami yapma tarzının bizatihi kendisindedir. 20. yüzyıla kadar yapılar tamir edilir, restore edilmezlerdi. Sanatçı ve mimar, kendilerine tevdi edilen yapıya, yeniden öğrenilmesi, okunması ve düzeltilmesi icap eden bir eser olarak bakmıştır. Bu geleneğimizi devam ettirebilmiş olsaydık, bugün yeni camilerimizin perişanlığını veya nasıl yenilerinin yapılabileceğini tartışmayacaktık. Bugün maalesef kubbe ve kemer, Müslümanlığa ait bir sembol olarak telakki ediliyor. Halbuki kubbeyi sembol yapan, kubbenin ve kemerin kendisi değil, mimarının maharetidir. Bugün ciddiye alınacak bir sanat tarzı, sadeleştirilmiş sanat denilen anlayıştır. Klasik Osmanlı mimarîsinde ifadesini bulmuş olan bu anlayış, nasıl bir değerler manzumesine sahip olduğumuzun en büyük delilidir. Klasik, sivil ve dinî mimarîmizin mimarî unsurlarını doğru bir anlayışla üsluplaştırabilir, stilize edebilirsek, şahsiyetimizi kaybetmeden sadeleşmiş sanatın en güzel örneklerini verebiliriz. Çünkü mimarîden minyatüre, ebrudan tezyinata, hatta klasik sanatların özünde üslûplaştırmanın, stilizasyonun diyalektik dinamiği mevcuttur. Türk-İslâm sanatı, kendisine asalet atfedilen mücerret bir sanattan öte, semavi hikmetin geometrik, matematiksel formları vasıtasıyla kesreti vahdete, yani çokluğu birliğe nispet eden bir sanat idrakidir. İşte bu anlayış çerçevesinde ve zaman içerisinde İslâm mimarîsinde cami, sadece insanların değil, insana ait bütün güzelliklerin ve sanatların bir araya getirildiği kutsi bir mekân olmuştur” görüşlerini dile getirmektedir. Mimar Mahmut Sami Kirazoğlu ise konuya ilişkin görüşlerini belirtirken; üzerinde durulması gereken en önemli noktanın ör- nek alınacak mekanın Beytullah (Allah’ın (c.c.) evi olarak adlandırılan) olduğu; insanların toplandığı, herhangi bir hacim olmadığı, insanlara mutluluk ve huşu verdiği, inançlarından dolayı görevlerini yerine getirmiş olmanın hazzını ve huzurunu yaşattığı, ilim-irfan tahsiline imkân verdiği ve Yaradan’a tefekkür edildiği, bazen tek ama genelde toplu olarak ibadet yapıldığı bir yer olduğu hep göz önünde tutulması gerektiğini belirtmekte ve devamla; “Cami mimarlarının yetişmeme sebeplerinin en önemlisi maddî ve manevî olarak yeterli derecede desteklenmemeleridir. Mimara ödenecek proje kontrollük parası, sanki sokağa atılmış bir para gibi kabul ediliyor. Hatta büyük bir meziyetmiş gibi, bir kısım insanlar ‘bedava proje yaptırdık’ diye çevreye övünüyorlar. Klasik taklit edildiği hayaliyle ne sütunu, ne kemeri, ne tonozu, ne bingisi, ne mukarnası, ne kubbesi, ne malzemesi, ne boyutları, ne hacmi, ne süslemesi, ne aydınlatması, ne havalandırması, ne akustiği, ne seccadesi, ne fonksiyonu doğru olmayan camilerimizin kendileri de; “biz ne halden ne hale geldik” diye şaşkın ve belki de bize kırgınlar.” Tip proje konusuna karşı olduğunu belirten Kirazoğlu; “Her ne kadar cami derneklerinin pek hoşuna gitmese de bu mimara ve sanata vurulacak bir darbedir. Cami mimarîsini açalım derken tamamen kapatmış oluruz. Bir defaya mahsus on tip yapılır, onun da kullanma tarihi bitince bir on daha yapılır. Ecdadımız yüzyıllar önce bile o imkânsızlıklarla bir yaptığını bir daha yapmamış, bu tarz uygulama müşkülü hal şöyle dursun, halli müşkül eyleme döner. Bir cami ve müştemilatında şu bölümler olmalıdır: Bazıları ihtiyaç ve imkana göre olmak kaydı ile; katta namaz kılma mekânı, 11- Üst katta hanımlar mahfeli, 12- Kapalı son cemaat yeri, 13- Ön ve yan girişler, 14- Ön ve yan revaklar, 15- Revaklı avlu, 16- Şadırvan, 17- Minare, 18- Elektrik odası, 19- Isıtma, havalandırma odası, 20- Abdestlikler, tuvalet (hem erkekler hem de hanımlar için duş), 21- Musalla taşı. İhtiyaç ve imkan var ise bilgisayarlı bir kurs odası, idare heyeti odası, çay ocağı, bekçi odası, imam ve müezzin evi, misafirhane, dinî kitap satan küçük bir dükkan, bahçe düzeni, dış duvarı, giriş kapıları, otopark, bodrum, cami içinde içme suyu dolabı, fazla abartmadan halka sosyal hizmet vermek için çok maksatlı salon, servisler, kü- çük çapta sportif aktiviteler, nakış dikiş kursu, kafeterya, ufak bir hamam, gasilhane düşünülebilir. Kirazoğlu hanımlar, yaşlılar ve çocukların da camiler planlanırken önemsenmesini belirterek devamla; “Yaşlı insanları ve küçükleri düşünerek, cami, zeminden fazla yükseltilmemeli, basamaklarda aralıklar 12-15 santim arası olmalıdır. Daha yüksek olmamalı, rahatsız olanlar için mutlaka eğimi yüzde 7 ile 10 arasında olan rampalar yapılmalı, zemin kat ve üst mahfiller katında hem erkek hem hanımlar ayrı ayrı namaz kılabilmeli, önde erkekler, arkada hanımlar kılacak şekilde her iki katta da planlama yapılmalıdır. Daha evvel alışıldığı gibi, yani illa mahfiller katı hanımlara ait olmamalı, her zaman aynı eziyeti çekmelerine kayıtsız kalınmamalıdır. Camideki ibadet hareketlerini bilemeyen, projede muvaffak ola- 1- Ana mekan (zemin katta genelde erkekler cemaati için), 2- Arka ve yan mahfeller, 3- Müezzin mahfeli, 4- Mihrap, 5- Minber, 6- Kürsü, 7- İmam ve müezzin odası (abdest almak için içerde sadece lavabolu bir bölüm olabilir), 8- Kütüphane, 9- Depo (fazla halı, hasır, elektrik süpürgesi, merdiven toz bezi vesaire ve ayrıca bunların yıkanması için lavabo), 10- Yukarı çıkamayan bayanlar için zemin MAYIS-HAZ‹RAN 2011 41 M‹MARLIK maz. Arka duvar dibinden seccade başlayan çok camimiz var. O son saf rükûa nasıl gidecek? Arkada en az 20-30 cm. kadar boşluk bırakıp safa başlanmalıdır. Mihraplığı olmamalı, seccadeler, renk ve deseniyle, bulunduğu mekâna uymalıdır. Kainatta her şeyin Allah’ın (c.c.) emri ve izniyle olduğunu unutmamak kaydıyla, hele O’na ibadet edeceğimiz özel mekanı yaparken, bu inanç ve dikkat azami seviyede olmalıdır. İbadethaneye salih, abit yakışır. Peygamber Efendimiz (SAV) “Allah (c.c.) işini en iyi ve en güzel şekilde yapanı sever. Kim ne iş yapıyorsa onu en iyi şekilde yapsın” buyuruyor.“ görüşlerini dile getirmektedir. Mimar Necip Dinç ise görüşlerini özetlerken mükemmel bir eserde bulunması gerekli şartları belirtmekte ve devamla; “Mesele sırf projeden ibaret değil. Mükemmel bir eserin ortaya koyulabilmesi için dört şart gereklidir: Bunlar; başta finansman olmak üzere, mükemmel bir proje, kaliteli malzeme, kalifiye işçiliktir. Koca Sinan’ı emsallerinden üstün yapan mimarî projesidir, yoksa diğerlerinde de aynı malzemeler vardı. Medine-i Münevvere’de ve Mekke-i Mükerreme’de, Tenim’de çok kolonlu büyük mekanlar yapılmış. Halbuki teknolojinin imkanlarından da faydalanılarak İslâm sanatının zevki selimini tatmin etmiş ve olgunlaşmış insanların etütleriyle bir takım yeni çözümler ortaya çıkarılabilir ve okul42 M‹MAR VE MÜHEND‹S lar arasında yarışmalar açılabilir. Osmanlı’da âlim ve sanatkârlarla ilgili yol gösterici bir formül var: “Meratibi ilim muteber dimağdadır.” Yani ilimlerle mücehhez bir sanatkâr optimum noktayı yakalamak için evvela tahayyül, sonra tasavvur eder. Sonra aklı ile sezerek, izan mantığını kullanıp iltizam eder ve teşebbüse geçer. Nihayetinde de tevekkül eder. Muvaffak edecek olansa Allah’tır (c.c.) .” hususlarını belirtmektedir. ABİDEVİ İSLAM MİMARİSİNİN EN GÜZEL İFADESİNİ BULDUĞU CAMİLER ÜZERİNE SON SÖZ Peygamberimiz (SAV) Mescidin yapımını yedi ayda tamamlamıştı. Bu tarih Hicri birinci sene Şevval ayı, Miladi 623 yılı nisan ayı idi. Mescid-i Nebevi ilk inşaaında içi tefriş edilmiş değildi. Müslümanlar namazlarını yaz boyunca toprak üzerine secde ederek kılmışlardı. Kış aylarıyla birlikte şiddetli yağmurların başlaması ve toprağın ıslanması namaz kılınmasını zorlaştırdı. Bunun üzerine namaza gelenler ceplerini çakıl taşlarıyla doldurup namaz kıldıkları yere bu taşları sererek ıslaklıktan korunmaya çalıştılar. Peygamberimiz (SAV) bu uygulamayı görünce beğendi ve uygun gördü. İsteseler kumaş ve ya hasırda serilebilirdi ama burada alnın toprağa konulması ile insanın mütevaziliği sağlandığı gibi secde anında Peygamberin Efendimiz (SAV) ifadesiyle “Allah en yakın oluşun” gerçekle- şeceği böylece ölüm anında Allah’a mülaki olacak insan bedeninin son durağı olan kabir hayatını hatırlatması gibi bir çok faydası vardır.” İşin özü açısından söylenen Tevbe suresinde ki (18. ayet): “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” 18.ayeti bir daha düşünmek, anlamak gerekir. Mimarlık tefekkür, erdem ve ahenk arayışıdır bir bakıma... Cansever, “Yapılandan (inşa edilenden) başka her şey dünyanın bir kenarındadır. Fakat yapılan (inşa edilen) şey dünyanın içindedir” tespitiyle mimarın varlığa karşı taşıdığı sorumluluğunu bir kere daha hatırlatır. Sinan öncesi dönem İslam mimarisinin bugünü için bir ölçü olabileceğini söylüyor. Eğer bu dönem, yani Sinan'ı yetiştiren devre iyi incelenebilirse, bugün yolumuzu daha kolay bulabiliriz. "Geçmişten tamamen kopuk bir mimariyle vücuda getirilecek bir eser, bizim mimarimizi yansıtmaz. Olsa olsa Batı taklidi bir eser olur. Biz inanç sistemimizin temellerinden hareket ederek, bugün geleceği hazırlayan inanç sistemi esaslarının ne olduğunu belirleyerek, pencerelere, kapılara, kubbelere bunu yansıtmalıyız. Müslüman nasıl bir yerde ibadetini yerine getirir diye düşünerek, yapı olarak değil, ona verdiğimiz ifade ile büyük bir cami vücuda getirmeliyiz. Üslubuna gelince, zühdün bütün özelliklerini taşımakla beraber, tezyini bir yapı olmalıdır. Süs eşyaları eğer ihtiyaçsa kullanılmalı, ihlası kıracaksa kaçınılmalıdır." demektedir bilge mimar. Ona göre ‘beşer’den ‘insan’a yükselmenin ilk basamağı bu yükümlülüğü; yani dünyayı güzelleştirmeyi anlamakla, geleneği, nispet ve ölçüyü bilmekle başlardı. Tüm kafa karışıklıklarından sıyrılarak güzelin, aydınlığın peşinde olunmalıdır. Geçmişini, hafızasını kaybetmiş bir toplumun iki asırlık bir kesintiden sonra yeniden köklerine yönelmekten başka çıkış yolu yoktur. Güzeli tanımadan güzelliğe ve aydınlığa erişilemez. Selçuklu ardından Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini veren bir geleneği bugüne ilişkin yorumlarla doğru değerlendirilebilirse, yarınları daha iyi inşa ve imar edilebilir. Bu yaz›da D.‹.B. Cami Projeleri ‹stiflare Toplant›s›, 10-11 Temmuz, 2006’dan yararlan›lm›flt›r. DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ 44 M‹MAR VE MÜHEND‹S HAYAT SÜRDÜKÇE GELİŞECEK SEKTÖR; TIP TEKNOLOJİLERİ VE MÜHENDİSLİK SA⁄LIK SEKTÖRÜNDE SON YILLARDA YAfiANAN HIZLI BÜYÜME BERABER‹NDE TIBB‹ C‹HAZLARI VE TIP TEKNOLOJ‹LER‹N‹ GÜNDEME GET‹RD‹. ÖZELL‹KLE ÜLKEM‹ZDE DIfiA BA⁄IMLI B‹R SEKTÖR OLAN TIBB‹ C‹HAZ SEKTÖRÜ VE TIP TEKNOLOJ‹LER‹ ‹Ç‹N BU GEL‹fiME AYRI B‹R ÖNEM TAfiIMAKTADIR. HAYAT SÜRDÜ⁄Ü MÜDDETÇE DE SA⁄LIKLA ‹LG‹L‹ ARAfiTIRMALAR YAN‹ TIP TEKNOLOJ‹LER‹ GEL‹fiMEYE DEVAM EDECEKT‹R. KIYAMETE KADAR DEVAM EDECEK OLAN BU SÜREC‹ B‹ZDE BU SAYIMIZDA DOSYA KONUSU OLARAK ELE ALDIK. TIP TEKNOLOJ‹LER‹NDEK‹ SON GEL‹fiMELER‹, SEKTÖRÜN DIfiA BA⁄IMLILIKTAN KURTULMASI ‹Ç‹N YAPILMASI GEREKENLER‹ UZMANLARLA ELE ALDIK. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 45 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ G‹R‹fi TIBBİ CİHAZ VE TIP TEKNOLOJİLERİ halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi olmaya devlet cihanda bir nefes s›hhat gibi... KANUN‹ SULTAN SÜLEYMAN’IN SÖYLED‹⁄‹ BU BEY‹T EN VEC‹Z fiEK‹LDE SA⁄LI⁄IN ÖNEM‹N‹ ANLATMAKTADIR. SA⁄LIK OLMADAN H‹ÇB‹R fiEY‹N ÖNEM‹ YOKTUR. B‹Z ‹NSANLAR DO⁄DU⁄UMUZ GÜNDEN ‹T‹BAREN SA⁄LIK SORUNLARIYLA KARfiILAfiMAKTAYIZ. ‹NSANO⁄LU HASTALIKLI OLDU⁄U DURUMLARI ANLAMAK ‹Ç‹N VE ‹Y‹LEfiMEK ‹Ç‹N GAYRET SARF ETMEKTED‹R. SANAY‹ DEVR‹M‹YLE BU GAYRETLER DAHA FAZLALAfiMIfi, B‹L‹M‹N GEL‹fiMES‹YLE B‹RL‹KTE TANI VE TEDAV‹DE KULLANILAN B‹RÇOK C‹HAZ SA⁄LIK SEKTÖRÜNDE RUT‹N KULLANIMA G‹RM‹fiT‹R. B‹L‹M VE TEKNOLOJ‹ DURAKSAMADAN DEVAM ETT‹⁄‹ ‹Ç‹N EN ÖNEML‹ VARLI⁄IMIZ OLAN SA⁄LI⁄IMIZLA ‹LG‹L‹ ARAfiTIRMA VE GEL‹fiT‹RMELER DEVAM ETMEKTED‹R. BU SÜREÇ KIYAMETE KADAR HIZ KESMEDEN DEVAM EDECEKT‹R. B‹Z ÜLKE OLARAK KEND‹ ‹HT‹YAÇLARIMIZ VE ‹NSANLI⁄IN ‹HT‹YAÇLARI ‹Ç‹N BU ARAfiTIRMA VE GEL‹fiT‹RMELERE NE KATKI SA⁄LAYAB‹L‹R‹Z? SONUÇTA TÜM TIBB‹ C‹HAZ VE EK‹PMANLAR, HATTA HASTANELER B‹Z M‹MAR VE MÜHEND‹SLER‹N ORTAYA ÇIKARDI⁄I, ÇIKARAB‹LECE⁄‹ ESERLERD‹R. ıbbi cihaz sektörü oldukça geniş bir ürün yelpazesi ve teknolojiyi ihtiva eder. Tıbbi malzeme ve cihaz sektöründe 300 binin üzerinde farklı ürün ve birçok farklı teknolojiden bahsetmek durumundayız. Farklı teknolojileri ve ürünleri bünyesinde bulunduran tıbbi malzeme ve cihazlarda yüzde 90 oranında dışa bağımlı olan Türkiye'nin yerli cihaz üreten firmalara ve ürünlerine sahip çıkarak bu oranı aşağılara çekmek zorundadır. Tüm ürünler gibi tıbbi malzeme ve cihazların bir ömrü vardır. Bazı malzemeler ve cihazlar tek kullanımlıktır. Sadece bir hastada kullanılır ve atılır. Bazı cihazlar birden fazla hastada kullanılır, ömürleri kullanılan teknolojinin ömrü kadardır, ya malzeme yaşlanması ya fonksiyonel eksiklikler değiştirilmelerini gerektirir. Mesela laboratuar analiz cihazları, monitörler, anestezi cihazları, solunum cihazları, görüntüleme cihazları vs. Bu sektörün çok dinamik ol- T 46 M‹MAR VE MÜHEND‹S duğu, birçok mühendis ve teknikere iş kapısı olabileceğinin göstergesidir. Üstelik ülke ekonomisine sağladığı katma değer çok yüksektir. Bu nedenle bu sayımızın dosya konusu Tıbbi Cihazlar ve Tıp Teknolojileri olarak belirlenmiştir. Ülkemizin zenginleşmesiyle birlikte sağlığa daha fazla kaynak ayrılmaktadır. Gerek kamunun gerek özel sektörün inşa edip devreye aldığı hastaneler son 8-9 yılda adeta Türkiye’nin çehresinin değiştiğini gösteren en önemli göstergelerdir. Sağlık hizmetinin tüm toplum faydalanacak şekilde yaygınlaştırılması bu yatırımları kaçınılmaz kılmıştır ve bu trend durmadan devam edecektir. Bunu sayın başbakanımızın seçim öncesi açıkladığı şehir hastaneleri projelerinden anlamaktayız. Gerek bina (mimarlık ve inşaat mühendisliği) gerekse mekanik, elektronik donanımları açısından (aşağı yukarı tüm mühendislik dallarını ilgilendirir) son derece gelişmiş teknolojileri bu tesislerde göreceğiz ve bu sistemler bizlerin sağlığı için kullanılacaktır. Mimar Mühendis Grubu Derneği’ne düşen en önemli görev bunları erken safhada algılamak, meslektaşlarımızı bu sektörde bilgilendirmek ve yatırıma teşvik etmektir. Tıbbi cihaz ve tıp teknolojileri sektörü gerçekten ülkemizin en zayıf kaldığı sektörlerden biridir. Bu sektör ciddi istihdam potansiyeli sunmaktadır. Şu an hasta kayıtlarının tutulduğu, malzeme yönetiminin yapıldığı bilişim sistemleri bu sektörde teknoloji kullanımını ve istihdam yoğunluğunu göstermektedir. Mühendis istihdamı açısından 10 binlerle ifade edeceğimiz potansiyel mevcuttur. Dosya içeriğinde ilginizi çekecek makaleler bulacaksınız. Mesut Uğur “Tıbbi Cihazlarda Yaşam Döngüsü”nde cihaz yenilenme süreçlerini ve neden bu sektöre yatırım yapılması gerektiğini işlemektedir. Fatih Üniversitesi Biyomedikal Mühendis- liği Enstitü Müdürü Prof. Dr. Sadık Kara Hocamız “Biyomedikal Mühendisliği ve Ar-Ge Süreçleri” adlı makalesinde tıbbi cihazların tarihsel gelişimini örneklerle anlatırken günümüzde yeni cihaz gelişimi için hangi süreçlerin gerekli olduğunu anlatmaktadır. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Dr. Erhan Akdoğan mekatronik mühendisliğinin en ilginç uygulamalarından olan “Rehabilitasyon Robotları” konusunda merak uyandırıcı bir makale hazırlamıştır. Bu makalede hangi üniversitelerimiz konu üzerinde araştırma yapıyor görebiliriz. Mimar ve İnşaat mühendisi üyelerimizin de ilgisini çekecek bir yazı Acıbadem Proje Yönetimiyle yapılan söyleşi olacaktır. Tıbbi cihazları en çok kullanan kamunun, en azından cihazların düzgün işletilme gayretleri çerçevesinde İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü Medikal Cihaz ve Biyomedikal Birimi tanıtılmaktadır. Türkiye’de ilk olan tıbbi personelin eğitimi için kuru- lan Simülasyon Merkezi kısaca tanıtılmaktadır. Bir arkadaşımız yaklaşık 30 yıllık sektörel tecrübelerini “sektöre genel bakış” şeklinde kaleme almıştır. Hepimiz ilgilendiren bu dosya içeriğine Türkiye’nin her yerinden mutlaka katkı sağlayacak çok değerli Üniversite hocalarımız, sektörde üretim ve Ar-Ge deneyimi olan şirketlerimiz, planlama yapan kamu kurumlarımız bulunmaktadır. MMG dergimizin bu sayısı bu ilginç mühendislik sektörü için bir başlangıçtır. Umuyoruz ve bekliyoruz ki bu konuda görüşlerini, deneyimlerini bizlerle paylaşmak isteyen meslektaşlarımız çıkar. Dergimizde konuyla ilgili yazılara her zaman yer vereceğimizi duyurmak isteriz. Tıbbi cihazların ve teknolojilerin ortaya çıkmasında şüphesiz müşteri konumunda olan tıp doktorlarının katkıları bizi sevindirecektir. Onlar bizden bir malzeme, cihaz istemeden, bize tarif etmedikten sonra bir tıbbi malzeme veya cihazın ortaya çıkması çok zordur. Bu nedenle tıp doktorları ve veterinerlerle beraber mühendislerin multi disipliner çalışma yapması şarttır. Tıbbi malzeme ve cihaz teknolojilerinin gelişmesinde diğer unsur şüphesiz finansör, yani yatırımcıdır. Eğer biz mühendis olarak tıbbi malzeme ve cihaz sektöründe yıllık büyüme trendlerinin 2 haneli rakamlar olduğunu gösterirsek ülkemizin farklı kesimlerinden iş adamlarının bu sektöre yatırım yapacağını göreceğiz. İshak Alaton stent üreticisi Alvimedica firmasının yönetim kurulu başkanlığını kabul edip ufak bir hisse aldığını Rol-Model olduğunu birçok toplantıda heyecanla anlatıyor. 85 yaşında bir iş adamımızın duyduğu bu heyecan birçok iş adamımızı da heyecanlandıracaktır. Varlıbaş Holding mümessillikten katarak lens üreticisi haline gelmiştir. Tıbbi malzeme ve cihaz konusunda başarı öykülerini bizimle paylaşmak isteyenler dergimizde kendisine yer bulacaktır. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 47 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ MAKALE TIBBİ CİHAZLARDA YAŞAM DÖNGÜSÜ ÜLKEMİZ BÜYÜK BİR İÇ PAZARA SAHİP OLDUĞU İÇİN TIBBİ CİHAZ KONUSUNDA MUTLAKA ÜRETİME YÖNELİK YATIRIM YAPMAK ZORUNDADIR. TIBBİ CİHAZLARIN ÜRETİLMESİ İÇİN HER İŞ DALINDA OLDUĞU GİBİ SERMAYE, İNSAN KAYNAĞI VE YERE İHTİYAÇ VARDIR. BU KONUDA EN BÜYÜK SIKINTI İNSAN KAYNAĞINDA YAŞANMAKTADIR. GEREK MESLEK EĞİTİMİNİN YETERSİZLİĞİ, GEREK ÜNİVERSİTE MÜFREDATININ YETERSİZLİĞİ, GEREKSE MULTİDİSİPLİNER ÇALIŞMA KÜLTÜRÜNÜN OLMAYIŞI İNSAN KAYNAĞINI ETKİLEMEKTEDİR. Mesut UĞUR Mikroteklonoji Müh, Yazılım Y. Müh. 48 M‹MAR VE MÜHEND‹S lkemiz 75 milyona yaklaşan nüfusu ve 780 bin km2 alanıyla dünyadaki büyük ülkelerden biridir. Hızla artan refah seviyesi daha yaygın ve kaliteli sağlık sistemini gerektirmektedir. Sağlık sistemi iyi eğitilmiş personel, personelin çalışacağı ve hastaların hizmet alacağı kullanışlı, ergonomik, hijyen kaliteli kurumlar ve hastaların tanı ve tedavisinde kullanılan ilaç, tıbbi sarf ve tıbbi cihazlardan oluşmaktadır. İnsan anatomisi henüz tam olarak çözülememiştir. Fizyoloji bilim dalı vücutta olan fiziksel, kimyasal ve biyolojik prosesleri incelemektedir. İnsanı keşfetmek, prosesleri anlamak kolay değildir. Özellikle hastalık durumlarında hem anatomik hem de fizyolojik değişiklikler olmaktadır. Bu değişiklikleri anlamak, anlaşılır şekle getirmek çok önemlidir. İşte tanı ve tedavi alanında kullanılan araçlara tıbbi cihaz, tıbbi alet diyoruz. Tüm tıbbi cihazların ve aletlerin yaşam beklentisi vardır ve daha yararlı ve kullanışlı olmaları için biz mühendislerin tıp doktorlarıyla multidisipliner çalışma yaparak yenilerini geliştirip üretmesi gerekmektedir. En basit akciğeri ve kalbi dinlemek için kullanılan steteskop bile bir doktorun yaşam mesaisi sırasında defalarca değiştirdiği bir alettir. Laboratuvarlarda kan ve idrar analizi yapan cihazlar, tanıda kullanılan röntgen, CT-PET, MR gibi cihazlar, yaşamsal parametrelerin takibinde kullanılan monitörler, ameliyat esnasında kullanılan anestezi makineleri, kalp akciğer pompaları, koter cihazları yıllar içinde yenilenen cihazlardır. Yenilenme sebepleri tüm cihazlarda olduğu gibi eskimeleri, daha fonksiyonel ve gelişmiş modellerin piyasaya çıkmasıdır. Bu süreç insanlık var olduğu sürece devam edecektir. Medeni toplumlar insan sağlığı ve yaşam kalitesine önem veren toplumlardır. Ü Bir tıbbi cihazı analiz ettiğimizde metal ve plastik malzemelerden oluştuğunu, elektrik, elektronik ve yazılım ihtiva ettiğini ve karmaşık fonksiyonlar içerdiğini görmekteyiz. Başka deyişle malzeme mühendisliği, kimya mühendisliği, fizik mühendisliği, makine mühendisliği, elektrik mühendisliği, yazılım mühendisliği, tasarım mühendisliği, tüm bunların üretilmesi için üretim veya endüstri mühendisliği gibi çok farklı disiplinleri ihtiva ettiği görürüz. Aletlerin tanımlanması ve işletilmesini sağlayan, doktor ile mühendis arasında köprüyü kuran mühendislik bilimi biyomedikal mühendisliğidir. Başka bir değişle tıbbi cihaz sektörü iyi yönetildiğinde mühendislik dalları için çok önemli istihdam sağlayan bir sektör olmaktadır. İstihdam yanında tıbbı cihazlar katma değeri en yüksek olan cihazlardır. Birkaç kilo ağırlığındaki bir cihazın bedeli bazen kilolarca ağırlığı olan bir otomobile, bir iş makinesine, binlerce ton tarımsal ürüne, basit sanayi ürününe eş gelmektedir. Ayrıca cihaz işletilirken kullanılması gereken sarf malzeler binlerce lira maliyet oluşturmaktadır. Örneğin yanda resmi verilen 2,5 kg ağırlığındaki non-invaziv akciğer monitörü, monitör orta sınıf bir otomobil değerindedir ve işletilirken yılda 500 hastada ölçüm yapılırsa 10 bin TL ek gider gerektirmektedir. Yoğun bakımda bazı ameliyatlarda bu cihazın kullanılması gerektiğini düşünürsek ülkemiz için en az 10 bin cihaz gerekmektedir. Her cihazın ekonomik ömrü 7 yıl olsa sadece gereken sarf malzeme cihaz başına 70.000 TL’dir ve toplam 700 milyon TL demektir. Cihaz bedellerinin 300 milyon olduğunu kabul edersek 1 milyar TL 7 yılda oluşmaktadır. Böyle bir cihazın AR-GE maliyeti 10 milyon TL olsa dahi sağladığı katma değer çok yüksektir. Son günlerde siyasetinde gündeminde olduğu için ameliyatta kullanılan Da Vinci robotundan bahsetmek isterim. Bu robot yaklaşık 2,5 milyon USD’dir. Hasta için kullanılan sarf malzeme bedeli hasta başına 4 bin TL’dir. Yıllık bakım hizmet bedeli 200 bin USD civarındadır. Bu yazımızın maksadı insanlığa fayda sağlayan bu cihazları almayalım demek değildir. Aksine bu tür tıbbi cihazların gerekliliğini göstermek ve oluşan ciroları göstererek bu cihazları kendimiz ürettiğimiz takdirde sağlanacak istihdamı, katma değeri göstermektir. Tıbbi Cihaz Üreticileri Derneğinin verdiği bilgilere göre ülkemizin tıbbi cihaz konusunda dışa bağımlılığı yüzde 90 civarındadır. Dernek ülkemizdeki pazar hacmini 2 milyar dolar olarak vermektedir ve bunun sadece 200 milyon dolarlık kısmının ülkemizde üretildiğini belirtmektedir. Kalan 1,8 milyar dolar değerindeki tıbbi cihaz yurtdışından ithal edilmektedir. Ülkemizde üretilen tıbbi cihazları incelersek taklit edilmesi kolay olan malzeme, alet ve cihaz olduğunu görmekteyiz. Özellikli, elektronik ve yazılım ihtiva eden katma değeri yüksek cihazlar yurt dışından ithal edilmekte ve cari açığa neden olmaktadır. Bu dış alım trendi yukarıya doğru gitmektedir. Mikro işlemcinin icadı, elektronik ve yazılım teknolojisindeki gelişmeler, cihazların yeni fonksiyonlarla donatılmasını gerektirmektedir. Normalde yaşam beklentisi 6-7 yıl olan bir tıbbi cihaz daha fonksiyonel olan yeni bir cihazla 3-5 yıl içinde değiştirilebilmektedir. 12 Haziran 2011 milletvekili seçim sürecinden geçtiğimiz şu günlerde özellikle sayın başbakanımızın sağlık yatırımlarıyla ilgili projelerini sıkça duymaktayız. Büyük şehirlere kurulacak sağlık komplekslerinden bahsetmektedir. Bu komplekslerin tıbbi cihaz, bilişim donanım maliyetleri en az hastanenin inşaat maliyeti kadar olacaktır. Hastane inşaatında kullanılacak yürür bantlar, yürür merdivenler, asansörler, havalandırma sistemleri konusunda şu an ya kısmen ya da tamamen dışa bağımlıyız. Başbakanımızın vizyonu doğrultusunda tıbbi cihaz ve teknik donanımı kendimiz geliştirip üretecek duruma gelmeliyiz. Gene seçim kitapçıklarından öğrendiğimize göre 2002’de 700 olan yoğun bakım yatağı sayısı 2010’da 6500’e çıkmıştır. Bu yaklaşık 6 bin solunum cihazı, 6.000 hastabaşı monitörü, 24 bin infüzyon pompası demektir. Bu cihazların ortalama yaşam beklentisi 5-7 yıl arasıdır. 2015 yılında yeni yapılan hastane kompleksleriyle beraber yoğun bakım yatak sayısı 10 bini geçecektir. Ülkemiz bu kadar büyük iç pazara sahip olduğu için tıbbi cihaz konusunda mutlaka üretime yönelik yatırım yapmak zorundadır. Kendi iç pazarları yok denecek kadar küçük olan İsviçre, İsrail gibi ülkeler bu konuda çok yatırım yapmaktadırlar. Tıbbi cihazların üretilmesi için her iş dalında olduğu gibi sermaye, insan kaynağı ve yere ihtiyaç vardır. Yer ve sermaye bulunabilecek durumdadır. En büyük sıkıntı insan kaynağında yaşanan sıkıntıdır. Gerek meslek eğitiminin yetersizliği, gerek üniversite müfredatının yetersizliği gerekse multidisipliner çalışma kültürünün olmayışı insan kaynağını etkilemektedir. Öğrenci ve üniversite sayısındaki fazlalık ürün geliştirmek ve üretmek için yeterli değildir. Önemli olan üniversitelerin verdiği eğitimin kalitesi ve yeterliliğidir. Çok geniş akademik bir çevrem olmasına rağmen üniversitelerde tıbbi cihaz teknolojileri konusunda düzgün araştırma ve geliştirme görmemekteyim. Biyomedikal mühendisliği lisansüstü ve doktora eğitimleri daha fazla bursla desteklenmelidir. Bu konuda konsept çalış- Tanı ve tedavi alanında kullanılan araçlara tıbbi cihaz, tıbbi alet diyoruz. Tüm tıbbi cihazların ve aletlerin yaşam beklentisi vardır ve daha yararlı ve kullanışlı olmaları için biz mühendislerin tıp doktorlarıyla multidisipliner çalışma yaparak yenilerini geliştirip üretmesi gerekmektedir. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 49 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Tıbbi Cihaz Üreticileri Derneği’nin verdiği bilgilere göre ülkemizin tıbbi cihaz konusunda dışa bağımlılığı yüzde 90 civarındadır. Dernek ülkemizdeki pazar hacmini 2 milyar dolar olarak vermektedir ve bunun sadece 200 milyon dolarlık kısmının ülkemizde üretildiğini belirtmektedir. Kalan 1,8 milyar dolar değerindeki tıbbi cihaz yurtdışından ithal edilmektedir. Ülkemizde üretilen tıbbi cihazları incelersek taklit edilmesi kolay olan malzeme, alet ve cihaz olduğunu görmekteyiz. 50 M‹MAR VE MÜHEND‹S ması yapılmalıdır. Mühendislik eğitimi alan biri gerektiğinde biyomedikal üst lisan eğitimini aldıktan sonra mesela fizyoloji doktorası yapabilmelidir. Bu Almanya gibi ülkelerde mümkündür. İnsan bedenindeki prosesleri anlayan mühendisler ancak o proseslerin ölçümünde kullanılan cihazları geliştirebilirler. Aynı şekilde tıp doktoru olan biri mühendislik dallarında yüksek lisans ve doktora yapmaya özendirilmelidir. Tüm yüksek lisans ve doktora programları yarı zamanlı olabilmelidir. Ben tekstil makineleri üreten firmada elektronik mühendisi olarak çalışırken Cuma ve Cumartesi 1,5 günlük bir eğitimle yazılım mühendisliği yüksek lisansımı bundan 27-28 yıl önce yapabilmiştim. Bu ülkemizde de yaygınlaştırılmalıdır. Her halükarda günümüz işleri çok boyutlu, çok disiplinli bilgi gerektirmektedir. En fazla çok boyutlu çalışma gerektiren dalda kuşkusuz makine ve canlıyı beraber ele alan tıp ve tıbbi cihaz teknolojileridir. Diyabetik ayak konusunda 300 den fazla bilimsel makalesi olan Amerikalı genel cerrah Prof. Dr. Frykenberg 2009 da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Plastik ve Rekonstruktif Cerrahi Anabilim Dalı tarafından düzenlen Diyabetik Ayak sempozyumunda yaptığı konuşmada “biz diyabetik ayak konusunda henüz buz dağının üstünü görüyoruz, tamamını anlamak için daha kat edilecek çok yol var” demişti. Bu tüm branşlar için geçerli. Bir taraftan yenilenmesi gereken cihazları geliştirip üretirken diğer taraftan araştırma faaliyetleriyle şu an mevcut olmayan cihazları geliştirmeliyiz. Türkiye bunları yapacak boyuta sahip bir ülkedir. Yapıl- ması gereken iyi bir planlamadır. Aslında bu tür bir yaklaşım istihdamı artıran işsizliği azaltan bir yaklaşım anlamına gelmektedir. Klasik üretim hatlarında yapılan yatırımlardaki otomasyon derecesi daha az insanın istihdamına neden olurken, otomasyon, tıbbi cihaz, telekomünikasyon, ulaşım gibi elektronik ve yazılımın bir olduğu branşlar günümüzün ve geleceğin istihdam alanlarıdır. Bu branşlarda on binlerce mühendis ve tekniker istihdam edilebilir. Tıbbi cihazlar katma değeri en yüksek olan cihazlardır. Bir mikroişlemci bir notebookta kullanıldığında bu notebook bin TL bedelle satılırken aynı mikroişlemci bir tıbbi cihazda kullanılıp yazılımla birleştirilince 100 kat daha fazla katma değer sağlayabilmektedir. Ayrıca tıbbi cihaz geliştirmesi için tecrübe edinmiş bir kişi havacılık sektörü, ulaşım sektörü, telekomünikasyon sektörü gibi sektörlere çok kolay uyum sağlayacaktır. Ülkemizdeki tıbbi cihaz miktarları ve bunların yenilenme süreleri incelenmeli ve bu konuda AR-GE yapacak firmalar ve bu firmalara destek verecek sermaye grupları harekete geçirilmelidir. İlk çalışmalar belki lisans alma şeklinde olabilir. Lisansla üretim altyapısını kuran şirketler AR-GE teşviklerinden de yararlanarak kendi özgün cihazlarını çıkarabilirler. Sağlığımız en önemli varlığımızdır. Sağlığımızın korunmasına veya bozulan sağlığımızın düzelmesine ihtiyaç olan ttıbbi cihazları ülkemizde yapmak her mühendis için kutsal bir görevdir. Eninde sonunda bu cihazlara hepimiz ihtiyaç duyacağız. DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ MAKALE BİYOMEDİKAL MÜHENDİSLİĞİ VE AR-GE SÜREÇLERİ AMERİKA VE AVRUPA’DA, DİĞER TEKNOLOJİK ÜRÜNLERİN KEŞFEDİLMESİNDE OLDUĞU GİBİ TIBBİ CİHAZLARIN İCADI VE GELİŞİMİNDE DE ÖNCE İHTİYAÇ HÂSIL OLMASI, SONRA AR-GE YÖNÜYLE ORGANİZE OLMA VE DAHA SONRA DA İLGİLİ KONUYU PROJELENDİREREK DİSİPLİN ALTINA ALMA BAŞARIYA GÖTÜREN YOL OLMUŞTUR. Prof. Dr. Sadık KARA Fatih Üniversitesi, Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü 52 M‹MAR VE MÜHEND‹S iyomedikal mühendisliği, yaşayan organizmayla ilişkili bir bilim dalı olup, tıp ve biyoloji alanlarındaki problemleri mühendislik metotları kullanarak çözmeyi hedefler. Görev kapsamlarında hastalıklara münhasır teşhis ve tedaviye yönelik yeni cihazlar tasarlanması yer alan biyomedikal mühendisleri, aynı zamanda iskelet kasları, kalp ve beyin gibi organlar tarafından üretilen fizyolojik sinyallerin kavranabilmesi için fizik, kimya, bilgisayar benzetimleri, istatiksel hesaplar ve matematiksel modeller kullanır. Böylece klinik bulguların daha doğru yorumlanarak vücut fonksiyonlarının daha iyi anlaşılmasına imkân sağlamış olurlar [1-3]. Biyomedikal mühendisliği araştırmaları tıbbın gelişmesinde çok önemli bir paya sahiptir. Sağlanan gelişmeler ve benzeri faktörlere bağlı olarak insan ömrü ortalamasının yükselmesi 20. asırda vuku bulan bir kazanımdır. 1700’lü yıllar öncesi insan ömrü ortalaması bazı ülkelerde 40–50 yılı pek aşmaz iken bugün birçok ülkede insanların beklentisi en az 80 yıllık bir ömürdür. Ömür ortalamasının yükselmesinde bulaşıcı hastalıklarla yapılan mücadelelerde başarılı olunması en önemli etkendir. Mesela; 1665 yılında Londra da bulaşıcı hastalığa yakalanan insanların yüzde 93’ü hayatını kaybederken, 2000’li yıllarda bu oran yüzde 4’lere gerilemiştir. Penicillin, Erythromycin gibi, hastalık yapan mikroorganizmaları öldüren antibiyotiklerin keşfedilmesi bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemiştir. Laboratuar maliyeti çok yüksek olan ilaçlar, biyomedikal mühendislerinin geliştirdikleri teknolojilerle toplu üretim yapılarak toplumun satın alabileceği makul seviyelere düşürülmektedir. Biyomedikal mühendislerinin B çok büyük katkı sağladıkları alanlardan birisi de kızamık, veba gibi o günün şartlarında öldürücü hükmünde olan hastalıklardan korunmak için geliştirilen aşılardır. Fakat günümüzde de kanser öldürücü rol oynamaktadır. Endüstrileşme, yaşadığımız çevreyi çok değiştirdi. İnsanların kullandıkları eşyalardan tükettikleri gıdalara kadar birçok şey doğallığından uzaklaştırılmış, işlem görmüş, kanser oluşturma ihtimali olan maddelerdir. 1650’li yıllarda kanser tanımlanmamış iken, bugün geliştirilmiş görüntüleme cihazları ile kansere tanı konabilmekte, hastalığın evreleri tespit edilebilmekte veya tedavi süreci takip edilebilmektedir [1,2,4]. Bugün gelişmiş ülkelerde en yaygın ölüm sebeplerinden bir diğeri de kardiyovasküler hastalıklardır. Aşırı şişmanlık olarak tanımlanan obezite, hareketsiz yaşam tarzı, stres gibi faktörler insanları çoğu zaman ölümcül sonuçlanan enfarktüs gibi kalp hastalıklarıyla yüzyüze getirmektedir. Ancak elektrokardiyogram (EKG), ultrasonik doppler gibi cihazlarla bu hastalıklara erken dönemde tanı konabilmekte ve kalp/akciğer pompası, anjiyografi gibi gelişmiş biyomedikal sistemler kullanılarak cerrahi işlem yapılabilmekte ve tedavi edilebilmektedir [1,2,4]. B‹YOMED‹KAL MÜHEND‹SL‹⁄‹N‹N D‹⁄ER B‹L‹M DALLARIYLA ‹L‹fiK‹LER‹ Biyomedikal mühendisliği tıp, fizik ve diğer mühendislik dallarıyla yakın ilişki içerisindedir. Klinik fizyoloji, klinik nörofizyoloji, kardiyoloji, yoğun bakım ve cerrahi üniteleri gibi sürekli fizyolojik kayıtların yapıldığı tıbbi birimlerde biyomedikal mühendisleri çok önemli rol oynar. Bu birimlerde kan basıncı, kan Şekil 1. a) Civalı Medikal Termometre b) Tek kullanımlık medikal termometre Şekil 2. a) 1860’lı yıllarda kullanılan ilk oftalmoskop b) Modern oftalmoskop (www.college-optometrists.org). c) Filtreleme özelliğine sahip, bluetooth kullanan dijital steteskop. (www.sciencemuseum.org.uk), (www.medcitynews.com/2009/08/a-bluetoothstethoscope). Şekil 3. a) Dr. Laennec’e ait olan ilk steteskop (1816) b) Dr. Laennec kendisine ait steteskop ile hastanın ciğerlerini dinlerken resmedilmiş. akışı, kan hacmi, kardiyak çıkış gibi kardiyovasküler değişkenlerin yanısıra EKG, elektroensefalogram (EEG), elektromyogram (EMG) gibi vücudun ürettiği biyopotansiyeller ölçülmektedir. Bunların dışında yoğun bakım ünitelerinde akciğer hacmi, hava akışı, kan gazlarının basınçları, oksiyen satürasyonu, pH gibi parametrelerde ölçülmektedir. Ayrıca, radyoloji ve nükleer tıp ünitelerinde kullanılan görüntüleme cihazları ve iyonize radyasyon kullanan tedavi cihazlarının tasarımı ve radyasyon güvenliği de biyomedikal mühendisliği konularını kapsamaktadır [1]. Kimya, bilgisayar, elektrik-elektronik, matematik, istatistik, ölçüm-kontrol, makine ve malzeme mühendisliği konuları da biyomedikal mühendisliği ile yakın ilişki içersindedir. Biyomedikal mühendisliği şemsiyesi altında biyoteknoloji, spor hekimliği, tıbbi sistem tasarımı, biyomalzeme araştırmaları, nanotıp gibi bilim dallarına yer vermektedir. Biyoteknoloji endüstrisinde moleküler biyoloji, protein yapısı ve fonksiyonları ile ilgili araştırmalar çok geniş veritabanları meydana getirmektedir. Bu veri tabanlarının fizyolojik olarak yorumlanabilmeleri ve hastalıkların teşhis ve tedavisinde efektif bir şekilde kullanılabilmeleri için tıbbi araştırmalara geleneksel yöntemlerden farklı bir tarzda yaklaşılması gerekmektedir [1]. Spor biyomekaniği ve yaralanma belirlemeleri için biyomedikal mühendisliği, spor hekimliğinde önemli rol oynar. Malzeme özelliklerinin, yapısının geometrisinin doğru ölçülmesine dayalı geliştirilen iskelet-kas sisteminin matematiksel modeli, spor hekimliğine daha nicel bir bilim olma yolunda kabiliyet kazandırmaktadır [1]. Kardiyak pacemaker, defibrilatör, yapay böbrek, oksijenator, yapay damar ve protez gibi tıbbi teknolojik ürün kategorisindeki birçok tasarım biyomedikal mühendislerinin ortaya koyduğu çabaların sonucudur. Ayrıca bilgisayarlı tomografi, pozitron emisyon tomografisi, manyetik rezonans görüntüleme, fonksiyonel Nükleer Manyetik Rezonans (NMR), haritalama vs. gibi klinik görüntüleme cihazları gibi tanıya yönelik önemli bilgiler veren görüntüleme cihazlarının geliştirilmesi de biyomedikal mühendislerinin görevleri arasında yer almaktadır. Bu görüntüleme yöntemleri ile farklı birçok hastalığın teşhis ve/veya tedavi edilmesini sağlayan radyoloji ana bilim dalı, görüntüleme yöntemleri üzerinde biyomedikal mühendislerinin sağladığı gelişmeler sayesinde oldukça verimli ve yaygın bir hal almıştır. Radyoaktif maddeler, MR görüntülemedeki manyetik alan ve vücuttaki organların yapısını görüntüleyen ultrason bu alan içerisinde biyomedikal mühendislerinin çalışma alanlarından bir kaçıdır [2]. Ayrıca hastalara ait biyolojik ve fizyolojik verilerin kablosuz ortamda uzak mesafelere taşınmaları, cerrahi ve insan performansını artırıcı robotların tasarlanması yine biyomedikal mühendisliğinin uğraşı alanları içerisinde yer almaktadır [1]. Canlı dokularla temas halinde olan cihaz veya implantların temas yüzeylerindeki maddenin etkisini inceleyen biyomalzeme anabilim dalı yapay eklem bağlantılarında kullanılabilecek malzemelerin geliştirilmesinden, kontrollü ilaç salınımı için yardımcı malzemelere, protezlerde kullanılabilecek materyallerin araştırlmasından, yapay organların yapı is- Biyomedikal mühendisliği araştırmaları tıbbın gelişmesinde çok önemli bir paya sahiptir. Sağlanan gelişmeler ve benzeri faktörlere bağlı olarak insan ömrü ortalamasının yükselmesi 20. asırda vuku bulan bir kazanımdır. 1700’lü yıllar öncesi insan ömrü ortalaması bazı ülkelerde 40–50 yılı pek aşmaz iken bugün birçok ülkede insanların beklentisi en az 80 yıllık bir ömürdür. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 53 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Şekil 4. a) Civalı Medikal Termometre b) Tek kullanımlık medikal termometre Şekil 6. a) Londrada Cambridge Scientific Instrument Company tarafından 1911 yılında üretilmiş Einthoven model ilk prototip EKG cihazı. Sistemin sağında ark lambası, masanın ortasında string galvanometre, alt tarafa doğru derivasyon seçimi için anahtarlama bordu ve sol tarafta kayıt ünitesi yer almaktadır. Medikal bir cihazın icat edilmesi ve tescilinden kullanılmasına kadar takip edilmesi gereken prosedür hem uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir hem de ekonomik açıdan bazı riskler taşıyabilmektedir. Bu süreçte yer alan Ar-Ge faaliyetlerinin profesyonelleşebilmesi için, deneysel klinik araştırmaların yanı sıra, geniş çaplı bir kitabi eğitim yapılması da zaruridir. keletini oluşturacak malzemelerin kullanımına kadar farklı birçok alanda biyomedikal mühendislerine ihtiyaç duymaktadır [1,2]. Diğer taraftan orta büyüklükte bir hastane, hasta katları, yoğun bakım, ameliyathane, acil servis, laboratuarlar, bilgi işlem merkezi, yemekhane ve idari katlar gibi farklı birçok birimi bünyesinde bulundurmaktadır. İşte bu denli farklı birimlerin yer aldığı bir hastane, medikal araç – gereçlerin verimliliklerini artırmak veya en azından mevcut imkanların işlerliğinin sabit kalmasını sağlamak, doktor ve diğer hastane personelinin yeni cihazlara adaptasyonunu kolaylaştırmak için biyomedikal mühendisliği departmanına ve biyomedikal mühendislerine ihtiyaç duymaktadır [1,2]. Nanotıbba gelince kısaca canlılara ait sistemlerin nanoyapılar kullanılarak gözlenmesi, kontrol ve tedavi edilmesi şeklinde tanımlanmaktadır [5]. Nanotıbbın uygulanabilir olması için biyomedikal mühendisleri birçok konu üzerinde çalışmaktadır. Mesela nanoyapıların neden olacağı toksin maddelerin ve hücre yapısında oluşturabileceği tahribatların araştırılması, hedef hücrelerin özelliklerinin elde edilmesi ve programlanması, nanorobotların vücut dışından sürekli takip ve kontrolünün sağlanması bunlardan bazılarıdır. Bu bağlamda biyomedikal mühendisleri hücrelerin içlerindeki gen fonksiyonlarını değiştirerek hasarlı hücreleri nanoteknolojik boyutta onarabilecek teknikler geliştirme çabası içerisindeler [1,2]. MED‹KAL C‹HAZLARIN AR-GE SÜREÇLER‹ Amerika ve Avrupa’da, diğer teknolojik ürünlerin keşfedilmesinde olduğu gibi tıbbi cihazların icadı ve gelişiminde de önce ihtiyaç hâsıl olması, sonra Ar- 54 M‹MAR VE MÜHEND‹S Şekil 5. a) Radyoterapi ile tedavi edilen ilk hasta (1957). b) Modern bir radyoterapi ünitesi b) Taşınabilir modern bir EKG cihazı (http://www.medset.com/index.php? id=53&L=5) Ge yönüyle organize olma ve daha sonra da ilgili konuyu projelendirerek disiplin altına alma başarıya götüren yol olmuştur. Diğer ürünlerde olduğu gibi medikal bir cihazın icat edilmesi ve tescilinden kullanılmasına kadar takip edilmesi gereken prosedür hem uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir hem de ekonomik açıdan bazı riskler taşıyabilmektedir. Bu süreçte yer alan Ar-Ge faaliyetlerinin profesyonelleşebilmesi için, deneysel klinik araştırmaların yanı sıra, geniş çaplı bir kitabi eğitim yapılması da zaruridir. Bu bağlamda iş bölümü yapılan, üst düzeyde eğitilmiş personele sahip, enformasyon servisleri ve bilimsel araçlarla donatılmış araştırma laboratuarlarına sahip kurumlar avantaj elde etmektedirler. 20. yüzyılda sanayileşmiş ülkelerdeki büyük şirketlerin çok büyük ekseriyeti, tam zamanlı, uzmanlaşmış Ar-Ge birimlerini kurmuş ve bunlardan çok yararlanmıştır [1,6,7]. Teknolojik yenilikler tamamen tesadüfe dayalı ya da keyfi bir süreç yaşanarak ortaya çıkmamaktadır. Mesela Amerika’da petrolün 1850’lerden sonra yani diğer ülkelerden daha erken bir dönemde, yerli bir yakıt olarak keşfedilmesi, Amerikan şirketlerini bir takım yeniliklere yöneltmiş ve bunun sonucunda da Amerika petrol rafinerilerinin tasarım ve inşaatında başlattığı öncülüğünü ve hâkim pozisyonunu halen korumaktadır. Diğer taraftan Avrupa ve Kuzey Amerika’dan başlangıçta yüksek sayıda teknoloji ithal eden Japon şirketlerinin ithal ettikleri ürünleri ve prosesleri iyileştirmede özellikle başarılı olmalarının nedeni, Ar-Ge’de güçlü olmalarıdır. Japonlar ArGe birimlerinde araştırma ve yenilik kapasitesinin bir başka göstergesi olan taklitle işe başlamışlardır. Araştırma kapasiteleri güçlü olan firmalar daha hız- lı taklit edebilmiş; hatta aynı anda yenilik gerçekleştirebilmiştir. Bir şirket ürünlerde yenilik yapma konusunda başarılı ise, taklit edebilme kapasitesi ne kadar yüksek olursa olsun taklit etme ihtiyacını çok daha az duyacaktır. Özgün yeniliklerdeki kar oranları taklitlere göre çok daha yüksek olabildiği gibi, rakip firmalar karşısında elde edeceği zaman avantajı, şirketleri kendi yeni ürünlerine yoğunlaşmaları için teşvik edecektir [1,6,7]. Meseleye Türkiye gerçekleri perspektifinden bakıldığında tıbbi ürün ve üretim teknolojilerinin geliştirilmesinde bilgi ve beceri bileşimini hızlıca bir araya getirmek, profesyonelleşmiş medikal bir Ar-Ge biriminde veya TÜBİTAK gibi araştırmaya yönelik kamu kurumları dışında zordur. ABD’deki ve Avrupa’daki birçok fabrikanın doğuşunda üniversitelerin temel araştırmaları sırasında, sıklıkla kendi kullanımları için yeni aletler tasarlayışları ve bu aletlerin meslek değiştiren bilim adamı-girişimciler tarafından piyasaya sürülüşü etken rol oynamıştır. Mesela Perkin-Elmer tarafından 1943 yılında bulunmuş olan kızıl ötesi spektrofometre, büyük ölçüde, sürdürmekte oldukları analitik çalışmalar için bu alete ihtiyaçları olan Cyanamid Laboratories’den Barnes ve Williams tarafından tasarlanmıştır. Amerika ve Avrupa’da büyük şirketler yeni özel ürünler geliştirebilmek için çaba sarf etmenin yanısıra, gerekli bilimsel araştırma deneyimine sahip olmadıklarından üniversitelerle sıkı bir işbirliği yapma veya deneyimli, küçük hacimli, uzmanlaşmış şirketleri satın alma yoluna gitmişlerdir. Monsanto, Hoechst ve ICI gibi şirketler, seçkin üniversite ve hastanelerle, biyoteknoloji ve biyomedikal alanlarında, büyük çaplı önemli anlaşmalar yapmışlardır. Bu küçük şirketler, genelde, araştırmacı bilim adamlarının, kendi çalıştıkları üniversitelerden veya araştırma enstitülerinden, büyük bir uygulama potansiyeli gördükleri ama uzun dönemde bunu geliştirme ve ticaretleştirme için gereken mali kaynaklara ya da iş yeteneğine sahip olmadıkları durumlarda, ayrılmalarıyla doğmuşlardır [1,6,7]. 1890’larda radyo sanayi, daha sonra 1930’larda televizyon, bugünkü elektronik sanayinin temelini oluşturmuştur. Elektronik cihazlarda en büyük ilk gelişme, 1920’lerde, dünya ölçeğinde kısa dalga haberleşme ağlarının kurulması ve 1930’larda Frekans Modülasyonu yayımların başlamasıyla sağlanmıştır. Elektronik temel ürünler genellikle grup çalışmasıyla icat edilmişlerdir. Bu ürünlerin başarıyla ortaya çıkması için önce laboratuarda, sonra ticari ölçekte, birçok ülkenin, birçok bilim adamının katkıları yatmaktadır. Mesela Japonlar 1966’da 5 televizyon üreticisi 7 yarı iletken imalatçısı, 4 üniversite ve 2 araştırma enstitüsünü bir araya getirip uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’ndan kapsamlı bir destek alarak ortak bir araştırma projesi başlatmış. Bu proje kapsamında yonga (chip) teknolojisini renkli televizyon sanayisine sokarak, montaj sırasında kullanılan işgücünden büyük bir ölçek ekonomisi sağlayabilmişlerdir. Bu örnek, Japon sosyal sisteminin yeniliklere açık olduğunu ve mevcut kapasitelerini hızla harekete geçirebildiklerini göstermektedir. Bundan dolayı Japonlar elektronik alanında dünya liderliğini ele geçirmişlerdir [1,6,7]. Amerika ve Avrupa’da en yaygın teknolojiler, önce kamu laboratuarları ve üniversitelerde başlayıp sonra güçlü Ar-Ge birimleri olan sektörler ve son aşamada, toplu üretim kapasitesine sahip sanayilere ve hizmet sektörlerine ulaşmışlardır. Bu süreçte üniversitelerde istihdam olan bilim adamlarına bakıldığında ekseriyetle yenilikçi firmaların Ar-Ge birimlerinde danışmanlık yaptıkları gözlemlenmiştir. Mesela bini aşkın patentte sahip Edison bunu önce Newark’da, daha sonra Menlo Park’ta kurduğu nite- likli araştırma laboratuarlarıyla elde edebilmiştir. Edison’un çalışma arkadaşları arasında, daha sonraki yıllarda, Amerika, Almanya ve İngiltere’de de Ar-Ge laboratuarlarını kurabilecek nitelikte seçkin bilim adamları vardı [1,6,7]. Tıbbi cihaz imalatı yapan tesislerde, Ar-Ge, tasarım, eğitim, teknik hizmetler, patent, pazarlama, pazar araştırması ve iş yönetiminde çalışanların sayısı üretim hattındakinden daha fazla olabilmektedir. Mesela dünya telekomünikasyon devlerinden biri olan Ericsson, 1990’ların ortasında, işgücünün yüzde 10’undan daha azını üretimde kullanıyordu [1,6,7]. İcat edildiği günlerden bugünlere kadar asırlardır daima kullanımda kalmış termometre, steteskop gibi hekimlerin vazgeçemediği temel tıbbi cihazlar olduğu gibi, bilgisayarlı tomografi gibi çok karmaşık cihazlarda yaklaşık son 50 yıldır geniş donanımlı hastanelerde mevcuttur. Medikal cihazların kronolojik sıralamasında önemli kilometre taşları aşağıdaki gibi sıralanabilir; Termometre: Galileo tarafından 1603 yılında keşfedilen termometre 1625 yılında canlıların vücut sıcaklığının ölçülmesinde kullanılmaya başlanmıştır. Günümüze kadar kliniklerde civalı cam termometreler yer alırken, bunların sterilizasyon, kalibrasyon gibi gereksinimlerinden dolayı artık kliniklerde tek kullanımlık medikal termometreler görülmeye başlanmıştır [2,8,9]. Optik Lens: Optik lens konusunda çalışmalar 1666 yılında Newton tarafından başlatılmış, 1850 yılına gelindiğinde Alman fizikçi Hermann von Helmholtz tarafından bugün kliniklerde göz içi muayenesinde kullanılan oftalmoskop (ophthalmoscope) cihazının prensip şeması tasarlanmıştır. Bataryalı ve ışıklı oftalmoskop cihazları ile gözün lens kısmı ve iç kısımlarında kalan retina, optik sinirler görsel olarak incelenebilmektedir [1,2,10]. Steteskop: 1816’da Fransız bilim adamı Dr. Rene Theophile Hyacinthe Laennec (Dr. Laennec de tüberklozdan ölmüştür) tarafından hastaların göğüs bölgelerinde üretilen kardiyak seslerin harici seslerden tecrit edilebileceği ve yükseltilebileceği basit bir uygulama ile ispat edilmiştir. Günümüzde geleneksel stetoskoplar halen kullanılırken, elektronik steteskoplar da kullanıma girmiştir [1,2,11]. Deri altı enjektörü: İğne uçlu deri altı enjektörü 1853 yılında İskoç doktor Alexander Wood ve Fransız cerrah Charles Gabriel Pravaz of Lyon tarafından eşzamanlı olarak geliştirilmiştir. Bu basit fakat işlevsel alet, deri altına ilaç zerk etmek ve sıvı çekmek için kullanılmaktadır. Günümüzde cam tüplerin yerini tek kullanımlık plastik enjektörler almıştır [1,2,12]. X-ray ve radyoterapi: Gama ışınları ile ultraviyole ışınları arasındaki spektrumda bulunan elektromanyetik ışınlar 1895 yılında Alman fizikçi Profesör Wilhelm Rontgen tarafından keşfedilmiştir. Yoğun enerjiye sahip X ışınları ilk kez 1903 yılında deri kanserini etkisiz hale getirmek için terepatik tıpta kullanılmaktadır. 1980’li yıllarda ise bilgisayarlı yüksek enerjili lineer hızlandırıcılar kanser terapisinde modern radyoterapi cihazlarına dönüşmüştür [1,2,13]. Elektrokardiyograf: Kalbin üretmiş olduğu EKG sinyalleri yüzeyden ilk kez Augustus Desiree Waller tarafından 1887 yılında kayMAYIS-HAZ‹RAN 2011 55 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Şekil 8. a) Dussik’in ultrason makinesi, (1946) Şekil 7. a) 1926 yılında tek kanallı bir EEG Şekil 9. a) Hounsfield ve icad ettiği bilgisayarlı tomografi cihazı Tıbbi cihaz tasarımı ve üretimi teknik bir süreç olmasına rağmen cihazda yenilik yapmak, faturası bazen yenilikçiye kesilen sosyal bir süreçtir. b) Çok kanallı modern bir EEG b) Modern bir BT Şekil 9. a) İlk MRI cihazı ve tasarlayıcısı Raymond Damadian, (1980) dedilmiştir. 1896 yılında Willem Einthoven, Waller'in çalışmasını genişleterek string galvanometer’i geliştirmiştir [1,2,14]. Elektroensefalograf: Beynin üretmiş olduğu nörofizyolojik sinyalleri kaydeden elektroensefalografi (EEG) cihazı Alman psikiyatrist Hans Berger tarafından 1924’te keşfedildi. Günümüzde bilgisayarlı tomografiler kullanılmasına rağmen EEG; felç, beyin tümörü, dejeneratif beyin hasarı, epilepsi gibi hastalıkların tanısında halen kullanılmaktadır [1,2,15]. Ultrasonik Görüntüleme: Ultrasonik enerjinin tıpta kullanımı ile ilgili ilk bilimsel makaleyi 1942 yılında Avusturyalı Dr. Karl Theodore Dussik yayınladı. Bu makale beynin incelenmesi için ultrasonik dalgaların transmisyonu ile ilgiliydi. Daha sonra İskoçyalı Professor Ian Donald ultrasonun pratik uygulaması ile ilgili teknolojiyi geliştirdi (1950) [1,2,18]. Bilgisayarlı Tomografi (BT): İngiliz mühendis Godfrey Hounsfield tarafından 1972 yılında geliştirildi. Hounsfield’in çalışmalarıyla eş zamanlı bir şekilde Güney Afrikalı fizikçi Allan Cormack’da Massachusetts’te benzer çalışmalar yürütmekteydi. Hounsfield tıp ve bilim dünyasına yaptığı katkılardan dolayı Nobel ödülü ile onurlandırıldı [1,2,19]. İlk klinik orijinal BT tarayıcı sistemi 1974 ile 1976 yılları arasında sadece baş kısmının görüntüsünü almak için kurulmuştu. 1976’da bütün vücut sistemlerinin BT ile görüntüleri elde edilmeye başlandı. Özellikle 1980’lerden itibaren yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan BT tarayıcılarından günümüzde 56 M‹MAR VE MÜHEND‹S b) Modern taşınabilir bir ultrason b) Modern MRI cihazı U.S.A.’da 6 binin üzerinde, tüm düyada ise 30 bin civarında bulunmaktadır. Hounsfield tarafından geliştirilen ilk BT’nin tek bir kesitten ham datayı elde etmesi saatler almakta, bu dataları birleştirerek bir organ görüntüsü elde etmek ise birkaç gün gerektirmekteydi. Günümüzde kullanılan BT’ler ile bütün bir göğüs kafesinin kesit görüntülerini almak 5 ile 10 saniye arasında değişmektedir. Görüntülerin birleştirilmesi de benzer şekilde 5 ile 10 saniye arasında gerçekleştirilmektedir. 35 yıla yakın tarihi süreç içerisinde BT sistemlerinde hız, hasta konforu ve elde edilen görüntülerin çözünürlüğü bakımından çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Tarama hızı arttıkça çok daha detaylı görüntüler daha az sürelerde elde edilebilir oldu. Hızlı tarama ayrıca solunum veya sindirim hareketleri nedeniyle oluşan gürültülerinde elimine edilmesine olanak sağlamaktadır. BT üzerine yapılan sayısız çalışmalar mümkün olan en düşük seviyede x ışını kullanılarak mükemmele yakın kalitede görüntüler elde edilmesini sağlamıştır [1,2,19]. Sağlık Bakanlığı 2008 verilerine göre Türkiye’de tedavi kurumlarında mevcut BT sayısı, 759 olarak verilmektedir. Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRI): 1946 yılında Stanford Üniversitesi’nden Felix Bloch ve Harvard Üniversitesi’nden Edward Purcell birbirlerinden bağımsız olarak kimyasal komponentler üzerinde ilk başarılı nükleer manyetik rezonans deneylerini gerçekleştirdi. 1952 yılında ise hem Dr. Bloch hem de Dr. Purcell fizik dalında Nobel ödülüne layık görüldü. 1980’lerin başlarında insanlarda kullanılabilecek ilk manyetik rezonans görüntü tarayıcısı üretil- di. Günümüz MR tarayıcıları 2 ve 3 boyutlu insan anatomisine ait görüntüleri rahatlıkla elde edebilmekte ve beyin, omurga, karın ve pelvis ile ilgili rahatsızlıkları araştırmak için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu tür kullanımlarına ek olarak damarları incelemek için manyetik rezonans anjiyografi gibi özel tür MRI uygulamaları da vardır. Bir kişiyi MRI içine yerleştirip ona bir uyaran aktivitesi uygulanabilir. Mesela; hasta MRI içindeyken onu müzikal bir uyarana tabii tutup, uyarım esnasında beynin hangi bölümlerin aktif olduğu ve uyarım kesildiğinde hangi bölümlerin aktivasyonunun durduğu tespit edilebilir. Bu cihaz vücudun derinliklerinde moleküler veya hücresel seviyede neler olduğunu belirlemede olağanüstü yardımcıdır [1,2,20]. Sağlık Bakanlığı 2008 verilerine göre Türkiye’de tedavi kurumlarında mevcut MR sayısı, 517 olarak verilmektedir. Defibrilatör: İlk olarak 1899’da psikolog Prevost ve Battelli tarafından tasarlandı. Bu araştırmacılar zayıf bir elektriksel uyaranın kalbi fibrile ettiğini, yüksek değerlere sahip elektriksel uyaranın ise kalbi durdurduğunu keşfetmişlerdi. Başlangıçta defibrilatör sadece köpeklerde test edildi ve 1947’e kadar insanlarda kullanılmadı. Bu tarihte Amerikalı cerrah Claude Beck defibrilatör ile 14 yaşında bir erkek çocuğunun kalbini tekrar çalıştırmayı başardı. Bu başarı defibrilatörün kliniklerde yaygın bir şekilde kullanımının da önünü açmış oldu. 1956 yılına gelindiğinde Paul Zoll ilk defa baygınlık geçiren bir hasta üzerinde AC defibrilaötrü denedi ve 1961 yılına kadar AC defibrilatörler başarılı bir şekilde kullanıldı. Bu tarihte Bernard Low ilk direk akımlı defibrilatörü geliştirdi ve bu debirilatörler 1980’lerde bifazik defibrilatörler geliştirilinceye kadar standart defibrilatör olarak kullanıldı [1,2,21]. Yapay Kalp Kapakları: Kalp kapaklarının tarihsel gelişimi aslında kapak olarak değil bir bilye olarak başladı ve 1960’lı yıllarda Miles Edwards ve Albert Starr tarafından önerildi. Bu kapak kan akışına göre ileri ve geri hareket eden metal bir topun kapağın açılmasını sağlaması ile çalışmaktadır. Bu “top (bilye) kapağın” insanlarda da kulanılmaya başlanmasından hemen sonra eğimli disk kalp kapakları geliştirildi ve insanlarda kullanılmaya başlandı [1,2,22]. Kardiyak Kateter: Tanısal kardiyak kateter ilk kez 1940’ların başında André Cournand ve Dickinson Richards tarafından tanıtılırken, seçici koroner anjiyografi ilk kez 1960’ların başında Mason Sones tarafından tanımlandı. 1929 yılında, Alman bir ameliyat stajyeri olan Werner Forssmann, kadavra üzerinde deney yaparken üretral bir kateteri kol damarından kalbinin sağ kulakçığına göndermenin ne kadar kolay olabileceğini farketti. Hatta daha da ileri giderek kendi kolundan ürolojik bir kateteri sokup fluroskopik kontrol ve ayna yardımıyla kalbinin sağ kulakçığına gönderdi. Sonra da kateter göğsünde dururken hiçbir zararlı etkiye maruz kalmadan x-ray odasına yürüyerek kendi göğsünü görüntüledi. Bu olay Forssmann’ı insan üzerinde radyografik tekniklerle ilk sağ kalp kateterizasyonunu belgeleyen kişi yaptı. Olaydan sonra hastanedeki işinden kovuldu ancak 1956’da Nobel ödülüne layık görüldü [1,2,23]. 1930’da, Jimenez Diaz ve Sanchez Cuenca kanül ile kol damarına sokulan bir üretral kateter geliştirip bunu kalbin sağ kulakçığına soktuklarını x-ray ile teyit ettiler. 1940’ların başında ise Andre Cournand, New York’ta çalışan Hilmert Ranges ve Dickinson Richards ile birlikte, sağ kardiyak kateterizasyonu geniş bir araş- tırma kapsamında hasta ve sağlıklı kişilerde kullandı. 1956’da, Cournand, Richards ve Forssmann fizyoloji ve tıp alanında kardiyak kateterizasyonun gelişmesine yaptıkları katkı sebebiyle Nobel ödülünü paylaştılar. 1947’de, H. A. Zimmerman sol kalp kateterizasyonu için tamamen damar içi bir teknik geliştirdi. Zimmerman ve arkadaşları eş zamanlı olarak hem sağ hem sol kateterizasyon gerçekleştirdiler [2,23]. 1953’te, Seldinger sağ ve sol kalp kateterizasyonu için deri altı bir yaklaşım geliştirdi. 1960’ta, Seldinger tekniği Charles Dotter ve Goffredo Gensini tarafından daha pratik kateterlerle kullanım için uyarlandı. 1950’lerde tanısal kardiyak kateterizasyon kalp ameliyatlarından önce klinik bilgileri teyit etmek için kullanılan en iyi metot oldu. 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında koroner damarların görüntülenmesini iyileştirmek amacıyla muhtelif metotlar geliştirilmişti. Bunların içinde aorta koroner damarlara dolması amacıyla çok miktarda kontrast madde enjekte etmek de vardı. 1958 yılında Sones koroner anjiyografi işleminde kullanılmak üzere seçici bir kateter geliştirdi. Seçici koroner kardiyografi güvenli bir metot olduğu gösterildikten sonra koroner damar hastalıkları teşhisinde bir standart haline geldi. 1950’lerde William Raskind kan akışını düzeltmek için balon metodunu kullandı. Geçen zaman içinde kendinden kılavuzlu kateter, balon kateter gibi bir dizi geliştirme yapılmıştır. Günümüzde ise hala biyomateryal biliminin gelişmesi ve üretim boyutlarının küçülmesi sayesinde kardiyak kateterizasyon geliştirilmektedir [1,2,23]. Beyin-Dışçevre arayüzü (Brain-machine interface): Protez kontrolünü sağlayabilmek için beyine çip takılma işlemidir. Bu arayüz sayesinde beyin dışdünya ile haberleşir. Beyinin harici bir cihazla bağlantısının kurulması ve bu harici cihazın beyin tarafından kontrolunun sağlanması üzerine yapılan çalışmalar son yıllarda gittikçe artmaktadır. Bu konu ile ilgili yapılan ilk çalışmalar 1970’lerde Californiya Üniversitesi’nde başladı [24]. 1980’lere gelindiğinde Johns Hopkins üniversitesinden Apostolos Georgopoulos motor korteksde yer alan bir nöronun elektriksel sinyali ile maymunun kolunu harekete geçiren kas hareketi arasındaki matematiksel ilişkiyi belirledi. Günümüzde özellikle felçli insanların hayat standartlarını yükseltmek üzere insanlar üzerinde geliştirilen algoritma ve cihazlar denemektedir. Bu gelişimde en önemli katkı microarray elektrotların geliştirilmesiyle sağlanmıştır [1,2,25,26]. Özetle tıbbi cihaz tasarımı ve üretimi teknik bir süreç olmasına rağmen cihazda yenilik yapmak, faturası bazen yenilikçiye kesilen sosyal bir süreçtir. Tıbbi teknolojinin tarihi gelişim süreci incelendiğinde, bir hastalığın tanı veya tedavisine yönelik yapılan bilimsel araştırmalar sürekli yeni keşiflerle ufuklar açtığından ve paralel olarak yeni teknik imkânlar ortaya çıktığından, araştırma yapan firma bu ilerlemeyi şu veya bu yöntemle izliyorsa, yeni doğan imkânları ilk anlayanlardan biri olabilmektedir. Eğer firma güçlü ise sahip olduğu Ar-Ge imkanları ve tecrübeleri ile bu bilgiyi rekabetçi avantaja dönüştürebilmektedir. Mesela bir cihaz tasarımı ile ilgili yeni bir fikir araştırmacı bir girişimcinin aklında yer aldığında, bunun ürüne dönüşmesi için kat edilmesi gereken yol çok uzun ve meşakkatlidir. Ancak girişimci, sahip olduğu Ar-Ge niteliği ve iletişim kurma becerisiyle bunu aşabilir. Bugüne kadar medikal ürün üretimi yapan birimlerde başarılı olmuş firmaların başarılarını tetikleyen özellikleri aşağıdaki gibi özetlenebilir [1,6,7]: MAYIS-HAZ‹RAN 2011 57 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Şekil 12. a) Bilye tipi kalp kapağı Şekil 11. a) Royal Victoria Hospital’da geliştirilen ilk taşınabilir defibrilatör (1966). b) Eğimli disk tipi kalp kapağı b) Modern defibrilatör Şekil 13. Beyinin dış dünya ile haberleşmesi (Brain-Machine Interface) • Fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerde araştırma yapabilecek profesyonel Ar-Ge imkânlarına sahip olmak • İcat ettikleri tasarımlarını koruyabilmek için patent hakkını almak, • Ekonomik şartların sıklıkla değişime uğradığı dalgalanma durumlarında Ar-Ge harcamalarına devam edebilecek güce sahip olmak ve ekonomideki değişimleri doğru ve erken kestirebilmek, • Rakiplerden daha kısa zamanda iş çıkarabilecek reflekse sahip olmak, • Tıbbi teknoloji ihtiyaçlarından haberdar olarak potansiyel piyasaları erken tespit etmek ve ilgili kullanıcıları eğitmek, • Sadece ürün satacağı müşteri odaklı değil aynı zamanda kendi dışlarındaki bilim dünyasıyla da irtibatlı olmak. Yeni bir ürünün ve üretim sürecinin doğmasıyla, genellikle önceki ürünler ve bunların üretim prosesleri gayriiktisadi konuma girmektedir. Bu nedenle teknoloji stratejilerini bu rekabete ayak uydurabilecek seviyede belirlemiş olan firmalar başarılı olmuşlardır. KAYNAKLAR [9] Saari, Peggy. "Science And Invention - Who Invented The Thermometer?." History Fact Finder. Ed. Julie L. Carnagie. UXL-GALE, 2001. eNotes.com. 2006. 18 Jul, 2010. http://www.enotes.com/history-fact-finder/science-invention/who-invented-thermometer. [10] Spencer E. Sherman, “The history of the ophthalmoscope”, Documenta Ophthalmologica, Vol. 71(2), 1989. [11] Editorial, “The History of the Stethoscope”, Pediatric cardiology, Vol. 22(5), 2001. [12] Feldmann H. “History of injections. Pictures from the history of otorhinolaryngology highlighted by exhibits of the German History of Medicine Museum in Ingolstadt”, Laryngorhinootologie. Vol. 79(4), p. 239-46, 2000. [13] Howard H. Seliger, “Wilhelm Conrad Röntgen and the Glimmer of Light”, Physics today, American Institute of Physics, November 1995. [14] Chr. Zywietz ”A Brief History of Electrocardiograph”, http://www.openecg.net/Tutorials/A_Brief_History_of_Electrocardiography.pdf [15] Wiedemann, H.R. “Hans Berger”, European Journal of Pediatrics, Vol. 153(10), 1994. [16] Scholz, F. “From the Leiden jar to the discovery of the glass electrode by Max Cremer”, Journal of Solid State Electrochemistry, DOI: 10.1007/s10008-009-0962-7 2009. [17] Jeffrey L. O'Connor, David A. Bloom, “William T. Bovie and electrosurgery”, Surgery, Vol. 119(4), p. 390-396, 1996. [18] Pendl G. “Development of neurosurgery in Austria”, journal of neurasurgery, Special Supplements, Vol. 102, p. 151-154, 2005. [19] Ian Isherwood, “Sir Godfrey Hounsfield”, Radiology, Vol.234, p.975-976, 2005. [20] Erwin L. Hahn, “Felix Bloch and magnetic resonance”, Bulletin of Magnetic Resonance, Vol. 7(2/3), p. 82-89, 1984. [1] Kara S. “Biyomedikal Mühendisliği ve Ar-Ge Faaliyetleri”, Tıp Teknolojileri Ulusal Kongresi-TIPTEKNO’10, 14-16 Ekim 2010, Antalya, [21] Igor R. Efimov, “A Shocking Experience, Ionic Modulation of Virtual Electrodes in Defibrillation”, Circulation Research is published by the American Heart Association., p.453459, Downloaded from circres.ahajournals.org by on July 18, 2010. [2] Kara S. “Biyomedikal Mühendisliğinin Dünü ve Bugünü”, Uluslararası Katılımlı Nanobilim ve Nanoteknoloji Öğrenci Kongresi- NABİTEK’10, 21-23 Haziran 2010, Kaya Ramada, İstanbul. [22] Annette M. Matthews, “Development of the Starr-Edwards Valve”, Heart Inst J, Vol. 25(4), p.282-293, 1998. [3] Engineering High-tech Student's Handbook, D.R. Reyes-Guerra and A.M. Fischer, Peterson's Guides, 1985. http://nobelprize.org/nobel_prizes/medicine/laureates/1956/richards-lecture.html [23] MLA style: "Dickinson W. Richards - Nobel Lecture". Nobelprize.org. 18 Jul 2010. [5] Robert A. Freitas Jr, Nanomedicine, Volume I: Basic Capabilities, 1999. [24] Vidal, JJ. "Toward direct brain-computer communication". Annual review of biophysics and bioengineering 2: 157–80. doi:10.1146/annurev.bb.02.060173.001105. PMID 4583653, 1973. [6] Freeman C, Soete L, The economics of industrial innovation, Cambridge, MA: MIT Press; 1997. [25] An EEG-based brain-computer interface for cursor control; Jonathan R. Wolpaw, Dennis J. McFarlanda, Gregory W. Neatb, Catherine A. Forneris [7] Türkcan E, Yenilik iktisadı, TÜBİTAK yayınları, Akademik dizi 2, (Çeviri); 2003. [26] Connecting cortex to machines: Recent advances in brain interfaces; John P. Donoghue; Nature Neuroscience, Vol.5, p.1085 – 1088, 2002. [4] Mark Saltzman, “Frontiers of Biomedical Engineering” lecture Note, January 17, 2008. [8] T.D. McGee, “Principles and Methods of Temperature Measurement”, pages 2-4, 1988. 58 M‹MAR VE MÜHEND‹S DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ MAKALE REHABİLİTASYON ROBOTLARI PROJENİN İÇERİĞİ NE OLURSA OLSUN, YATIRIMCI, DANIŞMAN VEYA FON SAHİBİ AYNI NOKTADA BULUŞABİLMELİDİR. AKSİ TAKDİRDE KAZANÇ OLMAYACAKTIR. İŞTE BU NEDENLE BU SAC AYAĞINI TAMAMLAYAN TÜM TARAFLARIN, FİZİBİLİTENİN KENDİLERİ İÇİN NE İFADE ETTİĞİNİ TAM OLARAK İDRAK ETMELERİ GEREKMEKTEDİR. Dr. Erhan AKDOĞAN Yıldız Teknik Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği Bölümü 60 M‹MAR VE MÜHEND‹S izyolojik veya anatomik bir bozukluğu ya da yetersizliği olan, dolayısı ile çevresel kısıtlamalar içinde bulunan bireyin fiziksel, psikolojik, sosyal ve mesleki durumu ile meslek dışı aktivitelerinde mümkün olan en üst fonksiyonel seviyeye ulaştırılması işlemine rehabilitasyon denir.1 Dünya nüfusu ile birlikte insan uzuvlarındaki sorunların artması, rehabilitasyonu önemli hale getirmiştir. Bu uzuvların işler hale getirilmesi ve kas kuvvetinin arttırılması önemli bir sorundur. Spinal kord yaralanmaları, tam veya kısmî felç, kas hastalıkları ve ameliyatlar sonrası hastalar günlük yaşantılarına dönebilmek için rehabilitasyona ihtiyaç duyarlar.2-6 Bu insanların sosyal yaşamda tekrar yer bulmaları kendileri, aileleri, yakın çevreleri ve en önemlisi toplum için son derece önem taşımaktadır. Rehabilitasyon işlemi iki safhada değerlendirilebilir. Bunlar; ağrı, spazm gibi sorunların giderilmesi işlemlerini içeren tedavi süreci ve terapatik egzersiz adı verilen, amacı eklem hareket açıklığının tekrar kazandırılarak kuvvetlendirilmesi olan süreçtir. Terapatik egzersizler, bir cihaz veya fizyoterapist tarafından hastaya yaptırılan veya hastanın durumuna göre kendisinin de yapabildiği pasif ve aktif egzersiz hareketlerinden oluşur. Ancak fizyoterapist tarafından yaptırılan tedavide çeşitli problemler mevcuttur. Rehabilitasyon için ya hastanın tedavi merkezine gitmesi ya da fizyoterapistin hastaya ulaşması gerekmektedir. Bu işlemler uzun süreler almakta, zahmetli ve maliyetli olmaktadır. Bunun yanı sıra tedavi süreci her iki taraf için sabır gerektirmektedir. Ayrıca bir fizyoterapist sadece bir hastaya terapatik egzersiz yaptırabilmektedir. Terapatik egzersizler için çeşitli mekanik cihazlar ve aletler de kullanılmaktadır. Fakat bu cihazlar genelde pasif çalışmakta yani hasta tep- F kisine cevap verememektedirler. Bu problemlerin çözümü amacıyla özellikle son 10 yılda rehabilitasyon alanında robotların kullanımı artmıştır. Robotların sağladığı katkılar şunlardır:7 • Rehabilitasyonda sıkça kullanılan tekrarlı hareketleri, istenilen süre ve sıklıkta yapabilirler. • Rehabilitasyon için gerekli olan kuvvet ve konum gibi önemli parametreleri çok yüksek doğrulukta oluşturabilirler. • Tedavi sürecini kayıt altına alabilirler. • Aynı anda birden fazla hastanın bir fizyoterapist gözetiminde tedavisine katkı sağlarlar. • Evde bakım uygulamaları için son derece elverişlidirler. • İnternet üzerinden kontrol edilebilirler. Rehabilitasyon amaçlı en tanınmış cihaz 1970'lerde geliştirilen CPM (continuous passive motion)’dir (Şekil 1).8 Bugün birçok tedavi merkezinde kullanılmakta olan bu cihaz, istenen süre ve hızda hasta uzvuna pasif ve tekrarlı egzersiz hareketlerini yaptırır. Ancak bu cihazın geri bildirim özelliği olmamasından dolayı hasta tepkisine cevap verememekte, bu nedenle hasta uzvunda istenmeyen sonuçlara yol açmakta veya hasta tepkisiyle cihaz arızalanmaktadır. Bu nedenle bu alanda kullanılacak olan mekatronik sistemlerin akıllı sistemler olması birçok avantajı da beraberinde getirecektir. Rehabilitasyon robotları dört gruba ayrılabilir. Bunlar; • Günlük yaşam desteği robotları • Hareket desteği robotları • Tedavi sürecinde fizyoterapistlere destek robotları (terapatik egzersiz robotları) • Bilişsel robotlar Günlük yaşam desteği veren robotlar temel olarak günlük hayatta hastanın kendi başına gerçekleştire- Şekil 1. Alt Ekstremite için CPM Cihazları Şekil 2. Cyberdyne hareket destekçisi bileceği eylemlere yardımcı olan sistemlerdir. Bunlara örnek olarak yemek yedirici sistemler, hastanın yaşadığı çevrede bulunan eşyaları tutan, taşıyan, yerleştiren sistemler, protez kollar ve hareket desteği veren dış iskelet robotları verilebilir. Hareket desteği veren robotlar fiziksel engelli hastaların yaşadığı çevrede rahatça hareket etmelerini sağlarlar. Akıllı hasta sandalyeleri bunlara örnek olarak verilebilir. Tedavi sürecinde fizyoterapistlere yardımcı olan robotlar terapatik egzersiz robotları olarak da adlandırılırlar. Amaçları fizyoterapistlerin tedavi kabiliyetlerini arttırmak, hastaların daha verimli ve kaliteli bir tedavi süreci geçirmesini sağlamaktır. Ayrıca bu sistemler hastaların evde bakımlarına da olanak sağlamaktadır. Bilişsel robotik sistemler ise özellikle hastaların düşünce, motivasyon ve iletişim becerilerini artırmaya yönelik sistemlerdir. Bu sistemler hasta ile konuşma ve mimik yoluyla iletişim kurmaya yöneliktir. Bazıları hastanın dokunuşlarına cevap verebilir. Özellikle rehabilitasyona ihtiyaç duyan serebral palsi, otizm gibi hastalıklarda kullanılmaktadır. GÜNÜMÜZDE REHAB‹L‹TASYON ROBOTLARI Rehabilitasyon robot çalışmaları günümüzde büyük ölçüde hâlâ araştırma ve gelişme aşamasındadır. Yapılan klinik testler sonucu rehabilitasyon robotlarının tedavi sürecine sağladığı katkılar ortaya konmuştur. Bu noktada özellikle MIT-MANUS adı verilen Hogan ve Krebs öncülüğünde geliştirilen robotik sistem ön plana çıkmaktadır13. Bu sistem ile yapılan çalışmaların sonuçları birçok bilimsel makalede yıllarca yayınlanmıştır. Bununla birlikte bazı ticari maksatlı rehabilitasyon robotlarının da üretilmeye başlandığı görülmektedir. REHAB‹L‹TASYON ROBOTLARININ GELECE⁄‹, DÜNYA’DAK‹ VE TÜRK‹YE 'DEK‹ DURUMU Rehabilitasyon robotlarının geleceği donanım, yazılım, algılayıcı, eyleyici, batarya, bilgisayar ve kablosuz haberleşme teknolojilerine bağlı olarak gelişecektir. Robotik sistemlerin birçok alanda sağladığı katkılar ortadır. Özellikle tıp alanında kullanımları artmaktadır. Yaşlı nüfusa sahip olan ülkelerde rehabilitasyon robotlarının kullanımı son derece önem kazanacaktır. Hâlihazırda bu alanda temayüz eden ülkelerdeki nüfus yaş ortalamasının yüksek olduğu görülmektedir (Japonya ve Hollanda gibi). Gelişmiş ülkeler önümüzdeki 50 sene zarfında nüfuslarının durumunu, yaş ortalamalarını, iş gücü ihtiyacını belirlemeye yönelik çalışmaları sürekli gerçekleştirmekte ve buna uygun teknolojik yatırımlar ve Ar-Ge çalışmaları yapmaktadırlar. Her ne kadar ülkemizin nüfusu bugün genç gibi gözükse de yaş ortalaması teknolojinin getirdiği hayat şartlarındaki kolaylıkların da etkisi ile her geçen gün artmaktadır. Diğer yandan günümüz şartlarında çalışan sayısı ve hareketli insan sayısının arttığını görmekteyiz. Bu da beraberinde kazaları ve eklem problemlerine sahip hasta sayısını arttırmaktadır. Bugün ülkemizdeki fizyoterapist sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte ortalama olarak, bir fizyoterapist başına düşen kişi sayısının 16-25 arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Ülkemiz gibi kalabalık nüfusa sahip ülkelerde evde bakım imkânlarının arttırılması, sosyal ve ekonomik açıdan hastaya, ailesine ve topluma birçok katkı sağlamaktadır. Dolayısı ile yukarıda ortaya konan problemlere rehabilitasyon robotları büyük katkılar sağlayacağından bu alanda ülkemizde de çalışmalar yapılması ve teknoloji geliştirilmesi ihtiyacı açıkça görülmektedir. Yıldız Teknik Üniversitesi, 9 1 Yaşlı nüfusa sahip olan ülkelerde rehabilitasyon robotlarının kullanımı son derece önem kazanacaktır. Hâlihazırda bu alanda temayüz eden ülkelerdeki nüfus yaş ortalamasının yüksek olduğu görülmektedir . MAYIS-HAZ‹RAN 2011 61 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Şekil 3. Protez kol 11 Şekil 4. Bilişsel robot 12 Şekil 5. MIT-MANUS 13 Gözardı edilemez bir gerçek de her ne kadar bu teknolojiler geliştirilse de birincil kullanıcıları olan fizyoterapistlerin bu cihazları kabullenmeleri gerekmektedir. Bu amaçla fizyoterapistlerin teknoloji farkındalıklarına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. 62 M‹MAR VE MÜHEND‹S Marmara Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi'nde rehabilitasyon robot çalışmaları yapılmaktadır. Bu çalışmaların sayılarının artırılması ve gerekli klinik testlerin tamamlanmasından sonra yerli rehabilitasyon robotlarının tedavi merkezlerinde kullanılmaya başlanması gerekmektedir. Zira bu alanda ticarî amaçlı robotların fiyatları milyon dolarları bulmaktadır. Ülkemiz bu teknolojiyi üretecek yeterli yetişmiş iş gücü, bilgi ve deneyimine sahiptir. Mekanik-elektronik ve bilgisayar teknolojisi ile yakından alakalı olan bu alan için mekatronik, biyomedikal, makine, elektronik ve bilgisayar mühendislikleri bölümleri olan üniversitelerimizde çalışma grupları oluşturulmalı veya araştırma laboratuarları kurulmalıdır. Üniversitelerdeki bu çalışmalar tıp fakülteleri ve fizik-tedavi rehabilitasyon merkezleri ile beraber yürütülmelidir. Vizyon 2023 belgesinde öncelikli alanlardan kabul edilen biyomedikal teknolojiler kapsamında değerlendirilmesi gereken rehabilitasyon robotları çalışmalarına gerekli destek, bilimsel proje desteği veren kurumlar ve sanayi tarafından verilmelidir. Özellikle konunun ticari alana henüz indiği göz önünde bulundurulduğunda gerekli çalışmaların yapılması durumunda, ülkemiz dünya piyasasında kolayca yer alacaktır. Gözardı edilemez bir gerçek de her ne kadar bu teknolojiler geliştirilse de birincil kullanıcıları olan fizyoterapistlerin bu cihazları kabullenmeleri gerekmektedir. Bu amaçla fizyoterapistlerin teknoloji farkındalıklarına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Buna ilişkin bir Avrupa Birliği (AB) projesi ülkemizde yürütülmektedir. Amacı fizyoterapist ve rehber öğretmenlerin yapay zeka, robotik ve akıllı teknolojiler konusunda eğitilmesi olan bir AB projesi Leonardo Da Vinci programı kapsamında desteklenmektedir. Slovenya, Almanya, Avusturya ve Türkiye' den toplam 6 ortağın yer aldığı projenin akademik ve teknolojik desteği Yıldız Teknik Üniversitesi Mekatronik Mühendisliği Bölümü tarafından verilmektedir. 14 REFERANSLAR: [1] İnal, S., “Kas Hastalıklarında Rehabilitasyon ve Ortezler”, Marmara Üniversitesi B.E.S.Y.O, İstanbul (2000) 2-4. [2] Okada S., Sakaki T., Hirata R., Okajima Y., Uchida S., Tomita Y. TEM: A therapeutic exercise machine for the lower extremities of spastic patient. Adv Robotics 2000; 14:597-606. [3] Bradley D., Marquez C., Hawley M., Brownsell S., Enderby P., Mawson S.. NeXOS – The design, development, and evaluation of a rehabilitation system for the lower limbs. Mechatronics 2009; 19:247257. [4] Reinkensmeyer D.J., Standard Handbook of Biomedical Engineering and Design. Rehabilitators. McGraw-Hill, 2003. [5] http://www.manchesterneurophysio.co.uk (Erişim tarihi:Kasım 2010) [6] Metrailler P., Brodar R., Stauffer Y., Clavel R., Frischknecht, Cyberthosis: Rehabilitation robotics with controlled electrical muscle stimulation, Rehabilitation Robotics, Itech Education and Publishing, Austria, 2007. [7] Krebs H.I., An overview of rehabilitation robotic technologies. In: American Spinal Injury Association Symposium; 2006. [8] Salter R.B., Simmonds D.F., Malcolm B.W., Rumble E.J., Mac Michael D., Clements N.Di, The biological effect of continuous passive motion on the healing of full thickness defects in articular cartilage: an experimental investigation in the rabbit. J Bone Joint Surg 1980; 62:12321251. [9] http://www.arthroscopy.com/sp06001.htm (Erişim tarihi: Mart 2011) [10] http://www.cyberdyne.jp (Erişim tarihi: Mart 2011) [11] http://www.fising.co.cc (Erişim tarihi: Mart 2011) [12] http://robotics.youngester.com (Erişim tarihi: Mart 2011) [13] Krebs, H.I., Hogan, N., Aisen, M.L., Volpe, B.T.: Robot Aided Neurorehabilitation, IEEE Trans. On Rehabilitation Engineering, Vol:6, No:1, (1998) 75-87. [14] http://www.intech2010.com DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ SÖYLEfi‹ Acıbadem Proje Yönetimi Yönetim Kurulu Üyesi Temel Baltaoğlu; “TIBBİ CİHAZ SEKTÖRÜ AR-GE’YE DAHA ÇOK AĞIRLIK VERMELİ” ÜLKEMİZİN EN BÜYÜK SAĞLIK GRUPLARINDAN BİRİ OLAN ACIBADEM SAĞLIK GRUBU ŞİRKETLERİNDEN ACIBADEM PROJE YÖNETİMİ YÖNETİM KURULU ÜYESİ TEMEL BALTAOĞLU İLE SAĞLIK VE TIBBİ CİHAZ SEKTÖRÜNDEKİ GELİŞMLERİ KONUŞTUK. DÜNYA İLE AYNI KALİTE VE FİYATI YAKALAMAK İÇİN KÜRESEL BİR OYUNCU OLMAK GEREKTİĞİNİ BELİRTEN BALTAOĞLU, “TIBBİ CİHAZ SEKTÖRÜ BÜYÜK YATIRIM GEREKTİREN BİR SEKTÖR. BUNDAN DOLAYI YERLİ FİRMALARIMIZ KÜRESEL BİR OYUNCU OLMALARI VE AR-GE’YE DAHA ÇOK YATIRIM YAPMALARI GEREKİYOR” DEDİ. SÖYLEŞİ: MESUT UĞUR Acıbadem Sağlık Grubu’dan kısaca bahseder misiniz? Grubumuz şu anda Türkiye ve yakın coğrafyadaki en yaygın ve büyük özel sağlık sistemini oluşturmaktadır. Grubun ana şirketleri hastaneler ve ayaktan hasta merkezlerini işleten Acıbadem Sağlık Grubu, sağlık tesisleri yatırımlarının tasarım ve proje yönetimi konusunda uzmanlaşmış Acıbadem Proje Yönetimi, sağlık ve hayat sigortaları konusunda çalışan Acıbadem Sigorta, laboratuvar hizmetlerinde Acıbadem/Labmed, Acıbadem Mobil Sağlık, sağlık tesislerine catering ve çamaşırhane hizmetleri veren A-Plus şirketleridir. Bunun dışında Genetika, Acıbadem Labcell, Acıbadem Labvital gibi spesifik amaçlara yönelik oluşumlar da grubumuzda faaliyet göstermektedir. Bu oluşumun içinde en önemli halkalardan biri de tıp eğitimi konusunda yoğunlaşmış Acıbadem Üniversitesi’dir. Görüldüğü gibi tüm grup sağlık konusunda yoğunlaşmış ve entegre bir sistem haline gelmiştir. Bunun getirdiği sinerji hızlı büyümemizin motoru olmuştur. Acıbadem Sağlık Grubu şu anda 11 hastane ve 7 ayakta tedavi merkezini işletmektedir. Yeni satın alınan iki ve inşa halinde olan 2 hastane ile beraber, toplam 14 hastaneye ulaşacaktır. Rakamsal değerler vermek gerektiğinde şu anda grup toplam bin 400 yatak kapasitesindedir. Bin 600 doktor ve 3000 hemşirenin dahil olduğu 10 64 M‹MAR VE MÜHEND‹S bin 500 kişilik bir personele sahiptir. Yeni yatırımlarla birlikte yatak kapasitesi 2 bine çalışan sayısı ise 13 bin kişiye ulaşacaktır. Hastane projelendirme ve inşa bölümünüzün olduğunu biliyoruz. Bu bölüm nasıl gelişti? Şu ana kadar kaç proje yaptınız? Yurtdışında faaliyetleriniz var mı? Kaç mimar ve mühendis istihdam ediyorsunuz? Yukarıda bahsettiğim gibi sağlık tesislerinin tasarımı ve inşaatı konusunda uzmanlaşmış, benim de bir parçası olduğum şirketimiz Acıbadem Proje Yönetimi’dir. Acıbadem Proje Yönetimi’nin temelleri 1998 yılında hastane içinde yeni yatırımlardan sorumlu bir kişi ile atıldı. Yatırımların hızla artmasıyla önce hastane bünyesinde bir departmana daha sonra 2004 yılında ise grup bünyesinde ayrı bir şirkete dönüştü. Şirketimiz sağlık yapılarının proje yönetimi (tasarım yönetimi, inşaat yönetimi) ala- nında yurtiçi ve yurtdışında faaliyet gösteriyor. Şu ana kadar 25’den fazla hastanenin tasarımını ve 10’dan fazla hastanenin inşaat yönetimini gerçekleştirdik. Bunlara, tıp merkezleri, kısmi veya total revizyon ve renovasyonlar eklendiğinde bu sayılar 100’ü aşacaktır. Şu anda yaklaşık 120 kişilik bir kadromuz var. Bunun yüzde 30’unu mimar ve mühendisler, yüzde 25’ini teknisyenler oluşturmakta. Hastane mimarisi nerelere geldi, bundan sonra hangi gelişmeleri bekliyorsunuz? Bu soru kolay cevaplanabilecek tarzda bir soru değil. Bunun en büyük sebebi hastane mimarisinin gerek tıp teknolojilerindeki gerekse sağlık hizmetleri sunumundaki baş döndüren gelişmeye paralel olarak çok büyük bir hızda hala değişmekte ve gelecekte de aynı hızda değişecek olması. Örneğin biz 10 yıl önce tasarladığımız hemen hiçbir departmanı bugün o yapıda tasarlamıyoruz. O zaman inşa ettiklerimizi de şu anki trendlere göre revize ediyoruz. Bu trendler de sadece bir tasarım modası değiller. Bunlar son yıllarda (ki bu terim de tıp kaynaklıdır) “Kanıta Dayalı Tasarım” (Evidence Based Design) kavramının getirdiği olgular. Eğer sağlık hizmetinin kalitesini yeni mimari tasarımlarla olumlu yönde geliştirebiliyorsak ve bunun kanıtları elimizdeyse o departmana ait geçmişteki yargılarımız birden değişebiliyor. 10 yıl mimari tasarım için çok kısa bir süre. Ancak sağlık yapıları söz konusu olduğunda buna alışmanız ve hatta 10-20 yıl sonraki trendleri öngörmeye çalışmanız gerekiyor. Bir diğer önemli kavram mimarinin hastanın iyileşme sürecine katkısı. Bu konuda da özellikle Kuzey Amerika ülkelerinde ciddi araştırmalar var. Bunların birçoğunun sonuçları mimari yapının, gün ışığı, doğayı tasarımın ana öğelerinden biri haline getirmek, mahremiyet, renkler, ses ve koku konforu ve daha birçok mimari unsurun hastanın iyileşme sürecini olumlu yönde etkilediğini, yatış sürelerini azalt- “Bizim tasarımda en büyük avantajlarımızdan biri bir sağlık zincirinin parçası olmamız. Bu bize sürekli geri besleme sağlayan bir araca sahip olmamız demek. Bu bize herhangi bir ihtiyaçtan daha medikal mimari tasarım literatürüne girmeden haberdar olmamızı sağlıyor.” tığını yani gerçekten tıbbi anlamda bir etki yaptığını gösteriyor. Sağlık hizmeti her yönüyle teknoloji yoğun bir hizmet. Bu sadece tıbbi cihazlardan gelmiyor. Uluslar arası standartlarda yapılmış ortalama bir hastanenin iklimlendirme sistemi de, otomasyon sistemi de, kısaca hemen her sistemi, dünyanın en sofistike sistemlerine sahip otelindekilerden çok daha kompleks sistemler olmak zorunda. Ve bu yapılar da her geçen gün daha da gelişiyorlar. Enteresan olan konu söz konusu hastane olduğunda ne kadar akıl ve emek harcansa da “Önümüzdeki 5 yılda daha iyi bir hastane tasarlanamayacak” deme şansına sahip hiçbir mimar ve mühendis olması imkansız. Bizim tasarımda en büyük avantajlarımızdan biri bir sağlık zincirinin parçası olmamız. Bu bize sürekli geri besleme sağlayan bir araca sahip olmamız demek. Bu bize herhangi bir ihtiyaçtan daha medikal mimari tasarım literatürüne girmeden haberdar olmamızı sağlıyor. Bundan başka kendi sorgulamalarımızı da yapabiliyoruz. Örneğin laboratuvar kan alma kabini sayısını bulmak için hastanelerimizde hangi saatlerde kaç kişiden kan alındığını, pik durumlarda hastanın ortalama bekleme süresini hemen öğrenebiliyoruz. Bu olanak bize yatak sayısı / ameliyathane oranından tutun da pnömatik transfer istasyonlarını hangi birimlere koymamız gerektiğine kadar çok önemli veriler sağlıyor. Hastane yatırımlarında inşaatta kullanılan ekipmanlar, hastane demir başları ve tıbbi cihazların toplam yatırım bedelindeki payı ne kadardır? Böyle bir oranın verilebilmesi mümkün değil. yüzde 20 de olabilir, yüzde 90 da. Bu MAYIS-HAZ‹RAN 2011 65 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ tamamen vereceğiniz hizmetin tipine, kullanacağınız cihazın çeşidine, teknolojik seviyesine bağlı. Örneğin genel hizmet veren bir poliklinik binasında bu yüzde 20’nin altına bile düşebilecekken, ayaktan tedavi yapılan bir radyoterapi merkezinde yüzde 90’ın üzerine çıkabilir. Hastanelerde kullanılan tıbbi cihaz teknolojilerini hangi kriterlere göre seçiyorsunuz? Aldığınız cihazlarda ortalama yenilenme süreleri nelerdir? Bu konuda temel kıstasımız; “her hangi bir tedavi dünyanın herhangi bir noktasında yapılabiliniyorsa o tedavi bizim hastanelerimizde de en yüksek kaliteyle yapılabilinmelidir.” Bu yüzden yeni teknolojileri çok yakından takip ediyoruz. Bu her hastanemizi dünyanın en pahalı cihazlarıyla doldurmak anlamına gelmiyor kuşkusuz. Gerekli cihaz kendinden beklenen teşhis ve tedaviyi en iyi şekilde veren cihazdır. Ancak şunu açıklıkla söyleyebilirim ki dünyada var 66 M‹MAR VE MÜHEND‹S olup da bizim hastanelerimizde yapılmayan veya yapılması planlanmayan tedavi yok gibidir. Bu konuda önceden attığımız bir takım adımlar da oluyor. Örneğin şu anda da tıbbi olarak kullanılan en yüksek güçte (3T) intraoperatif MR cihazını, dünyada ilk defa ameliyathane içine yerleştiren kurum biziz. Beyin cerrahisi amaçlı hibrid ameliyathanemiz 2004 yılından beri Kozyatağı hastanemizde faaliyet gösteriyor. Bu konuda dünyada ilk bilimsel makaleler buradan üretildi. Yenilenme sürelerinden bahsedecek olursak tıbbi cihazlarda iki çeşit ömür var. Biri ekonomik, diğeri teknolojik ömür. Genelde tıbbi cihazların ekonomik ömürleri, bakımları iyi yapıldığında ve gerektiği şekilde kullanıldığında 10 yıl ve hatta daha üzerinde olabiliyor. Örneğin bir sağlık ocağındaki Röntgen cihazı, yukarıda bahsettiğimiz şekilde kullanıldığında –cihazdan beklenecek hizmet seviyesi de çok sofistike teşhisler gerektirmediğinden- bu sürelerde kullanılabiliyor. Ancak teşhis ve tedaviden beklentilerimiz her gün arttığından cihazların bir de teknolojik ömürleri oluyor. Her yeni çıkan cihaz bir önceki cihazın yapamadıklarını yapıyor. Tıpkı bilgisayar işlemcilerinde olan durum bu. Bu yeni özelliklere cihaz çıktığı anda ihtiyacınız olmayabiliyor. Ancak aradan 2-3 yıl geçtiğinde bu özellikler artık standart hale geliyor. Burada satın alınan günkü en gelişmiş veya donanım ve yazılım değişiklikleriyle bir sonraki teknolojiye yükseltebileceğiniz bir cihazı satın almanın önemi ortaya çıkıyor. Çünkü o cihaz o anda teknolojik ömrü en uzun olanı. Bizim hastanelerimizdeki cihazların ortalama yenilenme süreleri 3 ila 5 yıl arasındadır. Tıbbi cihaz yerli üretimde bir gelişme gözlemliyor musunuz? Kurumunuza gelen yerli tedarikçi sayısında artış var mı? Gelen tedarikçilerde gördüğünüz eksiklikler nelerdir? Evet, gözlemliyorum ve bunu önemsiyorum. Yerli tedarikçilerde artış var. En bü- yük eksiklik bence Türkiye tıbbi cihaz sektörünün Ar-Ge çalışmalarına yeterli kaynağı bulamaması. Uluslararası firmalarla kıyaslandığında hem teknoloji hem de standartlaşma konularında daha işin çok başlarındayız. Buna rağmen isim vermek doğru olmaz ama yurtdışına ve hatta Türkiye tıbbi cihaz sektörünün en büyük tedarikçisi Almanya’ya bile teknolojisiyle, kalitesiyle tıbbi cihaz satan firmalarımız var. Bunlar umut verici. Grup olarak çok sık değişmesi gereken tıbbi cihaz teknolojileri konusunda bir yerli üreticiye destek olup ülkemizde tıbbi cihaz teknolojisi gelişimine katkıda bulunmak ister misiniz veya bu tür destekleriniz mevcut mu? Şimdi bu konuyla açıkça yüzleşmemiz gerekiyor. İleri teknoloji içeren tıbbi cihaz üreten firmalarının gelişmesine değil bir kurumun destek vermesi, devletlerin bile destek vermesi olası değil. Örneğin Radyolojik cihaz üreten bir firma- nın sadece Ar-Ge faaliyetlerine devam edebilmesi için yılda binlerce MR, Tomografi vs satması gerekiyor. Bu cihazların bir adedinin ortalama fiyatının 700 bin -800 bin dolar olduğunu düşünün. Bu daha basit ekipmanlar için de geçerli. Hasta yataklarında ABD’nin en büyük firmasının Türkiye teknik müdürlüğünü yaptım. Hep aklımdan geçen ülkemizde neden bu kalitede üretim olmadığıydı. Aslında cevap basitti. Bu firmanın hasta yatağından yaptığı yıllık ciro 2000’li yılların başlarında 2,5 milyar dolarlar seviyesindeydi. Türkiye’deki hiçbir firmanın onların kalitesine onların maliyetinin 3 katından aşağı ulaşması hayaldi. Seri üretim faktörü işin içine giriyordu. Yerli üreticiler de fiyat rekabetini sağlamak için mecburen kaliteden, standartlardan, testlerden fedakarlık ediyorlardı. Sözün kısası tıbbi cihaz sektöründe küresel oyuncu olmanız gerekiyor. Tüm dünyaya çok miktarda cihaz satamazsanız aynı kaliteyi yakalamak maliyetlerinizi çok yüksek oranlarda arttırıyor. Biyomedikal hizmetlerinin ne kadarını kendiniz karşılıyorsunuz, ne kadarını dışarıdan temin ediyorsunuz? Tedarikçi firmaların kendilerinin vermesi gereken servis işlemleri dışında biyomedikal hizmetlerin tamamını kendi bünyemizde, kendi mühendis ve teknisyenlerimizle karşılıyoruz. Hastane işletilmesi için gereken kurallar zinciri (akreditasyonlar) tıbbi cihazlar konusunda neleri öngörüyor? Akreditasyonun tıbbi cihazlar konusunda aradığı bu cihazların bakım ve kalibrasyon planlarının olup olmadığı, bu planlara uyulduğunun nasıl denetlendiği, arıza kayıtları ve bunların nasıl değerlendirildiği gibi konular. Özetle sizin cihazın en mükemmel şekilde çalışması için neler yaptığınızın planlı olup olmadığı, bu planların yeterliliği ve uygulandığını garanti altına alıp almadığınız. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 67 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ ‹NCELEME İSTANBUL İL SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ BÜNYESİNDEKİ MEDİKAL CİHAZ VE BİYOMEDİKAL BİRİMİ İSTANBUL İL SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ (İSM) BÜNYESİNDE TIBBİ CİHAZLAR KONUSUNDA VE EĞİTİM KONUSUNDA 3 SERVİS BULUNDURMAKTADIR. TEST VE KALİBRASYON LABORATUARI, MOBİL TEST VE KALİBRASYON LABORATUARI, SİMÜLASYON LABORATUVARI VE EĞİTİM MERKEZİ (SİMMERK) BİRİMLERİ İLE SAĞLIK SEKTÖRÜNE VE ÇALIŞANLARINA ÖNEMLİ HİZMETLER VERİLMEKTEDİR. Fatih GÖKSU 68 M‹MAR VE MÜHEND‹S TEST VE KAL‹BRASYON LABORATUARI İstanbul Sağlık Müdürlüğü tarafından 2007 yılı sonuna doğru kurulan ve 2008 yılında faaliyetlerine başlayan merkezimizde hem tıbbi cihaz test ve kalibrasyon çalışmaları hem de medikal simülasyon eğitim çalışmaları yapılabilmektedir. Şubemiz bünyesinde oluşturulan 2 adet kalibrasyon ve test aracı ile şubemizdeki biyomedikal teknikerlerimiz hastanelere giderek test protokolümüz çerçevesinde bulunan tıbbi cihazların test ve klibrasyonlarını yapmaktadır. böylelikle gerçeğe daha yakın ve kompleks simülasyon modelleri gelişmektedir. Medikal simülasyon sistemleri sayesinde hastaya herhangi bir zarar verme riski olmadan yeni teknikler öğrenilebilmekte veya hekimler mevcut tecrübeler arttırabilmektedir. İlk olarak her eğitim hastanesinden bir veya iki uzmana simülatör eğitmenliği kursu verilmektedir. Bu eğitmenler simülasyon merkezimizde kendi hastanesindeki asistan hekimlerin eğitiminden sorumlu olmaktadır. TIBB‹ S‹MÜLASYON S‹STEMLER‹ İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde kurulan simülasyon merkezi Türkiye’de ilk merkez özelliğini taşımakla birlikte Avrupa’da ise benzer merkezlerin üçüncüsüdür. Proje 2007 yılında inşaat ve eğitim çalışmalarıyla başlamıştır. Beşiktaş Semt Polikliniği’nin 4. katında hizmet vermektedir. Yaklaşık 450 bin avroluk bir yatırım yapılmıştır. Bu merkez İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü'nün ve Hudut Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü'nün desteği ile kurulmuştur. Tıbbi simülasyon son 10 yılda hızla gelişen bir kavramdır. Tıbbi simülasyonların gelişme hızı bilgisayar işlemci hızlarına paralel olarak ilerlemektedir ve S‹MÜLASYON S‹STEMLER‹N‹N AMAÇLARI: Hava yolu taşımacılığı pilotlarının eğitiminde zorunlu olarak kullanılan simülatör cihazlarının kullanım mantığına benzer bir şekilde asistan doktorların eğitimi süresince bu merkezde temel bazı konuları hasta yerine simülatör sisteminde öğrenmelerinin sağlanması, meslek yaşamları boyunca karşılaşabilecekleri muhtemel klinik tabloların ve komplikasyonların simüle edilmesi, ANESTEZ‹ S‹MÜLATÖRÜ Anestezi simülasyon eğitimi Simülatörümüz dünyadaki en gelişmiş hasta simü- latörlerinden biridir. HPS (Human Patient Simulator) klinisyenlere bütün seviyelerde eğitim verebilecek şekilde düzenlenmiş en gelişmiş simülatördür. İnsan fizyolojisi ve farmakolojisinin sofistike matematik modelleri; kullanıcının uygulamaları yönünde otomatik olarak yanıt verir. Dinamik dolaşım, solunum ve farmakolojik modelleri HPS'in yetişkin bir hastanın tam olarak simüle edilebilmesine olanak sağlar. Temel yaşam desteği, ileri yaşam desteği ve hava yolu yönetimi konusunda anestezi asistanlarına ve acil serviste çalışan hekimlere uygulamalı eğitim verilmektedir V‹DEOENDOSKOP‹ S‹MÜLATÖRÜ Videoendoskopi simülatöründe gastroskopi, kolonoskopi, duodenoskopi simülasyonu yapılabilmesinin yanı sıra ERCP ve endosonografi yapılması imkanı vardır. Ayrıca gastrointestinal sistem biyopsileri de yapılabilmektedir. Bilindiği gibi özellikle ERCP uygulamaları komplikasyon riski yüksek olan uygulamalardır. Bu nedenle bu işlemi yapacak olan hekimin yeterli el becerisine ve tecrübeye sahip olması önem arz etmektedir. Gereken bu tecrübe hastalarda oluşabilecek herhangi bir komplikasyon riski olmadan videoen- doskopi simülatöründe öğrenilmektedir. Ayrıca klinik kullanıma son yıllarda girmiş olan endosonografi işlemi için de haptik özelliği olan bu simülatörde beceri kazanılabilmektedir. LAPARASKOP‹ S‹MÜLATÖRÜ Tıbbi simülasyon merkezimizde bulunan Laparoskopi simülasyon sistemi sayesinde laparoskopiye başlangıç eğitimlerinin yanı sıra laparoskopik kolesistektomi, tüp ligasyonu, ektopik gebelik, salpingektomi gibi senaryolarının da simülasyonu yapılabilmektedir. Simülatörün haptik özelliği vardır. Hekimlerin eğitim öncesi ve sonundaki performansları ölçülebilmektedir. ULTRASONOGRAF‹ S‹MÜLATÖRÜ Ultrason simülatörü sayesinde pelvik, abdominal, üriner, obstetrik, jinekolojik, meme ultrasonu yapılabildiği gibi vasküler çalışmalar da yapılabilecektir. Ultrason ve videoendoskopi sistemlerinin eğitimleri 2009 yılı Şubat ayında başlamıştır. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde kurulan simülasyon merkezi Türkiye’de ilk merkez özelliğini taşımakla birlikte Avrupa da ise benzer merkezlerin üçüncüsüdür. Proje 2007 yılında inşaat ve eğitim çalışmalarıyla başlamıştır. .. Yaklaşık 450 bin avroluk bir yatırım yapılmıştır.... MAYIS-HAZ‹RAN 2011 69 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ MAKALE BİYOMEDİKAL SEKTÖRÜNDE TÜRKİYE’NİN BİRİKİMLERİ VE SEKTÖRE GENEL BİR BAKIŞ YÜZDE 90’DAN BÜYÜK BİR ORANI İTHALATA DAYALI OLAN TIP SEKTÖRÜ, BİR DİĞER ADI İLE SAĞLIK SEKTÖRÜ, SAVUNMADAN SONRA EN ÇOK HARCAMANIN YAPILDIĞI ÖNEMLİ SEKTÖRLERİN BAŞINDA GELMEKTEDİR. BU SEKTÖRDEKİ ÜRETİMİNİN AZLIĞI NEDENİYLE, YURT DIŞINA AKAN CİDDİ BİR KAYNAK SÖZ KONUSUDUR. BU HUSUS HEM BÜROKRASİ VE HEM DE SİYASİ İRADE TARAFINDAN CİDDİ ÖLÇÜDE ELE ALINMALIDIR. Muhsin COŞKUN Elektrik-Elektronik Mühendisi B u yazıda, sektöre giriş tarihim 1983’ü referans alarak, o tarihten bu yana Türk Tıp Sektörü’nü muhtelif başlıklarla irdelemeğe çalışacağım. ÜRET‹M DURUMU: 1983’lerde Türkiye’de ciddi manada biyomedikal cihaz imalâtı yok sayılırdı. O günlerde imalâtı yapılan cihazlar şu türden cihazlardı: • Cerrahi Aspiratör (1-2 firma) • Elektrokoter cihazları (30 – 100 W. Arası) (2-3 firma) • EKG (tek firma) • Fizik tedavi cihazları (1 firma) • Otoklav (2 firma) • Krio cihazı (1 firma) • Kuru hava sterilizatörü (3 firma) • Bazı diş hekimliği cihazları Dolap, karyola, sehpa v.s. gibi üreticiler ana konumuz içinde olmadığı için burada ele alınmamışlardır. 1983 yılı aynı zamanda tüm sektörel fuarların yapıldığı ilk yıl olmakla birlikte, yapılan ilk medikal fuar da TIP83 ismi ile Hilton Oteli’nde yapılmıştır. Fuara iştirak eden firmaların yaklaşık tamamı yabancı firmaların Türkiye’deki mümessilleri idi. Yerli üretim cihazları görmek mümkün değildi. Zaman içinde yerli üretim ülkemizin sunduğu imkânlar ölçüsünde, nisbi de olsa artma eğilimi gös- 70 M‹MAR VE MÜHEND‹S termişse de bu, sektördeki yerli üretim payını ciddi olarak etkilemiş değildir. Bugün bile hastanelerin en temel ihtiyaçlarını karşılayacak türden cihazlardan hiç birinin, üretimi ile iştigal eden firma yoktur. ÜRET‹C‹N‹N TERC‹HLER‹ VE YÖNLEND‹REN ETMENLER: Sektöre üretici olarak giren firmaların bazıları belki de önemli bir kısmı öncelikle tıbbi cihaz tamiri ile işe başlamışlar, sonradan konuya vakıf olunca imalata yönelmişlerdir. Bir kısmı da belli bir tecrübe ve bilgi birikimi elde ettikten sonra, bir vesileyle çalıştığı firmadan ayrılıp imalâta yönelmişlerdir. İmalatçıyı, imalatı yapılacak olan cihazlarda yönlendirici faktörlerden bazıları şunlardır: • Ciddi sermaye gerektirmemesi, • Ar-Ge çalışması gerektirmemesi, • Ülkemiz piyasasında kolay elde edilebilecek yedek parça ve malzemeden oluşuyor olması, • Kalıp vb. sabit yatırım gerektirmemesi, • Ekstra kalifiye elemanı gerektirmemesi… Şu an ülkemizde üretilen cihazların ekserisi bu kabil cihazlardır. YATIRIMCI PROF‹L‹: Biyomedikal cihaz üretimi yapan firmalardan istisnalar hariç, önemli bir kısmı kısıtlı sermaye ile işe başlamıştır. Bu hususta göze çarpan önemli bir husus, büyük sermaye sahibi kişi ya da gruplardan hiç birinin bu sektörde yatırım yapmamış olmasıdır. Büyük sermaye sağlık alanında sadece özel hastane yatırımı ile ilgilenmiştir ve ilgilenmektedir. Bu hususta bir istisna var o da Alarko Holding’dir. Geçtiğimiz 2009 yılında, yabancı bir firma ile yaptıkları anlaşma ile Trakya’da kuracakları bir fabrikada STENT üretimi konusudur. DEVLET POL‹T‹KASI VE TEfiV‹KLER: Bilindiği üzere hür teşebbüs, ekonominin ve sanayinin bel kemiğidir. Üretilen mamulün, hedef kitlesi içinde devlet yok ise müteşebbis için çok da fazla bir zorluk yoktur. Zira serbest piyasada illâ ki bir müşteri bulunur. Ancak sağlık sektörü gibi, en büyük alıcısının devlet olduğu bir sektörde, durum hiç de diğer sektörler gibi değil. Şartnameler büyük markaların özellikleri esas olarak hazırlanmıştır. Bunu yanında CE vs. gibi sertifikaların istenmesi yerli üreticiyi ciddi olarak caydırıcı etki yapmakta. Devlet 1990’lı yıllarda KOSGEB aracılığı ile birtakım teşvikler vermişse de, öne sürdüğü şartlar müteşebbisi caydırıcı mahiyette olduğu için bu hususta ciddi bir müracaat da olmamıştır, biyomedikalin desteklenen dallardan biri olmasına rağmen. Dolayısıyla devletin sunduğu bu imkân da bir fayda sağlamamıştır. YERL‹ C‹HAZ PAZARLAMASINDAK‹ OLUMSUZ ETMENLER: Tıbbi cihaz satışında sizden istenenlerden biri de referanslarınızdır. Eğer daha yeni iseniz, yani referansınız yoksa eğer bir ihalede iseniz otomatikman elenirsiniz. Bazen de şartnamede “cihaz ithal olmalıdır” ibaresini görürsünüz. O zaman zaten hiçbir şansınız yoktur. Bir diğer etmen de cihazın kullanıcısı olacak olan hekimdir. Eğer o hekim, ben bu cihazı istemiyorum dedi mi gene şansınız yok. Onu da etkileyen bir takım şeyler var. Onu bilenler bilir. Eğer bir ithal cihaz ile karşı karşıya iseniz o zaman işiniz hepten zor. Bu hususta savaştığımız 2 yel değirmeni var! Birincisi yabancı hayranlığı, ikincisi de yerliye olan güvensizlik. Satın almalarda şartnameler en mükemmel cihazı tarif eder. Hatta bazen da belli markaları tarif eder. Bu durumda da hiç şansınız yoktur. İhale kanunu da ayrı bir problem, neyse ki biraz iyileştirildi. Ayrıca, sertifikasyon konusunda da yerli üretici ciddi sıkıntı içindedir. Zaman içinde yerli üretim ülkemizin sunduğu imkânlar ölçüsünde, nisbi de olsa artma eğilimi göstermişse de bu, sektördeki yerli üretim payını ciddi olarak etkilemiş değildir. HASTANE VE D‹⁄ER SA⁄LIK KURULUfiLARI AÇISINDAN DURUM: • Bugün hastanelerin yüzde 99’unda milyarlık cihazlarına rağmen mühendis seviyesinde teknik eleman bulundurulmamakta, teknik servis ihtiyacı elektrik MAYIS-HAZ‹RAN 2011 71 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ Göze çarpan önemli bir husus, büyük sermaye sahibi kişi ya da gruplardan hiç birinin bu sektörde yatırım yapmamış olmasıdır. Büyük sermaye sağlık alanında sadece özel hastane yatırımı ile ilgilenmiştir ve ilgilenmektedir. ya da elektronik teknisyeni ile giderilmekte. Biyomedikal teknikeri istihdamı da yeterli ölçüde değildir ve yeterli ölçüde teknik servis yapar durum ve konumda değildirler. • Diğer bir husus da, teknik servis ve servis elemanları için ayrılan mekânlar! Bu mekânlar genelde dar, havasız, bodrum katlarda, kalorifer dairelerinin içinde izbe yerlerdedir. Teknik servislerde bulunan alet ve ekipmanlar da en ucuzundan, var mı var kabilinden cihaz ve ekipmanlardır. Bu da yeterli değildir. Yani “kem alâtla, kemalât olmaz”ın ifadesini bulduğu bir nokta. Bu hastane sahip ve yöneticilerinin bu hususa ne derece önem verdiklerinin bir göstergesidir de! • Bugün birçok hastanede, cihazlar genelde yardımcı personel tarafından kullanılmakta, bundan ötürü de önemli arızalarla karşılaşılmakta. Bunun bir de hastaya yönelik mahsurları var! • Özel ya da resmi kurumlarda, hep ucuz cihaz tercihi yapılmakta bu da hastaneleri tıbbi cihaz hurdahanesi haline getirmiştir. • Diğer sektörlerde olduğu gibi, biyomedikal cihazlarda da teknoloji çok hızlı gelişmekte ve bazı cihazlar ekonomik ömrünü tamamlamadan demode olabilmekte. Bundan dolayı hem hekim kadrosu ve hem de teknik personel de bu hıza yetişememekte. EKONOM‹K BOYUTU: İstatistikî bilgilerle meseleyi irdeleyecek olursak işin boyutunu net olarak görebileceğimizi düşünüyorum. 72 M‹MAR VE MÜHEND‹S Bu istatistikler Türkiye İstatistik Kurumu’nun, resmi web sahifesinden alınmıştır. Ancak birkaç farklı başlıklarla sınıflandırma yapılmış. Tüm verilerde ithalat rakamı, hep ihracattan birkaç kat daha büyük. ISIC Rev4 sınıflandırması ile verilen değerler imalât ile ilgili değerler olup, diş hekimliği ile ilgili cihazlar da dahildir. Diş hekimliğinde üretilen cihazlar ise genelde kompresör, unit-fotöy ve kuru hava srerilizatörü gibi cihazlardır. Burada verilen değerler, ithalat ve ihracat değerleridir. Her ne kadar mikro seviyede bir ayrım yapılmamışsa da, Ülkemizin, biyomedikal sektörünün neresinde olduğunun (üretim olarak) bariz bir göstergesidir. Oransal olarak ta yüzde12,5 civarındadır. Ancak mikro seviyede bir analiz ile bu değerin yüzde 10’ların altlarında olduğu kanaatindeyim. Hatta en temel konularda (Röntgen, MR, Ultrason ve benzeri diagnostik cihazlar) bu oran yüzde 0’lara kadar inebiliyor. Biokimya / laboratuar grubu cihazlar alanında da öyle. İthalata dayalı bir rejimde kazanan taraf, başta ihracatçı olmak kaydı ile mümessil firma ve bayileridir. İmalâta dayalı bir rejimde ise, bir ürünün, tasarım aşamasından, üretimine gelinceye kadar, birçok sektörde istihdam oluşturması açısından, ekonomik olmanın da ötesinde sosyolojik bir katkısı da vardır. Aynı evsafta 1000 birimlik ithalat fiyatına sahip cihazın, yerli olarak üretilmesi halinde, 200 – 400 birim gibi bir maliyet söz konusudur. Bunu yanında, kullanılan yedek parça ve elektronik komponentlerden bazıları, ithal olduğu için, yerli üretimde de bir takım dışa bağımlılık söz konusudur. Ama bunun için yurt dışına aktarılacak kaynak miktarı azami, 50 – 150 birim arasındadır. Bu şartlar altında aynı evsafta bir cihazın ithalatında bin birimlik bir kaynak dışarıya gönderiliyor, imalatı yapılınca bu 50 – 150 birime kadar düşüyor. Kalan kısım, iç piyasada muhtelif sektörler arasında paylaşılmış oluyor. Tabii bir de imalâtı yapılacak bir ürünün, ihraç edildiği düşünülürse, tablo daha da yüz güldürücü olacaktır. Bilindiği üzere, her sektörün kârlılık oranları farklıdır. Havacılık ve Uzay sanayi, silâh sanayi ve biyomedikal, diğer sektörlerden çok daha yüksek kârlılık oranlarına sahip olup getirisi daha yüksektir diğer sektörlere nazaran. Bu bağlamda, sektörün geliştirilmesi adına bazı önerilerim de olacaktır. Böyle bir imkân elimize geçmişken, değerlendirilmeli bence! a- İlgili bakanlıklar, bu alanda ne kadar imalâtçı firma varsa, bir listesini çıkarmalı ve gerekirse hepsi ile birebir ya da sondaj usulü görüşüp onların görüş ve önerilerini almalı. b- Gene ilgili bakanlıklar, bu sektördeki imalâtçıların önünü açacak tedbirler almalı ve gerekirse daha ileri projeler için destek ve yönlendirmede bulunmalı. c- Sanayi – Üniversite işbirliğini sağlayacak tüm tedbir, teşvik ve kolaylıkları sağlamalı. d- İmalat, hurdası ve boşa harcaması ve görünmeyen harcamaları çok olan bir sektördür. Bu cihetle vergi v.s. konularında da bazı toleranslar tanınmalı. Hele istihdam boyutu da düşünülürse bir imalatçının, sadece alım-satım işi yapan bir firmadan, ekonomiye katkısı çok çok daha fazladır. Hele de dilimize pelesenk olan “İmâl et sürün, al – sat para kazan” uydurmacasını ve caydırmacasını boşa çıkaracak destekler kesin gereklidir. e- Sağlanan imkânlar daha önceki teşviklerdeki gibi caydırıcı olmamalı. f- İmalâtçı sertifikasyon (CE – TSE gibi) konusunda desteklenmeli ve bu işlemler kolaylaştırılmalı. g- Tüm imalatçıların, ürünleri için ciddi bir kalite standardı getirilmeli ve bu kurallara uymayanların ürünleri kabul edilmemeli; hem devlet ve hem de özel sektör bazında. h- Yerli cihaz kullanımı, her bakımdan ithal cihazdan daha avantajlıdır. Bu bakımdan, bir yerli cihazın kullanım alanında, arızalı bekleme ya da atıl kalma süresi, hemen hemen sıfır gibidir. Bazı ithal cihazların tamiri, nerde ise sıfırına denk maliyetler çıkarmakta. Hele de yurt içinde tamiri mümkün değilse, tamir için yurt dışı edilmesi bir hayli sıkıntılı ve maliyetli. Bilindiği üzere, her sektörün kârlılık oranları farklıdır. Havacılık ve Uzay sanayi, silâh sanayi ve biyomedikal, diğer sektörlerden çok daha yüksek kârlılık oranlarına sahip olup getirisi daha yüksektir diğer sektörlere nazaran. Bu bağlamda, sektörün geliştirilmesi adına bazı önerilerim de olacaktır. Böyle bir imkân elimize geçmişken, değerlendirilmeli ! i- Devlet, kesinlikle yerli cihaz kullanımını özendirmeli. İhalelerde yerli cihazlar tercih edilmeli ve hatta ithal cihaz tercihleri gerektiğinde sorgulanmalı! MAYIS-HAZ‹RAN 2011 73 DOSYA: TIP TEKNOLOJ‹LER‹ MAKALE GEN MÜHENDİSLİĞİNDE NE KADAR ETİK DAVRANILIYOR? GEN KONUSU, HUKUK, FELSEFE VE TIBBIN DİSİPLİNER İLİŞKİLERİNİ İÇERMEKTEDİR. SÜREKLİ KENDİNİ YENİLEYEN, GÜN GEÇTİKÇEDE GLOBAL BİR SANAYİ VE SEKTÖR OLMA YOLUNDA İLERLEMEKTEDİR. Osman ŞAHBAZ Makina Mühendisi C anlıların sahip olduğu özellikleri belirleyen DNA molekülü ve yapısı hakkında araştırmalar yapan bilim dalına moleküler biyoloji de- niyor. 1950’li yıllarda DNA'nın yapısının bulunmasından itibaren, biyoloji dalında bilinen tüm değerlerin tekrardan gözden geçirmek zorunluluğu oluşmuştur. İlerleyen teknolojiyle birlikte tüm canlıların genetik yapısına müdahale etme ve cinsler arasında gen aktarımı mümkün oldu ve zamanla rahatlaştı. Tüm canlıların taşıdığı nitelikler genler vasıtasıyla aktarılıyor veya çevre etkisiyle sonradan da kazanılabiliyor. Hastalıkların tanısında gen mühendisliği ve genetik günümüzde çok önemli ekonomik bir alan olmuştur. Her gün yeni bir gen keşfedilmektedir. Genetik mühendisliğinde son 20 yılda hayret verici gelişmenin olduğunu da müşahade ettik. Önceleri gen bilimi biyolojinin birçok alt dallarından sadece bir tanesiydi. Gen transferinin mümkün olması yaygınlaşması ile birlikte gen mühendisliği ciddi aşama kaydetti. Uygulanması ve neticeleri insanların birebir eline ulaşmaya başlayınca neredeyse her gün yeni bir buluşa da şahitlik eder olduk. Gen etiği veya tıb etiği dediğimizde ilk insan unsuru akla geliyor. Gerçekte gen etiği temel olarak hukuki bir zemine oturtulmuş olmalıdır. Hastanın bilgilendirilmesinden, bilgilerin saklanma- 74 M‹MAR VE MÜHEND‹S sına ve rızasının alınmasına kadar tıbbın diğer alanlarında olduğu gibi gen etiği açısından hastanın bilgileri, üçüncü kişilerden saklanması ve muhafaza edilmesi hekimlerin sorumluluğu altına alınmıştır. Hasta sırrını saklama yükümlülük ve görevi hekimdedir. Müslümanlıkta insanın sonsuz bir değer arzettiği, canımızın - hayatımızın yerini herhangi bir şeyin doldurmasının imkansızlığı temel bir anlayış olarak vardır. Bu anlayıştan hareketle müslüman hukukçular insanın haysiyet ve şerefinin muhafazası için, can hakkı temel kaide olmak şartıyla, aklımızın, şerefimizin, dinimizin ve malımızın muhafazasını zorunluluğunu devletin sağlamasına mecbur kılmıştır. Aslında tüm bu kavramlar insan hürriyeti ile iç içedir. İşte görüldüğü gibi, bizlerin hayatımız, dinimiz ve malımız güvence altına alındığında, yaşamımızdaki en değer verdiğimiz şerefimiz ve özgürlüğümüz de teminat altında oluyor. Günümüzde gen mühendisliği, ağırlıklı olarak insan bedeninin etrafında dolaşmaktadır. Ne kadar diğer canlılarda da mühendislik etkisini gösterse; Kuran'da İsra suresinde, ''Andolsun ki, biz insanı şerefli kıldık” diyor. Görüyoruz ki, bizleri yaratan Rabbimiz bizleri şerefli kılmıştır. Allah'ın (cc) yaratması tabii bir durumdur. Genetiği ile oynamak, klonlamak ise tabii değil, suni bir işlemdir. Diğer bir bakış açısı da bu konularda yapılan masraflar ve harcamalardır. Halbuki, bu endüstriye harcanılan paralar, doğal yollardan üremeye ve geliştirmeye sarfedilse, tabii gelişmenin önünü açacak ve daha ahlaklı olacaktır. İşin tabii seyriyle gelişmeler desteklense, sosyal yapımızı da zedelemeyecek, canlıların gelişmesine ve Allah'a (cc) karşı da sorumluluklarının bilinciyle inkişafımızı sürdürmüş olacağız. Aslında bu Allah (cc) ile bir ''yarış, savaş, O'nun işine karışma ve büyüklüğüne ortak olma'' gibi bir anlayışı tetiklemektedir. Tüm bu bakış açımıza rağmen günümüzde birçok gen mühendisi, kişisel farklılıkları, ayrıcalıkları ve özelliklerini kendilerine göre çevirmek için çalışmalarını hız kesmeden sürdürmektedirler. Güya hedefleri üreme hücrelerindeki farklı genleri sonraki nesillere farklılaştırarak (düzenleyerek ) ulaştırmaktır. Mevcut canlıların genlerinin kirli, düzensiz ve mükemmellikten uzak olduğu kanaatindedirler. Genlerle oynayarak da mükemmelliğe ulaşacakları kanaatindedirler. Tabii bu bakış tamamen konuya ''akılcıl'' bakış tarafıdır. Aslında insanoğlunun aklının tıkandığı, Yaratıcısına teslim olması gereken bir sınır vardır. Yaratıcının, yanlış, gayrifedakar ve baskıcı bir şekilde (haşa!) yarattığı ve buna boyun eğmeme, (şirk) başkaldırma anlayışı ciddi bir şekilde kendisini hissettirmektedir. Hatta bu konudaki farklı gen dönüşümlerinde insanoğluna vereceği zararı dahi özverimizle tolere etmemizi beklemektedir bazı bilim adamları. Bu zorlama, tabiatta olmayan canlıları üretme isteği nedir peki? Genetiği ile oynanmış ve doğal organizmalarla birlikte tahmin edemeyeceğimiz ve kontrol edemeyeceğimiz bir şekilde sonraki nesillere iletilecektir. Genetiği kirletilmiş tehdit oluşturan organizmalar tabiata bırakıldığında bir daha geri toplanması imkansız hale de gelmektedir. Buna ne kadar hakkımız var? Ne kadar ihtiyacımız var? Yalnız ticari kaygı, dünyaya hakim olma düşüncesiyle insanlığın tabii gelişimine sekte vurulabiliyor. İnsanoğlunun hayatının devamını sürdürebilmesi için farklılığı bir zenginlik olarak görüp saygı duyulması gerekmektedir. Yediğimiz ürünlerin hangisinin genetiği ile oynandığını dahi bilmiyoruz. Etiketlerine bunu açıkça yazmalılar. Ancak bu konuda düzenleyici bir hukuki altyapının da oluşturulması gerekir ki bu konuda haksız ticari rekabet içerisinde olunmasın. Hayvanların, bitkilerin ve insanların genleriyle oynamak geleceğimizi de tehlikeye sokmaktadır. Hayatımız ve geleceğimiz bir emtia, bir mal değildir. Canlıların gelişimini ve üreyişini kendi tabii seyrine bıraksak, genleriyle oynanmış tehlikeli ürünlerden uzak kalmış oluruz. Genetiği kirletilmiş tehdit oluşturan organizmalar tabiata bırakıldığında bir daha geri toplanması imkansız halle de gelmektedir. Buna ne kadar hakkımız var? Ne kadar ihtiyacımız var? Yalnız ticari kaygı, dünyaya hakim olma düşüncesiyle insanlığın tabii gelişimine sekte vurulabiliyor. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 75 GEZ‹ ŞAH İSMAİL’İN ŞEHRİ : ERDEBİL... LİSE YILLARINDA ÖĞRETİLEN YENME VE YENİLME ÜZERİNE İNŞA EDİLMİŞ SIĞ VE YANLI(Ş) OSMANLI TARİHİ; BİZİM İÇİN KURULUŞ, YÜKSELİŞ, DURAKLAMA, GERİLEME VE DAĞILIŞTAN İBARETTİR. SAVAŞLAR DA SANKİ İKİ FUTBOL TAKIMININ KARŞILAŞMASI... OSMAN ARI / Makina Mühendisi 1 402 yılında Y. Bayezit’i yenen Timur (Timur leng-aksak Timur) ve 1517’de Çaldıran’da Y. Sultan Selim’e yenilen Şah İsmail hep ilgimi çekmiştir. Maalesef bizim tarihimiz bu şahsiyetlerden pek bahsetmez. Bahsetse de objektif değildir. Üstad S. Karakoç’un bir konuşmasında söyledikleri, resmi tarih anlayışının zihinlerimizde nedenli boşluklar oluşturduğunu anlamama vesile oldu. ‘’Biz tarihimize bütüncül bir gözle bakmamız gerekir. Y. Bayezit de bizim Timur da, Y. Sultan Selim de bizim Şah İsmail de..’’ Gerçekten de Özbekistan’a gittiğimde Timur’un Taşkent, Semerkant ve Buhara’da ne muazzam bir medeniyet kurduğunu görmüş ve Timur’u eksik ve yanlı tanıdığımıza hayıflanmıştım. Y. Sultan Selim’le Çaldıran’da karşı karşıya gelen Şah İsmail de bugünkü İran için çok önemli bir şahsiyettir. Safevilerden önce Sünni devletler kurulmuş İran’da; Safeviler ilk şia devleti kuruyorlar ve kısa sürede bütün İran şia mezhebini benimsiyor. Erdebil merkezli Safevi hanedanlığı kısa sürede bütün İran’a ve Anadolu içlerine kadar yayılan bir devlet haline geliyor. Şah İsmail’in şehrini görmeye Erdebil’e gidiyorum. Erdebil Tebriz’e yaklaşık 200 km. mesafede Sabalan dağının eteğinde kurulmuş bir Azeri şehri.Erdebil eyaletinin de merkezi. Geziye Şah İsmail’in de turbesinin bulunduğu Şeyh Safiyuddin İshak turbesinden başlıyorum. Türbe; şehitlik, darulhuffaz (hafızlar evi), darulhadis, çinihane ve bahçeden oluşan büyük bir kompleks. En gözalıcı türbe Şeyh Safiyyuddin Erdebili’ye ait. Şeyh Safiyyuddin, Şah İsmail’in büyük dedesi ve Safevi hanedanlığı ismini bundan alıyor. 1252-1334 yıllarında yaşamış ehli sünnet mensubu bir tarikat şeyhidir. Ancak tarikatı daha sonra şiaya meyletmiştir. Şeyh Safiyyuddin Erdebili’nin Türkçe’ye tercüme edilmiş pek çok eseri mev- 76 M‹MAR VE MÜHEND‹S Y.Sultan Selim’le Çald›ran’da karfl› karfl›ya gelen fiah ‹smail de bugünkü ‹ran için çok önemli bir flahsiyettir. Safevilerden önce Sünni devletler kurulmufl ‹ran’da; Safeviler ilk flia devleti kuruyorlar ve k›sa sürede bütün ‹ran flia mezhebini benimsiyor Erdebil merkezli Safevi hanedanl›¤› k›sa sürede bütün ‹ran’a ve Anadolu içlerine kadar yay›lan bir devlet haline geliyor. cuttur. Reşahat adlı eserini de N. Fazıl sadeleştirmiş. Türbenin dış yüzünde firuze renkte Allah yazıları bulunduğu için Allah Allah türbesi de denilmektedir. Şah İsmail de yandaki türbede yatıyor.Türbenin içinde bir resim dikkatimi çekiyor.Bizim tarih kitaplarımızda Y. Sultan Selim’e atfedilen pala bıyıklı bir resim.Altındaki yazıyı okuduğumda bunun Şah İsmail’e ait bir resim olduğunu öğreniyorum. Türbeleri ziyaret ettikten sonra yanda büyük kubbeli bir mekana geçiyoruz. Merakla etrafı seyrederken görevli bir bayan bize yardımcı olabileceğini söylüyor. Bu yapı çinihane olarak inşa edilmiş. 1. Şah Abbas Çinliler’in hediye ettikleri çinileri sergilemek üzere bu binayı yaptırmış. Binanın içine kubbeye kadar duvarlara ahşaptan çok şık bir raf sistemi yapılmış. Ancak Ruslar İran’ı işgal ettiklerinde çinilerin bir kısmını Rusya’ya götürmüşler. Türbenin bahçesinde şehitlik var, ayrıca avluda tarihi mezar taşları sergileniyor. Turbe ziyaretinden sonra, sonradan restore edildiği belli olan tarihi bir yapının avlusundan içeri giriyoruz. Avlunun tam ortasında heybetli bir heykel bizi karşılıyor. Altta Şah İsmail Khatayi (Türkçe’de noktalı ‘h’ olmadığı için normal ‘h’ ile telaffuz ediyoruz) yazıyor. Hatayi Şah İsmail’in mahlası. Şiirlerini duru bir Türkçe ile yazan Şah İsmail’in aksine Y. Sultan Selim; Selimi mahlasıyla şiirlerini aruz vezniyle daha ağdalı bir dille yazıyordu. Bu da tarihin garip bir cilvesi olsa gerek. Bahçenin sol yanındaki kubbeli salonda bir sergi dikkatimi çekiyor. Genç bir grafiker sanatçısının sergisi var. Modern bir hat sergisi. Biz sergiyi gezerken. Başlarında öğretmenleriyle ilköğretim öğrencileri sergiyi gezmeye geldi.Öğretmenleri büyük bir ciddiyetle öğrencilere sergiyi gezdirdi. Öğrencilere genç sanatçıyı tanıştırdı. İran’da kültür ve sanata çok değer verilmesi rastlantı değil demek ki... Bahçenin sağ yanında ise antropoloji müzesi var. İran kültürüne ait yüzlerce yıllık eserler müzede sergileniyor. Daha sonra eskiden hamam olan (Zahir-el İslam Hamamı) ancak bugün halk müzesi olan, eski İranlılar’ın gündelik hayatlarının sergilendiği müzeyi geziyoruz.Hamam ısıtma suyla yüzlerce yıl hizmet vermiş. Bugün ise müze olarak hizmet veriyor. Erbil Sabalan Dağı’nın eteğine kurulduğu için şehirde arıcılık çok yaygın.Arılar Sabalan’ın binbir türlü çiçeklerinden nefis ballar yapıyor. Emir, Erdebil’in hemen yanında kaplıcalarıyla ünlü Sareyn’in ballarının daha kaliteli olduğunu söylüyor. Erdebil gezisini tamamlayarak Erdebil’in hemen yanındaki (yaklaşık 25 km.) kaplıcalarıyla ünlü Sareyn’e gidiyoruz. Sareyn Sabalan dağının eteğinde kaplıca ve ballarıyla ünlü turistik bir belde. Şehirde çok sayıda otel mevcut. İran’ın her yerinden insanlar kaplıcalar için buraya geliyor. Sareyn’de bir açık ve çok sayıda da kapalı kaplıca var. Tebrizli dostlar açık kaplıcayı tavsiye ettiler. Açık kaplıcanın buradaki adı ‘’Camuş Gölü’’. (Sanırım eskiden sadece insanlar değil iri canlılar da (!) bu şifalı sudan istifade ediyorlarmış. Şimdi artık yararlanamıyorlar.) Kaplıca ; ortasından sıcak suyun kaynadığı açık bir havuz. Suyun sıcaklığı 42 C. Havuzda uzun süreli kalınamıyor. Sabalan dağı bütün ihtişamıyla şehrin kenarında yükseliyor. Sabalan 4811 m. yüksekliğinde Demavand’den sonra İran’ın ikinci yüksek dağı. Dağ sönmüş volkanik bir dağ ve dağın zirvesinde nazar boncuğu gibi bir krater gölü var. Sabalan çıkmayı hedeflediğim bir dağ. Sareyn’den oldukça güzel görünüyor. Fakat havadaki yoğun toz sisli bir görüntü oluşturuyor. Birkaç kare fotoğraf çekiyorum ancak pek hoşuma gitmiyor. Sareyn’de de balcılık çok yaygın. Sareyn’nin lezzetli ballarının tadına bakmak için biraz bal alıyoruz. Ardından Tebriz’e doğru yola koyuluyoruz. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 77 KENTVEYAfiAM ŞEHİR VE KONUT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER ŞEHİRLERİMİZİ RANT ODAKLI PLANLAMAKTAN ÇIKARIP, İNSAN VE ÇEVRE ODAKLI PLANLAMAMIZ GEREKİR. İKTİSADİ VE MADDİ BOYUTLARDAN ZİYADE, İNANÇ, AHLAK VE KÜLTÜREL BOYUTLARI ÖN PLANDA TUTAN PLANLARI HAYATA GEÇİRMEMİZ GEREKİR. MAALESEF YAKIN GEÇMİŞİMİZ ŞEHİRCİLİK ADINA YAPTIĞIMIZ YANLIŞLARLA DOLU. YAVUZ SARI / Mimar 78 M‹MAR VE MÜHEND‹S C UMHUR‹YET‹M‹Z‹N 88. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, Cumhuriyetimizin 100. yılına dair büyük projeler birbiri ardına açıklanmaya başladı. Türkiye’nin küresel bir güç olması, en büyük ilk on ekonomi arasına girmesi, kendi uçağını, tankını, otomobilini üretmesi, Ar-Ge ve teknoloji üssü olması vb. projelerin yanı sıra, ulaştırma ve şehircilik alanlarında da önemli sayıda proje, 2023 hedefleri arasında yerini aldı. Bu bağlamda ülkemizin hızlı tren ağlarıyla örülmesi, yeni havalimanlarıyla hava taşımacılığının daha da geliştirilmesi, otoyol ve duble yol projeleriyle kara trafiğinin standartlarının yükseltilmesi, liman ve marina projeleriyle deniz taşımacılığından hem ticari hem turistik alanlarda daha fazla yararlanılması, ulaştırma alanında öne çıkan projeler. Şehircilik alanında ise son döneme “çılgın proje!” kavramı damgasını vurdu. Kanal İstanbul projesiyle başlayan çılgın proje kervanına, İzmir, Diyarbakır, Ankara, Van gibi şehirlerimiz da eklendi. Projelerin olumlu ve olumsuz yönleri günlerce kamuoyunda tartışıldı ve tartışılmaya da devam ediyor. Söz konusu şehircilik olduğunda, sicili fazlasıyla bozuk olan ülkemizin, bu noktada adımlar atarken çok daha hassas davranmasında yarar var. Şehircilik, çok disiplinli bir alandır. Hem bir bilim hem de bir kültürdür. Sadece mimarlar, mühendisler ve şehir plancılarına bırakılmayacak kadar kapsamlı bir kavramdır. Sağlıklı bir şehir yapılanması için, sosyologları, tarihçileri, çevre bilimcilerini, sivil toplum örgütlerini ve halkı mutlaka bu sürece dahil etmek gerekir. Şehirlerimizi rant odaklı planlamaktan çıkarıp, insan ve çevre odaklı planlamamız gerekir. İktisadi ve maddi boyutlardan ziyade, inanç, ahlak ve kültürel boyutları ön planda tutan planları hayata geçirmemiz gerekir. Maalesef yakın geçmişimiz şehircilik adına yaptığımız yanlışlarla dolu. Ancak bunlardan çok fazla ders alabildiğimiz söylenemez. Özellikle son dönemlerde kentsel dönüşüm projelerinde yapılan yanlışlıklar, bu iddiamızın ispatı niteliğinde. Sağlıksız yapıları dönüştürmek adına yapılan bu çalışmalarda, mevcut arsalara verilen emsal artışlarıyla, rant odaklı yüksek katlı yapılaşmaya olanak sağlanarak, insan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklardan oluşan şehir siluetleri ortaya çıkmakta. Kat sayısı ve bina yüksekliği arttıkça, kalitenin ve modernitenin arttığı gibi yanlış bir algıya düşülmekte. Şehrin kültürüne, iklimine, doğal şartlarına bakılmaksızın, tüm şehirlerde aynı türden, aynı malzemelerden, aynı mimaride binalar inşa edilmekte, kentsel ve sosyal doku, hızlı bir şekilde dönüştürülmekte ve tahrip edilmekte. TOKİ’nin düzenlemiş olduğu 2011 Konut Kurultayı’nın konuşmacıları arasında yer alan şehir plancısı Sidney Rasekh şu tespitte bulundu: “Bizler Amerikan şehirlerini planlarken yaptığımız hataların farkına vardık ve şimdi bunları düzeltmek adına ciddi emek ve çaba harcıyoruz. Ancak görüyorum ki sizler de, özellikle İstanbul’da, bizim bu hatalı şehircilik anlayışımızı taklit ediyorsunuz. Yol yakınken bu hatadan dönünüz. Bu noktada bizler de tecrübelerimizi sizinle paylaşmaya ve size yardımcı olmaya hazırız…” Rasekh konuşmasının devamında, Dünyanın en yaşanılabilir şehri seçilen Vancouver’un planlama sürecini ve tasarım ilkelerini dinleyicilerle paylaştı. Bu süreçten bazı satır başları: • Şehri öncelikle sosyal ve ekonomik açıdan planladık. • Sadece zenginler için değil, tüm sınıflar için bir şehir kurguladık. • Vancouver yaklaşık 60 milletten oluşan kozmopolit bir şehir. Tasarım sürecinde farklı kültürleri ve sosyal yapıyı dikkate aldık. • Yürünebilir bir şehir. • İş yerleri bir yerde, konutlar başka bir yerde değil. Karma bir şehir. • Komşularınla karşılaşıp paylaşım yapabileceğin bir şehir. • Çevreye saygılı yapılaşma. Binalar manzarayı engellemiyor. Duvar gibi bitişik değil ve sahili halka kapatmıyor. Binaların malzemeleri de hafif ve şeffaf. Kentsel dönüşüm projelerinin bu kadar revaçta olduğu, çılgın projeMAYIS-HAZ‹RAN 2011 79 KENTVEYAfiAM Şehrin kültürüne, iklimine, doğal şartlarına bakılmaksızın, tüm şehirlerde aynı türden, aynı malzemelerden, aynı mimaride binalar inşa edilmekte, kentsel ve sosyal doku, hızlı bir şekilde dönüştürülmekte ve tahrip edilmekte. lerin birbiri ardına açıklandığı, yeni şehirler kurulması projelerinin gündemde olduğu böyle bir dönemde, şehirle ilgili karar vericilerin, siyasilerin, yöneticilerin, mimarların, mühendislerin ve şehirle ilgili söz söyleyecek her kesimin mutlaka faydalanması gerektiğini düşündüğüm bir kaynak eserden önemli satırlar aktaracağım yazının bundan sonraki bölümünde. Merhum Turgut Cansever’in, 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat II Konferansı için hazırlamış olduğu raporda, şehir ve konut üzerine önemli tespitler ve çözüm önerileri kapsamlı bir şekilde ele 80 M‹MAR VE MÜHEND‹S alınıyor. Bu rapordan bazı satırları yorumsuz bir şekilde sizlere aktarıyorum: Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Habitat II İstanbul Konferans’ında müzakere edilecek konuları, a) İnsanların, çevrelerinin oluşması ve yönetimi için alınacak kararlara katılması b) Sürdürülebilir, devam ettirilebilir bir gelişme c) Adalet üzere düzen d) Bu amaçlara yönelik olarak insanların ve toplumun önündeki engellerin kaldırılarak yapabilir olmalarının temini olmak üzere dört ana başlık altında belirlemiş bulunmaktadır. Şehirleşmenin yalnızca ekonomik politikaların yansıması ile şekillenmediği, fikri ve ideolojik yönelişler; doğrudan veya müesseseleşme ile toplum telakkisi vb. pek çok ideolojik yapı ve etkenlerin, dolaylı katılımı ile oluştuğu bilinmektedir. Mesela ülkemizde Batılılaşma, Batılılar gibi yaşama biçimi, düzen ve kalıcı olma gibi kavramların ve bunlara göre hazırlanıp, şekillendirilen imajların, şehirlerin oluşumundaki etkileri açıkça bilinmektedir. Osmanlı idare sisteminde, mahallenin kendi kendisini idare etmesine ve bunun gerektirdiği bütün mâlî ve hukukî vecibeleri üstlen- mesine karşılık, her kararın merkezi otorite tarafından oluşmasını öngören 1928 sonrası şehir idaremizin etkisi ile ortaya çıkan sonuçların karşılaştırılmaları; katılım, süreklilik, adalet üzere olmak ve insanların yapabilir olmalarını amaçlayan ve mahallî değerlerimizin tam bir devamı olan evrensel tercihlerle kıyaslanması, kısaca bu tarihin de değerlendirilmesi bir zarurettir. 1992 yılında tamamlanan ve Aile Araştırma Kurumu’nun girişimi ile sayın Prof. Sacid Adalı’nın başkanlığında geniş bir kadronun hazırladığı raporda, şehirlerimizde yaşayan nüfusun yüzde 92.8’inin bahçesi olan evlerde yaşamak istedikleri ortaya konulmuştur. Maamafih devletçi, elitist, emredici yaklaşımlar, Türkiye’deki konut sorununu bu bir-iki katlı evlerden daha çok pahalı olmasına rağmen ve önemli iktisadî malî kayıplara sebep olan, aynı zamanda Habitat II’nin amaçlarına aykırı olarak katılım ve insanların yapabilir kılınmasını imkansızlaştıran gayri insanî ve spekülatif olma niteliği, yeni vecheler ile de devam eden Teknokratik Toplu Konut adlı uygulamaları gündeme getirmiştir. İşin daha da kötüsü, bunun bir çözüm imiş gibi gösterilmesi şeklindeki yanılgı, ülkemizin, bu konuda dünyanın 70 yıl evvel denediği ve olumsuzluğu kanıtlanmış yanılgıları devam ettirerek, itibar kaybetmesine ve konut sorununda yeni çıkmazlara sürüklenmesine de sebep olmaktadır. Şehirlinin katılımı, dünya karşısında bilinçli-sorumlu varlık olarak insanın var oluşunun ifadesi olması, yani insanı insan yapan ilk adımı belirlemesi açısından önemlidir. Sürdürülebilirliğin iki unsuru vardır: Biri ilerideki gelişmeler neticesinde doğacak ihtiyaçlara da cevap verecek bir yapıya sahip olmak; diğeri ise, bu temel yapı değişmeden, oluşan yeni şartlara cevap verecek gelişmelere de açık bulunmaktır. Ulusal düzeydeki her ülkede, o ülkenin bölgeleri arasında oluşmuş varlık, servet, hayat şartları, eğitim, haberleşme düzeni farklılaşmalarının aşılması, millî politikaların asli ilkesi olmalıdır. ÇOCUKLAR, YAfiLILAR VE ÖZÜRLÜLER Özürlüye, yaşlılara ve çocuklara kendi yakınlarının göstereceği ihtimam çok önemlidir. Anneler en az 5-7 yaşına gelinceye kadar çocuklarıyla birlikte olduklarına göre, artizanal ve sanatkârane üretim yapacak şekilde yetiştirilmiş olmalı; kadınlara robotların yapabileceği fabrika işçiliği, bedeni çalışma yerine edebiyat, müzik, sanat ve zenaatkârane veya sosyal ve modern haberleşme vs. imkanlarından yararlanarak, mesleki ve çevre geliştirme türünden sosyal faaliyetler yapabilecekleri imkanlar hazırlanmalıdır. Büyük aile konutları, çocuklara aile ötesi dünyayı ve aynı zamanda hayat sürecinin bir merhalesi olan yaşlılığı tanıma imkanı verir. Böylece yaşlılar hem annelere yardım edecek hem de çocukların varlığı ile oluşan saadetlerine zemin hazırlayacaklardır. Öte yandan konut yatırım ve işletmesinde ekonomi ve elastikiyet sağlaması bakımından, büyük aile konutlarının yaygınlaştırılması teşvik edilmeli, bu konuda gerekli eğitim tedbirleri de alınmalıdır. Mahalleyi çocukların çevrelerini sakin bir şekilde tanıyacakları bir yaşam bölgesi haline getirmek gereklidir. Özürlünün, mahallenin veya komşu ailelerden birinin bir mensubu olarak, mahallelinin de ihtimamına mazhar olması ve mahallenin sosyal, kültürel faaliyetlerine katılması, hatta evde veya mahallede bir kısım işleri yüklenmesi ve yapması da mümkündür. Evin ve mahallenin ölçeğinde ilgi ve sevgi ile çevrili bir ortamda yaşayan, evin bahçesinde veya mahalle meydanında, kahvede, okuma salonunda vak- tini geçirebilen bir özürlünün şehir parkında veya sokaklarda da gerekli ihtimama sahip olması, kısaca onların ailelerinden kopmadan, hatta aileleri ve mahalleli ile birarada bulunarak yaşaması, kendileri için sağlanabilecek en iyi, en güzel yaşama biçimidir. fiEH‹RLEfiMEDE ‹SRAF Yanlış politikalar sonucunda şehirlere hızlı bir göç hareketinin olması, şehirlerin çevrelerinde gecekondu mahallelerinin oluşmasına yol açmıştır. Gecekonduların varlığı ile artan nüfusun arzettiği ucuz iş gücü de sanayinin bu yörelere yığılmasına yol açmış, neticede şehirlerin çevrelerinde yer alan kıymetli tarım toprakları yok olmuştur: a) Şehirlerin beslenmesi için çok uzaklardan gıda maddelerinin getirilmesi için yapılan harcamalar b) Büyüyen ve imar planları ile yoğunlaştırılan yörelerin alt yapılarının defalarca sökülüp yeniden yapılması c) Nüfusun yoğunlaştığı yörelerde yapıların yıkılarak daha çok katlı olarak yeniden inşası, şehirlerin inşa yatırım maliyetlerin artmasına, çok büyük israfların oluşmasına ve şehirlerin büyük miktarda altyapı ve sosyal donanım eksikliği ile karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıca şehirlerde işletme masrafları da başta ulaşımda olmak üzere, akıl almaz ölçüde kayıplara ve israfa sebep olmaktadır. ‹NSANIN KATILIMI İnsanın katılımının en önemli ve doğrudan oluştuğu alan, insanın, mimari çevrenin, oluşumu sırasında çevrenin şekilleme koşullarına katılımıdır. Dolayısıyla insan, evinin yerini, komşularla ilişkisini, evinin yö- nelişini, büyüklüğünü, renklerini belirleyerek, insanı yüce yaratık düzeyine yükselten dünyayı güzelleştirme sorumluluğunu yerine getirecek imkanlara sahip olmalıdır. Bu da her insan için aslî bir hak olup, ancak kendi ferdî alemini düzenlerken kullanabileceği bir hak ve gerçekleştirebileceği bir görevdir. Çevresinin oluşumu, şekillenmesi, güzelleşmesi sorumluluğunu yüklenerek yücelme hakkı bütün insanların yaratılıştan onlara verilmiş aslî hakkıdır. Bu bakımdan şehirlinin köylüden hiçbir farkı yoktur. Her çocuk, ister köyde, ister şehirde olsun, doğduğunda gözlerini güzel bir dünyaya açmak hakkına sahiptir. Hangi ekonomik düzeyde aileye mensup olursa olsun, her çocuk ve her insan, güzel bir çevrede yaşamak hakkına sahiptir. İnsanların, çevrelerinin oluşumuna katılmalarının imkansızlaşması, çevre kalitesinin de düşmesine sebep olmaktadır. Sorunların bütününü kapsamayan çözümlerin başarısı elbette imkansızdır. Geleceği tarif etmeden üretilecek çözümler, müteakip gelişmelerin engelleridir. Binaenaleyh, 19. ve 20. asrın Batılı çözümlerini gözü kapalı tekrar etmek üzere yola çıkan Türkiye, bu Batılı çözümlerin yanılgılarını en tahripkar şekilde tatbik eden ülkelerden birisi olmuştur. Cansever, raporun devamında, 14 adet “Öncelikli Konu” belirlemiş; Konunun Önemi, Önerilen Çözüm, Yapılacak İşler ve İzleme Yöntemi başlıkları altında sistematik bir yöntem geliştirmiştir. Şehircilikle ilgili başucu kitapları arasında yer alması gereken rapor, şehirle ilgili kararlar alınırken mutlaka başvurulması gereken bir kaynak olmalı. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 81 UZAK 82 M‹MAR VE MÜHEND‹S İSLÂM MİSTİSİZMİNİN ÖLÜMSÜZ ŞARKISI; ENDÜLÜS İSLÂM SANATININ ÖNEMLİ İZLERİNİ TAŞIYAN ENDÜLÜS’E GİTMEK BİZLERİ OLDUKÇA HEYECANLANDIRDI. FAKAT GEZİMİZİN SONUNDA BUNUN HAKLI BİR SEVİNÇ, HEYECAN OLDUĞUNU GÖRDÜĞÜMÜZ SANAT ESERİ, SARAYLAR, CAMİİLER VE KATEDRALLERDEN SONRA DAHA İYİ ANLADIM. İSLÂM MİMARİSİNİN EN GÜZEL ÖRNEKLERİ İSPANYA’DA YER ALMAKTA. A. GÜLESER EKŞİ / Mimar MAYIS-HAZ‹RAN 2011 83 UZAK M ‹MAR ve Mühendisler Grubu ile tam 42 kişiyle birlikte İspanya’nın güney sahil şehri Malaga’dan Madrid’e giden yolculuğumuz, başlangıçtan bitimine kadar muhteşem manzaralarla doluydu. Geniş sahillerin yer aldığı Malaga’dan, yeşillikler ve zeytin ağaçları içersinde Kortoba, Sevilla, Granada ve Madrid’e uzanan güzel bir gezi yaptık. Etrafları zeytin ağaçları, üzüm bağları, gelincik tarlaları çevrili otoyolları eşsizdi. İnsanları her ne kadar “Hispanyol” da olsalar sıcakkanlıydılar. Endülüs mimarisinin en güzel eserlerini görme fırsatını yakalamış olduk. İslâm sanatının önemli izlerini taşıyan Endülüs’e gitmek bizleri oldukça heyecanlandırdı. Fakat gezimizin sonunda bunun haklı bir sevinç, heyecan olduğunu gördüğümüz sanat eseri, saraylar, camiiler ve katedrallerden sonra daha iyi anladım. Arap İslâm mimarisinin en güzel örnekleri İspanya’da yer almakta. Aynı iklim şartlarına sahip Mısır, Cezayir, Fas, Tunus ve İspanya’da İslâm yapı sanatlarını aynı iklim şartları bu mıntıkayı etkilediğinden özellikle camiiler aynı tarzda yapılmış. Manevi sühunetler içinde doğan İslâmlık, kendi sanatını daha çok Arapların yaşadığı coğrafyanın ve Akdeniz ikliminin etkisi ile oluşturmuş. Endülüs Emevi mimarisinin en güzel örneklerinden olan: Kortoba’daki Büyük camii 1. Abdurrahman zamanında inşa edildiğinden Abdurrahman Camii adıyla da anılıyor. Emeviler 711 tarihinde bir Berberi kumandanı İspanya’ya gönderiyorlar, bu kumandanın bir Türk olduğunu tarihte yazmaktadır. 750 tarihinde Abbasiler Şam Emevileri’ni ortadan kaldırınca, bu takipten zorla kurtulan prenslerden I. Abdurrahman, 756 tarihinde İspanya Kortoba’da yerleşmiştir. Böylece kısa zamanda Bağ- 84 M‹MAR VE MÜHEND‹S dat Abbasileri’nden ayrı bir hükümet, yeni bir Emevi kültürünün gelişmesini sağlamıştır. 10. yüzyılın başına kadar geçen zaman aralığında burası Endülüs müslümanlarının en gelişmiş uygarlığına sahip olmuştur. 1009 tarihlerinde halife devrilmiş ve Taife Reyaları adı altında 20 küçük Arap devleti meydana gelmiştir. Bundan İspanya hristiyanları yararlanarak Arapları kovmak istediler. Bunun üzerine Sevil Sultanı Berberileri yardıma çağırdı. Berberiler bölgeyi İspanyollar’dan kurtarıp, iki ayrı devlet kurdular. Bu Berberiler Almoravidler ve Almohadlardır. Dikkat edilirse tarihte İslâm mimarisine etkileyen kavimlerin başında yine Türkler’in olduğu görülüyor. Emevilerin İspanya’da yaptıkları en muhteşem eser sayılan sivil yapılar içinde Elhamra Sarayı görülmektedir. Nasırid Sulalesi’nden I.Yusuf (1334-1353) ve V. Muhammed (1353-1391) zamanında bu sultanlarca yaptırılmıştır. Elhamra Sarayı komplexi tümü ile, Güney İspanya’da Granada’da Darro Vadisi’ne hakim bir tepenin üzerine bir taç gibi oturtulmuş. Yapı ve bahçe kırmızı kale duvarları içinde büyük bir alanı kaplıyor. Bu tepede eskiden bulunan Büyük Camii ile birçok yapı İspanyollarca yıkılmış. Bu bakımdan bu yönlü kale duvarlarının içinde saray yalnız başına kalmıştır. Saraya bağlı olarak Ge’neralife’ denen ünlü bir bahçe ve çevresinde bahçecikler mevcut. Havuzlar ve parkın hazırlanışındaki ölçü oranları Berberi-Arap zevkinin mümtaz bir örneği… Bu bahçe içinde dikdörtgen bir avlunun ortasında, uzunlamasına bir havuz bulunuyor. Bodur serviler, havuzu iki yandan kuşatıyor. Akdeniz ikliminin seçkin çiçekleri, ince bir renk ve kompozisyonu halinde, huzur ve serinletici bir hava yaratıyor. Generalife ile Elhamra Sarayı dünya kültürünün ender eserlerinden biridir. Sara- yın her tarafı mermer ve alçıdan süslemelerle kaplanmış. Ancak bu işlemeler, Hellenistik ya da Roma unsurlarını yansıtmıyor. Bu yapıda, zengin bir sütun başlığı çeşitlemesi görülüyor. Antik üsluplu korent ve kompozit başlıklardan etkilenerek bu başlıklar yapılmış. Emeviler, Arap olmayan kavimleri hor görmüşler ve imparatorluğun sadece batı kesimine önem vermişlerdir. Bu husus doğubatı problemini ortaya çıkarmış ve doğu illeri batıdakileri kıskanmıştır. Bu nedenle doğulular, mezhep probleminden yararlanmışlar ve Şiiliği Suriye Emevileri’nin tuttuğu Sunilik’in karşısına çıkarmışlardır. 747’den 750’ye kadar süren savaşlar sonunda Emevi idaresi tutunamamış yıkılmış ve yerine Abbasi idaresi kurulmuştur. Böylece Emeviler’in merkezi olan Şam terk edilmiş ve Abbasiler kendi kurdukları Bağdat’ı yeni devletin merkezi yapmışlardır. Ayaklanmalar sırasında önemli rolleri olan İran ve Türk boylarına da yeni idarede önemli görevler verildiği görülmüştür. Bu nedenle bu kavimlerin getirdiği doğu kaynaklı unsurlar görülmeye başlanmıştır. Emevi sanatında görülen Helenistik ve Roma-Bizans unsurları yerlerini böylece doğu öğelerine bırakmışlardır. Camii formu değişmemiş fakat saray formunda Sasaniler’in etkisi görülmüştür. Kortobadaki Büyük Camii yüzlerce sütunu ile bir ormanı andırıyor. Havanın sıcak olması sebebiyle, avluya açılan kısımlarda bütün cepheler duvarsız geçilmiş. Gölgelik, serin ve havadar kısımların oluşturduğu camii ve saray avlularının Arap ve Emevi devrindeki mekanlarını oluşturmak iklim şartlarına göre esas olmuş. Kortoba Camii’nde ise at nalı ve dilimli, süslü kemer kullanılmıştır. Tavan yükseklikler Kortoba Camii’nde azdır. Çünkü ke- merlerle geçtikleri genişliklerde ayakları fazla yüksek tutamamışlar, daha sonraları Romalılar gibi sütunlar arasını üst üste gelen kemerlerle bağlayarak ayakları yükseltip tavan yüksekliğini yükseltme olanağını aramışlardır. Emeviler, tavan yükseklik sistemini yükseltemedikleri için tavan alçak kalmıştır. Bu nedenle yapı içi mekânı daha çok parçalanmıştır. Emeviler Kortoba’daki camii dışında başka büyük camii inşa etmemişlerdir. Yalnız Berberiler’den olan Almoravidler ve Almohadlar büyük inşaatçı olarak İslâm sanatında yerlerini almıştır. Koşulların temin ettiği genel hava, bir milletin yalnız yapılarını değil bütün sanatlarının ortaya çıkmasında da doğurucu etkendir. Elhamra Sarayı’nda duvarların tavanlarını kaplayan geometrik-soyut süslemeler, paralel simetrik, diyagonal, iç içe şeritler halinde dolaşan, sonu olmayan bir doku arz etmektedir. Göz, süsleme yüzeyinde bir çizgiye takılıyor ve sonsuzluk içinde dönüp dolaşıyor. İnsan böylece sonsuz bir bütün içinde olduğunu hissediyor. Bu ebedilik içinde dolanma insanın Allah inancına paralel olsa gerek… Duvarlardan tavanlara, kubbelere, sütunlara bir monotonluk içinde tırmanan göz, mistik dokunun ancak bu şekilde olabileceğini düşünüyor. Aynı zamanda ebedi oluşun, ölümsüzlüğün bir formülü gibi geliyor insana… Allah’ın her yerde ve mekânsız olduğu görüşünü açıklamak için yapılmış sanki. Her altıgen, her arabesk her kıvrım, her kıvrılıp uzayan yazı bu anlama hizmet ediyormuşçasına sürekli dönüp duruyor; “La İlahe İllallah, ya Allah hu Allah”… Her altıgen, her arabesk her kıvrılıp giden yazı bu anlama hitap ediyor. Ve süslemeler bir monotonlukla, keskin hatlı matematiksel bir keskinlik içinde İslâm mistisizminin ölümsüz bir şarkısını yüzyıllarca söylüyor. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 85 PROJE ÇILGIN PROJELERE AKL-I SELİM YAKLAŞIMLAR İSTANBUL’A İKİ YENİ ŞEHİR ÜZERİNDE AKL-I SELİMLE UZUN UZUN DÜŞÜNÜLMESİ GEREKİR. BU İKİ YENİ ŞEHİR İSTANBUL’UN DEPREM, ÇARPIK YAPILAŞMA, AŞIRI YOĞUNLUK GİBİ HAYATİ PROBLEMLERİNE ÇARE OLACAKSA İSTANBUL İÇİN BİR UMUT OLABİLİR. FAKAT İSTANBUL’UN KANGREN OLMUŞ SORUNLARINA ÇÖZÜM YERİNE İSTANBUL’A İLAVE BİR NÜFUS GETİRECEKSE İSTANBUL İÇİN TAM BİR ÇILGINLIK OLUR. OSMAN ARI 1 2 HAZ‹RAN 2011 seçimlerinin en çok konuşulan konularından birisi “Çılgın Proje” Kanal İstanbul ve İstanbul’a iki yeni şehir kurulması projeleriydi. Böylesi radikal ve İstanbul’u geri dönülmez biçimde etkileyecek bir projenin mutlaka toplumun çok geniş kesimleriyle tartışılarak projenin eleştirilmesine, karşı çıkılacak noktaların ve yapılacak katkıların da sağlıklı bir şekilde ortaya konmasına zemin olacak bir tartışma ortamı oluşturulması gerekir. Proje, İstanbul ile alakalı olunca çok dikkatli ve hassas davranmamız gerekir. “Ben yaptım oldu” mantığı ile konunun yeterince tartışılmadan fiiliyata geçilmesini 86 M‹MAR VE MÜHEND‹S İstanbul adına çok sağlıklı bir girişim olarak değerlendiremiyorum. Özellikle İstanbul’a (biri Trakya diğeri Anadolu yakasında ) kurulacak iki yeni şehirle ilgili ciddi endişelerim var. *Yeni kurulacak bu şehirler İstanbul’un hangi problemlerine (trafik, ulaşım, çarpık kentleşme, aşırı göç vs.) çare olacak? *Yoksa yeni cazibe merkezleri oluşturularak İstanbul+2 yeni şehir mi oluşturulacak? *Bu şehirlerin, İstanbul’un kuzeyindeki İstanbul’un akciğerleri ormanlar ve su havzalarına etkisi ne olacak? *Yeni kurulacak bu şehirler hangi şehircilik anlayışı esas alınarak (gerçekte bir şehircilik anlayışımız var mı?) kurulacak? Bu sorulara daha pek çok sorular ilave edebiliriz. Ancak sıralanan bu soruların endişelerimin sebeplerini yeterince açıkladığına inanıyorum. Yeni şehir, yeni nüfus olacaksa yani yeni şehir kendi nüfusunu da Anadolu’dan devşirecekse bu durum İstanbul için tam bir felaket olur. İstanbul’un nüfusu kısa sürede 20 milyon sınırına dayanır. Yeni kurulacak şehirlerin İstanbul’un nüfusunu arttırmaya dönük bir işlev görmemesi için sosyal politikalar geliştirilmelidir. Yeni kurulacak şehirlerin mimarisi, şehrin cesameti konuları da ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir konudur. Şehirleşme ve mimari konusunda maalesef sabıkalı bir milletiz. Yeni kurulacak şehirlerde kaybettiğimiz gerek mimari gerekse geleneksel sosyal doku ne derece ihya edecek doğrusu merak konusu. Osmanlı’nın son zamanlarında Ziya Paşa’nın batıya yaptığı bir seyahat sonrasında; “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm, Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm” der. 20. yy’ın başlarında İstanbul’a gelen ünlü mimar ve şehirci Le Corbusier Newyork’un, bir cehennem İstanbul’un ise bir yeryüzü cenneti olduğunu söyler. Bu Tanzimat bakışı cumhuriyetle birlikte redd-i miras ettiği medeniyetimizin bütün unsurları gibi Osmanlı İslam mimarisini de yer ile yeksan etti. Pek çok hizmetlerinden dolayı hayırla yad ettiğimiz DP ve A. Menderes’i ne yazık ki İstanbul’da yaptığı imar(!) çalışmalarından dolayı pek de hayırla yad edemiyoruz. Yeni yollar ve meydanlar açma adına (Barbaros bulvarı, Vatan, Millet Caddeleri) onlarca tarihi eser (türbeler, camiler, tarihi binalar) hiç acımadan dozerlerle yıkılmıştır. Günü- müze kadar gelen bu yıkım faaliyetlerinden bütün şehirlerimiz nasibini almış ve birbirine benzeyen, birbirinin kopyası şehirlerimiz olmuştur. Bütün eski şehirlerimizdeki tarihi dokunun canına okuduk. Güzelim ahşap, taş, kerpiç (bölgelere göre değişen ) binaların yerine çirkin, soğuk, tekdüze beton apartmanlar diktik. Yıkılan mimariyle birlikte şehri şehir yapan sosyal dokuyu, mahalleyi, sokağı ve komşuluğu ortadan kaldırdık. İstanbul’da cadde ve bulvar açmak için tarihi cami, türbe, hamam onlarca eser yok edildi. (Hayırla yad edilen DP A. Menderes dönemi, maalesef İstanbul konusunda, İstanbul’daki imar uygulamaları sebebiyle - Aksaray Vatan, Millet caddeleri, Beşiktaş Barbaros bulvarı gibi uygulamaları- pek de hayırla anılmamaktadır.) Yeni kurulacak şehirlerde bu kaybettiğimiz gerek mimari gerekse geleneksel sosyal doku ne derece ihya edecek doğrusu merak konusu. Bu iş KİPTAŞ ve TOKİ’ye havale edilecekse çok fazla ümitvar olamıyorum. Çünkü KİPTAŞ’ın İstanbul’da yaptıkları (Başakşehir, Y.Kaplan’ın tesbitiyle “yersiz yurtsuzlaşma” örneği.) TOKİ’nin bütün Anadolu’ya “TOKİ Konutları” adıyla yaptıklarının şehircilik ve mimarlık adına çok da iyi örnekler olmadığını düşünüyorum. Burada merhum Turgut Cansever’i hatırlamadan geçemeyeceğim. Cansever “Ev ve Şehir Vakfı” aracılığıyla kendisine bir arazi tahsis edilmesini ve orada örnek bir “pilot şehir” kurma talebini yetkililere iletmişti. Ne yazık ki Ankara bürokrasisinden kendisine olumlu bir cevap gelmemiştir. Cansever’in Osmanlı-İslam mimarisi esas alarak kuracağı bu pilot şehir yeni kurulacak başka şehirler için bir model olabilirdi. İstanbul’a iki yeni şehir üzerinde akl-ı selimle uzun uzun düşünülmesi gerekir. Bu iki yeni şehir İstanbul’un deprem, çarpık yapılaşma, aşırı yoğunluk gibi hayati problemlerine çare olacaksa İstanbul için bir umut olabilir. Fakat İstanbul’un kangren olmuş sorunlarına çözüm yerine İstanbul’a ilave bir nüfus getirecekse İstanbul için tam bir çılgınlık olur. Temennimiz “çılgın proje”nin İstanbul için bir “çılgınlık” olmamasıdır. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 87 MAKALE Gelişen Türkiye ve Değişen Yüzü: İnşaat Yapılan altyapı çalışmaları, demiryolu karayolu ve havayolu çeşitlendirmeleri ile güçlü bir ulaşım ağına doğru hızla ilerleyen Türkiye, sanayisini ve altyapısını da güçlendirmekte ve geleceğe ışık tutmaktadır. Birçok ülkenin hayal etmeye bile korkacağı kanalları açmaktan şehirleri kurmaktan bahsedebiliyorsak, bu kendimize olan güvenin en belirgin örneğidir. KENAN EKŞİ İnşaat Mühendisi Gelişen Türkiye Son 10 yılda dünya ölçeğinde bakıldığında, istikrarlı bir şekilde konumunu güçlendiren nadir ülkelerden biri de hiç kuşkusuz Türkiye. Türkiye, gerek komşu kıtamız Avrupa’da gerekse de Amerika ve Arap yarımadasında güven kazanmış ve yatırım çeken bir ülke olmayı başardı. Bugün gelinen noktada, ekonomik krizler ve borçlarla boğuşan Yunanistan’ın Türkler başardı biz de yapabiliriz cümlesi aslında her şeyi kısaca özetlemeye yetiyor. Evet başardık. Türkiye makro ölçekte ekonomik parametreleri sistemli bir şekilde dengeye oturtmuş, aynı zamanda halkın hissedebileceği adımları da birer birer atarak bugün ki noktaya gelmiştir. Bugün ülkemizde yüzde 5’ler düzeyinde enflasyondan söz ediyorsak ve bunu başarırken aynı zamanda tüketim artışıyla enflasyon parametrelerini kontrol edebiliyorsak, evet başardık. Bugün aileler 5 yıllık kredilerle araç satın alabiliyorsa, gelecek kaygıları azaldıysa ve yarına güvenle bakabiliyorsa, Türkiye’de çok şeyin değiştiğini söylemekten kaçınmak oldukça yanlış bir tutum olacaktır. Gelişen Türkiye başlığının altında hiç şüphesiz insanların sosyal gereksinimlerinin de değiştiğini geliştiğini vurgulamak gerekir. Bugün tüm sosyal alanlarda, sanat alanında artan bir talep oluştuğunu gözlemlemek mümkündür. Yeme içme kültüründen, giyinme kültürüne ve insanların vakit geçirdiği alanların değişimine uzanan geniş bir yelpazede Türkiye sadece kâğıt üstündeki verilerle değil sosyal manada da büyüyor ve zenginleşiyor. Sadece ülke içi yatırımlarla büyüyen bir ülke olmak doğru olmazdı. Türkiye bunu da başardı. Markalaşma sürecini tamamlamış birçok “Türk Malı” artık dünyada güven ve kalite sunan ürünler sınıfında yer alıyor. Taklitçi ürünlerden tercihli ürünlere doğru 88 M‹MAR VE MÜHEND‹S büyük ve hızlı bir adım attığımızı bizden önce Avrupa görmeyi başardı. Türkiye artık tüketim turizmi konseptini de barındıran bir ülke konumunda. Sadece alışveriş yapmak için Türkiye’ye gelen binlerce turist var öğesi, 25 yıl önceki Türkiye için ancak bir hayaldi, ancak bugün bir gerçek. Gelişmişlik düzeyinin bir diğer parametresi olan tüketim rakamları bugün ülkemiz için iyi sinyaller veriyor. Artan enerji talebi, büyümenin bir başka göstergesi olarak karşımızdadır. Türkiye için en önemli konuların başında çılgınca kontrolsüz büyüme değil, kontrollü, güvenli büyüme ve gelişme gelmelidir. Bugün hızla büyüyen ülkelerin korkulu rüyası bir anda rüzgârın yön değiştirmesi ve kazanılan tüm değerlerin eriyip gitmesidir. Böyle olmaması adına tüketim, teşvik edilen bir öğe değil, kendiliğinden gelişen bir öğe olmalıdır. Yapılan altyapı çalışmaları, demiryolu karayolu ve havayolu çeşitlendirmeleri ile güçlü bir ulaşım ağına doğru hızla ilerleyen Türkiye, sanayisini ve altyapısını da güçlendirmekte ve geleceğe ışık tutmaktadır. Birçok ülkenin hayal etmeye bile korkacağı kanalla- rı açmaktan şehirleri kurmaktan bahsedebiliyorsak, bu kendimize olan güvenin en belirgin örneğidir. Neslimizden aldığımız özgüveni bugün tekrar inşa etmeye başlamak yarınlarımız için elbette sevinç kaynağıdır. Ülkemizde neredeyse tüm dinamikleri çalışır hale getiren canlandıran ve hareketlendiren inşaat sektörü, ekonomik çarkların en büyüğü en güçlüsü olarak ülkemizin gelişmesine hiç kuşkusuz en büyük katkıyı sağlayan sektörlerin başında gelmektedir. Türkiye’nin Değişen Yüzü: İnşaat Çok küçük çaplı inşaatlarda dahi onlarca insan doğrudan ve dolaylı olarak iş bulabilmekte ve işini geliştirebilmektedir. İnşaat sektörü kendi içinde barındırdığı birçok kalemin üst başlığı ve hatta misalle ilişkilendirildiğinde adeta bir kalemlik vazifesi görmektedir. Böylesine önemli bir lokomotifin son 10 yılda yeniden canlandırılması ülkemiz büyümesine büyük katkı sağlamıştır. Kalkınmamızın ilk hamlesini inşaat yapmak değil, makro dengeleri oturtmakla, güven ve istikrarla yakalamak akıllıca bir hamle olmuş ve oluşan bu güven ortamı ardından inşaata yön vermek başarılı sonucun formülü- nü oluşturmuştur. İnsanların güven duyduğu bir ekonomik yapı sonucunda alımlar başlamış ve gayrimenkul yine eskisi gibi yatırım aracı olmayı başarmıştır. Bugün ekonomik bakımdan daha ferah durumda olan gayrimenkulü karlı bir yatırım aracı olarak tekrar görebilmektedir. Ülkemizde bugün artan talep ve beraberinde artan arz ile birlikte sektör ivmelenmesini devam ettirmektedir. Konut ve işyerleri artık sadece içinde barınılan çalışan alanlar değil, saygınlık ve değer katan alanlar olarak da tercih edilmektedir. Metrekaresi 10 bin TL’ye kadar ulaşan satış rakamları artan talebin ve yapılan nitelikli projelerin değerini ortaya koymaktadır. 1999 depremi sonrasında yapılan konutlarda güvenlik ön planda iken, estetik değerlere çok önem verilmemekteydi. Öyle ki, insanların değişen ihtiyaçları, kültür çeşitlilikleri, zenginleşen sosyal yaşamları neticesinde artık estetik değerler çok daha ön planda irdelenmesi gereken yapı değişkenleri arasında gelmekte. Devlet tarafından yapılan sosyal konutlarda dahi, 15 yıl öncesinin tercihli olarak sunulan ürünleri şimdilerde standart olarak verilmektedir. Gelişen Türkiye’nin değişen yüzü işte tam olarak burada karşımızdadır. Yapıların güvenlik standartları artmış, estetik kaygılar daha ön plana çıkmıştır. Bugün artık ülkemizde neredeyse hiçbir konut 10 yıl öncesinin mimari ve estetik anlayışıyla örtüşmemektedir. Mimarlar tasarımlarını yaparken dev LED ekranları şimdilerde salonlarda demirbaş gibi görmektedir. Çok değil 10 yıl öncesine kadar konfor unsuru olarak belirtilen asansörler artık rahat değil diye minimum 6 kişilik tasarlanmaktadır. Önceleri güvenlik sadece depremle eşdeğer bir konu iken, bugün tüketiciler, aktif güvenlik, yangın sistemleri, kamera kaydı gibi diğer güvenlik birimlerini de sorgular hale gelmişlerdir. İnşaat sektörü, bu değişime ayak uydurmayı başarmış ve ihtiyaçlara cevap veren bir noktaya ister istemez çekilmiştir. Hiç kuşkusuz devletin de bu yöndeki iskân politikaları önemli sonuçlar doğurmuştur. Güvenli yapılaşmaya önem verilmiş, kaçak ruhsatsız ve hatta iskânsız yapılar dahi artık tüketici tarafından ikinci sınıf konut olarak görülmeye başlanmıştır. Bir dönem sadece tapunun sorulduğu yapılarda şimdi ise iskân sorulmakta, yapının niteliği irdelenmektedir. Enerji kimlik belgesi ile de yeni bir dönemin açıldığı yapılarımız hızla Avrupa standardını yakalamaktadır. Devletin toplu konut alanında TOKİ ile başlattığı büyük hamle, hasılat paylaşımı ve çıkılan ihalelerle özel sektöre de açılmış ve bu alanda da büyük başarılar sağlanmıştır. Yaklaşık 500 bin konutun son 10 yılda sadece Ülkemizde neredeyse tüm dinamikleri çal›fl›r hale getiren canland›ran ve hareketlendiren inflaat sektörü, ekonomik çarklar›n en büyü¤ü en güçlüsü olarak ülkemizin geliflmesine hiç kuflkusuz en büyük katk›y› sa¤layan sektörlerin bafl›nda gelmektedir. devlet eliyle ve düşük tutarlarla teslim edildiğini düşünecek olursak bu başarıyı gözlerden kaçırmak yersiz olacaktır. Özel sektörde ise nitelikli ve kimlikli yapıların sayısı hızla artmış insanların oluşturduğu taleplere eşdeğer çözümler sunulmuştur. Bugün özel sektör eliyle binlerce konut işyeri ve diğer yapı birimleri oluşturulmaktadır. Oluşan güven ve istikrar yapısıyla aslında 1980 ve 1990’ların kooperatifçilik yapısı bugün modern makyajıyla yeniden karşımızda şekillenmiştir. Sermayesini taksit taksit müşterilerinden toplayan firmalar, marka değerleriyle maketlerden daire satmaya yeniden başladılar. 2001 krizi ardından anahtar teslim daire talep eden ve bu yönde birikimlerini aktaran tüketici ve yatırımcılar artık düşen faizlerin de etkisiyle, birikimlerini maketler üzerinden dahi değerlendirebilmektedir. Sermaye yapısı artık bankaların kasalarında değil, aktif ticaret hayatının içinde daha çok yer almaktadır. Ülkemiz için son derece önemli ve itici güç olan inşaat sektörü, milletimizin beğenilerine kaygılarına ve taleplerine hızla karşılık vermekte ve bu yönde kararlı adımlarla hızla büyümeye devam etmektedir. Uluslararası arenada da tercih edilen şirketlerin başında gelen ülkemiz inşaat özel sektörü, 2023 Türkiye’sine sağlam köprüler atmaya devam edecektir. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 89 MAKALE Ozonun Kullanımı ve Uygulamaları AHMET ERKOÇ Elektrik Yüksek Mühendisi OZON NEDİR? Ozon üç oksijen atomundan oluşan bir kimyasal bileşiktir (O3). İki atomlu normal atmosferik oksijenin (O2) çok yüksek enerji taşıyan bir şeklidir. Böylece bu iki çeşit molekülün yapıları birbirinden aşağıdaki gibi farklıdır: Ozon üretiminde günümüzdeki en yaygın teknoloji yüksek gerilimle havadan ozonun üretilmesidir. OZONUN STERİLİZASYON ÖZELLİKLERİ Oksijen (O2) + Yüksek Voltaj = Ozon (O3) bakterilerle reaksiyona girer ve oksijene dönüşür. O3 oda sıcaklığında renksiz, karakteristik kokusu olan bir gazdır (fırtınalı havalardan sonra, yüksek yerlerde veya deniz kıyılarında hissedilebilir). İsmi Yunanca “koklamak” manasına gelen ozein’den gelir. Alman kimyacı Christian Friedrich Schönbein (1799-1868) tarafından 1840 yılında keşfedildi. Zemin seviyelerine yakın yerlerde 10 milyon hava partikülü başına bir partikül O3 (0.1 ppm = 200 μg/m) konsantrasyonlarında duman şeklinde bulunur. 2000 metre yükseklikte, çok daha azalarak 0.03 - 0.04 ppm seviyelerine düşer. Çok güçlü okside etme ve çok etkili dezenfekte etme özelliği sayesinde, dünya çapında 90 M‹MAR VE MÜHEND‹S içme suyu sağlayan arıtma tesislerinde mikrop öldürücü olarak kullanılır. OZON NE YAPAR • Ozon, havayı ve suyu temizler, tazelik verir. • Suda eriyen ozon dezenfeksiyon işlemi bittikten sonra oksijene dönüşür. • En güçlü oksitleyici olan ozon güvenle kullanılabilir. • Ozonun kararsız bir yapısı vardır. Bu yapısı ona üstün bir oksidasyon gücü verir. Bu güçle mikrop ve virüsleri yok eder. • Ozon, geleneksel su temizleyicileri olan klora karşı en güçlü alternatiftir. • Koku gidericidir. • Hammaddesi oksijen olan ozon, doğal tek dezenfektandır. • Ozonun kuvvetli elektrofilik yapısı, ozonun pek çok organik ve organometalik fonksiyon grupları ile reaksiyon vermesini sağlar. • Atmosferdeki ozon tabakası dünyayı ölümcül radyasyondan korur. • Ozon bakterileri, virüsleri ve küfü yok eder. • Ozon sporları, kisti, maya ve mantarı yok eder. • Ozon sudaki yağı, bulaşıcıları ve diğer kirleticileri ayırır. • Ozon demir, sülfür, manganez ve hidrojen sülfatı okside eder. • Ozon havadaki dumanı olduğu gibi koku- ları da yok eder. • Ozon suyu temiz tutar ve parıldayan bir temizlik sağlar. • Ozon suyu taze tutar. • Yanıcılık: Yanıcı değil. Ancak yanma olayını kuvvetle destekler. • Maruz Kalındığında Semptomlar : 0.4 ppm’den yüksek konsantrasyonda keskin koku alımı. Giderek boğaz, burun kuruması ve öksürük. Daha yüksek konsantrasyonlarda nefes darlığı, mide bulantısı, kusma ve göğüs ağrısı ve baş ağrısı. Çok yüksek konsantrasyon ve maruz kalma süresinde akciğer tahribatı. OZON TARİHÇESİ: • 1781- Yılında Van Marum adındaki bir kimyager, elektrik kıvılcımları geçen havada ozon kokusunu fark etti. • 1840 - Schönbein bu gaza “ozon” ismini verdi. • 1893 - İçme suyunda dezenfektan olarak kullanılmaya başlandı. • 1909 - Etlerin soğuk depolanması için yiyecek koruyucu olarak kullanıldı. • 1939 - Meyvelerin depolanmasında maya ve küfün yayılmasını önlediği bulundu. OZONUN KULLANIM ALANLARI Ozon temel olarak iki şekilde kullanılmaktadır. • 1. Havaya ozon gazı vermek • 2. Ozon gazının su içinde eritmek şeklinde kullanılır. • Havada oluşturulan ozon konsantrasyonu, mikro organizmaları dezenfekte eder; kokuyu alır. Ortamda bulunan toz taneleri çeşitli büyüklüklerde olmaktadır. Tanecik büyüdükçe, yer çekimi ile düşer veya filtrelerde tutulur. Oysa, çok küçük (nano metre seviyelerindeki) tanecikler havada yüzer haldedir. Bu büyüklükteki tanecikler, ciğerde birikinti ve alerjik bünyelerde rahatsızlık yapar; üzerinde mikrop barındırır. Açık havada çok düşükte olsa bulunan ozon gazı, bu tanecikleri birleştirerek çökmesini sağlar. Kapalı mekanlarda ozon gazı hiç bulunmadığı için bu işlem meydana gelemez. • Yapay olarak üretilip ortama verilen ozon, flokülasyon denen bu işlevi yerine getirerek nano partiküllerin çökelmesini veya filtre edilebilmesini sağlar. Mikro organizmaların (küf, mantar vb.) büyüme hızı 3-4 defa azalır veya tamamen engellenir. Binalarda kötü kokular, havanın mikrobiyal kirliliği ve enfeksiyon riski azalır, yara ve kesiklerin hızlı bir şekilde iyileşmesi sağlanır. Suda eritilen ozon ise aynı işlevleri suda sağlar. Havuzlarda, içme kullanım ve yıkama sularında, atık su tasfiyelerinde kullanımı yaygınlaşmaktadır. Yiyecek maddelerinin saklandığı soğuk depo, buz dolabı, mahzenlerde ozon gazı katkısı sebze ve gıda ürünlerinin saklama sürelerinin artmasını tazeliğinin devamını sağlamaktadır. GÜNLÜK YAŞAMDA KULLANIM ALANLARI • Yaşam alanlarındaki havanın temizlenmesi ve koku giderilmesinde • Ev ve ticari gıda hazırlama alanları (mutfaklar, lokantalar, fırın, pastane vs.) • Hastane, hava alanı, otel, hamam gibi klimalı sistemi olan yerlerde • Klima sistemlerinde • Yüzme havuzlarında ENDÜSTRİYEL ALANLARDA • Suların dezenfeksiyonunda, tat ve koku gideriminde, renk gideriminde, bulanıklık gideriminde, • Metallerin uzaklaştırılmasında, bakteri ve virüslerin dezenfeksiyonunda, nitrik ve amonyak gideriminde, • Hava ile bulaşan hastalıkların gideriminde, • Gıda endüstrisinde şişe ve yemek kaplarının dezenfeksiyonunda, soğuk hava depolarında, • Veterinerlik, hayvancılıkta enfeksiyon giderilmesinde, • Alfa toksin arındırılmasında, • Gıda ve havada kükürt giderilmesinde, TIP ALANINDA KULLANIM • İnsan kanında bulunan virüs gideriminde, zayıflamada, cilt hastalıklarında, virüslerin sebep olduğu hastalıklarda, • Dolaşım bozukluklarında, kronik yorgunlukta, akne, sedef dirençli mantar gibi cilt hastalıklarında, • Migren ve multipl skleroz gibi nörolojik hastalıklarda, • Zor iyileşen enfekte yaralarda, • Hastane, hava alanı, otel, hamam gibi klimalı sistemi olan yerlerde, • Hastane enfeksiyonları RSV, MRSA, LEJYONER, SANİTASYON • Havalandırma, boyler, soğutma kuleleri, nemlendirme sistemlerinde ölümle sonuçlanan LEJYONER hastalığın yok edilmesinde v.b. OZON VE ÇEVRE: • Amerika Birleşik Devletleri’ndeki EPA, OSHA, USDA ve ACGIH kuruluşları, 0.1 ppm miktarındaki ozon seviyesine 8 saat süreyle maruz kalmanın hiçbir yan etkisi olmadığını tespit edilmiştir. OZON SAĞLIKLI MIDIR? • Ozon suda hiçbir kimyasal bırakmaz. • Ozon hiçbir kimyasal tat veya koku bırakmaz. • Ozon gözleri yakmaz, kızartmaz ya da rahatsız etmez. • Ozon cildi, burnu ya da kulakları kurutmaz ya da rahatsız etmez. • Ozon cisimlerin ya da cildin üzerinde hiçbir kimyasal tabaka bırakmaz. • Ozon saçınızı ya da elbiselerinizi ağırtmaz ya da zarar vermez. • Ozon suya hiçbir kirletici ya da ürüne dair madde eklemez. • Ozon su ve havayı sağlıksız mikroorganizmalardan temizler. OZONUN TERCİH NEDENLERİ: • Güvenli, maliyet düşürücü, çevre dostu, atık bırakmaz, doğal, insan sağlığını tehdit etmez • Uluslararası uygulama standartları belirli, kullanımı kolay, ozon, bilinen tüm yöntemlerden daha etkili ve daha ucuz bir yöntemdir, işletme maliyeti çok düşüktür • Ozon, sınırlı doğal kaynakların daha az kullanılmasını sağlar OZONUN HAVUZDAKİ FAYDALARI • Kullanılan havuz kimyasallarında %90’a varan tasarruf sağlar. • Mayo, havlu vb. tekstil ürünlerinin havuzdan kaynaklı yıpranmalarını önler. • THM (tri-halometan) oluşumunu önler. OZONLA İLGİLİ PRATİK BİR UYGULAMA Şekildeki panoda yüksek gerilimle ozon üreten bir cihaz görülmektedir. Elektronik kontrol yöntemleriyle üretilen ozon havaya veya suya değişik aparatlar yardımıyla uygulanmaktadır. Üretilen ozonu havaya enjekte eden bir aparat aşağıdadır. Programlanabilir zaman saatleriyle kontrol edilen cihaz 7 gün/24 saat istenilen zamanlarda ozon üretmektedir. Böylece soğuk hava depolarından koğuşların havasının temizlenmesine kadar değişik alanlarda kullanılmaktadır. Bir diğer kullanım alanı da özellikle çiğ olarak tüketilen yeşil sebzeler, salatalar, meyvelerin kısa bir sürede bakterilerden arındırılmasıdır. Büyük miktarda üretimin yapıldığı yemek fabrikaları, oteller, kışlalar, yurtlar, lokantalar gibi yerlerde hijyenin sağlanmasına büyük katkılar sağlanmaktadır. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 91 TEKNOLOJ‹ ANT‹-MADDEN‹N ATOMLARINI ‹NCELEYEB‹LMEN‹N YOLUNU BULDULAR B‹L‹MSEL KURAMLAR DE⁄‹fiEB‹L‹R AMERİKAN Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), Ay Keşif Uydusu (LRO)'nun şu ana kadar elde ettiği en net görüntüleri yayınladı. Bilim adamları, ay hakkındaki bazı bilimsel kuramların tamamen değişebileceğini kaydediyor. NASA'dan yapılan açıklamada, LRO'nun "keskin ve eşi görülmemiş derecede detaylı" görüntüleri elde etmek için 192 terabayt'lık harita ve fotoğraf verisi depoladığı, bu bilgilerin ancak 41 bin DVD'ye sığabileceği belirtildi. LRO üzerindeki lazer yükseklikölçer sistemi (LOLA), Ay'ın kraterler ve kompleks yer şekillerinden oluşan yüzeyinin bugüne kadarki en keskin ve tam topografik haritalandırması için 4 milyardan fazla ölçüm gerçekleştirdi. Bu sayede, Ay'ın en 'doğru' haritaları elde edildi. LOLA'nın, daha önce Ay'ı görüntüleyen uydulardan 100 kat daha fazla kesinlikte ölçümler yaptığı bildirildi. LRO kameraları da görev boyunca 5,7 milyon kilometrekare alanı fotoğrafladı. Bilim insanları, LRO'nun verileri ışığında, Ay yüzeyinin düşündüklerinden çok daha "zorlu ve olağanüstü" şartlara sahip olduğunu fark ettiklerini belirtti. NASA'nın Washington'daki direktörlerinden Douglas Cooke, "Bu, muazzam bir başarı. Henüz başlangıç olmasına rağmen LRO'dan beklediğimizden çok daha fazlasını elde ettik. Ay için bilimsel anlayışımız tamamen değişmek üzere" dedi. 2009'da fırlatılan 2 tonluk robotik uzay aracı LRO, Ay yüzeyinin 50 kilometre üstündeki yörüngesinde ölçümlerini sürdürüyor. LRO, NASA'ya 583 milyon dolara mal oldu. 92 M‹MAR VE MÜHEND‹S BÜYÜK Hadron Çarpıştırıcısı deneyini gerçekleştiren CERN bilim adamları anti-maddenin atomlarını inceleyebilmenin yolunu buldular. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı ile yüzyılın deneyini yapan Avrupa Parçacık Araştırma Merkezi’nin (CERN) bilim adamları, anti-maddenin "ele avuca sığmayan" atomlarını yeterince uzun inceleyebilmenin yolunu buldular. Nature Physics dergisinde yayımlanan makaleye göre, Fransa ile İsviçre arasındaki sınırda yer alan laboratuvarın bilim adamları, daha önce saniyenin beşte biri kadar gözlemleyebildikleri, antihidrojenin anti-madde atomlarını bu kez 15 dakikadan fazla tutmayı başardılar. Anti-maddeyi incelemenin evrenin ilk anlarında neler olduğunu anlamaya yardımcı olabileceğini düşünen Cern’deki Alfa araştırma ekibi, anti-hidrojen atomlarını, her türlü termik veya sıcaklık etkisinin ortadan kalktığı "mutlak sıfırın" (-273.16°C) 0,5 derece üzerinde soğutarak "kapana kıstırdı". Alfa ekibinin sözcüsü Jeffrey Hangst, bilimadamlarının artık anti-hidrojen ve hidrojen atomlarını kıyaslayabileceklerini belirterek, bunu anti-hidrojene mikrodalga ve sonra lazer ateşleyerek yapacaklarını kaydetti. Hangst, "Evrenin yarısı ortada yok ve neden olduğunu bilmiyoruz" dedi. Bilim adamları, evrenin başında 14 milyar yıl önce Big Bang (Büyük Patlama) sırasında eşit miktarda olduğu farz edilen, ancak sonra ortadan kaybolan anti-maddeyi anlamak için deneylerini sürdürüyorlar. Anti-madde eğer ortadan yok olmasaydı, evrenin zenginlikleri olan yıldızlar, gezegenler ve galaksiler hiçbir zaman var olmayacaktı. Ilg›n Gölü / Konya Foto¤raf: Osman Ar› FOTO⁄RAF MAYIS-HAZ‹RAN 2011 93 S‹NEMAVEMÜHEND‹SL‹K 6 MİLYON DOLARLIK ADAM THE SIX MILLION DOLLAR MAN B‹L‹MSEL ÇALIfiMALARA YOL GÖSTER‹C‹, ‹LHAM VER‹C‹ ‹T‹C‹ UNSUR, HAYAL KURMAKTIR. BU HAYAL SANATKARLARIN ‹ÇDÜNYALARINDA, DUYGULARI, SEZG‹LER‹ VE ‹ÇGÜDÜLER‹ ‹LE ALDIKLARI YOLDUR. ONLAR YOLU, ‹Z‹ OLMAYAN, ‹NSAN AYA⁄I DE⁄MEM‹fi TEPELERDE HAK‹KAT‹ ARARLAR. AKIL VE MANTIKTAN ÇOK KALPLER‹NE TAB‹D‹RLER. ‹NSAN HAYAL‹N‹N ULAfiTI⁄I NOKTAYA B‹R GÜN AKLI DA ULAfiIR. YAN‹ HAYAL ED‹LEN B‹RGÜN GEL‹R GERÇEK OLUR. AYA SEYAHAT, B‹R ROMANCININ KURDU⁄U HAYALKEN, ‹NSAN O⁄LU GÜN GELM‹fi AYA AYAK BASMIfiTIR. EROL MERMER / Senarist ASA’da deneme pilotu olan Albay Steve Austin, uzay çalışmaları sırasında yeni geliştirilen uçağın iniş sırasında yere çekılması ile feci bir kaza geçirir. Doktorlar yoğun çabaları sonunda hayatta kalmayı başarsa da sinir sistemi tahrip olduğu için, kolları ve bacakları hareket etmemektedir. Doktorlar radikal bir karar alır ve insan vücuduna uygun bir enerji sağlayarak, bütün sinir sistemini kablolar vasıtası ile direkt beynine bağlayarak tekrar uzuvlarının hareket etmesini sağlamayı planlar. Derken bu çılgın fikri daha da ileri götürerek bütün iç organları, kasları, kemik yapısını da tamamen mekanik olarak değiştirip insanüstü bir biyonik N 94 M‹MAR VE MÜHEND‹S adam yapmayı planlarlar. Uzun çalışmalar sonunda, bir dizi ameliyatlar yaparak projeyi gerçekleştirirler. Artık Albay Steve Austin bir otomobili geçecek kadar süratli, bir tren vagonunu havaya kaldıracak kadar kuvvetli, zifiri karanlıkta cobra yılanından daha iyi görecek kadar keskin bir görüşe sahip süer bir robot adamdır. 1973 yılında televizyon dizisi olarak yayınlanan “6 Milyon Dolarlık Adam” 100 bölümü aşkın uzun soluklu bir yapım olmuştur. Daha sonra sinema filmi olarark da epeyce ilgi görmüştür. Ülkemizde de beğeni ile izlenen bu dizi oldukça beğenilmiştir. HAYAL NASIL GERÇEK OLDU? 1970’lerde bir senaristin hayalinden çıkan bu hikaye 2001 yılına gerçek oldu. 25.06.2010 tarihine Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber aynen şöyle: ABD'de beynin komutlarıyla gerçek kaslar gibi hareket edebilen ve hisseden biyonik kol geliştirildi. Biyonik kol, Chicago Rehabilitasyon Enstitüsü'nde bir hastaya uygulandı. Hasta, beyniyle kolunu hareket ettiriyor, acıyı ve sıcağı hissedebiliyor. 2001 yılında geçirdiği bir iş kazasında 7400 volt elektrik taşıyan yüksek gerilim hattına dokunması sonucu kollarını kaybeden 56 yaşındaki Jesse Sullivan, kendisine uygulanan biyonik ve elektronik F‹LM‹N KÜNYES‹ kol ve eli, beyninin emirleriyle hareket ettiriyor, hatta acı ve sıcağı hissedebiliyor. Sullivan, şimdiye kadar tasarlanan en gelişmiş takma kola sahip. ABD'de bölgesel yayın yapan Local 6 News isimli televizyon kanalı, Jesse Sulivan'ın ‘dünyanın ilk gerçek yarı-biyonik adamı' olduğunu bildirdi. Ancak bu yeni protezin maliyeti oldukça yüksek. PROTEZ NASIL YAPILIR? Kazada kollarını kaybettikten sonra Chicago Rehabilitasyon Enstitüsü'nde tedavi altına alınan Sullivan'ın koluna giden 4 ana sinir alınıp göğsünde deri altına bağlandı. Geliştirilen protezde ön kola bir bilgisayar, Sullivan'ın göğsüne ise mandallı bir iğne sistemi yerleştirildi. Elden yollanan sinyaller, iğnenin göğüse batmasını ve buradaki sinirlerin uyarılıp hislerin beyne iletilmesini sağlıyor. Beyin, bu sinyalleri göğüsten gelen verilerolarak değil, gerçek elden gelen sinyaller olarak algılıyor. Enstitü uzmanları, biyonik kolun protez alanında her şeyi değiştireceğini ve bir yıl içinde tam zamanlı kullanımının mümkün olacağını söylediler. Dünyanın ilk yarı-biyonik adamı Sullivan, kendi ihtiyaçlarını karşılaması için bu gelişmenin çok önemli olduğunu belirtti. Sullivan nesneleri tutup kaldırabiliyor, sıcağı hissediyor. Protez parmakların geliştirilmesiyle ayakkabılarını bağlaması bile mümkün olabilecek. Filmin Adı Orjinal Adı Yapım Tür Süresi Yapımcı Yönetmen Senaryo Görüntü Yönt. Müzik : 6 MİLYON DOLARLIK ADAM : The Six Million Dollar Man : ABD / 1973 : Bilim kurgu : 90 dakika + (100 bölüm TV dizisi) : Richard Irving : Richard Irving : Terrence Mcdonnell : Emil Oster : Gil Melle Oyuncular : Martin Balsam, Lee Majors, Anne Whitfield, Barbara Anderson, Charles Robinson, Darren Mcgavin, David Mcnight, Dorothy Green, George Wallace, Ivor Barry, Jim Drum, John Mark Robinson, Norma Storch, Olan Soule, Radames Pera, Robert Cornthwaite TASARIM NEDİR? Tasarım sözcüğü günümüzde çok sık kulanılmasına rağmen, anlamı ve kapsamı pek de iyi bilinmemektedir. Daha çok dar anlamda, bir model, kalıp veya tezyinat olarak algılarız. Oysa tasarım hayatın her alanına yayılmış çok geniş bir alanı kapsar. Ancak bir düşüncenin tasarıma dönüşmesi için, kendi içinde bütüncül bir yapıya ve bu yapının arkasında bir planlamaya ihtiyaç vardır. Bunun dışındaki zihni faaliyetler sadece bir düşünceden ibarettir. Prof. Robert Gillam Scot: “Ne zaman tanımlanmış bir amaç için bir şey yapıyorsak, o zaman tasarlıyoruz demektir” der. Ünlü reklamcı Ivan Chermayeff ise: “Tasarım, zeka ve sanatsal yeteneğin ortak ürünü” olduğunu söyler. Uygulamalı tasarım dallarını üç ana başlıkta toplamak mümkündür: Mimari Tasarım: Bina, peysaj, iç tasarım ve şehir tasarımı oldukça geniş bir alanı kapsayan çalışma alanıdır. Dayanıklılık, işlevsellik ve estetik ön plandadır. Endüstri Tasarım: Üç boyutlu nesnelerin tasarlanması ve geliştirilmesi ile ilgilidir. Makineler, araçgereçler, mutfak malzemeleri ve diğer birçok ürün endüstri tasarımcısı tarafından biçimlendirilir. Görsel ve Yazımsal Tasarım: Okunan ve izlenen görüntülerin tasarımından sorumludur. Kitap kapağından - hikaye yazımına, sinema filminden - bir reklam kampanyasına kadar geniş bir alana yayılır. Bazan bu çalışmalar bütün dalları birarada (multi-disipliner) çalışmalarını gerektirebilir. Mesela, Avatar filminde yönetmen ve senarist hikayenin düşünsel boyutunu oluştururken, iç mimarın mekanları, endüsri tasarımcısının kullanılan objeleri, aksesuarları, moda tasarımcısının kıyafetleri, müzik tasarımcısının da dramatik müzik ve efekt sesleri projeye uygun olarak üretmeleri gerekir. Buradan yola çıkarak “Gelecek tasavvuru” veya “Medeniyet tasavvuru” gibi kavramların çok katmanlı, bütün disiplinleri içerdiği gibi, dünü, bugünü değerlendirerek, geleceğe bir projeksiyon yapmak, bu işi de geniş bir ekip çalışması ile kitaplık çapta bilginin harmanlanması gerekmektedir. Bu konuda bireysel çalışmaların ise ancak yolgösterici ve ilham verici olmaktan öteye geçememektedir. Bu noktada bir dehadan bahsedecek olursak, bütün bilgileri bir legonun parçaları gibi oyarak büyük resmi oluşturmak olacaktır. MAYIS-HAZ‹RAN 2011 95 Ç‹ZG‹YORUM 96 M‹MAR VE MÜHEND‹S Yakup Güler