Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015) - Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi
Transkript
Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015) - Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi
Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015) • Mehmet Korkutalp • Dağ Sarayı • Tahir Kutsi Makal • Denizli’nin Keşkek’i Denizli’nin yetiştirdiği değerlerden, merhum arkadaşım: AVUKAT MEHMET KORKUTALP Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN SON DERECE SICAKKANLI OLAN, ÇABUK KONUŞMAYI VE KISA YOLDAN, KESTIRMEDEN IŞ BITIRMEYI SEVEN BU ARKADAŞIMIZ IÇIN DEVAMLI HAREKETLILIK VE TEZCANLILIK; MIZACININ, HAYAT, OLAYLAR VE INSANLAR KARŞISINDA TAKINDIĞI TAVRIN ÖNEMLI BIR YANINI OLUŞTURUYORDU. HEPIMIZIN DOĞUP BÜYÜDÜĞÜ DENIZLI’YE HAYRAN VE HATTA SÖZ YERINDE ISE, BU GÜZEL BELDENIN AŞIĞI IDI. 23 Ocak 1945’de Denizli’de doğan ve halkımızın “Koca Mektep” adını verdiği Denizli Lisesi’nde birlikte okuduğumuz bu değerli arkadaşım, ne yazık ki, 8 Ekim 2015 günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Mesleği avukatlık olan merhum Mehmet Korkutalp ile Lise ve Üniversite yıllarından sonra tekrar Denizli’de bir araya gelmiş ve Cafer Sadık Abalıoğlu Vakfı’nın değerli katkılarıyla çıkarmakta olduğumuz “Geçmişten Günümüze: Denizli” dergisinin yazı kurulunda ortak çalışma imkânına kavuşmuş idik. Son derece sıcakkanlı olan, çabuk konuşmayı ve kısa yoldan, kestirmeden iş bitirmeyi seven bu arkadaşımız için devamlı hareketlilik ve tezcanlılık; mizacının, hayat, olaylar ve insanlar karşısında takındığı tavrın önemli bir yanını oluşturuyordu. Hepimizin doğup büyüdüğü Denizli’ye hayran ve hatta söz yerinde ise, bu güzel beldenin aşığı idi. Derginin yazı kurulu toplantılarında,“Şehrimiz için ne yapabiliriz, onu nasıl daha etraflıca tanıtır ve gelecek çocukları- 2 mıza en iyi şekilde nasıl bırakabiliriz?” soruları her gündeme geldiğinde heyecanlanır, kendince yapılması gerekenleri, bu yoldaki hedeflerini, isteklerini arka arkaya dile getirirdi. Denizli’nin sosyal ve kültürel tarihinin ortaya çıkarılması için eserler, kişiler ve olaylar bazında hiçbir şeyin gözardı edilmemesi gerektiği konusunda o da diğer arkadaşlarımız gibi aynı duygu ve düşünceleri paylaşır, bu konuda kendi üzerine düşen her ne ise, onu yapmaya hazır olduğunu dile getirirdi. Bu amaç doğrultusunda işi, mesleği, konumu ne olursa olsun Denizli’de iz bırakmış herkesin yaptıklarıyla dergide yer alması gerektiği inancını hepimizle birlikte aynen benimsemişti. Nitekim bu konuda dergimiz için kaleme aldığı iki ayrı yazısı, Denizli’nin geçmişteki sosyal hayatı ve halk kesimiyle doğrudan ilgisi bakımından dikkat çekici örnekler olarak değerlendirilmek durumundadır. Bunlardan, “20 T 0001” başlığını taşıyan birincisinde; mesleğinin isim yapmış usta şoförlerinden Sezai Akagündüz’e yer vererek, Denizli’nin 1970’li yıllara ait taksi odaklı ulaşımla ilgili eski sosyal hayatından ve o arada düğünlerinden bahisle şunları kaydeder: “1946 doğumlu M. Sezai Akagündüz askerlik dönüşü, 1969 yılında başkasının arabasında şoförlük mesleğine başladı. 1971 yılında da ilk arabası Chevrolet İmpala’yı aldı. O tarihlerde Denizli’de kullanılan bütün arabalar Dodge, Playmut, Buick, Chevrolet gibi Amerikan markasıydı. O zamanki meşhur şoförler de Pilot Mustafa, Kız Mehmet, Kara Mustafa, Kara Nail, Kafalı Emin, İleş Hilmi , Kerim Abi, 45 Kemal, Fethi, Kasap Özcan, Faytoncu Naim, 64 Ahmet, Özcan Kartal gibi isimlerdi. Çete Necati’nin de iki Chevrolet’si vardı. Şehir içi ulaşım belediyenin otobüsleri dışında taksi ve faytonlarla yapılırdı. Ücret sabitti: Şehir içi, her yer 5 lira idi. Taksilerin ana gelir kaynağı düğünlerdi. lendi. Önüne gelen birkaç Çelikyeşilsporlu oyuncuyu çalımlayarak onsekize gelmeden Deli Yalçın’ın koruduğu kaleye şutunu attı. Top kalenin epey uzağından dışarı çıktı. Tezahüratta bulunan grup Vahap’ı çılgınca alkışlarken, takım arkadaşları Kasap Salih ile Bayram Ali’nin sert bakışları ve pek hayırlı olmayan mırıldanışları arasında Vahap yerine dönüyordu. Sünnet düğünlerinde fayton kullanılırken, evliliklerde taksiler kullanılırdı. Sezai’nin arabası beyaz olduğu için, düğünlerde tercih edilirdi. Düğün taksisi, damat evinin önüne gelir; orada yapılan çalgılı eğlence bittikten sonra, önde açık kamyon içinde çalgıcılar; arkada ise, içinde damat oturan gelin arabası, arkasındaki konvoyla çalgı eşliğinde gelin evine kız almaya gidilirdi. Kız evinin önünde yeniden çalgılar çalınır, oyunlar oynanır ve gelin arabaya bindirilerek yine çalgı eşliğinde bir konvoyla Denizli turu atılarak ve mutlaka Delikliçınar’da, -o zaman havuz olmayan küçük bir yuvarlak bulunan meydanda- bir tur atılır ve gelin, damat evine götürülürdü. Böylece, düğün bitmiş olurdu. Delikliçınar’da tur atılırken, çalgı takımı mutlaka İzmir Marşı’nı çalardı. Bazı pazar günleri dört beş düğüne gidilirdi. Düğünlerde gelin arabaya binerken, para ve şeker atılırdı. Sezai, arabasının çizilmemesi için, para ve şeker atılmasın diye önceden pazarlık bile ederdi. Denizli Şoförler Odası, üyeleri olan Sezai’nin 1998 yılında tüm taksici esnafına karşı sarı renk ve T plakaya geçişte verdiği mücadeleden dolayı arabasına, 20 T 0001 numaralı plâkayı takmasını oy birliği ile kabul etti. Şoför Sezai, 20 T 0001 plâkalı arabasıyla, mesleğe ilk başladığı günkü heyecanla dolu bir şekilde işine devam etmekte olup, Denizli halkında hizmetini sürdürmektedir. Merhum arkadaşım Mehmet Korkutalp, “Pas Verme Vahap, kendin Dal!” başlıklı ikinci yazısında ise, 1960’lı yıllarda Denizli’nin futbol karşılaşmaları etrafındaki hayli ilgi çekici tespitlerini aktararak, şunları söyler: “Heyecanlı bir maçta top, Sarayköy Gençlik’ten Vahap’ın ayağına geldiğinde, kapalı tribündeki 15-20 kişilik grup, hep bir ağızdan: “Pas verme Vahap, kendin dal!” diye tezahürata başladı. Vahap hareket- Daha Denizlispor kurulmamıştı ve Profesyonel Türkiye Ligi emekleme devrindeydi. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçlarını radyo ve gazetelerden takip eden futbol severler, seyir zevklerini de mahalli amatör küme maçlarından alıyorlardı. Maç saatine kadar birlikte gezen ve arkadaşlık eden futbolcular ise, takımları kadar arkadaşlar arasındaki rekabeti de sahaya yansıtıyor, seyirciler de zaten çoğunlukla arkadaşları olduğu için maç, hem oyuncular ve hem de seyirciler için doyumsuz bir tat alıyordu. Denizli Amatör Ligi maçları, zemini toprak olan, boşlukları da kumla doldurulan ve yazın tozlu kışın ise çamurlu bir sahada oynanıyordu. O devrin efsane futbolcuları olan İnanç, Yörük İrfan, Kocaman Fahri, Çivrilli Tekin, Kasap Salih, Bayram Ali gibi futbolcular böyle bir sahada parlamışlardı. Bu oyuncuların maç sırasında, gerek saha içindeki ve gerekse tribündeki seyirci arkadaşları ile girdiği esprili ve argolu diyaloglar, seyredenleri gelecek hafta oynanacak maça gelmeleri için en büyük etkendi. Yalçın Göksel Bey de, o günlerle ilgili bir anısını şöyle anlatır: Kaleci Deli Yalçın birden kalesinden fırlayıp, Merkez Gençlikspor taraftarlarının olduğu yere doğru koşmaya başladı. Bunu gören Merkez Gençlikspor taraftarları, içlerinden birini stadı çevreleyen taş duvarın üzerine çıkardı. Duvara çıkan kişi de sahanın dışına atladı. Hızını alamayan Yalçın, kapalı tribün altındaki çıkış kapısından sahanın dışına yöneldi. Sonra ne mi oldu? Deli Yalçın’dan dinleyelim: Gülerek yanına gidip: - Ne oldu ülen? dedim. Acıyla ayağını gösterdi. Kırıldı zannettim. Hemen faytona atlayıp hastaneye götürdüm. Yıllar geçti, Pamukkale’de bir otelde, uduyla çalıp söyleyen bir sanatçının Nihavent şarkılarına dayanamayıp, eşimle dansa kalktım. Sanatçı, bir süre sonra udunu çalmayı bırakarak: - Yalçın Ağabey, dedi. Hani, yıllar önce maçı bırakıp, bir genci kovalamış, sonra da hastaneye götürmüştün ya… İşte o genç adam benim!.. O adam Denizlili sanatçı ûdî Hasan Yüreğil idi.’ 58’li, 60’lı yıllarda Denizli’de futbolcu-seyirci ilişkisi böyle idi. Seyircilerin spor anlayışları ve sonuca bakışlarını Avukat Vural Cengiz’in anlattığı şu anekdot da çok iyi ortaya koymatadır: ‘Buldan’ın iki takımı Buldan Gençlik ile Buldan Mekikspor’un maçı bitmiş ve seyirci dağılmaktadır. Buldanspor maçı, 7-2 gibi ezici bir sayı ile kazanmıştır. Bunu, Buldan Mekiksporlu bir seyirci yanındaki arkadaşlarına şöyle aktarır: - 7 dene yidik emme (7 tane yedik amma), 2 dene de salleyiverdik. Takımının yediği 7 gole hoşgörü ile yaklaşıp, attığı 2 gole sevinen bir anlayış; bugün ne yazık ki, bir yenilgi sonunda kulüp basan, oyuncu döven bir saldırganlığa dönüşmüştür. Bunlar, eskidendi çok eskiden… Sahi çok mu eskiden?..” Koyu bir Fenerbahçeli olarak zaman zaman maçlara gitmeyi, okul arkadaşları ve yakın dostlarıyla bir araya gelip sohbet etmeyi, hatıraları tazelemeyi çok seven merhum arkadaşım Mehmet Korkutalp’a Allah’tan rahmet, kederli ailesine başsağlığı ve sabırlar diliyorum. ‘58-59 yıllarıydı. Çelikspor’un kalesini koruyordum. Merkez Gençlikspor’la iddialı bir maç yapıyorduk. Maçın başından beri Merkez Gençliksporlu taraftarlar, her rakip takım seyircisi gibi beni kızdırmaya çalışıyorlardı. Ama içlerinden biri vardı ki, beni hakikaten deli etti. Bir an için maçı unutup çocuğun üzerine doğru koşmaya başladım. Stadın dışına atladığını görünce, ben de stat dışına çıktım. Bir de baktım ki beni kızdıran çocuk, ayağını tutarak yerde kıvranıyordu. Tüm kızgınlığım bir anda geçti. 3 Denizli’den Yetişen Değerler Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN 11 Aralık 1956 (19 yaşında iken) " Bizim, edebî eserlerde “teklifsiz üslûp” adını verdiğimiz “senli-benli” konuşma tarzı çerçevesinde sözleriyle bütünleşen sıcakkanlı, sevecen tavırları ile hemen herkesle kolayca diyalog kurmayı iyi bilirdi. Son derece aktif, dinamik, hani neredeyse yerinde duramayan canlı yapısına karşılık, son derece hassas, duygulu ve hatta -pek belli etmemesine rağmen yerine göre alıngan bir yapısı ve eserlerine de yansıyan hayli zengin bir iç dünyası vardı. 4 9 Şubat 1937’de Denizli’nin Acıpayam ilçesinin Oğuz köyünde dünyaya gelen ve 15 Haziran 1999’da İstanbul’da, 62 yaşında aramızdan ayrılan gazeteci, şair ve yazar dostum Tahir Kutsi Makal, kendine has özellikleri olan hayli renkli diyebileceğimiz bir kişilik yapısına sahipti. Öykü Ödülü’nü kazanan merhum Tahir Kutsi Makal’a, Malatya İnönü Üniversitesi tarafından da “Fahri Doktora” unvanı verilmiş idi. Ne zaman karşılaşsak, bana takılmaktan kendini alamayan Tahir Kutsi Bey, bu Fahri Doktora sonrası Ankara’da bir araya geldiğimizde: Bizim, edebî eserlerde “teklifsiz üslûp” adını verdiğimiz “senli-benli” konuşma tarzı çerçevesinde sözleriyle bütünleşen sıcakkanlı, sevecen tavırları ile hemen herkesle kolayca diyalog kurmayı iyi bilirdi. Son derece aktif, dinamik, hani neredeyse yerinde duramayan canlı yapısına karşılık, son derece hassas, duygulu ve hatta -pek belli etmemesine rağmen-yerine göre alıngan bir yapısı ve eserlerine de yansıyan hayli zengin bir iç dünyası vardı. Önder Bey, ben de hoca sınıfına girdim sayılır, değil mi? diye duyduğu büyük memnuniyeti dile getirmişti. Lise öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’da gazetecilik öğrenimi gören Tahir Kutsi Bey’in; daha sonra Tan, Dünya, Vatan, Ekspres, Tasvir, Son Havadis, Ortadoğu, Güneş, Sabah gibi gazetelerde çalıştığını biliyorum. Başta, kendisinin çıkardığı “Tarla” olmak üzere, çeşitli dergilerde de yazıları çıkmıştı. 1962’de Yılın Gazetecisi Ödülü’nün sahibi olmuş ve ayrıca şiir, hikâye, roman, araştırma dallarında kitaplar kaleme almıştı. “Kamyon” adlı eseriyle Peyami Safa Roman Ödülü’nü kazanmış ve daha sonra bu romanının filmi de çekilmişti. Hayli yankı uyandıran bu eseri dolayısıyla biz edebiyatçı meslektaşları arasında adı her anıldığında, “bizim kamyoncu (!) Tahir Kutsi Bey” denilmesi, neredeyse alışkanlık hâlini almıştı. Kendisinin de bunu her işittiğinde büyük mutluluk ve gurur duyduğunu iyi hatırlıyorum. “Karadon” adını taşıyan hikâye kitabıyla da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 1957 yılından itibaren yayımlanmaya başlayan eserleri, kronolojik çerçevede sırasıyla şunlardır: 1. Fakir İşi (Şiirler - 1957) 2. İçgöç (Röportajlar – 1964) 3. Acı Yol (Röportajlar - 1964) 4. Köylü Gözüyle Avrupa (Gezi 1965) 5. Anadolu'da Türk Mührü (1971) 6. Meydan Dayağı (Roman - 1977) 7. Delitay (Öyküler - 1982) 8. Kamyon (Roman - 1979) 9. Al Kırbayı Eline (Günlük Gazete Fıkraları - 1978) 10. Benim Benim O Benim (Aktüel İnceleme - 1987) 11. Karadon (Öyküler - 1987) 12. Babanız Yine Aşık Çocuklar (Şiirler - 1987) 13. Öpkü (Şiirler - 1997) Edebiyat çalışmalarında Halk Edebiyatı’nın ayrı, özel ve önemli bir yeri olan Tahir Kutsi Makal’ın kitap halinde çıkmış bulunan “Aşık Veysel”, “Zaralı Aşık Adem”, “Karacaoğlan”, “Dadaloğlu”, “Türk Halk Şiiri (Antoloji)”, “Aşıklar Şöleni (Çağ- daş Ozanlar Antolojisi)”, “Sahte Ozanlar”, “Köroğlu”, “Aşık Hasan Dede”, “Halkbilim ve Edebiyat”, “Geçmişten Geleceğe” adını taşıyan ve edebiyat tarihimiz açısından önemli sayılan derlemeleri ile ilgi çekici tespitleri de vardır. Nitekim bir örnek olmak üzere, 1997’de İstanbul’da yayımlanan “Anadolu’da Türk Mührü” adlı eserinde, “Türkçenin Zenginliği” ve “Anadolu Birliği” konuları ile “Yunus Emre’yi Yaşatan Toprak” başlığı etrafında şu ilgi uyandırıcı ve dikkat çekici görüşlere yer verdiği görülmektedir: “Türk dili zengin dildi. İnsanların birbiriyle anlaşmasını sağlayacak ölçüde olduğu gibi edebiyat dili olarak da zengindi. Ozanlar, yazarlar, duygu ve düşüncelerini Türkçe ile çok güzel anlatabiliyorlardı. Halkın ortak yapımı halk hikâyeleri Türkçe ile renkleniyordu. Türkçe yüksek anlatma yeteneğine sahip bir dildi. Üstelik bu durum ispatlanmıştı da. Ve bu ispatlama yıllar önce yapılmıştı. Kaşgarlı Mahmut, ikiyüz yıl önce Türkçe’nin öteki dillerden aşağı kalır yönü olmadığını “Divan ü Lügat-it Türk” isimli eserinde savunmuştu, görüşünü kabul ettirmişti. (…) Anadolu bütün cepheleriyle Türk olmalıydı. Türklüğün güçlü olarak uzun yıllar yaşayabilmesi için TARİH BİRLİĞİ, KADER BİRLİĞİ, DİN BİRLİĞİ, BAYRAK BİRLİĞİ içinde bulunması gerekiyordu. Bunlardan da önce DİL BİRLİĞİ önemliydi ve Türk yurdunun her yerinde Türkçe konuşulmalıydı. Başkentte, sarayda aydınlar; öteki kentlerde, okumuş olanlar ve halk, kendi dilini söylemeliydi. Ozanlar (Edebiyat dilidir) diye Farsça’yı, hocalar (Din dilidir) diyerek Arapça’yı kullanmaktan vazgeçmeli, Karamanoğlu Mehmet Bey’in deyimiyle ( DİVANDA, DERGÂHTA, BARGÂHTA TÜRKÇE KONUŞULMALIYDI. DİL BİRLİĞİ OLMALIYDI. BİRLİK İÇİNDE OLAN MİLLET ÇÖKMEZDİ, YIKILMAZDI, DAĞILMAZDI… 5 ral” vermek için Türkçe hitap ediyorlardı. BABANIZ YİNE ĀŞIK, ÇOCUKLAR! Yunus aşk oduyla yanmıştı. Yunus’un aşkı gönüllerde, şiirleri ellerde ve dillerdeydi. Düz şiir olarak dillerde, ‘İlâhi’ olarak dillerdeydi. Her yerde Yunus konuşuluyor, her yerde Yunus konuşuyordu. Yunus, gönüllerde korku yerine sevgi ve saygı yerleştirmek istiyordu.” Babanız yine āşık çocuklar!, Sahip olduğu bu görüşler çerçevesinde hep sevmeyi, sevilmeyi isteyen merhum Tahir Kutsi Bey’le, bir toplantı sonrası Kültür Bakanlığı’nda ayaküstü sohbet ediyorduk. O arada: Gene sevdim ve gene âşık oldum be Önder Bey hemşehrim; gönül bu, bir türlü doymak nedir bilmiyor… dedi. Türkler düzenli, yerleşik yaşadıkları sürece medeniyette de önde gitmişlerdi. Uygurlar matbaanın ilk mucidi idiler. Karahanlılar odundan kâğıt yapmasını biliyorlardı. İpek işlemeciliği ve dokumacılıkta Türkler çok ileriydi. Çalışanların, kadının sosyal hakkı o devirlerde hiçbir ülkede yokken, Türk Anadolu’ da vardı. İlk grevi, Ankaralı, Kastamonulu Türk dokumacı kadınları yapmıştı. Çok eski devirlerden beri Türkler, kendilerine özgü mimari tarzına sahiptiler. Türk’ün akıncı ruhu, Anadolu’yu baştanbaşa fethederken, yapıcı ruhu da Anadolu’nun fethedilen her yerini kervansaraylar, hanlar, hamamlar, camiiler, medreseler, şifahanelerle donatıyordu. (…) Yunus Emre, Anadolu’da taze kan idi. Türk Halk Edebiyatı geleneğine çok değerli şiirleriyle önemli katkıda bulunuyordu. Dili işliyor, canlı kalmasını sağlıyordu. Yunus Emre Türk halkının yıllar yılı özlediğini getirmişti. Kendi dilinin güzelliğini, verimliliğini, her kavrama Türkçe’ de karşılık bulunduğunu görmüştü halk. Başlangıcından bugüne, halk içinde bir sözlü edebiyat vardı. Masallar, efsaneler, destanlar, hikâyeler vardı. Düğünde, dernekte Türkçe söyleniyordu. Hattâ, devletin resmi dilinin Farsça olmasına karşılık; sultanlar, ordusunun başına geçince Türkçe konuşmak durumunda kalıyorlardı. Asker, halktan derlenmiş oluyordu çünkü ve Türk ordusunda Türkçe geçerli oluyordu. Alpaslan’ın ordusuna hitabı Türkçe olmuştu, ondan sonra gelen Selçuklu sultanları, Anadolu’da kaleler fethine giderlerken, Haçlı Savaşları’nda ordularına “mo- 6 Yüzünün gülüşü ondan, Erken gelişi ondan. Ve bu sefer iş berbat! Babanız yine āşık çocuklar! Aşksızlığı kaldırın mezara, Şiirin bini bir para gayrı, Türkünün bini bir para, Cıvıl cıvıl kuş sesleri balkonda, Evde cıvıl cıvıl çocuk kahkahaları, Derim ki, bu sevgide etmeli sebat. Babanız yine āşık çocuklar! Benim, hayretle: Babanız yine āşık çocuklar! -Yaa!... Nasıl oldu bu iş? demem üzerine: Mahzūn duruş çoğaldı, - Dur sana, bununla ilgili olarak, çocuklarıma hitaben yazdığım şu şiiri okuyayım; çünkü, işin bütün hikâyesi burada… diyerek, baştan sona şu mısraları okudu Gazetecilik yılları Kalbde vuruş çoğaldı; Son resmi de yırtıver, at; Babanız yine āşık çocuklar! Duyurmayın ananıza, utanırım; Dövüş-kavga çıkarır, onu iyi tanırım. Sizi asar, beni keser, surat asar, surat! Azar köftesi gelir sofraya, surat çorbası konur… Bırakın, yüzüm gülsün, ne olur! Bırakın, erken öleyim… Duyurmayın ananıza, utanırım; Babanız yine āşık çocuklar! Nihayet, 1990’lı yıllarda, 19. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden Edgar Allan Poe’nun ülkemizde çok tanınmış ve sevilmiş olan “Annabell Lee” adlı, yarım kalmış bir aşkın hikâyesi olan derin anlamlı ünlü şiirini de âdeta kendisiyle özdeşleştirmişti. 1992’de bir grup dostuyla gittiği Amerika seyahati dönüşü, bununla ilgili olarak santimantal (aşırı duygulu) bir çizgide şunları söylemişti: “Bana göre, dünyanın en güzel kızlarının başında Annabel Lee gelir. Çünkü o milyonlarca gönülde yer etmiştir. Milyonlarca gencin sevgilisi olmuş, hatta rüyâlarına bile girmiştir. Onu ölümsüzleştiren Edgar Allan Poe adlı Amerikalı şairin yüreği olmuştur. Çoğu şair, yazar gibi sevdiği bu güzel kızın hayata çok erken veda etmesi üzerine kendini aşırı derecede içkiye kaptıran ve nihayet genç yaşında çıldırarak ölen şairin bu anlamlı şiiri şöyledir: ANNABEL LEE Seneler,seneler evveldi; Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz İsmi Annabel Lee; Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten Sevmekden başka beni. O çocuk, ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi, Sevdalı değil, karasevdalıydık, Ben ve Annabel Lee; Göklerde uçan melekler bile Kıskanırdı bizi. Bir gün işte bu yüzden göze geldi, O deniz ülkesinde, Üşüdü rüzgârından bir bulutun Güzelim Annabel Lee; Son resimlerinden biri Koyup gittiler beni, Mezarı ordadır şimdi, O deniz ülkesinde. Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskandı bizi, Evet! Bu yüzden şahidimdir herkes Ve o deniz ülkesi Bir gece bulutun rüzgârından Üşüdü gitti Annabel Lee… Sevdadan yana, kim olursa olsun, Yaşça başca ileri Geçemezlerdi bizi; Ne yedi kat gökdeki melekler, Ne deniz dibi cinleri, Hiçbiri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee. Ay gelip ışır hayâlin erişir, Güzelim Annabel Lee; Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar, Güzelim Annabel Lee; Orda gecelerim, uzanır beklerim Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim O azgın sahildeki, Yattığın yerde seni.” Bıraktığı güzel ismi, duygu yüklü tavırları ve eserleri ile daima saygıyla anılacak olan gönül ve sevgi insanı dostum, hemşehrim gazeteci, şair ve yazar Tahir Kutsi Makal Bey’e bu vesileyle rahmetler diliyorum. Nur içinde yatsın! Bana göre, dünyanın en güzel kızlarının başında Annabel Lee gelir. Çünkü o milyonlarca gönülde yer etmiştir. Milyonlarca gencin sevgilisi olmuş, hatta rüyâlarına bile girmiştir. Onu ölümsüzleştiren Edgar Allan Poe adlı Amerikalı şairin yüreği olmuştur. 7 DENİZLİ’DE BİR İNGİLİZ KADIN AJAN GERTRUDE BELL Mustafa Celalettin HOCAOĞLU Süleyman Demirel Üniversitesi Araştırma Görevlisi 1907’deki Batı Anadolu gezisinin uğrak noktası olan Denizli’de Gertrude Bell, Goncalı, Pamukkale ve Laodikya izlenimlerini çektiği fotoğraflar eşiliğinde yazılarında paylaşır. Laodikya’nın çok iyi durumda olan harabelerinden etkilenir ve Pamukkale’deki kalkerli suyun akışını çok ilginç bulurken yöre insanların perişan hâli dikkatini çeker. 8 I. Dünya Savaşı’nda, bazı Arap aşiretlerinin, Osmanlı Devleti aleyhine, İngiltere ile müttefik olmalarını sağlayan ve Irak’ın kurulması için mücadele eden Gertrude Margaret Lowthian Bell (1868-1926), 1907 yılının bahar aylarında, Batı Anadolu’yu ziyaret etmiştir. İzmir, Aydın üzerinden Denizli’ye gelen Bell, buradan Isparta’ya geçmiştir. Ömrünü, devletinin menfaatleri uğrunda, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya adayan Bell, ileride kendisine lazım olacak verileri, bu seyahatleri esnasında toplamıştır. Oldukça ayrıntılı olan mektup ve günlükleri, 1907 yılı Türkiye’si hakkında, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel kıymetli bilgiler içerir. New Castle Durham kökenli, demir çelik üreticisi ve tüccarı, oldukça zengin bir aileye mensup olan Gertrude Bell, Oxford Üniversitesinin Modern Tarih bölümünü birincilikle bitirdikten sonra, 1893-1899 yılları arasında Avrupa’yı gezmiş, 1899’dan 1914 yılına kadar da Anadolu ve Arap topraklarını gezmiştir. Gertrude Bell’in bu uzun gezilerde temas kurduğu Arap aşiretleri ve şeyhlerinden isyana elverişli olacakları tespit edip, zamanı geldiğinde bunları harekete geçirecek ve 1915’den öldüğü 1926 yılına kadar da Irak’ta yaşayacaktır. 27 Mart 1907’de Londra’dan yola çıkan Gertrude Bell Fransa ve Yunanistan üzerinden 2 Nisan günü İzmir’e geldiğinde kendisini Aydın, Denizli üzerinde Dinar’a kadar uzanan demiryolları imtiyazının sahibi olan Mr. Barfield ve Mr Whittall’lar karşılamışlardır. Karşılama heyetinde bunlardan başka 1905 Ortadoğu gezisinde tanıştığı ve bundan sonraki gezilerinin vazgeçilmez elemanı olan Türkçe ve Arapça’da bilen Halep Ermenisi Fattuh da vardır. Bell’in bu gezisinde esasen ulaşmak istediği hedef Ramsay ile beraber kazı yapacakları Konya’dır. Gerekli bürokratik işlem ve izinler bir başka Levanten ailesi Van Lennep’ler tarafında halledilmiştir. Pamukkale öğle yemeği ve dinlenmek için durmak zorunda kaldıklarında, mutlaka mola süresini de belirtmektedir. Bu konudaki hassasiyeti, 22 Nisan 1907 Pazartesi tarihli günlüğünde “Saat 4’de kalkıp 5.15’de yola çıktık. Güzel bir sabah. Geire Aphrodisias’a gitmek için, yol üzerinde bulunan kahvelerde verdiğimiz 20 ve 14 dakikalık iki mola ile tam 7 saat yol aldık” cümleleri ile de açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bell, 23 Nisan günü önemli bir kavşak noktası olan Goncalı’ya ulaşıp burada, İzmir’de daha önce görüştüğü Mr. Barfield, kızları ve Spencer Wilkinson ile buluşup, Laodikya harabelerini gezmişlerdir. Laodikya harabelerini “çok iyi durumda bir stadyum, gimnasyum ve hamamlar, çok geniş iki tiyatro” şeklinde betimlemiştir. 24 Nisan gününü Hierapolis-Pamukkale’de geçiren Bell, Denizli’de kaldığı hancının at pazarlığını bozması nedeniyle yeniden at temin etmek zorunda kalmış ve güvenliği için verilen iki zaptiye ile sabah saat altıda kiraladığı her bir at için ½ mecidiye ödeyerek Pamukkale’ye hareket etmiştir. Denizli’den atlarla beş buçuk saatte ulaştıkları Pamukkale’yi “kayaların üstünden kalkerli suyun akışı çok ilginç, aşağısında da bir Yörük köyü var” şeklinde betimlemiştir. Ertesi gün rahatsızlanınca, gitmek istediği Honaz’a (Colossae) gidemeyip demiryolu ile Dinar’a geçerek “Rum bir iyilik perisi” olarak nitelediği Marigo Cubic tarafından işletilen küçük bir handa gecelemiştir. Yolculuğuna Keçiborlu, Burdur, Ağlasun, Isparta, Yalvaç, Karaağaç üzerinden Konya’ya doğru devam etmiştir. 9 Nisan gününe kadar İzmir ve civarını gezen Bell’in dikkatini en çok çeken husus bölgede yaşayan Türklerin perişan hali, Çerkeslerden “herkesin bıkmış olması” ve Levantenlerin Avrupa standartlarının bile üzerinde olan yaşam şartlarıdır. Dinar’dan Eğirdir’e uzanması planlanan demiryolunun muhtemelen çeliğini babası üreteceğinden bu yol imtiyazı ile yakından ilgilenmektedir. Zaman tanzimine çok önem veren Bell, gezisi boyunca hemen hemen her sabah saat 4 sularında kalkmakta ve mutlaka kahvaltısını etmiş olarak, beş buçuk, altı gibi yola çıkmaktadır. Mesafeler arası uzaklığı zaman olarak mutlaka ölçmekte, Hierapolis Nekropol 9 DENİZLİ'YE GÖNÜL VERENLER Dr. Metin TÜRKTAŞ - Sema YILMAZTÜRK Değerli okurlarımız, Dergimizin 41. Sayısında Denizlili kadınların yapmış oldukları sivil toplum çalışmalarına yer verdik. Toplumun işleyişindeki rolünün önemini çok iyi bildiğimiz kadınların, sosyal sorunlarla nasıl baş ettiklerini, nasıl bir araya gelerek problem çözdüklerini büyük bir gururla kendilerinden dinledik ve sizlerle paylaştık. Uzunca bir süredir de Denizlimize gönülden hizmet eden, engin bilgi ve tecrübeye sahip değerli büyüklerimizle, ağabeylerimizle yaptıkları çalışmaları konuşmak ve kayda geçirmek amacıyla bir araya gelmek istemekteydik. Farklı tarihlerde yaptığımız sohbet buluşmaları ile bunu gerçekleştirme fırsatını yakaladık. Bu toplantılara Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Ali Abalıoğlu ve Başkan Yardımcısı İsmet Abalıoğlu, Dergi Yayın Kurulundan; Prof. Dr. Önder Göçgün, Prof. Dr. Süleyman İnan, Dr. Metin Türktaş, Öğr. Gör. Şerif Kutludağ ve Faruk İnceoğlu katıldılar. Gördük ki katılımcıların söyleyecekleri çok şey vardı; Türkiye’ye örnek olabilecek kurumların kuruluş aşamalarını ve yaşadıkları zorlukları, geçmişte kalan unutulmaya yüz tutmuş anılarını, Denizli'mizin örf ve adetlerini 1950’li 60’lı yıllardan başlayarak kendilerinden dinledik. Geçmiş, bir film şeridi gibi gözlerimizin önünde canlanırken kimi zaman duygulandık, hüzünlendik; kimi zaman keyiflendik, gülümsedik. 26 Haziran 2014 ve 9 Ocak 2015 tarihlerinde Abalıoğlu Holding’te gerçekleşen toplantılara katılan değerli büyüklerimize(alfabetik sırayla); Ali Cillov, Bekir Urganlıoğlu, Faruk İnceoğlu, Fuat Özen, Hasan Himmetli, Kazım Aslan, Mehmet Ünal, Mesut Aygören, Metin Saydal, Musa Kazım Manasır, Nihat Kömürcüoğlu, Salih Bozbay, Yurdal Danışman, Yüksel Kaşıkçı ve Yüksel Kasapsaraçoğlu’na çok teşekkür ediyoruz. Bir çalışması sebebiyle Denizli’de bulunduğu sırada, toplantımıza katılan Cengiz Bektaş’a da teşekkürlerimizi sunuyoruz. Merhum Atilla Sayıner’i saygı ve özlemle anarken, vefatından kısa bir süre önce yaptığımız görüşmeyi sizlerle paylaşıyoruz. 10 tüm Sayıner'leri topladı. Çünkü bizim ailenin bir kısmı eczacı, bir kısmı doktordur. Şehrin bir parkına Abdullah Sayıner’ in heykelini diktiler. ATİLLA SAYINER Doğum yerim olan Buldan’da kendimi bildiğimde hatırlarım, babamın eski püskü eczanesinin önünde 4 tane bayrak sallanıyordu. Bir tanesi Türk bayrağı, diğerleri hayır derneklerinin bayraklarıydı; Çocuk Esirgeme Kurumu Bayrağı, Kızılay Bayrağı ve Verem Savaş Derneği Bayrağı... Bunların neden burada olduklarını sorduğumda babam hepsinin yönetiminde olduğunu anlatmıştı. Kira vermemeleri için, babamın eczanesi bu derneklerin merkeziydi. Bu kadar hayır işlerinin içindeydi bizim aile. Ben tek çocuktum, ablam varmış, ölmüş. Annem de ben üç yaşındayken vefat etmiş. Babam tekrar evlenmiş. Çok iyi bir üvey annem vardı. 97 yaşında vefat etti ve vefatına kadar çocuklarımla beraber ona çok iyi baktık. Çünkü o da babama çok iyi baktı., bana da üvey analık yapmadı. Amcam Doktor Abdullah Sayıner de Buldanlılara önderlik etmiş, hastane yaptırmış. Aslında cebinde parası olan zengin bir adam değil ama Buldan’da çok tüberküloz yani verem hastası bulunuyor. Zamanında iplikle haşılla uğraşıyorlar, boyadaki kimyasal maddeler nedeniyle illa ki burada verem hastanesi yapılsın iddiasında bulunmuş. Devlet de katkıda bulunmamış o zaman. Ben bunu halkla hatta köylülerle beraber yaparım demiş, 22 sene mücadele ederek şimdiki eseri meydana getirmişler. İsmi de Abdullah Sayıner Göğüs Hastalıkları Hastanesi konmuş. 1956 yılında zamanın başbakanı Adnan Menderes gelip hastanenin açılışını yapmış. Buldanlıların hemen hemen hepsinin alın teri, tırnak izi, emeği vardır. Orası Buldanlıların gözünde bir hastane değil, bir abidedir, imecenin bir eseridir. Ama son zamanlarda devlet sahip çıkmıştır. Gecen sene belediye bir kadirşinaslık örneği gösterdi, ailemizi davet etti, Yetiştirme Yurdunun Kuruluşu Üniversite tahsili için İstanbul’a gittiğimde dernekçilik, sosyal faaliyetler ateşi içimde vardı benim.... Hemen Talebe Cemiyeti’nin Yönetim Kurulu’na girdim. Aslında ilk sene almazlar öğrencileri ama beni aldılar, bendeki ışığı görmüşler. 1951 senesinden itibaren Talebe Cemiyeti’nin Yönetim Kurulu’nda 4 sene çalıştım. Çok şey öğrendim bu sırada; ama üç kişinin benim hayatım için çok değerli olduğunu anladım: Bir tanesi ilkokul hocam Zeki Ülkü. Bize o kadar büyük ilim, irfan, görgü, ders, öğretti ki hiçbir sıkıntım olmadı tahsil hayatım boyunca. İkinci kişi bana pek çok şeyi öğreten hayat bilgisi veren, eczacılığı veren Rum asıllı Menaleuse Zamboug. Üçüncü kişi de babamdır. Bana çok şey öğrettiği gibi bütün kapıları da açan büyük bir soyad verdi bana. Babam fakir bir eczacıydı, bir sürü zorluklarla tahsil yaptım ama o Sayıner soyadı bana hayat boyunca itibar kazandırmıştır. Hâla daha iftihar ediyorum, bu üç kişinin ayağını iftihar ederek öperim. Talebelikten sonra Denizli’ye geldim. Merkezde altı tane eczane vardı, hepsi iyi eczaneler. Bayramyeri’nde yedinci eczaneyi ben açtım şimdi Bayramyeri Eczanesi adını taşıyor. Bunlar arasında barınmak kolay bir şey değildi. Ama ben Sayıner soyadı taşıyordum. Eczacılık camiası -depolar, imalatçılar- bizim soyadımızı babamdan dolayı biliyordu. Babam düzgün çalışan bir adamdı. Ama Denizli tanımıyordu. Denizli’de eczaneyi açtığımda parasızlık içindeydim. Ama harıl harıl para kazanmaya başladık. O güne kadar maddi açıdan sıkıntılar içinde büyüyen bir çocuktum. Ama birkaç sene böyle verimli güzel çalışıp, üç beş kuruş da kazandıktan sonra Denizli’de devamlı vergi listesinde ilk 10’a girmeye başladım. O günün, nur içinde yatsın, defterdarı Emin Sibel, bana haber gönderdi “Gelsin konuşalım” diye. Benim gibi üst kademede vergi ödeyenleri de davet etmiş, sonradan öğrendim. Emin Sibel’in makamında toplandığımızda hepimiz endişeliydik. “Neden çağırdığımı biliyor musunuz?” dedi. Ben hemen öncülük yaptım oradakilere “Defterdar Bey, biz çok iyi vergi veriyoruz yani neden buraya çağırıldığımızı anlayamadım” dedim. “Hayır hayır” dedi. “Vergi verdiğinizi ben biliyorum ama vergi vermek kâfi değil” dedi. “Bu memlekette Denizli’de sosyal faaliyet olarak yapılması gereken çok şey var. Ben sizlerin bu işlere girmenizi istiyorum.” dedi. Tabi rahatladık ama bir taraftan da tereddüt ettik neler yapacağımız konusunda. Ben daha önce cemiyetçilikten, dernekçilikten geldiğim için biraz daha rahattım. Ama arkadaşlarımın tereddütle baktığını hissediyordum. Mesela “Kimsesiz çocuklar yurdunu gidip gördünüz mü?” Hiçbirimiz görmemişiz. “Fırka bahçesinin arkasındaki bir okulun zemin katında çocuklar dizlerine kadar lastik çizmelerle yaşıyorlar suyun içinde, gidin görün mutlaka. Yetim ve Acizleri Koruma Derneği var, ama o da yeterli olamıyor. İşte bu derneği canlandırın. Onları o suyun içinden kurtarın.” dedi. Yetim ve Acizleri Koruma Derneği 1960’da kurulmuş. Onların kurucuları içinde zamanında Denizli’nin önemli isimlerinden İsmail Tütüncüoğlu, Rıfat Uysal gibi kişiler var ve bizi çağırdığı sene de aşağı yukarı 63, 65 yılları. Hakikaten gittik ki durum yürekler acısı; yaklaşık 100 tane kimsesiz çocuk çizmelerle yatıp kalkıyorlar. Zamanın valisi Durakoğlu el attı bu işe, bizler de dernek olarak destek çıktık. Son hali Pamukkale yolundaki hali ama ondan bir evvel Pelitlibağ’daydı. O büyük tesislerin yapılmasında bizim derneğimizin çok büyük katkıları oldu. Görev yapan Denizli valilerinin içinde bence en fazla başarılı olan Münir Güney’dir. Oradaki 300’den fazla çocuğun teker teker isimlerini bilirdi Münir Güney. Derneğimizin ve devletin katkılarıyla o müthiş eser meydana getirildi ve Türkiye’de olmayan atölyeler kuruldu. Marangoz atölyesi, ayakkabı atölyesi daha bunun gibi zanaatkâr yetiştiren tesisler kuruldu yurdun içinde. Çünkü 18 yaşından sonra çocuklar o yurttan çıkarılıyorlardı yaşı icabı. Ama böyle zanaat öğrendikleri için piyasada kapışılır hale geldiler. Zamanın cumhurbaşkanı gelip yurdu ziyaret ettiğinde bütün Türkiye’deki yetiştirme yurtlarının müdürlerinin gelip bu düzeni görmeleri ve uygulamaları talimatını verdi. Türkiye’ye yayıldı bu sistem. Yani zanaat öğretme fikrinde derneğin öncülüğü oldu. Biz onlara devletin veremediği, prosedürün uygun olmadığı şeyleri temin ediyorduk dernek olarak. Ama bununla beraber o güne kadar Denizli’de dernekçilik maalesef etkin değildi, çok güvenli değildi. Yani daha çok cami yaptırma derneği, çeşme yaptırma derneği, okul aile birliği derneği şeklindeydi çalışmalar. Yetim ve Acizler Derneği o kadar büyük başarı gösterdi ki ondan sonra; huzur evinin yapımı, festivallerin organizasyonu, Denizli’ye çok kıymetli Kenterler, Genco Erkal gibi tiyatroların getirilmesi gibi çalışmalar yapmıştır. Yetim ve Acizler Derneği Türkiye’de meşhur 11 oldu sanatçılar tarafından; “Eğer o dernek organize ediyorsa gideriz" diyorlardı ve geliyorlardı. Yanan sosyal sigortalar binasındaki o güzel sahne, o sinema binamız tiyatroların, konserlerin olmasında bize büyük bir avantaj sağlamıştır. Zamanın belediye başkanları da çok yardımcı olmuştur derneğimize. Denizlispor’un Kuruluşu Denizlispor’un kuruluşu 66 senesinde oldu. Denizlispor'u kurduk, ikinci başkanı oldum. Samim Abi'yi, başkan yaptık, doktordu. Bir numara oradan geliyor. Ama her şey benim üzerimde; bütün yük, kuruculuk vs... Denizlispor’un kurulması da başlı başına bir olaydır. Bütün Türkiye’de spor kulüpleri kurulurken Denizlispor’un da kurulması lazımdı. Ankara’dan Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak, eski bir milli basketçi olan valimiz Nezih Okuş’a Denizlispor’un kurulması talimatını verdi. O da bizleri yakaladı, ben de Çelik Yeşil Spor'un başkanıydım. Spor alanında pek çok çalışmam oldu benim; futbol işlerinde bulundum, hakem kurulu başkanlığı yaptım, Ankara federasyon temsilciliği yaptım, güreş federasyonu temsilciliği yaptım. Güreş Federasyonu Bölge Müdürümüz Yakup Ünel ile çok iyi anlaşıyorduk. Bütün güreşçilerin yetişmesinde bizim de katkılarımız oldu. Mesela; Hasan Güngör, Bayram Şit dünya şampiyonları oldular. Maratoncular vardı. Bütün bu spor mevzularında büyük katkıları olan futbol değil bakın, spor ve katkıları. Bir spor tesisine adının verilmesinin gerektiğini Vali Beye ısrarla belirttim. Yakup Ünel isminde muhakkak suretle bir spor tesisi… Ama onun bir kabahati vardı, Halk Partili idi. Denizlispor’un kuruluşu 1966 yılıdır ama asıl 1915’te kurulmuştur Denizlispor. O zaman sadece futbol değil spor kulübü olarak kuruluyor. Sporun gelişmesi için Osmanlı zamanında emir verilmiş Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe sırasıyla kurulmuş; 1903, 1905, 1907... Anadolu’ya yayılsın diye Trabzon İdman Gücü kurulmuş, Denizli İdman Gücü kurulmuş. Esasını, kulübünü, kayıtlarını değiştirmeden zamanla ismini değiştirmiş Denizlispor olmuş ve 1966’da Denizlispor, Pamukkale Spor, Çelik Yeşil Sporun üçünü birleştirip bir tane Denizlispor'u kurduk. Aslı Denizli İdman Gücü’dür ve 1915’te kurulmuştur. Önder Göçgün’ün babasından da kalan elimizdeki birçok belge ile bunu ispat edip, 2015 yılında kuruluşunun 100. Yılını Belediye Başkanlığının himayelerinde ve Denizlispor’u sevenlerin de katkılarıyla muhteşem bir törenle Denizli’de kutlamak istiyoruz. Vali Bey ile konuştum o da gayet olumlu karşıladı ‘’elimizden geleni 12 yaparız’’ dedi. Denizlispor’un bana en büyük faydası spor yapma alışkanlığı kazanmam oldu. 1. Antrenörümüz Altan (Santepe) idi. O bizi koştururdu. Kum torbaları verirdi ağırlık taşımamız için. İkinci antrenörümüz Kadri (Aytaç) idi. Pinpon oynadık, pinpon müthiş bir spor. O sayede ben sağlığımı düzelttimŞimdi yoga, meditasyon yapıyorum, hafif kroslar yapıyorum, yüzüyorum bütün buna rağmen biraz göbeğim var. Huzurevi Huzurevi tamamen Vali Münir Güney’ in eseridir. Bizim dernek olarak satın aldığımız ve deve güreşiyle maddi kısmını takviye ettiğimiz çok değerli arsa üzerine Münir Güney sayesinde o eser yapılmıştır. Bütün döşenmesi ve mefruşatını da biz yapacağız diye devlete söz verdik. 100 küsur odanın döşemesini biz yaptık. Derneğimiz o kadar güzel çalıştı ki, hangi kapıya gitsek yardım istesek hiç çekinmeden destek veriyorlardı. Bu Denizli’nin güzel başarılarından bir tanesidir. Derneğin o dönemki üye listesine huzurevi kayıtlarından ulaşılabilir. Bulduğum her fırsatta huzurevine ziyarete giderim. Oradakilerin hayır duasını alıyorum, hepsi boynuma dolanır, biliyorlar, tanıyorlar beni. Denizli’ye kazandırdığımız güzel eserlerden bir tanesi bu. Yüksekokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği Yine Münir Güney zamanında yaptığımız en mühim işlerden bir tanesi de Yüksekokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ni kurmamızdır. Bu dernek Pamukkale Üniversitesi’nin nüvesini teşkil etti. Yüzlerce dönüm araziyi de Münir Güney üniversiteye tahsis etti. Dernek, bugünkü Pamukkale Üniversitesi’nin doğumu olmuştur. 9 Eylül Üniversitesi’ne bağlı bir fakülte olarak 40 kişiyle istasyon binasında çocuklar başladılar tedrisata. Ama düdük sesi ve kömür kokusundan rahatsız olan çocuklar itiraz ettiler, Vali Bey onlara milli kütüphaneyi tavsiye etti. 40. yılında da beni ve Münir Bey’i davet ettiler.Üniversitenin kuruluşunda görev alanlar; Musa Kazım Manasır, Yüksel Kaşıkçı, Fuat Dağdeviren’dir. Daha da vardı isimler ama şimdi hatırlayamadım. “Sosyal Hizmetlerde çalışmak çok ayrıcalıklı bir duygudur. Bir ülke görevidir. Bunu menfaat karşılığı olmadan yapmak değeri biçilmez bir haslettir. Her şeyi unutup bu denizde yüzerseniz işte o zaman bu dünyada yaşıyorum dersiniz.” Denizli’de İlk Televizyon Denizlilere ilk televizyonu seyrettiren bi- ziz. Şevket Karakurt’ la ikimiz, Çökelez Dağı’na çanak anten kurduk. O zaman siyah beyaz neşriyat yapılıyor Ankara’da. Herkesin evinde resmi bir verici yok. Fırtınalı günlerde jipe binip karın kışın içine girip devrilen o çanak anteni düzeltiyorduk. Eczacılık Eczacılık büyük bir zevkle çalıştığım mesleğimdir. Denizli’ye en sıkıntılı ilaç dönemlerinde dahi büyük hizmetler vererek hem eczacılık hizmetinde bulundum, hem bu sosyal faaliyetlerde bulundum o bakımından çok mutluyum. Denizli eczacılar odasının kurucularındanım, 1972 yılında kurduk. Odanın başkanlığını da yaptım. Ben Denizli'de eczacılığa başladığımda bir tek sanayi kuruluşu vardı. O da Sümerbank'tı. Başka bir şey yoktu. Bir de babamı getirdim Buldan’dan, ikinci eczaneyi açtım. Hastane caddesindeki Numune eczanesi de benim babamın eczanesiydi. 1959 yılında açmıştık, devrettim orayı Tevfik Sağlam’a. 1979 yılında İzmir’de Sayıner Eczanesini açtık. İki eczane üç çocuk büyütüyoruz, bu arada birçok şeyi yapıyordum, bunlar bizde bir bilgi oluşumu meydana getirdi. Her bilginin her tecrübenin insanı biraz daha olgunlaştırdığını fark ediyoruz. “Tecrübe; muhteşem bir zenginliktir, sermayedir, bilgi birikimidir. Onu gençlere aktarmak bir insanlık görevidir.’’ İşte bugün bütün konuşmalarımızı onun için yapıyoruz. Başımızdan geçen bu olayları anlatalım ki gençler bunlardan kendilerine bir pay çıkarsınlar, nasıl biz başkalarından öğrendik onlar da bizim yaptıklarımızı öğrensinler. Özel sektör tarafından ilk okulun yapılışı Münir Güney’in keşifleri sayesinde ilk ilkokulu Ahmet Nuri Özsoy yaptırdı. Ondan sonra Abalılar, Münir Kuyumcular, Özkardeşler, Kaynaklar... Kaynak benim komşumdu, ben gariban eczacıydım onun da gariban bakkal dükkânı vardı yanımda. Zamanla ikimiz de parladık, o beni geçti sonra. Ben itibar kazandım, zengin bir adam değilim ama bir zengin gibi yaşamasını bilen bir insanım. Dünyayı gezdim, ben böyle örnek oldum insanlara. Araştırarak en küçük maliyetle halletmeye çalıştım bol keseden değil. Dünyada gitmek, görmek istediğim bir tek yer kaldı; Kanada’da Vancouver. Orda Rocky Mountain denilen bir dağlar zinciri var, çok müthişmiş. Biraz yaşım biraz sağlığım gereği çekindim, gidemedim. Geçenlerde Münih’e gittim 5 gün kaldım görmemiştim Münih’i. En çok kütüphanesini beğendim Almanya’nın en büyük kütüphanesi Münih’te; 5 milyon kitap var. Ama önce cennet gibi Türkiyemizi gezmemiz görmemiz gerekiyor. İzmir’de yaşayıp Pamukkale’yi Afrodisyas’ı bilmeyen çok kişi var. 40 sene evvel, Çoşkun’ la yola çık- tık, benim arabamla gittik, 15 gün gezdik Türkiye’yi. Ne Tatvan’ı ne Ağrı’sı kaldı ama önce ülkemi öğrendim sonra bütün dünyayı bitirdim. Ondan kendimi çok mutlu hissediyorum. Denizli’ye geldiğimde daha önceki bilgilerime ilaveten feyz aldığım kişilerin başında; Raşit Özkardeş, Hacı Münir Kuyumcu bulunmaktadır. Bize akran olarak ta kazandıklarım Fuat Özen, Yüksel Kaşıkçı, Abdülgaffar Nemutlu, Şevket Karakurt, Coşkun Önen ve daha pek çok Denizlili hemşehrilerimiz. Gerek Denizli merkeziden gerekse Denizli dışından gelmiş arkadaşlarımızdan oluşan ekiplerimiz iddia ediyorum Türkiye genelinde bir numaralıdır. Türkiye’nin başka şehrinde bu kadar başarılı dernekçiliği bir şehre oturtan, güven kazanan, hem Denizlilerin hem de dıştaki Türkiyelilerin indinde büyük itibar kazanan başka var mıdır bilemiyorum. Hayatta en büyük hatam sigaraya alışmaktır. Toplam 20 sene içtim. Arada 5 sene 7 sene bıraktığım zamanlar oldu. O beni kurtarmış, zarar vermedi. Kesinlikle sigaraya hayır; hem eczacı olarak hem de içmiş birisi olarak söylüyorum bunu. En güzel zamanınızda bir sigara yakıyorsunuz, içiyorsunuz, keyif veriyor, işiniz bitiyor. Sigara içmediğiniz zaman ise dışarıdaki güzellikleri keşfediyorsunuz. Denizli’deki pek çok değerli aileyi takdir ederim. Denizli'nin insanı dürüst, şerefli ve çalışkandır. Şimdi gördüğüm nesil babalarını, dedelerini geçti. Çok daha güncelleşti, çok daha modernleşti, modern dünyaya ayak uydurdular. Bunların başında da ben Ali Bey’i ve İsmet’i (Abalıoğlu) gösteriyorum. Ali Bey ile İsmet Bey’i fevkalade takdir ediyorum. Her yerde anlatıyorum, örnek olarak veriyorum. Şahane işler yapıyorlar. İşte asıl zenginlik bu. Kuruluşundan iki sene sonra İzmir SEV Vakfı’nda yer aldım. Bir çocuk var, Mardin’den gelmiş. 30 yaşlarında, Çeşme’de benzin istasyonunda çalışıyor, adı Mehmet. Ben şimdi benzin almaya gidiyorum. Çağırıyorum “Mehmet! Nasılsın oğlum?” “İyi yanından görüyorum abi” diyor. Biz de her zaman iyi yanından görmeliyiz! Buldan Platformu Buldan’ın aşığıyım. Çünkü doğduğumdan yirmi yedinci yaşıma kadar Buldan’da yaşadım. Babamın eczanesi sebebi ile. Ancak talebe olarak gidiyorduk, geliyorduk. Yine Buldan’da kalıyorduk. Askere gidip geliyorduk, yine Buldan’da kalıyorduk, hep Buldan’la haşır neşirdik. Buldan’ın taşını, kuşunu, toprağını; Yayla Gölü’nden tut Tripolisine varıncaya kadar her yerini bilirim, hep beraber büyümüşüzdür. Yirmi yedi yaşından sonraki gerek Denizli gerek İzmir’deki yaşamımda her fırsatta Buldan özlemi çekmişimdir. Hep Buldan’ın etkisinde kalmışımdır. Oraya bir an önce gitmek istemişimdir. Hatta Buldan’da benim mezarım kazılı, yapılı, üzeri toprak örtülü tümsek olarak. Üzerine bir taş koyuverin yeter diyordum. O kadarcık yani. Bir taş koyuverin, üzerine “Atilla Sayıner” yazın kafii, başka bir şey istemiyorum. Ama bakıyorum son zamanda benim gibi Buldan özlemi çekenler çok. Zamanında Buldan’dan yokluk içinde ayrılmışlar, dışarıda kazanmışlar, sadece kazanç değil itibar kazanmışlar, büyük işler yapmışlar, bürokraside, sanayide, ticarette ve hariciyede görev almışlar… Bu arkadaşları bir araya getirip, Buldan’da bir platform oluşturalım, bunların tecrübelerinden yararlanalım düşüncesindeyiz. Bul- dan’ın çünkü gizli kalmış bir sürü hazineleri var. Buldan Yayla Gölü, kuş cenneti, Tripolis tarihi hazinesi, el sanatları, eski Buldan evleri var, yüzün üzerinde. Merkez Efendimiz var, Buldan Sarımahmutlu doğumlu. Ayrıca sularımız çok güzel, ekolojik tarıma çok müsait. Biz Buldan’ın değerlerini saydık, 37 madde çıktı. Bu 37 maddeyi işlemek için bir platform oluşturduk. 35 kişilik kurucular heyetimiz var. Ayrıca da 110 kişilik danışma konseyimiz var. Çünkü bu kurucular heyetine giremeyen bir sürü Buldan’lı dostumuz, kardeşimiz gönül koydular bize. “Biz neden yokuz?” diye. “Siz de, danışma konseyindesiniz.” dedik. Hanımlar kolu var, 20 kişilik. Gençler kolu var, o sonsuz. 100 de olur 500 de olur, hepsi Buldan’a hizmet edecek. Hazırda bunlar. Başdanışmanlar oluşturduk, Buldan’a hizmet verebilecek. Buldan’ı bilen, zamanın valilerini, maliyecilerini, sanayicilerini topladım. Şimdilik yedi tane başdanışmanımız var. Bunlar eski valilerimizden Münir Güney, İsmail İyilikçi, Şadan Gökovalı, Hurşit Şen, Cengiz Bektaş, Önder Göçgün. Valimiz, Denizli Belediye Başkanımız ve Rektörümüz fevkalade ilgi gösteriyorlar. Onlar da bizim doğal ve şeref üyemiz. Bütün Türkiye’deki ilçelere, bu bizim teşebbüsümüzü örnek olarak bildirmeyi istiyorlar. En başta turizm. El sanatları, çok ilerleyecek. Platformun ben onursal başkanıyım. Diğer arkadaşlarımız da kendilerine göre güzel görevleri var. Büyük bir huşu ve zevkle platformu devam ettireceğiz. Buldan Platformundaki sloganımız: “Toprağından oluştuğumuz, toprağı olacağımız sevgili Buldan’ımıza hizmet etmekten büyük onur duyuyoruz.” İzmir Denizlililer Derneği’nde kurucu idim. İzmir Buldanlılar Derneği’nde kurucu değildim ama ilgilendim. Kendime olan güven duygum çok yüksek. Hiçbir zaman kendime limit koymadım. Azimle, hırsla ayakta kalmaya çalıştım. İnsanları tanımayı, dostluk kurmayı çok seviyorum. Belki de sağlığımı, neşemi, uzun yaşamamı bunlara borçluyum. Sporla her zaman bütünleştim. Dünyanın, doğanın, dost insanların hayranı oldum. Dünyanın en güzel şehirleri neresi derseniz; Buldan, İzmir, İstanbul, Çeşme’dir. Bu da memleket sevgisinden geliyor yani. “Hayat; daima yeni limanlara açılacak bir rıhtım sunar insanlara. Yeter ki, irade ve umut yaşam boyunca var olsun.” 13 sarraflar, beyaz eşya, halıcı, bakkaliye, pazarcılar, bakırcılar, züccaciye ve kahvecilerden oluşan sektörler bulunmaktadır. Alt gelir ve orta gelir grubuna hitap eden işyeri sayısı % 60’lardadır. Denizli merkez ve Denizli’ye komşu olan illerin yakın olması dolayısı ile ilçelerin de katılımıyla büyük bir müşteri potansiyeli oluşturmaktadırlar. Turistlerin çarşı ekonomisindeki payı büyük ölçüde azalmıştır. Genellikle el yapımı ürünler ve antik eşya arayan turistler umduklarını bulamadıkları için fazla alışveriş yapmadan dönmektedirler. Onlara hitap eden işyerleri olsa ve turist rehberleriyle diyalog kurulsa bilgi alışverişleri artar düşüncesindeyiz. ALİ CİLLOV 1961 senesinden beri dernek çalışmaları içerisindeyim. Allah ömür verdiği sürece de bu çalışmaların gönüllüsü olmaya devam edeceğim. Bu süre zarfında, üzerinde önemle durduğum konu, siyaseti bu hayır çalışmalarına karıştırmamaktır. Herkesin siyasi görüşü ayrı olabilir. Ama buranın mevzusu tek! Bu mevzu için bir araya geldiğimize göre, başka mevzuların konuşulmaması lazım. Bu konuda ben çok ısrarlı davrandım ve başarılı da oldum. Bazı arkadaşlarım bu tavrıma gücenerek ayrıldılar, gittiler. Kaleiçi Denizli’nin en merkezi yerinde olup, değişik sektörlerden değişik kesimlere hitap ettiği için genel alışverişe bakıldığında edinilen izlenim ekonomik açıdan çok önemlidir. Denizli’de yetişen ve şu anda büyük sanayiciler dâhil hepsi kaleiçinde çalışıp, ilk sermayelerini buradan kazanmışlardır. İşyeri sahipleri ve hitap ettikleri müşterileri orta gelir sınıfından olup, Denizli ve çevre ilçelerindendir. Kaleiçi Çarşısı 1208 yılında Karasungur Bin Abdullah Dönemi’nde kale olarak inşa edilmiş, zaman içinde çeşitli muharebelerden sonra kalenin yerini alışveriş yapılabilen bugünkü Kaleiçi Çarşısı halini almıştır. Kaleiçindeki esnaflar ahilik geleneğini sürdürüp, zorda olanlara, yolda kalmışlara, fakir fukaraya elinden geldiğince yardımcı olmaktadır. Kaleiçi’nde; tekstil, manifatura, konfeksiyon, yerli dokuma, mefruşat, ayakkabıcılar, 14 Kaleiçi Çarşısı ve Bayramyeri Güzelleştirme Koruma ve Yaşatma Derneği Başta başkanları ve yönetim kurulu üyeleri olmak üzere iyi niyet ve özveri ile çalışıp hiçbir menfaat beklemeden çarşı için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadırlar. Başlıca sorun kale duvarlarının yapılıp tarihi güzelliğine kavuşturulması bunun yanında otantik dinlenme yerleri, çarşının kültürel dokusunu yansıtan işyerlerinin öne çıkarılması ve mağazaların açılmasını ekleyebiliriz. Esnaflar ve yanında çalışan personelin çeşitli seminer ve eğitimlerden geçirilerek kendilerini yenilemeleri istenmektedir. Tarihi restorasyan için sadece derneğimizin çalışması olup, kültür müdürlüğümüzün girişimleri bilinmemektedir. Son dönemlerde ülkemizde yaşanan ekonomik krizler, çarşımızı da aşırı derecede etkilemiş olup, yeni iş yerleri açılmamakla birlikte kapanan işyerleri de oldukça fazladır. Çoğu esnafımız siftah dahi yapamadan işyerlerini kapatmaktadırlar. Fiyat istikrarı olan, kaliteli mal satan esnaflarımız devamlı ve kalıcı olacaklardır. Yeni alışveriş merkezleri müşteri açısından % 5’ler gibi etkilenmiştir. Esnaflarımız olarak bizler gelen müşterilerin her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilirsek Kaleiçi Çarşımız daha uzun yıllar Denizli’mizin kalbi olarak Denizli’ye hizmet edecektir. Çeşitli yerlere çöp bidonları konulması, muhtelif yerlerde gençler için kafe ve eğlence salonlarının yapılması, yöresel ürünlerimizin teşhir edilerek bunların satılması da çarşımızı biraz olsun canlandıracaktır. (Şarap evi, Yatağan bıçakları, Buldan dokuması, Leblebi vb.) Dernek olarak elimizden gelen imkânlar ölçüsünde her türlü girişim yapılmaktadır. Kaleiçi girişine tarihçesinin yazılması ve kale kapılarının yapılması da eklenebilir. Kaleiçi’nin altı adet kapısı vardır. Altı kapıdan biri şu anda Belediye İşhanı’nın olduğu yerdeydi. Gündüz alışveriş zamanı büyük kapılar açılır, akşam saat 7’de Kaleiçi tamamen kapanırdı. O saatten sonra içerde işi olan ya da dükkanına girip bir şeyler almak isteyen birisi ancak Kaleiçi komiserinden izin alarak içeri girebilirdi. İçerde olduğunuz sürede bekçi refakat ederdi. Yetiştirme Yurdu ve Huzurevi 44 sene önce yetiştirme yurdu için çalışmaya başladım.Önce Pelitlibağ’ daydı. Denizli Yetim ve Acizleri Koruma Derneği Hakkında Bilgiler: Bu dernek ilk defa 1960 yılı öncesi, Namık Kemal İlkokulu bodrum katında açılmıştır. Tahminen 100 çocuk barınmakta idi. Müdür Mahmut Ali Türk’ün gayretleri ile kurucu Kemal tarafından kurulmuş, ilk başkanlığa Sümerbank fabrika müdürü Nadir Sebik getirilmiş ve derneğin çalışmaları Pelitlibağ’daki yurdun yanına alınarak binası inşa edildikten sonra oraya taşınmıştır. Fakat Denizli’nin ihtiyacına kâfi gelmediğinden; başkan Esat Sivri ve müdür Ziya Kaylan zamanında yer aranmaya başlanmıştır. Başkan Eczacı Burhan Uzunoğlu zamanında yurt binası bitişiğindeki araziden iki defa yer alınmış. Birisine Döner Sermaye sistemi kurularak marangozluk, demircilik, terzilik ve ayakkabı zanaatlarının atölyeleri yapılmış ve ilkokulu bitirip okumak istemeyen çocuklar zanaatkâr olarak yetiştirilmiş ve hayata meslek sahibi olarak katılmaları sağlanmıştır. Denizli Yetiştirme Yurdu aynı zamanda dernek kanalı ile Denizli’nin sosyal hayatına da katkıda bulunmak amacı ile her hafta müzik grupları veya tiyatro toplulukları ile anlaşmalar yaparak Denizlililere bir kültür hizmeti yapmıştır. Pamukkale festivalini de tertip ve tanzim etmeyi üstlenerek çocukların ihtiyacı olan gelirleri temin etmiştir. Tüm bu hizmetleri yaparken Müdür Ziya Kaylan ve Başkan Ecz. Burhan Uzunoğlu Yönetim Kurulu Üyeleri; Ecz. Attilla Sayıner, Ali Cillov, Rıdvan İnceoğlu ve başka çalışanlar ile Denizli halkı çok yanlarımızdaydılar. Okuyan çocuklarımıza sonuna kadar okulları için yardımcı olunmuş ve topluma iyi bir insan olarak kazandırılmıştır. Tüm bu görevlerimizi yaparken Denizli halkından ve idarecilerimizden gördüğümüz katkı ve yardımları derneğimiz her zaman hayırla anmaktadır. Atölyelerimizde imal edilen okul süsleri, öğretmen masala- rı, yazı tahtaları, resmi kurumların şapka, gömlek takım elbise, ayakkabı döner sermaye sistemimizle yapılarak teslim edilmiştir. Denizli’de kesilmek vaadi ile yapılan adaklar derneğimiz ilgililerince kestirilip hizmet verilmiştir. Denizli’nin ucuz kaliteli kömür temin işi yapılarak tüm Denizli’nin ihtiyaçları zamanında karşılanıp hizmetler verilmiştir. Elde edilen gelirlerle tekrar Pelitlibağ tesisleri yanında arsa alınarak hayırseverler pansiyonları inşa edilmiştir. Çocuk barındırma kapasitesi artırılmıştır. Başkan İsmail Sever döneminde Yetiştirme Yurdu parlak günlerini yaşamış, Vakıf kurulmuştur. Yetim ve Acizleri Koruma Vakfı’nın kurucusu İsmail Sever’dir. Kayınpederim Raşit Özkardeş ve büyük bacanağım Esat Ma- zıoğlu da vardı. Esat Mazıoğlu ayrılmak durumunda kaldı, ben onun yerine vakfa girdim. Vakfın ve yetiştirme yurdu başlangıcı bu şekilde oldu. Vakıf olarak, gerekli prosedürü tamamlayıp Pamukkale yolu üzerinde 3,5 dönüm bir arsa aldık. İnşaat yapmak için vatandaştan bağış topladık. Heyet olarak Ankara’ya gittik. Bu heyette Esat Sivri, Fuat Özen, ben vardım, başkaları da var mıydı hatırlayamıyorum şimdi. Denizli dokumlarından hediye götürdük giderken yanımızda. Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda Bakan bey ve Müsteşar bey ile görüştük. Bakan bey, Samsun’un huzurevi yapımı için 3 yıldır parasının beklediğini ama bir türlü arsa tahsis edemediklerini söyledi, onların kaynağını bize aktarmayı önerdi. Ama arsamızın çok küçük olduğunu söyleyerek,10 dönüme tamamlamamızı önerdi. Biz de süratle arsamızı büyüttük. Sağ olsunlar arsayı satın Aygören, rahmetli Ali Hisarlıoğlu. Tanıtım komitesinde de Ziya Tıkıroğlu, Yusuf Bahri Karaosmanoğlu vardı. BEKİR SITKI URGANLIOĞLU Yüksek Öğretim Vakfı Kurucu üyelerden biri olarak Yüksek Öğretim Vakfı konusunda ben de katkı koymak istiyorum. Vakıf üyeleri olarak tek amacımız şehrimizin bir üniversiteye kavuşmasıydı. Dönemin Belediye Başkanı Ziya Tıkıroğlu ve valisi Necati Bilican’ ın vakıf kurulmasındaki emekleri çoktur. O yıllarda neredeyse her hafta valilik toplantı odasında toplanır, gelişmeleri değerlendirirdik. Önce komiteler oluşturuldu ve görev dağılımı yapıldı. Ben iki komitede görev almıştım, “Mali İşler Komitesi” ve “ Tanıtım Komitesi”. Mali İşler Komitesinde; Ahmet Kundak, Mesut Mali İşler Komitesi olarak 25, 50 ve 75 liralık, 36 adet(üç yıllık) senetler hazırladık. Bu senetleri gelir durumlarına göre hayırsever hemşerilerimize imzalatarak ilk toplu gelirimizi sağladık. Toplanan bu senetleri lojman yapımında kullanması için sevgili Ahmet Kundak ağabeyimize verdik. Lojmanlar üniversitenin ilk binalarıdır. Hocalarımız lojmanımız olduğu için üniversitemizi tercih ederler diye düşünmüştük. Tanıtım Komitesi olarak da bir dergi çıkarmıştık. Derginin kapağında Denizli’lilerin avuçların da Pamukkale Üniversitemiz vardı. Pamukkale Üniversitemize o günden bu güne kadar emeği geçen herkese ve ülkemizin saygın eğitim kurumlarından biri haline getirenlere çok teşekkür ediyorum. Bir gazeteci röportaj sırasında bana “derneklerde çok aktifsiniz, çok zaman ayırıyorsunuz bunun nedeni nedir” diye bir soru sormuştu. Ben de “Sosyal Sorumluluk diyebilirsiniz. Doğup büyüdüğüm, yaşadığım şehrime hizmet etmeyi bir görev sayıyorum” demiştim. Bu Sosyal Sorumluluk Virüs’ü nü sevgili büyük kızım Serra 1986 yılında “Zübeyde Hanım Anaokulu” na başladığında kapmıştım. Daha sonra küçük kızım Cansu’nun da okullarında Okul Koruma Dernekleri ve Okul Aile Birliklerinde görev alarak eğitime katkılarımı elimden geldiğince sürdürdüm. aldığımız kişiler hem fiyatta indirim yaptılar hem de ödemede kolaylık sağladılar. İnşaata İsmail Sever zamanında başladık, ama tamamlanmasını göremedi maalesef. İsmail Sever başkandı, ben 2. başkandım, Sonrasında binayı yaptık, bitirdik. Arsamız geniş olunca, huzurevinin yanına evlat, torun sevgisini de yaşamaları için yetiştirme yurdu da yapılması kararı alındı. Biz vakfı kurunca derneğimizi bayanlara devrettik. 50 senesinde Denizli’nin suyunu ilk getiren kişi Candoğan’dır, Denizli için önemli bir isimdir. Sever Bulgaristan’dan gelme göçmendir, su yollarını yaparken boruları döşeyen arkadaşları tenkit etmiş. 6 ay sonra haşat olur, üstüne attığınız yol işe yaramaz diye. Denizli Genç İşadamları Derneği (DEGİAD) 1991 yılında sevgili Gültekin Salgar’ ın öncülüğünde Emin Toker, İsmet Abalıoğlu, Haşmet Eke, Mehmet Ekizler ve rahmetli Hasan Bozbay’la birlikte Denizli Genç İşadamları Derneği’ni kurduk, 1994-1996 döneminde yönetim kurulu başkanlığını yaptım. DEGİAD’ın kuruluş amaçlarından en önemlileri ikinci kuşakların katılımcılığını ve paylaşımcılığını artırmaktı. Benim DEGİAD başkanlığımdaki aktivitelerimle Denizli beni daha iyi tanıdı. Bülent Ecevit, Cem Boyner, İlhan Kesici, Cem Duna, Köksal Toptan, Doğan Cüceloğlu, Yaşar Nuri Öztürk gibi konuklarımız oldu. Doğan Cüceloğlu’ nun “Aile İçi İletişim” konulu konferansında Yeni Sinema izleyicilerle ağzına kadar dolmuştu. Salona giremeyenler sinema pasajında dinlemişlerdi. Konferans sonrası izleyicilerden bir kişi benim yanıma gelerek “Biraz önce sizi sahnede gördüm. Herhalde siz başkansınız, sizi tebrik ediyorum. Bu sinemayı Rambo’ dan sonra dolduran ilk sizsiniz” sözleriyle dile getirdiği tespiti beni güldürmüştü. Yaşar Nuri ÖZTÜRK hocanın, 1995 yılı Ramazan ayında Çatal Çeşme Oda Tiyatrosu’nda verdiği konferansı da 500 kişiye yakın kişi izlemişti. Sevgili hocamız, öyle şeyler söylemişti ki, birçok şeyi yanlış bildiğimizi ve eksik yerine getirdiğimizi anlamıştık. O günden sonra dinimizle ilgili daha çok okumaya ve namazımı kendi dilim olan Türkçe ile kılmaya başladım. İbadette niyet önemli, ama bana göre ne dediğini bilerek 15 Allah’a şükretmek ve istemek çok daha önemli. Denizli’nin sanayileşmeye başlaması DEGİAD’ın kurulmasıyla aynı yıllardadır. Sanayileşmeye başlayan şehirlerin birçok ihtiyaçları ve önemli sorunları oluşur. Bizde DEGİAD olarak şehrimizi bekleyen sorunların neler olabileceği, bu sorunlar oluşmadan alınabilecek önlemler neler olabilir bir araştırma yaptırmak istedik. Dönemin Pamukkale Üniversitesi Rektörü Arif Akşit hocama giderek konuyu paylaştım. Arif hocamda beni Feyzullah EROĞLU hocama yönlendirdi. Feyzullah hocam “Kentleşme ve Sanayileşme Sürecinde Denizli’nin Muhtemel Problemleri ve Çözüm Yolları” isminde bir kitapçık hazırladı ve yayınladık. Kitapçıktaki konuları Çatal Çeşme Oda Tiyatrosunda düzenlediğimiz ve tüm vekillerimizin de katıldığı bir panelde de masaya yatırarak tartıştık. Daha sonraki yıllarda hepimiz sevgili Feyzullah hocamızın tespitlerinin ve çözümlerinin ne kadar yerinde olduğunu yaşayarak gördük. Denizli Kültür ve Eğitim Vakfı (DEKEV) Atatürk ilke ve prensiplerini benimsemiş, laik ve çağdaş bir vakıf olan Denizli Kültür ve Eğitim Vakfı 1998 yılında yapılan bir genel kurulda; Ali ve İsmet Abalıoğlu, Müjdat Keçeci, Hüseyin ve Vedat Erikoğlu, Mustafa Kaynak, Selami Urhan ve bir kısım işadamıyla birlikte beni de kurucu üye olarak aralarına kabul ettiler ve daha sonra da yönetim kurulunu oluşturma görevini verdiler. Yönetim olarak ilk işimiz Belediyenin bir dönem kreş olarak kullandığı binayı kiralayıp, tadilat yaparak, Erkek Öğrenci Yurdu haline getirmek oldu. Belediye Başkanlığı Duyduğum bir hikaye var; İkinci Harp Savaşı’nda Yunanlı mülteciler gelmiş Denizli’ye bazı okullarda misafir edilmişler. Şimdi bu konu bizim misafirperverliğimizi vurgulamak adına çok önemli. Çok hoş bir hikaye, çünkü savaş yılarında Yunanlıların ülkesi işgal edilmiş ve kaçarak bize sığınmışlar, bu hoş işte. Ben ilkokul çağlarındaydım, çok güzel bir kadın bir de çocuk heykeli vardı. Denizli’nin modern tarafını gösteren sembol olduğunu düşünüyorum. O heykel şimdi Üniversite’nin Gölbahçe’deki sosyal tesislerinin içerisindeymiş. Kentin içerisinde olmasını ben önemli buluyordum. FARUK İNCEOĞLU Öncelikle böyle bir toplantı organize ettiğiniz için teşekkür ederim. Aslında bu derginin nasıl oluştuğuna çok kısa burada değinmek isterim. Bu dergi bir aile yemeği muhabbeti sırasında doğdu aslında. Filmi geri sararsak; o sohbet sırasında Demirci Vakası’ndan bahsetmiştim, Ali Abi onu çok heyecanlı buldu. Derken sonra Ömer Gökmen geldi, Ömer de farklı şeylerden bahsetti yerel tarih konusunda. Makine mühendisleri odasında abilerimizi ve tarih hocalarını davet ettiğimiz toplantılar yaptık, 10-15 toplantı yaptık. Ve dergimiz bu şekilde doğdu. Denizli’nin eski hafızalarını buraya davet etmek, gerçekten o toplantıların bir benzeri gibi oldu. Şimdi birçok şeyi yeni öğrendiğim için çok mutlu oldum gerçekten. Hepinize yaptığınız hizmetlerden dolayı teşekkür ederiz. 16 Lise yıllarımda ilkokul hocamı ziyarete gittiğim bir sırada bana şey demişti ki “Denizli çok tutucu bir kent aslında”. Ben o zamanlar biraz alındım “Neden hocam” dedim. “Mesela, 50’li yıllarda Denizli’ye tazyikli su gelecek dediler, Denizliler karşı çıktı” dedi.Tren hattında da aynı şey olmuş. Tren hattı Aydın’dan sonra Denizli’ye gelecekmiş, Denizli’liler kabul etmemişler. “Bize gelmesin” demişler, onun için tren hattı Goncalı’dan geçer. Sonra bakmışlar iyi bir şey, pişman olmuşlar, hattı tekrar alıp Goncalı’dan Denizli’ye bağlamışlar. 10 sene önce, biz bir grup 10 arkadaş bir dernek kurduk; Kratoryum diye. Almanya’dan bir arkadaşım vardı, burada onun desteği ile dönemin Belediye Başkanı Aygören ve valisi de dahil olmak üzere birçok kişiyi aldık İstanbul’a götürdük. Orada Crea World vardı, Ericson’un kurduğu bir platform. Genç birçok arkadaşı topladık etrafımıza. Her hafta birkaç sabah toplanıyorduk, neler yapabileceğimizi düşünüyorduk, seçimlerinden sonra kiracısı olduğumuz Denizli Belediyesi yurt binamızı boşaltmamızı istedi. DEKEV olarak hemen yer arayışına gittik, arsamızı aldık ve binamızı da 17 ay gibi bir sürede tamamlayarak öğrencilerimizin hizmetine açtık. Atatürk Erkek Öğrenci Yurdu’muz Türkiye’deki Atatürkçü, Laik ve Çağdaş ilk yurtlardan biridir. Turhan Ülkü, Metin Saydal, Ali Marım ve Kazım Arslan’ın yurdun yapılmasında emekleri çoktur. Yurdun yapımı için ziyaret ettiğimiz hayırseverlerimiz bizi hiç boş çevirmediler. Vakıf yönetim kurulu başkanlığını 2013 yılında bıraktım. Cafer Sadık Abalıoğlu Eğitim ve Kültür Vakfı olarak, Denizli Dergisiyle şehrimize çok önemli bir Kültür katkısı koyuyorsunuz. Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. konuşuyorduk. İnanılmaz bir güzel proje çıkıyordu; bugün telefonlarımızda update dediğimiz olayı yapacaktık. Daha sonra vali bey de destek verdi; “İnanılmaz güzel bir proje, destekliyorum” dedi. Unesco’dan destek almak söz konusuydu. “Bir toplantı düzenleyin ben de geleceğim. Sanayici arkadaşlar da gelsin, destekleyelim ve büyütelim” dedi. Toplantı yaptık. Ama o toplantı büyük bir hayal kırıklığı oldu. O zaman üniversitenin rektörü Kazdağlı’ydı. Gelirken birlikte bilişim bölümü başkanını getirmiş gelmiş. Biz daha lafa girmeden “Size ne oluyor, böyle bir şey yapmak gerekirse üniversite yapar” dedi. Sonra da sanayici bir duayenimiz çıktı “Ayağı yere basan işler yapın” dedi. Halbuki oradaki çocukların hepsi bilgisayar bilen, kimisi yazılım yapan insanlardı. Bir anda bütün şevkimiz söndü, umutlarımız söndü sonra vali Ziya Göksu da anladı durumu, “Siz bir toplantı düzenleyin” dedi. Sonra kulağıma fısıldadı “Bu sanayiciyi çağırmayın Üniversiteyle yapın toplantıyı” dedi. Aynı kavgayı üniversitede de yaptık. Unesco temsilcisi geldi, bize maddi destek vereceklerdi. Çünkü böyle bir şey ilk defa Anadolu’dan geldiği için bize maddi destek ve eğitim verecekler. Maalesef Unesco temsilcisi kadın giderken döndü bana “Siz biraz daha aranızda birlik sağlayın da ben ondan sonra geleyim” dedi, gitti. Halen unutamam, bütün arkadaşlar büyük hayal kırıklığı yaşadık. Bir daha toplanmadık bile. Eğer o tarihte olsaydı, inanıyorum orada yetişen çocuklar bugün telefonlardaki update programını yazacaklardı. Denizli belki Hindistan’da olduğu gibi bir merkez olacaktı. Bunlar da hayatın gerçekleri eminim ki sizler de çalışmanlarınız yaparken buna benzer hikayeler yaşadınız. Biraz önce anlattıklarınızı dinleyince aklıma geldi. ki huzurevinin 10 dönümlük yerini satın almaya teşebbüs ettik. Rahmetli Rıdvan İnceoğlu'yla beraber pazarlık ediyoruz. Ama çok fazla indiremedik fiyatı, netice de yüz elli bin liraya aldık o arsayı. O sırada Vali Bey, bizden çocuk yuvası için arsa talebinde bulundu. Rahmetlik Sever “Arsa bizim” dedi. O gün ben yoktum tesadüfen. Ertesi gün gittik Vali beyin yanına, “Yanlış anlaşma olmuş, siz arsa istemişsiniz, ne kadar istiyorsanız verelim” dedim. “Dört dönüm yeter” dedi. “Beş dönüm verelim” dedik. Muamelesi yapıldı, beş dönümünü de oraya aktardık. Kaldı elimizde beş dönüm. FUAT ÖZEN 1959 yılında Denizli’ye geldim. Kontrol memuru olarak tayinim çıkmıştı, göreve başladım. Denizli’de hemen hemen Okul Aile Birliği ve Koruma Derneği Başkanı olarak çalışmadığım hiçbir okul kalmadı benim. Yetiştirme Yurdu ve Huzurevi 63’te Emin Sibel isminde bir defterdar gelmişti Denizli’ye. Sosyal ve akademik yönü çok kuvvetli bir kişiliği vardı. Yetiştirme yurdunda çalışmış, bizi oraya topladı, göreve başladık.O zamanlar Allah selamet versin Kazım Sivri vardı, rahmetlik Ziya Kaylan yetiştirme yurdu müdürü idi. Denizli’ye konser ve tiyatroyu aşılayan bir kişiydi. Tek tek herkese bilet satardı. Daha sonra ben 64’te memuriyetten istifa ettim. Bir muhasebe bürosu açtım. Niyetimde çok geniş kapsamlı bir ortaklık kurup, ihtisaslaşarak çalışmak vardı. 5 ortağa kadar buldum, fakat ortaklık yaptığım arkadaşlarım, dışarıda çok fazla çalışmalar yaptığımdan ve kendilerini ihmal ettiğimden yakındılar. Bundan sonra kendi kendime bir değerlendirme yaptım. Yaklaşık 18-20 yıllık görevim varmış. Sonra İsmail Sever’ in yanına gittim ve dedim ki; “Sen unu elemiş eleği asmışsın, çalışmaya ihtiyacın yok. Ben ayrılayım, derneğin başına sen gel”. İlk başta ben yapamam dese de ikna ettik; İsmail Sever’i yetiştirme yurdu başkanlığına getirdik. O sırada huzurevi gündeme geldi. Hikayesi biraz uzun huzurevinin. Esat Sivri, Ali Cillov, İsmail Sever, ben ve rahmetli olan Ziya Kaylan ve Rıdvan İnceoğlu hep birlikte Ankara’ya gittik. Ancak Ankara’ya gitmeden evvel biz Korucuk’ta Pamukkale yolunun üzerinde- (Ziya bey huzurevinin müdürlüğünü yaptı, kendisi emekli olduktan sonra Münir Güney’in valiliği zamanında biz heyet olarak valiliğe çıktık. Dedik ki;“Biz Ziya Bey’le çalışmaya alışkınız.Bize dernekte uyum sağlayacak bir müdür önermenizi rica ediyoruz”. “Benim bildiğim birisi var dedi, tayinini yapacağım, ama uyum sağlayamazsanız yine haberim olsun” dedi. Neşet Bozan’ı getirdi. Bu arkadaşla da uzun süre çalıştık.)Ankara’ya giderken amacımız Huzureviyle ilgili bilgi almak. Paramız yok ama kafamızda birçok soru var: Çocuk yuvası ile huzurevi beraber olur mu? Yaşlılar torun sevgisini oradan karşılar mı, yoksa gürültülerinden rahatsız olup şikâyetçi mi olurlar? Aklımızdaki tüm soruları sorup bilgi almak istiyoruz. Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne gittik. İlgili müdürden randevu istedik. Hemen gelebilirsiniz dediler. Ama ben yeni geldik, müsait değiliz diyerek randevuyu 16.30’a aldım. Bunun üzerine Esat Sivri bana sitem etti. “Buradayız arkadaş bu saate kadar niye bekliyoruz” diye.“Esat Bey, ben bürokrasiden gelen bir insanım, şimdi müdürün yanına gideceğiz, imzaya ya da bir şeyler sormaya gelecekler. Bizi dinleyecek fakat bizimle meşgul olamayacak.” dedim. Gitmeden evvel de yaptığımız istihbarata göre çiçeği bile rüşvet diye kabul etmezmiş. Öyle bir müdürmüş. Benim niyetim müdür beyi ofisinden dışarı çıkarıp yemekte daha uzun vadede konuşmaktı. Gittik, tanıştık, buyur etti bizi, oturduk.“Müdür bey kusura bakmayın devlet mesaisinden çalmaya pek niyetimiz yok. Biz sizi meşgul etmeyelim. Biz bilgi almak için geldik. Denizli’de huzur evi ve çocuk yuvası yapacağız, akşam mesaiden sonra sizi bekleyelim” diye derdimizi anlattık. Ama“Çıkamam, çocuğum hasta” dedi. Yapacağımız bir şey yok tabi, iptal ettik. “Müdür muavini var, Tuğrul Bey onu çağırayım” dedi, “memnun oluruz” dedik. O gün orada sohbet ederken öğrendik ki, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Samsun’a huzurevi yapmak üzere programa almışlar. Müdür muavini Tuğrul Bey’e dedi ki,“Yarın Samsun‘a gideceksin. Huzureviyle ilgili çalışma hakkında bana bir rapor ver”. Tuğrul Bey, “Samsun daha hazır değil, bu Denizli işi aklıma yattı, bu programı biz Denizli’ye alalım. Huzur evini Denizli’de başlatalım” dedi. “Şu gelen arkadaşlar Denizli’nin en kalburüstü insanlarıdır. Her biri orayı teftiş edecekler. Bunu garanti ediyorum” dedi. Ankara’dan döndükten sonra rahmetlik Ziya Kayran bir gün geldi bana “Kale içerisinde konfeksiyoncu Otçu kardeşler var, onların bizim arsanın bitişinde 10 dönüm yerleri var satacaklarmış” dedi. Onlara gittim, dediler ki : "15 gün önce satılmış bir emsal var değeri 1,5 milyon." " Arkadaş huzurevi yapacağız, hayır olacak" diyerek ikna etmeye çalıştık." O zaman yarısı bizden yarısı sizden olsun" dediler. Biz tekrar 15 gün sonra konuşmaya, çaylarını içmeye gittik.10 dönümü de 250 bin liraya aldık. Bu olaylardan çok sonra Ankara’ya ziyaretimiz olmuştu. Müdür beyden inşaata başlamadan önce 1 ay süre istedim. ”Napacaksınız?” dedi. “10 dönüm yerimiz var, 5’ini size verdik çocuk yuvası yapmanız için dedim" "5 dönüm bize az gelir, Ankara’da 2-3- huzurevimiz var” dedi. Onları gezin hangisini beğenirseniz o tipi kullanırsınız” A,B,C tipleri var huzurevlerinin. “Biz A tipine başlayacağız. Bir daha arayışa girmeyeceğiz. Tapuyu ne zaman getirirsem o zaman bu işi bize teslim et” dedim. Tapuyu götürdüm, verdim. Huzurevinin başlangıcı bu şekilde oldu. Yetiştirme yurdunun özelliklerinden bir tanesi de şudur: 0-18 yaş arası devletin karşıladığı bakım. 18 yaşından sonra ilişiğini kesiyor çocuğun yetiştirme yurdu. Biz bir karar aldık yönetim olarak. 18 yaşını bitirmiş fakat okuyan olursa, ona dernekten burs vermek suretiyle devamını temin ettik. İş ocakları vardı, okula gitmeyen çocukları orada mesleki anlamda yetiştirdik. Hatta meslek edindirip de orada çalışan kimsenin evlenme zamanı geldiğinde, dernek olarak evlenmelerine de yardımcı olundu. Sonradan iş ocakları kapandı. 80 ihtilalinden sonraydı tahmin ediyorum. Kenan Evren geldiğinde buradaki yetiştirme yurdunu gördükten sonra bütün Türkiye’ye ilan etti. Örnek bir yetiştirme yurdu var Denizli’de, örnek alsın Türkiye dedi. 17 ilimizde temeli atılacak olan Servergazi Devlet Hastanesi’nin temelini atmak üzere ilimize gelen Merhum Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Ecevit yaptırmakta olduğumuz okul inşaatımızı ziyaret etti ve kalan kısmın devletçe yapılmasını Milli Eğitim Bakanlığı’ndan talep ederek okulumuzun tamamlanmasını sağladı. 2000 yılında okulumuz eğitim ve öğretime açıldı. HASAN HİMMETLİ Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma Derneği Zübeyde Hanım Anaokulu 1987 yılından bu yana Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkanlık görevini sürdürmekteyim. 7 sosyal dernek ve kulüpte de üyeliğim devam etmektedir. 1990 yılında Denizli’de ilk olarak yaptırılan Zübeyde Hanım Anaokulu’nun yapımında derneğimizin büyük katkıları olmuştur. Maddi katkı için derneğimiz tarafından Milli Piyango İdaresinden izin alınarak eşya piyangosu düzenlenmiş, TRT’den gelen sanatçılar eşliğinde çekiliş yapılarak ikramiyeler talihlilere teslim edilmiştir. Elde edilen gelir de okulun inşaatında kullanılmıştır. Görme Engelliler Okulu 1994 yılında Merhum Sayın Abdulgaffar Nemutlu hocamızı dernek yönetimi olarak ziyaret ettik. Kendisi bize Denizli’de bir Görme Engelliler Okulu yapmamızı önerdi. Yaptığımız araştırmalar neticesinde İzmir, İstanbul, Ankara, Çanakkale, Kahramanmaraş, Konya, Kayseri gibi illerde toplam 12 adet Görme Engelliler Okulu olduğunu öğrendik. Bu nedenle Denizli’ye bölgesel yatılı bir Görme Engelliler Okulu yapılmasına karar verdik. Hazineden Milli Eğitime tahsis edilen şimdiki okulumuzun temelini 1995 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Merhum Sayın Süleyman Demirel ile birlikte attık. Başta Valilerimiz Sayın Oğuz Kağan Köksal ve Sayın Yusuf Ziya Göksu olmak üzere tüm Denizli halkının yardımları ile 5.000 m2 kapalı alanı olan okulumuzun kaba inşaatını 1999 yılında bitirdik. Aynı yıl içerisinde 18 Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma Derneğimiz 1987 yılında kurulmuştur. Derneğimiz yönetim kurulunu eşit sayıda kadın ve erkek üyeler teşkil etmektedir. Denizli’de kadın ve erkek üyelerden oluşan ilk karma dernektir. Derneğimiz aynı zamanda yapılan okulumuzun hamisidir. 25.000 m2 bir alan içerisinde bulunan okulumuzun bahçesinde 20.000 m2lik çim,300 adet fıstık çamı, 60 adet zeytin ağacı,portakal,mandalina, limon, turunç,kayısı,ceviz,karadut,kiraz,cennet elması,armut vs.çeşitli meyve ağaçları bulunmaktadır. Mevcut zeytin ağaçlarımızdan yılda 1.000-1.200 kg zeytin toplanıyor. Bunlardan elde edilen 200 kg civarındaki zeytinyağı öğrencilerimiz tarafından tüketilmektedir. Okul bahçemizde Denizli horozu, tavuk, bıldırcın, güvercin, ördek, kaz, hindi, tavuskuşu, tavşan gibi çeşitleri barındıran bir hayvanat bahçemiz vardır. Bunları yumurtadan çoğaltıp okul bahçesinde yetiştirerek bahçeye bir güzellik sunmaktayız. Okulumuz bahçesindeki uygulama alanında domates, biber, patlıcan, maydanoz, soğan gibi bitkileri de yetiştirip çocuklarımızın tabi bitkileri yemesini sağlıyoruz. 26 yıldır Anneler Günü Piknik Yemeği düzenleyerek annelerimizin ve anne adaylarımızın anneler gününü kutluyor ve bu arada eski örf ve adetlerimizi yaşatıyoruz. Daha önceleri çamlıkta yapılan bu yemek 2000 yılından itibaren okulumuz bahçesinde yapılmaktadır. Elma şekeri, macun, pamuk helva, lokma, saç böreği, döner, köfte, kokoreç gibi yemeklerin sunulduğu bir alanda çocuklarımız palyaçolarla eğlendirilmektedir.Bu yemekten elde edilen gelirle de çocuklarımızın ve okulumuzun ihtiyaçları karşılanmaktadır. Okulumuzda eğitim gören öğrencilerimizin %60’ı okulumuzun kız ve erkek yurtlarında kalmaktadır. Bunun için hiçbir ücret ödememektedir. Okulumuzda ana sınıfı, ilkokul ve ortaokul bölümleri mevcuttur. Okulumuzdan mezun olan öğrencilerimizin %90’ı Anadolu Liselerini kazanmıştır. 2013 yılında 1 öğrencimiz üniversite sınavlarında Türkiye 437. si olmuş TOB Üniversitesini tam burslu kazanmıştır. 1 öğrencimiz Okan Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümünü Türkiye 312.si olarak ve tam burslu kazanmış 7 dil öğrenmektedir. Okulumuzdaki öğrencilerimizin sosyal aktiviteleri çok fazladır.Türkiye çapında çok iyi dereceler almaktadır. Okulumuzdaki öğrencilerimizin yıllık et ihtiyaçları derneğimiz tarafından kurban bayramında ve diğer zamanlara ki yapılan bağışlarla karşılanmaktadır. Öğrencilerimizin tüm giysilerini, ayakkabılarını okulumuzun devlet tarafından karşılanmayan diğer giderlerini dernek olarak biz karşılamaktayız. Okulumuzda 3-5 eleman çalıştırıp maaşlarını ve sigortalarını dernek tarafından ödüyoruz. Halkımız yaptığı yardımların nereye gittiğini çok iyi biliyor ve takip ediyor. Bu nedenle okulumuza bağış almada hiç zorlanmıyoruz. Okulumuzda eğitim gören öğrencilerimizin %60’ı okulumuzun kız ve erkek yurtlarında kalmaktadır. Bunun için hiçbir ücret ödememektedir. Okulumuzda ana sınıfı, ilkokul ve ortaokul bölümleri mevcuttur. Okulumuzdan mezun olan öğrencilerimizin %90’ı Anadolu Liselerini kazanmıştır. sınız. Bunun için çıktığımız bu yolda, bütün arkadaşlarımızın abilerimizin aynı alanda çok büyük katkıları olduğunu düşünüyorum. Devlet herşeyi yapamıyor. İhtiyaç duyulan alanlarda sivil toplum örgütleri ve şahıslar devreye girmek suretiyle bu konulara el atıyor ve yerine getiriyor. İşte biraz önce bahsettik; Üniversitenin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu, Yükseköğretim Vakfı ile birlikte bu temelin nasıl atıldığını, nasıl gayretler sarfedildiğini, Denizli’nin prestij bir binası sayılabilecek bir hastanesi, Denizli’deki üniversitenin tıp fakültesi binasının yapımında Denizli halkının katkısını unutmak gerçekten mümkün değil. Denizli halkının özverisiyle ve bağışlarıyla yapılan bir binadır. KAZIM ARSLAN Burada güzel konuların gündeme gelmesinin ve Denizli’yi yeniden tanıma fırsatı verebilecek bir derginin, içinde yer verilebilecek çok önemli konuların da burada ortaya çıktığını görüyorum ve bundan çok müteşekkirim. Kendi çapımızda aile olarak ve şahsen; kendimizi sosyal işlere, hayır işlerine fazlasıyla adadığımızı düşünüyorum. Bu işler gerçekten tamamen gönül işidir. Zaten gönlünüzde, içinizde varsa, seviyorsanız fazlasıyla katlanırsınız ve yaptığınız işten de çok büyük haz alırsınız, mutluluk duyar- Durmuş Ali Çoban Anadolu Lisesi ve Durmuş Ali Çoban Camisi Gerçekten çok önemli işler yapılıyor Denizli’de. Okullar zaten fazlasıyla yapılıyor, biz de aile olarak Durmuş Ali Çoban Anadolu Lisesi’ni yaptık. Hatta 4,5 ayda bitirdik bunu. Dönemin valisi, bu kadar kısa sürede okulu tamamladığı için kayınpederime bir plaket vermişti. Hala evinde muhafaza ediyor. Yine bu arada bir camimiz de var; Durmuş Ali Çoban Camisi. Bunlar bütün toplumun hizmetine sunulan yatırımlar, hizmetler. Denizli Kültür ve Eğitim Vakfı (DEKEV) Köklü bir aileden geliyorum ama yetim olarak büyüdüm. Ben 3 yaşında babamdan öksüz kaldım en küçük kardeşim 1.5, büyüğümüz 9 yaşında, 5 kardeş öksüz kaldık. O dönemde çektiğimiz sıkıntıları unutmayarak, daha sonraki yaşamımızda bu sıkıntıları yaşayabilecek olan insanların her zaman yanında bulunulması gerektiğini, elinden tutulması gerektiğini imkânlarımızın paylaşılması gerektiğini çok iyi bilerek, gerçekten sorun varsa orda mutlaka çözümün el birliği ile gerçekleşeceği düşüncesiyle çalışmalar yaptık. Bunun başında DEKEV var. Belediyeden kiraladığımız bir yer için bize tahliye kararı verilmesinden sonra arkadaşlarımızla oturduk, gerçekten önemli bir kararla o eseri arkadaşlarımızla birlikte yaptık.Ondan çok mutluluk duyuyorum. Hani kötü mal sahibi kiracıyı ev sahibi yapar ya, bizede o günkü şartlarda Denizli’de öğrenci yurdunu yapma imkânını vermiş oldu. Kızılay Tıp Merkezi Kızılay Tıp Merkezi diye bir merkez kurulmuştu. Orada Salih Coza’nın benim bacanağımla birlikte önemli çalışmaları vardı. Biz de aile olarak güzel bir katkı yaptık. Ama güzel bir şekilde kurulmuş olan bu tıp merkezi maalesef daha sonraki gelen yönetimce tasfiye edildi. Bizim verdiğimiz malzemeler yaptığımız tefrişat hepsi de dağıtıldı. Dolayısıyla yok edildi. 19 Sn. Valimizin önerisi ile 1987 senesinde 40 kurucu üye ile Denizli Yüksek Öğrenim vakfını kurduk. Denizli’de 1976 senelerinde Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı mühendislik fakültesi faaliyet göstermekte idi. MEHMET ÜNAL Denizli Yüksek Öğrenim Vakfı Denizli’de çok eskilerden beri ciddi bir hastane boşluğu vardı. Sadece Devlet hastanesi, ihtiyaca karşılık veremiyor, pek çok hasta İzmir’e ve özelikle üniversite hastanelerine giderek tedavi oluyorlardı. Biz 7-8 arkadaş ilimizde bir üniversite hastanesi neden kurulmasın diye düşünerek çalışmalara başladık. Başta Musa Kazım Manasır, Ahmet Kundak, ben Mehmet Ünal, Rahmetli Kazım Kaynak, Mesut Aygören, Dr. Yusuf Karaosmanoğlu gibi ismini hatırlayamadığım diğer arkadaşlarımla birlikte zamanın Denizli Valisi Sn. Necati Bilican’a giderek derdimizi anlattık. Henüz Üniversitemiz olmadığından zamanın Belediye başkanı Sn. Hasan Gönüllü ile birlikte Dokuz Eylül Üniversitesi rektörünü ziyaret ederek Pamukkale Tıp Fakültesinin Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde öğrenim görmesini talep ettik. Biz vakıf olarak oldukça güçlü, özelikle çok istekliydik. Zamanın rektörü Prof. Dr. Namık Çevik bu talebimizi değerlendireceklerini bildirdiler. Bilahare Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde açıldı. Öğrenciler kabul edildi. Bu öğrenciler İzmir’de okuyor hatta mezun oluyorlardı. Ancak bizim ilk başta koyduğumuz hedef tabiatıyla gerçekleşmiyordu. Derken 1992 senesinde Pamukkale Üniversitesi kuruldu. İlk rektörümüz Prof.Dr. Arif Akşit, vakfımızla birlikte çalışmalara başladı. Ancak Üniversitemize gelen hocalar günü birlik Denizli’ye geliyor, ders vererek İzmir’e dönüyorlardı. Bu hocalarımızı nasıl Denizli’de tutarız diye düşünürken öncelikle onlara lojman yapmanın gerekli olduğuna karar verdik. İlk 5 lojman yapımı için tüm Denizli halkını seferber ederek yardım toplamaya başladık. Kumu, çimentoyu, demiri hibe olarak alıyor topladığımız paralarla inşaatı hızla ilerletiyorduk. İnşaatın ana sorumlusu Sn. Ahmet Kundak sabah erkenden inşaatın başına gidiyor, günün yarısından fazlasını bu inşaatta geçirerek bir an önce inşaatın bitmesi için gayret gösteriyordu. En kısa zamanda 10 lojmanı bitirdik. Hocalarımızı burada aileleri ile konaklatmaya başladık ve daimi kalmalarına imkân sağladık.Ancak Üniversitemiz hızla büyüyordu. Lojman yetmez hale gelince Mimar Sinan Caddesi üzerinde Rahmetli hocamız Pakize Akçalı’nın vakfımıza bağışladığı arsa üzerine 1.450 m2 kapalı alanı olan, 7 katlı, her bir odasında tuvalet ve banyo olan, sanki bir otel gibi kullanılabilecek büyük bir binayı yine devletimizin ve üniversitemizin hiçbir katkısı olmadan Denizli halkının destekleri ile bitirdik ve Üniversitemizin kullanımına tahsis etti (Şimdi burası Pamukkale Üniversitesi sürekli eğitim merkezi olarak kullanılmaktadır.) Artık tıp fakültesi hastanesi faaliyet gösteriyordu. Ancak Doktorlar Caddesi’ndeki Çiftçi’nin Hastanesi olarak bilinen yerde faaliyet gösteren tıp fakültesi hastanemizde bir takım borçlar nedeni ile her türlü alet ve cihazlar haciz ediliyor hatta asansör bile haciz edilip sökülüyordu. Bu durumda da vakıf olarak elimizden geldiği kadar bu hastanemize destek vermeye çalıştık. Bu arada pek çok Profesör hoca Denizli’den ayrılıyordu. Bu güç şartlar altında faaliyet gösteren hastanemiz zamanla kendini toparlamaya başladı. Yeni yeni hocalar İlimize geliyor çalışıyordu Sonraları kampüs alanı içinde yeni tıp fakültesi hastanesi yapıldı. Bir kısım bölümler eski hastanede kalmış pek çok bölüm yeni hastane binalarına taşınmıştı. Ancak burası da yetişmez olunca şu anda kullanımda olan plaza hastanesi yapılmaya başlandı. Vakıf olarak bizler rektörlerimiz, başhekimlerimiz ile tek tek hayırseverlere giderek oldukça ciddi rakamlarda bağış topladık. Sonunda mavi ve kırmızı bina polikliniklerimiz yanında mükemmel 825 yataklı, her türlü ameliyatı yapabilen modern bir hastaneye kavuşmuş ve nihayet muradımıza ermiştik. Şu andaki Pamukkale Üniversitesi ise 14 fakülte, 4 enstitü, 4 yüksekokul, 12 meslek yüksekokulu, tıp, mühendislik, iktisadi idari bilimler, fen bilimleri, sosyal bilimler, güzel sanatlar, eğitim bilimleri ve teknik eğitim gibi birbirinden farklı bölümlerde Türkiye’nin ve Dünya’nın ihtiyaç 20 duyduğu çağdaş, bilgili, girişimci genç beyinleri yetiştirmeye başladı.Bu çalışmaları ile tam bir Dünya üniversitesi haline aldı. Şimdi Üniversitemiz çok büyüdü. 49.000 öğrenci 1.970’i akademik olmak üzere 5.000 çalışanı ile Kınıklı kampüsündeki tüm fakülteleri, sosyal tesisleri ve ilçelerde bulunan mekanları modern eğitim ve öğretim veren Pamukkale üniversitesi uluslararası araştırma üniversitesi olma hedefine doğru hızla ilerlemektedir. Bu arada; şu anda Dünya Üniversiteler sıralanmasına göre Pamukkale Üniversitesi değerlendirmeye alınan 165 üniversite içinde beşinci, dünyadaki 21.000 üniversi- te arasında da 740 sırada yer almaktadır. - Türkiye'de Arkeoloji alanında Yüksek lisans ve doktora eğitimi verecek olan ilk enstitü üniversitemiz bünyesinde kuruldu. - ABD ve İtalya üniversiteleri arasında çift diploma anlaşması imzalanarak 2015-2016 yıllarında karşılıklı öğrenci ve öğretim elemanı değişimine başlandı. - Tubitak’ın desteklediği 9 üniversite arasına girerek 1 milyon TL bütçeli teknoloji transfer ofisi desteği aldı. - Yörenin öncelikle sorunlarına bilimsel çözüm önerileri getirerek ar-ge faaliyetlerine katkıda bulunuyor. - Üniversiteler arası akredite program- lar sayesinde öğrencilerine uluslararası düzeyde geçerliliğe sahip diploma imkanları sunuyor. - Ayrıca Avrupa üniversiteler birliği üyesi olan Pamukkale Üniversitesi aynı zamanda akademisyenlerin kullanımına sunulan büyük bir kütüphaneye de sahiptir. dükkânlar çalışmaya başladı. İkinci sanayi sitesinde de öyle oldu. yapacağımızı tartıştık. Cam fabrikasının hisselerinin %25’ini 30’unu özel idare aldı. Sonra şişe cam ile temaslar yaptık. Ben idare meclisi başkanıydım. Ramiz diye arkadaş vardı; makine mühendisi. Gece gündüz çalışıyoruz, orada yatıyoruz. Ondan sonra şirketi şişe cama sattık. Bugün 1.000- 1.200 kişi çalışıyor ve şu anda Türkiye’de kendi konumunda bir numara. Kaleiçi Kaleiçi’nde at arabalarıyla nakliye yapılırdı. Tabi bu at arabaları Kaleiçi’ne nasıl girerdi, nasıl çıkardı, şaşardık. Bazen at arabalarının tekerleği çıkar, o da işi aksatırdı. MESUT AYGÖREN Sanayi Sitesi Ben 1960’da Denizli’ye geldim. İlk önce Feridun (Alpat) Bey’le çalışmaya başladım. Onun muhasebecisi olarak çalıştım. Arkadan Yüksel Kaşıkcı’nın yanında çalıştım. 1969-70 yılında kardeşlerimle birleşerek, “Aygören Kardeşler” adı altında firmamı kurdum. 50 senedir bu firmamızı götürüyoruz. Tabi bu firmada çalışırken, sanayi sitesi kurulması için Salih Bozbay, Yüksel Kaşıkcı, Ozan Saraçoğlu, rahmetli Hacı Münir Kuyumcu, Raşit (Özkardeş) amcamız, Uşaklı Hafız gibi abilerimizle çalıştık. Onların yanında ben gencim her yere gönderiyorlar beni, ben koşturuyorum. Rahmetli Nuri Erikoğlu, birinci sanayi sitesi yapılırken; her yere gönderirdi beni. İzmir’de bir müteahhitimiz vardı, adı Sebahattin Zengin. Evrakları ona yetiştireceğiz diye çok yoğun çalışmalarımız oldu. Yüksel Kaşıkcı, Feridun Alpat’ın emekleri çoktur. Gece gündüz çalışıyoruz. Ve o birinci sanayi sitesi bittiği zaman havalara uçuyorduk. Denizli’de böylece küçük bir sanayi doğmuştu, bu zevkle, şevkle o sanayi sitesinde Dentaş Kağıt 1970-71 yıllarında Dentaş Kağıt Fabrikası için koşturan 5 kişiydik. Uzun müddet aralıksız mücadele ettik. Gece gündüz toplantılar yapıyoruz. Eve gitmek filan yok; şunu getirelim, buna müracaat edelim, şu bakanlığa gönderelim vs. çalışmalar... Heyecanla çalışıyoruz, bir arada farklı fikirler görüşülüyor; darı sapıyla kağıt yapacağız… O nasıl olur? Almanya’ya gidiyoruz, bazı şeyler Almaya’da etüt ediliyor. Rahmetli Cafer (Abalıoğlu) abi sayesinde bir araya geldik. O kadar akıllıca bir şey yaptı ki Allah’a çok şükür bugünlere geldik. Halka açık, çok ortaklı şirketlerin kuruluşlarında bir çok görevler aldım. Şirin Taş Cam Fabrikası Sonra ikinci olarak cam fabrikasını kurduk; Şirin Taş Cam Fabrikası. Orada da kurucuların içindeyim. Bu ayrı bir iş; cam fabrikası. Ama bizim amacımız halka açık anonim şirketlerini çoğaltmak. Yani Türkiye’nin bir numarası Denizli'si olacağız. Fransa’ya gittim Fransa’dan bir pres aldım. Almanya’ya gittim Almanya’dan bir pres aldım. Su bardağı çıkarmak amaçlı, çıkarıyoruz ama randıman alamıyoruz. Bir basınçta 12 tane alıyor biz 6 tane alabiliyoruz. Hepsi zayiat. Neyse uzun bir mücadeleden sonra özel idareye başvurduk. Biz bu fabrikayı çalıştırmakta sıkıntı çekiyoruz, sermayemiz yetmiyor diye. O günkü valimiz “Tamam çocuklar, size yardımcı olacağız” dedi. Ne Bütün bu imkânları Üniversitemize sağlayan rektörlerimiz Arif AKŞİT (19921998), Hasan KAZDAĞLI (1998-2007), Necdet ARDIÇ (2007-2011) ve şu andaki rektörümüz Hüseyin BAĞCI (2011’den beri devam eden) ile emeği geçen herkese sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Bir Emek Rahmetli Mustafa Gani Paşa’yı çok severdim. Paşam derdi ki; “ya Aygören, sen çok heyecanlısın”. “Paşam ya bu heyecan duyulmaz mı? Bu memlekette bizde bir şeyler yapacağız. Üretim yapacağız. Televizyon imal edeceğiz” dedim. Benim evimde televizyon yok o zamanlar. Paşam çok çabaladı fakat O da muvaffak olamadı. Çok sıkıntı çekti ve imalat çok zor oldu fabrikayı satma imkânı bulamadı. Sonra vefat etti ve paşam çok sıkıntılı gitti. Uygar Motor Malum uygar motorun içinde bulundum. Fakat onda da muvaffak olunamadı. Havaalanı Ege Bölgesi komutanı Süreyya Paşa beni çağırdı, İzmir’e gittik. Ticaret odasında görevliyim o sıralar. Ticaret odası ve sanayi odası olarak vilayette toplandık, havaalanı meselesinde bazı çalışmalar yapılacak. Tabi biz 3-4 kişiyiz. Öncelikle havaalanının yerini tespit etmek üzere çalışmalar yapıldı, komisyonlar kuruldu. Bir ara Karahasanlı’ya gidildi, bir ara Pamukkale’nin altına düz ovaya gidildi.En sonunda Çardak’ta karar verildi, havaalanı kuruluş çalışmalarında da ben komisyonda görev aldım Yüksek Öğretim Vakfı İlk kuruluşta 78-79 yıllarında Süleyman Demirel tıp fakültesinin temelini attı ancak Kenan Paşa üniversitenin kurulmasını 21 iptal etti. Denizli Yüksek Öğretim Vakfı’nı kurduktan sonra bayağı yoğun çalıştık. Hasan Gönüllü belediye başkanıydı. Beraber Ege Üniversitesi’ne gittik. Hocalar gelmiyor bize dedik. O zaman rahmetli İhsan Doğramacı; “kardeşim, siz hocalarınızı bulun, üniversiteye biz onay vereceğiz” dedi. Biz “tamam” dedik. Namık Çevik beyefendi Ege Üniversitesi rektörüydü o zaman, İhsan Doğramacı'nın da sağ kolu idi. Geldik Ege Üniversitesi’nden, İzmir’den yardım alacağız. İzmir’deki hocaları Denizli’ye getireceğiz, burada üniversitede eğitim vereceğiz. Biz iki tane belediye otobüsünü gönderdik İzmir’e, hocaları alıp, Denizli’ye üniversitenin nerde kurulacağını görmeleri için getirdik. Ondan sonra bize dediler ki, "hocalar nerde yatıp kalkacak burası uzak" . Biz dedik " hocalarımızı aç bırakmayız, açıkta bırakmayız,birer ev veririz." "Ev nasıl vereceksiniz" dediler. Dedik biz "3-6 ay içinde burada 40 dairelik bir lojman yaparız." Hakikaten inşaata başladık, ama hocaların hiçbirisi gelmiyor. İhsan Doğramacı’yı Pamukkale’ye davet ettik. Pamukkale’de bize bazı sözler verdi. İşte söyle olacak, böyle olacak... Ne derse “peki” diyoruz ama aslında yapmamız mümkün değil. Ondan sonra şunu yaptınız mı diye soruyor, yaptık diyoruz. Yok efendim kulağından tuttuk, bilmem işte toz aldık, kürek attık… Hep böyle söylüyoruz. Ama ondan sonra bir devreye girdik, yürüdük ve hiçbir zaman aksamadan devam ettik. Lojmanların 20 dairesini bitirdik, Üniversiteye başladık. Ondan sonra hocalar, hep Denizli’ye gelmek istedi. Kimisi dosyayla geliyor, telefon ediyorlar bize. Arif Akşit rektör olduğu zaman çok müracaatlar geldi. Denizlilerin hepsini alalım dedik. Denizli’nin çocuğu burada hizmet verir. Pamukkale Üniversitesi’nin bu kadar temaşa edileceğini, bu kadar güzellikler olacağını hiç tahmin etmiyordum. Allah bugünleri gösterdi. Orda binlerce ağaç diktik, gece gündüz. Tel örgüleri çektik. Bizim makine mühendisi odasında Mustafa amca (Demirsoy) vardı, bize çok destek oldu ve bugün üniversitemiz hakikaten övünülecek bir noktaya geldi. Onun mutluluğunu yaşıyorum. Yüksek Öğretim Vakfı olarak hastane yapılırken 11 milyon para topladık. Ona gittik, buna gittik, gerçekten o 11 milyon olmasaydı, o hastane yapılmayacaktı. Ondan sonra bütün odaları sattık. Bir oda 25 lira, herkes odaları alacaktı. Atilla Özdemir dedi ki; “abi sen ne yapıyorsun ya, bizden de mi para toplayacaksınız?”Ama sonra “Tamam abim” dedi, blok yapıldı, onun adı da verildi. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Vakfı Bugün 110 tane öğretmenimiz,750 - 800 talebemiz var. Bütün üniversitemizdeki hocalarımızın çocuklarını %50 indirimde okut- toplum örgütlerinin başlangıcıdır. Buradaki arkadaşların her bireri bugün artık bir tek sivil toplum örgütü mensubu değiller en azından iki ve daha fazla sivil toplum örgütündeler ve oraya katkı koymaya çalışıyorlar. Benim anlayışım şu zaten; hani bir karpuz misali tarif edecek olursak karpuz taşımasını bilmeyen tek karpuzu düşürür. Ama karpuz taşımasını bilen bir kaç karpuzu bile düşürmeden taşımayı bilir. Buradaki arkadaşların hepsi de öyle. METİN SAYDAL Burada toplantıya katılanların Yetim ve Acizleri Koruma Derneği orjinli olduğunu görüyoruz. Benim tespitim şu ki; Yetim ve Acizleri Koruma Derneği, Denizli’deki sivil 22 Huzurevi ve çocuk yuvası Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yapılmış huzurevleri vardı. Ama bizimkinin onlardan farkı; bizim arsamız hazırdı. Buyurun bina yapın dedik. Devlet ile sivil toplum örgütü işbirliği yani. Şerife Kuyumcu, Kazım Kuyumcu’nun eşi. Turhan Acatay’ ın kayınvalidesi. Yetiştirme yurduna bir kız binası için bağışta bulunduk. İnşaatını ben yaptım. Ama burada bir özellik vardı aynı bahçe içinde, erkek binasının bulunduğu bahçe içine, bir kız binası yaptık. Bu çok mühim bir şey, hele bu günün şartlarında. Aynı yemekhanede yemek yiyorlardı, törenleri beraber kutluyorlardı. Derneğimiz özellikle kolları- ma kararı aldık ve çok sıkıntılar çektik. Hepsi pırıl pırıl genç öğretmenler heyecanlı öğretmenler ve başarılı bir yılımız daha oldu. Vakıf çalışmaları için gerçekten heyecan duymak çok önemli. Sadece cebinden para vermek değil. Çimento fabrikası Kazım Kaynak, ben, Ahmet Kundak, dönemin Valisi, özel idare olmak üzere çok emeğimiz geçti. Çok şükür çimento fabrikasını da kurduk. Ülke ekonomisine katkı veriyor. Ahi Sinan Sofrası ve Ahi Sinan Derneği Söylemek istediğim başka bir şey daha var. Denizli Demirciler Çarşı’sında Ahi Sinan Sofrası diye bir sofra kurduk. 25 senedir yapıyoruz, sadece geçen sene, bu sene yapmadık. Her Mayıs ayının son haftasının Çarşamba günü biz 10 bin kişiye yemek veriyoruz. Ahiliği gençliğe getirmek yenileştirmek için. Ondan sonra ahilik derneğini, Ahi Sinan Derneği’ni kurduk. Bütün vatandaşlar Kaleiçi’nden 2.ticari yoldan, 1.ticari yoldan havuzumuza hayır için para atıyor. 30 bin lira bütçemiz var ve bununla gerekli malzemeleri temin ediyoruz,10 bin kişiye yemek dağıtıyoruz ve ortada ahilere kuşak bağlıyor. Ahilik geleneklerini tanıtıyoruz, öğretiyoruz. mız sürekli onlarla beraber oluyorlardı. Hacı Şerife Kuyumcu’nun yetiştirme yurduna bir kız yurdu yapmasının aracısı oldum ve ondan sonrada benim dernekçiliğim başladı. Bundan sonra üç beş sekiz derneğe kadar çıktı bu çalışmalarımız. Benim buradaki arkadaşlardan çok daha farklı bir konumum var, biz çocuksuz bir aileyiz onun için ben ve eşim çok sayıda sivil toplum örgütlerinde çalışıp katkı koymak, topluma bir şeyler geri vermek şansına sahip olduk. Daha sonra Bekir (Urganlıoğlu) Bey’in 13 yıl başkanlığını sürdürdüğü Denizli Eğitim Kültür Vakfı’nın bir senedir başkanlığını yapmaktayım. Fotoğraflarla geçmişi tespit etmek hususunda benim bir eski örneği vermem gerekiyor. Eskişehir’de Odunpazarı belediyesinin yaptığı bir fotoğraf sergisi vardır. Eskişehir’e gidenlerin yüzde yüzü o fotoğraf sergisini görür gezer. Başka yerler ihmal edilse bile, fotoğraf sergisi " Cumhuriyet Kadınları Fotoğraf Sergisi" dir. Gezenler, “aabu annemin teyzesi, aa bu amcamın karısı” gibi tanıdıklarını bulabildiği için ilgiyi de artırır. Denizli için de öyle bir şeye ön ayak olursak büyük katkı sağlamış oluruz. Mostaş adında aile şirketimiz kurulunca gerek dernek gerek vakıflarla daha rahat ilgilenme durumum oldu. Denizli mühendislik fakültesinin kuruluşunda Prof. Turan Acatay, Suat Çakmak, Burhan Saraçoğlu, Raşit Özkardeş, Rıza Dalkara,Nejdet Güzelaydın ve ben Musa Kazım Manasır olarak Yardım derneğini kurduk. Bu dernek derse gelen hocaların seyahat masrafları ile ilgili kısmında katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş idi. İzmir’den İstanbul'dan gelen hocalara kolaylık sağlaması için ek ödeme yapıyorduk. Yetim ve Acizleri Koruma Derneği MUSA KAZIM MANASIR Okulumu 1949 yılında bitirdim. Kasım/1949 ayında Nazilli Sümerbank Fabrikasında Tesviye atölyesinde frezeci olarak işe başladım. 1952 yılında askerlikten sonra Denizli'ye geldim ve Denizli Şemsi Terakki Debağat ve Ticaret A.Ş. de muhasebeci olarak işe başladım. Rahmetli Tahsin Cem ile Otocem kolektif şirketini 1957 yılında kurduk. Denizli Devlet Hastanesi Yardım Derneği Denizli'de iş hayatında iken Hacı Raşit Özkardeş ve dönemin valisi Nezihi Okuş ile Stadyum arkasındaki talebe yurdundaki öğrenciler için kurulan dernekte de Esat Mazı ile yönetimde görev aldım. Dr. Samim Gök, Raşit Özkardeş ve Enver Özsoy ile Denizli Devlet Hastanesi Yardım Derneği yönetiminde görev yaptım. O dönemde fakir hastaların ihtiyaçlarında yardımcı oluyorduk. 400 yataklı Denizli Devlet Hastanesi’nin 30/ağustos/1972 tarihinde Bakan Dr. Kemal Demir, Vali Münir Raif Güney ve Başhekim Dr. Samim Gök tarafından açılışı yapılırken, oda tefrişleri tamamen Denizli’li vatandaşlar ve Derneğimiz tarafından karşılandı. Denizli Devlet Hastanesi Dernek Yönetiminde Hacı Mustafa Değirmenci, Hacı Enver Özsoy, Ramazan Kurşunluoğlu ile 1998 yılına kadar çalıştık ve gençlere görevi devretmek üzere ayrıldık. Bizden sonrada dernek yaşayamadı. Bizim dönemde önce yönetim olarak ihtiyaçları karşılardık, yetmediği zamanda en yakınlarımızdan talep ederdik. 1980'de Otocem’den ayrıldıktan sonra Bu dernek 1955 yılında kurulmuştu. Kurucuları; Nadir Sebik eski Sümerbank fabrikası müdürü, İsmet Andaç Sümerbank’ta memur, Necmiye Özbudu ev hanımı, Hilmi Erkmen Ziraat Bankası Müdürü, Ethem Yücetürk doktor, Mücahit Ataklı Sümerbank satış müdürü, Ergun Andaş İş ve İşçi Bulma Kurumu müdürü, Kemal Özbudu Sümerbank muhasebe müdürü, Rıfat Uysal sanatkar, İsmail Tütüncü ve Mahmut Aktürk. O dönemde biz bu kurucular arasında yoktuk. Ama sonradan geniş çaplı faaliyet gösterdiğinde Fuat Özen Bey de vardı. Daire genişledi. O zaman katıldık. 1987 yılında vakıf kuralım dedik. Yani dernek olarak faaliyet gösteremiyorduk, ilk faaliyetimizde şu oldu. Yer temini. Yer teminini yaptıktan sonra dernek olarak Samsun’a uygulanacak bir projeyi buraya aktarttık. Huzurevi ve Denizli Yetim ve Acizleri Koruma Vakfı Huzurevi binası yapıldıktan sonra içinin teftişi tamamen Denizliler tarafından, bizler ve arkadaş grupları tarafından yapıldı. Bu işi Fuat Özen Bey iyi hatırlar, sonra baktık ki dernek olarak fazla faaliyet gösterilmedi, bir de eşlerimiz de vardı dernekte görev yapan. Biz dedik derneği bayanlara bırakalım, bunu yürütsünler biz vakıf kuralım ve bu vakfın vergi muafiyetini alalım, daha büyük bir teşebbüsümüz olsun diye 1987 de yılında vakıf kurduk. Rahmetlik İsmail Sever de uzun süre hem dernekte hem de vakıfta başkanlığımızı yaptı. Kendisi Bulgaristan'dan geldiği için yaşlıların ileride çocukları tarafından bakılmayacağını düşünerek böyle bir teşebbüste bulunuldu. Vakıf kurulduktan sonra, proje yaptırdık. Büyük bir proje oldu. 330 bin liraya arsayı aldık. 24.967 m2 arsa. Bu arsaya uygun projesini yaptırdıktan sonra ihale ettik. Tabii bu elde olmayan paray- la yapılacak işlerdi. Bu arada imar yasası değişti. Betonarmenin depreme göre hesapları değişti. Mimari projemizi Turgay ve Volkan Üçyıldız ücretsiz yaptı. 2004 yılında temeli atılan binanın taahhüdünü Volkan Üçyıldız üstlendi. İnşaat başladıktan sonra; imar yasası, inşaat demir ve betonarme hesaplarının değişmesi ile arada tekrar proje tadilatına gittik. Daha az fiyata maledebileceğimiz olay daha pahalıya çıktı. Fakat biz binayı bitirdik. 100 oda, o binaya denk gelecek idari bina, üçüncü etapta tekrar 84 yataklı yapacağımız bir bina vardı. O binayı yapmaktan vazgeçtik. İdare binayı ve 100 yataklı binayı yaptık. Ama işletmesi için hiç kimseyi bulamadık. Yani huzurevi olarak çalıştırmak üzere aradık, devletle temaslarımız oldu. Devletle temaslarımız da bize bedavaya verin, biz bunu çalıştıralım dediler. Bizim amacımız ilerde bizim müdahale edebileceğimiz bir çalışma yeri olsun ve Vakfa gelir getirmesiydi. Şimdi Pamukkale yolu üzerinde huzurevi var, kuruluşunda bağışta bulunularak oda tefrişleri yapılmıştır. Bilahare Belediyemizin yenilediği bina tefrişi tekrar ilk yapanlar veya varisleri tarafından yenilenmiştir. Ekseriyetle yerleşim dışardan oluyor. Yani Denizli'lere yer bulmak çok zor oluyor. Onun için Rahmetli İsmail Sever başkanlığı döneminde yaptırılan projeye göre huzur evi yapılması kararı verildi. Fakat işletme çok zor ve yönetimimiz tarafından yapılması mümkün değildi. Türkiye içinde işletmeci bulamadık. Hatta Belçika'da bu konuda uluslararası işletmeci olan Senior Asist firmasının Türkiye temsilcisi Bengi Tutak hanımefendiyle temas ettik. Kendisini Denizli'ye davet ettik. Onlar geldiler incelediler. Dediler ki 200 kişilik yeriniz var, siz bize 100 tane yaşlı bulun ayda 1.500’er lira para versin, biz buraya geliriz dediler. Günü birlik İstanbul'dan gelip gitmeyi düşünüyorlardı. Bizim de 100 kişi bulmamız mümkün değil. Öyle bir şey olsa zaten çalıştırmayı biz kendimiz yapacağız. Dolayısıyla ondan da vazgeçtik, çeşitli yerlerden bu sefer Aydın'dan Nazilli'den gelenler oldu. Bize verin, biz bunu çalıştıralım diye. Bu arada Pamukkale Üniversitesi eski rektörü Hasan Kazdağlı“Üniversitenin zamanla uluslararası faaliyetleri olacak dolayısıyla siz otel yapın” demişti. Bunun üzerine Dönem Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Bağcı'ya (Denizli Yüksek Öğretim Vakfı'nda yönetim kurulu üyesiydim. Sık sık konuşuyorduk.) Sayın Prof. Hasan Kazdağlı’nın önerisini teklif ettim. Sayın Rektör Bağcı bizim yere ihtiyacımız var. Biz dedi 23 birkaç fakülte açacağız, ondan sonra meslek okulu olacak dedi. Onlarla belli bir kira bedeli ile anlaştık. Şimdi biz oradan aldığımız kira bedelini üniversitede ve lisede okuyan öğrencilere burs olarak veriyoruz. Bunlara ilaveten, Pamukkale yolu üzerindeki huzurevi, çocuk yuvasına aşağı yukarı gelirimizin üçte birini veriyoruz. Dentaş A.Ş. ve Denizli Basma ve Boya Sanayii A.Ş.: Bu arada 1972 yılında sanayi yatırımları başlayınca kurucu ve yönetim kurulu üyesi olarak görev aldım. 400 yataklı Denizli Devlet Hastanesi’nin 30 Ağustos1972 tarihinde Bakan Dr. Kemal Demir, Vali Münir Raif Güney ve Başhekim Dr. Samim Gök tarafından açılışı yapılırken, oda tefrişleri tamamen Denizli’li vatandaşlar ve Derneğimiz tarafından karşılandı. mermerciliğe devam ettik. Zaman içinde fabrikamızı yeniledik, yeni bir tesis kurduk. Kurduğumuz bu yeni mermer tesisi Türkiye’de ilklerden birisiydi. İlk prefabrik mermer fabrikasını biz yaptırmıştık. Bu yüzden Ege ve İç Anadolu’da bazı mermer fabrikası kuracak olanlara örnek olduğumuzu söyleyebilirim. NİHAT KÖMÜRCÜOĞLU Öncelikle, “Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi”ni çıktığından beri takip ettiğimi ve çok beğendiğimi söylemeliyim, böyle bir derginin yayınlanması ve yeni kuşaklara sunulmuş olması çok yararlı. Dileğim derginin her geçen gün yeni bilgilere ulaşıp büyümesi ve daha çok kişiye dağıtılması. Ben,işçi amele bir ailenin evladıyım. Okudum ve inşaat mühendisi oldum. Devlet memurluğu ve serbest mühendislik yaptım. Mühendislik yaparken bir gün abim, “sen para kazanamıyorsun mühendislikte” dedi. “Mermercilik yapalım” . Onun sayesinde bugün mermerci oldum. Daha sonra, 1996 yılında abim “ben artık çalışmak istemiyorum” diyerek ayrılmak istediğini söyledi. Ayrıldık. Çocuklarım da büyümüştü, birlikte bir aile şirketi olarak 24 Heykel Kolonisi Biraz gerilere gitmeliyiz. Ziya Abi zamanında Denizli’deki heykellerden birisini ben yaptım. Bu heykel daha çok soyut bir şeydi. Hüseyin Altın’ın yaptığı hükümet binasının karşısındaki heykel. O heykelden sonra ben Denizli’deki bazı kuruluşlarda dile getirdim, “Denizli’de gelin heykel sempozyumları yapalım. Gerekli mermeri biz mermerciler temin edelim.” dedim. Herhalde tam olarak anlatamadım ve başarılı olamadım. Kısmet 5 yıl öncesineymiş. 5 koloni düzenledik ve kolonide 46 heykel yaptık. Akademide ve sonrasında yapılanları burada saymıyorum. Koloniyi yaparken de düşündüğüm şuydu. Antik çağ kentlerinde olan Laodikeia, Hierapolis(Pamukkale) ile tanınan Denizli’mizin, sanat alanında günümüzde de uluslararası alanda tanınmasına katkıda bulunmak istiyordum. Bir “turizm şehri” olmayı hedeflemiş olan şehrimizin kültürel ve turistik tanıtımına katkı sağlayabilirdim. Ayrıca Güzel sanatlar alanında eğitim alan öğrenciler, heykel yapma sürecini izleyebilecekleri bir ortam oluşturmuş olacaktık. Üniversitelerde heykelcilik bölümünün açılması ve gelişmesine katkıda bulunup Üniversitelerdeki konservasyon bölümünün çalışmalarına destek olabilirdik. Denizli’mizde bir heykel müzesi yok, müze açabilirdik. Bunların hepsini sırasıyla yapacağımıza da inancım tam. Memleket Hastanesi Memleket Hastanesinin taş işçiliğini taşeron ve müteahhit olarak Kömürcüoğlu ailesi yapmıştır. Biliyorsunuz Denizli Memleket Hastanesi yıkıldı. Babamın söylediği ifadeyi aynen kullanacağım. “o mermerlerde hala elimizin izi var.” Mimar Ali Usta, evvela dedem İsmail Köseoğlu Mehmet Ustanın teyze oğlu, babamın kayınpederi ve iş ortağıdır. Ortaklılarında taşeronluk ve müteahhitlik yapıyorlar. Eserleri içinde, yıkılmış olan Memleket Hastanesi, Denizli Lisesi, Gazi İlkokulu gibi yapılar vardır. Her şeyden önce bir kentte yaşayanlarda kentlilik bilincinin gelişmesi gerekiyor. Milli Eğitim müfredatında Sosyal Bilgiler dersi kapsamında “Çevremizi Tanıyalım” konusu işleniyor, bu doğru, ancak bu konu biraz sınırlı kalıyor. Ben sanat okulunda okudum. Sosyal Bilimler, Felsefe veya benzeri derslerimiz yoktu. Muhtemelen şimdi de yok veya yeterli değil, ama bu derslerin okutularak ve daha da geniş bir şekilde işlenerek gençlerimize sosyal bilincin verilmesi gerekiyor. Sonuç olarak; kent belleği oluşturulmasında; a) Var olan eski binaların, mimari ve tarihi özelliği olan yapıların muhafaza edilmesi, müze ve sergi alanları oluşturulması gerekir. b) Yeni nesli sosyal bilgiler alanında yetiştirilmeli ve özgüveni olan nesiller yetiştirmeliyiz. söylediklerim 1967 senesinden evvelki zamanlar ait şeyler. Candoğan zamanında Denizli’de imar planı çizilirken, ben kendilerine şöyle dedim. ”Denizli’nin bütün yollarını açacaksanız açın, fakat Denizli’ye dokunmayın, özellikle üç dört mahallesine” dedim. Şimdi belediyemizin bir çalışması var, yani ben kendilerini tebrik ederim, bazı evleri tamir ediyorlar ve yeniden kullanıma kazandırıyorlar, Denizli halkının kullanımına açıyorlar. SALİH BOZBAY Eski Denizli Ben şu an en yaşlı katılımcılardan biriyim, sizlerin dedeleriyle burada oturmuş kalkmış insanım. Bu nedenle eski Denizli’yi size biraz anlatmak istiyorum. Taa Zeytinköy’ün üzerinden tutun da taa Göveçlik’e kadar Denizli’nin her tarafı mükemmel ağaçlarla, bağlarla kaplıydı. Bülbüllerin ötüşü, kuşların sesleri ve yazın leyleklerin geldiğini görmek çok güzeldi. Bağlar arasında öten keklikler olurdu. Karcı’da yukarıda mesela daha ziyade sanat işleyenler vardı. Karcı’da kiremit yapılırdı, testi yapılırdı. Evlerde eskiden hanımlarımız küllü suyu biriktirirdi. Onun berisinden inin aşağıya, Göveçlik vardı. Orada tezgahlar kurulur yerli mallar üretilirdi. Beri tarafta tabakhaneden aldıkları keçi kıllarıyla beraber hararlar yapılır, saman çuvalları yapılır. Ve hayvanlara yularlar yapılır, torbalar yapılır. Daha ileriye gittiğimizde Çamlık’ta mesela, hep sanatkârlar vardı. Küçük küçük işletmeciler vardı. Bu gün onların hiç birisi de el sanatları olarak ta işlenmemektedirler. Bu benim Eskiden istasyon caddesine bakıldığı zaman da hep bahçeli ne güzel evler vardı. Bunların hepsi yıkılıp yerine apartman yapıldı mesela. Buralara ruhsat verenlerde büyük kabahat olduğunu düşünüyorum. Ben kendilerine o zaman da söyledim. Esnaf odalarının başkanı sıfatıyla ben 1961 senesinde Fransa’ya gittim. Oralarda gezdik, gördük. Sonra 76 senesinde bir defa daha gittim. Sonra 86 senesinde de gittim gördüm; binalar aynen duruyor. İngiltere’de mesela, hani bizlerin dedelerimizin iki katlı tuğlalı evleri gibi evler, hala duruyor.Oysa bizim burada eski binalaryıkılıyor, yenisi yapılıyor. Mesela Denizli’de en eski ev bizim evdi, yaktılar. Denizli’de daha ziyade el sanatları üzerinde uğraşırken en çok Babadağ’a göç edildi, tezgâhlar kurulmaya başladı. Halkın bazıları bunlardan rahatsız olmaya başladılar.Ben 1957 senesinde ilk Sanayi Sitesi’nin Kayseri’de kurulduğunu öğrendim. O zaman bir kez gittim, baktım, geldim. Denizli’de ilk sanayi sitesi kurulurken bizim orada kooperatif kuruldu, en son Nuri (Erikoğlu) abi bitirdi.Küçük esnaf çarşının içinde şurda burda tamirciler vardı.Bunlardan esinlenerek ben 3 tane sanayi sitesi kurdum ve bunların başkanlığını yaptım. Ankara’da Esnaf Sanatkârları Kredi Kuruluşları vardı, orada ikinci başkanlıklar yaptım,uzun müddet görev yaptım. Diğer YURDAL DANIŞMAN Bütan gazlarını Denizli’ye ilk getirin ve gaz ocağıyla yemek pişiren, Denizlili’ye bütan gazını tanıtan kişiyimdir. O zamanlar Denizlili pompalı gaz ocağına alışmış. Bu tüpleri biz nasıl alacağız, bu patlar, ev havaya uçar diye önceleri çok korktular. Ama büyük bir sabır göstererek anlattık tehlikeli olan durumları. Elli sene bitti, geçen sene bıraktık daha işleri, devrettik yanda orada bir muhitim olmakla beraber, gençlerin okuması için hayli yardımcı oldum. Ankara’da bir tane Esnaf ve Sanatkarları Eskimtaş diye bir anonim şirketi kurduk, çok güzel büyüdü. Ama şimdi ne durumdadır bilmiyorum. Böylelikle orada 42 sene görev yaptım. Bu yanda da burada kurulmuş olan imam hatip okuluna, çıraklık okuluna ve diğer yandan da sanayi sitelerine olmak üzere bir de Bağkur’la beraber getirmek suretiyle çalışmalarımız oldu. Bağkur’un kuruluşunda yine emeğimiz vardır esnaf teşkilatı olarak. Denizli hastanesinde yaklaşık 12 sene görev yaptık. Üniversitenin kuruluşunda mütevelli heyetindeydik.Üniversiteye ilk teşebbüsümüzde Ticaret Odası, Sanayi Odası vardı ve bugünlere geldik. Hayatım boyunca Esnaf teşkilatının bütün kuruluşlarında bulundum. Isparta, Burdur, Uşak, Antalya esnaf teşkilatlarında görevli olarak gittim. İtalya’nın Floransa şehrinde, Rusya’da, Almanya’ da düzenlenen el sanatları fuarlarına katıldım. İngiltere’de bulundum. Aşağı yukarı Denizli’de 16-17 kuruluşta görev aldım. Meslektaşlarımın hepsini kooperatifleştirdim. Hikmet Tütüncüoğlu isminde bir arkadaşımız vardı.Çok çalışkandı, Delikliçınar’da güzel bir manifatura mağazaları vardı. Daha ozamanlar Denizli’de böyle bir teşebbüs yokken hatta Türkiye’de yokken Denizli’de radyo yapacağım diye ayağa kalktı ve ilk radyoyu yaptı ve başardı. Hareketliydi. Ama ne var ki ömrü vefa etmedi. Ben hatırıma gelmişken söylemek istedim. Denizli’de mesela çok güzel hayırsever insanlar var. Bunlar hepsi de bir bakıma geçicidir. Bana göre, “Denizli’de İz Bırakanlar” diye bir programın yapılması şart. evlatlara. Bir anımı anlatayım; bir postane müdürü vardı. Tehlikeli diye tüp almak istemedi, pompalı ocak kullanıyordu evinde. Bu arada konuşma münakaşaya dönüştü, hakaret etmeye başladı, çıktı gitti. Ama 1 hafta sonra ağlayarak geldi dedi ki, pompalı ocakları alev almış evde, hanımı cayır cayır yanmış. Vilayetin binasını yapımında bütün Buldanlıların birer lirası vardır. 25 Denizli’nin Ticaret Hayatı ve Tabaklık İlk tabakhane Yeşilyuva’da kurulmuş. Hala Karahöyük’te binalar mevcut alt tarafta arabaların, atların bağlandığı bölümler. Sonra da Denizli’de kuruluyor, bugünkü eski hükümet binasını olduğu yer tabakhaneydi. Tabakhane camisinin minaresi düne kadar dururdu. En sonda o minareyi de yıktılar. Sonra aşağıya çektiler, daha uzağa gittiler. Türkiye’de tabaklık çok önde gelen bir meslekti. YÜKSEL KAŞIKÇI Eski Denizli Sabaha kadar konuşsak Denizli’yi bitiremeyiz. Ben köken olarak Denizli’nin yerlisiyim ve Delikliçınar’da büyüdüm, yani bugün belediye meclisinin salonun olduğu yerde Kaşıkçı Evleri vardı. Karşısında Kamburların mağazası vardı. Belediye binası olduğu yerde de Cillovların evleri vardı. Muhteşem bir evdi arka bahçelerinde at arabalarımız, atlarımızın girdiği geniş kapılı arka cepheden kapılarımız vardı. Amcalarım, babamın hepsinde altında birer at, o zaman araba taksi yok 1940 – 1950 arasından bahsediyorum. Ramazan ayında Delikliçınar’da Cillovların bahçesinde ve bizim bahçemizde kazanlar kaynar. Çünkü lokanta yok. Gelenler handa kalacak. Sahuru nerede yapacak, iftarı nerde yapacak? Hele yaza geldiğimizde,bütün o bahçelerde özel hocalar tutulurdu, Fatmana Camisi küçücük bir cami çünkü. Cillovların bahçesinde teravih namazları kılınırdı, biz o zamanlar küçüğüz. Ben tüm özgeçmişimi Denizli’de Delikliçınar’da geçirdim, üniversiteden geldim babamın bakkal dükkânında ekmek sattım. Önder Göçgün Hocamın babası da fırıncıydı oda öyle yaptı, pide sattı. Radyoyla ilgili bir dedemden dinlediğim yaşanmış bir hikayeyi anlatayım: Denizli’ye ilk radyo ne zaman geldi bilmiyorum. Benim anne dedem Mısır Elezher Üniversitesi mezunu. Dedem Hafız Osman’ın Buldan’da hanı varmış. Yunanlılar karargâh olarak bizim hanları kullanmışlar. Dedem anneme, “Kızım yakında Deccal çıkacak dünyanın bir ucundan bir ucuna duyulacak” diye anlatmış. Yunanlıların terkinden sonra Buldan’a radyo geliyor ve dedem keçileri kaçırıyor Deccal geldi diye. Düşünün medreseden çıkan bir insan 1926-1927’lerde böyle yorum getirebiliyor. 26 Kimsenin değiştiremeyeceği bir gerçek var ki; Denizli’miz ticari bir merkezdir. Yüzyıllar boyu Karahöyük Pazarı Çal ve - diğer pazarın ismini hatırlamıyorum- bu iki pazarda bütün kervanlar sürüyle gelmişlerdir. Mallarını satmışlar, yüklemişler ve tekrar devam etmişlerdir. Burada Ahi Sinan’ı da anmak lazım. Karahöyük pazarının da etkisiyle, Serinhisar’da urgancılık vardı, çünkü hayvancılık var, hayvanı bağlamak için urgan gerekli. Yatağan da bıçakçılık, makasçılık, tarakçılık, boynuzunu kullanıyor bıçağını kullanıyor, Yeşilyuva’da tabaklık, ayakkabıcılık derken sanayi gelişmiş. Bunlar gelişirken, harp biter, Yunanlılar gelir. Onların paraları da çok; bavulla filan para getirdiler. Yunan parasını kim bozuyor nasıl bozuyor onu bilemiyoruz.O zaman bir iki tane kaptı kaçtı arabaları var, Kırmızı Raşit ve Şoför Saim var. Başka da yok. Onlar Karahöyük Pazarı’na gider orda bütün gün malları alırlar, sürülerin başında birer çoban, İzmir’e Alsancak limanına götürürler. Burada Atatürk’ü anmak zorundayım; İzmir İktisat Kongresi’ne, Denizli’den kimler gidebilir, tabaklar gidebilir. Orada Atatürk “Birleşin, Anonim şirketler kurun” diyor. Tabaklarımız geliyor ve Şemsiterakki Debaat Anonim Şirketi’ni, İktisat Bankası Anonim Şirketi’ni kuruyorlar. Türkiye’deki diğer şehirleri incelediğimizde, hemen İktisat Kongresi’nden sonra bu kadar hızlı bir yapılanma görülmüyor. Türkiye’nin bütün tabak, deri ihtiyacını Denizli karşılıyor o zamanlar. Benim en son Ticaret Odası Denizli Meclis Başkanlığım zamanında 90 tane kayıtlı tabak esnafı vardı. Ama şimdi Denizli’de 3-5 tane kaldı belki, yok oldular. Çok modern tabaklamaya geçildi, eski tabaklık kalmadı. Tekstil Tekstil söz konusu olduğunda, Buldan, Kızılcabölük, Babadağ ve Karcı’yı saymadan edemeyiz. Şu anda durmuyor ama 4 tane dokumacılık kooperatifimiz var. Bu konuda 1969 senesinde Salih Bozbay abiyle çok büyük çalışmalarımız oldu. Sayım yaptık, 13bin tezgâh vardı, birazı el tezgâhı birazı da Bursa tezgâhı dediğimiz tezgâhlardan. 1969’da Ege Bölgesi Sanayi Odası’na ve Başkanı Şinasi Ertan’a bağlıyız. Burada da bir temsilciliği var. Sizin binada bir üst katta bürosu ve sekreteri var. Dört Kooperatif başkanlarını çağırıyoruz. Oturduk,Salih Bozbay Abi’nin de benim de tezgâhımız yok. Biz Denizli’li olarak acaba 1.000’er lira alabilir miyiz her birinden diye düşünüyoruz.Bir sene boyunca alırsak, 13 bin kişiden 13 milyon lira para yapıyor. Hayalimizde Göveçlik’te iplik fabrikası kurmak vardı ve bir türlü 4 başkanı bir araya getiremedik. Ondan sonra Sanayi hareketleri başladı Denizli’de. Haddecilik ve Kiremit Fabrikası Sonra Haddecilik başladı Denizli’de. Birden bire 20’ye yakın haddehane açıldı, halen daha çalışan haddehanelerimiz var. Aslında Denizli’de demir rezervi yok, kütük yapan fabrika yok. Ama bir sürü haddehane oldu Denizli’de. O yıllarda 3 tane kiremit tuğla fabrikası kuruldu. Denizli’nin kiremidi yoktu. Arı kiremit, Pamukkale kiremit 3 tane kiremit fabrikası kuruldu. Kiremitçi mahallesi var, Musa Mahallesinin üst tarafında. Orda tuğla yakılırdı, Üzümcülerin karşısında, Başpınar’la beraber su var orda kırmızı toprağı bir yerlerden getiriyorlar. Kiremitçi adı da oradan kalmadır. Kiremit ve tuğla yapılmadan mecburen kerpiç kullanırdı. Çünkü taşımak zordu. Her türlü nakil trenle olacak, Denizli’den tren devam ediyor Afyon' a doğru. Her şeyimiz oradan gelir. Yahut da at arabalarıyla, olacak. Şimdi mimar olarak konuşmaya çalışıyorum. Denizlilerin evleri hakikaten çok güzeldi, hepsini mahvettik onu da söyleyeyim. 1950 senesinin İstanbul nüfusuyla Denizli nüfuslarını baz alarak bugünle bir kıyaslama yaparsak; İstanbul’un 20 misli artıyor 14 milyon oluyor, Denizli’nin 25-30 misli artıyor ve böyle bir Denizli’de biz mimar olarak geldik. 1959’da Feridun (Alpat) Abi o zamanlar yeni büro açmış, selvi tahtasından masalar yaptırmış. Ben Aralık’ta askere gideceğim, Haziran’da mezun olmuşum daha, maaş filan istemiyorum. Ama Feridun Abi, “Ben ücretsiz adam çalıştırmam” dedi. Orman dairelerinin yıkılan binalarını o zaman yapmıştık. Bizim elimizden çıkmıştır, tüm proje ve kontrolü, imzası Feridun Alpat’ındır. Sanayi Sitesi İkinci sanayi sitesini Salih Bozbay abiyle beraber oluşturduk. Denizli’nin (1930’larda) sanayi alt yapısında en önemli etkenlerden biri lisenin bulunmasıdır. Çünkü Ege Bölgesinde 3 tane lise var, İzmir’de, Denizli’de ve Afyon’da. İkinci önemli etken; Sanat Okulu’nun açılmış olması (1940’larda) Motor Bölümü, Teknolojik Bölümü ve her türlü Marangozluk bölümü vardı. Biz de Salih Bozbay Abi’nin başkanlığında sanayi sitelerini yaptık. Esnaf birden bire yer buldu, mekân buldu. Çok zor şartlardan çok güzel bir yere doğru geldi Denizli. Pamukkale Üniversitesi 1970’te Münir Güney’in de gelmesiyle bir hareket gelişti Denizli’de. Bir şeyler yapalım istiyoruz ama bilgi noksanlığı var. Çünkü üniversite yok. Denizlili olarak bu konuda geç kaldık. Orhan Oğuz Milli Eğitim Bakanıydı, söz verdi telefonda; “Ben geliyorum, açıyoruz” dedi. O gün 12 Mart muhtırası verildi Demirel’e. Münir Güney gece yarısı beni aradı;“Yüksel, sorma üniversiteyi gene kaybettik” dedi. İsmini, her şeyi, yerini de ayarlamıştık. O ilk kısım, 360 dönüm yer de yapsak, eğer o günden açabilseydik üniversiteyi… Sonra onu biliyorsunuz 9 Eylül İzmir’de açtılar. Biz Denizlili olarak bir şey yapamadık. Çok şükür bugün her şeye ulaştık. Üniversitemiz var. Yukarıda bahsettiğim gibi nüfusları baz aldığımızda Denizli 30 misline yakın büyümeye sahip. İmar planımız yok. 1963’te geldim ben, zorla beni il genel meclisine gönderdiler. Merkez İlçe Parti başkanı yaptılar. Hiçbir bildiğim yok. Yani ihtilal olduğu için kimse mesuliyet kabul etmiyor. Yeter ki yüksek tahsilli olsun. İl Genel Meclisi’ne gittik. Şimdi ne yapacağımızı da bilmiyorum. Candoğan Belediye Başkanı hakikaten gelmiş geçmiş başkanlarımızın içerisinde çok iyi başkandır bürokrasiden gelme. Yok diyor, kanuna uyulacak, olmaz diyor. İyi ki ben de başkan olmamışım. Çünkü çok zor bir iş, biraz idare edeceksin biraz yumuşak olacaksın. Neyse Candoğan’la biz yola çıktık. İlk önce imar planı olmadan ruhsat vermem. Ondan sonra da param olmayınca ben bir şey yapmam Denizli’de. İlk önce paran olacak. Ne yapalım, işte toptancı hali yaptık,soğuk hava deposu yaptık,sanayiyi düzelttik, otobüsleri düzelttik, asfalt şantiyesi kurduk, asri mezarlık, otogar... Şu anda Forum Çamlığın olduğu yerde asfalt şantiyesi vardı. Ve o şekilde gelir elde ettikten sonra yatırıma geçtik. Candoğan parkını yaptık. Sonra biraz daha ağaçlandırdık, çiçeklendirdik ama bütçe diye bir şey yoktu. O zamanlar imar planını Türkiye İller Bankası yapıyordu. Mimar Suna Çakmacı benim de yakınım gibiydi ve daha çok İller Bankası’na ben gidip geliyordum. Uzun süre sonra İller Bankası’ndan planlar geldi. Eskiyi bozma, eğer bu planı bulursak Belediye’de, bütün o güncel ara sokakları dâhilinde düzeltiverdik birazcık. Hiç olmazsa orada biraz çizgiyle düzeltelim olmaz. Evimizin saçağını dahi muhafaza koruyordu. Bizde; Ben varım, Yalçın Sunal var, Yakup Ünel var. Denizli’de teknik adam o kadar az ki. Hani yok şehir planını hiçbirimiz bilmiyoruz. Her şeyi gördüm biliyorum ama şehir plancısı değiliz. Tabi Candoğan böyle uygulanacak diyor. Yani plan neyse ben ilgilenmiyorum düzenleyin diyor. Belediye Meclisini hiç dinlemiyor, partiyi hiç dinlemiyor. 1970’den hemen biraz sonra Dentaş dahil, 70 tane anonim şirketi kurduk. 1971, 1961 hayali söylüyorum ama kayıtlar. Yani Pam Tekstil dahil. O zaman Japonya’ya filan gidip geldik. Denizli’nin hayal güçleri gelişmiş, ileriyi görebilen insanlarından biri de Nuri Erikoğoğlu. 4-5 tane büyük dükkanı birleştirdi. İstanbul’dan sökülmüş makineleri getirdi, kablo yapmak için. Şimdi barajlar yapıldı, elektrik yapıldı ama ne düğmesini yapabiliyoruz ne de kablosunu, hep ithal ediyoruz. Nuri Erikoğlu o zaman kablo üretmeye başladı. Sanayi Odası ve Ticaret Odası İşte böyle kalktık dedik ki Salih Bozbay Abi de var, Sanayi odası kuralım. İzmir’e gidip geleceğiz. Tabi sanayi odasını Bekir Karakurt abi temsil ediyor, Ege Sanayi Odası Yönetim Kurulu’nda. Denizli’den herkes oraya gidiyor. Biz dedik sanayi odası kuracağız. Mehmet Ali Tan, ben, Salih Bozbay abi biz- Mehmet Ali Tan birazcık sanayici sayılır haşıl döküyor filan ama bizim ikimizde de sanayicilik filan yok- sadece Türkiye’de 7. sanayi odası olarak kurduk (1973). Mehmet Ali Tan başkan olmak istedi. Bekir Karakurt hiç olmazsa etrafı var tanıyor, ondan dolayı Mehmet Ali Tan’dan sözlü dayak yedik ve Denizli’de sanayi odasını kurduk. Yürüyoruz. Bu 70 fabrikadan anonim şirketten tahmin ediyorum 30’u filan faaliyete geçebilir. Geri kalanın yani o ampul fabrikası, televizyon fabrikasına çok değişik konularda Uygar Motor hiç olmayacak şeylere parmak attı. Aslında Şirintaş bugün Paşabahçe şişe bardaklarının tümünü Denizli’de üretiyor. O hale getirdik Denizli’yi, övünmek gibi olmasın ama. Bunlar ücret karşılığı olmayan şeyler aslında. Gümrük müdürlüğümüz yok, ihtilal oldu. Çimento fabrikası kuruldu. İzmir’den işini yapan ihracat yapan için çok rahat her şey, burada Denizli’de çözülüyor yani. Teleks var sadece. Tabi ulaşım iletişim de yok. Neyse Ticaret Odası olarak Büroyu tuttuk. Müdür geldi “Benim telefonum yok. Masam yok sandalyem yok.” dedi. Yeni evliyim Münir Abi aradı, hazırlan biz seni akşama bir yere götüreceğiz. Uşaklı Hafız, Memişoğlu, Münir Kuyumcu abi arabaya bindik. Beni aldılar evden karşılıklı oturuyoruz, Münir abiyle bir yere gidiyoruz.“Yüksel Kaşıkcı projeleri çizdi.” “Ne projesi abi?” “İmam hatip lisesi”. “Ben nasıl söylerim böyle bir şey görmedim”. “Sen öyle diyeceksin”. Biz hacı amcaya gittik –Sabuncuoğlu-Türk kahvesi içeceğiz. Gittik oturduk, elini öptük falan, neyse artık “çizimler hazır” dedim ben. Öyle dediler, söylemem gerekiyordu söyledim. Ben de hatta söylemek istedim. Bunu başka yere yapalım, hatta satalım burası 4-5 dönüm. Orda 50 dönüm yer alalım orda yapalım, kabul etmiyor Hacı abi. İlla orası olacak. Mimar Ozan Saracoğlu’yla karşı karşıya masaya oturduk. Sabah akşam proje çiziyoruz. Tabi projeyi tamamladık ama 1 ay da zor tamamladık projeyi. Proje dev bir proje. Organizasyon ve inşaat yapımı Hüseyin Tomaşoğlu’ndan. Bir kuruş para yok. Abi dedim para yok, neyle yapacağız bunu, demir alıyorsunuz. Şimdi biz mendil yaptık. Gelenler orda mendile para atacaklar. Bir saydık 400.000TL, temeli döküyoruz Bodrum’u yapıyoruz birinci katı yapıyoruz bundan sonrası gelir artık. Kendisi gelir. Bir saptama yapayım. Biz 1973'de il yıllığı (50. Yıl) yayını çıkarırken Münir Güney’le, “Mimar Ali Usta” diye buraya yazdık. Bugün gördüğünüz bu fotoların lisedeki, memleket hastanesinde tüm karayolları Kömürcü Ailesi tarafından yaptırılmıştır. Musa’da Saraçoğlu evleri bize komşusudur. Bu misafirhanelerde bu binaların çoğunda onları niteliği vardır. Ferruh Öler, Atatürk buraya Denizli’ye göndermiş. Mimar Ali Ustayla, beraber çalışmışlar vakıf evleri filan hep Ali usta yapmış. O mermerleri yapmak şuan çok zor. Parke döşemeleri, yolları dâhil onlar yapmışlar. Ferruh Öler, mimar. Atatürk’ün emri ile 30 vilayete dağılmış. Hasbelkader Denizli’ye gelmiş. Buraların mimarı. Denizli’de 3 sene kalmış. Ben kendisinden öğrendim. Harp döneminde iplik veya boya kassar v.s. tahsisli dağıtılıyor. 4 kooperatif dağıtımlardan birer kuruş topluyor, Kamu Hü- 27 kümet binası yurt olarak yapılıyor. İsmet Paşa 1940’da Denizli’ye geldiğinde söz vermişti ben size yurt yaptıracağım demişti. Denizli’de mesela susam çok yetişiyor. Anason, susam ve tütün Acıpayam’ın başlıca ürünleri.Benim bildiğim Denizli’de 3-5 tane un değirmeni var. 3-5 tane tahin değirmeni vardı. O zamanlar fabrika diyorduk, Cumhuriyet başladığı zaman. Almanya’dan gelenler bize ticaret odası 16 tane Almanya Ticaret Odası başkanı izliyoruz inceliyoruz, Karabük kadar demir üretiyorsunuz biraz buna baktık, sizde cevher yok, izabe yok, ne oluyor nasıl oluyor? Ticaret Odası Meclis Başkanıyım, biraz bunu hayali olarak Karadede ormanlarından kalma demir işleri filan var, bizim yatağanda Osmanlının süngüsü yapılıyor, kılıcı yapılıyor, oradan haddeciliğe arkadaşlar başladı. 20 ye yakın haddene oldu. Çocukluk devrelerinde amcam giderdi Karahöyük pazarında satılmayan ne kaldıysa fabrikaya getirir, 200 tane koyun, 100 tane dana, at satamıyor köylü hepsini getirmiş koymuş eşkıya gibi adam Allah rahmet eylesin, hepsini getirir ertesi hafta paraları öder. Bir dolu nohut, fasulye neyi kaldıysa tekrar köylü evine götürmesin derdi. Musa mahallesinde her yerde su vardı. Kaşıkçı ailesi su çıkartıyor diye bir söylenti oldu, ama su çıkmıyor bizim evden. Babam vuruyor 100 metre yerden, su yok çeşmelerden taşıyoruz filan, neyse bizim sayaç vardı numarası 10. Bütün mahalle bizi eleştirdi; zengin bunlar, su aldılar, su alınır mı diye bunlar 1950’li yılların bir esprisi. (Denizli içme suyu şebekesi 1950’lerde yapılmıştı) Dergimizde çıktı, Padişah çocuklarının birisi Denizli’de valilik yapmış Gerzile’den su getirmiş. Kurşunlu Cami'nin altında, bacağım kalınlığında bir su bu. Bayramyerindeki Vakıflar Hamamına gelirdi orada terazilenirdi, sonra aşağı istasyona iner Tahsin Cem’lerin evinin orada kule vardır. Kopyalama usulüyle ailelerden rica edelim bir fotoğraf müzesi ve arşivi kuralım. 1948-49 yılları devlet hastane çalışanlarının fotoğrafları ve Fatma hoca camisinin içerisinin fotoğrafları bende mevcut. YÜKSEL KASAPSARAÇOĞLU Bir öneri ile başlamak istiyorum: Fotoğraflarla Denizli müzesi arşivi ve kurmak çok mühim bir konu. Bir ilke imza atalım Denizli’de tanınmış ailelerin, devlet büyüklerimizin ziyaretlerinden, çocuklar yetişiyor fotoğraf kıymeti bilmiyor heba olup gidiyor. 28 Akhan Kervansarayı ve İpekyolu Esasında ismi Akhan değil “Sonhan”dır. Sonradan çevirmişiz Akhan olarak. Yani Selçuklu’nun yaptığı İzmir istikametinde sonhan anlamında.Akhan Kervansarayı’nın oradan ipek yolu geçiyormuş zamanında. İpekyolu tek değil aslında, 6-7 kol. Bunları şöyle sıralayabiliriz; Laodikya’nın kuzey kısmından gelen bir yol, Kurudere üzerinden Tavas’a doğru bir yol, Sevindik tarafından gelen bir yol, Kurudere üzerinden Gökpınar Çayı’nı takiben, hatta çoğu bilmez Ankara yolu (şu anki değil) Gökpınar kenarından Akhan üzerinden giden yol,bir yol da İmam Hatip Lisesinin olduğu yerden Kömürcüler çeşmesinin mevkisinden geçen yol olmak üzere farklı kolların birleşimidir. Musa Mahallesi Denizli vilayeti kurulduğu zaman ilk mahalle Musa Mahallesi’dir ve ismi Musa Ağa’dan gelir. Benim mahallem ismini Musa Ağa’dan alıyor. Külliyesi vardı. Şimdi o eski mezarlığın olduğu yere cami yapıldı. Orda Merkezefendi külliyesi vardı. Çivit boyalı cumbalı ev vardı, çeşmesi vardı. İlbadı yolunda. Muratdede, Murat Burada Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak zorundayım; İzmir İktisat Kongresi’ne, Denizli’den kimler gidebilir, tabaklar gidebilir. Orada Atatürk “Birleşin, Anonim şirketler kurun” diyor. Tabaklarımız geliyor ve Şemsiterakki Debaat Anonim Şirketi’ni, İktisat Bankası Anonim Şirketi’ni kuruyorlar. Bey İnançbeylerinden. Şimdi Dedelihanda yatan yatır. İnançbeylerinden gelen yatır. Hilalspor, Yeşilspor, Denizlispor, bütün kulüplerin doğuşu Musa Mahallesi'nde. Tripolis 1953 yılında, amcaoğlum Halil Sarı dedi ki “bi Yenice tarafına gidelim”.“Gidelim” dedim. Bir motosikleti var, bindik, gidiyoruz. Bir kum yığınına rastladık, motor savruldu düştük. İkimiz de iyi olduğumuza kanaat getirdikten sonra bir taş ilişti gözüme. Gittik eşeledik baktık ki tarihi bir taş; Akhan Kervansarayı’ndaki bir taş. Geldik Taner hocaya anlattık durumu. “Tripolistir Yüksel” dedi. Tarhan hocaya haber verdi, o da zamanın valisine çıkmış,anlatmış durumu. Tripolis ilk bu şekilde ortaya çıkmıştır. Buldan Canpolat valimi görevde olduğu zaman, bir akşam yemeğinde bizim orda konuk ettim.“Sayın valim dedim Buldan ranta gidiyor” dedim.“Nasıl bir yer Buldan?” diye sordu. ”Sayın valim bir görmeniz lazım” dedim. Ertesi gün sabah saat 6’da kalkıyor, Buldan’a gidiyor. Kaymakamı, Belediye Başkanını, Tapu Müdürünü buluyor, “Buldan’ı dolaştırın” diyor. Gezdiriyorlar, dolaşıyor. Tapu dairesine geliyor, kırmızı kalemi eline alıyor alımı satımı yasaktır, şerhini atıyor. Şimdi Buldan’da birçok yerde restore çalışmaları var. Denizli Huzurevi Görme Engelliler Okulu Yaşlı Dinlenme Evi 29 BIR HALK HEKIMLIĞI UYGULAMASI ÖRNEĞI AYDEŞ PİŞİRMEK Halk arasında çok zayıf, çelimsiz ve hastalıklı olan çocuklara aydeş (aydaş) denir. Aydeşliğin nedeni olarak da annenin hamileliği sırasında görmüş olduğu hoş olmayan şeyler ya da çocuğa birisinin nazarının değmesi olarak gösterilir. Dr. Metin TÜRKTAŞ-Hasan KALLİMCİ 30 Halk hekimliği içerisinde yani doktora baş vurmadan halkın kendi gelenek ve göreneklerinden gelen tedavi yöntemleriyle aydeşliğin değişik tedavi yöntemleri vardır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:Çocuk kanının bulaşmadığı yani akraba olmadığı bir kadın tarafından üç yol ağzında çimdirilir(banyo yaptırılır). Kadın bir elek ya da kalbur içerisine bıçak, çivi, makas gibi değişik metal eşyalar koyar. Sonra bunu eleği çocuğun kafası üzerinde tutup onun üzerinden su dökerek çocuğa banyo yaptırır. Böylece çocuğun aydeşlikten kurtulacağına inanılır. Bu konuda bir diğer tedavi şekli de, onu bizzat yaşayanların anlatımıyla şu şekildedir: Yıl 1959 veya 1960... Acıpayam’ın Gölcük köyü... Mustafa’dan olma Cemile’den doğma 1934 doğumlu Fatmana, “çocuk gelin” denecek yaşta evlendirilmiştir. Kocası, aynı köyden Muhammed Sönmez’dir. İlk çocuğunu kucağına, henüz 17 yaşında iken, 1950 yılında alır, adını Nihat koyarlar. Nihat, zamanla büyüyecek, Denizli Lisesi’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya gidecektir. Tanıştığı bağlaması ile pek güzel anlaşacak ve Denizli’nin hatta Ege Bölgesi’nin tek âşığı olarak, Ozan Nihat adıyla nam salacaktır. Sözün kısası, “Aydeş Pişirmek” başlıklı yazımızın kahramanı olan Fatmana, Ozan Nihat’ımızın anasıdır. -Bu çocuğun adı ne? -Yalçın... -Hiç Yalçın olur mu? Kayınpederinin adı Mehmet, Mehmet koyun. Büyük sözüne uyarak Yalçın’a Mehmet demeye başlarlar. Fakat nazar mı değmiştir ne, o günden sonra çocuğa bir hâller olur. Sırtında, başında çıbanlar çıkar. O zamanın sağlıksız ortamında insanlarda çıban çıkması olağandır. Önce “Nasılsa geçer!” diye pek önemsenmez. Bildikleri, çevreden duydukları kocakarı ilaçlarını denerlerse de netice alamazlar. Çıbanlar hem büyüktür hem de sayıca fazladır. Zaten zayıf olan çocuk, iyice rahatsızlanır, yemeden içmeden kesilir ve bir deri bir kemik kalır. Üstüne bir de ishal olur. İyice hâlsiz kaldığı için ağlamayı bile beceremez, ancak hafif iniltiler çıkarabilir. Cemile Ana, çaresizlik içindedir, torununu kaybetmekten korkmaktadır. -Fatmana kızım, sen bu çocuğu kucaklarken, emzirirken Besmele çekmeyi unutmuş olmalısın. Bu sebeple çocuk Aydeş olmuş, şeytan kendi çocuğu ile değiştirmiş. Kızım, bunu Alcı’ya, Elif’e götürelim. Elif, Aydeş pişiriversin. Fatmana’nın Nihat, Kemal (ölür), Necati, Ülkü, Perihan (ölür)vebunlardan sonra 1959 yılında bir oğlu daha dünyaya gelir. Adını Yalçın koyarlar. Çocuk, nedense pek zayıftır. Anasının sütü yetersiz gelmektedir; bu sebeple pirinç, inek sütü vs. ile büyütülmeye çalışılır. Yalçın’ın yedi aylık olduğu günlerden birinde, Gölcük Köyünden olup da komşu köylerden Alcı’ya gelin gitmiş Elif Kadın, misafirleri olur. Elif, “Çocuğun hayırlı ömürlü olsun!” dedikten sonra Fatmana’ya sorar: Bir cumartesi günü Fatmana, bir umutla çocuğu sırtına sarınır. Anası bir eşeğe biner. O, sırtında oğlu Yalçın, yanında diğer oğlu Nihat olduğu hâlde yaya yürüyerek bir saat sonra Alcı Köyüne, Elif Kadının evine varırlar. Fatmana; -Elif Ana, der. Adını Mehmet koyduğun oğlum, Aydeş olmuş. Aydeş pişiriver. Elif Ana, yakın komşularından üç kadın çağırır. Çocuk, kıvrılarak ucu yere değmiş bir asma dalının içinden geçirilir. Dal içinden geçirme işlemi üç defa tekrarlanır. Her seferinde Fatmana çocuğu uzatır, karşısına geçen kadın alır ve yeniden dalın üzerinden anasına verir. Birlikte, üç yol ağzı (kavşağa) bir yere gidilir. Elif Kadın, irice üç taş bula- Fatmana Sönmez Yedi aylık iken sağlığına kavuşturulması için Aydeş aşı pişirilen Yalçın Sönmez rak onları sacayağı şeklinde koyar. Taşların üzerine bir içi boş kazan yerleştirir. Kazanın altına da üç eňse (yarım yanmış fakat sönmüş odun) sokar. Çocuğu kazanın içine oturtur ve yanına da kendisi çömelir. Komşu kadınlardan biri kazanın yanına sokulur, ayağıyla eňselerden birini kazanın altına doğru iteler. Bu iteleme ateş harlandırmak içindir. Elif Kadınla aralarında şu konuşma geçer. -Elif, niye geldin? -Aydeş pişirmeye geldim. -Pişirebilir misin? -Pişiririm, pişiririm; şişiririm bile. O kadın, geldiği yönün aksine geçerek durur. İkinci kadın da diğer eňselerden birini itekler ve Elif Kadın ile aralarında aynı konuşma geçer. -Elif, niye geldin? -Aydeş pişirmeye geldim. -Pişirebilir misin? -Pişiririm, pişiririm; şişiririm bile. Bu kadın da geldiği tarafın karşısına geçerek bekler. Aynı sahne, üçüncü kadın ile Elif Kadın arasında aynen tekrarlanır. Elif Kadın, Fatmana’ya döner. -Şimdi çocuğunu kazandan alıp köyüne gideceksin. Kazandan alırken, onu hastalandıran şeytana doğru üç defa uzatarak; “Al çocuğunu, ver çocuğumu!” diyeceksin. Sonra köyüne kadar hiç ardına bakmadan gidecek ve bir hafta sonra yine geleceksin. Şunu da unutma; çocuğu, burada yaptığın gibi, bir hafta ara ile iki defa daha ağaç dalı deliğinden geçirmen gerekiyor. Fatmana, kazanın yanına gider. Çocuğunu ellerine alır, biraz kaldırır. Kazanın içine üç defa uzatıp çeker ve her defasında şeytana şunu söyler: -Al çocuğunu, ver çocuğumu! Al çocuğunu, ver çocuğumu! Al çocuğunu, ver çocuğumu! Oğlunu kaptığı gibi yine kaynanası ile birlikte ardına bakmadan Gölcük’e doğru yürür. Fatmana, birer hafta ara ile iki cumarteside daha Alcı’ya gider. Bu defa yanında yol arkadaşı olarak yalnız dokuz-on yaşlarındaki oğlu Nihat vardır.Yalçın’ın tedavisi üç seansta tamamlanır. İkinci ve üçüncü haftalarda çocuk, Elif Kadının tembihine uyularak Gölcükte, evlerinin yakınındaki bir çam ağacının yere değen dalı ile gövde arasında kalan aralıktan da geçirilir. Tabii bu arada Fatmana’nın anası da bir taraftan kocakarı dermanı merhemlerle tedaviye devam eder. Zaman içinde çıbanlar kaybolur, çocuk da sağlığına kavuşur. Her ne kadar Elif Kadından medet umulmuş olsa da onun nazarının değdiğine inandıkları için çocuğa tekrar Yalçın diye seslenmeye başlarlar. 31 BIR CEMIYET YEMEĞI KEŞKEK Doç. Dr. Ramazan GÖKÇE, Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Keşkek, Türk yemek kültüründe sadece hane halkı için yapılmayan, yalnız yenilmeyen; yardımlaşma, kaynaşma, paylaşma cemiyetlerinde beraberce hazırlanıp beraberce yenilen özel bir yemektir. Bu özelliği nedeniyle doğumda-ölümde, düğünde-sünnette-mevlitte, uğurlamada-karşılamada, yağmur duasında-nevruzda-hıdrellezde beraberce hazırlar, beraberce yeriz. Hatta yapımında kullanılacak buğdayı, eti, kazanı-düzeni, kepçeyi-kevgiri de ortak bütçe ile alır ve onları kutsal bir emanet gibi korur kollarız. Diğer yemekleri israf etmekte pek bir sakınca görmez iken keşkeğin israf edilmesine asla gönlümüz razı olmaz. Hatta bazılarımız “peygamber yemeği” olduğuna inanır ve sırf bu yüzden ona sadece yemek olmanın üstünde daha farklı bir anlam yükler. Keşkek neredeyse ülkemizin tamamında bilinen ve genellikle cemiyetler için yapılan bir yemektir. Bu özelliği nedeniyle temelinde keşkek pişirip gelenlere ikram etmek olan 71 ayrı geleneksel keşkek hayrı vardır. Bunların bazıları örneğin Aydın Karacasu Dedebağ Keşkek Hayrı’nda olduğu gibi yüzyıllara dayanan bir geçmişe sahiptir (Dedebağ Keşkek Hayrı’nın bu yıl 733.sü yapılmış ve yaklaşık 20.000 kişiye dağıtılmıştır. www.milliyet.com.tr, 30.08.2015). Denizli’de de bu geleneksel keşkek hayırlarından 3 tanesi yapılmaktadır. Bunlar; 1. Babadağ, Karaçöplen Yaylası Keşkek Hayrı (Eylül ayının ilk hafta sonu), 2. Kızılcabölük, “Bir Tabak İki Kaşık” Keşkek Hayrı (Haziran ayının ilk hafta sonu), 3. Tavas Sekiköy Hıdrellez Keşkek Hayrı (Mayıs ayının ilk hafta sonu). Geleneksel hale gelen keşkek hayırlarının bir diğer yönü bunun bir şekilde inanç sistemine bağlanmış olmasıdır. Bu nedenle keşkek yapma mekânları büyük oranda ya bir türbe ya da mezar ile özdeşleştirilmiştir. 32 Geleneksel olsun veya olmasın o mekânlarda keşkek hazırlayıp sunanlar ve katkı sağlayanlar önemli bir ibadeti fiilen yapmanın iç huzuruyla hazırlarlar, yerler ve ayrılırlar. Keşkek basit gibi görünen fakat hazırlanması oldukça meşakkatli bir yemektir. Bileşiminde sadece et ve buğdayın olması, haşlama ve ezmeden başka işleminin bulunmaması onun kolayca hazırlanabilece- ğini düşündürse de yemeğin oldukça uzun bir hazırlama süreci vardır. Bunlar; Buğdayın hazırlanması Keşkek yapılacak buğdayın ak buğday yani yumuşak buğday olması gerekir. Yumuşak olmalı ki ıslatma ve haşlama esnasında kolayca su alarak şişmeli ve daha sonra kolayca ezilebilmelidir. Glutence zengin sert durum buğdayı (koca buğday) ile keşkek yapılmaz. Çünkü su alıp yeterince şişmez ve kolay kolay da ezilmez. Keşkeklik buğdayın öncelikle kabuğunun çıkarılması gerekir. Bu amaçla eskiden hafifçe tavlanan buğday dibek taşlarında soku ile dövülerek kabuğu çıkarılırdı. Şimdilerde kabuk çıkarma işlemi değirmenlerde yapılmaktadır. Kabuğu çıkarılan ve savrulan buğday çuvallar veya daha küçük paketler halinde keşkek yapacak olanlara ulaşır. Keşkek ya- Buğday kazanları sırasını bekliyor Keşkek, Türk yemek kültüründe sadece hane halkı için yapılmayan, yalnız yenilmeyen; yardımlaşma, kaynaşma, paylaşma cemiyetlerinde beraberce hazırlanıp beraberce yenilen özel bir yemektir doğumda-ölümde, düğünde-sünnettemevlitte, uğurlamadakarşılamada, yağmur duasında-nevruzdahıdrellezde beraberce hazırlar, beraberce yeriz. Etler kaynatılıyor 33 Etler kemikten ayrılıyor pımına başlamadan önce eğer kazanlarla keşkek yapılacak ise keşkeklik buğdaylar imece usulü ile mahallede veya konu-komşu arasında arpa ve kızıl buğday tanelerinden ayıklanır. Eğer bunlar ayıklanmayacak olursa keşkekte sert taneler olarak kalır ve keşkek homojenliğini bozarlar. Keşkeğe girecek etin hazırlanması Her türlü et ile keşkek yapılabilir. Ancak yöresel alışkanlıklara bağlı olarak o yörede en çok hangi hayvanın eti tüketiliyorsa o hayvanın eti ile yapılmaktadır. Bununla beraber keşkek içerisinde daha homojen dağıldığı ve koyun etinde olduğu gibi belirgin bir kokusu olmadığı için kolay temin edilebildiği yerlerde erkeç eti tercih edilir. Koyun etinin yağlı olması ve kendine özgü kokusu keşkek yapımında tercih edilmemesine sebep olmaktadır. Sığır eti, koyun-keçi etleri gibi kemikleriyle beraber kaynatılırsa iyi bir tercih olabilir. Günümüzde Ege Bölgesi’nde keşkek pişirme geleneği daha çok erkeç eti ile sürdürülmekte, bunun yanı sıra imkânlar dâhilinde oğlak, kuzu, koyun, sığır, hatta tavuk ve diğer kanatlı hayvanların etleri ile de yapılmaktadır. Hangi hayvan etiyle yapılacak olursa olsun keşkeğe konulacak et kemikleriyle beraber haşlanmalıdır. Haşlama öncesinde ilikli kemikler mutlaka kırılmalı ve böylece et suyuna daha fazla kemik suyu geçişi sağlanmalıdır. Et-kemik suyu bileşimine 34 girdiği bütün yemeklerin tadını ve besleyici değerini arttırdığı gibi keşkeğinkini de arttırır. Haşlanan etler iyice pişip bütünlüğünü kaybedince kazanlardan kevgirlerle tepsilere-sinilere alınır ve burada kemikleri güzelce ayıklanır. Ayıklanan etler ayrı kazan/ kazanlarda biriktirilir. Kazanlarda kalan et-kemik suyu ise boş kazanlara alınan buğdaya verilerek yavaş yavaş şişmesi sağlanır. Belli bir süre şişen buğday servis edilme saatine göre ocaklara alınarak az ateşle pişirilir. Buğdayın pişirilmesi ve ezilmesi Buğdayın pişirilmesi keşkek pişirmenin en hassas aşamalarından biridir. Çünkü hiç karıştırmadan ve dibini tutturmadan pişirilmesi gereklidir. Bunun için kazan altındaki ateşin kesinlikle harlı olmaması, kazanın her noktasından aynı sıcaklığı vermesi gerekir. Pişirmede bu dengeli sıcaklığı sağlaması açısından keşkek genelde kalaylı bakır kazanlarda pişirilmektedir. Eğer ateş iyi ayarlanamaz ve kazanın dibi tutturulursa keşkek yanık lezzette olacaktır. Bu ise keşkeğin yenilememesi sonucunu doğuracaktır. Keşkeğin pişmesi buğdayın kolayca ezilebilmesi ile anlaşılır ve pişen keşkeklerin altından ateş alınarak buğday ezilmeye başlanır. Eskiden ağaçtan yapılan özel ezme kürekleri ile keşkek eziliyorken günümüzde bu amaçla mikserler kullanılmak- tadır. Mikser kullanılıyor olsa da keşkeğin iyice özleşmesi için yine de ezme kürekleri kullanılmaktadır. Buğdayın iyice ezildiği onun kazanda sakız gibi uzamasıyla anlaşılır. Artık keşkek büyük oranda hazırdır. Keşkeğe et ve tuzun konulması Önceden haşlanan ve kemiklerinden ayıklanan et bir kazanda biriktirilir. Bu et kazan/kazanlara eşit miktarlarda dağıtılır ve üzerine gereği kadar tuz konulur. Eti ve tuzu konulan kazanlar keşkek kürekleriyle karıştırılır ve bu esnada da ezmeye devam edilir. Keşkek üzerinde etin görünmez hale gelmesi keşkeğin servis edilmeye hazır olduğunun göstergesidir. Keşkeğin servis edilmesi Hazırlanan keşkeğin dağıtıldığı özel bir kap genellikle yoktur. Yapıldığı yerde yenmesi durumunda paslanmaz tabaklarla, evlere götürüldüğü durumlarda ise kişilerin getirdiği tepsi, kova, tencere gibi büyük hacimli kaplara doldurularak servis edilir. Pişirildiği yerde yenmesi halinde isteğe göre başka bir kapta hazırlanan kırmızı toz biberli tereyağı sosu ve karabiber ilave edilerek sıcak olarak servis edilir ve yine sıcak olarak yenilir. İçerisine konulan et, et-kemik suyu ve üzerine ilave edilen tereyağı nedeniyle keşkek soğuyunca donar. Bu nedenle soğuk olarak tüketimi yok denecek kadar azdır. Mutlaka sıcak olmalıdır. Hatta çoğu kereler ılık olması bile kabul edilemez. Keşkeğin bir diğer özelliği ister pişirildiği ortamda, isterse evde tüketiliyor olsun tüketiminde israftan mümkün olduğunca kaçınılmasıdır. Çünkü çoğu insanlar keşkeğin peygamber yemeği olduğuna inanır ve israf edilmesinin aynı zamanda peygambere de saygısızlık olduğunu düşünür. Keşkeğin besleyici değeri Eskiden bir çok cemiyet yemeği sadece keşkek ve onunla birlikte servis edilen turşu ve bir tatlıdan (irmik/un helvası, zerde …vb.) ibaretti. Servis edildiğinde kaşıkla yenilebileceği gibi yufka veya somun ekmeği ile de yenilmesi söz konusudur. Günümüzde bu şekil tüketimi varsa da genellikle yemek sonunda özel bir tamamlama yemeği olarak tüketilmekte veya yemeklere bağlı olmaksızın kaşıkla yenilmektedir. İçerisindeki et ve et-kemik suyu nedeniyle keşkeğin besleyici değeri Servise hazır keşkek Et ilave edilmiş keşkek 35 oldukça yüksektir. Vücudumuzun ihtiyaç duyduğu protein, yağ, karbonhidrat ve mineral açısından yeterlidir. Uzun süreli kaynatma nedeniyle vitamin değerinde azalmalar meydana gelmektedir. Buna rağmen C vitamini hariç vitamin değeri böylesi bir yemek için genelde yeterlidir. Yapısındaki buğdaydan kaynaklanan nişasta ve et yağı nedeniyle de doyurucu ve tok tutucudur. SONUÇ Keşkek, hazırlanması zor paylaşımı bir o kadar kolay ve anlamlı geleneksel bir yemeğimizdir. Onun tadında yardımlaşma, paylaşma, kaynaşma; kokusunda herkesle paylaşmanın ve peygambere ait bir geleneğin sürdürülmesinin hazzı vardır. Onsuz dualarımızın kabul olmayacağına inanırız sanki. Onu kaynatmadan sünnet olamayacağımızı hatta evlenemeyeceğimizi düşündüğümüzden bir çocuğa keşkeğinin kaynatılıp kaynatılmadığını, delikanlıya da keşkeğinin yenilip yenilmediğini sorarız. Kısacası Anadolu coğrafyasında hatta diğer Türk yurtlarında benzerlerini yaparak iyi günde-kötü günde, varlıkta-yoklukta, sevinçte-tasada bir olmanın, birlik olmanın önemini bir kez daha yaşarız, yaşatırız. Kısacası biz keşkeksiz, keşkek bizsiz olamaz, olmamalı. Keşkek ustası ve tezgahı Keşkek eziliyor 36 Yemekler Şahı KEŞKEK Ak-pak buğday tanesiydim; Önce tavladılar soğuk su ile, Sonra dövdüler sokularla, Lime lime oldu esvaplarım. Savurdular rüzgârda beni, Anadan üryan kalınca utandım. “Kırk katır mı, kırk satır mı istersin, Yoksa kazanlara mı girersin?” dediler. Girdim kazanlara tanıdık diye, Üzerime et suyunu verdiler hediye. Sonra yavaş yavaş nar-ı cehennem, Hamdım, piştim, yandım. Yanıma lime lime et gelince uyandım. Hemhal olduk onunla kaynar kazanda, Tuz ektiler yarama, yardılar, yaraladılar. Sakız gibi olmam için, Küreklerle, kevgirlerle zorladılar. Buna can mı dayanır a dostlar, Un ufak oldu bedenim, Ezildim, eridim, Mum oldu üryan bedenim. Tabaklara konuldum gönülsüz, Gönlüm olsun diye tereyağı döktüler üzerime, Kimi kaşıkla, kimi çatalla, Kimisi yufkaya sarıp, Kimisi turşuya banıp, Yediler bitirdiler beni. Âleme yetirdiler beni. Kah yağmur duasında, nevruzda, hıdrellezde, Kah mevlitte, sünnette, düğünde, Bayramda, seyranda hayrına pişirip, Âlemde yediler beni, “Peygamber aşı” diye bildiler beni. 27 Ekim 2015 37 ACIPAYAM'DA DAĞ SARAYININ GİZEMİ? “Dağ sarayı” ismi benim 1950 li yıllardan beri gittiğim,1953-1954 yıllarında bir buçuk ders yılında kaldığım Acıpayam’da beni hep takip etmiştir. Öyle ya, dağ bilinir,saray da bilinir. Dağ sarayı ne ola ki? Bu sözlerin gizeminde(sırrında) asıl önemli kelime “saray”dır. Dağda bir saray ne arar denmesin? 1990 lı yıllarda artık ünvanı ile de yetkili olan bir akademisyen olarak Dağ Sara- 38 yı’na merak etmiş, benim köyün o zamanlar bağlı olduğu kaza merkezi ve kayınpederin memleketi bir Acıpayam ziyaretimde konuyu oralılara açmıştım. Acıpayamlıları çok iyi bilen Çakır Süleyman(Değer) Amcayı bularak meseleyi öğrenmeye çalışmıştık. Çakır Süleyman Amca, Dağ Sarayı denilen mıntıkayla ilgili olarak Cabılar ailesinin adını telaffuz ederek, oradaki büyük evin yıkılışını hatırladığını belirtmiş idi. Orada, Acıpayam’ın başka evlerinde görülmeyen işle- meli, yazılı parçalar ve malzeme varmış. Hatta bunlardan bir pencere kepenginde yazılar bulunduğu da söz konusu edilmişti. Yazılı veya kitabeli pencere kepenkleri dikkatimi daha çok çekmişti. Hemen bunun üzerinde durdum; Çakır Süleyman Amca bildiğime göre orada iki kepenk vardı ve binanın yıkımı sırasında ailenin iki erkek mensubu bu kepenkleri paylaştılar. Birisi İstanbul’da bir emekli bankacı şahsiyet; ama öteki kişi şu anda Acıpayam’da yaşı- Prof. Dr. Tuncer BAYKARA Emekli Öğretim Üyesi yor. Hemen rica ettim; ”Bu kepengi görmek mümkün müdür? O kişinin ayağına, evine gitmekten çekinmem “ deyince Çakır Süleyman Amca, “ onu tanırım, benim hatırımı kırmaz, kepengi buraya getirir” diyerek adının Kemal olduğunu öğrendiğim kişiye haber iletti. Gerçekten de az sonra şu anda rahmetli olan ve Acıpayam’da Bodrumlu Kemal diye anılan bu garib davranışlı kişi, koltuğunun altında kepengi getirdi. Yanımda fotoğraf makinem yoktu; o zamanın cep telefonlarında hassas fotoğraf çekilemiyordu, Ama yanımda kağıt ve kalemler vardı; Kitabeyi masaya koyarak sökmeye çalıştım, tamamını çözemedim ama istinsah veya kitabeciler deyimiyle estampajını yapmaya çalıştım. Hatta vaktiyle talebeliğimizde yaptığımız gibi, kurşun kalemle kopyasını yani estampajını almaya çabaladım. Bununla ilgili çabalarımın resimlerini ekliyorum. Oradan da kitabe metnini aşağıda vermeye çabalayacağım. Şimdi konuyu biraz daha açabiliriz. I. “Dağ Sarayı” Adı. II. Dağ Sarayı ile ilgili bilinenler III. Kepenk yazıtının metni IV. Netice. I.Dağ Sarayı Adı. Dağ Sarayı, adı üzerinde bir dağ veya tepe üzerinde sıra dışı bir yapıyı ve onun yerini aldığı yörenin yankısıdır. Burası Acıpayam’ın batı yakasındaki tepedir ve az ilerde de Evkara çamlığı ve Evkara bulunmaktadır. Burası , ortasından bir dere geçen ve iki parçaya bölünen eski Acıpayam’ın Batı yakasıdır. Burada bir pınar bulunup suyu dolayısıyla muhtemelen bağımsız bir yerleşme yerini de yansıtabilmektedir. Tepenin eteğinde yeni zamanlarda evler yapılmış, hatta bir mezarlık da olmuştur. Hakkında fazla bir bilgimiz olmayan bu mezarlığın Dağ Sarayı sakinlerinin özel mezarlığı olduğunu sanıyoruz. “Saray” adına gelince, bu Devlet merkezindeki idare yeri gibi algılamamak gerekir. Çünkü , bizzat kendi gözlemimize ve tespitimize göre köyüm Yatağan’da Hacıkeylerin evi “Saray” diye anılmakta idi.( bk.Yatağan, Tokyo 1984, s. 140 ). Hacı Keyler/Kahyalar Yatağan’ın yöneticisi olup, evleri köyün öteki evlerinden oldukça farklıdır. Bir başka ifade ile Yatağan dışı çevreyi görmeyenlere göre bu ev bir “Saray” olsa gerektir. Dağ sarayı da doğrudan bir mesken, konut ve evdir. Fakat bu ev, Acıpayam’ın öteki evlerinden farklıdır ve adeta bir saraydır. Hatta tahminimize göre Acıpayam’da uzunca bir zaman yönetim yeri olmuştur. Bu sebeple Dağ Sarayı ismi , her türlü yerleşim yerlerinde yönetim binasına Türk kültürünce verilen “saray” kavramını yansıtmaktadır. II. Dağ Sarayı ile ilgili Bilinenler: Dağ Sarayı ile ilgili olarak ilk olarak XIX yy sonları ile XX yy başlarındaki bilgileri yansıtan Ali Vehbi(Aykota)nın Acıpayam kitabindaki bilgileri görelim( Ali Vehbi, Acıpayam, Ankara 1951, s. 172): “DAĞ SARAYI VE CABILAR: Acıpayam’da Devletin maliye işlerine baktığı ve vergileri tahsil ettiğinden dolayı (CABI) lakabıyla anılan İsmail Ağa ( DAĞ SARAYI ) denilen hususi oturma ve umumî hükûmet konağı binasını (980) de tesis edilen şahsiyettir. Oğulları Ahmet Ağa (1042) ve aynı soydan diğer Ahmet Ağa (1063) , Hüdaverdi ( 1078) Devletin Maliye işleriyle meşgul olmuşlardır. Acıpayam’ın Kale tepesinin biraz engininde kurulan Dağ Sarayı zamanımıza kadar varlığını muhafaza etmiştir. Halen Cabı sülalesine mensup (1245), Ali Paşa , (1235) İsmail Ağa ve bunun evlatları (1291), Hafız Ömer, 1296 Ahmet Cabı ve (1303) Ömer Cabı taraflarından tasarruf edilmektedir. Dağ Sarayı yüksek mevkii, yeşilliklere bürünmüş geniş bahçeleriyle meşhur ve halkın mesiresidir. Bunun yakınındaki Evkara çamlığında ise hıdırilyâs eğlenceleri yapılmaktadır”. Günümüzde de Cabılara daha çok Ömer Ağalar denmekte olup (H.Gülmez) , Ali Vehbi’de adı geçen Ömer Cabı’nın hatırası, yani soyu olsa gerektir . III. Kitabe metnine dair bildiklerimiz: Kitabe metni muhtemelen iki pencere kapağına, birbirini tamamlayan ifadelerle yazılmış olmalıdır. Yukarda belirttiğimiz gibi sadece bir kepengi kısa bir sürede incelediğimiz için metni tam çözemedik. Üç (belki dört) ayrı yerde yer alan metnin bir denemesini veriyoruz. Bundan çözülebilen kesimler şöyledir: “…. Kara balığa hatadan saklayasın. Daima müsaid oluruz? Yirmibeş bölüğü daima şahbaz eyle. .. Zındık Miralay söyletür…dileriz. .. Cümle alem Yirmi Beş …. Dır. Hatadan saklayasın. Dünya balık üstündedir”. Bundan bir tarihçi olarak sezilen (hata payı olabilir) 1826 sonrası Yeniçeri ocağı kaldırılıp ocak mensupları takibata uğrayınca dağılanlardan birisidir. Kendisi yirmi beşinci bölüğe ortaya mensup olup bu bölüğün timsali (işareti) kara balıktır. Kendilerine karşı harekete geçen miralay ise “zındık” diye tanımlanmıştır. Aslında bu olaylar 1806-7 den itibaren de geçmiş olabilir. Nitekim Yatağandaki olayların da 1826 öncesinde geçtiğini tahmin ediyoruz. IV. Netice olarak Dağ Sarayı mahalli bilinenlerin dışında bazı olaylara karışanların ikamet ettikleri bir yöredir. Ali Vehbi’nin dediği gibi burada idare/hükûmet binaları bulunduğundan “saray” denmiştir. Bu arada hemen belirtelim ki Acıpayam merkezinde yönetici olarak bir de Ispaalar, yani Sipahiler sülalesi de vardır. Biz oralı olmadığımızdan mahalli tarihe ait bilinenlere nüfuz edemediğimizden bu kadar bilgi ile yetiniyoruz. 39 DERGİMİZ AZERBEYCAN GAZETELERİNDE Dergimizde yer alan, “Şeki’den Denizli’ye Akhan Mahalllesi” başlıklı yazı, Azerbaycan’ın “Şeki Belediyyesi” gazetesinde de yayımlandı. Hasan Kallimci, 1902 yılında Şeki’den Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç etmek durumunda kalan kardeşlerimizin şehrimize gelerek Akhan Mahallesini kurmalarını anlatan bir makale hazırlamış; bu yazı Eylül-Aralık 2014 tarih ve 42 sayılı dergimizde yer almıştı. Vakfımız tarafından Azerbaycan’a ulaştırılan dergideki yazı, Şair-Yazar-Edebiyat Öğretmeni ve Azerbaycan Yazarlar Birliği Şeki Başkanı Vaqıf ASLAN tarafından Azerbaycan Türkçesine aktarılarak Şeki Belediyesi gazetesinde, bu ülkedeki kardeşlerimizin bilgisine sunuldu. Yazı, gazetenin Nisan 2015 tarih ve 127. ve Mayıs 2015 tarihli 128. sayılarında iki bölüm şeklinde yer bulmuştur. Ayrıca bu yazı; Bakü’de yayımlanan 525. Gezet’in 07.01.2015 tarihli nüshasında da “Şekiden Denizliye ve ya Akhan Mehellesinin tarixçesi Hasan Kallimcinin Tekdimatında” başlığı altında, muhabir Sevinç Mürvetkızı tarafından özetlenerek değerlendirilmiştir. Prof. Dr. Tahsin Hancıoğlu, “Bakan Eller 1” Kültürlerarası Resim Kampı-2012