İndir - Diyarbakır Kitapları
Transkript
İndir - Diyarbakır Kitapları
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR 1 BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR 2 Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR 3 Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat** Bu Kitap Dicle Üniversitesince Desteklenmiştir* Katkılarından Dolayı Müh. Murat TOMARA Teşekkür Ederiz *Dicle Üniversitesi Rektörlügü Sur / DİYARBAKIR **Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi Sur / DİYARBAKIR 1 . BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat* ISBN: 978-605-63588-4-5 EYLÜL 2013 1. BASKI Grafik & Tasarım Eda Esra ÇELİK Seda ÇELİK Kapak Tasarım Edip ÇELİK Baskı UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME Davutpaşa Cad. Güven Sanayi sitesi B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL Tel: (O212) 565 23 00 Gsm: 0555 616 17 21 Bu eserin bütün yayın hakları Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT’a aittir. Yayıncının izni olmaksızın kısmen ya da tamamen yayınlanamaz. 2 DİYARBAKIR'DA İKAMETİ Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır ilişkilerini şöyle özetleyebiliriz. a) Bu yüzyılın başlarında Diyarbakır'da Cemilpaşaların konağında 7 gün, Hz. Ömer camii imam odasında 40 gün, Zinciriye mederesesinde 15 gün kalmıştır. b) Diyarbakır'da kalıcı olarak kalmak istemesine rağmen sürgün hayatı nedeniyle Diyarbakır'da kalamamış, ancak Diyarbakır'da hizmet etmenin öneminin altını çizmiş, onun yerine talebeleri bu hizmeti yerine getirmiştir. c) Bir üniversite özelliğini taşıyan Medrestüzzehra'nın kurulma yerleri olarak üç il seçilmiştir. Bunlar Diyarbakır, Bitlis ve Van'dır. Bu medresede Türkçe, Arapça ve Kürtçe dillerinin kullanılmasını tavsiye edişiyle Güneydoğu sorununun çözümüne ışık tutmuştur. d) Bu yüzyıl başlarında bölge gezilerinde Diyarbakır ilk planda yer almıştır. e) Diyarbakır'da 541 (ilçelerle birlikte 884) sahabe, 9 peygamber mezarı ve 3 peygamber makamının varlığı şehre manevi bir özellik verirken, Bediüzzaman hazretlerinin bu konulara da verdiği önemi kitap içinde gözliyeceğiz. f) Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır ve ilçesi Ergani'de ikamet etmesi g) Muhakemat ve Münazarat isimli eserlerin taslağının bu bölgede hazırlanması, İşaratül İcaz isimli eserin Diyarbakır'da Cevdet beyin evinde tebyiz edilmiş olması Ayrıca harpte işaratül icazın yazılışına bir Diyarbakırlının hizimet edişi de çok önemlidir. h) İlk Türkçe risalenin (Ramazan, İktisat,Şükür) Diyarbakır'da hazırlanmış olması. i) İlk cehri hizmetin 1950'da Diyarbakır'da başlaması. j) Diyarbakır'da Bediüzzaman'a hizmet etmiş veya onlarla görüşmüş çok sayıda talebenin Diyarbakır’lı oluşu. k) 1960 yıllarında Urfa üzerinden Diyarbakır'a gelip yerleşmek istemesi, belki de Güneydoğu sorununun oluşmaması veya çözülmesi için bu şehirde ikamet etmek istemesi, ancak ömrünün yetmemesi. l) Değişik kişilere verdiği mülakatta Diyarbakır'ın ne kadar stratejik bir şehir olduğunun vurgulanması. m) Güncel Güneydoğu sorununa Bediüzzaman hazretlerinin verdiği reçeteler ve değerli yazarların bu konuda yaptığı şerhler eserde ele alınacaktır. Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır'daki ilk duraklarından birisi Diyarbakır Ulucamidir. Bu camii alelade bir cami olmayıp beşinci harem-i şerifir. Kısaca bu caminin önemini vurgulayalım. Diyarbakır Ulu camii 4 dine ibadetgahlık yapmış Mukaddes Mabed (5. Haremi Şerif)dir. Diyarbakır ulu camiinin önemli manevi bir özelliği vardır: Anadolunun ilk camii olup, Diyarbakır'ın fethinden bugüne hiç bir zaman düşman işgaline uğramamıştır. Ulu camii 5 Harem-i şerif'den birisidir. Bunlar: 1. Mescid-i Haram 2. Mescid-i Nebi 3. Mescid-i Aksa 4. Şam Emevi camii 5. Ulu camii (Diyarbakır) 3 Ulu camii Evliya Çelebi, seyahatnamesinde; Diyarbakır Ulu Camisinin Hz. Musa zamanında yapıldığından bahseder. İfade şu şekildedir. ''Hz. Musa zamanında yapılmştır. Bahçe sütünlarının sağ tarafında bir sütun üzerinde ibranice tarihi vardır. Ve Diyarbakır Ulu Camii ile ilgili olarak şöyle devam eder; " Kale her kimin eline geçmiş ise, yine bu mabed, mabed olarak kalmıştır, içinde öyle bir ruhaniyet vardır ki; bir kimse iki rekat namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder. 4 Güya Halep'in Ulu Camii, Şam'ınEmevî Camii, yahut Kudüs'ün Mescid-i Aksa'sı, Mısır'ın Ezher Camii, istanbul'un Ayasofyasıdır.1 Evliya Çelebi Ulu caminin Hz. Musa zamanında yapıldığını İbranice bir kitabeye dayandırmaktadır. Evliya Çelebi mabedin Hz. Musa yapıldığı hususunda Rum alimlerinin tümünün hemfikir olduğunu ifade etmektedir. Caminin orta kısmının Hz. Musa zamanından kaldığına yabancı yazarlar da işaret eder. Lord Kınross isimli seyyah'ın 1954 yılı Londra basılı Toros’lardan Asyalı Türkiye’de bir Yolculuk isimli eserinde Ulu cami ile ilgili şu yorumda bulunur 'Ayrıca evliyaların Ulu caminin Mosların ( Hz. Musa) zamanında yapılmış olduğuna dair önerileri de göz ardı edilmiş olabilir'.2 Kanuni birinci İran seferinden dönerken 5 Ekim 1535'de Diyarbakır ulu caminde Cuma namazını kıldı.3 Ulu Cami Bediüzzaman ve Diyarbakır Ulucami 4 Ulu camiyle Bediüzzaman hazretlerinin ilişkilerine üç açıdan yaklaşacağız. a) Bizzat kendinin burada yaptığı vaazlar. b) Bu camide yapılan Risale-i nur hizmetleri. c) Bu camii emekli imamının Bediüzzaman’la ilgili hatıraları. Bediüzzaman'ın 1910'lu Yıllarda Cevdet beylerde ve Cemil paşalarda kaldığını biliyoruz.5 Hoca Ömer Duran: Bediüzzaman'ın Diyarbakır Ulu Cami'de çok namaz kıldığını yaşlılar ifade ediyor demiştir. Ulu Cami'nin yanındaki Zinciriye medresesin1. Beysanoğlu, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, l. Cilt , Sf.271 (Evliya Çelebi Seyahatnamesi , c.6, sf.122. Zuhuri Danışman yayını 2. Şefik Korkusuz.Seyahatnamelerde Diyarbekir.Kent yay.İst.2003.s.255 3. Hayri Yoldaş.Celal Güzelses.Diyarbakır.2005.s.6 4. http://www.bediuzzamanvediyarbekir.com/index.html 5. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor. Nesil yay.2004, c. 4, s. 321;İşaratül İcaz, S.108. 5 de15 gün kalışı da, Bediüzzaman'ın Ulu Camide namaz kıldığını gösteren emarelerdir. Bediüzzaman Diyarbakır'da ikamet etmek istemiştir. Ölümünde de buraya gelmek istemiştir. Ancak Kader-i İlahi olarak vefat ettiği gün Diyarbakır müftüsü Ulu Camiinde namazını kıldırmıştır.6 Bediüzzaman'ın çok arzu ettiği halde kalamadığı, kendi yerine görevlendirdiği Mehmet Kayalar en hassas dönemde Diyarbakır Ulu Cami'de ders yapıyordu.' Risalei Nurun Diyarbakır'ın camilerinde okunmasına başlandığında Ulu Camii'nde azim bir cemaate Risale-i Nur okurdu.7 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, Nurların camilerde okunmasına başlanmıştır. 8 Canip Yıldırım anlatıyor: Eski belediyenin yanında bir kahve vardır. Ulucami'nin kahvesi. Orada kürsülerde oturulur, şehrin ileri gelen âlimleri, bilginleri orada Sohbet ederler. Bediüzzaman da Diyarbakır'a geldiği vakitler Ziya Gökalp ile orada tartışırlar. Canip Yıldırım 27 Mayıs'ta tutuklu olduğum zaman Afyon, İsparta, Eskişehir halkından Bediüzzaman'ın talebelerinden de tutuklulular vardı. Abi dediler: - Sen neden tutuklandın? Dedim ki Kürtçülük. Ne demek Kürtçülük dediler, bizim üstadımız da bir Kürttür, onun bir sözü vardır' Nedir, dedim. Kürt ve Türk bir insandır, bir insanı ortadan böldüğün zaman kılıçla nasıl ölürse, Kürt'ün Türkten ayrılması da öyle dir… Yani bu yabana atılacak bir söz değil- Ulu Camii 6. Abdülkadir Badıllı, Tarihçe-i Hayatı, c.3, 1998, s.2129,2174. 7. www.mehmetkayalar.com 8. N.Şahiner, Son Şahitler, Nesil yayınları,17.baskı, c. 3, s.287. 6 dir. İki halk arasında bir ihtilaf yoktur. Esas ihtilaf yönetim tavrıyladır. Vergi almış, asker almış, Kore'ye göndermiş, Kıbrıs'a göndermiş.9 Bediüzzaman Ulucaminin bitişiğindeki Zinciriye medresesinde 15 gün kalmış, şark ulemasının sorularını cevaplandırmıştır. Hâliyle namazı da bitişiğindeki ulucamide kılmıştır. Bediüzzaman'ın ulucami ile ilişkisi ileride başka şekilde tecelli edecektir. Diyarbakır Ulucami Emekli İmamı HAFIZ ALİ MÜLAYİM Aslı Bilâl-i Habeşî'nin (r.a.) torunlarından olan Hafız Ali Ağabey: Son olarak Diyarbakır Ulu Camii'nde İmam-Hatip olarak görev yapan Hafız Ali Mülayim Ağabey, 2003'de bu tarihî camiden emekli olmuştur. Halen Diyarbakır'da ikamet etmektedir. Emekli olduktan sonra da iman ve Kur'an hizmetine devam etmektedir. 1958'de mana âleminde gördüğü Said Nursî Hazretleriyle dünyası değişir. Aynı yıl vatani görevini ifa etmek için İsparta'ya gider. 3. Eğitim Tugayında takım çavuşu olur. Burada, bilmeyerek, bugünkü tabirle traji-komik bir hadise yaşar: Arazide tatbikat halindeki askerî bir Alay'a, "Dikkat!" komutu vererek, oradan otomobiliyle geçmekte olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine selam durdurur. Koskoca bir askeri alay Bediüzzaman'a selam durmuştur. Hadise bu kadarla da kalmaz. Komik fakat ibretli bir hadise daha yaşar. Hatıralarını kendisinden çok defa dinlediğimiz halde, kayıt etme işi 21.01.2007 tarihinde Medine'deki dersanede nasip oldu. Hafız Ali Ağabey bu hâdiseleri 2007 itibariyle yaklaşık kırk dokuz sene önce yaşamış. Şimdi bunları tatlı şivesiyle, gülerek ve güldürüp düşündürerek anlatıyor. Allah kendisine uzun ömürler versin. Âmin. Hatıralarının neşrine, "ben öldükten sonra..." diyerek izin vermek istemedi. Biraz da ısrarlı davranarak, kendisinin hayatta iken, daha teyitli ve sağlam olacağını izah ettim. "O zaman kardeşlerle meşveret et. Onlar ne derse onu yap" diyerek istişare sonucu muvafakat edeceğini gösterdi. Hafız Ali Mülayim 9. Orhan Miroğlu: Canip Yıldırım'la Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı. İletişim yay.İstanbul 2005.s. 7 SAİD NURSÎ MANA ÂLEMİNDE DÖRT KERE BANA İHTAR İÇİN GELDİ Hâfiz Ali Mülayim Anlatıyor: 1954'den 58'e kadar Van'dan Urfa'ya kadar bütün telefon direkleri benim elimden geçti. NATO'ya bağlı şirkette çalışıyordum. Bu dört sene zarfında Van, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır'a kadar bütün elektrik direkleri elimden geçmiştir. Tabi çok ağır bir işti. İşi Almanlar vermişti. Bir zaman sonra iş bitti. Biz işin ciddiyetine vakıf olunca; Almanlar; "gel seni Almanya'ya götürelim" dediler. Ben de "gelirim" dedim. İstanbul'a gittik. Sene 1958. Sirkeci'de bir otele yerleştik. İstanbul üzerinden Almanya'ya gidecektik. Oteldeki ilk gecemdi. Mana âleminde bir zat geldi: "Sen hâfız-ı Kur'ansın bu işleri bırak" dedi. İkinci gece yine aynı zat: "Ben sana söylemedim mi? Sen hâfiz-ı Kur'ansın bu işlerden vazgeç. Git kendi işini yap" dedi. Kendi kendime Allah! Allah! Nedir bu hâl ya Rabbî!" diyordum. Üçüncü gece yine aynı zat yine aynı hâl. Üçüncü gün pasaportum işlerim tamamlanmış, dördüncü gün de artık Almanya'ya gidecektim. Bütün hazırlıklar tamamdı. Otelime geldim, pijamamı giydim, yatağıma girdim ve ışığı söndürdüm. Beş dakika geçmedi pencere açıldı, bir zat girdi, bir ses geldi. Âmirane bağırarak dedi: "Hafız Ali kalk bakayım! Üç defadır beni buraya getiriyorsun. Ben sana demedim mi, bu işlerden vazgeç. Sen hem hafız-ı Kur'ânsın, hem de bu işlerde çalışıyorsun. Sen Almanya'ya gitmeyeceksin. Kalkıp gideceksin Bitlis'e. Benim ismim Said Nursî." Böyle deyince: "Allah! Allah! Kimdir bu zat?" dedim. Ellerimi kucaklar gibi uzattım, ellerim boşta kaldı. Kalktım ışığı yaktım. Baktım odada kimse yok. Pencereye baktım, kapalı. "Allah! Allah! Bu kimse, mutlaka büyük bir zat olmalı" dedim. Ne yapayım diye düşünmeye başladım. Yarın da Almanya'ya gideceğim. Kendi kendime dedim: "Para da, pul da, makam da orada, ama ben bu işlerden vazgeçeceğım. Sabah oldu, kalktım, doğru Beyoğlu'na gittim. Şirketim oradaydı. 4. Bölge Başmüdürlüğü. Kapıyı çaldım girdim içeriye, "buyur" dediler. "Efendim pasaportumu alın, size mübarek olsun, ben gelmeyeceğim" dedim. "Yahu ne oldu?" dediler. "Ben gelmeyeceğim buyurun pasaportu" dedim, bıraktım çıktım. Sonra bir arabaya bindim doğruca Bitlis'e geldim. Allah rahmet etsin benim bir hacı ağabeyim vardı. Hem âlim, hem de hâ-fız-ı Kur'an'dı, Gökmeydan Camii'nde imamdı. Beni görünce: "Hafız Efendi hoş gelmişsin" dedi. Anlattım kendisine: "Böyle böyle, Said Nursî diye bir zat gördüm, kimdir bu zat?" diye sordum. Oturmuş bir taraftan çay içiyoruz. Dedi: -Bediüzzaman Said Nursî çok büyük bir zattır, âlimdir. İsparta'da kalıyor." diye konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Birisi sağ kolumu, diğeri sol kolumu tuttu. "Kalk bakayım!" dediler. "Siz kimsiniz?" dedim. "Fazla konuşma karakolda belli olur" dediler. Beni götürdüler karakola. Meğer askerliğim elli beş gün geçmiş. Asker kaçağı, devre kaybı, askerî firari diye tuttular beni. Oradan hemen telefon ettiler asker8 lik şubesine. İki tane askerî inzibat geldi, ellerimi bağladılar, beni götürdüler askerlik şubesine. Baktılar elli beş gün geçiyormuş. Dediler: "Askerlikten mi kaçıyorsun?" Dedim, "askerlikten kaçmam" Sonra, "bunu hemen askere gönderelim" albaya sordular: "Bunu nereye gönderelim?" O da: "Bunu cezalı olarak, İsparta 3. Eğitim Tugay'ına, oraya gönderelim." dedi. ÜSTADI EVİNDE GÖREMEDİM, FAKAT... Neyse hazırlıklar yapılarak, askere sevk evrakları tamamlandı. Beni Bitlis'ten Diyarbakır'a kadar götürdüler. Sonra bizi bindirdiler kömürlü bir kara trene. Hayvan bile barınmayan bir vagona koydular. Yolda Konya'da, Afyon'da inenler oldu. En sonunda İsparta'ya ulaştık. Ama kömürden yüzümüz simsiyah olmuştu. Mimar Sinan Camii'nin karşısında, Güvenç Oteli vardı. Kapıyı çaldık, girdik içeriye. Otelci beni görünce: "Ulan sen hangi mağaradan gelmişsin?" dedi. Ben dedim: "Mağaradan falan gelmedim. O kömürlü trenden oldu." Neyse bir oda verdi, temizlendik. Sabah kalktım, doğru Üstad'ın evine gittim. Uzaktan baktım. Kapının önünde bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidiyor, fakat gelip yine kapının önünde duruyor. Dedim: "Allah! Allah! Herhâlde burası karakoldur?" Biraz daha bekledim, fakat karakola girip çıkan yoktu. Dedim: "Burası karakol değil, herhâlde Ustad'ın evidir, makamıdır." Ben de, bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi geldi yanıma. Dedi: "Sen kimsin?" dedim, "insanım." Dedi, "öyle demek istemedim, nerden geliyorsun?" Dedim, "Bitlis'ten geliyorum, burada Bediüzzaman varmış, elini öpeceğim, gideceğim." Dedi: "Burada değil, Barla'dadır." Ben ilk defa duyuyordum Barla ismini. Dedim, "Barla nedir?" Adam, "Sen benimle alay mı ediyorsun?" "Valla Barla nedir bilmiyorum" dedim. Sonra adam cevap verdi: "Bir köydür, Üstad oraya gitti." Artık, yalan doğru bilmiyordum tabi. Sonra döndüm geriye, baktım üç kişi beni takip ediyor. Sokağı değiştirdim, fakat yine takip ediyorlardı. Hemen Ulu Camiye gittim. Orada öğle namazımı kıldım. Baktım yine beni takip ediliyorum. Otele geldim, otelciye olanları anlattım. Dedi: "Seni yakalamadılar mı?" Hayır, dedim. "Valla iyi, gelenleri karakola götürüyorlar, dövüyorlar." dedi. Dedim: "Bu zattan niye korkuyorlar? Bu zatın askeri, ordusu, topu, tüfeği var mıdır?" Dedi: “Valla bu zatın, topu tüfeği yoktur. Fakat imanı o kadar kuvvetlidir ki, bütün hükümet erkânı ondan korkuyorlar." 9 Neticede birinci gün Üstad'ı görmek nasip olmamıştı. İkinci gün abdestimi aldım, tekrar Ustad'ın evine gittim. Baktım polisler uzakta. Bende "Bismillahirrahmanirrahim" dedim, kapıyı çaldım. İkinci sefer kapıyı çalmadan kapı açıldı. Açan şöyle yüzüme baktı, dedi: "Hafız Ali sen misin?" Dedim, "Benim kurban. Hele ver şu mübarek elini öpeyim" dedim ve eğildim eline doğru. Elini çekti, dedi: "Benim adım Ceylan." "Eyvah, Allah müstehakımı versin" dedim. (Hafız Ali Ağabey baştan beri mizahi bir üslupla hatıraları anlattığı için kendisi de gülüyor, bizi de güldürüyordu.) O da gençti tabi o zaman. Ben ağlamaya başladım. "Ağlama" dedi. Kalktı boynuma sarıldı, başımdan öptü. Allah rahmet etsin. "Ağlama, Üstad bana dedi ki: "Sen kapıda dur. Hafız Ali gelecek. Benim selamımı söyle kendisine, onu talebeliğe kabul etmişim. Doğru gitsin kıtasına teslim olsun, durmasın. Buraya da bir daha uğramasın" dedi Üstad. Muzaffer Arslan ve Nazım Gökçek iki kadim dost. Ayakucu başucu şeklinde defnedildiler. "HERKES ESAS DURUŞA GEÇTİ" Üstad'ı daha hiç görememiştim. Ama Üstad böyle deyince ben gittim teslim oldum kıtama. Bölükte onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün İsparta merkeze bağlı Eğirdir yolu üzerinde bulunan Ali Köyü tarafındaki atış talimine gittik. Atış yapıldı, öğle vaktiydi ve herkes istirahat ediyordu. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor, kimisi uzanıyor bütün alay serbest vaziyette idi. Benim de yanımda tabancamla bir ibrik vardı. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir baktım ki: Eğirdir Gölü tarafından yolda tozları kaldırarak bir taksi geliyordu. Tekrar baktım, içimden, "herhalde bu gelen Tugay Komutanımın taksisidir" dedim. Şimdi buradan geçecek, bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık bir vaziyette ve ceza alacağız diye düşündüm. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım. "Ne var Mülayim Çavuş?" dedi. Dedim: "Komutanım bak, gelen taksi Tugay Komutanımın taksisi değil mi?" "Baktı... baktı... valla odur" dedi. Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı. Subaylar, astsubaylar, takımlar, mangalar herkes bütün alay hazırlandı. Taksi Alay'a yaklaşınca, ben: "Esas duruş! Hizaya geel! Selam duuur!" diye bağırdım. Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu. Taksi geldi... geldi... birinci takım çavuşu olarak ben de böyle selam durmuşum. Hafifçe eğildim, baktım taksinin içine. Allah! 10 Hafız Ali Mülayim (Önde) Allah! Cüppeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak selam veriyordu bize. "Allah! Allah! Nasıl olur bu? Osmanlı devletinden hâlâ böyle bir paşa kalsın? Allah! Allah! Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki bize" dedim içimden. Taksi şöyle biraz gitti gitmedi. Komutan bağırdı: "Ulan bu işi kim ayarladı?" dediler, "Mülayim Çavuş!" Ben sandım benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki bir tokat, bir daha, bir daha... Ama öyle bir dayak yemişim ki, anamdan babamdan böyle bir dayak yememişim. Öyle ki, ağrıdan sabaha kadar uyuyamadım. İyi hatırlıyorum sabah namazını bile kılamadım. 1958'de İsparta'da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet taksi vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Ustad'ın, diğeri ise Tugay Komutanı Paşa'ya aitti. BİNBAŞI BENİ VURACAK SANDIM. HÂLBUKİ... Vücudumdaki dayak ağrılardan sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabah oldu. Subaylar, astsubaylar herkes içtimaya gitmiş. Ben kalkayım dedim, kalkamadım ağrıdan. Birden iki tane çavuş girdi içeriye, üstümdeki battaniyeyi hızla çekip savurdular. "Kalk bakalım. Herkes içtimada sen ise burada yatıyorsun" diye bağırdılar. "Valla her tarafım ağrıyor..." dedim. "Fazla konuşma, çabuk gel bir binbaşı seni çağırıyor" dediler. "Eyvah! Herhalde dayak az geldi, ikinci bir dayak daha yiyeceğim" dedim. Kalktım. O zamanlar tenekeden uzun barakalar vardı. Bana: "Barakada bir binbaşı seni bekliyor" dediler. Kapıyı çaldım. "Gir içeriye" dedi. Girdim. Baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bıçak var, bir ağacı yontuyor. Ağaç bir elinde, bıçak diğer elinde. "Bu bıçak ne? Bu sopa ne?" dedim içimden. "Mülayim Çavuş gel buraya!" dedi. "Geleyim komutanım" dedim. Bediüzzaman Hazretlerinin 1953 model Chevrolet marka otomobili. 1958'de İsparta'da bu otomobilden aynı model ve aynı renkte iki tanevardı. Birisi Said Nursi'nin, diğeri Tugay Komutanının. Biraz gittim, uzakta durdum, bakalım ne olacaktı? "Oğlum gelsene" dedi. "Niye gideyim?" diye düşündüm, gitmedim. "Oğlum gelsene buraya" dedi. Ayağa kalktı, bana doğru gelmeye başladı. "Korktun mu?" dedi. Hemen esas duruşa geçip, selam durdum. Bana doğru geliyor, sonra bana doğru koştu. Baktım bana sarılacak, ama bıçak ta elinde, kucaklamak üzere. Fakat ben aniden geri çekilince kapaklandı, yere düştü. Ben kaçmaya başladım. "Mülayim Çavuş gel buraya!" diye arkamdan bağırmaya başladı. Mülayim Çavuş kalır mı artık hiç. Sanki kulaklarım yoktu, yok olmuştu. Hiç duymadım., taa nizamiyenin kapısına kadar koştum. Çavuş dedi: Ne oldu Mülayim Çavuş, nedir bu halin?" Dedim: "Valla beni vuracak, bir yer göster." “Hemen bodruma aşağıya in" dedi. Bodruma indim. Su gibi ter akıyordu üstümden. Elbiselerim vücuduma yapışmıştı terden. "Lâ havle ve lâ kuvvete, nedir bu hal?" dedim. Korkudan öğleye kadar orada kaldım. Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. Çavuş: 11 “Gel kimse yok" dedi. Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim tam, bir kaşık aldım.. Hüseyin isminde bir çavuş vardı, dedi: "Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda.." Ben şaka yapıyor diye düşündüm. Bir kaşık daha aldım. Yine: "Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda duruyor" dedi. Arkama baktım; hakikaten arkamda duruyor. "Mülayim Çavuş yemeğini ye!" dedi. Dedim: "Tok olmuşum." "Tok olmuşsan kalk o zaman" dedi. Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı içerden sürgüledi. Kapıyı sürgüleyince: "Eşhedü en la İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" dedim. Binbaşı yüzüme baktı... baktı..., gözlerinden yaşlar geliyordu. Eliyle yüzüne süzülen gözyaşlarını sildi. Ben kendi kendime: "Valla bu dayak işine benzemiyor" dedim. Sonra, "Mülayim Çavuş ben senin ayaklarını öpeceğim" dedi. Ben: "Artık bu iyice kafayı buluyor. O kim, ben kim, ayak öpmek de ne?" dedim. "Yok ayak öpmek günahtır" dedim. Dedi: "Yok, valla senin ayaklarını öpeceğim ben" dedi. "Vallahi ayak öpmek günahtır" dedim. "Yok öpeceğim" dedi. Ben de: "Elimi uzattım, elimi öp madem, hafız olduğum için günah olmaz inşaallah" dedim. Hakikaten elimi öptü. Ben de onun elini öptüm. Boynuma sarıldı. Ama nasıl şefkatle beni okşuyordu. Yüzüme baktı: "Mülayim Çavuş! Dün o taksinin içinden geçen komutanı tanıdın mı sen?" dedi. Dedim: "Komutanım o dayakları ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim." O zaman aynen şöyle söyledi: "O Komutan! Büyük komutan Bediüzzaman Said Nursî'dir." O binbaşı bizim bölükte değildi. O duymuş bu hadiseyi. Beni tebrik için gelmiş. Daha sonra tayin oldu. O zaman ben Nurcu olmadığım için tabi tam bilmiyordum.Ben bu olayı bilerek yapmadım, yaptırıldı. Fakat hayatta bir daha yapılmaz Helal olsun. Daha sonraları Üstad'ı taksiyle geçerken görüyorduk. Bir keresinde koştum elini öptüm. Başımı şöyle okşadı, sonra; "git" diye eliyle işaret etti. 10 Bediüzzaman Ve Diyarbakır'da Üniversite Barla ve Emirdağ Lahikası'nın, Tarihçe-i Hayat'ın son kısmında indeks olarak verilen bölümde Diyarbakır'la ilgili şu cümleler var: 10. Ömer Özcan; Ağabeyler Anlatıyor-2.Nesil yay., s.122. 12 Bu il, Üstad Bediüzzaman'ın Şark Üniversitesini tesis etmek istediği şehirlerden birisidir. Üstad II. Meşrutiyetin üçüncü senesinde Diyarbakır'da halka Şark Üniversitesiyle ilgili konuşma yapmıştır. Halkın, bu üniversiteyi istediği ve bu konuda onların tercümanı olduğunu söyler…11 Bediüzzaman'a göre 'iyi insan' yetiştirebilmenin yolu, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulduğu medreselerden geçer. Onun için Bediüzzaman, Medresetü'z-Zehra'da fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber okutulacağı bir programın uygulanacağını söyler. Medresetüzzehra sıradan bir medrese değil, modern bir üniversite ve diğer üniversitelerle de aynı statüde olacaktır. Öğrenciler diğer resmi okullarda olduğu gibi imtihanla alınacak ve yüksek okul diploması verilecektir.12 Diyarbakır surları - Bediüzzaman ve öğrenciler Bu noktada tarihi vesikalara göz atalım: Bediüzzaman 'İstanbul'da; Van, Bitlis, Diyarbekir'de bir medresenin küşadı için her ne kadar çalıştı ise de maattesüf tevkifhane ile tımarhaneden başka bir neticeye destres olamadı.13 ... Eşref Edib'in eserine bakalım: 'İstanbul'da iken, Van, Bitlis ve Diyarbekir'de ilm-ü irfan ocaklarının açılmasına çalışmış, fakat maalesef tevkifhanelere sürüklenmişti'.14 Bediüzzaman hazretleri 'Münazarat' isimli eserde 'Ey Tabakat-ı Havas, Biz avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz… Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin? Cevap: Cami-ül Ezher'in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla darul fünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlisin iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz’.15 Bediüzzaman'ın bu arzusu Diyarbakır, Van ve Bitlis halkınca da olumlu karşı11. Said Nursi, Barla Lahikası,2006.s.590; Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, s.976; Emirdağ Lahikası, Söz Basın yay, İstanbul 2006, s.738. 12. Ölmez, A,Yaşar S, Harman K,Üner M.E, İnceyol Y; Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri, Yeni Asya neşriyatı, .İstanbul.1998, s.156,157. 13. Mustafa Süzen, Bediüzzaman'ın üç t.hayatı. Ankara.2000 s.44; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman. Asar-ı Bediyye Elmas yay. İstanbul, 2004,s.658. 14. Eşref Edip, Said Nursi, Sözler yay. İstanbul 2006, s.35. 15. Necmeddin Şahiner; Medresetü'z Zehra. Timaş yay.İst.1998. s:81. 13 lanmıştır. Kaynaklara göz atalım: 'Şu medreset-uz Zehra'ya dair mebahis (hürriyetin üçüncü senesinde) nutuk suretiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbekir'de, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattır, hem mümkündür'' demek diyebilirim ki, ben onların tercümanıyım bu meselede''16 Bediüzzaman Fen bilimleri adına Batı'dan gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van veya Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbul'a gider. Netice alamayınca aynı maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti. İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Han'a yerleşir.17 Said-i Nursi, Van'da geçirdiği bu süre zarfında halkın en büyük düşmanlarından biri olan cahilliğin iyice farkına varır ve bunun eğitim ile çözülebileceğini, özellikle bölge halkının buna çok ihtiyacı olduğunu tespit eder. Buna binaen dönemin en ünlü eğitim merkezi olan el-Ezher Üniversitesi'ne mukabil Diyarbakır, Van ve Bitlis'te kurulacak "Medresetüz-Zehra" diye adlandırdığı bir üniversite projesini kafasında oluşturur. Ve 1907'de İstanbul'a gider.18 Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medresetü'z-Zehra" namında bir darülfünûn açmak, ya Van'da veyahut ta Diyarbekir'de darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i zekâ, İstanbul afakında tulû etti."19 Manevî Medresetüzzehra ve Bediüzzaman Said Nursi'nin Vasiyeti Bütün çabalarına rağmen, Medresetüz-zehra'sını gerçekleştiremeyen Bediüzzaman, Medresetüzzehra'nın "manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildiğini, tecessüm ettiğini kabul ediyordu. Risale-i Nur ve yayıldığı merkezleri "Medresetüzzehra" diye adlandıran Bediüzzaman, Risale-i Nuru manevî bir Medresetüzzehra olarak vasıflandırarak, "maddi suretini" de tesis etmelerini talebelerinden istemişti. Medresetüzzehra'nın Açılacağı Yer İslam Darülfünunun, Afrika'nın Ezher'ine karşılık Asya'da açılmasını teklif eden (1997, 349) Bediüzzaman, 1911 tarihinde Medresetüzzehra'nın Bitlis merkezli olarak açılmasını iki "refikası"nın da doğu ve batı cenahındaki Van ve Diyarbakır'da açılmasını istemektedir. (1996a, 125) Cumhuriyet döneminde talebeleri tarafından yazılan ve Bediüzzaman tarafından gözden geçirilen Tarihçe-i Hayat'ta Medresetüzzehra'nın yeri hususunda farklı ifadeler kullanmaktadır. Bir yerde Bitlis ve Van (1996b, 41) diğer bir yerde "ya Van yahut Diyarbakır (1996b, 44) başka bir yerde de sadece "şarki Anadolu'da" (1996b, 89) ifadelerine yer verilmektedir. 16. Abdülkadir Badıllı; Bediüzzaman, Asar-ı Bediîyye, Elmas yayınları, İstanbul 2004, s.352; Abdullah Aymaz; Bediüzzaman, Münazarat, Şahdamar yayınları, 2006, s.126. 17. http://www.haberdiyarbakir.com/biography;http://www.radyovakit.com/haberler. 18. Leyla Efe; Mızgin, sayı:31, Bediüzzaman Yaşamı Ve Mücadelesi. 19. Tarihçe-i Hayat, 44, Bediüzzaman Said Nursi. Köprü 68.sayı. Güz:99. Risale-i Nur'da "Eğitim" 14 Medresetüzzehra Fikrinin Ortaya Çıkışı 19.Yüzyılın sonlarında İslam dünyasının büyük kısmının doğrudan, kalan bölümünün de dolaylı olarak sömürge haline düştüğü bir sırada, emperyalist batı devletleri konumlarını güçlendirmek, ileriye yönelik tedbirler almak için çareler aramaktaydılar. Bir gazetenin haberine göre, o dönemde en büyük sömürgeci devlet olan İngiltere'nin Müstemleket Bakanı İslamlara hakiki hâkim olmak ve tahakkümleri altında tutabilmek için iki yol teklif etmişti. "Ya Kur'an sukut ettirilmeli veyahut ta Müslümanlar Kur'ân'dan soğutulmalıdır. “Müslümanların dinî kaynağıyla irtibatını ortadan kaldırmak isteyen bu cereyana karşı, Bediüzzaman hemen harekete geçmiş ve bir "İslam Darülfünûnu" tesisini tasavvur ile fedakâr ve masum milletin "ahiretini ve onun bir faydası olarak dünya hayatını" kurtarmak için çalışmaya başlamıştır.20 Medresetüzzehra'ya Medrese Adının Veriliş Sebebi Projeye "mederese" adını koyan Bediüzzaman, bunun gerekçelerini medrese ismine ünsiyet edildiği, alışık bulunulduğu, cazibeder olduğu, şevketengiz itibarının olduğu şeklinde açıklar. Ayrıca, Bediüzzaman medrese isminin "büyük bir hakikati tazammun ettiği" ve " mübarek medrese" isminin büyük rağbet uyandırdığını belirtmektedir. (1996a, 125) Bediüzzaman, medrese adını kullanarak toplumların rağbetini celbetmeye, medresenin şöhretinden mirasından "hakikatinden" faydalanmak istemektedir. Osmanlı dışındaki toplumlara da hitap ettiğinden ortak bir isimle buluşmak istemekte olduğu söylenebilir. Ayrıca mektep adına karşı olası tepkinin ortadan kaldırılması için de halka sıcak gelen medrese adının kullanıldığını düşünmek yerinde olmalıdır. Zira esas hedef geniş Müslüman kitlesidir. Medresetüzzehra'nın Seviyesi Ne Olacaktı? Medresetüzzehra'nın öğretim seviyesi üniversite düzeyinde olduğu Bediüzzaman tarafından müteaddid defalar ifade edilmekle birlikte, sadece bu fonksiyonuyle düşünülmediği de anlaşılmaktadır. Zira, Bediüzzaman, "Darülfünun-u mutazammın" Medresetüzzehra namıyla "pek âli bir medresenin" açılmasından bahsetmektedir. (1996a, 125) Tabiidir ki bu ifadeden Medresetüzzehra kavramı içerisine yani üniversitelerden başka eğitim mües-seselerinin de girdiği anlaşılmaktadır. 21 Medresetü'z-Zehra'yı zihnimizde inşa etmek Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatına ve eserlerine vâkıf olan herkes, onun Medresetü'z-Zehra projesi için harcadığı harikulâde gayreti de bilir. Gördüğü üç büyük meseleyi beraberce çözecek bir büyük proje olarak düşünmüştür Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra'yı. Onu merkez-i hilâfet olarak İstanbul yollarına düşüren de bu projedir. Yaşanan onca mânia onu Eski Said boyunca bu idealini takip etmekten vazgeçirmemiş; 1923'te “Eski Said'i Yeni Said'e götüren” tren biletini alıncaya kadar her fırsatta bu projeye yeniden hayatiyet kazandırmak için gayret etmiştir. Bediüzzaman, Medresetü'z-Zehra'yı, İslâm ümmetinin o dönemde yüzyüze geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki, 20. Nursi, 1997, 439. 21. http://medresetuzzehra.com 15 cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret; ikincisi, madde ile mânâ, kâinat ile Kur'ân, akıl ile vahiy, modern bilimler ile dinî ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında, iman kardeşliğine gölge düşüren ve 'asabiyet-i cahiliye'yi çağrıştıran milliyetçi gerilimdir. Bediüzzaman'ın ilk elde merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır'da olacak şekilde tasarladığı Medresetü'z-Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç husus ise; (1) modern bilimler ile dinî ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde mezcedilmesi; (2) birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak; (3) Arapça-Türkçe-Kürtçe'yi beraberce öğreterek İslâm ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertleri için hem İslâmî mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve kalıcı bir 'iletişim' imkânı sağlayarak 'milliyetçi gerilim'i aşarak 'İslâm kardeşliği'nde buluşmalarını sağlamaktır. Yüz yıl sonra dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayatî bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem onun o gün tesbit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınanmalar ve kayıplar açısından. Ama öte yandan, Bediüzzaman'ın bu projesinin, defaatle edilmiş, hatta tahsisat da ayrılmış olduğu halde gerçekleşememesi gibi bir vâkıa var. Ve Yeni Said döneminde, onun bu bir türlü gerçekleşememe meselesine dair 'kaderî' okumaları... Emirdağ Lâhikası'nda yer alan bazı mektuplar gösterir ki, Bediüzzaman görünen ve sabit bir Medresetü'z-Zehra'yı nasip etmeyen Cenab-ı Hakkın, Medresetü'z-Zehra mânâsını Risale-i Nur'lar ve Nur Talebeleri suretinde ona nasip ettiği kanaatindedir. Bu mektupların satır aralarında gizli “Nur Risalelerinin Medresetü'z-Zehra”sı gibi ifadeler, keza Nur talebelerinden “Medresetü'z-Zehra'nın erkânı” gibi ifadeler bunun apaçık bir delilidir. Bu meyanda, onun, üniversiteli Nur talebeleri için “genç Said'ler” tabirini kullanması da bilhassa anlamlıdır. Emirdağ Lâhikası'nın tamamına yayılan bu 'Medresetü'z-Zehra' sembolizminden anlarız ki, Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra ile yapmak istediği şeyin özü itibarıyla Risale-i Nur'da tahakkuk ettiği kanaatindedir. Ve Risale-i Nur'u 'anlayarak, kabul ederek' okuyan her Nur Talebesi, binası bir türlü dikilememiş Medresetü'z-Zehra'yı zihninde ve kalbinde inşa etmiş demektir. Özetle, Bediüzzaman'ı tahakkuku için yollara düşüren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet inşası'dır. Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki göstergesi ise, (1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akılkalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi; yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi; (2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir. Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım” dediği “Türkçe'ye (Dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla 16 ren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet inşası'dır. Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki göstergesi ise, (1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akılkalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi; yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi; (2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir. Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım” dediği “Türkçe'ye (dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla Kürtlere) bakış ise, milliyet-temelli bir zihniyeti aşıp 'İslâm kardeşliği'ni merkeze alan bir tasavvura erişmiş olup olmamanın göstergesidir. Türk kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi, buna göre, Araplara ve Kürtlere bakışıdır. Kürt kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi ise, Araplara ve Kürtlere bakışı... Kur'ân'ın nâzil olduğu ve bütün İslâmî ilimlerin üzerine bina olunduğu dildir Arapça. Arapça'ya açıklık, İslâm'a açıklığın ifadesidir. Türkçe ise, İslâm medeniyetinin son büyük mümessili olan Osmanlının dili olmak hasebiyle 'İslâm medeniyeti'nin dilidir. Türkçe'ye açıklık, İslâm medeniyetine açıklıktır. Kürtçe ise, içinden Selâhaddin Eyyubî gibi isimler çıkaran ve her daim hayat ve saadetleri Türklerin hayat ve saadetiyle memzuç bir unsurun dilidir. Kürtçe'ye açıklık, 'İslâmî kardeşlik' temelinde kültürel farklılığın ve çoğulcu bir anlayışın zihinlerde yerleşip yerleşmediğinin göstergesidir. Dönüp geriye baktığımda, Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra'dan beklediği 'fünûn-u cedideyi ulûm-u diniye ile mezc' gayesinin Risale-i Nur talebelerinin zihninde büyük ölçüde inşa olunduğunu görebiliyorum. Pozitivizmin en katı haliyle uygulandığı bir zeminden, seküler bir eğitim almış olmasına karşılık mü'min fertlerin; kâinatı ve öğrendiği bilimleri inkârın değil, imanın vesilesi kılabilen mü'min fertlerin doğabilmesi —bu ideal kıvamda tahakkuk etmemiş olsa dahi— Medresetü'zZehra'nın birinci hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor. Ama ikinci veçheye gelince, sanırım, burada durmamız ve bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor. Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra için düşündüğü “lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lâzım” formülasyonun da gösterdiği üzere, kendisini etnisiteye, milliyete göre tanımlama za'fiyetinden yakasını sıyırabilen kişidir ki, Medresetü'zZehra'yı zihninde inşa etmiş demektir. 22 Medresetüzzehra'da öğrenci sayısı Bu üniversitede 2000 yatılı öğrenci okuyacaktı.23 22. 2007 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu 23. Mustafa Süzen. Eski Saidden Yeni Said'e. İst. 2007. s.25 17 Bediüzzaman'ın Kürt Sorunu Reçetesi Zaman Gazetesi'ne konuşan birkaç akademisyen ve yazar, Bediüzzaman Said Nursi'nin Van'da kurulmasını planladığı ve temelinin atıldığı Medresetüzzehra projesinin günümüz kürt sorununa da çözüm olacak nitelikte olan bir proje olduğuna dair fikir bildirdiler. Bediüzzaman'ın Doğu Anadolu'da bir 'Darülfünun-u İslamiye' kurma tasavvuru, Van'da Tahir Paşa Konağı'nda kaldığı sırada ortaya çıkar. Üstad'a göre bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. “Bu üç düşmana karşı marifet, san'at ve ittihad silahıyla mücadele edeceğiz.” diyerek, sorunların nasıl çözülmesi gerektiğine dair prensipler sunar. Bu proje, eğitim sistemi olarak ele alınırsa ülkenin sorunlarını çözebilir Yrd. Doç. Dr. Ramazan Balcı (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi): Bu projeyi toplumun ihtiyaçlarından ayrı düşünmek mümkün değil. Üstad, içinde yetiştiği toplumun ihtiyaçlarını görüyor. Medresetü'z-Zehra projesi toplumsal sorunların tamamına çözüm getirme ideali taşıyor. Medresetü'z-Zehra ile bilim-din ayrılığı ortadan kalkacak, iman kardeşliği inkişaf edecek, aşiret kavgaları sona erecek, ırkçılığın bölgeyi tehdit etmesi önlenecek. Medresetü'z- Zehra bir bilim felsefesinin adıdır. Risale-i Nur ile ortaya konan bilim felsefesi eğitim sistemimizin tamamını içine alacak şekilde ele alınmalı. Toplumsal barış için 'uhuvvet-i imaniye'nin inkişafı meselesi aynı şekilde toplumun bütün kesimlerini içine alacak şekilde gündeme getirilmeli ve tedbirler alınmalıdır. Ayrıca ırkçılık sadece Kürtlerin sorunu değildir. Bu menhus mikrobun aşısı Üstad'ın eserlerinde mevcuttur. Kürtlerin sorunlarına gelince bunu sadece bir medrese olarak değil, bir eğitim sistemi olarak ele aldığınızda ülkenin bütün sorunlarının çözüleceğini ileri sürmek abartılı sayılmaz. Şu an bölgede sivil ve gönüllü kuruluşlar Bediüzzaman'ın bölgeye bakışını ve adı konulan meselelere yaklaşımını dillendirmeye çalışıyor. Bediüzzaman, modern asırda Müslüman ferdin ve toplumun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek külliyat ve dava sahibi bir imam. Onun öğretisinde önce bütün alem-i İslam'ı içine alacak büyük şemsiyenin güçlü bir şekilde ayakta tutulması, sonra küçük taifelerin her türlü haklarının güvence altına alınması esastır. Meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyaç var İsmail Çolak (Tarihçi-yazar): Said Nursi Hazretleri'nin Medresetü'z-Zehra projesinin çıkış noktası, Doğu'daki cehalet hastalığını yenmek, anarşi, terör ve menfi milliyetçiliğe zemin hazırlayan rahatsızlıkları tedavi edebilmek. Doğu meselesiyle ilgili ona göre özellikle üç temel mesele vardır: Cehalet, fakirlik ve ayrılık. Bu sıkıntıları ortadan kaldırmak için bugün de geçerliliğini koruyan şu meşhur reçeteyi sunmuştur: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır'da kurulacak, ama tüm Doğu'yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir İslami darü'lfünunun kurulması noktasında büyük çabalar göstermiştir. Böyle bir üniversitede Arapça, Türkçe, Kürtçe eğitim verilecek, modern ve dini 18 ilimler okutulacak, akıl ve kalp ikilisi beraber hareket edecek, kafa ile birlikte vicdanlar da eğitilecek. Ülkemizi terör zulmetinden geleceğin selametine çıkaracak olan ideal zeminlerin başında Medresetü'z-Zehra ve benzeri okullar gelmeli. Yakın zamanda Üstad'ın Van'daki Horhor Medresesi'nin de aslına uygun şekilde açıldığını biliyoruz. Zaman eskise de Risaleler ve Nur Reçeteleri nasıl gençleşiyorsa Üstad'ın eğitim alanındaki görüşleri, teklifleri ve dolayısıyla Medresetü'z-Zehra projesi de gençleşiyor, güncelliğini koruyor.Siyasi meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyacımız var. Çıkar değil, değer merkezli bir bölge siyaseti, meselelerin uzun vadede çözümü için elzem. Proje uygulansaydı Kürtçe bugün çok daha yetkin bir dil olurdu Doç. Dr. Ahmet Yıldız (Siyaset bilimci): Kürtler arasında aşiretçiliğin yol açtığı çatışma halinin ortadan kaldırılması, Kürtler özelinde insani güvenliğin inşası Bediüzzaman'ın örgün eğitim modeli olarak Medresetü'z-Zehra'ya atfettiği hedeflerdir. Böyle bir üniversite için ilk etapta öğretim üyesi kaynağının Kürtçeyi bilenlerden devşirilmesi, Kürtçenin öğretim dilleri arasında zikredilmesi, öğretmen yetiştirilmesi özel önem verdiği konular arasında. Ne yazık ki, Kürt milliyetçiliğinin PKK özelindeki görünümü, Kürtlerin ufkunu sadece Kürdi olana hapsetmiştir. Risalei Nur eğitimine Kürtler arasında var olan yoğun talep ve bunun cemaati görünümlerinin ötesine geçerek Kürt halk kültürünün asli unsurlarından biri haline geldi. Özel ve resmi eğitim kurumlarında özellikle fedakar öğretmenlerin çalışmaları Medresetü'z-Zehra manasını kamil olmasa da yaşatıyor. Bu proje Kürtçenin anadil olarak öğrenimi ve eğitim dili olarak kullanılmasına dönük modern dönemde ortaya çıkan en kurumsal yaklaşım. Uygulanma imkanı bulabilseydi, Kürtçe bugün çok daha yetkin ve kitlesel kullanıma sahip bir dil olur, milliyetçi politizasyonun araçsal malzemesi de olmazdı. Türk-Kürt-Arap kardeşliğinin Camia-i İslamiye esprisi içinde tesisi ve Alevi-Şii-Sünni kardeşliğinin Ehl-i Beyt muhabbeti ekseninde inşasında Risale metinleri önemli bir referans. Risale-i Nur dini, toplumsal ve siyasi fay hatlarının tamirinde önümüze uygulanabilir bir medeniyet ufku koyuyor. Medresetü'z-Zehra da bu ufkun en önemli tezahürlerinden biri. 105 yıl önce teklif edilen bu model bugün için de geçerli Abdülkadir Menek (Yazar): Maarif probleminin halledilip eksikliğinin giderilmesi için ciddi, gerçekçi, bölge insanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek ve bölgenin sosyal yapısı ile uyum sağlayabilecek bir proje geliştirilmeliydi. İşte 'Medresetü'z-Zehra' projesi böyle bir arayış ve ihtiyaçtan doğdu. Said Nursi, Sultan Abdülhamid'e verdiği dilekçede, Medresetü'z-Zehra fikrini anlatmıştı. Üstad'ın bölgenin huzur ve saadeti için zaruri olarak telakki ettiği bu düşünceye, büyük badirelerle karşı karşıya olan ve sıkıntılarla boğuşan o zamanın yönetimi tarafından ne yazık ki, pek alaka gösterilmedi. Eğitim dili olarak Said Nursi, “Arabi vacip, Kürdi caiz, Türki lazım” diyerek Medresetü'z-Zehra'nın üç dilde eğitim yapacağını belirtir. Kürtçeyi mahalli dil, Arapçayı ilim ve iletişim dili, Türkçeyi de resmi ve siyasi dil olarak kabul eder. 19 Osmanlı'dan bize intikal eden bu coğrafyada, huzurun, beraberliğin ve kardeşliğin sırrı İslam'ın ruhuna uygun olarak tesis edilecek bir eğitim anlayışında saklıdır. Kürtler ve Türklerin birlik ve beraberliğinin temeli İslam'dır ve bunun kuvvetlendirilerek devam etmesi önemlidir. 105 yıl önce teklif edilen bu üniversite modelinin, mantık ve çerçevesi bugün için de geçerli. Bölge böyle bir üniversiteye entegre olmaya hazır. Bugün için ülkede hem Kürtler ve hem de Türkler açısından bir araya gelinebilecek en önemli referans Said Nursi'dir. Bundan sonra daha fazla kan ve zaman kaybetmeye kimsenin hakkı yok. Türkiye'de köklü ve temeli sağlam bir barışın ipuçları ve yörüngesi, Üstad Said Nursi'nin eserlerinde fazlasıyla var ve bunlara her zamankinden daha fazla önem vermeliyiz. 24 DİYARBAKIR'DA YADİGÂRLAR Bu kategoride ele alınacak hususlar şu şekildedir: a) Bediüzzaman hazretlerinin öğrencilerinin ve yakınlarının Diyarbakır'da ikameti veya merhumların mezarlarının Diyarbakır'da mevcudiyeti b) Bediüzzaman'a ithafen yapılan çeşme,camii ve cadde isimleri c) Diyarbakır'da telif olunan eserler Üstad Bediüzzaman hazretleri, "Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında, Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir. Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın kardeşidir. Şehabeddin Özer l893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde doğmuştu. Babası H.Mustafa, annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen babası, Gazail Camiinde medfundur ve türbesi ziyaretgâhtır. "Üçüncü Mektup"ta bahsi geçen Şehabeddin Efendi Diyarbakır Mardinkapı mezarlığında yatıyor. Nureddin, Şemseddin, Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır. Fidan ve İhsan isminde iki çocuğu vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile evlendiği zaman, Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu. Şehabeddin Özer şirpençe hastalığından rahatsızlanınca, Ergani'den Diyarbakır'a getirilişinin ikinci günü 3 Ağustos l943'te vefat etti. Diyarbakır Mardinkapı kabristanına defnedildi. Mezar Şeyh Muhammet türbesinden 5 m. soldadır.25 Şehabeddin efendinin Kabri 24. 25.08.2013.Risale ajans 25. Baş ve ayak kısmı bazalt taşından yapılmıştırhttp://www.saidnursi.de/tr/yaz.php?index_id=58 20 Diyarbakır'da Vefa Eserleri: Kulp-Argun köyü Bediüzzaman camii Diyarbakır Bediüzzaman camii Diyarbakırlılar Bediüzzaman'a vefalarını onun hatırasına yaptıkları hayrat ile de göstermektedir. 21 Mehmet Kayalar okuma salonu Diyarbakırlılar sadece Bediüzzaman'a değil, talebesine de vefa örneği vermektedir. DİYARBAKIR'LI TALEBELERİ Şerif Nazlıcan Şerif Nazlıcan Bingöllüdür, Suudi Arabistana yerleşmek istemektedir. Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eder, fikrini alır. Bediüzzaman hazretleri, Şerif Nazlıcan'a, seni bir şartla kardeşliğe kabul ederim. Diyarbakır'a gideceksin, Mehmet Kayalar'a talebe olacaksın, o şartla seni kardeşliğe kabul ederim. Şerif Nazlıcanın Kabri, mardinkapının sonunda Namazgâhın arka tarafında, yolun sağındadır. 22 Hafız Teyze Diyarbakır Saraykapı'da ikamet eden hafız teyze ama'dır.Çok yoksul ve yalnız olan teyze desteklerle hayatını sürdürmekteydi. Bu teyzenin ismini bir çok kimse bilmemekte ve sadece Hafız teyze demektedir.. (Mevlüde Akbudak) Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eden bir gruba katılan (Dişçi Kadri Mermutlu grubu) hafız teyzeye Bediüzzaman hazretleri kerametle daha önce kimse ismini bildirmediği halde ismiyle hitap etmiştir. Hafız teyze Bediüzzaman hazretlerinin vefatı esnasında Şanlı Urfa'da bulunmuş, cenazeye katılmıştır. Kabri Yeniköy mezarlığında, caminin arka tarafındadır. Mezarını ziyaret edecek vefalı aranıyor. Diyarbakırda yadigârlardan olarak; Bediüzzaman hazretlerinin bu bölgede telif ettiği eserler gelmektedir. Münazarat ve Muhakemat'ın ilk hâli bu bölgede yazıldı. İşaratül-İcaz Diyarbakır'da Cevdet Bey'in evinde tebyiz edildi. Türkiye'de Osmanlıca'dan Latince harflere geçiş Diyarbakır'da Bediüzzaman'ın izniyle yapıldı. “Ramazan, İktisat ve Şükür” risaleleri burada latinceye çevrildi. İşaratül icazın temize çekilmesi Diyarbakır'da oldu. Münazarat ve Muhakemet'ın ilk hali Diyarbakır'da yazıldı. Ramazan İktisat Şükür (İlk Latince yazılmış risale) Diyarbakır'da oldu. 23 Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar İrfan Haspolatlı 1950'de Mehmet Kayalar Ağabey Diyarbakır'a geldikten sonra Üstad Hazretleri Ağabey'e, hanımına ve üç çocuğuna ayrı ayrı maaş bağlayıp her ay bir talebesi ile Diyarbakır'a yolluyordu. Resim-1) Üstad'ın Mehmet Kayalara gönderdiği 1 gümüş lira iaşe parası Resim-2) Mehmet Kayalar'a üstadın iaşe için verdiği 1 gümüş lira ve nikel bir Türk lirası Diyarbakır'da üstadın yadigârlarından biri olarak vefatına yakın yerleşmek üzere geldiği, ancak Urfa'da hastalığının şiddetlenmesi ve orada vefat etmesi üzerine ikametin nasip olmadığı ama onun için hazırlanmış olan bir evin ikinci katında üstada bir oda ayrıldığını anlatmıştı. Mehmet Kayalar'ın hizmet verdiği bir ev vardır. Üstad için Hazırlanmış ve M. Kayalar'ın hizmet verdiği ev. 24 Bediüzzamanı Ziyaret eden Diyarbakırlılar HALİL SIDKI ÖZTURAN Fatih'teki Reşadiye Otelini bularak üst kata çıktım. Ben, 'Üstad Hazretlerine bir söyleyin' dedim. 'Bir Diyarbakırlı müştakınız var, sizinle görüşmek istiyor' deyin. Gitti, Üstada haber verdi. Üstadın beni beklediğini söyledi."Bunun üzerine hemen içeri girdim. Az sonra nur yüzlü, nurdan yapılmış bir zatla karşı karşıya gelmiştim. Somyasının üzerinde yatağında oturmuş, zayıf mahif bir nur âbidesi. Hemen ellerine sarıldım. Doya doya öptüm. Beni yanına oturttu. Nereli olduğumu sordu. 'Diyarbakırlıyım' dedim. "Hazret-i Üstad, 'Ben Diyarbakırlıları çok severim, Cemil Paşalarda çok kalmıştım. Evladım ben şimdi çok rahatsızım. Beni ziyaret etmek isteyenler Risale-i Nur'ları okusunlar. Risale-i Nur'ların her satırı, bir Said'dir' dedi. Bu esnada elindeki bir bardakla süt içiyordu. Bardakta biraz süt vardı, kalan sütü bana verdi, benim içmemi söyledi. Ben de verdiği sütü içtim. Fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyerek hemen müsaade istedim. Tekrar mübarek ellerini öperek ayrıldım. "Dışarda Nur talebeleri bana yedi-sekiz tane Nur Risalelerinden verdiler. Ben artık Nur Üstaddan Nur Risalelerini alarak vatanıma, Diyarbakır'a bir kuş hafifliğinde uçarcasına döndüm." 26 Diyarbakır'lı Hattat HÂMİT AYTAÇ "Tevafuklu Kur'ân Şaheserdir" Diyarbakır, yakın tarihimizde ilim, fikir ve sanat sahasında çeşitli kıymetler yetiştirmiş olan bir vatan burcudur. Bu kıymetlere Süleyman Nazif'ten sonra hat üstadı Hâmit Aytaç da katıldı. Hâmid Aytaç diğerlerinden farklı olarak İslâm âlemi, hattâ dünya çapında bir şöhrete sahip oldu. Memleketimizde ve İslâm dünyasının çeşitli beldelerinde Hattat Hâmid Aytaç Hocanın talebeleri bulunmaktadır. Nice evlerde, ellerde, arşivlerde ve kolleksiyonlarda Hâmid Aytaç'ın yüzlerce şâheseri vardır. Bediüzzaman'ın Barla'da iken talebelerine yazdırdığı tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm'i Hâmid Hoca, o güzel kalemiyle eşsiz bir şâheser olarak asrımıza hediye etmiştir. Hâmid Hoca l9ll yıllarında İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman'la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş'ta yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman'ın hazırlamış olduğu bir hitabeyi okur. Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman'ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî'ye, Diyarbakır'ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur.27 26. http://www.menba.org 27. http://www.menba.org 25 İSMAİL YILDIZ Diyarbakır'ın Hani kazasına bağlı Ceviz köyünde doğdu. Eski eğitmenlerdendir “İlk ziyaretim" "1952 senesinin sonunda Üstad'ın İstanbul'da olduğunu öğrendim. Mektubat'taki ziyaretçiler kısmını okuyarak, Üstad'ı Kur'ân'ın bu asırda bir tercümanı olarak yalnız Allah rızası için ziyaretine gittim. Aldığım tarif üzere Üstad'ı kolaylıkla buldum. Zübeyir Gündüzalp, İstanbul Çarşamba'da beni Üstad'a takdim etti. Üstad Diyarbakır'daki hizmetleri sordu. Yarım saat kadar yanında kaldım. Başında bir sarık, boynunda bir atkı vardı. Üstad'a bir müddet yanında kalmayı arzuladığımı söyledim. Üstad yarım saatlik bir görüşmeden sonra mükerreren yanlarında kalmayı arzu ettiğimi ifade etmeme rağmen 'Memleketinize gidin orada hizmet edersiniz. Bu görüşmemizi 4 senelik hizmete mukabil kabul ettim' buyurdular. Üstad'ı bir pederin oğluna şefkatinden daha şefkatli olarak gördüm. Ona kavuşmak lezzeti dünyevî hiçbir lezzetle mukayese edilmez. “İkinci ziyaretim" "İkinci ziyaretim; bir kaç ay sonra, Üstad Emirdağ'da iken oldu. İki katlı bir binada kalıyordu. Üstad merdivenlerin yarısına kadar indi. 'Sizinle daha evvel görüşmüştük' dedi. Görüşmemiz 10-15 dakika kadar sürdü. Derslerden ve hizmetlerden sordu, anlattım. Risale-i Nur elhamdülillah ehl-i insafa kendini kabul ettirdi. Hatta bizim kazada bir tek muhalif kalmadı.28 ABDURRAHMAN YARGIN "Ben Said Nursî'yim" "Antalya'nın Gözene nahiyesinde askerdim. Askerliğimi Jandarma olarak yapıyorum. "Burdurlu Mehmet Onbaşı birgün bana, 'Burada senin hemşehrin derin bir hoca var, sen onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanımadığımı söyledim. Daha evvel köydeyken, Said-i Kürdî diye duymuştum. “Birgün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp hasta oldum, yatsı namazını zorla kıldım. 'Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylanî diye medet isteyip, çok yalvardım. O gece rüyamda birisi arkadan gözlerimi tuttu. Sanki vücudum elektirik tedavisi oluyordu. "O arkadan gözlerimi tutan zat, 'Sen kimi çağırıyorsun?' diye sordu. Ben de, Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretlerini çağırdığımı söyledim. O zaman o zat, 'Ben buradayım' deyince 'Siz kimsiniz?' diye sordum. Kendisini tanımadığımı ifade ettim. O zat ise heybetle 'Ben Said Nursi'yim' dedi. Bu esnada aniden uyandım. Hiç mi hiç hastalığım kalmamıştı. Sanki tedavi olmuştum. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbimi, gönlümü fethetmişti. “Üstadı ziyaretim” "Yine Burdurlu Mehmet Onbaşıdan, Üstad Bediüzzaman'ın Isparta'da olduğunu da öğrenmiştim. 28. www.menba.org 26 “İlk fırsatta Üstadın ziyaretine varmak istiyordum. "Üç jandarma arkadaş ve bir minübüs sivil insan vardı. Bir an evvel Üstadı ziyaret edebilmek için 'Masraflar bana ait' demiştim. Şoför mevzuyu duyunca, 'Siz mademki Üstada gidiyorsunuz, o halde ben sizden ücret almam, masraflar bana ait' dedi. 'Sizi trene yetiştireceğim' dedi ve çabucak yetiştirdi. "Üstadın evine iki yol gidiyordu. Burada duran iki polis 'Yasak' diye bırakmıyordu. Bu polislere çok yalvardım, 'Ben jandarmayım, sizin bir yardımcınızım' dedim. 'Burada hemşehrim bir hoca var, onu ziyaret edip dualarını alacağım' deyince polislerden biri gideceğim yolu bana gösterdi. "Az sonra Üstadın avlusundaydım. Orada Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı. 'Niçin geldiniz?' diye sordu. Ben de, 'Biz askeriz, Seyda hemşehrimizdir, onu ziyarete geldim' dedim. Az sonra müsaade ettiler. Üstadla uzun uzun konuşacağımı zannediyordum. Ellerini öperek diz çöküp oturdum. Çok ter içinde kalmıştım. Çok hoş bir feyzin içine girmiştim. O feyizli ânı tarif etmem mümkün değildir. Heyecandan Üstada bakamıyordum. Sanki manevi bir dünyaya girmiştim. Ne bakabiliyor, ne de konuşabiliyordum. "Üstad bana memleketimi sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana dualar etti. Derin bir haz, coşkun bir feyiz içine dalmıştım. Büyük bir kutbun huzurundaydım. Bu ulvî huzurda ne kadar kaldım, bilemiyorum. Sonra Üstad, 'Trene yetişin' dedi. Bu yüksek huzurdan huzur içinde, selâmlar vererek, ulvî bir şekilde ayrıldım. Üstad, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye söylemiş. O da bize bir risale verdi. NİYAZİ TEKİN "Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğim tarihi pek hatırlamıyorum. Zannederim 1956'larda olsa gerek. Sonbahar aylarında Diyarbakır'dan Isparta'ya geldim. Boyacı Rüştü Çakın Efendiyi buldum. O da beni başka bir zata gönderdi. Onu da buldum, ona kendimi tanıttım. Üstadımızı ziyaret için geldiğimi söyledim. Beni güler yüzle karşıladı ve içeri aldı, bu arada bana çay ikram ettii. Çaylar tazelendi, o esnada sohbete daldık. “Tahminen bir saat oldu olmadı bilemem, bu esnada birisi geldi, 'Kardaşım Üstad seni istiyor' dedi ve gitti. On beş dakika sonra geldi. O zaman pek ziyaretçi kabul etmiyormuş, ama yine bana tebessümle 'Ziyaretin kabul oldu' dedi. Nasıl ziyaret edebileceğimi bana tarif etti. "Beraberce gittik, ahşap bir eve girdik. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizi buyur etti. Hazret-i Üstadın yüce huzuruna girdik. Üstad bir divan üzerinde oturuyordu, evrad okuyordu. Oturmamızı işaret buyurdular. Diz çökerek oturduk. Az sonra evradı bitirerek, kitabı kapattı ve bana dönerek: 'Hoş geldiniz' dedi. O anda eline kapanarak öptüm, beni iki tarafımdan öptü. Nereden geldiğimi sordu. 'Diyarbakır'dan' dedim. Sevinerek Diyarbakır'a ait bazı şeyler sordu. Tekrar ne zaman döneceğimi sordu. 'Birkaç gün buralarda kalacağım' dedim. 29. http://menba.org 27 Bana erken dönmemi tavsiye etti. O zaman Sözler yeni harflerle ilk defa basılıyordu. Eskişehir'e ve Ankara'ya uğramamı, Atıf Ural'ı görmemi söyledi. Sözler'le Lem'alar'ın basım işinin geciktiğini, merak ettiğini söyledi. Hazır kitap varsa alıp Diyarbakır'a götürmemi söyledi. "Bana Antalya'nın Demokrat İleri gazetesini gösterdi. Bunda neşredilmiş Risale-i Nurlar vardı. Bana bir İleri gazetesi verdi; “Diyarbakır'a götür, Mehmet Kayalar'a ver, bunu okusunlar, bu İleri gazetesine abone olsunlar' dedi. "Hazret-i Üstadın huzurundan, büyük bir mânevî sevinç ve huzur içinde ayrıldım. Bir gece Isparta'da otelde kaldım. "Sözler ve Lem'alar'ı getirdim. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a aynen Üstadımızın tavsiyelerini söyledim. Kitapları ve İleri gazetesini verdim, o da beni cemaate göstererek Üstadımızı ziyaretten geldiğimi anlattı."30 YAŞAR GÖKÇEK 1921'de Diyarbakır'ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî'nin (Ünlükul) çok yakın ve candan bir aile dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir. "Isparta'da bulunan Üstadı ziyarete karar verdim. "Ertesi gün, Isparta'dan geçen bir İzmir otobüsü ile yola çıktım. Isparta'da Üstad Hazretlerinin kaldığı evi buldum. Büyük bir heyecan içersinde kapıyı çaldım. Allah'tan beni Üstadla görüşmeye muvaffak kılmasını yalvararak bekledim. Güzel ve şahsiyetli bir yüze sahip bir kişi kapıyı açtı ve beni içeri aldı. Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Kendileri Şark usulü ber sedirde o mükemmel kıyafetiyle oturuyorlardı. Etrafında iki veya üç kişi vardı. Ellerini öpmek istedim öptürmediler, yüzümü gözümü ellerine, cübbesine ve dizlerine sürdüm. O anın yüksek heyecan ve sevincinden ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve o ana kadar duymadığım büyük bir huzurla, mübarek yüzünü seyrediyordum. Nereli olduğumu, kimliğimi, ne iş yaptığımı, şimdi nereden geldiğimi sordular. Konya'dan geldiğimi öğrenince de; “Abdülmecid'i gördün mü? Nasıllar?' diye sordular. Kendileriyle bir gün evvel görüştüğümü ve mesajını arzettim. Herkese ve hassaten Saadet'e duâ buyurdular. Ergani ve Diyarbakır'dan tanıdığı bazı kişileri sordular. Tanıdıklarım hakkında kendilerine bilgiler arzettim. MEHMED EMİN ER 1335'te Diyarbakır- Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi. 1954 tarihinde üstadı ziyaret için İsparta'ya gittim.. Bana nerelisin diye sordu. Diyarbakırlıyım dedim. Birçok kişiyi ve Mehmet Kayaları sordu. Sonra Zübeyir'e hitaben 'bir minder getir' dedi. Minderi getirdi hemen yanına sermesini işaret etti ve bana, “otur” dedi… Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Ben seni talebelerimden kabu ettim. Hemen memlekete avdet et. Paran yoksa sana vereyim. Benim param vardır dedim. Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Gözyaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.30 30. http://menba.org 31. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/4185. 28 ABDÜLKADİR EKİNCİ 1948-1949 yıllarında pederim Çermik'te Kur'an kursu hocasıydı. Babam, arada sırada bize, “Üzülmeyin, merak etmeyin şafak atmış, güneş doğacak.” diye karanlık günlerin gerilerde kaldığını ve İslami hizmetlerin inkişafını müjdeliyordu… Risale-i Nurları okumazdan önce kendimi çok bigi sahibi bir hoca zannediyordum. Ama Nur risalelerini okuyunca, o eski bilgilerim çok sönük kaldı… ‘Nihayet bu arzu ve iştiyak içinde İsparta'ya geldim. Üstadın elini öptüm. Bana niçin geldiğini sordu. Ben cevaben:'Niçin geldiğimi bilmiyorum. Kendimi size teslime geldim. Bir sapan taşı gibiyim, nereye atarsan oraya gideceğim.'Bana 'Yemen'de Risale-i Nur'a hizmet edeceksin, haydi git” deseniz, derhal Yemen'e giderim, dedim. Bu cevabım Üstadımızın hoşuna gitmişti. Çok memnun oldu. Yanımda bulunan ağabeylere; “Bakın şarkta böyle fedakârlar var” dedi. Bulunduğum yerde hizmet etmemi istedi.32 ASAF GÖRDÜK 1934'te Diyarbakır'ın Eğil beldesinde doğdu. Öğretmen arkadaşım İrfan Haspolatlı ile birlikte Diyarbakırdan trenle ayrıldık. O sıralarda İsparta ilinde olduğunu öğrendiğimiz Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmeyi amaçlıyorduk… Üstad Diyarbakırdaki Mehmet Kayaları sordu. Aslolan beni ziyaret etmek değildir. Kur'an tefsiri açıklaması mahiyetinde olan Nur risalelerini okuyunuz' dedi. Askerlik kuramda Emirdağ çıkmıştı İstediğim yer çıkmıştı. Arkadaşım Emirdağ'ın Bediüzzaman Said Nursi'yi misafir ettiğini söyledi. Üstadı ziyarete gittiğimde 'Gel,gel kardeşim ,seni beklyordum dedi. Ellerini defalaraca öptüm,öptüm..O esnada hıçkırıklarla ağladığımı unutamamam.Daha önce söylemediğim halde Bak kardeşim sen istedin,sen geldin demesi kerametidir..Bizim soyumuz Diyarbakır'ın Eğil ilçesi beylerinden gelir.Onlarda Paygamber Efendimiz (s.a.s) amcası Hz. Abbasın soyundan gelmektedir. Bediüzzaman Peygamber soyundanddır.'Asaf kardeşim Abbası aşairindendir ve benim amcazademdir demesi ancak ve ancak bu asrın müceddididinin bir kerametidir. 33 SELAHATTİN KAPLAN 1926 senesinde Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde doğan Selahattin Kaplan Nizip, Kırıkhan, Düzce, Ergani, Çermikte müftülük yaptı. Diyarbakır'a yerleşti. 'Fatır-ı Zülcelal'e asrımızın müceddit ve mutasarrfını göstermesini niyaz ettim. Âlemi mânada gördüm ki, Diyarbakır'ın Urfa kapısına yakın Melik Ahmed camii'nin civarında Üstad Bediüzzaman.. Miftahü'l-İman'ı bana verdi. Hemen uyandım Namazdan sonra Diyarbakır'dan bir arkadaş çıkageldi ve rüyada bana verilen kitabın aynısını verdi. Ve o gün emekli Yüzbaşı Mehmet Kayalar, Üstadın eserlerini ders vermekle neşrettiğini ifade etti. Burada, Üstad'ın manevi tasarrufuyla intişar edip beni de halka-i tedrisine almayı buyurduğuna kanaat getirdim, Allah'a şükrettim. Bediüzzaman'ı ziyaret aşkıyla yola çıktım…Üstad; “Hoş geldin kardeşim.. Seni talebelerim içine kabul ettim, dua ve kazançlarıma dâhil ettim” dedi. 34 32. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/191. 33. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı.,6/127. 34. N. Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı., 5/287. 29 İRFAN HASPOLATLI 1932 yılında dünyaya geldim. Üstadı ilk ziyaretim: Emirdağı'na vardım. Öğlen namazını kıldım. Üçüncü günboy abdesti alıp Üstadla görüşmek isteyecektim. Başka başka sürprizlerle karşılaştım. O büyük üstad keşfi kerametiyle camide namaz kılarken Ceylan isimli talebesini göndererek beni çağrıyor) Evet namazı bitirip cami avlusuna geldiğimde bir genç karşımda bana Diyarbakır'dan gelen öğretmen senmisin diye sordu. Çok şaşırdım ve heyecanlandım. Ben evet benim dedim. O da “seni Hz.Üstad istiyor” dedi. Bu saatte üstad ziyaratçi kabul temez. Ben üstadla bir akrabalığım olup olmadığını sordu. (Not: Akrabasıdır). Üstad hazretleri yatağına yaslanmış cevşen-i kebir okuyorlardı. Beni görünce yatağından doğruldu. Cevşeni kapatıp masanın, üzerine koydu. Bana tebessüm buyurdular. Ben de hemen ellerine sarılıp birkaç kez öptüm. O'da başımı okşadı. Evvela Mehmet Kayalar hazretlerinin hal ve hatırlarını sordu. Ben de hizmetle ilgili bilgiler sundum. Bana buyurdular, kardeşim, ben Diyarbakır'a gelip hizmet yapacaktım, Rabbime hadsiz şükürler olsun Mehmet Kayalar kardeşim ihtiyaç bırakmadı. O şarkta yüz evliyanın işini gördü. Üstadı ikinci ziyaretim Ölümünden 2.5 ay önce Ankara Beyrut palasta 13 talebesiyle beraberdim. “Nurun kuvveti şarktadır, Nurun kuvveti Diyarbakırdadır.” demiştir. (Mülakat) DİYARBAKIRLI MİSAFİR Bir gün Bediüzzaman, Ceylan Çalışkan ve ve Zübeyir Gündüzalp isimli talebelerini çağırarak: “Ceylan. Zübeyir. Benim trenle gelecek bir misafirim var. Gidin onu karşılayın ve buraya getrin!” der. Bunun üzerine talebeleri gelecek kişinin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu sormadan hemen tren garına giderler. Ceylan Çalışkan isimli talebesi, gelen yolculardan birinin bavuluna sarılır. Gelen Diyarbakırlı biridir. Çocuklarını evlendirmiş, ev bark sahibi yapmıştır. Daha sonra hanımı da vefat edince, çocuklarına: evlatlarım, sizin bana ihtiyacınız kalmadı. Ben ömrümün son günlerini Beytullah'ta geçirmek istiyorum, diyerek Mekke'ye gider. Bir gün bir veli zat, adama; “Kardeşim buradaki beyt (ev) konuşmayan beyttir. Sen Türkiye'ye dön, İsparta'ya git. Orada Bediüzzaman Said Nursi isminde biri var. Konuşan beyt orada. Git, o zatı bul!” der. Bediüzzaman'ın talebelerinin karşıladığı Diyarbakırlı zat işte bu kişidir. Misafirini sokak kapısında karşılayan Bediüzzaman: “-Kardeşim. Hoş geldin. Sen buraya çok zahmet çekerek geldin. Konuşan beyt, Risale-i Nurdur. Bu eserleri oku, imanını kurtar!” der… Ve ardından: “-Senin çoluk çocuğun yok mu diye sorar. Adam: “-Var, efendim”, diye cevap verince Bediüzzaman: “-O zaman git, onlara da bu eserleri okut. Onlar da imanlarını kurtarsınlar. Sen oralarda ölseydin sadece kendi imanını kurtaracaktın. Ama bir kişinin imanını kurtarmak senin çöller dolusu koyunu sadaka vermenden daha hayırlıdır,” hadisini okur. Ve: 30 -Bu kitapları al, memleketine dön, çocuklarınla beraber oku!” diyerek misafirine iki sandık dolusu Risale-i Nur hediye ederek onu yolcu eder.35 BEDİÜZZAMANIN İSİMSİZDİYARBAKIRLI ZİYARETÇİLERİ Yukarda hatıralarına yer verdiğimiz Diyarbakırlı talebelerinin dışında isimleri bilinmeyen daha birçok Diyarbakırlı ziyaretçileri vardır. Bunun böyle olduğunu Ali Tayyar bey'in bir ziyaretinden anlıyoruz. O şöyle diyordu: … Üstadın Cuma namazına çıkmasını bekledik. Bizim gibi birçok ziyaretçi vardı. Van'dan Diyarbakır'dan, Erzurum'dan gelmişlerdi.”36 Konyalılar tarafından Hüsmen Hoca olarak tanınan Hüsmen Hüseyin Duran Bey şunları anlatmıştı: “Üstad Ankara'ya geldiğinde biz de ordaydık. Diyarbakırlı bir yüzbaşı karşıladı Üstadı. Üstad da ona müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek hakkında ders verdi.” 37 Hasan Okur beyi dinleyelim: Biz Ekim l959 başlarında ziyaret etmiştik ki, bundan üç ay sonra Aralık sonunda Üstad Ankara'ya teşrif ettiler. Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas'ta kendilerine tahsis edilen üçüncü kattaki güneybatıya nâzır odaya yerleştiler. Yanıbaşındaki odada hizmetindeki ağabeyler kalıyordu. Türkiye'nin Diyarbakır, İzmir gibi uzak yerlerinde Risale-i Nur'a hizmeti sebkat eden pekçok Nur talebesi ve Ankara'da haber alanlar, ziyaretine koşuyorlardı.38 ŞEYH AHMED HİLMİ(ÇİT) EFENDİ 1915 Diyarbakır Hani doğumludur. Tahsilini Silvan'da yaptı. Rufai tarikatında tövbe veriyordu.1979 yılında vefat etti. En çok okuduğu eser Risale-i nur imiş. Üstadla iki defa görüşmüş. 39 MOLLA İBRAHİM TERKANLI Ali Pınar imamı İbrahim bin Delo H.1290 yılında doğdu. Seyda Diyarbakır'a bağlı Terkan'da ikamet ederdi. Sonraları Heftselm köyüne ve bilahere Alipınar köyüne gelir. Büyük âlim ve zühd sahinbiydi 1952 yılında vefat etti. 40 Üstad Bediüzzamanla devamlı mektuplaşırdı, özel bir ilişkileri vardı.41 SEYDAYE MOLLA HASAN-I KARANASİ 1910 yılında Diyarbakır merkez Karanas köyünde doğdu. Norşinli Şeyh Ma'şuk efendinin halifesidir. Alicani aşiretindendir.1989'da vefat eder. 1938'de Kastamonu'da askerlik yaparken orada sürgünde bulunan Üstad Bediüzzamanla tanışır, artık askerlik müddetince Üstad'ın ziyaretlerindedir. Seydanın üstadla ilk karşılaşmasını şöyle anlatır: “Üstad'ın Kastamonu'da olduğunu duyunca ne pahasına olursa olsun mutlaka onu ziyaret edeceğim dedim ve bir hafta sonu tatilinde kaldığı yere gittim. 35. Emre Eren; Bediüzzaman'ın Hayatı, Muştu yay., 2007, s.109. 36. http://menba.org. 37. http://www.menba.org 38. http://menba.org 39. M.Şefik Korkusuz. Tezkire-i Meşayih-i Amid.İst.2004.s.70. 40. Z. Abidin Çiçek. Diyarbakır'ın Fethi, Tarihi ve Kültürü. Diyarbakır.1977.s.131. 41. M.Şefik Korkusuz. Tezkire-i Meşayih-i Amid.İst.2004.s.125. 31 Beni kapıda karşılayanlar Üstad'ın ziyaretçi kabul etmediğini söyleyince; Diyarbekirli olduğumu, orada askerlik yaptığımı, mümkünse kendisini ziyaret etmek istediğimi kendisine bildirmelerini kendisine bildirmelerini söyledim, içeri girdiler ve kısa bir müddet sonra dışarı çıkıp beni içeri aldılar. İçeri girdim, karşımda bir ranzada oturmuş halde olan üstad eli ile işaret edip beni çağırarak Kürtçe 'Fakih Hasan, sen Fakih hasan değilmisin? Gel gel'dedi. Hâlbuki ben kesinlikle ismimi hizmet edenlere söylememiştim, ilk hayretim burada başladı. Ben hemen cevaben Kürtçe Evet efendim Fakih Hasan'ım deyip gidip elini ziyaret ettim, o da; iki eli yüzümü tutarak, iki gözümü, iki yanağımı ve çenemi öperek dediki; İnşallah Hazret, Risale-i Nur dairesindedir, Masum Risale-i Nur dairesindedir, Maşuk Risale-i Nur dairesindedir, sen de Risale-i Nur dairesindesin.'bu sözleri duyunca, kendimi anladım da, o zamana kadar Diyarbekir'in dışına çıkmayan, dolayısıyla hiç kimseyi tanımayan ben, hazret, Masum ve Maşuk'un kimler olduğunu tanıyamamıştım. O günden sonra artık devamlı üstadın müdavimi olmuştum, o da beni sevdiğinden hiçbir gün kabul etmemezlik etmemişti. Askerliğim bitince bana biraz Risale-i Nur parçaları verdi ve “Bunları al götür Diyarbekir'de dağıt!” dedi. Ben de aldım ve getirdim, dolayısıyla Diyarbekir'e Risale-i Nurları ilk getirenlerden biriyim, belki de ikiyim. Askerlikten 5,6 yıl geçtikten sonra yine bir gün üstad, Afyon Emirdağ'ındadır. Seyda hemen kalkıp Emirdağ'ına gider ve uzun uzadiye görüşürler. Seyda diyor ki 'Bir ara üstad'a şöyle dedim; Size mürid olmak istiyorum. Üstad cevaben; Ben branş olarak tarikat hareketi yürütmüyorum, bütün mesaimi Kur'ani hizmete verdim, ancak sen, Norşin köyüne git, orada fukara kıyafetinde melekleri göreceksin. Oradaki zata intisab et. Ayrıca orada Şeyh Ma'sum'a da selamımı ilet ve de ki: “O'nu sabaha karşı dualarımızda manevî mecliste hatırlıyoruz. Seyda bu ifadeden sonra tam ayrılacakken, Üstad kendisine 'Seni ahiret kardeşim olarak kabul ettim.' Ve ardından 'Kardeşin olarak senden de bana dua etmeni istiyorum'deyince, bende kendi klendime, nasıl dua edebilirim ki? diye düşünmeye başladım ki Üstad' Ya Rabbi sen, benim kardeşim Said'e Rahmet eyle 'dersin' dedi. Ben de hayretler içinde kaldım ve sonra çıktım. Diyarbekir'e geldikten sonra Norşin'i sordum ve aldığım adresle hemen yola çıktım, o zaman Norşinde Şeyh Ma'şuk efendi irşad postunda idi. Ancak ben onu ilk defa görecektim. İçeri girdiğimde enteresan bir olay oldu. Divanda bir sürü âlim ve meşayih oturuyor, karşıda Şeyh Ma'şuk efendi beni görür görmez, yemin ederim ki aynen Üstad'ın beni ilk çağırışı gibi, Kürtçe Fakih Hasan, değilmisin? Gel! Gel!' dedi ve gittim. Elini ziyaret ettim, o da Üstad'ın yaptığı gibi iki eli ile yüzümü tutarak, iki gözümü, iki yanağımı ve çenemi öperek bana;'İnşalllah Hazret Risla-i Nur dairesindedir, Ma'sum Risale-i Nur dairesindedir, Ma'şuk Risale-i Nur dairesindedir'deyince şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım, hemen tövbe edip yanlarında hizmete başladım' 42 42. M.Şefik Korkusuz, Tezkire-i Meşayih-i Amid, İstanbul 2004,s.109. 32 HACI EMİN ONUR Diyarbakır'ın büyük zenginlerinden(Onur'lar Türkiye'nin önemli zenginlerindendir) Bediüzzaman'ı ziyaret etmek ister.Yanına bir deste para alır.Bediüzzaman'ı ziyaret eder.Çıkarken deste parayı Bediüzzaman'ın yastığı altına koyar.Geriye dönüp 2 adım atınca Bediüzzzaman kükrer'Benim Allah'tan başka kimseye ihtiyacım yok'der.Bunun üzerine Hacı Emin Onur titrer ve' beni affet'der (Anlatan Berber Sait Çil) MUHAMMED CAN Bediüzzamanı ziyaret eden Diyarbakırlılardan birisi de 1923 doğumlu Muhammed Can'dır. 50 yıldır Diyarbakır Ulu caminin müdavimidir. 1946 yılında İstanbul'da gözetim altında olan Bediüzzaman'ın elini öper. Bediüzzaman, istikametinin devam etmesi üzerine dua eder. Muhammed Can 1946 onu gördüğümde yanında iki görevli vardı. Aynı fotoğraflardaki cübbe ve sarıklı hâldeydi. Şahin ağa otelinde kalıyordu. İkindiden sonra bizi kabul edeceğini söyledi, ama gidemedik. Askerdik o zaman. Çok şükür Allah yine karşımıza çıkardı. Elini öptüm. Bana şöyle dua etti. 'Allah seni istikamet üzere muhafaza etsin' İnsan yüzüne bakamıyordu. Öyle gözleri vardı ki bakılamıyordu. Baktım fakat hayâ ediyordum. Muhammed Can Baktığımda gözlerim kendiliğinden aşağıya iniyordu. Bu Allahtandır. O asrın bedii'di. Kardeşim Ahmet Aytimur ile beraber ile beraber askerdik, aramızda 'Onun hizmetinde kalacağız 'diye anlaştık. O sözünde durdu. Ama bana nasip olmadı. Babam vefat etti. Evin tüm yükü, kardeşler boynuma kaldı. Diyarbekir'e gelmek zorunda kaldım. Bediüzzaman vefat ettiği gece bir rüya gördüm. Sabah namazına yakın rüyada tüm Asuman siyah levhalarla kaplanmış, ortasında sarı renkle 'SAİD, SAİD, SAİD 'yazılıydı. Birden bağırarak uyandım. Kaynanam ne oldu dediyse de, anlatmadım. Sabah daireye gittim. Belediyede muhasebe memuruydum. Sabahtan beri sıkıntılıydım. Bir şey olmuştu, ama ben de bilmiyordum. Saat 9-10'da Vanlı biri geldi. Bediuzzaman bu sabaha karşı vefat etmiş dedi. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun….” HİKMET YILMAZ Hikmet Yılmaz:1956'da İsparta'da askerdim. Bunalım içindeydim, intiharı düşünüyordum. Arkadaşlar Bediüzzaman'ı ziyaret edelim dediler. Bediüzzaman'ı evinin önünde ziyaret ettim. Elini öptüm. Nereli olduğumu sordu., Diyarbakırlıyım dedim. Başımı ve sırtımı okşadı. Ondan sonra ruhi bunalımım tamamen geçti 33 Bediüzzaman'ı ziyaret eden Hikmet Yılmaz, arkada ise Bediüzzaman'ı ziyaret eden Muhammed Can TARIK AKTEKİN'İN ÜSTADIMIZ BEDİÜZZAMAN'I ZİYARETLERİ HAKKINDA Malatya 5. işletme Md. kısım şefi olarak çalıştığım zaman, idareden izin almıştım. Bu iznimi değerlendirmek için Diyarbakır'da bulunan muhterem Mehmet Kayalar ağabeyimizi ziyarete gittim. Orada Üstad'ımızı da ziyaret kasti ile müsaade istemiştik. Isparta'ya giderken Mehmet Kayalar Hz. bana Üstad'a ait kitap parası olan yedi yüz lirayı vermişti. O zaman duyduğuma göre Üstad'ımız Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nûr'lardan her basılan eserden yüz âdet kendine ayırtır. Yalnız bunların parasını, kendisi ve talebelerine tayinat yapardı. Diğer basılan kitapları talebelere ve hizmete karışmazdı. O yüz adet Risâle-i Nûr eserlerini de Diyarbakır'a Muhterem Mehmet Kayalar ağabeyimize gönderirdi. Ağabeyimiz hemen çabucak Üstad'a ait o eserleri tevzii yani satılmadan parasını Üstad'ımıza elden bir talebe ile gönderirdi… İşte bana da o para verilmişti. Kendim demir yollarında çalıştığım için Isparta'ya trenle gitmek üzere Diyarbakır'dan yola çıktım, yolda. Ankara'ya uğradım, Üstad'ımızın talebelerini ve kardeşlerimizi, gördüm, ziyaret ettim. O zaman, hukuk talebesi olan Atıf Ural kardeşi ve diğer teksir işinde uğraşanları gördüm. Gece bile teksir işlerinde yorulmadan, yıkılmadan çalışıyorlardı. Diyorlardı; Üstad'ımız Risâlei Nûr'ların biran evvel basılıp, Müslümanların ellerine geçmesini istiyorlarmış. Ardından Eskişehir'e geçtim, tanıdık Nûr talebesi kardeşlerimle de görüşmüştüm. Oradan trenle Isparta'ya gittim. Üstad'ı ziyaret için doğru kaldıkları hanelerine geldim. Kapıyı çaldım, talebelerden bir kardeşimiz kapıyı açtı, Diyarbakır'dan geldiğimi ve Üstad'ı ziyaret etmek istediğimi söyledim, o zaman Üstad'ımız rahatsız olduğundan herkesi kabul etmiyorlarmış. Üstad'a giden hizmetindeki talebe daha sonra yanımıza geldi, benim nereli olduğumu ve Mehmet Kayalar Hz. ziyaret edip etmediğimi sorup tekrar Üstadın yanına gitti, müsaadeyi almıştık. Ben de heyecanla yavaş yavaş Üstadın hizmetindeki talebe ile Üstad'ın odasına girdim. Mübarek her zamanki sarık ile karyolada yatağının 34 üzerinde yorgan içinde oturuyordu. Tarihçe-i Hayat eserinin hakkında; “Sizin orda bu eserin durumu nedir?” buyurdular. “Efendim, hem Malatya'da hem Diyarbakır'da çok geniş bir safhada dağıtılıyor.” dedim. Hemen buyurdular “Kardeşim, Tarihçe-i Hayat Anadolu, İslâm âlemi ve Avrupa'da büyük bir hizmet görecek, büyük bir fütuhata da vesile olacak.” Daha sonra ben, Ağabeyimizin benimle gönderdiği 700 lirayı cebimden çıkarıp verirken, “Efendim Mehmet Kayalar ağabeyimiz bu kitap paralarını size vermemi söyledi.” dedim.43 BEDİÜZZAMAN'IN DİYARBAKIR'LI TALEBELERE BAKIŞI Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı ziyaretinde Üstad kendisine hitaben' Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür, duama alırım,akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam hem ismen hem sureten görür, duama alırım' demiştir,44 Bediüzzamanın bir arzusu ve Diyarbakır Uçağı Bediüzzaman, Afyon'da bulunuyordu. Zübeyir Gündüzalp ona Türk kuşu Cemiyeti'nin, isteyenlerin uçakla gezdirdiğini söyledi. Üstad bu habere çok sevindi. Ancak uçağa binmenin o zamanki şartlarda 50 lira gibi büyük bir parayla olduğunu öğrenince 'Ben de bedava olduğu zaman binerim dedi. 1960'da cenazesi Diyarbakır uçağıyla Afyon semalarında uçmuştu. Böylece isteği 10 yıl sonra bedava olarak gerçekleşmişti.45 Bediüzzaman'ın Na'şını Gizlice Taşıyan Askerler Yıllar sonra konuştu 12 Temmuz gecesi türbeyi 100 civarında asker kuşatır… Halilürrahman Dergâhı'nda (Hz. İbrahim Makamı) bir saat içinde yaşanır tüm bunlar. Tabut bir arabaya yerleştirilip Şanlıurfa Alay Komutanlığı'na nakledilir. Askerî konvoy nizamiye kapısında durdurulurken sadece Bediüzzaman'ın naaşının olduğu arabanın girmesine izin verilir. Küçük havaalanında Diyarbakır'dan gelen C-47 nakliye uçağı beklemektedir. Uçaktaki dört kişiden pilot Ahmet Kırlay, muhabereci Kadri Özkartal ve diğer ekip gece yarısı apar topar kaldırılıp Urfa'ya yönlendirilir. Kadri Bey'in eşi Hikmet Özkartal taşınan kişinin Bediüzzaman olduğunu daha sonra öğrendiklerini söylüyor: “Biz şehit var sanmıştık. Ama Bediüzzaman Hazretleri olduğunu öğrenince tüylerimiz diken diken oldu.” 43. İrfan Haspolatlı; Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar.2003, ve Mülakat. 44. Nurun muallimi Mehmed Kayalar ve Hatıralar.Sembol Basım.İst.2010.s.22 45. Halit Ertuğrul; Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti,Nesil yay., s.212. 35 Gece yarısı Afyon Havaalanı'na inen uçağı vali ve yaklaşık 15 asker karşılar Bir ambulansa yerleştirilir Bediüzzaman'ın naaşı. Peşine de 3-4 tane askerî araç takılır. Araçlar dağların arasından süzülüp sessizce yol alır. “Nereden gittiğimizi bilmiyoruz. Dağların tepesiydi. Araba önümüzde gitti, arkadan askerî arabayla gittik. Anayollardan gitmedik, dağ yollarıydı. Karanlıktı.” 3-4 saatlik yolun sonunda gece yarısını geçerken Isparta'da meçhul bir yere gelinir. 46 DİYARBAKIR'DAKİ GÜNLERİ Bediüzzaman hayatının ilk yıllarında bölgede irşadda bulunmuştur. 'Bediuzzaman 1910 yılında ülkesine geri dönüp; Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, vaaz ve nasihatlerde bulunur. 1911'de Şam'a giderek Emevi Camii'nden ünlü 'Hutbe-i Şamiye'yi irad ederek İslam ümmetinin; sosyal, siyasal ve ekonomik sorunları ve çözümleri üzerine tahliller yapar.47 Bediüzzaman 'Diyarbakır ve Urfa şehir merkezleriyle etraflarındaki bazı köy ve aşiretleri dolaşarak meşrutiyet hakkında bilgi verdi, konferanslar verdi.48 Bediüüzzaman ve Cemiloğlu konağı: Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakırda ikametiyle ilgili olarak son şahitlere kulak verelim: Son şahitlerden Halil Sıdkı Özturan: Üstad beni yanına oturttu. Nereli olduğumu sordu, Diyarbakırlıyım'dedim. Hazret-i Üstad, “Ben Diyarbakırlıları çok severim. Cemil paşalarda çok kalmıştım” 49 der 1959 yılında Diyarbakır'da yapılan medresenin yol, su ve elektriği yoktur. Bunu öğrenen Bediüzzaman hazretleri 1910'larda misafir kaldığı Cemiloğullarından o zaman daha çocuk olan Felat Cemiloğlu'na haber gönderir. Felat Cemiloğlu Diyarbakır Belediye başkan yardımcıdır. Felat bey Bediüzzaman'ın bu emrini alınca 'Emrin başım üstüne der, medresenin yolu, su ve elektriğini verir' 50 Bediüzzaman'ın Diyarbakır'da kaldığı Cemil Paşa konağı 46. http://www.nurpenceresi.com 47. Leyla Efe; Mızgin, sayı: 31, Bediüzzaman Yaşamı Ve Mücadelesi. 48. Aksu M; Bediüzzaman Said Nursi'nin Van Hayatı, Şanlıurfa 2003,s.23. 49. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor. Nesil yay. 2004.c,4,s.321. 50. İhsan Atasoy.Mehmed Kayalar. Nesil yay.İst.2012.s.80 , 36 Diyarbakır eşrafından Cemil Paşa'nın dâveti üzerine bir süre onun konağında misafir olarak kalmış ve fikir adamlarının sohbetlerine katılıp âlimlerle münâzarâlar yapmış.51 Bediüzzaman hazretleri Diyarbakır'da Cevdet beyin evinde kalmış ve İşarat-ül icaz tefsirini tebyiz etmiştir. (İşarat-ül İcaz tefsiri) Seksen yaşın üzerinde rahmete giden mühendis Es'at Cemiloğlu Bediüzzaman'ı şu şekilde anlatıyor: Bediüzzaman bize misafir olduğunda ben sekiz yaşındaydım. Bediüzzaman beni dizine oturttu, bir dua öğretti. Daver Cemiloğlu da Bediüzzaman'ın evlerinde kaldığını ifade etmektedir. 1916 yılında Çanakkale kumandanı İzzet paşa ve İsmet İnönü de Cemilpaşa'larda misafir olmuştur.52 Bediüzzaman ve Hz. Ömer camii Bediüzzaman hazretleri 1910 yılında Şam'a gitmeden önce Diyarbakır'da Hz.Ömer camiinin üst katındaki odada 40 gün itikâfta kalmıştır.53 Cami haziresinde Sahabeden Sultan Suca'nın kabri vardır. Bediüzzaman hazretlerinin böyle bir camide itikâfa girmesi de tesadüfî olamaz. Sultan Suca hazretlerinin 1801 yılı Diyarbakır Salnamelerinde Sahabi olduğu kaydı bulunmaktadır.54 Üstadın 1910 yılında Diyarbakır'da ve 40 gün itikâfa girdiği Hz. Ömer camii komşusu Sahabe Sultan Suca Bediüzzaman'ın 1910 yılında Diyarbakır'da itikâfa girdiği camiinin üst katındaki oda 51. http://www.webturkiyeportal.com/webforum/191442-diyarbakirin-hikayesi.html 52. Diken Ş, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır İletişim yay., 2003, s.99. 53. Kaynak kişiler: Hz.Ömer camiinin emekli imamı Abdullah Orhan ve Hafız Ali Mülayim 54.1801 yılı Diyarbakır Salnameleri,4/208. 37 Bediüzzaman hazretleri Diyarbakır ulu caminin yanındaki Zinciriye medresesinde 15 gün kalmış, Diyarbakır'lı âlimlerin sorularına cevap ve fetva vermişti.55 Bediüzzaman; Zinciriye'de kaldığı günlerde ziyaret edenlerin, soru sormak için gelenlerin ve ders almak isteyenlerin fazlalığı yüzünden medresede tedrisâtın aksamasına fırsat vermemek için oradan ayrılmış.56 Bediüzzaman'ın 15 gün kaldığı Diyarbakır'daki Zinciriye (Sincariye) Medresesinden görüntüler Dışta en uç oda Bediüzzaaman ve Diyarbakırda ikametinde önemli bir köşe 15 gün Zinciriye medresesinde kaldığı oda ve köşe 55. Kaynak: Ulu cami emekli imamı Hafız Ali Mülayim. 57. http://www.diyarinsesi.org/evliya-celebinin-diyarbakir-yazilari_m166.html. 38 Ulu Cami'nin batısında olan ve halk arasında Sincariye Medresesi olarak da tanınan Zinciriye Medresesi, 12. yüzyılın sonlarına tarihlendirilmektedir. Medresenin mimarı Melik Salih Necmeddin'dir. Bazı kaynaklarda da mimarı İsa Ebu Dirhem olarak geçmektedir. Açık medreseler plan tipinde, iki veya tek eyvanlı plan şemasına uygun olarak tek katlı yapılmıştır. Kesme taştan yapılan medresenin giriş kapısı ile ön cephesinin ayrı bir yapısı bulunmaktadır. Bezemesi olan ön cephede diğer aynı dönem yapılarında olduğu gibi zengin süslemeler burada görülmemektedir. Plan olarak diğer Anadolu medreselerinden biraz farklılıklar göstermektedir. Belki de iklim koşullarından ötürü avlu biraz küçültülmüştür. İki eyvanlı olan medresenin giriş eyvanı çapraz tonozla örtülmüştür. Avluyu çepeçevre beşik tonozlu bir revak çevirmektedir. Medresenin en belirgin yeri olan ana eyvanın sağ ve solunda beşik tonozlu iki oda, sol köşesinde de kubbeli bir oda yer almaktadır. Medresenin tek kubbeli olan bu bölümüne bir dehlizle girilmektedir. Avlunun çevresindeki medrese odaları da birbirlerine benzememektedir. Solda beşik tonozlu dört oda, en sağda L şeklinde bir oda vardır. Bunlara karşı sağ tarafta dikdörtgen planlı beşik tonozlu bir mekân yer almaktadır. Avlu revak kemerleri de birbirlerinden farklıdır. Bazıları dışarı at nalı şeklinde taşkın ve üstleri dekorlu, bazıları da basık ve dekorsuzdur. Buradaki alçak kemerler üzerinde bir yazı firizi dolaşmaktadır.58 Bu medrese alelade bir medrese olmayıp Mısır'daki Ezher üniversitesinin kurulmasına vesile olmuştur Diyarbakır'da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete sahipti. 59 Selahattin Eyyubi Diyarbakır'ı Nisanoğullarından aldığında Nisanoğlunun kütüphanesini Kadı Fazıl'a hediye etti.Bu kitaplar Ulucami maksureleri ile Zinciriye medresine giden eskiden kalma kemerlerin bulunduğu yerde nuhafaza ediliyordu. 60 Bu kütüphanede 1.040.000 kitap vardı. Fazıl bu kitapları seçerek 70 deve ile Kahire'ye' götürdü O devirde Kahirede'ki kitap sayısı sadece 125.000 idi. O devrin en büyük kütüphaneleri Diyarbakır (Amid),Mardin,Musul ve Bağdattaydı. Sultan Selahaddin zamanında ilk kez Mısır'da medreseler açılmıştır.Kadı Fazıl aldığı kitaplarla Kahire'de el-medresetül Fadiliyye medresesini açmıştır. 61 Bediüzzaman Hazretlerinin Diyarbakır'da ikametine bir başka siteden bakalım. Bu sitenin verdiği bilgilere göre; 1910 yıllarında, bütün Şark şehirlerini içine alan uzun bir seyahate çıkan Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de Şam'a giderken Diyarbakır'a uğramış ve caminin yanındaki Zinciriye Medresesinde misafireten kal58. www.kenthaber.com 59. Yrd.DoçDr.İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK.Ankara.1995.s341 60. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği.s.185 61.Mehmet Yalar.Eyyubilerde ilim ve ulema.Uluslararası Selahaddin Eyyubi sempozyumu. Diyarbakır. 1996.s.269-270 R.Şeşen:Selahattin Devri Eyyubiler devleti .s.267 Efe Dumuş:XII.yüzyılda Diyarbakırda bir Türk beyliğiDiyarbakır valiliği I.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır.2004 .s:221 Prof.Osman Turan.Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi.İst.Şevket Beysanoğlu.Diyarbakır Tasrihi.2003.1/299 39 mış. O seyahat sırasında gittiği yerlerde kürsülerden halka hitap eden, medreselerde talebelere ders verip şehrin erkânıyla, eşrafıyla görüşerek âlimlerle münâzarâ ettiğinden, orada da buna benzer irşad faaliyetlerinde bulunmak istemiş. Daha önce adını çok duydukları Meşhur Molla Said'in Ulu Cami'de halka hitap edeceğini ve Zinciriye Medresesinde isteyen talebelere ders vereceğini duyanlar âdeta oraya akın etmişler. Biz de o insanların hissiyâtıyla camiyi ve medreseyi gezmeye başlayınca gördük ki, o zaman kurulan sohbet Meclislerinde ve açılan ders hücrelerinde günlerce din, ilim, fikir, hikmet ve san'atın konuşulduğu yerler yine aynen duruyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında medreseler kapatılınca tedrisatına ara verilen Zinciriye Medresesi bilâhare Kur'ân kursu şeklinde tanzim edildiğinden bir bakıma hâlâ tarihî fonksiyonunu ifa etmektedir. Camiyi gezerken kısık sesle birbirimize anlattıklarımıza kulak misafiri olan seksenlik bir dede yanımıza yaklaşıp selâm verdi. Kendisinin de bir Nur Talebesi olduğunu ve bazı arkadaşları ile birlikte zaman zaman buraya gelip Risâle okuyarak Mehmed Kayalar'ın ve diğer Nur Talebelerinin başlattığı Nur hizmetini devam ettirdiklerini anlatınca o camiye izafe etmeye çalıştığımız Nur Menzili sıfatı daha da kuvvet kazandı. Bir arkadaş, Ulu Cami'nin mimarî tarzı, geniş bahçesi, Sünnî ve Şiî cemaate mahsus mihrapları ile Şam'daki Emeviye Camii'ne benzediğini, Bediüzzaman'ın orada meşhur 'Hutbe-i Şamiye'yi vermesi hasebiyle Emeviye'nin de Onu tedai ettirdiğini hatırlatınca Ulu Camii'nin bir Nur Menzili olduğuna hükmettik. Bediüzzaman; Zinciriye'de kaldığı günlerde ziyaret edenlerin, soru sormak için gelenlerin ve ders almak isteyenlerin fazlalığı yüzünden medresede tedrisâtın aksamasına fırsat vermemek için oradan ayrılmış. O hemen Şam'a hareket etmek istiyormuş ama Diyarbakır eşrafından Cemil Paşa'nın dâveti üzerine bir süre onun konağında misafir olarak kalmış ve fikir adamlarının sohbetlerine katılıp âlimlerle münâzarâlar yapmış. Kendisinin “Ziya Gökalp şakk-ı şefe etmeyecek derecede ilzam oldu.” sözleri ile de ifade ettiği gibi halk arasında ırkçı fikirler yaymaya çalışan Ziya Gökalp'i, 'dudağını açıp bir kelime konuşamayacak' şekilde susturması, ondan rahatsız olan herkesin takdirini kazanmıştı.62 Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır'da ikameti Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendi çok mühim bir âlimdi. 1917-1920'de Diyarbakır Askeri rüşdiyesinde Arapça muallimliği yapar. 1927'de Diyarbakır'ın ilçesi Ergani'ye gelir. Uzun çarşıda Ziya Gökalp caddesinde bir dükkân kiralar ve manifaturacılığa başlar. Dürüstlüğü, kısa zamanda şuyû' bulur. Sabah namazlarını Hz. Zülkifl (a.s) türbesinde eda eder. Halkın ısrarıyla Cuma günleri vaaz eder. Çok sevilir. Üçüncü erkek evladı Suat,1929 tarihinde doğar. Manavlık yapar. Kendisinden alanlara en iyilerini verir, tam olgunlaşmamış veya az çok ezilmiş olanları geri alır, onları evine götürürdü. Kayınbiraderi Şehabeddin Efendi de Ergani'de tuhafiyecilik yapıyordu. 63 62. http://www.webturkiyeportal.com/webforum/191442-diyarbakirin-hikayesi.html 63. Ahmed Özer; İki Ünlü Kul, Işık yay.3.baskı, İstanbul 2006, s.71,88,89. 40 Üstte görülen Abdülmecid Nursi'nin evi şu an metruktur. Risale hizmetine uygun olarak satın alınıp restore edilmelidir. Eğer bunun üzerinde bir apartman dikilecek olursa Bediüzzaman hazretlerinin bizi vefasız olarak addedeceği ve bizi affetmiyeceğini düşünüyorum... Ergani de bir Apartman Ergani halkı, Abdülmecid Nursi'ye çok vefalı davranmışlardı. Onlar bu vefalarını göstermek için apartmanlarına bile onun ismini koymuşlardı. Bediüzzamanın kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır'da ikamet yılları Diyarbakır:1917-1920 Diyarbakır'ın ilçesi Ergani:1927-1936. 64 Diyarbakır'a Verdiği Önem Bediüzzaman hazretleri özellikle Diyarbakır'a büyük önem verirdi.: “Nurun kuvveti şarktadır. Nurun kuvveti Diyarbakırdadır” demiştir.65 İrfan Haspolatlı Bediüzzamanla görüşmesini naklediyor:Üstad bana tebessüm buyurdular. Ben de hemen ellerine sarılıp birkaç kez öptüm. O'da başımı okşadı. Evvela Mehmet Kayalar hazretlerinin hal ve hatırlarını sordu. Ben de hizmetle ilgili bilgiler sundum. Bana buyurdular, kardeşim, ben Diyarbakır'a gelip hizmet yapacaktım, Rabbime hadsiz 64. Mustafa Öztürkçü:Said Nursi.Erguvan yay.İst.2007.s.49 65. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, ve Mülakat. (Not: Burada manevi ve inanç kuvveti kastedilmiştir.) 41 şükürler olsun Mehmet Kayalar kardeşim ihtiyaç bırakmadı. O şarkta yüz evliyanın işini gördü. Üstadı ikinci ziyaretim Ölümünden 2,5 ay önce Ankara Beyrut palasta 13 talebesiyle beraberdim.' Mehmet Kayalar özellikle telgrafla Diyarbakır'dan çağrıldı. Diyarbakır'dan telgrafla son derse çağrıldı.66 Bediüzzaman hazretlerine ziyarete giden Mehmet Kayalar için Üstad; Zübeyir, misafire iyi bak ve ikramda bulun dedi. Üstad Mehmet Kayalar Ağabey'e 'Diyarbakır'da mühim vazifeler var. Benim gitmem lazımdı. O vazifeler size verildi' 'Benim Diyarbakır'a gelip ikamet etmem lazım idi. Rabbime şükürler olsun Mehmet Kayalar kardeşim buna ihtiyaç bırakmadı.67 Üstad, 'Mehmet Kayalar'a söyle Diyarbakır'dan gitmesin. Diyarbakır merkezdir.” 68 Mehmet Özpolat; Bediüzzamanla görüşmesini naklediyor: “Üstad Mehmet Kayalar ve kardeşlere selam söyle, bütün kardeşlerimi dualarıma dâhil ettim” dedi ve yanından ayrıldım. Eğridir'e döndüm. Oradan İsparta, Diyarbakır'a geldim. 69 Diyarbakır Surları Bediüzzaman hazretlerini ziyarete giden Şerif Nazlıcan'a Zübeyir ağabey kapıyı açar. Şerif Nazlıcan Bingöl'de oturduğunu, Suudi Arabistan'a yerleşmek istediğini ifade eder ve izin ister. Bediüzzaman bunu kabul etmez. Kardeşliğe kabul için Diyarbakır'a gitmeyi şart koşar. Üstad “Esasında Diyarbakır'daki o kudsi hizmete ben gidecektim. O vazife O'na (Mehmet Kayalar) verildi. O yapıyor. Diyarbakır'a gidince O'nu bul ve orada bu hizmete devam et, bu şartla seni kardeşliğe kabul ederim” dedi. 70 (Kaynak: Bediüzzaman hazretleriyle görüşen ve onun tavsiyesiyle Mehmet Kayalar'a yakın arkadaş olan Şerif Nazlıcan'la ilgili hatıraları anlatanlar ve onun el yazısıyla kaleme alınmış orijinal belgeler.) Diyarbakır'a Bediüzzaman hazretlerinin verdiği önemi anlamak için talebesi Mustafa Sungur Ağabeyin anlattıklarına kulak verelim: “Hz.Üstad, Ankara, İstanbul, Urfa ve Diyarbakır gibi yerlerle bizzat alakalan66. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003. 67. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s:6,87. 68. http://www.evimizturkiye.com/mehmeteminer/HAYAT/bediuzzeman.htm 69. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor' Nesil yay.,İstanbul 2004,c.4,s.104. 70. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.92. 42 mış, kendisine hizmet merkezleri kabul etmiştir. Her birisi merkezi bir mana taşıyordu. Bu itibarladır ki, bu merkezlerde çalışan, hizmet eden Nur talebelerine Hz.Üstad ayrıca önem verirdi” 71 Dicle Nehri ve Diyarbakır Surları Mehmet Kayalar, Üstadı bir ziyaretinde, üstad ona şöyle buyurmuştu: “-Kardeşim ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür duama alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam hem ismen hem sureten görür duama alırım.” Kendisini iki kere ziyaret eden İrfan Haspolatlı Bediüzzzaman'a ait 3 saç teli ve bir gümüş paranın kendisinde olduğunu ifade etmektedir. Bediüzzaman Diyarbakır'dan gelen ziyaretçiyi Adnan Menderes ve iki bakanına tercih ediyor İrfan Haspolatlı Emirdağ'a üstadı ziyarete gittiğimde nereli olduğumu bilen olmadığı hâlde Üstad, Ceylan isimli talebesini göndererek beni çağırıyor. Ceylan isimli talebesi 'Diyarbakır'dan gelen öğretmen senmisin diye sordu. Benim dedim. Üstada misafir olduktan sonra bana: “Seni üç gün misafir edecektim, yolda Başbakan Adnan Menderes ile iki bakan arkadaşı benimle görüşmek istediler. Ben görüşmedim. Dönüşte buraya uğrarlarsa ziyaretçi kabul ettiğimi görüp gücenmesinler.” (İrfan Haspolatlı ile mülakat) ÜÇ “BE” DEN KORK Bir okuyucumdan çalışmamızla ilgili gelen bir e-posta'yı paylaşmak istiyorum: “Değerli hemşerim ve kardeşim, sizin Bediüzzaman'la alakalı yazıyı okuyunca, daha önce çok sevdiğim değerli hocam, İhsan Atasoy'un kendi imzasıyla bana gönderdiği "Bekir Berk, Hayatını Davasına Adayan Adam" isimli kitabında geçen bir olayı hatırladım. O olayı tamam olarak anlatmak için kitabı aradım ama evi taşıdığımdan hangi kutuda bilemiyorum, olay şöyle geçiyordu: 71. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor'Nesil yay., İstanbul 2004, c.4,s.49. 43 Risale i nurların yasaklı olduğu dönemde, nur eserlerinin neşrini dava edinen gönüllüler hiçbir engel tanımazlar işlerine devam ederler, bu gönüllülerin arasında Diyarbakır'lılarda vardır ve Diyarbakır'dan bir gurup tutuklanarak hapse atılırlar, içlerinde birde avukat vardır. Bu haberi alan Bekir Berk başka bir duruşmadadır ve hemen Diyarbakır cezaevindeki tutuklulara haber salarak duruşma tarihini öğrenir ve bu duruşmanın avukatlığını kendisinin yapacağını iletir, ancak tutuklular arasında bulunan avukat, kendi müdafasını kendinin yapacağını söyleyip kabul etmez, bunun üzerine Bekir Berk tekrar bu müdafayı kendisinin üstleneceğini ısrarla haber verse de bizim avukat bunu yine reddeder, fakat duruşmaya çok az bir zaman kalmıştır, Bekir Berk bu duruma üzülmektedir. Fakat karşı taraf reddettiği için yapacak birşey yoktur. Bizim avukat o gece rüyasında Hz. Ali (r.a), Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a)'ı görür, Hz. Ali der ki : "Bu üç şeyden kork, Bediüzzaman'nın Be'sinden, Bekir Berk'in Be'sinden ve Diyarbakır'ın Be'sinden…"Bizim avukat uyanınca ne büyük bir hata yaptığını anlar ve sabah olunca emir gökten geldi deyip Bekir Berk'e davayı üstlenmesi için haber salar ve haberi alan Bekir Berk hemen Diyarbakır'a gelir ve davayı başarılı bir şekilde müdafa ederek, talebelerin tahliyesini sağlar. Bu kitabı okumanızı tavsiye ederim, ben okurken çok ağladım ve şimdi Bekir Berk ismini duyunca yüreğim titrer, ona karşı acayip bir sevgi oluştu bende, Cenab-ı Rabbim yattığı yeri nurlara gark eylesin İnşaallah (yazarken bile gözyaşlarımı tutamıyorum). ”Ulu cami imamı Muhammed Said Yaz, babası Molla Ali'nin Barla'da Bediüzzaman hazretlerini ziyaret ettiğindeki bir anısını naklediyor: Molla Ali'nin oğlu Ulucami imamı Said Yaz Molla Ali Barla'da üstada belli süre hizmet etmek ister. Bediüzzaman: “Hayır, Diyarbakır'a gidin. Orada hizmet edin. Orası mübarek beldedir.” 541 sahabe, (İlçeler dahil edildiğinde 885 sahabe ve tabiin) 9 peygamber mezarı,3 peygamber makamının olduğu bir şehir elbette mübarek beldedir Bediüzzamanla mektuplaşan Molla Ali'ye 'ben seni kardeşim Abdülmecid gibi kabul ettim demiştir.' 44 Mektup Diyarbakır kalesi Bediüzzaman Rusya'daki kaçması son derece zor esir kampını şu şekilde tasvir ediyordu: 'Etrafı Diyarbakır kalesi gibi kapalı ve dört kapısı olan bir yerde bulunuyordu. 73 Gerçektende Diyarbakır kalesi son derece muhkem bir eserdir. Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve sağlam surlarından biri olduğu kabul edilir. Surların uzunluğu yaklaşık 5.5 kilometredir. Surlar üzerindeki 82 burç bedenleri birbirine bağlar. Duvarları ise yaklaşık 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre genişliktedir. Surların uzunluğu yaklaşık 5.5 kilometredir. Surlar üzerindeki 82 burç bedenleri birbirine bağlar. Duvarları ise yaklaşık 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre genişliktedir. Kale, Karacadağ'dan Dicle'ye uzanan geniş bazalt yaylanın doğu ucuna, zeminden yüz metre yüksekliğe kurulmuştur. Surların ilk yapılışı kesin olarak bilinmiyor. Fis Kayası'na Kurulu iç Kalenin, milattan 2.000 yıl kadar önce Hurriler Döneminde kurulduğu sanılıyor.74 Evliya Çelebi'ye göre İçkalenin planının Yunus Peygamber Almida isimli bayan hükümdara vermiştir. Dıyarbakır Kalesı 73. Halit Ertuğrul: Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay., s.107 74. Ahmet Akgündüz; Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi, Köprü, Bahar 1994, Sayı.46. 45 BEDIÜZZAMAN VE DIYARBAKıR'DA MEDFUN PEYGAMBERLER Bediüzzaman'ın Peygamber makamlarına verdiği önem Bediüzzaman'ın İstanbul'da tercih ettiği en önemli mekân Yuşa tepesidir. Bu hususta risalelere göz atalım:' “Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler.'” 75 Yuşa tepesinden bir görünüm İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul'da beni Yûşâ Dağına çıkarıp İstanbul'un, Dârü'l-Hikmetin cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp 76 Eski Said"i gömdüm. Büs bütün âhiret ehli "Yeni Said" olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul'un Yûşâ Tepesine çekildim.” 77 Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâlığı gibi câzip ve şâşaalı bir hayat içinde iken, Yûşâ Tepesinde kimsesizliği tercih etti.78 Bediüzzaman'ın İstanbul'da çok sevdiği bu mekân bir Diyarbakırlının eseridir. İstanbul'da Yuşa peygamberin türbesine bir Diyarbakırlı'nın büyük katkıda bulunduğunu mezarı başında yazılan bir şiirden anlıyoruz. Şiirin altında “Yıl: 1841. Diyarbekirli Çerhizade es-seyyid Hafız Muhammed Nazım” yazılıdır. Türbede ayrıca Osmanlıca olarak yazılan iki kitabe de vardır. Bunlardan biri; hicri 1254, dğer biri de 1257'de yazılmıştır. Bunlardan birine bakalım: “Hazret-i Yuşa Nebi ve mürsel ibnün Nun'dur Hem kelimüllah fetasıdır aleyhimisselam Muciaztından birisi bu gaza eyler iken Gün guruba gitmedi bir saat oldu sonra şam Hürmetiy çün amadi hafız Muhammed kuluna Cümle züvvara dahi vire hüda hüsn-ü hitam Rıhletinden evvel tarihi hicriye kadar İki bin üç yüz yirmi sal iken mühimdir tamam Diyarbekirli Çerhizade El Hafız Muhammed'in nazmıdır. 1257. Hicri 75. Sözler, Sayfa 199 76. Şualar, s:453 77. Şualar, Sayfa 426 78. Emirdağ Lahikası, Sayfa 443; Hz.Yuşa camii imamı H.Ali Yalçın, Hz.Yuşa, s.16. 46 Bediüzzaman'ın Talebelerinin Peygamber Makamlarına Verdiği Önem 1970 yıllarında Bediüzzaman'ın talebesi Mehmet Kayalar ağabeyimizle birlikte Diyarbakır Eğil ilçesinin Dicle nehri kenarındaki Teke mahallesinde medfun bulunan Zülkifl (AS) kabirlerini ziyarete gitmiştik.(O zaman, o tarihte barajın göl havzası yapılmamıştı. Muhterem ağabeyimiz edep ve tertiple biraz dışarıda bekledikten sonra yavaş yavaş elleri ellerinin üzerinde o zatı Nuraniyeyi ziyaret edip Kur'andan ayetler ve süreler okudular. Nice sonra elleri namazda Kıyamdaki gibi el bağlayıp, yüzleri peygambere dönük olarak arka arka kapıdan çıktılar. Halen sırtlarını Makbere dönmediler. Öylece epeyi bir geri geri yürüyüşten sonra Makberin içerisinde olduğu binadan uzaklaştıktan sonra yüzlerini döndürüp normal yürümeye başladılar. Şimdi ben bu biçare Tarık kardeşiniz düşünüyorum da bir peygamber kabri mübareki böyle ziyaret edilir (Tarık Aktekin). Hz. Zülkifl (ve Elyesa AS) türbesi Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul 1927 yılında Ergani'de ikamet eder. Her sabah namazını çok yüksekte olan makam dağına çıkarak Zülkifl peygamberin türbesinde eda eder.79 Makam dağına çıkmanın ne kadar zor olduğunu Diyarbakırlılar ve Erganililer çok iyi bilir. Her sabah namazında bu dağa çıkıp burada namaz kılmak peygambere ne büyük saygıdır. Hz. Zülkifl Kabri (Eğil) 79. Ahmet Özer, İki Ünlü Kul, 3.Baskı, İstanbul, 2006. s.88. 47 Ergani Makam Dağında Hz. Zülkifl (AS) Makamı Risale-i Nur'da Diyarbakır'da Peygamber Kabirlerinin Çokluğu Hususu Peygamberler beldesi Eğil ilçesi Geçmişte Güneydoğu terminolojisi kullanılmazdı. Vilayat-ı Şark'iye denirdi. Ali Emiri'nin de bu terminolojiyi kullanarak Diyarbakırla ilgili kitabını biliyoruz. Eserin ismi: Osmanlı Vilayet-i Şarkiyyesi (Diyarbekir), Bölge Osmanlı"ya bağlandıktan sonra kurulan "Diyarbekir Vilayeti" bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı"nın idari sisteminde en büyük birim "vilayet" idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu"yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. Güneydoğu anlamında Şark kelimesinin Mustafa Kemal tarafından da kullanıldığını şu cümleden de anlıyoruz. Diyarbakır'lı ünlü sanatçı Celal Güzelses Mustafa Kemal'e Diyarbakır bülbülü olarak takdim edilir. Mustafa Kemal'de hayır o 80. Aksiyon, s.498. 48 Şark Bülbülüdür' şeklinde ifade kullanır. Güzelses, dönemin Bayındırlık Bakanı Feyzi Pirinççioğlu'nun ısrarıyla 1917'de bir tesadüf sonucu Mustafa Kemal'le tanışır. Mustafa Kemal'den “Şark Bülbülü” unvanını alır.81 Aşağıda kullanılan Şark kelimesinin muhatabı Diyarbakırdır. Zira Şarkta peygamberlein mekânı olarak Diyarbakır'dan başka il bilinmemektedir. Ekser enbiyanın şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa'da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir.82 Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil..83 Ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.84 Ekser enbiyânın Şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemânın Garbda ve Avrupa'da gelmeleri kader-i Ezelînin bir işaretidir ki, Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binâen, Asya'da hüküm süren, dicıdar olmazsa da, din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.85. Eksér-i hükemanın Garbda ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şarkta ve Asya'da tulûları kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya'da hâkim, galip, din cereyanıdır. 86 Cumhur-u enbiyanın şarkta biseti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim, dindir. 87 Yukarıda zikri geçen altı kaynak özellikle Diyarbakır'ı işaret eder. Asya ifadesi konumuz dışıdır. Şarkta ise enbiyanın mekânı Diyarbakır'dır. Diyarbakırda Kabri olan Peygamberler Diyarbakır ve çevresinde pek çok peygamber kabri ve makamı vardır. Bunda Hz. Nuh Tufanından sonra bölgenin çok önemli bir yerleşim yeri olmasının önemli bir etkisi vardır. Geçmiş Mezopotamya medeniyetleri hep bu coğrafya ve çevresinde kurulmuştur. Bildiğimiz kadarıyla bunlar 9 peygamber kabri ve Üç Peygamber maka81. Şerif Karataş: Diyarbekir türküleri. Evrensel; İbrahim Evirgen, YENİ YURT,6.3.2007. 82. Şualar, s. 328. 83. Mesnevi-i Nuriye, s. 86. Tarihçe-i Hayat, s.125. 84. Emirdağ Lahikası, s. 403. 85. Tarihçe-i Hayat, s. 485. 86. Tarihçe-i Hayat, s. 212. 87. Sünuhat, s. 49. 49 mıdır. Zikredecek olursak Eğil'de Zülküfl, Elyesa, Harun-u Asefi, Zennun, Melak, Harut peygamberlerin kabirleridir.88 Bunlardan Hz. Melak dışındakilerin ismi Kur'an'da geçmektedir. İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır. 89 .Ergani otluca köyünde de Hz.Şit'in oğlu Enuş peygamber yatmaktadır. Eğil'de Zülküfl, Elyesa, Harun-u Asefi, (Zennun), Melak, Harut peygamberlerin mezarları vardır.90 Bunlardan Hz. Melak dışındakilerin ismi Kur'an'da geçmektedir. İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır.91. Ergani otluca köyünde de Hz.Şit'in oğlu Enuş peygamber yatmaktadır. HZ. ENUŞ PEYGAMBERİN MEZAR TAŞI VE SECERESİNİ GÖSTEREN BİLGİLER Eğil'deki Peygamber türbe kitabeleri Hz.El-yesa (as).M.Ö.1200 “Ta'alallah ne dergâhı ref'üş-şanı âlidir. Nebiyullah merkadı El-Yesa kadriyle galidir. Tecella-i ilahidir, beher su sat'ı nurdur. Zibayı kalbi kasidir, hayatı cismi balidir. Fütuh-u müşkilat odur, harimindi sahibisi Birader zadesi Hürmüz, Azizi-yi zişanidir.” Hz.Zülkifl (as).M.Ö.1200 “Dilersin izzet-i dareyn gür kim bahrı-yab olmağe Yüz'ün sur merkad-ı pakı nebiyi zülkilf_ü zişaneAndele hadımı duşnab ta'biri mukarrer et. Zehl devlet o cane kim feda olmuş bu canane.” Hz.Harun (Esfid Berhiya) (as) M.Ö.900 “Nebiyullah Harun merkadidir Asefi ta'bir Ah'i Musa değil lakin Mesihadır, beher te'sir andede nesli paki kim rüyem ismiyle tahkik et. Vekildir enbiyanın, sahibidir bil hayrı ve tavkir. Kabirleri 850 yıl önce bulunmuştur. Harun-i Asefi Hz.Süleyman'ın veiziridir. Hz. Musa'nın kardeşi Harun (as) ise Uhud dağında medfundur.” 92 88. 1801 yılı Osmanlı Diyarbakır Salnameleri, 4/208. 89. Sad Suresi,38/48. 90. 1801 yılı Osmanlı Diyarbakır Salnameleri.4/208. 91. Sad suresi, 38/48. 92. Zeynel Abidin Çiçek; Diyarbakır'ın Fethi, Tarihi ve Kültürü,2007.s.97 50 Hz. Harun Asefi (Asaf bin Behriya)Türbeleri Eğil ilçesi - Hz Elyesa kabri Eğilde nebi olduğu söylenen Hürmüz ve Ruveym, Ömer ibni perican; Hz Danyal hazretleri de yatmaktadır..93 Eğil Nebi Hallak –Zünnun Aleyhiselam hazretleri 93. Yrd. Doç. Dr. M. Cengiz Yıldız, Bir inanç merkezi olarak eğil, 51 Hz. Danyal (AS) Ergani Otluca köyü: Enuş Peygamber, Hz.Şit'in oğlu, Hz.Ademin 6. göbek torunudur. Türbedeki taşın üzerinde “Yerd bini Mehlail, b. Kinan b. Enuş, b.Şit b. Âdem.” yazılıdır. 94 Ergani Kızılca (Otluca) Köyün güneyindeki Gırasor ile kuzeyindeki Balahur (Kızılyamaç) daki şehir harabesinin Enuş Peygamber tarafından kurulduğu, Hz. İdris'in burada yazıldığı ifade edilmektedir. 95 Hz. Şit'in oğlu Enuş peygamber Ergani Otluca köyü Eğil'de Diğer Nebiler Eğilli çok yaşlılar ve onların dedeleri Rüveym, Hürmüz, Düşnap isimli nebilerden bahsetmektedir. Hasan Basri Konyar, Diyarbakır yıllığı 1936, s. 277-278' de Hz.Harun'un yanında oğlu Ruveym'in, Elyaesa (AS) yanında yeğeni Hürmüz'ün yattığını ifade eder. Hürmüz Bu hususta Hasan Basri Konyar'ın 1936 yılında yazdığı Diyarbekir yıllığı isimli eserden alıntılar yapalım: 96 94. Diyarbakır valiliği İl Yıllığı 1967, s.332.; Basri Konyar, Diyarbekir Yıllığı 1936, s. 347; 50.Yılında Diyarbakır 1973 İl yıllığı,s.46; Şerafettin GüneliBütün Yönleriyle Ergani.Ank.1966..!3;Nihat Aytürk;Türkiye'de Ziyaret yerleri,s.16. 95. Yrd. Doç. Dr. Kenan Ziya Taş, Cenk Yolcu: Ergani Tarihi ve Tarihi Eserleri, D.Ü. Eğitim Fak. Mezuniyet tezi, Diyarbakır, s.1995.s.4 96. Hasan Basri Konyar; Diyarbekir yıllığı, 1936, s.277-278. 52 “Her perşembe ziyaret edildiği rivayet edilen ve Beni İsrail peygamberlerinden İlyasa ait olduğu söylenen bu yatır Eğilin bir mahallesi olan Tekke köyündedir.. Hariminde kardeşi oğlu Hürmüze ait olduğu söylenen bir kabir vardır.... Peygamberin kabri sol taraftadır.... Gösterilen hürmetlice bir mezar Peygamberin yeğeni Hürmüzün imiş” Bu bilgilerle Hürmüzün çok önemli bir şahsiyet olduğunu algılıyoruz. Nebiliği ile ilgili başka verileri araştırmak gerekir. Ancak nebi olduğunu tarihi kişilikler ifade etmektedir. (Merhum M.Salih Öge, Tekyalıdır. Kökleri Molla Hasanlı'dır.) Nebi Hürmüz'ün, nebi olduğunu mekânını ve peygamber yeğeni olduğunu Tekyalı M.Salih efendi de tarihi evrakta beyan etmektedir. Ruveym Bu husuta Basri Konyar'ın eserinde şu cümleler var. (s.277) 'Ağaçlıkla dağ ve tepelerden, eski ve yeni mezarlıklardan geçilerek Harun tepesine varılır...... Müstatil biçimde olan yapının methalinde şu kitabe mevcuttur: “Haza kabr'il-merhum Harun ibni Piri Can...” İçeride Harun ile oğlu (Ruveym)'e ait olduğu söylenen iki mezar vardır. 'Burada Nebi Harun'unun yanında Nebi Ömer perican'ın yattığını tarihi kişilikler ifade etmektedir. (Merhum M.Salih Öge. Tekyalıdır. Kökleri Molla Hasanlı'dır.) M.Salih Öge'ye ait bir tarihi evrakta Tekyalı Salihefendi, Nebi Harun ve Nebi Ömer'in isimlerini bir tamir sırasında mezar taşlarında okuduğunu beyan etmektedir. Bennan Basri Konyar 279. sayfada eski Zülküfül yatırını anlatırken 'Koridorun sonuna doğru küçük bir kapı görünür. Bunun tam üst dilini teşkil etmek üzere konulan kırmızı taş üzerine: “Haza Merkad Nebi Zülküfül aleyhisselam” ibaresi yazılmıştır. Burada yine duvar üzerine konulan küçük bir taşta Bennanın adı vardır. (Ebü İmad) ' Pir Musa ve Muştak Zülküfl peygamberin mezarı nakledilirken yardımcısı olanbu iki kişinin mezarı nakledilmemiş, su altında kalmıştır. Baraj suyu azaldığında türbe bir ölçüde gözükmektedir. Bu iki kişinin manev derecesini bilmiyoruz. Diyarbakırla ilgisi olanlar Ergani Otluca köyünde yaşayıp dedesi Enuş peygamberin cenaze namazını kılan ve Otluca köyünde ilk defa demirciliği başlatan İdris (A.S)'dır ve ilk yazı da İdris (A.S) ile yazılmıştır. Bu bölgenin İdris peygamberce kurulduğu tarihi kayıtlardadır. Hz. İdris'in 100 şehir kurduğu, bunlardan birin Diyarbakır yakınlarındaki Reha şehri olduğu yayınlarda belirtilmektedir.97 Tarihte ilk dikiş bu bölgede Hilar mağaralarında yapıldığı arkeolojik kayıtlardadır. Derinin işlenme aşamaları, aynı zamanda ev olarak kullanılan yapıda gerçekleşirken, olasılıkla giysi haline dönüştürülüp bezenmesi de bu atölyelerde gerçekleşmiş. Derisini çakmaktaşı ve doğalcamdan kazıyıcılar ile yüzer, tabaklayıp kemik spatularla işlerdi. Deriyi yine doğal camdan bıçaklar ile kesip biçer, kemikten bızlarla delikler açıp deri sırımları ya da bitkisel liflerden yaptığı ipliklerle kemik iğnelerle dikerlerdi.98 97. Peygamberler Tarihi.İhlas yay., İstanbul 2004, s.64. 98. Müslüm Üzülmez; Çayönünden Erganiye, 2005, s.33,34,36,38,39; M.Asım Köksal Peygamberler Tarihi, Diyanet vakfı yay. 2004,1/67-70; Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları, Yeni Rehber Ans., c.9, s. 349; Hz.Musa zamanında yapılan Diyarbakır Ulu cami (Evliya Çelebi seyahatnamesi) Cerciş peygamberce yaptırılan Silvan ilçesi (Evliya Çelebi seyahatnamesi) 53 Diyarbakırda Makamı Olan Peygamberler Evliya Çelebi seyahatnamesinde Hz. Yunus'tan bahsetmiş ve Fis Kayasında bir mağarada yedi yıl ikamet etmiş yerli halkın ilgi ve alakasından dolayı onlara dua etmiştir.99 Bundan başka Zülküfl ve İlyas peygamberlerden de bahsedilmektedir.100 Hz. Zülkifl (AS) Makamı. Ergani Makam Dağı Hz.Yunus (AS) Makamı. Diyarbakır Fiskaya Hz.İlyas'a peygamberlik gelen makam(Şeyh Arap camii arkası) 99. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Yıldız, Diyarbakırda Yaşayan Hıristiyan Rumlar, Tebliğ, …. 100. Rifat N.Bali; Diyarbakır Yahudileri Diyarbakır Müze Şehir, s.368. 54 Salname Osmanlı Devleti'nde bir yıllık olayları göstermek amacıyla hazırlanan eser demektir. Biz burada 19. yüzyılda Diyarbakır'a ait salnamelerden Eğil ilçesine ait peygamberlerle ilgili bilgileri derledik. Esami Şerifeleri Türbe ve merakıdı şerifeleri Malumat-ı saire ve mevkii mülahazat Zülküfl en-Nebi Ergani kasabasındaki Nebi-i müşarun-ileyhin diğer Aleyhisselam efendimiz makam-ı saadetlerinde vilayetde makm-ı saadetleri hazretleri medfundur varsada ala-rivayetin asıl Eğil medfun peygamberler merkadd-ı şerifeleri Erganidedir. Elyesa Aleyhisselam Eğil kasabasında efendimiz hazretleri Nebi-i müşarun-ileyhin kabri saadetleri on beş metre tülünde idüğü ve bir güne vakfı olmadığı Nebi Harun-Asafi Bu dahi Aleyhisselam hazretleri Nebi Hallak Aleyhiselam güne evkaf-ı şerifesi yoktur Bu dahi hazretleri Nebi Harut Aleyhisselam Nebi-i müşarun-ileyhin bir Nebi-i müşarun –ileyhin bir güne evkaf-ı şerifesi yoktur Eğil kasabasında Haciyan Nebi-i müşarun-ileyhin bir mahallesinde nehir kenarında güne evkaf-ı şerifesi yoktur medfundur Eizze-i kiramdan Zünnun hazretleri Eğil kasabasında medfundur (89) Diyarbakır bir Asur şehridir. Üç dönem Asur hâkimiyeti yaşadı. Peygamberlerin bu toplulukla ilişkisi olmakla beraber, Diyarbakır Sümer ve Sami (Filistin), Babil idaresinde de bulunmuştur. Bu peygamberlerin bu topluluklarla da ilişkisi olabilir. Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde'şehrin Asur ve babil hâkimiyetlerinde olduğu ifade edilir.101 Sümerler, Mezopotamya'ya geldikleri vakit, ırmakların taşmalarından korunmak için, şehirlerini taş olmadığından tuğladan ve kerpiçten yaptıkları evler, saraylar, mabetleri suni, tepeler üzerine kurmuşlardır.” diyen Seyfi Alpan, Sümerlerin yerleşik hayata ilk geçen kavimlerden biri olduğunu belirtir. Sümerlerin Sami boylarının Akad ülkesine sokularak Elamlılarla kaynaşıp “Kalde” adını aldığını belirten Konyar'dan önce Bedri Günkut, Sümerlerin egemenliğinin Sargon'la el değiştirdiğini ifade eder. 101. Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Acar matb.,1999, C. 5, s.195.,c.4/208,2/210,5/93 55 Sargon'dan sonra gelen hükümdarların Mısır Firavunları gibi ilahlık taslayarak israfı sefalete düşmeleri sonucu Kalde'yi Sargonlardan alan Sümerlerin Diyarbekir'e de bu yolla tekrar sahip çıktıklarını belirten Konyar'a karşılık, Günkut, “Elamlıların müdafaa halindeyken Sümerlere karşı koyup bütün Mezopotamya'yı aldıklarını, zaman içinde Kalde Hükümdarlığının Fırat kıyısında Palastinli (Filistinli) hanedanın eline geçtiğine değinerek Diyarbekir ülkesinin de Sami Egemenliğine dâhil edildiğini söyler. 102 Mezopotamya'nın aşağı ve yukarı bölümlerinde olduğu, daha sonra Diyarbekir çevresinde yerleşerek Sami boylarıyla karışıp kaynaşmalarıyla egemenliklerinin ortadan kalktığı kaynaklarda yer alır.103 Diyarbakır'daki peygamberlerin Asurlular dönemiyle ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Asurlular Yönetiminde Amed (Diyarbakır) Amed ve çevresi Asur hükümdarı 1.Salmanasar zamanında ve M.Ö.1260 yıllarında tamamıyla Asur hâkimiyetine girdi. Bu ilk Asur egemenliği yetmiş yıl kadar sürdü. MÖ.1200'lerde Sami soyundan Aramiler'in Bit - Zaman kabilesi Diyarbakır içlerine dek sokulmuştur.104 Amed'de Bit -Zamanı Krallığı (900-825): Asurların zayıflamasıyla Bölgeye Arami göçü olmuş, Aramilerden Bit-Zamani kabilesi Diyarbakır'a yerleşmiştir. M.Ö.9.yüzyılda Diyarbakır Aramilerden BitZamani kabilesinin başkentidir.105 Amidi'yi kendilerine merkez edinen Bit-Zamanı Krallığı şehrin Hurrilerden kalma tahkimatını kuvvetlendirdiler. Bu kuvvetli tahkimat sayesinde Asur saldırılarına uzun bir süre karşı koyabildiler. 76 yıl süren Bit Zamanı Krallığı döneminde Diyarbakır çok gelişmiş, bayındır, zengin bir belde durumuna gelmiştir.106 Asur kralı 3. Salmanesar, Bit-Zamani Krallığına son verdikten sonra Amed tekrar Asur egemenliğine girdi. Urartu Yönetiminde Amed (M.Ö.775-736) 3.Salmanasar 'ın ölümüyle Asur devletinin zayıflamasından faydalanan Urartu Kralı İspuinis (MÖ.825-810) memleketinin sınırlarını batıya ve güneye doğru genişletti. Birçok yeri kendi topraklarına dâhil eden Urartular birçok krallığı da kendilerine bağladılar. Bunlar arasında Diyarbakır da vardı. MÖ..775'de üçüncü defa Asur hakimiyeti sona erdi ve Diyarbakır Urartu'ya bağlanmış oldu. Amed'de Son Asur Hakimiyeti Urartuların bu parlak dönemi fazla uzun sürmedi, MÖ..743 tarihinde Asurlular tarafından büyük bir hezimete uğradılar. Bu savaştan sonra Urartular, Suriye ve Fırat bölgelerinden çekildiler böylece Amed tekrar Asur egemenliğine girmiş oldu. Asur egemenliğinde kalışı MÖ.653 yılına kadar sürmüştür.107 Bölge bir müddet Babil egemenliğine de girmiştir.108 Diyarbakır'da 102. Günkut, Bedri Diyarbakır Tarihi s.28-29. 103. http://www.diyarbekirim.com/ Konyar, Basri “ Diyarbakır Tarihi” /Öztuna Yılmaz Devletler ve Hanedanlar cilt 3 s.32 vd. 104. Balta M; Kültürler kavşağında Şırnak, İstanbul 2003, s.132. 105. Yrd. Doç.Dr. Canan Parla; Osmanlı öncesinde Diyarbakır. I.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır.2004.s.248 106. Müslüm Üzülmez; Çayönünden Erganiye, 2005 s.52. 107. Zehra korkmaz, Tarihi şehir amed. 108. Özgültekin Ramazan, Akman Ekrem, Demirbağ Hüseyin, Dünden Bugüne Siverek, Konya 1997, s. 54 56 hüküm süren ve M.Ö.1800-1500 yıllarında en önemli devlet olan Hurriler'in sınırları peygamberlerin yaşadığı interlandda yani doğuda Zağros dağları, güneyde Kerkük mıntıkası ve güneybatıda Kenan iline kadar genişlemişti.109 Talmud'da yazılanlara göre Asur Kralı Salmeneser tarafından sürülen Yahudiler, ilk olarak bugünkü Kuzey Irak'ın bulunduğu bölgeye göç ettiler. Bugünkü Erbil şehri, M.Ö.1 yüzyılda Yahudiler tarafından başkent yapıldı, Yahudi devleti kuruldu, dil aramice idi. Mezopotamya olarak bilinen Fırat ve Dicle nehirlerinin buluştuğu bereketli topraklarda birçok peygamber mezarı bulunduğu bilinmektedir. Bu peygamberlerin birçoğu Yahudi kavimlerine gönderilmiştir. Türkiye'de bu kavime ait çok iz vardır. Hakkâri-Van arasındaki bölgede Başkale kasabasında 30 yıl öncesine kadar aramice konuşulurdu.110 MS.639'da İyaz bin ganem komutasındaki Sahabe ordusu Diyarbakır'ı fethedince, şehri temsilen karşısına Davut oğlu Süleyman neslinde Huneyn b.Maiş isimli bir kimsenin çıkması da olaya başka boyut kazandırmaktadır. Amid Yahudilerinin önde gelenlerinden biri olduğunu ve Hz. Davud peygamber'in (S)soyundan geldiğini ifade eden Huneyna oğlu Mişa adında bir Yahudi bir din adamı, İyaz'ın huzuruna çıkarah Hz.Davud (s), Hz İbrahim (s) ve Hz.Musa (S) peygamberler gönderilen bazı ayetleri okudu. Şehir sakinlerini bağışlamayı önceden düşünmüş olan İyaz, yahudi din adamını dinledikten sonra ona cevap olarak 'Allah affedicidir, bağışlamayı sever. Biz de şehirdeki herkesi affettik 'der. Bunun üzerine şehir halkı da:'Mademki bizi affettin biz de senin dinine giriyoruz'diyerek, çoğu İslam dinini kabul etti.111 Osmanlı dönemindeki Kuzey Irak'ı sosyal, tarihi, ekonomik yönleriyle inceleyen Dr. Sinan Marufoğlu, bölgedeki Yahudilerin M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında Babil kralı Nabukadnezar tarafından Filistin topraklarında bulunan İsrail halkının esir alınması ve Irak topraklarına sürülmesiyle buraya geldiklerini belirtiyor. Musul, Kerkük, Erbil ve Süleymaniye gibi şehir merkezlerinde yaşayan Yahudiler ticaret ve tefecilik gibi işlerle uğraşırken, kırsal kesimdekiler tarımla uğraşmaktadırlar. 1881'deki nüfus sayımına göre, şimdi Kuzey Irak denilen o zamanki Musul ve Şehrizor vilayetlerinde toplam 4286 nüfuslu Yahudi cemaati yaşadığı bildirilmektedir. 1827'de bölgeyi gezen Haham David, 15 sinagoga sahip olan cemaatin 1875 aileden oluştuğunu not ederken, 1924'te Türkiye ile Irak arasında çıkan Musul sorununu halletmek için kurulan Milletler Cemiyeti heyeti raporunda Süleymaniye'de 1550, Erbil'de 2750, Musul'da 7550 Yahudi bulunduğu belirtiliyor.112 16. yüzyılın başından 20. yüzyıl başına kadar geçen dört yüz yıllık süre içinde Diyarbakır şehrinin nüfus yapısı genel hatları ile şöyledir: Diyarbakır, üç semavî dine mensup insanların bulunduğu bir yerdir. Şehirde hem Müslüman hem Hıristiyan hem de Yahudiler bir arada yaşar. Ancak bunların şehirde yaşadıkları mekânlar yani mahalleler, genellikle birbirinden ayrıdır. Mahalle-i Gebran, Mahalle-i Eramine, Mahalle-i Şemsiyân, Mahalle-i Yahudiyân gibi adlarla anılan mahalleler bu109. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği, s.149. 110. Eşref Günaydın; Yahudi Kürtler, Karakutu yay.16.Baskı, İstanbul 2007, s.17,18. 111. El-Vakidi; Fütuhu'l Cezire,186-187; Abdurrahman Acar; Amid (Diyarbakır) Şehrinin Fethi, D.Ü. İlahiyat Fak Dergisi 1999. c.1 s.202. 112. http://ulkumuz.wordpress.com/ 57 lunmaktadır. 2 Nolu Salnamedeki (1282 / 1870-1871) kayıtlar açıkça göstermektedir:.. 113 Diyarbakır'da Hz Yunus ve Cercis peygamberlerin kabri olduğuna dair belgeler 1936 baskılı Hasan Basri Konyar'a ait 'Diyarbakır Tarihi' s.203 'e bakalım Amid Timur ordusuna 5 gün dayanabildi. Şehre giren Timur Yunus ve Cercis Peygamberlerin kabirlerini ziyaret etti. Üzerlerine birer kubbe yapılması için bir çok para verdi .Diyarbekir fakirlerine ihsanını esirgemedi 18. yüzyıl büyük Osmanlı tarihçisi Avusturyalı Baron Joseph von Hammer Purgstall Timur tarihini anlatırken: Diyarbekir'in idare merkezi Amid hücum ile zapt ve yağma edildi;Timur,Yunus ve Circis peygamberlerin kabirlerini ziyaret ile üzerlerine birer kubbe inşa olunmak üzere yirmi bin kepik(lira) ita ve her geçtiği yerde fukaraya çok sadakalar dağıttı der. Bu durum Cercis Nebinin kabrinin Diyarbakır'da olduğunu gösterir. Çile yumağı bir nebî: Cercis Aleyhisselâm İçkalede Saint George (Cercis) Kilisesi ve Muhtemel makamı Cercis Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâmın dîni üzere gelmiş ve Îsâ Aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiş nebîlerdendir. Filistin'in Remle kasabasında doğdu, Filistin ve Şam civarında yaşadı. Şehirleri gezer, ticaret yapardı. Hıristiyanların St. Georges adıyla tanıdığı Cercis Aleyhisselam gezip gördüğü şehirlerde Hazret-i İsa'nın dînini yaymaya çalışırdı. Vazifesi esnasında birçok kişi ona tâbî olarak Hak Dine girdi. 113. Kenan Ziya TAŞ. Osmanlı Devleti Zamanında Diyarbakır'daki Ermeni Nüfusu Üzerine Bazı Bilgiler. 58 Cercis Aleyhisselâm fakir, fukara ve yoksul için ticaret yaptığını söyler, yıl sonu geldiğinde kazancını hesaplar, sermayesini yanında alı koyar, kazancının tamamını fakir fukaraya dağıtırdı. Derdi ki: “Benim çalışmam fakir fukara içindir. Ben çalışayım ki, onlar rahat etsinler. Eğer bu maksudum olmasa, bütün malımı fukaraya baştan yağma ettirirdim. Kendim de bir köşede oturur, Allah'a ibadet ederdim.” Cercis Aleyhisselâm ile ona tâbî olanlar, başlangıçta çok gizli hareket ettiler, kâfirlerin şiddetlerini üzerlerine çekmemeye çalıştılar. Çünkü o devirde puta tapıcılık ve kâfirlik çok şiddetli idi. Günlerden bir gün Musul şehri Kralı Dâdiyan som altından bir put yaptırmış, halkı puta tapmaya çağırmıştı. Halk da bölük bölük gelmiş, Eflun denilen bu puta tapmıştı. O sıralarda Musul'da bulunan Hazret-i Cercis (as) bir gün Dâdiyan'ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Arkadaşlarına: “Bu gizlilik içinde ne zamana kadar kalacağız? Kişi dîni yolunda gerekirse ölmelidir! Kâfirler yanında zelil yaşamaktan iyidir. Ne kadar malım varsa size veriyorum. Fukarayı gözetin. İhsanınızı eksik etmeyin. Ben bu gün Kralın huzuruna çıkıp hakkı tebliğ edeceğim. Eflun'a tapmanın yanlış olduğunu bildireyim. Gittiği yolun batıl olduğunu haber vereyim. Hak Dine girmesini teklif edeyim. Ola ki, Hak Teâlâ ona insaf vere de hidayete ere! Cümleniz de onun belâsından emin olasınız! Yahut da gazapla bana işkence ede ve öldüre!” dedi. Allah'a sığındı ve Kral Dâdiyan'ın huzuruna çıktı. O sırada Kral, Eflun'a tapmayanların da bulunduğunu haber almış, kızgınlığından küplere binmiş vaziyetteydi. Cercis Aleyhisselâm dedi ki: “Ey Kral! Allah'ın kullarına kızarsın! Oysa sen de Allah'ın bir kulusun! Onlar da Allah'ın kullarıdırlar ki Allah onları senin elinde kıldı. Ve sana muhtaç eyledi. Bu halkı secde etmeye çağırdığın put mel'undur! Senin Allah'ın vardır ki, seni ve bütün varlıkları O yaratmıştır. Bütün mahlûkat O'nun kullarıdırlar. Bütün mahlûkata O rızık verir. Bütün mahlûkata hayat veren, diri eden, yaşatan ve öldüren O'dur. Seni yaratan Allah'ı bırakıp senin gibi bir mahlûku altından ve gümüşten düzdürüp, ilahımdır dersin! O nedir ki, ona ilah dersin? Ne faydası vardır, ne zararı? Sen gel de Allah'a iman et ve teslim ol. Bak ne büyük fayda göreceksin! Küfrü terk et. Eflun'dan vazgeç.” Kral Dâdiyan kızgınlığından ağzı köpürmüş vaziyette Cercis Aleyhisselâm'a baktı ve bağırdı: “Sen kimsin behey adam? Sen nice kişisin? Nereden geldin ki bana anlaşılmaz sözler söylersin?” Cercis Aleyhisselâm gayet sakin cevap verdi: “Ben Cenâb-ı Allah'ın zayıf ve hakir bir kuluyum! Geldim ki seni Allah'a davet edeyim! Sana hakkı tebliğ edeyim ki, puta tapmaktan ve halkı puta taptırmaktan vazgeçesin de, artık Allah'a dönesin. Allah'a ibadet edesin!” Dâdiyan daha da sinirlendi. Fakat Cercis Aleyhisselâmın fikirlerini aklınca çürütmeden onu cezalandırmayı makamına uygun bulmadı. Dedi ki: “Senin övdüğün ilah eğer gerçekten de dediğin gibi olsaydı, seni böyle aç ve sefil bırakır mıydı? Görmez misin benim ilahım bana nice mertebeler verdi! Bu gördüğün halkın içinde nice zenginler vardır. Cümlesi de bu Eflun'un uğurlu inancıyla zengin oldular...” 59 Cercis Aleyhisselâm: “Allah isterse bu dünyada verir, isterse âhirette verir. O verdiği zaman ebedî olarak verir. Bu dünya geçicidir. Kaç günlük krallığın var? Hiç düşündün mü? Devlet dediğin ebedî olmalı! Nimet dediğin sonsuz olmalı! Lezzet ve keyif dediğin hesapsız olmalı! Senin sahip olduğun bütün varlıklar ise yok olmaya mahkûmdur!” Cercis Aleyhisselâm Kral Dadiyan'a tebliğini yaptı, fakat bedelini canıyla ödedi. Kral ona dayanılmaz işkenceler yaptırdı. Ağaçlara bağlattı. Mübarek vücudunu demir taraklarla tarattı. Ateşten ve kaynar sulardan geçirdi. Cercis Aleyhisselâm her türlü işkenceden mucize eseri sağ olarak kurtuldu. Mücadelesinden yılmadı. Fakat nihayet bir gün bu işkencelerle şehit oldu.1 Risâle-i Nur'da Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Cercis'in (as) sıkıntı ve musibetler karşısındaki sabır ve rızasını, talebelerine örnek olarak göstermiştir Üstad Bediüzzaman, dışarıdan gelen her türlü zorluklara karşı müsbet hareket etmenin önemini anlatırken Tarihçe-i Hayat'ta Hz. Cercis'in yaşadıklarını örnek verir: “Biz, en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemâl-i sabır içinde şükür etmekle mükellefiz. Ve cildleri ve derileri soyulan Cercis aleyhisselâm gibi, binler, milyonlar hakîkat mücâhidlerinin hakaik-ı îmâniyenin kudsî hizmetinin bir nümûnesine mazhar olan Nur şâkirtlerinin çektikleri zahmetler, o eski zâtların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde, inşaallah birdirler ve beraberdirler.” Üstad Bediüzzaman, müsbet hareket noktasında kendi hayatından örnekler verirken yine Hz. Cercis'e şöyle atıfta bulunur: “Otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.”114 Fiskayada Yunus (AS) Makamı (Evliya Çelebi seyahatnamesi) Eğil'de Zennun hazretlerinin mezarı ya Hz.Yunus'un makamıdır veya Zennun isimli bir evliyanın mezarıdır. Zira Hz.Yunus'un mezarı Diyarbakır Suriçindedir 114. http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=2044 60 Diyarbakır'da inanç esasları ile Ortadoğu, Mısır birbirinden kopuk değildir, iç içedir. Yani Peygamber diyince akla sadece Ortadoğu'nun gelmesi yanlıştır. Çayönündeki en eski papaz şamanlar gerçekten Mısır'ın büyük tanrılarının torunları idi.(?) Neolitik kavimlere ait insan kurban etme uygulamasında da Çayönü ve Mısır arasında bir paralellik var. Tarihte Mısır'ın bir toprağı olarak Urfa'nın doğusunu yani Diyarbakır'ı da görmekteyiz. 115 Çayönünde insan kurban etme olgusunu da gözlüyoruz.116 Bir diğer ifadeyle bölgeleri izole olarak ele almak doğru değildir. Çevrevi etkileşim vardır. Örneğin Urartu'ların merkezlerinden Van'da Çavuştepe'de Karacadağ bazaltlerini görüyoruz. Diyarbakır'ın tarihin derinliklerinde Mısır'la ilişkide olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır Mezopotamya, Ortadoğu ve Mısırla iç içe olmuş ve inanç sistemleri de karşılıklı etkileşimde olmuştur. İ.Ö.2400'lerde Sami asıllı I.Sargon, Sumer kralı Urzababa'ya başkaldırıp kendisini kral yapıyor. Sumer'in şehir beyliklerini birer birer idaresi altın alıyor. Sargon yönetim sınırlarını Kuzey mezopotamyaya kadar uzatıyor ve Kendisine Sumer ve Akkad'ın kralı unvanını veriyor. Sargon'dan sonra kral olan Naramsin Diyarbakır'a kadar geliyor. 117 Diyarbakır'da ön planda Asurlular'ı görüyoruz. Burada İsrail oğulları peygamberlerini görüyoruz. Buradaki peygamberlerin Asurluları etkilediği gözlenmektedir. 'Peygamberlik olayı, Yahudilerden Asurlulara geçmiş. Çivi yazılı metinlere göre Asur'da Tanrıdan bir peygamber yoluyla alınan haberler tabletlere yazılmıştır. 118 İlk Müslüman Cinler Bölge Cinleri Nusaybin cinleri tarihçe biliniyor. Birçok kitaba da konu olan efsanevi hikâyeleriyle bilinen Nusaybin cinleri, Peygamber Efendimize ilk iman eden cin taifesini oluşturmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi'nin bir eserinde cinlerin müslüman olduğunu şöyle kaydediyor: “Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud'dan beyan ediyorlar ki: İbni Mes'ud dedi: “Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini haber verdi. Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes'ud'dan nakleder ki: O cinnîler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.” 119 Elmalı tefsirinde Ahkaf-29 tefsirinde 'bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş' denmektedir. İbnü Abbas'a göre Diyarbakır/Nusaybin yöresindeki, cinlerin ileri gelenleri idi. İblis onları Tihame bölgesine göndermişti. Onlarsa Nahle vadisine gelmişlerdi. Kalabalık bir cin topluluğu olan bu grubun liderlerini ve iman eden bu cinlerin isimlerini Alûsi, tefsirinde şöyle sıralamaktadır: “Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme ve Ahkâb.” 120 115Ç. Austen Henry Layard; Ninova ve Kalıntıları, Avesta yay. İstanbul 2000, s.2. 116. Enver Yorulmaz: Güneydoğu.Ank.1997.s.194,184 117. Muazzez İlmiye Çığ; İbrahim Peygamber, Kaynak yay.6.basım, İstanbul 2006, S.77. 118. Muazzez İlmiye Çığ; Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sumerdeki kökeni, Kaynak yay. İstanbul 2007, s.15. 119. Mektubat, s. 128. 120. A.Hamid özyayla http://www.ilkadimdergisi.com/ 61 Bediüzzaman ve Sahabeye Saygısı Diyarbakır'da 541 Sahabe (ilçeler dahil edildiğinde 885) Yatmaktadır. Bediüzzaman sahabe mekânlarına çok önem ve sevgi gösterirdi. Eyüp Sultan mekânına büyük ilgisi vardı' birgün İstanbul'un Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden, bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayaliye bana geldi. Dedim "Acaba bu kabristan'ın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?" diye nazarımı çektim. Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbul'dan da çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.'121 Sahabeler Hakkındadır Sahâbelerin nev-i beşer içinde enbiyâdan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini katî bir sûrette ispat eder.122 Enbiyâdan sonra, nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i kàtıadır ki; o rivâyetlerin sahih kısmı fazîlet-i cüz'iye hakkındadır. Çünkü cüzî fazîlette ve hususi bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccüh edebilir. Yoksa Sûre-i Fethin âhirinde, sitâyişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'ân'ın medih ve senâsına mazhar olan Sahabelere fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyân edeceğiz.123 Mevlâna Câmi'nin dediği gibi derim: Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf'in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf'in köpeği; ben ise senin Ashâbının(sahabenin) köpeği (Yirmi Yedinci Sözün Zeyli) Mevlana Caminin dediği gibi bizler Ashabın (sahabenin) köpeği olsaydık çok iyi olurdu. Ancak Bizler bugün Diyarbakırda 541 sahabe ve tabiine (aileleriyle 2500 kişi) saygı göstermiyor, mezar çevrelerini ihya etmiyor, onları dünyaya tanıtmıyoruz. Bediüzzaman sahabileri bir yana bırakalım. Velilere karşı sonsuz saygı içindedir.'Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş'umdur'demektedir.124 Bediüzzaman Mevlanayı ziyaret gittiğinde hürmeten ayakkabılarını çıkararak yalın ayakla ziyaretini yaptı.125 Mevlana'ya karşı saygısını eserlerinin birçok yerinde görüyoruz.126 Hadis-i Şerife göre 1 sahabe 200.000 evliyaya eşittir. Bu açıdan Diyarbakır'daki sahabelere karşı görevlerimiz yerine getirmeli, kabirlerinin etrafını 121. Bediüzzaman; Lem'alar, s. 237. 122. Bediüzzaman; Sözler, s.698. 123. Bediüzzaman; Sözler, s. 451. 124. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.200. 125. N.Şahiner; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi,52.Baskı, s.433. 126. Bediüzzaman; Sözler, s. 206; Mesnevi-i Nuriye, s.10; Emirdağ Lahikası, s.436. 62 düzenlemeli, şenlendirmeli ve onları âleme tanıtmalıyız. En azından eski Diyarbakır'lılar kadar olmalıyız. Mevlana Halid hazretleri, Bediüzzaman'ın yeleğini taşıdığı en çok saygı duyduğu kişidir. Bu hususta daha geniş bilgi için bakacağımız kaynaklar aşağıya not olarak verilmiştir. 127 Mevlana Halid Diyarbakırda sahabe türbesini ziyaret için camiye girmiştir. Sahabeler bodrum katta yatmaktadır. Ancak camiye girer girmez Mevlana Halid hemen camiden çıkmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi eserinde ise ayakların basamayacağı kadar şehid sahabeden yani yüzlerce şehid sahabeden bahseder. Mevlana Halid hazretleri; “şühedadan ayak basacak yer bulamadım.” demektedir. Niçin dışarıda namaz kıldığını soranlara 'Orada o kadar çok şehid bir arada idi ki, onları incitmektense dışarıda kılmayı tercih ettim demiştir. 128 Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Mehmet Kayalar hakkında bir talebesine söyledikleri: “Ben Diyarbakır'a üç kere gittim. Her seferinde Mehmet Kayalar'ın sohbetinde bulundum. Diyarbakır'ın Mihmandarı Halid bin Velid'in oğlu Hz.Süleyman'dır. Hz.Süleyman'dan sonra Mehmet Kayalar gelir. Mehmet Bey'in Dicle kıyısındaki evi duruyor mu? Eğer satılıksa o evi gidin alın Mehmet beyin hatırasını yaşatın Mehmet bey ağaca çok meraklıydı. Çok ağaç dikerdi. Orası öyle yeşillik mi?” 129 Mehmet Beyin Dicle kenarındaki evi Bediüzzaman hazretleri ölmeden önce Diyarbakır'a yerleşmek istemiştir. Belki de bu istek günümüz sorunlarını önlemeye yönelik bir çabaydı. Ölmeden 15 gün önce Mehmet Kayalara'a geleceğini telgrafla bildirmiş, eşyalarını Mehmet İsimli bir gençle göndermiştir. 127. Barla Lahikası: Sayfa: 117; Şualar, s. 604, 619, 619, Tarihçe-i Hayat; s. 287. 128. H.Ali Öztürk: Diyarbakır'ın Şehid Sahabileri, s:39. 129. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar, 2003, s.78 63 Bediüzzamana Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'ın evinde ayrılan oda ve Bediüzzamanın ölümünden 3 ay önce Diyarbakır'a gönderdiği eşyalarından sepeti Bediüzzaman bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü'nü kayıkla geçerek Barla'ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'an-ı Kerim 130 vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti. Bediüzzaman'ın bu sepeti son deminde yerleşmek istediği talebesi Mehmet Kayalar'ın medresesindedir. DİYARBAKIR'DA 541 (ilçeler dahil edildiğinde 885) SAHABE MEDFUNDUR 27 şehit sahabenin yattığı Hz. Süleyman camii 130. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279; Çağlar Avcı Sayı: 614, 11.09.2006 Aksiyon 64 Hz. Süleyman camii ve türbe Sahabe Abdurrahman Sultan Suca Sultan Sa'sa 65 Sahabe Mir Seyyaf Sahabe Malik Eşter(Malik Azur) DİYARBAKIR'IN FEDAKAR HİZMETKARLARI MEHMET ÖZYURT HOCA VE DİYARBAKIR ÖZYURDUNDA HEP “GARİP” YAŞADI TRAFIK KAZASINDA HAYATINI KAYBEDEN M E H M E T Ö Z Y U R T, U Z U N Y I L L A R GEÇMESİNE RAĞMEN İLİM, FEDAKÂRLIK, HİZMET AŞKI VE DİĞERGÂMLIĞI İLE HATIRLANIYOR. 1973 yılında gelmişti İzmir'e. Amacı Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarına girmekti. Sesine kasetlerden aşina olduğu hocası ile sabaha kadar süren bir sohbet yaptı o gece.. Hocası, "30 yıldır aradım, ancak buldum." diyerek teveccüh etti ona. Yıllar sonra ondan bahsederken de "Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakâr ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hi-kâyelerinin yazılması lazımdır." ifadelerini kullandı. Bu teveccühlere mazhar olan kişinin ismi Mehmet Özyurt. Bundan tam 18 yıl önce, 18 Eylül 1988'de geçirdiği bir trafik kazasında kaybetti hayatını. İlminin genişliğini tevazusuyla örtmüş, imanın giremediği sinelere bir nebze de olsun ışık yansıtabilmek için gecesini gündüzüne katmış Özyurt'un şehadet parmağı dışında her yeri yanmıştı o meşum kazada. Aradan yıllar geçti. O ise hâlâ hizmetleri ile yaşıyor şimdi. İLME VE İRFANA AŞIK BİR HİZMET ERİ Mehmet Özyurt, 1945'te Antakya'da dünyaya gelir. Altı yaşındayken hafızlık yapmaya başlar. Bir senede hıfzını tamamlar. O dönemde ailesi, tek odalı evlerinde kömür satarak geçimlerini sağıyordur. Daha küçük yaşlardayken, ilme ve irfana âşık 66 biridir. Hatta çıraklık için verildiği akrabalarının tuğla ocağından sık sık kaçar ve çoğu kez köy camiinde talebelerin arasında bulur kendini. Kitaplara düşkündür. Annesi, onu yerdeki pöstekide, okuduğu kitabın yanı başında uyurken bulur çoğu zaman. 10-11 yaşlarındayken Hasan Okuyucu Hocaefendi'nin yanında eğitime başlar. Burada Arapça öğrenip, dinî ilimlerde tahsil yapar. Ardından İskenderun Çay Mahallesi Camii'nde müezzinlik görevine başlar. 16 yaşındayken caminin imamı olur. Sesine soluğuna hayran olduğu Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kasetleriyle tanıştığı yıllardır bu dönem. En büyük isteği ise hocasını görmektir. Askere gidene kadar herhangi bir tahsili bulunmayan Mehmet Özyurt, çevresindekilerin teşvikiyle ilk, orta ve liseyi kısa sürede bitirir. Askerliğini Konya'da yapar. İzinlerinde, tanıştığı bir imamın camiinde sohbetler yapar, insanlara hak ve hakikati anlatır. Burada halk tarafından çok sevilir. Yıllar sonra bile Konya'ya gittiğinde eski dostları onu büyük bir sevgiyle karşılar. Askerlik dönüşü İskenderun'da Şükriye Hanım'la (1967) evlenir. Bu evliliğinden üçü erkek, ikisi kız toplam 5 evladı olur. İskenderun'da imamlık yaptığı bu yıllarda Mehmet Hoca, anne babası ile beraber kalıyordur. Evlerinin misafirsiz kaldığı gün sayısı çok azdır. Hayatının dönüm noktası ise Yüksek İslam Enstitüsü'ne gitmesidir. Sınavlar için tercihini İzmir'den yana kullanır. Amacı sesine aşina olduğu hocasını da görmektir. 1973 yılında girdiği sınavda birinci olur. Sınav için geldiği günün gecesinde, Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşür. HAPİSTEN SONRA AYAKLARINI GÖSTERMİYORDU Mehmet Özyurt Hoca, İzmir hayatına bir yıl Gütepe Camii'nde görev yaparak başlar. Sonra Bornova Büyük Camii'ne imam olarak tayin edilir. Aynı camiye 1976 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi vaiz olarak gelir. Caminin yakınlarında ev tutan Mehmet Özyurt, her cuma hanesinde Hocaefendi'nin vaazlarına gelen insanlara yemek verir. Eşi Şükriye Hanım o günleri şöyle anlatıyor: "Cami, evimize çok yakındı. Eve hoparlör çekildi. Kadınlar bizde toplanır, vaaz dinlerdi. Daha sonra şehir dışından gelen misafirlere evde yemek verirdik. Her cuma 40-50 kişinin yemek yediği olurdu. Tek bir maaşımız olmasına rağmen bize yeterdi." Bu süreç 1980 ihtilaline kadar devam eder. 1980-1983 yıllarında Bornova'da görev yapar. Şubat 1983'te asılsız bir iddia üzerine 28 gün arkadaşlarıyla birlikte cezaevinde kalır. Eşi, "Çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu." derken, hapishane arkadaşı Sami Çizginer, o günleri şöyle anlatıyor: "Medrese-i Yusufiye'de beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir seferinde koridorda karşılaşınca, ona 'Burada bulunmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?' diye sordum. Bana, 'Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.' dedi." Serbest bırakıldıktan sonra memuriyetine son verilir. O, ''Bunda da bir hayır var'' diyerek, gönüllere iman aşılamak için ailesiyle Diyarbakır'a gider. Orada soğuk karşılanmalarına rağmen, selam vermediği kişi kalmaz. Ailesiyle birlikte damdan 67 dönüştürme bir eve yerleşir. Eşyaları azdır. Şükriye Hanım'ın bileziklerini satarak geldikleri Diyarbakır'da, kıt kanaat geçinir. Teklif edilen yardımları da birisi hariç kabul etmez. Eşi bu durumu şöyle açıklıyor: "Diyarbakır'a gittikten sonra evimize bir yıl meyve girmedi. Bir tanıdık evimize meyve getirince Mehmet Hoca ona, 'Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Alışmışlardı. Şimdi tekrar isteyecekler.' dedi. Bu durum Hocaefendi'ye anlatılır. O da bir nebze olsun yardım edilmesini ister. Mehmet Hoca bunu öğrendiğinde çok üzüldü. Bir şey anlatmıyordu. Israr edince 'Ben Hz. Ebu Bekir gibi hizmet etmek istiyorum. Ücret almadan hizmet etmek istiyorum. Para aldıktan sonra bana ne faydası olur. Siz aç değilsiniz. Bir de Hz. Aişe validemizi görseydiniz. Sahabe annelerimizi görseydiniz ne yapardınız. Sadece lüksümüz yok.' dedi. Ama ısrar edilince kabul etti. Ama o parayla ne aldıysa evde misafirle yedi. 'Bu hizmetin parası. Tek başımıza yiyemeyiz.' diyordu. "Diyarbakır'da o zaman öğrenciye ev veren yoktur. Bir gece oturduğu evin eşyalarının bir kısmını alıp, olduğu gibi öğrencilere verir. Taşındığı birkaç evde de böyle yapar. Diyarbakır'da günlerinin büyük bir kısmını hizmet için evinden uzak geçiren Mehmet Özyurt'un eve geldiği gün sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordur. Evde kaldığı günlerde ise misafirin olmadığı gün yoktur. Evlilikleri boyunca baş başa çay içemediklerini söyleyen eşi, bir hatırasını şöyle anlatıyor: "İstanbul'dan dönmüştü. Erken geldi. 'Seni kimse gördü mü?' dedim. 'Ben kimseyi görmedim' dedi. Ben de, 'Bugün bizimle olacaksın. Gelen olursa daha dönmedi deriz.' dedim. Daha ben yemeği hazırlarken kapı çaldı. Çok sevdiğimiz Sakıp amcamız geldi. Onu sordu. Yok diyemedim. Ben sadece o var sandım. Ama gelen sadece o değildi. 10 kişiye yakın misafir vardı. Onları içeri buyur etti. Yemek yediler, gecenin geç saatlerine kadar sohbet oldu. Bir daha da baş başa çay içme fırsatı bulamadık." Mehmet Özyurt, Medrese-i Yusufiye'ye Diyarbakır'da da girer. Burada mahkûmlardan gardiyanlara kadar herkese hak ve hakikati anlatır. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Bulunduğu bölgede hizmetin hüsnükabul görmesi için neredeyse mesaisinin tamamını harcar. Eşi bir gün, "Beş çocuğun var, biraz onlarla ilgilen." dediğinde, "Onlarla da ilgilenen çıkar. Ama öte yandan ilgilenme bekleyen binlerce çocuk var." cevabını verir. Yılları hizmet aşkıyla geçen bu insanın vefatına bir ay kala farklı şeyler yaşanır. Hanımı da bu durumu sezer. Bu dönemde gördüğü bir rüyayı eşine bile anlatmaz. Sadece "Hocama anlatırım." diye konuşur. Eşi bir anlam çıkaramaz. Vefatı yaklaştıkça ondaki düşünce daha da artar. Son hafta herkesle ayrı ayrı ilgilenir, eş dost, akraba ziyaretleri yapar. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mehmet Hoca, dinlenmeden bu kez Van'a gider. Döndüğünde yorgun ve halsizdir. Eve geldiğinde eşi, "Ne zaman beraber olacağız?" deyince, "Dua et Allah ahirette nasip etsin." cevabını verir. ANCAK YANAR KÜL OLURSAK CENNETE GİRERİZ Sonra Urfa'ya gitmek için hazırlanmaya başlar. Evden çıkarken eşine şunları söyler: "Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yap arsın?" Eşi, bu konuşmalara bir anlam veremez o sırada. Sonra çocuklarını öper: 68 "Ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü." Mehmet Hoca, Urfa'dan Gaziantep'e gideceği günün gecesini Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca'yla birlikte geçirir. Sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlâs ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır. Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi." der. "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!" denilince, Mehmet Hoca'nın verdiği cevap şu olur: Ancak yanar kül olursak cennete gireriz. Sabah üç arabayla yola çıkılır. Urfa'yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Hoca önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyler. Ortadaki araca geçer. Kısa bir süre sonra içinde Mehmet Özyurt Hoca'nın da olduğu araba bir tankerle çarpışır. Yanan araçta Mehmet Hoca ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca da hayatını kaybeder. Şehadet parmağı dışında her yeri yanar. Daha sonra bu gönül insanı doğduğu yere gömülür. EŞİ ŞÜKRİYE HANIM: SECDEYE GİDERKEN SAPSARI KESİLİRDİ Diyarbakır'da evimize ekmeğin zor girdiği günlerdi. Öğrencilere yardım Diyarbakır'da azdı. İstanbul'dan 3 top kumaş gelmişti. Öğrencilerin kaldığı eve perde dikilecekti. Benim de bir namazlık eteğim yoktu. Kumaştan bir parça aldım. Komşuya diktirmesi için rica ettim. Mehmet Hoca öğrenince bana, "Allah'tan korkmadım mı, o hizmetin değil mi?" dedi. Ben de, 'Biz de hizmetin değil miyiz?' dedim. 'Kesinlikle olmaz. Sen arkadaşına telefon aç, onu sofra bezi yapsın. Dershaneye vereceğim.' dedi. Bu kadar hassastı. Hatta bir defasında eve pakette baklava geldi. Bir hafta açmadım. Bozuldu. O da 'niye açmadın' dediğinde 'Sen kızıyorsun' dedim.' Namaza durduğu vakit ben ona bakamazdım. Sanki ağlıyor gibiydi. Secdeye giderken sapsarı kesilirdi. Her namazı böyleydi. Geceleri çok az uyurdu. Teheccüdü hiç kaçırmazdı. 'Ben eşimle baş başa hiç çay içmedim. İstanbul'da aldığı porselen demlik ile iki tane çay bardağı vardı. Çay içmek nasip olmadı. Hâlâ duruyor. Son gün evden çıkarken bana 'Ben de o çayı içmeyi çok istedim. Allah belki burada içirseydi orada içirmeyecekti. Belki orada içeceğiz.' demişti. Diyarbakır'lılar Hocaefendinin öğrencisi ve yakın arkadaşı Mehmet Özyurt'u unutmamış vefalarını bir öğrenci yurduna ismini koyarak göstermişlerdir 69 MEHMET ÖZYURT VE DİYARBAKIR HATIRALARI Abdurrahim Yıldız'm anlattığı bir hatırada Mehmet Hoca'nın kimler için çile çektiğini daha iyi anlıyoruz: Diyarbakır eşrafından Hani ilçesi eski Belediye Başkanı Sıddık Berk Bey ile beraber köylerini, daha sonra da ilçesi olan Hani'yi ziyaret ettik. Bu zât Mehmet Hoca'nın hayranı mübarek bir insandı, ilçede herkes tarafından tanınır ve sevilirdi. Ehl-i kalp ve takva sahibiydi. Mehmet Hocama çok iltifat eder ve çokça destek olurdu. Onu ilçe halkına takdim eder ve eğitim-öğretim hizmetlerinden dolayı sitayişle bahsederdi. İlçeyi bir baştan bir başa gezdik, herkes kıyam ederek saygı gösteriyordu. Mehmet Hoca'nın simasından iyi bir insan olduğunu seziyorlardı. Buralarda terör belasının izleri çok açık bir şekilde görülmekte idi. Yakılan evler, virane hanlar, açıkta ve perişan insanlar Mehmet Hocamı çok duygulandırdı: "Buralara sahip çıkmak lazım, ömür vefa ederse, değişik vesilelerle ellerinden tutmak lazım. Yoksa terörü nasıl önleyebiliriz, kardeşliği nasıl tesis edebiliriz ki? Allah buralara zekâ nimetini his s edilebilir bir derecede ihsan etmiş. Bu zeki çocuklara sahip olmazsak, başkaları onlara bâtılı hak olarak takdim edecek ve kabul ettirecek, nifak tohumları yeşertecek. Böylece içinden çıkılmaz kardeş kavgaları meydana gelecektir." demişti." Herkesle H e m d e m idi. Mehmet Hocamla 1979 yılında İzmir Bornova'da tanışmıştım. Ondan sonra belli aralıklarla görüştüm. Kendisinin Diyarbakır'da bulunduğu dönemde ben de Konya'da üniversite okuyordum. Diyarbakır'daki gayretli çalışmalarını hep duyuyorduk. 1992 yılında ben de Diyarbakır'a gelrniştim. işim icabı çevredeki birçok ile gidip geliyordum. Mehmet Özyurt Hocamın bizim buralara geldiğirniz dönemlerden çok önce, sanki buralarda Hızır misali dolaştığını müşahade ettim. Mardin-Midyat'a gittim. "Oralarda bir tanıdık dostumuz var mı?" diye sorduğumda bir eczacının ismini verdiler. Aradım ve o eczaneyi buldum. Sahibiyle tanıştıktan sonra bana: "Sana birini soracağım, acaba tanıyor musun?" dedi. Ben de "Buyurun kimmiş o?" diye cevap verdim. "Bir zaman buralara Mehmet Hoca diye biri gelirdi. O şimdi gelmez oldu. Şimdi nerede acaba?" diye sordu. Ben de "Mehmet Hocamı mı soruyorsunuz? O şimdi sevdikleriyle birlikte." diye cevap verdim. Şehit olduğu haberi, onlara henüz ulaşmamıştı. Yıllar geçmesine rağmen insanlar hâlâ onun gelmesini bekliyorlar. Mehmet Hocam Güneydoğu'da hemen her yere birçok kez gitmiş, derdini, gayesini anlatmış, ayak basmadık bir yer bırakmamış. Siz Şimdiye Kadar Allah'a Ne Verdiniz? Onu andıkça gözleri parlıyor Abdurrahim Yıldız'in: Bir gün, Mardin'de ağa ve aşiretleri ziyaret ediyorduk. Bahardı ve yağmurlar çok az yağmış, ekinler tehlikeye girmişti. O civarın bilinen ağalarından Şakir Duyan'ın evine gittik. Orada, Mehmet Özyurt Hocamı onlara tanıttım. Çok mübarek bir insan olduğunu, duasının makbul olduğunu beyan ettim. Şakir Ağa fırsattan istifade "Hocam ekinlerimiz kurumak üzere, Allah'a dua et bize yağmur göndersin, yoksa hâlimiz berbattır." dedi. Mehmet Hocam Şakir Ağa'ya hiç beklemediği şu cevabı verdi: "Siz şimdiye kadar Allah'a ne verdiniz veya O'nun için ne yaptınız? Bir Hızır Gibi Gezmiş Uğramadığı yer kalmamış. Şahideri o kadar çok ki... İşte Âdem Bey'in anlattıkları: 1992'den sonra Diyarbakır'da beraber olmak nasip oldu. Diyarbakır ve 70 havalisinin sokaklarını ve köylerini gezerken gittiğimiz yerler arasında; "Mehmet Hoca buralara uğramıştı.' sözünü duymadığımız yer yok gibiydi. Gezdiği bu yerlerde bir Hızır gibi gezmiş, güleryüz ve tatlı diliyle çok gönüller fethetmiş, onların Cenab-ı Hak'la ve Efendimiz'le (sallallahu aleyhi ve sellem) tanışmalarına vesile olmuş. Hizmet-i imaniye ve Kur'âniye'nin lâtif ve gülen veçhesini güzel temsil etmişti.131 Diyarbakır'da hizmetin ilk vefakarlarına örnekler SakıpAyhan Mevlüthan Mustafa Sakıp Ayhan ağabeyimiz Diyarbakır'da tarihe temel olmuş, hizmetlerde öncülük yapmış bir kişidir. Diyarbakırda hizmette ilk mütevelli olarak rahmetli Mehmet Özyurt, rahmetli Sıddık Berk ve Allah uzun ömürler versin Sakıp Ayhan ve Mevlüthan Mustafa vardı. Bediüzzaman Hazretleri'nin Vefatı ve Bediüzzaman'ın cenaze töreni Kaynak: Aksiyon.15 Haziran 1960'da - Hür adam gazetesinde yayınlanmıştır. 131. Ahmed Özer, Mechul bir kahraman, Mehmet Özyurt, 2.Baskı, 2008. 71 Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı Üstad Bediüzzaman vefat etmeden önce 1960'da Isparta'da iken iki şehre gitmek istediğini talebelerine söylemişti. Bu şehirlerden biri Diyarbakır, diğeri Urfa idi. Üstad Bediüzzaman yalnızca Urfa'ya gidebildi ve orada vefat etti. 132 Bediüzzaman hazretleri ölmeden 3 ay öncesinde Diyarbakır'a yerleşmeye karar verir. Eşyalarını (27. mektubun olduğu bavul ve hasır sepet) gönderir. Fiskayasındaki medresenin üçüncü katı Bediüzzaman için hazırlanır. Bavul şu an Mehmet Kayalar'ın akrabasındadır. Hasır sepet ise belirtilen medresenin üçüncü katındadır. Ölümünden 15 gün önce Mehmet Kayalar'a 'Mehmet bey sine-i pakinize avdet ediyorum' şeklinde telgraf çeker. Bu bilgileri teyid için şu satırlara bakalım: “Üstad hazretleri vefatından üç ay evvel bu otuz üç Hadis-i Nebevi'yi Arapça metin olarak ve şahsına ait özel kitapları, yazı eşyaları ve hiç neşredilmemiş olan 27. Mektub'u bir bavul içinde Diyarbakır'a göndererek…” 133 Mehmet Kayalar'ın şu an 80 yaşın üzerinde olan Diyarbakır'daki iki talebesi Hüseyin Bozkurt ve Mehmet Kuşaslan bu bavulu Mehmet isimli bir gencin getirdiğini, Bediüzzamanın bu genci Mehmet Kayalar'a hizmet etmek için de gönderdiğini ifade etmiştir. Bediüzzaman vefat edince bu genç de ayrılmıştır. Bediüzzaman'ın ölümünden 3 ay önce Diyarbakır'a gönderdiği eşyalarından sepeti Takvim 19 Mart 1960 cumartesi gününü gösteriyordu. Bayram Yüksel ağabey diyor “ ... Evet gideceğiz. Üstadım. Nereye gideceğiz, dedim. Urfa - Diyarbekir dedi.134 132. Barla Lahikası,2006.s.590; Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, Söz Basın yay. İstanbul, s.976; Emirdağ Lahikası, Söz Basın yay.İst.2006, s.738 133. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar isimli 2003 senesinde basılan kitap s.12. 134. Abdülkadir Badıllı, Tarihçe-i Hayatı, 1998, 3/2129,2174; Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi, Etkleşim yayınları, 2006, s.418; Mary F.Welt, Bediüzzaman Said Nursi, Etkileşim yayınları, 2006.s.418. 72 Urfa yoluyla Diyarbakır'a yolculuk: “Zübeyir ağabey diyor ki: İkinci gün Üstad arabayı hazırlayın gidiyoruz dedi. Bizler telaşlandık. Çünkü 15 gün mecburi ikametgâhı vardı. Takip ederler dedim. Araba arızalı dedim. Üstad yine heyecanla ve ısrarla 'acele tamir edin veya başka bir araba bulun yarın Diyarbakır'a hareket etmek lazım'. Bizler baktık Üstad çok heyecanlı ve azim içinde mecburen arabayı hazırladık. Sabah erken Üstad, 'Mehmet beye telgraf çekin, Mehmet bey sine-i pakinize avdet ediyorum beni karşılayın' dedi. Bunun üzerine Diyarbakır'da medreseye kadar yol açıldı. Mehmet Kayalar'ın özel odası Bediüzzaman hazretlerine ayrıldı Arabayı hazırladık. Üstad binince Ceylan'a 'Diyarbakır'a kadar istasyonlarda ihtiyaç haricinde durma ve polisin işaret ve müdahalelerine uyma' dedi. Zübeyir ağabey diyor ki; Yola çıktık hiçbir engel yok. Fakat Üstad hastalandı. Adana'ya geldiğimizde Üstad ağırlaştı. Adana'yı geçtik. Üstad çok ağır hasta Urfa'ya otele zor indik. Ankara, Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca Urfa valisine telgrafla derhal yola çıkarın talimatını verdi. Urfa valisi, efendim ağır hasta, komada demesine rağmen Namık Gedik, hiç dinlemeden 'hasta veya ölüsünü yola çıkarın ve bana bildirin ' dedi. Arkasından Üstad vefat etti”135 Necmeddin Şahiner'in Son Şahitler isimli kitabında çok detaylı anlattığı Merhum Diyarbakır'daki Asaf Gördük ağabeyi dinleyelim. 'Üstadımızın Şanlıurfa'dan da Diyarbakır'a geleceği söyleniyordu. Bu nedenle onu karşılamak üzere Diyarbakır'dan bir otöbüs dolusu Nur talebesi ile Şanlıurfa'ya doğru yola çıktık.. Şanlıurfa'ya ulaştık. Cennetmekân Üstad'ın yeşil örtülü cenazesi camide, etrafında Kur'an okuyan yüzlerce hafızın ortasında bulunuyordu. Diyarbakır'a teşrifi kısmet olamamış, rahmet-i Rahman'a kavuşmuştu… Kırk üç yıl sonra (Bu yıl 2007) dahi bu hatıraları tarihe mal etmekle mütevazı bir hizmeti yerine getirmiş buluyorum.136 Vefatından Sonra Diyarbekir Müftüsü de, Diyarbekir Ulu Camii'nde büyük bir cemaatle Üstad'ın gıyabi cenaze namaza kıldırmış.137 Müftü Halil efendi risale hayranıydı. O zamanın müftüsü Halil Efendi 'ben risale-i nur'dan bir satır okuduğumda iki saat tefekkür ediyorum. Bu gençler çok hızlı okuyorlar. Bunların büyükleri gelse de bize bunları anlatsa' (kaynak: Mevlüt Mergen) 135. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar isimli 2003 senesinde basılan kitap s.116 ve mülakat (Not. Yukarıdakiler Şerif Nazlıcan'a Zübeyir ve Ceylan ağabeylerin anlatımıdır) 136. N. Şahiner. Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı..6/127. 137. Abdülkadir Badıllı Tarihçe-i Hayatı, 1998, 3/2129, 2174. 73 Şeyh Muhammed şerif el-Arabkendî (tanrıkulu) Şeyh Muhammed, 1911 yılında Diyarbakır'ın Bismil ilçesine bağlı Arabkent (Bayındır) köyünde dünyaya geldi. Seyyid olduğu halk arasında yaygın olarak bilinmektedir.138 Bediüzzaman'ın vefatı sıralarıydı. Arabkendi caminin balkonundan havaya bakıyordu. Ufuklar karardı, her taraf dumanlı ve gökyüzü simsiyah bulutlarla kaplıydı. Arabkendi'Allah muhafaza buyursun. Böyle bir hava Hz. Hüseyin (r.a.) şehid edildiği günde görülmüştür. Bu hava büyük bir musibetin habercisi olabilir. İkinci gün öğleden sonra üstad Said-i Nursi'nin vafatı haberi kendilerine ulaşınca çok üzüldü. Mübarek ruhuna fatiha okuyup dua ettikten sonra şöyle konuştu'Büyük bir zat olduğunu biliyordum, ancak bu derece yüksek bir seviyede olduğunu düşünememiştim. Baştan beri bu kadar büyük bir insan olduğunu bilseydim, mutlaka onu ziyaret ederdim' 'Bediüzzaman (ks) hakkında söylediği başka bir sözü de şöyledir. Arabkendi, Bitlis'in Nurşin köyünden Seydaların ziyaretinden dönüyordu. Batmana varınca merhum Molla Fahrettin'i ziyaret etti. Sohbet esnasında Üstad(ks)'tan söz edildi. Molla Fahrettin:'Yollar aynıdır' dedi. Yani yaptığımız hizmetlerle onun hizmetleri arasında önemli bir fark yok demek istedi'.Arabkendi'Hayır buna katılmıyorum. Onun yolu bizimkinden farklıdır. O,iman için mücadele veriyor. Çünkü onun kaldığı çevrede yaşayan insanların çoğu İslam ilkelerini ya önemsemiyor veya inkâr ediyor. Üstad hazretleri de, bu tür insanlara imanı sevdirme mücadelesi veriyor. Bizim ise, çevremizde yaşayanların tümü inana kişilerdir. Ancak ahlaki yönde eksiklikleri vardır. Bizimle onun hizmetleri arasındaki fark budur.139 Üstad Bediüzzaman vefat etmeden önce 1960'da Isparta'da iken, iki şehre gitmek istediğini talebelerine söylemişti. Bu şehirlerden biri Diyarbakır, diğeri Urfa idi. Üstad Bediüzzaman yalnızca Urfa'ya gidebildi ve orada vefat etti.140 Bediüzzamanı ziyaret eden Diyarbakırlılardan birisi de 1923 doğumlu Muhammed Can'dır. 50 yıldır Diyarbakır Ulu caminin müdavimidir.1946 yılında İstanbul'da gözetim altında olan Bediüzzaman'ın elini öper. Bediüzzaman, istikametinin devam etmesi üzerine dua eder. Bediüzzaman vefat ettiği gece bir rüya gördüm. Sabah namazına yakın rüyada tüm Asuman siyah levhalarla kaplanmış, ortasında sarı renkle 'SAİD,SAİD,SAİD 'yazılıydı. Birden bağırarak uyandım. Kaynanam ne oldu dediyse de anlatmadım. Sabah daireye gittim belediyede muhasebe memuruydum. Sabahtan beri sıkıntılıydım. Bir şey olmuştu, ama ben de bilmiyordum. Saat 9-10'da Vanlı biri geldi. Bediuzzaman bu sabaha karşı vefat etmiş dedi. 'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun….’ Şerif Nazlıcan anlatıyor Zübeyir ağabey diyor ki “İkinci gün sabah Üstad arabayı hazırlayın gidiyoruz' dedi. Bizler telaşlandık. Çünkü daha 15 gün mecburi ikametgâhı vardı. Takip ederler dedim. Araba arızalı dedim. Üstad yine heyecanla ve ısrarla 'acele tamir edin veya başka bir araba bulun yarın Diyarbakır'a hareket etmek lazım.' Bizler baktık Üstad çok heyecanlı ve azim içinde mecburen arabayı hazırladık. Sabah erken Üstad, 'Mehmet Beye telgraf çekin, Mehmet bey sinenize avdet ediyorum beni karşıla138. www.salihekinci.com; Eroğlu MŞ, Arabkendi, Kent yay.İstanbul 2004, s.30. 139. Eroğlu MŞ: Arabkendi, Kent yay. İstanbul, 2004 s.85. 139. http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage.php?s=article&aid=2107. 74 yın' dedi. Arabayı hazırladık Üstad binince Ceylan'a 'Diyarbakır'a kadar istasyonlarda ihtiyaç haricinde durma ve polisin işaret ve müdahalelerine uyma' dedi. Zübeyir ağabey diyor ki; “Yola çıktık hiçbir engel yok. Fakat Üstad hastalandı. Adana'ya geldiğimizde Üstad ağırlaştı. Adana'yı geçtik Üstad çok ağır hasta Urfa'ya otele zor indik. Ankara, Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca Urfa valisine telgrafla derhal yola çıkarın tâlimatını verdi. Urfa valisi, 'efendim ağır hasta, komada' demesine rağmen Namık Gedik hiç dinlemeden 'hasta veya ölüsünü yola çıkarın ve bana bildirin' dedi. Arkasından Üstad vefat etti.” Mehmet Kayalar Ağabey de vefat haberini alınca Urfa'ya gitti. Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar Bediüzzamanın Diyarbakır'a yerleşmek üzere geleceğini ifade eden ve daha önce bavul ve sepetini gönderdiğini ifade eden Hüseyin Bozkurt ve yanında Bediüzzaman'ın sepeti: Bediüzzaman'a Diyarbakır'da ikameti için ayrılan oda, içinde talebesi İrfan Haspolatlı ve Bediüzzaman'ın sepeti Bediüzzaman'ın Diyarbakır'a gönderdiği bavulda şahsi kitapları vardır. Ancak neşir için gönderdiği mektup ve risaleler de el yazılı olarak vardır. Bavul'dan Bedizüzzamanın talebeleri Mehmet Kayalara ve yine Bediüzzaman'ın talebesi Şerif Nazlıcan'a ondan da emekli imam Halit Akboz'a intikal eden Bediüzzaman'a ait mektup ve kitapların ilk sayfaları. Aşağıdadır. Bu belgeler aynı zamanda Bediüzzaman'ın ömrünün son durağı olarak Diyarbakır'ı seçtiği, ancak ulaşmaya yetemediği durumu gösteren belgelerdir. Önce mektubun Türkçeye çevrilmiş halini verelim: Bismihi subhanehu Aziz sıdık kardaşlarımız Size Arabî risalelerden katreyi gönderiyoruz. Bu teyyareci Muhammed kardeşimizin Diyarbekire götürmek üzre götürdüğü Arabî risalelerin arasına girecek İnşaalah ciltlenmemiştir. Yeri “Hatemetü hazel mebhas”' başlıklı risalelerden evveldir. Hepinize binler selam ve hürmetler eder hizmetleriniz tebrik ediyoruz. Elbaki hüvelbaki Kardeşiniz (Bediüzzaman) Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram. 75 Bediüzzaman'a Ait Mektuplar Bediüzzamanın Bir Talebesi Olan Asaf Gördük 76 Bediüzzamanın talebesi Hz.Abbas soyundan bir büyüğümüzle (Asaf Gördük) röportaj yaptık.. Bediüzzaman seyyiddir Bediüzzaman kerametle ziyarete gelen Asaf Gördük emmizademdir, Abbasidir demiş, evin anahtarını verin istediği zaman gelsin demiştir 3 defa Bediüzzamanı ziyaret eden Asaf bey Bediüzzamanın kesinlikle Diyarbakır'a geleceğini, kendilerinin de onu karşılamak üzere Urfaya gittiklerini ifade etti. Cenazeyi taşırken ki resmini de aldık. Bediüzzamanın vefatı ve Diyarbakır Diyarbakır'ın meşhur tarihçisi ve o zamanın gazetecisi Abdüssettar Hayati Avşar o günü 'Ümmid' gazetesinde anlatıyor. 23 Mart 1960 günü Urfa'dan gelen acı, Diyarbakır hareketlenir. Caddelerde, sokaklarda, evlerde hüzünlü bir telaş vardır. Diyarbekir-Urfa yolu araçlardan oluşan yoğun bir trafiğe sahiptir. Urfa'da vefat ettiği haberi şehrimizde büyük bir hüzün havası yaratmıştır. Elim haber bir yıldırım süratiyle yayılmış dindaşlarımızın çoğu evlerine dahi haber vermeden cenaze namazında bulunmak üzere taksi ve otobüslerle Urfa'ya hareket etmişlerdir.141 24 Mart 1960 Tarihli Diyarbakır'da yayınlanan Ümmid Gazetesi 141. Z.Kırmızı, Amid-i Nur, Büyükşehir belediye yayınları, .2009 s.124. 77 Hani'li Seyyid şeyh Mustafa Çit anlatıyor.' Bediüzzaman'ın manevi derecesi bana rüyada gösterildi, ona muhabbetim çok arttı. Ölüm haberini alır almaz,Diyarbakırlı bir grup Doğan Körfez seyahatten bir otobüs kiraladık, Urfa'ya cenazesinin yıkanmasına yetiştik. Ben milleti yararak cenazesine vardım. Ayak topuklarını öptüm. O sırada orada olan Elazığ müftüsü molla Halil, sofular ayak öpülmez dedi. Ben de bu ayak öpülür dedim. Millet ses etmedi. Cenazesini gömmeye gittik. Cenazenin önünde yeşil renkte cübbe ve sarığı olan, boynunda tesbihi bulunan siyah sakallı ,uzun boylu 12 kişi vardı. Bu garip kıyafetli insanlar tuhafıma gitmişti.Bu 12 kişiyi benim dışımda beş kişi daha görmüştü. Cenazeyi defnettikten sonra cemaate bu 12 kişi ne oldu ,dedim. Cemaat biz böyle kimseleri görmedik dedi.Ben de içimden acaba bu 12 kişi ,12 imam mı dedim' (Kaynak:Torunu seyyid Sait Çil) ESAT CEMİLOĞLU VE BEDİÜZZZAMAN HATIRASI (Esat Cemiloğlu 7 yaşındayken Bediüzzaman Diyarbakır'da evlerinde misafir olmuştur. Daha sonra Esat beyin başka bir hatırası ha dolmuştır) Esat cemiloğluyla YeniAsya gezetesinin yaptığı röportaj Yeni Asya Gazetesinde Röportajı 78 YeniAsya gazetesinde röportajı Esat Cemiloğlu yukarıdaki röportajında Bediüzzaman hazretlerinin Ulu camide vaaz verdiğini ve Mesudiye medresesine gittiğini ifade etmektedir. Bediüzzamanın Diyarbakırda gittiği Mesudiye medresesi Mesudiye medresesi: Ulu Camii'nin kuzeyinde ve camiye bitişik olan Mesudiye Medresesi. Diyarbakır'da yapılan ilk büyük medresedir. Bu medresede astronomi, tıp, fizik, matematik, biyoloji, kimya, ilahiyat, edebiyat ve felsefe gibi dersler öğretilmiştir. Ayrıca bilim adamları burada çeşitli konularda birbirleri ile tartışmışlardır.142 142. Dr. Hüseyin Yalçınkaya, Mesudiye medresesi. DÜTF. Dergisi 13(1-4).153-156,1986. 79 Bediüzzaman'ın vaaz u nasihat ettiği Ulu Camii- (Kaynak E.Cemiloğlu) Esad Cemiloğlu Diyarbakır'da Cemiloğlu ailesindendir.1910 yılında Bediüzzaman hazretleri Cemiloğlu konağında 1 hafta misafir kaldı. O zamanlar 10 yaşında olan Esad beyin anlattığına göre''Bizim evde iken bir gün beni kucağına aldı ve bana bir dua ezberletti. O günden sonra her evden çıktığımda o dua'yı üç defa okurum.90 yaşındayım hala okumaktayım. Hayatım boyunca başıma birçok olay geldi. Kanaatim odur ki başıma gelen bunca hadiseden sonra yaşıyorsam ve hayatta kaldıysam; üstadın bana öğrettiği o dua bereketiyle yaşıyorum ve hayattayım'demişti. İki profesör öğretim üyesine E. Cemiloğlunun verdiği ve Bediüzzaman'ın öğrettiği dua:143 “ALLAHÜMME LA TÜŞMİT. ADAİ VE BİDAİ VEC'ALİL KURANİL AZİM. ŞİFAİ VE DEVAİ VE ENEL ALİLU VE ENTEL MÜDAVİ.” Kadri Cemilpaşa ve Beziüzzaman 16-17 yaşında İstanbul'a okumağa gittiğimde.. tatil günleri mektepten çıkıp Diyarbekir'li hemşehrilerin toplandığı Erganili Abdullah Çavuş'un kahvesinde hemşehriler arasında vakit geçirmek alışkanlığında idik. Bahusus Nur talebeleri üstadı Molla said'in babayiğit tavrı ile Kürtlere mahsus giydiği şal u şepik elbisesi ve koloz desmalı ile başı yükseklerde dolaşmasını temaşadan pek çok zevklenirdim. Kadri Cemilpaşa (1.Dünya savaşı sırasında) (144) 143. N.Şahiner, Bediüzzaman Hizmetinde Diyarbakırlılar, Son Şahitler, 1/ 257. 144. Malmisanj.Diyarbakir'li Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği.Avesta yay.İst.2004.s.94-95 80 Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi Barla Lâhikası'nda mektubu ve şiiri bulunan Nazuhizade Şeyh Mehmet Balkır'Burada Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi isimli bir zat devamlı hizmetini görürdü.' Demektedir. BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN Tarihte Güneydoğu Terminolojisinin Karşılığı Bölge Osmanlı'ya bağlandıktan sonra kurulan Diyarbekir Vilayeti bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli beylere verildi. Osmanlı'nın idaresinde en büyük birim vilayet idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadoluyu içine alıyordu.145 Bediüzzaman 'Bütün Şarkın kendisinin manen talebesi olduğunu ifade etmiştir.146 Güneydoğu ve Eğitim Hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış bir zatın görüşleri 1990'lı yıllarda, hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış bir zatın ziyaretine gitmiştik. Güneydoğu'nun dertlerini ele alarak Bediüzzaman Hazretleri'nin ileri sürdüğü çarelerden bilhassa eğitim konusu ile ilgili ileri sürdüğü tekliflerden bahsettik... O da bize “Gerçekten çağları delen fikirler!..” dedi.147 Bediüzamanın teklif ettiği müspet ilimler din eksenlidir. "Aklın ziyası Fünûn-u medeniyedir, kalbin ziyası ulûm-u diniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder ve talebenin himmeti de pervaz eder" der. Ben vilayat-ı şarkiyede aşîretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünün-u cedîde-i medeniye ile olacak Tarihçe-i Hayat, Sayfa 62 Bediüzzamanın 2.Abdulhamit'e isteklerini içeren dilekçe El-Ezher Üniversitesine mukabil Diyarbakır, Van ve Bitlis'te kurulacak Medresetül Zehra diye adlandırdığı bir üniversite projesini kafasında oluşturur. Ve 1907'de İstanbul'a gider. Burada 2.Abdulhamit'e isteklerini içeren bir dilekçe sunar. 2.Abdülhamit'e yazdığı dilekçenin metni dönemin Şark ve Kürdistan adlı gazetesinin birinci sayısında şöyle yayınlanır: 145. M.Akyol, Köprü, sayı: 98 s. 34, 2007. 146. N.Şahiner.Son Şahitler.Nesil yay.17.bask,.3/305. 147. Abdullah Aymaz. Ailem. S. 196. 81 “Şu medeniyet dünyasında ve bu ilerleme ve yarış çağında diğer arkadaşları gibi Kürtlerin de ilerlemeye ayak uydurabilmesi için hükümetin yardımı ile Kürdistan'ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçe'yi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçe'yi bilmeyen Kürt çocukları ise, medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor. Aynı zamanda halkın devamlı olarak vahşet ve taklitte yerinde sayması, sürekli olarak vehim ve şüphelerin etkisi altında kalmalarına sebep oluyor. Eskiden her yönden Kürtlerden geri olanlar bugün onların hala yerinde saymalarından dolayı çeşitli şekillerde istifade etmektedirler. Bu ise, biraz olsun hamiyet duygusu taşıyanları düşündürür. Bu üç nokta, Kürtler için gelecekte korkunç bir darbe hazırlıyor gibi ileri görüşlü olan kimseleri yaralamıştır. Bunun çaresi, örnek olacak şekilde bu konuda teşvik ve rağbete öncülük yapması için Kürdistan'ın farklı yerlerinde yeni medreselerin açılması ve bir kısım medreselerin de canlandırılması, Kürdistan'ın maddi ve manevi olarak geleceğinin garanti edilmesi açısından önemlidir. Bunun ile eğitimin temelleri atılmış olur. İşte o zaman herkesten çok adalete muhtaç ve medeni olmaya müsait olan Kürtler fıtri cevherlerini göstereceklerdir.” ( Mizgin dergisinden alıntı) Bediüzzaman'ın bu isteği yerine gelmese de Abdülhamit için iyi düşünmektedir.'Her ne kadar onun, Yıldız'daki sarayını bir üniversite haline getirmesini istemişsem de, oranın bir ilim meclisi yapılmasını arzu etmişsem de, bu şefkatli sultana karşı her ne kadar ben biraz şiddetli lafızlarla hitap etmişsem de, o mübarek ve veli bir padişahtır' demiştir.148 1908 yılında İstanbul'da direnişe geçen 40.000 güneydoğulu hamala Padişah nasihat etmesi için padişah Bediüzzaman'dan ricada bulunur. Tercüme olarak bu nasihatı veriyorum: Bediüzzaman Said-i Kürdi hocanın nasihatları: Ey kürt halkı ittifakta kuvvet, ittaihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette selamet vardır. İttihat ipine kuvvetli muhabetle tutunun ki sizi belalardan kurtarsın. Kulaklarınızı iyice verin. Ben size bir şey söyleyeceğim: Siz bilin ki bizim üç cevherimiz vardır. Bizden korunmalarını istiyorlar. Biri İslamiyettir. Bunun için binlerce şehit kanını pahalıya vermişler. İkincisi insaniyettir ki halkın hizmet ehli civanmert ve insanlığını dünyaya göstersin Üçüncüsü milliyetimiz bize meziyeti vermiştir. Önce siz kendinizi iyi yapın. Biz kendi çalışmamızla kendi milliyetimizi koruyarak geçmişlerimizin ruhlarını kabirlerinde şadedin. Bundan sonra bizi yıkan üç düşmanımız var: Biri fakirliktir, 40.000 İstanbul hamalı buna delildir. İkincisi cehalet ve okumamazlıktır. Bizden binde biri gazete okuyamaması buna delildir. Üçüncüsü düşmanlık ve ihtilaftır. Düşmanlık kuvvetimizi dağıtıyor. İnsafsız zulmeden hükümetin terbiyesine bizi müstak ediyor. Eğer siz bunu işittinizse çaremiz budur ki üç elmas kılıcı elinizde tutunTa ki biz bu üç cevherimizi elimizden düşürmeyelim. 3 düşmanımızı üzerimizden uzak tutalım. Birincisi kılıçtır. Bu bilim ve okumadır. İkincisi ittifak ve 148. N.Şahiner, Son Şahitler,Nesil yay.17.baskı..6/16. 82 muhabbettir. Üçüncüsü o insan ki kendi mücadelesini nefsiyle yapsın ve sefiller gibi başkasının gücünden yardım istemesini, sırtını onlara dayamasın. En son vasiyet okuma, okuma, okuma, birleşme, birleşme, birleşme.149 Bediüzzamanın öğretmenlere bakışı Bediüzzaman 'Öğretmenler ziyarete geldiğinde çok fazla alakadar olurdu. Şu zamanın dindar bir öğretmenine, eski zamanın velileri nazarıyla bakıyorum, derdi'150. Güneydoğu ve Kan davaları ve aşiret kavgaları Bölgede maalesef dinimizin yasaklamasına rağmen kan davaları devam etmektedir. Bu sorunu bölgede ombudsmanlar çözmektedir. Ombudsmanların piri olarak Bediüzzaman görülmektedir. Bediüzzaman Said Nursi, (Ertoşi) Aşireti'nin geçmişinde önemli bir yere sahip. İskender Ertuş'un dedesinin kan davasını Üstad Bediüzzaman çözüyor. Siverekte barışa kendi aşireti içindeki husumetleri gidermekle başlayan İskender Ertuş, çağdışı ve insanlığın asla kabul etmeyeceği kan davalarının sona erdirilmesi için kendine, doğunun en büyük âlimi olarak nitelendirdiği Bediüzzaman Said Nursi'yi rehber edindiğini söylüyor. Ertuş'a göre, Said Nursi bölgedeki barışa büyük katkı sağladı. Kan davalarını çözdü.151 Bediüzzaman kavgalı aşiretleri barıştırmada arabuculuk etmiştir. Hatta hükümetin barıştıramadığı Keravi aşiret reisi Şükrü ağa ile Miran reisi Mustafa paşayı barıştırmıştır.152 Güneydoğu'da Ağalık Sistemi Said-i Nursi, bölge genelinde yaptığı seyahatler sırasında, Diyarbakır'dan Urfa'ya gitmiş; hemen ardından Urfa'nın çevresindeki bazı bölgeleri ziyaret ettikten sonra tekrar Urfa'ya dönmüştü. Bu esnada bir gün Yusuf Paşa camiinin bahçesinde toplanan büyük bir topluluğa hitap etti. Konuşmasında yaptığı ziyaretler sırasında bir 149. Çavkani:Kürt Tevün ve Terakki gazetesi.İstanbul,no:1.Teşrinisani 1324/11Zilka'de 326(1908), r:7.www.haberdiyarbakir.com) 150. Halit Ertuğrul: Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti. Nesil yay.2006.s.214 151. Aksiyon, s.570. 152. Mustafa Süzen, Bediüzzaman'ın üç, Tarihçe-i Hayat, Ankara 2000, s.41. 83 çiftçiyle aralarında geçen diyaloğu aktardı. Said-i Nursi, çiftçiye o beldedeki ziraatin durumunu sormuştu. Çiftçi kendisine ' Ağamız (veya aşiret reisi) bilir, cevabını verdi. Ardından çiftçiye hangi soruyu yöneltmişse, hep aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Said-i Nursi ona 'Ben de senin ağanın cebinde olan aklınla konuşurum.' dedi. Ardından ona, her şeyi ağaya havale etmemesini, müteşebbis olmasını, köyün meselelerinden haberdar olması gerektiğini anlattı. Bu örnekten sonra Bediüzzaman kendisini dinleyen kalabalığa, aynı doğrultuda vaaz ve nasihatlerde bulundu.' Bediüzzaman ağa ve beylerin yeni düzende milletin ve insanların hizmetçisi olması gerektiğini ifade eder.'Ey Kürtler. Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi eğer kuvvete istinat ile kılınçları keskin ise bizzarure düşecektirler. Hem de müstahaktırlar. Eğer akla istinat ile cebir yerine, muhabbeti isti'mal ve hissiyatı efkâra tabi 'ise, o düşmeyecek belki yükselecektir.'153 Güneydoğu ve Demokrasi Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi: "Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakîki adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakkî ediniz, muhafazasına çalışınız. Zîra dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz. " Her yerden bu telgrafların cevabı müsbet ve güzel olarak geldi.154 Bediüüzzaman 'İstibdat tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinat ile cebirdir'.'Hürriyet imanın hassasısıdır' 'Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.'155 Bediüzzaman cumhuriyetçilere hürmetli idi. Eskişehir mahkemesinde benden sordular ki: 'Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?' Ben de dedim: 'Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.'156 Bediüzzaman 'Hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir'demektedir.157 Evvel şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim.158 Bediüzzaman bölgenin demokratik hale gelmesine fiilen de katılmıştır. Said-i Nursi 1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa'yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre'ye giden ve burada bir müddet kalmıştır. Mustafa paşa Bediüzzman'ın cesurca nasihatlerine uymuş, namaza başlamıştır.159 Bediüzzaman resiscumhur seçilirken, resicumhura bir şey söylemek ister, çev153. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.1201-121. 154. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 56. 155. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.118-119. 156. http://arastiralim.com. 157. Tarihçe-i Hayat. İstanbul 1998, s. 204. 158. Divan-ı Harb-i Örfi, Sayfa 87. 159. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman'ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 28; Mahmut Açıl: Üstad'la Hasbihal, Şahdamar yay. 2006, s.53 84 redekiler engellemek ister. Reiscumhura, 'Paşa' Buyurun bir emriniz mi var' dedi. 'Halim ol, selim ol, refik ol, şefik ol' işte söyleyeceğim budur. Paşa teşekkür etti ve kapıya kadar uğurladı.160 Eski Bir Diyarbekir Evinde Bayrak Türk'e Kılıç Çektirmem Şeyh Said destek istediğinde, Said Nursi şöyle demişti: "Türk milleti asırlarca İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Onlara karşı kılıç çekilmesine izin vermem.. İsyan hazırlıkları vardı. Günün birinde Kürt aşiret ağalarından, zamanında İkinci Abdülhamid'in kurduğu Hamidiye Alayları'nda görev yapmış olan Kör Hüseyin Paşa kapısını çaldı. "TÜRK İLE KÜRT KARDEŞTİR." Said Nursi'ye para getirmişti. "Adamlar ve silahlar hazır; emrini bekliyoruz" diyordu. Niçin? "Mustafa Kemal ile savaşmak için!" Bediüzzaman köpürmüştü: "Asker vatanın evladıdır. Senin benim akrabamdır. Müslüman Müslüman'a silah çeker mi?" Kör Hüseyin Paşa fena halde bozulmuştu. "İtibarımı beş para ettin" diye söyleniyordu. Said Nursi geri adım atmıyordu: "Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbul ol." Ayaklanmaya hazırlanan Kürt gruplar Said Nursi'nin manevi gücünü arkalarına almak istiyordu. Derken Şeyh Said'den bir mektup geldi. Özetle "İsyanımızda bize yardım edin" diyordu. Said Nursi yine bir mektupla ona cevap verdi: "Türk milleti asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Bu yolda çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin torununa kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Türk-Kürt birdir, kardeştir. Bizim asıl büyük düşmanımız cehalettir. Teşebbüsünüz bir işe yaramaz. Olan masum insanlara olur."161 Said-i Nursi Şarklı hemşerilerine Yaptığı bir konuşmada 'Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti, Mecmumuz iyi insan oluruz. Kendi başına yapamayacağımız 160. Mahmut Açtı: Üstad'la Hasbıhal.Şahdamar yay.2.baskı.s:137; “Türk, Kürt Birdir, Kardeştir.” Beyanat ve Tenvirler, Sayfa 137. 161. Emre AKÖZ- Nevzat ATAL, Sabah gazetesi., …… 85 bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz.162 Bakandan Bediüzzaman yorumu “Eğer Cumhuriyetin başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün ülkenin durumu hiç de bu durumda olmazdı. Maneviyattan yoksun olarak yetiştirilen 163 Doğuluların Kürtçü, Batılıların da Türkçü olmamalarını beklemek iyimserlik olur.” İslamiyet’i i’la eden Türk milleti 164 “Van'da iki jandarma erinin gelip, Üstad Said Nursi'yi belli olmayan bir istikamete götürmek için tevkif ederken, ahaliden iki bin atlı gelerek, 'Hocam müsaade et, sizi bu müstebitlere teslim etmeyelim.' dedikleri zaman Üstad, 'Kuran'da ben bir kavim getireceğim, onunla İslamiyet'i ila edeceğim, dediği kavim, bu Türk milletidir. Ben milletin sinesine gidiyorum, fakat siz bu itaatsizliğinizle isyan ediyorsunuz.' diyerek ellerini kelepçelere doğru uzatmıştır.” Güneydoğu Asayişinde Risale-i Nur Asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyor.165 Hem Anadolu, hem vilâyet-i şarkiyede Risale-i Nur'la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş.166 Hem Risale-i Nur, Kur'ân'ın kanun-u esasiyesiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden,167 Hem vilâyet-i şarkiyede Risâlei Nur'la neşredildiği sebebiyle, âsâyişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir mânevî zabıta hükmünde herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor.168 Doğu Anadolu'nun teslimiyet ve itâati ne kadar devam etmiştir? İdris-i Bitlisî ile başlayan şarktaki beyler ve Müslüman halkın hilâfet ve saltanata sadakatle bağlılıkları, en azından 1850 yılına kadar, yani yaklaşık 330 sene devam etmiştir. Osmanlı devleti, bu yerli ahaliyi Müslüman kardeşleri ve bu bölgeleri de darü'l-İslâm olan ülkesinin aslî parçası olarak görmüş; buna karşılık yerli Müslüman ahali ve beyler de, Osmanlı Devletini İslâm'ın bayraktarı bir İslâm devleti olarak telâkki edip ona itaati kendileri için ibadet saymışlardır. Hatta bu bölgedeki beyler, Batı Anadolu ve Rumeli'deki hem Türk hem de Müslüman olan Ayanlar kadar, Osmanlı devletinin başına gaile çıkarmamışlardır. Meselâ hem Türk hem de Müslüman olan Karaman eyaletinde Osmanlıya karşı elli çeşit isyan görmek mümkün olduğu halde, 330 sene içinde Doğu bölgelerinde ciddi bir isyandan bahsetmek mümkün değildir. Ne zaman ki İslâm kardeşliği mânâsı bozulmuş ve Avrupa zındık kâfirleri tarafından bir Frenk illeti olan ırkçılık Osmanlı devletinin içine atılmış, o zaman Doğuda da ayrılık ve fitne rüzgârları esmeye başlamıştır. Çare, tarihten ibret dersi almaktır ve bu bölgeleri 300 küsur sene Osmanlı devletine sımsıkı bağlayan sırrı anlamaktır. Bediüzzaman (1910'larda Osmanlı devletine karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:) "Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade 162. Âdem Ölmez ve ark: Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri. Yeni asya yay. İst.1998, s.165. 163. (2006, Bakan Hüseyin Çelik) http://www.arastiralim.com. 164. Hamdi Sağlamer, http://www.arastiralim.com. 165. Emirdağ Lahikası, Sayfa 430. 166. Emirdağ Lahikası s. 451. 167. Emirdağ Lahikası, s. 449. 168. Tarihçe-i Hayat, s. 609. 86 edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaat te selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir." 169 Bediüzzaman devlete karşı isyanlara sed çekmiştir. 'On kadar aşiret reisi Bediüzzaman'a gelip Şeyh Said'in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliklerini zedeleyecek ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dâhili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Menfi milliyetçiliğin varlığımıza kastederek bu milleti parçalayacağını, bu gibi menfi hareketlere girişenlerin arkalarında ecnebi parmağı olmasından korktuğunu dile getirmiştir. Aşiret reisleri de Bediüzzaman'ın bu ikazları karşısında memnuniyetlerini dile getirerek, isyana iştirak etmemişlerdir.' 170 Bediüzzaman İslama bayraktarlık eden Türk kavmine büyük sevgi duymaktadır. Bediüzzaman Türklere olan dostluğunu ise şu satırlarla ifade ediyor: “Dini-i İslâmiyet milletiyle ebedi ve hakiki bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanı ile şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye yakın Kur'an'ın bayrağını cihanın cihad-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslamiyet hesabına, müftehirane ve tarafdarane muhabbettarım.171 “Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman'ım. Yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsi hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.172 Bediüzzaman'ın askere bakışı ‘Asırlar boyunca Kur'an'a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid-i ilahi bayrağını galibane gezdiren ve hak, hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun imanlı zabitlerinin her saati, çok saatler ibadet hükmünde geçtiğini ve imanlı bir subayın hizmeti bin hükmünde olduğunu olduğununu ifade ediyorlardı.' 173 169. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,“Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi.” Köprü, s.46. 170. Hüseyin Özdemir, “Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman,” Köprü s.70. 171. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 393. 172. Tarihçe-i Hayat, s. 215. 173. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı,4/47. 87 Dağkapı ve nöbet tutan askerler Mehmet Kayalar anlatıyor. “Diyarbakır'da evimin etrafını askeri birlikler, tanklar muhasara altına almıştı. Bunu Üstada haber verdim. Üstad, “Kardeşim onlar senin muhafızlarındır.” diye haber gönderdi. Üstad son dersinde menfi harekete katiyen izin vermemişti, katiyen kılıç çekilemiyeceğini ve onların aleyhinde bulunulamıyacağını ifade etmişti.174 Ali Demirel ifade ediyor; “Üstad ben tayyarecilere dua ediyorum. Ve biz havacılara dönerek. Kardaşlarım ölümle karşı karşıya olan kahramandır.175 Siz kahramansınız.” Pilotlara hitaben' Bu uçaklar bir gün gelecek İslam'a büyük hizmetler edecektir. Eğer namazlarınızı kılarsanız, asker olduğunuz için sizin bir saatiniz on saat ibadet yerine geçer.'176 Hulusi Yahyagil anlatıyor. Üstad şöyle hitap ediyordu. “Ben Türk ordusunun aleyhinde bulunmam. Çünkü bu Türk ordusu Birinci Cihan harbinde, Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid vermiştir.177 Türkler, bu İslam milletinin kahraman bir ordusudur' denmektedir. Bediüzzaman'ın asker olan talabeleri de vardı. Albay Hulusi Yahyagil ve ön Yüzbaşı Mehmet Kayalar Bunlara örnek olarak verilebilir. Üstad hazretlerinin talebesi Emekli Albay merhum Hulusi yahyagil 1895 Elazığ Harput'ta doğmuştur. Birinci Dünya Savaşında, Kafkas ve Çanakkale savaşlarında bulunmuştur.1950 yılında Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı.178 Mehmet Kayalar Önyüzbaşı rütbesinde iken 1952 yılında emekli olur. 179 174. Şahiner; a.g.e, 3/236. 275. Şahiner; a.g.e, 3/259. 176. Halit Ertuğrul; Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay.2006.s.215. 177. Şahiner; a.g.e, 1/323; Emirdağ lahikası, s.224. 178. http://www.risale-inur.org/1.htm. 179. http://www.mehmetkayalar.com/hayati.html. 88 Albay Hulusi Yahyagil . Ön Yüzbaşı Mehmet Kayalar'ın 1950 yılına ait askeri elbisesi Bediüzzaman'ın bizzat kendisi milis albaylığı yapmıştır. Bediüzzaman Said Nursi ve Rus savaşları Said Nursi Birinci Dünya Savaşı başladığı vakit Ağustos 1915'de Enver Paşanın emriyle Süphan dağında Milis Alayları kurmuş, kendisi de Milis Albayı olarak atanmıştır. 4000 – 5000 kişiden oluşan bu birlik, keçeden yapılmış külah giydiklerinden kendilerine Keçe Külahlılar ismi verilmiştir. Bediüzzaman, Milis Alayını kurmadan evvel medresede talebelerine ders verirken; bir yandan ilimle ilgilenmiş, diğer taraftan Ermeni Taşnak Komitesiyle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle talebelerine ilim kitaplarının yanında bir tane de silah vermiştir. Öğrenciler de silahlarını eğitimleri boyunca hiç yanlarından ayırmamışlardır. Said Nursi, Bitlis savunmasına katılmadan evvel Bitlis'in Hizan kazasının savunmasını yapmıştır. Said Nursi Hizan savunmasından sonra Bitlis savunmasına katılmıştır. Rusların Van ve Muş işgalinden sonra Bitlis'e yönelmeleri üzerine Bitlis Valisi Memduh Bey ile Piyade Yarbay Ali Bey (Ali Çetinkaya), Said Nursi'ye: — Elimizde bir Tabur asker ve 2.000'e yakın gönüllümüz var. Biz geri çekilmeye mecburuz, dediler. Said Nursi onlara: — Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve Bitlis halkının malları, çoluk çocuk ve çocukları düşman eline geçecek, biz mahvoluncaya kadar 4–5 gün mukavemete mecburuz. Demesi üzerine: — Muş'un sükût etmesi dolayısıyla 14 topumuzu askerler bu tarafa kaçırmağa çalışıyorlar. Eğer sen o 14 topu gönüllülerinle ele geçirebilir-sen, bir kaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahalide kurtulur. Dediler. Said Nursi: — Öyle ise ben ya ölürüm veya o topları getiririm diyerek üç yüz gönüllünün başına geçmiştir. Geceleyin Güroymak (Norşin) tarafına, topların getirildiği tarafa gitti 89 Topları takip eden bir Alay Rus Kazağına kendi muhabirleri; "Bitlis'i müdafaa eden gönüllü komutanı 3.000 adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey'de 1.000 kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar" diyerek pek ziyade mübalağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak komutanı korkarak ilerleyememişti. Said Nursi'de, beraberindeki 300 gönüllüyü rast geldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis'e gönderir. Kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. O şekilde 14 topun Bitlis'e gelmesini temin eder. O toplarla 3-4 gün asker ve gönüllüler düşmana karşı koyup, ahalinin büyük bir kısmının kurtarılmasına sebep olmuştur. Bediüzzaman o harpte gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişirdi. "Şu anda şehit olsam, bu vaziyetim, yani en ileride göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şahadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin" diyerek birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. Avcı hattında dolaşırken, vücuduna üç mermi isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş, gönüllülerin cesaretinin kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ile Komutan Ali Çetinkaya, "Aman geri çekilsin" diye haber verdikleri zaman: — Bu kâfirlerin mermileri beni öldürmeyecek, diye karşılık vermiştir. Bu olayları Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserin 2. cildinde kendi ifadesiyle şöyle anlatıyor: “.... Hem Bitlis savunmasında ve avcı hattında Rusların üç mermisi öldürecek yerime isabet etti. Biri şalvarımı delip iki ayağım arasından geçip o tehlikeli vaziyette dahi sipere oturmadım. Biri hançerime, diğeri tütün tabakasını delip geçtiği halde yine bana bir şey olmamıştı.” Ahali çekildikten sonra Bediüzzaman, bir kısım fedakâr öğrencileriyle Bitlis'ten göç edemeyen zavallılar için kendilerini feda etmek fikriyle kaçmamışlardır. Sabahleyin düşmanın bir Taburu ile savaş ederken, arkadaşlarının çoğu şehit olur. Hatta bu şehitler arasında yeğeni de bulunmaktadır. Fedakâr öğrencisi Ubeyd, kendi bedeline şehit düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçer. Hayatta kalan üç talebesiyle su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem de ayağı kırık bir hal-de 33 saat su ve çamur içinde kalır. Elinde tüfek, o müthiş vaziyet içinde, üst kattaki oda da düşman asker ve subayları bulunduğu halde ahalinin kurtulmasının sevinci içinde, beraberindeki arkadaşlarına teselli vererek: — Karşınıza ne vakit çoklukla düşman askeri gelirse, o zaman silahları kullanacağız. Kendimizi ucuza satmayacağız, bir iki düşmana kurşun atmayacağız... Daha sonra Said Nursi talebelerine hitaben: — Arkadaşlar! Durmayınız. Sizlere hakkımı helal ettim. Beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız. demesi üzerine fedakâr ve kahraman talebeler: — Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz. Şehit olursak yine hizmetinizde olsun diyerek kalırlar. Aşırı kan kaybından ve şiddetli soğuktan hayatı tehlikeye girince, onu kurtarmak gayesiyle talebelerinden birisi Rus askerlerine yerini göstermiş ve gece vakti Ruslar esir almıştır. 90 Said Nursi'yi üç talebesiyle beraber esir alan Ruslar Said ismindeki talebesini serbest bırakmış, Said Nursi'yi diğer esirlerle birlikte önce Van'a, sonra Culfa, Tiflis, Kloğrif ve oradan da Kosturma'ya (Sibirya) götürmüşlerdir. 1918 yılında Rusya'dan firar eden Said Nursi önce Leningrad'a (St. Petersburg) oradan Almanya'ya ve daha sonra İstanbul'a gelmişti. Rahmetli Sinan Omur anlatıyor: Said Nursî'nin askeri cephesi Hatıralarını şöyle anlattı: Üstad'ı ilk olarak l332'de Sübhan Dağı'nda görmüştüm. O zaman ben muallim mektebi talebesiydim. l332'nin 24 Temmuz'unda idi. Ben l8 yaşındaydım, beni askere almışlardı. O zaman Şarkta Üstadı görmüştüm. O zaman üstad milis teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omuzunda apoletleri vardı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının kurulmasını Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman'a (O zaman ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis teşkilatını kurmuştu. Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman, Bediüzzaman da, "milis kuvveti bizden, erzak da sizden" diye cevap vermişti. Milis teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir derece daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını yapıyordu. Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe Külahlılar geliyor!" diye duydukları zamanlar nereye kaçacaklarını şaşırır ve bilemezlerdi. Düşmanlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı. Efendim o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Hâlbuki onlar at üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç fark edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya kolunu atar, ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir şekilde, sür'atle yol alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş ateş etmezlerdi. Aslında benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır. Bunları yakın tarihçilerimizden Feridun Kandemir de iyi bilmektedir. Yine bana Fahri Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te esir düştüğünde Sibirya'daki esir kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan ediyor: Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler ayağa kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış, elindeki bir çomağı çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said Nursî'nin önünden geçtiği halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar önünden geçtiği hâlde kendisiyle hiç ilgilenmiyor. Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, "biz böyle bir kahraman görmemiştik" diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana anlatmıştı.180 Bediüzzaman esaratten kaçıp Avrupaya gitmiş, Viyana ve Sofya üzerinde İstanbul'a dönmüştü. 17 Haziran 1918 tarihli pasaportunda şu bilgiler vardı: İsmi: Said Mirza Efendi (Fahri Kaymakam). Kıtası: Gönüllü Kürt Süvari Alayı 180. http://www.risale-inur.org/ 91 Tabiiyeti: Osmanlı Gideceği mahal: İstanbul …idi.181 Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan müdäfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi de Bitlis müdafaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür.182 Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kal'asında şehit oluncaya kadar müdafaaya katî karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi.183 Bediüzzaman, o harbde, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve rûhuna ilişir ki, "Şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için, sipere dahi girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş: "Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek..." Hakîkaten, üç gülle ölecek yerine isabet ettiği hâlde, biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.184 Hatta yeğeni ve fedakar bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehit düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acîb bir sûrette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde otuz üç saat su ve çamur içinde kalır.185 Bediüzzaman'ın Polise bakışı Mevlana'yı ziyaret ederken Bediüzzaman polislere hitaben'' Siz, maddi asayişi temine çalışıyorsunuz. Biz ise manevi asayişe çalışıyoruz. Biz sizi vazife arkadaşı olarak biliyoruz. Siz de bizi vazife arkadaşı olarak biliniz'der.186 Diyarbakır'daki sükûn Avrupa'yı ve Ortadoğu'yu etkilemektedir. Bu açıdan Diyarbakır'ın huzura kavuşması çok geniş bir alanı etkiler. Nitekim'Üstad 'Mehmet beyin hizmeti Diyarbakır'a, şarka ve Anadolu'ya değil Avrupaya ve âlem-i İslama bakıyor'demektedir.187 181. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.176. 182. Beyanat ve Tenvirler, s.18. 183. Tarihçe-i Hayat, s.94. 184. Tarihçe-i Hayat, s.100. 185. Tarihçe-i Hayat, s. 100. 186. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi.52.Baskı, s.433. 187. İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.98. 92 Milis Albay Said Nursi Bediüzzaman ve Ekonomik kalkınma Bediüzzaman 'Ülkenin bir üretim seferberliği içinde olması gerekir. İşçilere “Siz farz namazlarınız kılarsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmanız ibadet yerine geçer. Çünkü siz milletin zaruri ihtiyaçlarını sağlayan mübarek bir işte çalışıyorsunuz”188 Üretim için de çağın gereklerini yerine getirmek gerekir. Bediüzzaman “Cehalet ve fakra hücum için fen ve sanat silahı başına arş emrini verelim' ..'Kılıncınız fen ve sanat cevherinden yapılmalı” der.189 Yıl Temmuz 1908 Selanik. Bediüzzaman “'Hürriyete hitap” konuşmasını yapıyor. Yüzlerce sene geri kaldığımız medeniyet dünyasından, imanımızın kuvvet kaynağı Peygamberimizin gayesi yolundaki mucizelerinden ilham alarak demokrasi yolumuzda şimendifer süratiyle ilerliyeceğiz. Medeni milletlerle omuz omuza geleceğiz. Onlar, bugünkü sonuçlara, öküz arabasına binmekle başlayarak omuz omuza geleceğiz. Onlar, bugünkü sonuçlara, öküz arabasına binmekle başlayarak erişmişler. Amma biz balonla, şimendiferle zamanı yutacağız, onlara erişeceğiz'diye devam ediyordu.190 Bediüzzaman Diyarbakır Ulu caminin kardeşi Emeviye camisinde verdiği Hutbe-i Şamiye'de Evet Kur'anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur'an'da mu'cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde terakki edeceğini ve o mu'cizatın nazîreleri istikbalde vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor: Haydi çalış, bu mu'cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! 188. Halit Ertuğrul, Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay., 2006 s.214. 189. Necmettin Şahiner, Medresetü'z Zehra, 2. baskı s.37. 190. Mahmut Açıl, Üstad'la Hasbıhal, Şahdamar yay., 2.baskı, s.85. 93 Hazret-i Musa'nın asâsı gibi taştan âb-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar gibi şark ve garbda en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san'atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap! Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm'ın birer mu'cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu'cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız."… Evet, nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. İstiklal savaşı 13 Kasım 1918'de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul'a asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu'nu basmışlar, sonra hızla başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul'u işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Anadolu'da başlayan İstiklal Savaşı'nın ve Kuva-yı Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını 'cihad', Kuva-yı Milliyecileri de 'mücahid' ilan ederek Anadolu'daki İstiklal mücadelesini destekledi.191 Said Nursi'nin Dar-ül Hikmet-il İslamiye'ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesini imzalamıştı. Mütarekenin sonucu olarak da 13 Kasım 1918'de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul'a asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu'nu basmışlar, sonra hızla başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul'u işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bu grup 'İngiliz Muhipler Cemiyeti' adı altında bir de resmi cemiyet kurmuş, fahri başkan olarak da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'yi seçmişlerdi. İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı. Bu hareketi, İngiliz işgal 191. Köprü.2000. 94 kuvvetleri komutanı General Harrington'ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte'yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul'un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu'da başlayan İstiklal Savaşı'nın ve Kuva-yı Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını 'cihad', Kuva-yı Milliyecileri de 'mücahid' ilan ederek Anadolu'daki İstiklal mücadelesini destekledi. İstanbul'da bütün bunlar olurken, Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman'ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman'ı ısrarla Ankara'ya davet ediyorlardı. Eski Van valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara'ya gitti.192 Bediüzzaman'dan Kürtler'e çağrı!. Tarih araştırmacısı Yaşar Celep, Güneydoğu'nun ibretlik tarihini yazdı. Celep, Çaldıran Savaşı ile Osmanlı ilgisinin başladığı Güneydoğu'daki isyanlara karşı 16. yüzyılda İdris-i Bitlisi'nin, 19. yüzyılda da Said-i Nursi'nin birlik ve beraberlik mesajları içeren akıl dolu çağrılarını, 'Bediüzzaman'dan Kürtler'e Çağrı' başlıklı yazısında bakın nasıl kaleme aldı: Güneydoğu Anadolu Bölgemiz"in tarihi süreci içinde İdris-i Bitlisi ve Bediüzzaman"ın Kürt vatandaşlarımıza yaptıkları öncülüğü belgelerle sunuyoruz. Özellikle Bediüzzaman"ın Osmanlıca olup Latin harfleriye basılmayan Nutuk isimli eseri Güneydoğu"da yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Güneydoğu bölgemizde, Türkler"e geçmişten gelen hınçlarından dolayı düşman olan dış güçler tarafından desteklenen kukla örgüt tarafından tertiplenen üzücü olaylar milletçe hepimizi üzmektedir. Devletimizin bu bölgedeki problemleri çözmeye yönelik her türlü çalışması kasıtlı olarak yanlış aksettirilmektedir. Çünkü hain emelleri olan güçler, olayların can damarını yakalayarak kanayan yarayı daha da kanatmaktadırlar. Hain örgüt 1300 senedir Müslüman toprağı ve 1000 yıldır da hem Müslüman ve hem de Türk yurdu olan bu toprakları işgal edilmiş gibi göstermektedir. Bu bölgedeki vatandaşlarımız azınlık olarak takdim edilip, yeni hak ve özgürlükler talep etmektedirler. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes eşit haklara sahiptir. Üstelik bu devletin kurucularıdırlar. Birçok bölge savaşla Osman Devleti"ne bağlandığı halde, 350 sene Osmanlı Devleti idaresi altında kalan bu bölge halkı gönüllü olarak Osmanlı Devleti"ne tabi olmuşlardır. Bu bölgenin tarihi gelişimine bir göz atalım; Osmanlı Devleti"nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile ilgisi, 1514"de Şah İsmail"e karşı kazanılan Çaldıran Zaferi ile başlamaktadır. Şah İsmail"in bölgeye uyguladığı baskılar ve en sonunda Diyarbakır"ı muhasara altına alması, bardağı taşıran son damla oldu. 25-30 Kürt beyi muhasara esnasında İdris-i Bitlisi aracılığı ile Yavuz Sultan Selim"e bir ariza gönderdiler. Bu ariza özet olarak şöyledir: 192. http://www.risaleinurenstitusu.org/ 95 “Can ü gönülden İslam Sultanı"na biat eyledik. Şah İsmail"in mezhebinden uzaklaşarak ehl-i sünnet ve Şafii Mezhebi"ni icra eyledik. İslam Sultanı"nın namı ile şeref bularak hutbelerde dört halifenin ismini zikretmeye başladık.(...) İdris-i Bitlisi"yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur; Bu ihlâslı ve size itaat eden kullara yardım edesiniz. (...) sizin yardımınız olmazsa bizim Şah İsmail"e karşı koyacak gücümüz yoktur. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadır. Sadece Allah"ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle uygulana gelmiştir. (...) Baki ferman yüce dergâhındır.” Bu mektup üzerine Hüsrev Paşa Kumandası"nda ve İdris-i Bitlisi"nin yardımlarıyla toplanan gönüllü ordu Şah İsmail"in ordusunu mağlup etti. İslami kesim ve Kürtler arasında birçok seveni olan Bediüzzaman, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Devlet"e isyana kalkışan Kürtlerin Devlet"e bağlı kalmalarını önermiştir. Bu hususla ilgili Osmanlıca Nutuk isimli risalesinde Kürtlere"e şöyle hitap etmektedir: “Altıyüz seneden beri birlik bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek seçkinleşen bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber iyi bir insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur. (...) İttifakta kuvvet var, birlikte hayat var, kardeşlikte saadet var, hükümete itaatte selamet var. Birliğin sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.” 16. yüzyılda Kürtlere rehberlik yapan İdris-i Bitlisi"nin yaptığı görevi 20. yüzyılda Bediüzzaman yapmıştır. Bilgi çağı olan 21. yüzyılda illa yeni bir bilgeye ihtiyaç mı var? Tarih tekerrürden ibarettir başka söze ne gerek.193 Güneydoğu'ya Avrupa'nın bakışı iyi niyetli değildir. Bediüzzaman'ın Avrupa'nın bakışına yorumu Azîz kardeşlerim, Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imhâ için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de öyle desîselerle entrikalar çevirmişler, hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb ve şeytânî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar; iblisâne, sinsi metodlar tâkip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâmın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribâtlar yapmıştır.194 Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam" tabir edilen 193. Koca Müverrih, Bedayi, c.II, vrk. 452/a-b.; Ayrıca geniş bilgi için bakınız: Doç Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1991, 3/199-215; Bediuzzaman, Nutuk, Dersaadet 1326, s.20. 194. Sözler, s. 722. 96 teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi. Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!195 Bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmaktır.196 Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükümete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükümetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin membaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına ve bid'aların bir derece def'ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi'lerin hükümetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid'alara tarafgirliktir. Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz- fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler. Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur'âniyemize mühim bir zarardır.197 Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz?198 Eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.199 Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor 195. Mektubat, s.311. 196. Mektubat, s. 64. 197. Lem'alar, s.107. 198. Lem'alar, s. 124. 199. Şualar, s.399. 97 musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.200 Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış.201 Türk, Kürt Birdir, Kardeştir. Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman'ı Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem, diye hem cevab-ı red vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.202 Risale-i Nur'a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur'ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi, cüz'î ve neticesiz hâdiselerle buluşmazlar.203 Bediüzzaman Said Nursi, Milliyetçilik, İttihad-ı İslâm ve her türlü bölücülük üzerine en kapsamlı görüşlerini Mektubat isimli eserinde vermiştir. 26. Mektubun üçüncü Mebhası olan bir meseleyi “İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan eski Said lisanıyla” yazdığını belirtir. Kur'ân-ı Kerim'in, Hucûrat suresinin “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşanız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık” mealindeki 13. ayetini tefsir eden müellif, İslâm âleminin kavimlere kabilelere ayrılmış olmalarını bir ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasına benzetir. Ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasının amacı ortak gayeye daha iyi hizmet etmek olduğuna göre, kendi ifadesiyle “demek kabail (kabileler) ve tevâife (ırklara) inkisam (bölünmek) şu ayetin ilan ettiği gibi, tearüf (birbirini tanımak) içindir, teavün (yardımlaşma) içindir; tenakür (birbirini inkâr) için değil, tehasüm (birbirine düşmanlık etme) için değildir.” Milliyetçiliğin ırkçılığa varan boyutunu ise Bediüzzaman şöyle tesbit ediyor. “Fikr-i Milliyet şu asırda çok ileri gitmiş, hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp, onları yutsunlar.” Bediüzzaman, özellikle Türklere seslenerek ırkçılığa kapılmama noktasında çok ciddi uyarıda bulunur: “Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin müzideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen, şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme Emeviler'in İslâm devletini Arap milliyetine dayandırmalarını, milliyet bağının, İslâmî bağın önüne geçirilmesi olarak değerlendiren Bediüzzaman, bunun İslâm dünyasında ciddizararlara yol açtığı200. Mesnevi-i Nuriye, s. 135. 201. Emirdağ Lahikası, s.386. 202. Osmanlıca teksir Asa-yı Mûsa, s. 250. Isparta. Beyanat ve Tenvirler, s. 137. 203. Şualar, s.317. 98 nı “millet-i saireyi (diğer milletleri) rencide ederek tevhiş ettiler” (ürküttüler) cümlesiyle ifade eder. Bu vesileyle de ırkçı bir yönetimin adil olamayacağını mutlaka zulmedeceğini söyleyen müellif, kavmiyetçi bir hâkimin kendi ırkdaşını tercih edeceğini ve adalet edemeyeceğini, onun için din bağı yerine milliyet bağının ikame edilmemesi gerektiği hususunu hadis-i şeriflerden deliller getirerek izah eder. Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden aldığı dersle, insanlık tarihinden çıkardığı ibret tablolarıyla ırkçılığın ne derece zararlı olduğunu eserlerinde her fırsatta ortaya koymuştur. O, şüphesiz ki, insanların kendi anne ve babalarını tayin etme hakkına sahip olamadıkları gibi kendi ırklarını da belirleme yetkisine sahip olamadıkları hakikatinden hareketle birilerinin mensup olduğu ırktan dolayı övünmesini veya yerinmesini abes karşılıyordu.204 Said Nursi, Özerk bir Kürt devletine karşı çıkmıştır. Sözü edilen maksada yönelik olarak kendisini ziyaret eden Kürt Teali cemiyeti başkanı Seyyid Abdülkadir'e şu cevabı verdi: “Allahü Zülcelal Hazretleri, Kur'an-ı Kerimde, (mealen) 'Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever.'205 diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri alem-i İslam'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dörtr yüz elli milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi peşinden gitmem.' 206 Güneydoğu dindardır. Risale-i Nur'un Anadolu ve şark vilayetlerinde ve hatta alem-i İslamda fevkalade bir hüsn-ü kabul görmesi.207 Bediüzzaman hazretleri çözüm açısınden bu dindarlık üzerinde durmaktadır. Bediüzzaman 'Mademki, meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Milletimiz de yalnız İslamiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt (bağ) ve milliyetleri İslamiyetten başka bir şey değildir.' demektedir.208 Türk ve Kürt'ün ayrılmasında İslamdan soğutma bir İngiliz taktiği olmuştur. İngiliz müstemleke bakanlarından Gladistone 'Bu Kur'an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur'anı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.209 Âlem-İ İslâmı İlgilendiren Müessif Hadiseler ve Çözüm İçin Teklif Edilen Beyhûde Görüşler Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde vuku' bulan ve hem İslâma ve hem de Müslüman Türklere ezelden düşman olan dış güçler tarafından desteklenen kukla hâin örgütler tarafından tertiplenen hadiseler, milletçe hepimizi üzmektedir. Kuru üzüntü fayda vermediğinden, sadece Türk devletini değil, bütün âlem-i İslâmı ve İslâm milletini de yakından ilgilendiren bu müessif olayların sebeplerini ve çözüm yollarını, aklı başında olan her Müslüman elbette ki kendisine dert edinmekte ve üzerinde düşünmektedir. Bir kısım insanlarımıza göre, bu bölgede yaşayan insanlar, her ne ka204. Doç. Dr. Hüseyin Çelik, Bediüzzaman Said Nursi ve İttihad-ı İslam, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, 24 Eylül 1995-İstanbul. 205. Maide suresi, 5/54. 206. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.193-194; N.Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi.52. Baskı. s. 233. 207. Beyanat ve Tenvirler, s.249. 208. M.Karabaşoğlu, Köprü, 2007, sayı: 98, s.27. 209. N.Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, 52. Baskı, s. 80; Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ, Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi Köprü. Sayı 46, Bahar 94. 99 dar Kürt denilse de aslında Türktürler. O halde, bunlara Türklüklerini hatırlatmakla çözüme kavuşmak mümkündür. Yani hadiseyi sadece bir millet ve kavim hadisesi olarak görmektedirler. Hatta bir kısım iyi niyetli insanlarımızın da, İran ve Irak'taki Kürtlere dahi Türk dersek, bu meselenin halledilebileceğini söylemeleri, bizi şaşırtmaktan da öte, ayrıca acı acı düşündürmektedir. Zira bu tür iddialar, Türkiye Cumhuriyetini bölmeyi hedefleyen hâinlerin ekmeklerine yağ sürmektedir. Böyle bir yaklaşımın faydalı olmadığı ve hâdiseleri daha çok alevlendirdiği, yaşanan olaylardan anlaşılmaktadır. Bir kısım insanlarımız ise, bu bölgelerin iktisadî açıdan geri kaldığı, fakr u zaruret içinde kalan ve devletin şefkatli elini arkalarında hissetmeyen halkın devlete itaat hissinin de zayıfladığı kanaatindedirler. Bunlara göre, eğer bu bölgeler, iktisadî açıdan kalkındırılırsa, problemler de hal yoluna girecektir. Böyle bir görüşün tek başına çözüm olmadığını da devlet ve millet olarak yaşıyoruz. Memleketin iktisadî açıdan terakkisinin milletin huzur ve saadetinde rolü olduğu elbette inkâr edilemez. Bu husus, bütün siyâset nâmelerde ısrarla belirtilmiştir. Ancak birinci ve tek sebep asla değildir. Bu ve benzeri fikirler çerçevesinde, doğu bölgelerindeki problemlerin çözüm yolları aranırken, dış düşmanlar da boş durmamakta ve ne acıdır ki, onların tahrik ve tahrip kurşunları tam hedefine ulaşırken, bizim tedbir kalkanlarımız bir türlü yerine oturtulamamaktadır. Yani doğu hâdiselerinin can damarını düşmanlarımız yakalamıştır ve kanayan yarayı kanatmaya ve hatta kangren haline getirmeye gayret göstermektedir. Yukarıdaki görüşlerin istikametinde alınan tedbirler ise, düşmanların işine yaramaktadır. Düşmanlar, 1300 senedir Müslüman yurdu ve 1000 senedir de hem Müslüman ve hem de Türk yurdu olan bu bölgedeki insanları, Türkiye Cumhuriyetinin içinde bir azınlık olarak takdim etmekte ve dünyada azınlıklara tanınan haklardan bunların da yararlanmasını değişik mahfillerde savunmaktadır. Hâlbuki bu vatandaşlar, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak her haktan istifade edebilmekte ve Batılı düşmanlarımız bunu bildikleri halde, sözkonusu tahriklerine devam etmektedir. Çareyi başka şeylerde aramak icab eder ve bu hususta tarihten ders alınması gerekir. Zira Osmanlı devleti, 350 seneye yakın hâkimiyeti altında kalan ve son zamanlardaki bazı cüz'î isyanlar dışında fevkalade sükûnetle kendisine itaat eden; seferde ve hazarda ilây-ı kelimetullah için cihad eden Osmanlı ordusunun gönüllü bölükleri olan bu bölge insanlarına ne yapmıştır da bu durumunu asırlarca muhafaza edebilmiştir? Neden Osmanlı devletine savaşsız, yani istimâlet ile tabi olmuşlar? Neden hem Türk, hem Müslüman olan Karaman Eyaletinde elli çeşit isyan çıktığı halde, 350 seneye yakın hiç isyan etmeden bu bölge insanları Osmanlıya itaat etmişlerdir? Kanaatimize göre, Doğu ve Güneydoğu meselelerinin çözümünde, bu ve benzeri suallerin cevapları yatmaktadır. Çözümü Kolaylaştıracak Ulvi Hakikatler: Doğu ve Güneydoğu hadiselerini kolaylaştıracak bazı hakikatleri evvelâ özetle ifade edecek ve sonra da hep birlikte tarihte yaşanan ibretli hadiselere atf-ı nazar eyleyeceğiz. Birinci Hakikat: Biz, yani doğusuyla batısıyla Anadolu'nun bütün bölgelerinde asırlardır beraber yaşayan insanlar, %99 nispetinde Müslümanlarız. Devletimiz laik olsa da, fert olarak bizler Müslüman'ız. Devletimizin bir zamanlar beynini teşkil eden kimseler, altmış yetmiş senedir aksini iddia etseler de, bizim hissiyatımızı, bizim duygularımızı, bizim arzularımızı, bizim fikirlerimizi, hülâsa kalbimizi, aklımızı ve 100 nefsimizi tesiri altında tutan bir unsur vardır ki, o da dindir. İşte biz, her şeyimize hâkim olan dinimize göre, kimin bize kardeş, kimin bize yabancı, kimin bu ülkede asıl vatandaş ve kimin azınlık olduğuna karar veririz. Batılıların ve. İslâm düşmanlarının Doğu ve Güneydoğu'daki olayları tahrik için kullandıkları en önemli silâh olan azınlık fikrine en öldürücü darbe, ancak ve ancak din ve İslâmiyet'le verilebilir. Zira İslâma göre, dünyada gerçek anlamda iki ayrı vatan vardır; birincisi, darü'l-İslâm, yani Müslümanların yaşadığı ve hâkim olduğu ülke ki, bu topraklarda birden fazla hâkim Müslüman devletin bulunması asla zarar vermez. İkincisi, gayr-i müslimlerin hâkim olduğu darü'lküfr. Bin senedir darü'l-İslâm olan ve kıyamete kadar da inşaallah öyle kalacak olan Anadolu insanının inancına, yani İslâma göre, kardeşi ve hatta babası da olsa Türk de olsa, Acem de olsa, eğer gayr-i müslim ise, o bu ülkede azınlıktır. Eski tabirle zimmîdir ve İslâm ülkesinin asla asıl vatandaşı ve hâkimi olamaz. Ancak Müslüman olan herkes, ister Türk, ister Acem ve ister Arap olsun bu ülkenin asıl vatandaşıdır. Kavmiyet farklılığı, asla azınlık mânâsını gündeme getirmez. İşte bu ruhu ve fikri, devlet siyâsetinde ve ahalisinin vicdan-ı âmmesinde hakim kılan Osmanlı devletinde Müslüman olan herkes, kendisini bu devletin aslî vatandaşı kabul etmekte ve bunun için Türk, Kürt, Arap veya Acem olmak bir mânâ ifade etmemektedir. Geçenlerde Yugoslavya'nın Banyaluka Üniversitesi'nden gelen dört Müslüman ilim adamı ile İstanbul'u dolaşırken, milliyetler mevzuuna sıra gelmiş ve Türklükten-Hırvatlıktan mesele açılmıştı. Bin sene âlem-i İslâmın bayraktarlığını ifa eden Türk milletine olan takdirlerini ifade etmekle beraber, müşterek olduğumuz çok önemli bir değerden bahsettiler. Ben neyi kastettiklerini anladıysam da, kendilerinden duymak istedim ve cevap manidardı: "Siz İslâmın bahadır kahramanı Türklersiniz. Biz de Hırvat veya Arnavuduz. Ancak hepimiz de Müslüman ve Osmanlıyız. Osmanlıya ait şerefler, sadece size değil, bütün âlem-i İslâma aittir." Bu hakikati teyid eden Muhammed Abdüh'ün şu sözleri de çok manidardır: "(Osmanlı eğitim sistemi üzerinde dururken diyor:) Bu kitaplar, bütün Osmanlılara dağıtılacaktır. Yani Osmanlı Araplara Arapça, Osmanlı Türklere Türkçe ve diğer milletten Osmanlılara da kendi lisanlarından takdim edilecektir." Yetişen yeni neslin "akîdede Müslüman ve şahsiyette Osmanlı" olarak kalmasını müdafaa eden Abdüh, Osmanlı devleti hakkındaki kanaatlerini de şöyle özetlemektedir: "Müslümanlardan her kalp sahibi bilir ki; Osmanlı devletinin muhafazasına çalışmak, Allah'a ve Peygamberine imandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı devleti, dini tam mânâsıyla ve bütün gücüyle omzuna yüklemiş bulunan İslâm'ın tek güçlü devletidir. Ondan başka dini koruyacak devlet mevcut değildir. Ben, Allah'a hamd olsun, bu akîde üzerindeyim ve inşaallah böyle yaşar ve ölürüm.” Bu fikrin Türklüğü unutturduğu ve Osmanlı devletinin çekmesine sebep olduğu şeklindeki itiraz, kesinlikle yerinde değildir. Bu ruhtur ki, milyonlarca kilometrekarelik Osmanlı ülkesinde yaşayan insanları, huzur içinde asırlarca beraber ve gönül huzuru içinde yaşatmıştır. Bu ruhun eksikliğidir ki, Doğu ve Güneydoğuda'ki bir avuç insan, altmış yıldır şer kuvvetlere alet olmaktan kurtarılamamıştır. Ayrıca mevcut olan birlik ve beraberliğin temelinde de, yine eskiden kalma iman ve İslâm bağı bulunmaktadır. Bu ruhun tesiriyle Osmanlıya bağlanan Müslümanlar ve bu arada şarkın imanlı ahalisi, asırlarca İslâma bayraktarlık yapan Türk milletine, İslâm'ın kahramanı ve Müslümanların ağabeyisi olarak bakmışlardır. Bunun bazı müşahhas 101 misallerini biraz sonra tarihî belgeleriyle ortaya koyacağız. Bu hakikati, Doğu Anadolu'nun bağrından çıkan ve büyük bir İslâm âlimi olan Bedîüzzaman şöyle dile getirmektedir: "Allahu Zülcelâl Hazretleri Kur'ân-ı Kerimde 'Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler. Allah da onları sever' buyurmuştur. Ben de bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve dört yüzelli milyon (o zamanki âlem-i İslâmın nüfusu) kardeş bedeline, bir kaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım Kürtçüleri kastediyor) kimsenin peşinden gitmem. (206) Gerçek Türklük ve Türkçülüğün, İslâmın içinde eriyen Türklük olduğunu ifade eden büyük âlim, bu mânâda diğer milletlerin Türklere bakış tarzını da şöyle dile getiriyor: "İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları, Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş Frenk telâkkî ediyoruz. Çünkü yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri ve hareketleri, onların dâvâlarını tekzip ediyor ve yalanlıyor. O halde Müslüman bir ülkede yaşayan insanla arasında azınlık-çoğunluk ayırımı asla yapılamaz. Bu ayırım Müslümanlar için, ancak gayr-ı müslimler, mesela Ermeniler açısından mümkün ve geçerlidir. Asırlarca ilây-ı kelimetullah uğruna cihadda beraber olmuş Müslüman Anadolu halkı için geçerli değildir. İkinci Hakikat: Doğu Anadolu halkı ile Anadolu'nun diğer belgelerindeki insanları birbirine bağlayan bağ, kuru bir ırkçılık değildir. Zira kuru bir ırkçılık fikri, Avrupa tarafından İslâm âlemini ve özellikle Osmanlı devletini parçalamak için içimize bir Frenk illeti olarak atılmıştır. Bu hastalık ve parçalayıcı fikir, gayet zevkli ve cezbedici olduğundan bütün tehlikeleri ve zararları ile beraber, her millet az çok bu fikre kapılmışlardır. Emeviler devrinde İslam âlemine büyük zarar veren; II. Meşrutiyetin başında kulüpler şeklinde Osmanlıyı bölen ve I. Dünya Harbinde Osmanlıya karşı düşmandan daha tehlikeli bir silâh olarak kullanılan ırkçılık fikri, şimdi de, Doğuda İslâm kardeşliğine karşı kullanılmak istenmektedir. I. Dünya Harbinde ırkçılık illetine tutulup Osmanlıyı yarı yolda bırakanlar, huzur bulamadıkları gibi, bugün de İslâmın en kuvvetli kalesi olan Türk devletini yıkıp yerine kukla devlet kurmak isteyenler de, aynı âkıbete çarpılacaklarından habersiz görünmektedirler. Evet, Anadolu'nun saf Müslümanları ayrı ayrı milletlerden ve kabilelerden olabilirler. Ancak aralarında bin birler adedince birlik bağları vardır. Yaratanları bir, Rezzâkları bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir... Bu kadar bir birler, kardeşliği, muhabbeti ve birliği iktiza etmektedir. Zaten Kur'ân da aynı hakikati haykırmaktadır: 'Sizi, tâife tâife, millet millet, kabile kabile yarattık. Tâ birbirinizi tanıyasınız. Ve birbirinizdeki sosyal hayata ait münasebetlerinizi bilesiniz ve birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi, kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumet edesiniz diye değildir." Üçüncü Hakikat: Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat müttehiddir; bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Aralarında itibarî ve ârızî bir aynlık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. Biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde ve kalbimizde hâkim olan din duygusudur. Kaderin çoğu 102 peygamberleri şarkta göndermesi işaret ediyor ki, şarkı uyandıracak ve terakki ettirecek sadece ve sadece din duygusudur. Asr-ı saadet ve Osmanlı dönemi bunun en bâriz misalidir. .(206) Bu üç hakikati nazara attığımızda, görülecektir ki, günümüzdeki Doğu ve Güneydoğu yaralarının merhemi, 400 seneye yakın Osmanlı devleti tarafından gayet mahirce kullanılan mezkur üç hakikattir. Bu hakikati bir asır önce gören büyük âlim Bediüzzaman, meseleyi çok açık bir şekilde takdim etmektedir: "Sultan Selim'e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o, şark vilâyetlerini ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır" Aynı ikazını Büyük Millet Meclisinin ilk günlerinde davet edildiği meclis kürsüsünde de aynen tekrar edegelmiştir. Milletvekillerine yaptığı ikazlardan üçü, özetle şöyledir ki günümüzdeki hadiseleri görerek kaleme alınmıştır: “Râbian: Bu Müslüman milletin cemaatleri, kendisi namazsız da kalsa fâsık da olsa, başlarındakini dindar görmek ister. Hatta umum şarkta, bütün memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş:'Acaba namaz kılıyor mu?' derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum:'Sebep nedir?' Dediler ki, 'Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?' Hâlbuki bu söyleyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler. Hâmisen; ... Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına uygun bir cereyan veriniz. Yoksa gayretiniz ya boşa gider veya muvakkat, sathî kalır. Sâdisen; hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Avrupalılar, dindeki lakaytlığınızdan pek fazla istifa ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, düşmanları kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden yaralanan insanlardır. İslâmın maslahatı ve milletin selâmeti namına, bu ihmalinizden vazgeçmelisiniz. İttihatçılar, bütün gayretlerine rağmen, dinde ihmallerinden dolayı, millet ten nefret ve tahkir görmüşlerdir." .(206) Bu hakikatlere, aynı ehemmiyette şimdiki idare ve hususan olağanüstü bölgede vazife yapan devlet yetkililerinin de muhatap olduğu ve ne kadar yaşanan olayları doğru olarak yansıttığı, ehl-i vicdan için inkâr edilemez bir hakikat ve vâkıadır. Bu ulvî hakikatleri kısaca zikrettikten sonra, şark meselesinin gerçek çözümü için bir ışıldak vazifesi ifa edecek olan tarihî olaylardan bazılarını birlikte mütalâa edelim. Şark Meselesinin Tarihi Esası Prof. Dr. Ahmet Akgündüz 210 Tarih, hataların düzeltilmesi ve düzeltilmediği takdirde tarihte yaşanan benzeri olayların tekerrür edeceğinin bilinmesi açısından seyredilip ibret alınması gereken mühim bir ayinedir. Biz de bu ayinede, Doğuda yaşanan olayları seyredelim 210. Ahmet Akgündüz. Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi.Köprü derg. Bahar 94 [ 46. Sayı ] 103 ve zamanın şeridine takılan bir kısım hâdiseleri tarih sahnesinden aktararak beraber izleyelim. Acaba Doğu ve Güneydoğu, nasıl 0smanlı devletinin hâkimiyeti altına girmiştir? Bu hal, ne kadar zaman almıştır? Osmanlı hâkimiyeti altında kaldığı 350 yıllık devrede, herhangi bir huzursuzluk ve anarşi olmuş mudur? Olmuşsa sebebi nedir? Olmamışsa, asırlarca bu bölgeleri Osmanlı devletine sadakatle bağlayan bağlar ve yapıştırıcılar nelerdir? Yavuz Sultan Selim, kendi devrindeki şarklıları nasıl ikaz etmiştir ki, o ikazın sonucunda 350 sene itirazsız Osmanlı devletine tâbi olmuşlardır? Bu soruların cevabını arşiv vesikalarından beraber okuyacağız. l. Çaldıran Zaferi ve getirdikleri Osmanlı devletinin Doğu Anadolu ile alâkası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı devletine ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı,1514'de kazanılan Çaldıran Zaferinden sonradır. Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı devleti için ve hem de âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat II. Bâyezid, tedbir anlamamanın yanında, Şiîlerin tahrikiyle çıkarılan Şahkulı İsyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her gün geçtikçe bu hedefine doğru ilerleyen Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu. Nihâyet Yavuz Sultan Selim padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu'nun doğu cephesinin emniyete alınması ve buradaki Müslümanların huzura kavuşturulması için, başta şarkın kapısı demek olan Diyarbekir olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı devletine katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet v'el-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı devletinin de Müslüman bir ülke olması; İslâmın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket etmek lüzumsuzdu. İşte bu hakikati idrâk eden Kürt ve Türkmen beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı devletine itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişaha yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı devletine iltihâk etmişti. Osmanlı devletinin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği şer'î hükümlerdi. Osmanlı devleti, Kur'ân, sünnet, icma ve kıyas yoluyla vaaz edilen şerî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı devletine 104 tâbi olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Meselâ, Doğudaki Kürt ve Türkmen aşiretleri, Osmanlı devletine iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlı’ya bağlılığın sırrı burada yatıyordu. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dâhilinde bulunan her yer darü'l-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlı’yı Avrupa'dan ayıran en "nemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünüle-bilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tâbi oldukları için, aralarında ihtilâfa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve "nemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlâkî, kültürel ve coğrafî çok büyük âzamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasî dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu. . (206) 2. Kürt ve Türkmen beyleri teker teker Osmanlıya itaat ediyor İşte bu müşterek bağları çok iyi idrâk eden mahallî aşiretler, çareyi Osmanlı devletine iltihak etmekte bulmuştu. Bunda Yavuz gibi; "İhtilâf u tefrika endişesi, Kûşei kabrimde dahi bîkarar eyler beni; İttihadken savlet-i a'dâyı defa çaremiz, İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni..."diye haykıran şuurlu Osmanlı padişahının da payı büyüktü. İsterseniz geliniz, şarkın kısa zamanda Osmanlı devletine iltihaklarının belgelerini beraber okuyalım. Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı devletine ilhakı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı devletine itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şiîlerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim'e şu tarihî arızayı, yardım talep etmek ve Osmanlı devletine itaat etmeden huzur bulamaya-caklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdi: a) Kürt beylerinin Yavuz'a gönderdikleri ariza: Molla İdris vasıtasıyla gönderilen bu arîzanın sûretini, Koca Müverrih'in Bedâyi adlı eserindeki şekliyle aynen naklediyoruz: a) Önce sadeleştirilmiş özet metni verelim: "Can ü gönülden İslâm Sultanına biat eyledik, ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalâlet ve bid'atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanının namı ile Şeref bul105 duk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahının yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye eyaletine gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlâna İdris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki; Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuştur. Ancak ümitvarız ki, Padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbaycan'dan n zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payitahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50.000'den fazla insan öldürmüşlerdir. Eşer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişine, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevî faydalar elde edileceği muhakkaktır ve bütün Müslümanlar da bundan yararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır." .(206) Şimdi de asıl metni zikredelim: "Can ü gönülden Sultân-ı İslâma bîat eyledik ve Kızılbaş-ı zâhirül-ilhaddan teberrÎ eyledik. Memâlik-i Kürdistan ki, bir aylık yola karîb memleketlerdir, bid'at ve dalâlet-i Kızılbaşı kaldırıp gerü âyîn-i sünnet-i cemâat ve mezheb-i Şafiîyi icra eyledik. ..... Sultan-ı İslâm ile müşerref edüb hutbede çihar-ı yâr-ı izâmı yâd edüb kudûm-ı mevkib-i hümây-na intizâr üzere idük ki, ... ü leşker zafer-Şiâr olub meyân-ı meydan-ı cihâdda say ü içtihad göstere idik. Çünki Sultân-ı İslâm'ın Alâüddevle memleketine avdetleri mesuımız oldu; müttefikül-kelam olub dâî-i devletleri olan Mevlânâ İdrisi rikâb-ı kâmyâblarına gönderdük. Cümlemizin matlûbı budur ki, bu muhlis bendelere takviyet ve imdad buyuralar. Zira ki, bizim mesâkin ve bilâdımızın bilâd-ı Kızılbaşa kurb-i civan vardır; belki muhtelittir. Nice yıllardır ki, bu mülhidler, şimşir-i sitem ile bünyâdımız kazmıştır. On dört sene bizimle azîm cenk ü cidal ederler. Mücerred Sultân-ı İslâm'a muhabbet üzere olduğumuz içün eğer bu tâife-i pâk-itikadı ol zâlimlerin cevr ü sitemlerinden halâs-ı inâyetleri olmazsa, kendümüz istiklâl üzere ol kavme mukavemete tâkat edemeyüz. Zira ki, Ekrâd-ı mül-k tavâif ve akvâm ve aşâir-i muhtelifâtdır. Allah Teâlâ'yı bir bilüp Muhammed ümmeti olduğumuzda müttefikleriz. Sâir hususta birbirlerimize mütâbaat mümkün değildir. Sünnetullâh böyle cârî olmuştur. Lakin ümitvarız ki, Hüdâvendi-gâr'dan imdâd olursa, Bilâd-ı Irak-ı Arap ve Acem ve Azerbeycan'dan ol sitemkârların elleri kesilüb intizâ oluna. Hususan Âmidi Mahr-se ki, kilid-i fütûh-ı Memâlik-i İran ve pay-ı taht-ı Selâtîn-i Bayındırhânîdir, şimdi bir yıldır ki, cıl şehrin ahalisi Sultân-ı İslâmın merhameti ümidiyle mahsûr-ı leşker-i Kızılbaştır ve elli binden mütecâviz nüf-s anda helâk olmuştur. Eğer bu sene de Sultânin nazarı bizim hâlimize olub bu bilâd-ı Müslümanîye iâne ve iğâseleri erişürse, ümiddir ki, mes-bât-ı uhrevî ile envâ-ı fütûhât ve fevâid-i dünyeviyyeye müsta'kib ve mestetbi' olacaklardır ve cemâhîr-i müminân andan müstefîd ve müntefi olacaklardır. Bâkî ferman Dergâh-ı muallânındır." 106 Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. Bu mektupta, bizzat Kürt Beyleri, Kürt aşiretlerinin sosyal yapısına çok dikkat çekici bir üslûpla işaret etmişlerdir. "Ekrâd, muhtelif aşiret ve kabileler halinde yaşarlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduklarında ittifak ederler. Diğer hususlarda birbirlerine uymazlar. Allah'ın kanunu böyle cari olmuştur" şeklindeki ifade, asırlar sonra XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman tarafından özetle şöyle tekrar edilmektedir: (1910'larda Osmanlı devletine karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:) "Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaat te selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir." . B) İdris-i Bitlisî'nin Yavuz'a gönderdiği mektup Diyarbekir'in şiîlerin elinden alınmasından sonra Kürt beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt ve Türkmen beylerinin Osmanlı devletine itaatlerini temin eylemişdir. Şimdi İdris-i Bitlisî tarafından Farsça olarak kaleme alınan bu istimâletnâme, yani kendi arzu ve istekleriyle Osmanlıya tâbi olma belgesinin Türkçe özetini beraber dinleyelim: "Mülk ve dinin maslahatlarının nizama girmesi, metin Sultanların tedbir ve tedvirine bağlıdır. Şark ve garbda adaletin tesisi, Acem ve Arapların mazlumlarının matlub ve meramlarının temini, İslâm Padişahının adaletine vâbestedir. Diyarbekir mukimlerinden bu muhlis bendeleri arz eder ki; Bilâd-ı Ekrâd denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i aliyyenizin hizmetine tâliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerinden sizin yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. Sizin Dârül-Hilâfe yani İstanbul'a azimet haberiniz duyulduktan sonra buradaki bir kısım muhlis bendeler, Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşaya arz-ı itaat etmişlerdir. Hem mezkûr Beylerbeyi ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazı maruzâtlarını arz etmek istemektedirler. Bazı insî şeytanların müdahalesiyle Kürt ve Türkmen kabile ve aşiretleri, başlangıçta bir kısım ihtilâf ve ihtilâllere marûz kalmışlardır. Ancak Allah'ın lûtf u inayetiyle bu menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamakta ve Kürt beylerini isyana teşvik etmektedir. Bilâd-ı Ekrâdın Osmanlı devletine iltihakı, İstanbul'un fethi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak, yani Bağdat ve Basra'nın yolları, diğer taraftan Azerbaycan yolları ve bir diğer taraftan da Haleb ve Şam yolları açılmış olacaktır. Allah'ın yardımı pek yakındır. Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkâr İdris". 107 C) Hizmetleri Karşılığında Yavuz'un İdris-i Bitlisî'ye Verdiği Cevap Ve Taltif İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beylerin istek ve arzularıyla Osmanlı devletine ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir vilâyetinin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevî takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı devletine kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların miktarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşaya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı devletine bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı devletine bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilâf ve ihtilâl vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in'âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister. Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şiileştirmek isteyen şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icabettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir. Şimdi bu mektubun aslını beraber dinleyelim: "Sûret-i Menşûr-i şah bâ Kerem Umdetül-efâdıl kudvetü erbâbil-fedâil sâlikü mesâlik-i tarikat hâdi-i menâhic-i şerîat keşşâfulmüşkilâtid-dîniyye hallâlülmudılâtil-yakîniyye hulâsatül-mâi vet-tîn mukarrebül-mül-ki ves-selâtîn bürhânu ehlit-tevhîd vet-takdîs Mevlâna Hakîmüddin İdris -Edâmellâhu fedâillehû-. Tevkîi refî-i humâyûn vâsıl olacak malum ola ki, şimdiki halde südde-i saâdetime mektubun vâsıl olub senden umulan hüsn-i diyânet ve emânet ve fart-ı sadâkat ve istikametin muktezâsınca, Diyarbekir Vilâyetinin feth-i küllîsine bâis olduğun ilâm olunmuş. Yüzün ağ olsun. İnşâallahul-Eazz sâir vilâ-yetlerin fethine dahi sebeb-i küllî olasın. Benim envâ-i inâyet-i âliyye-i hüsrevânem senin hakkında mebzûl ve münatıftır. Elhâletü hâzihî âhir-i şevvâl-i mübâreke dek vâki olan ulûfeniz ile 2.000 sikke-i Efrenciye filori ve bir sammur ve bir vaşak ve iki mürabba sof ve iki çuka ve bunlardan bir sammur ve bir vaşak kürk kaplu soflar dahi ve bir Frengî kemhâ gılâflu müzehheb kılıç in'âm ve irsâl olundu. İnşâallahul-Kerim vusûl buldukda sıhhat ve selâmetle alıb masârifine sarf eyleyesin. Mukâbele-i hidemât ve mücâzât-ı istikametinde ve ihlâsında envâ-ı avâtıf-ı celile-i hüsrevâneme sezâvâr olub behre-mend olasın. Ve Diyarbekir cânibinde size ittiba edüb gelen beğlerin mukabele-i sadâkat ve ihlâs ve muhâzât-ı hidemât ve ihtisaslarına göre ol vilâyetde tevcîh olunan sancakların ve beğlerin ahvâli ve elkâbı ve mekâdîri senin malûmun olduğu ecilden iftihârülümerâil-izâm zahîrülküberâil-fihâm zülkadri vel-ihtiram sâhibül-mecdi velihtişâm elmüeyyed bi envâ-i teyîdiflahil-Melikis-Samed Diyarbekir Beylerbeğisi Muhammed Dâme ikbâlühû'ya nişan-ı şerifimle muanven beyaz ahkâm-ı şerife irsâl olundu. Gerekdir ki, ol cânibde her beğe tevcîh olunan vilâyetin ahvali ne vechile tevcîh olunub ve ol beğlerin elkâbı ve mekâdîri ne üslub ile olmak münasib ise berâtları inşâ olunub yazıveresiz. Mufassalan ol yazılan berevâtın sûretleri ve tımarının miktarları108 rını dahi bir sûret defter edüb südde-i saâdetüme dahi inâl edesiz ki, bunda dahi hıfz olunub her husus ve merkûm ve malûm ola. Her beğe ne sancak verüldüği ye ne vechile tefvîz olunduğı ve elkâbları nice yazulduğı ve riâyetleri ve in'âmları ne vechile olduğı ber sebîl-i tatsîl İlâm olunub amma birvechile tertîb ve tayîn oluna ki, birbiri arasında olan esas irtibât tezelzül ve tehallül bulmak ihtimali olmaya. Ve ol berâtlardan gayrı istimâletnâmeler günderilmek lâzım olan beğler içün dahi nişanlu beyaz kâğıdlar irsâl olundu. Anlar dahi her beğe ne vechile istimâletnâme gönderilmek münasib ise inşâ olunub inâmlar ile bile irsâl oluna. Ve anlarun mufassalan suretlerinin ve inâmda ne vechile riâyet olundukların ol berevât sûretleri ile bile defter edüb dergâh-i cihânpenâhima irsâl edesiz ki, her husus bunda dahi mufassal ve meşrûh mâlûm ola. Ve bu cânibde olan mühimmât-i Sultanî murâd-i şerifim üzere encâma yetişmiştir. İnşâallahul-Eazz benim dahi azimetim vaktinde ol cânibe munatif ve munsarıfdir. Ve ol beğlerin hakkinda dahi avâtif-i âliyye-i hüsrevânem mülâhaza ettüklerinden ziyâdedir. Ve şimdiki halde Erdebil oğlu İsmail-i pürtadlîl südde-i saâdetime Hüseyin Beğ ve Behram Ağa nâm adamlarin risâlet hizmetine gönderüb takrîren ve tahrîren envâ-i ubûdiyyet ve tazarrullar arz edüb mâbeynde sulh ve isleh müyesser olur ise, ol cevabindan ne murâd olunursa rizây-i şerifim üzere kabul suretin gösterüb envâ-i temelluklar eylemiş. Amma anun kelimâtina ve salâhına kat'â itimad câiz olmaduğı ecilden mezkûrân elçileri Dimetoka Hisarında ve sâir adamlarını Kilidülbahr kalesinde habs ettirdim. Sen dahi gerekdir ki, makh-r-i mezbûrun umûrunda ahsen-i tedbir ne ise anin tedbirinde olub Devlet-i edeb... Mehâmm ve masâlihinde mücidd ve sâî olasin. Min ba'd esnâf-i asâr-i cemîlenüz sâih ve lâih ola. Şöyle bilesin, alâmet-i şerife itimad kılasin. Tahriren fî evâsit-i şehr-i Şevvâlil-mükerrem senete ihdâ ve işrîne ve tis'a-miete el-hicriyye Bi Makam-i DârilHilâfe Edirne El-Mahrûse." 3. Bu gayretlerin neticesi ne oldu? Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle de edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimi ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'ten itibâren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı devletine iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazısını beraber görelim: A) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzular ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hisn-i Keyfâ Emîri Melik Halik lmadiye Hâkimi Sultan Hüseyin; Cezire Hâkimi şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkinii Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey; Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Carzar Palu, Sürt, Meyyafarakin, Sasrin, Sincar, Çermik, Malal ya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdek aşiretler de arka arkaya Osmanlı devletine iltihâk etmişlerdir. B) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı devletine iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, ˜bni Said, Benî lbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin buIunduğu se‡kin bir tenisilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve asli Topkapi Sarayında bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardir: "Bizler, 109 canlarımız, mallarımız iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. lslâmi tatbik ve adâleti tesis için sizin hakiniiyetinizi zaruri görüyoruz." 4. Osmanlı devleti Doğuda nasıl bir idari nizam tesis etmişti? Osmanlı Devletinin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tâbi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı devleti, Çaldıran Zaferinden sonra Doğu Anadolu da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayn bir eyâlet daha teşkil olundu. Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana gruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz. Birinci grup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı devletinin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulu burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dâhildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir eyâletinde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van eyaletindeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederler. İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlardan biri geçmektedir. Devlete ihânet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde beylerbeyinin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Sürt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar. Üçüncü grup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdırlar. Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu'da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı devletine sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itik adî açı110 dan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamısıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzimat dönemine yani 1840'-lara kadar bu hal aynen devam etmiştir. Doğu Anadolu'nun teslimiyet ve itâati ne kadar devam etmiştir? İdris-i Bitlisî ile başlayan şarktaki beyler ve Müslüman halkın hilâfet ve saltanata sadakatle bağlılıkları, en azından 1850 yılına kadar, yani yaklaşık 330 sene devam etmiştir. Osmanlı devleti, bu yerli ahaliyi Müslüman kardeşleri ve bu bölgeleri de darü'l-İslâm olan ülkesinin aslî parçası olarak görmüş; buna karşılık yerli Müslüman ahali ve beyler de, Osmanlı Devletini İslâm'ın bayraktarı bir İslâm devleti olarak telâkki edip ona itaati kendileri için ibadet saymışlardır. Hatta bu bölgedeki beyler, Batı Anadolu ve Rumeli'deki hem Türk hem de Müslüman olan Ayanlar kadar, Osmanlı devletinin başına gaile çıkarmamışlardır. Meselâ hem Türk hem de Müslüman olan Karaman eyaletinde Osmanlıya karşı elli çeşit isyan görmek mümkün olduğu halde, 330 sene içinde Doğu bölgelerinde ciddi bir isyandan bahsetmek mümkün değildir. Bu dediğimizin müşahhas bir delili, 1630'larda, yani şarkın Osmanlı devletine itaatinden 13 sene sonra kaleme alınan şu fermanlardaki ifadelerdir: "Hükm-i Hümâyun... Ümerâ-i Ekrâd, Devlet-i Aliyye'nin sadakat ve istikamet ile hayırhahı olup ecdâd-ı izamım zaman-ı şeriflerinden ilâ hâzelân uşur-ı hümayunda enva'-ı hidemât-ı mebrure ve mesa'-i meşk-re-i gayr-ı adîdeleri vücuda gelmiş ve zimmet-i himmet-i mülûkaneme ri'ayetleri lâzım olmağla badelyevm himâyet ve sıyânet olunmaları aksây-ı murâd-ı hümây-numdur..." "... Siz eben an ced sünniyy'ül-mezheb ve pâk meşreb olub âbâ ve ecdâd-ı âliniz zamanlarında vâki olan Kızılbaş seferlerinde nice bin müsellah yarar ve nâmdâr ekrâd-ı zaferkirdâr ile asâkir-i mansûremin "nüne düşüp ve icray-ı gayret-i çihar-r yârgüzîn içün uğur-ı din-i mübinde can ve başla döğüşüp nice fütûhât-ı cemileye bâis olmuşsunuz." Ne zaman ki İslâm kardeşliği mânâsı bozulmuş ve Avrupa zındık kâfirleri tarafından bir Frenk illeti olan ırkçılık Osmanlı devletinin içine atılmış, o zaman Doğuda da ayrılık ve fitne rüzgârları esmeye başlamıştır. Çare, tarihten ibret dersi almaktır ve bu bölgeleri 300 küsur sene Osmanlı devletine sımsıkı bağlayan sırrı anlamaktır. . IV - Cemal Kutay'ın Manidar Tesbitleri Ve Asrımızdaki Problemler Değerli tarihçi Cemal Kutay'ın konuyla alâkalı bir makalesini buraya aynen derç etmek istiyoruz: "Lisanımızda öyle tâbirler, terkibler var ki, ifade ettikleri hakikatlerin hayat içinde tezahürlerini tespite ömürler vakfetmeye değer... Bunlar arasında hayrü'l-halef tavsif terk¡binin muhtevası üzerinde açıklamayı eniştem rahmetli İbrahim Alâeddin Gövsa'dan dinlemişimdir. Edebiyatımızdaki müstesna yerinin hayranlığını sıhriyyetimiz tamamlayan üstad Süleyman Nazif için eserini hazırlıyordu. Mukaddime üstadın babası Diyarbekir'li Said Paşamn şahsiyeti ile başlıyordu. Ber ceste mısraları arasında: Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni... İlâhî tebşiri ciltlere bedel bu büyük Osmanlı vezirinin bıraktığı en büyük miras için İbrahim Alâeddin, şu hükme varmıştı: "İki hayrü'l-halef oğlu Süleyman Nazif ve Faik Ali.." Belki Mevlâna Celâleddin'in beşer için temennisi buydu: “Bir beste ol, arkandan hasretle söylesinler..." diyordu müstesnâ mutasavvıf... 111 Söylenmeye değer ardda kalanlar arasında, babaların açtıkları hayır yolunda himmet sahibi olabilmiş evlâtlar kadar mesud ve mebr-k miras olabilir miydi? İki himmet sahibi hemşehriŞüphesiz ki bu hayrü'l-haleflik için kan sıhriyyeti şart değildi, asıl olan mefkûre idi: Vatan ve insanlık için hayrın ve doğrunun yolunda gidebilme... Eğer bu intibak, akrabalık, hemşehrilik gibi cetlerimizin "intibâk-ı müstahsene=güzel uyumlar" olarak vasıflandırdıkları kucaklaşmalar ile tamamlanırsa, elbette ki, hâfızalarda daha derin ve unutulmaz yerleri olurdu. Birbirinden tam 440 sene sonra hayata gözlerini kapayan ve ikincisi birincisine heyr'ul-halef iki hemşehriden Osmanlı Devri'nin son vak'a-Nüvisi Abdurrahman Şeref Bey Hoca'mızın tespitiyle "İlmini vatanın selamet ve kudreti için addedilecek kifâyet içinde izah ve ispat eden"ma'ruf müverrih Bitlis'li İdris ile, o'nun mirasının devamı uğruna ömrünü vakfeden hemşehrisi Bediüzzaman Said Nursi'den... İkisi de Bitlis'in Hizan İlçesi'nde doğmuşlar... İdris'in babası beldesinin zahiri ve batıni ilimlerde ma'rûf şahsiyetlerinden Hüsâmeddin Ali El Bitlisî Nur Bahşi Tarikatinin kurucusu Muhammed Nurbahşi'nin halifesi... Bu Nurbahşi Tarikatı'nın, mefhum olarak ifadesi, ışık bahşeden ve dağıtan mâ'nâsı ile Nun hareketinin zaman ve mekân içindeki manevi irtibatını, mevzu üzerindeki salâhiyetler araştırabilirler. Bitlis'li İdris'in elimizdeki on iki eseri, kendisinin tarih, tasavvuf, edebiyat ve siyaset sahasındaki kıymetinin âbideleri... Bunlar arasında, Osman Gazi'den başlayarak, sekizinci Osmanlı Hâkaânı II. Bâyezid Hân Devri'ni anlatan Fârisî "HeştBihişt=Sekiz Cennet" tarihi, I. Sultan Mahmud'un emriyle Van'lı Abdülbaki Sa'di Efendi tarafından lisanımıza çevrilmiş. Hâlen Hamidiye Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. En büyük himmeti Bitlisli İdris'in Büyük himmet'i Osmanlı Hakanı Yavuz Selim'le beraber Anadolu'nun Osmanlı Birliğine katılmasında gösterdiği faaliyet ve eriştiği merhaledir. Öyle ki, Yavuz Selim, fethettiği Kudüs'e Onu muvakkat Vali olarak bırakmıştır. Osmanlı hizmetinden evvel Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanında bulunan Bitlis'li İdris, kendisi Şiî hareketine karşı Osmanlı Sünnilerinin safına sokamayınca, İstanbul'a gelmiş ve İkinci Beyazıd'a vaziyeti anlatmış, tedbir istemiştir. Doğu Anadolu'da Osmanlı idaresini tesis, oğlu Yavuz'un zaferleri neticesi olunca, fikrin sahibi İdris, yeni hakanın güvenine sahip olmuş ve onun yakından bildiği mıntıkanın Osmanlı'nın bölünmez parçası olması için düşünce ve tavsiyelerinden sonuna kadar istifade etmiştir. Sadrazamların huzurunda titrediği celalli Osmanlı Hakan'ı Yavuz Selim'in kendisine "Fikr-i vahdetin rehberi=birlik düşüncesinin öncüsü" dediğini oğlu Ebu Fazl Mehmed Efendi Heşt-Bihişt'in zeylinde yazıyor. 1520'de İstanbul'da ölen Bitlisli İdris, Eyyub Sultan'da bugün kendi adına anılan İdris Köşkü ve çeşmesi denilen yerde, karısı Zeyneb Hatun'un yaptırdığı mescidin mezarlığındadır. Osmanlı milliyetçiliği fikri ve ikinci hemşehri 622 sene sürmüş Osmanlı Hakanlığı devrinin, tek hanedan idaresinde bu kadar uzun zaman nasıl devam edebilmiş olması, dünya tarihçilerinin üzerinde ısrarla durduğu mevzu olmuştu. Çünkü Osmanlı idaresindeki haşmet devrinde yirmi milyon sekiz yüz kırk bin kilometrekareyi, yani iki Avrupa büyüklüğünü aşmış Babil Kulesi'ni hatırlatacak kadar çeşitli din-dil ırkların bir arada huzur içinde nasıl yaşayabilmiş olması yolunda bir başka misal yoktu. Zannederim ki en doğru teşhisi, Leon Kahun koymuştur: İslâm dininin bütün insanları kardeş sayan ve bir anadan babadan doğmuşçasına birbirinizi 112 seviniz, diyen beşerî tavsiyesini en iyi kavrayan Türk milleti olmuştur. Osmanlı devleti, daha çok Hıristiyan ve Musevîlerin yaşadıkları yerlerdeki fetihlerinden sonra buraların halkına dinlerinde ibâdet hak ve hürriyeti temin edince huzur kolaylıkla temin edilmiştir. Fakat meselâ, İran Şiilerınin nüfuz mıntıkası saydıkları Şarkî Anadolu'da vahdeti ve huzuru temin edebilmek daha zor olmuştur. Bunun için birleştirici fikirlerle bir Osmanlı milliyetçiliği terkibi meydana gelmişti. Bu fikir tatbikatta o kadar müsamahakâr ve âdil olmuştur ki, sadece dini Müslüman olanlar değil, Hıristiyan ve Musevîler arasında da bu hak ve hürriyete dayalı siyaseti kabul edenler de çok olmuş ve mesud asırlar yaşanmıştır". Yavuz Selim'den sonra Doğu Anadolu'da milli birlik ve beraberliği bozucu teşebbüsler olmuş, bunlar günümüze kadar süregelmiştir. Bugün, sıkıyönetim mahkemelerinin önüne çıkarılmış ve adaletin kararını bekleyen üzücü hâdiseler arasında böylesine olanlar, hiç de az değildir. Ve bu sahada bir tarih muhasebesi, Bitlisli İdris'in açtığı birlik ve beraberlik yolunda, kendisinden tam dört yüz yıl sonra hayata gözlerini kapayan bir hemşehrisini, Bediüzzaman Said Nursi'yi hatırlatıyor: 0 da, yaşadığı devirde, devlete saygılı, mânevî rabıtayı kâfi bulan huzur ve sükûn hayatının müdafii olmuştu. Fikirlerin buhran ve teşettüte en çok mütemayil olduğu ve böylesinin revaçta bulunduğu nazik anlarda da millî birliği muhafazayı temel akide sayan felsefesinden ayrılmamıştır. Manevî uhuvvetin, millî birliği temin yolunda en sağlam mesned olduğu artık inkâr edilemiyor... Yahya Kemal'in berceste mısraları arasında, kalben hasretini çektiğim tetabukları tahayyül ettikçe hatırladığım güzelim teşhisi şudur: İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar. Gerçekten de öyle... Şöyle bir güzel himmet hayâle değmez mi idi? Bediüzzaman vakit bulsa idi de, büyük hemşehrisi İdris'in Heşt-Bihişt-Sekiz Cennetini o salâhiyetli Farsçası kadar, mükemmel tarih kültürü ile ve bilhassa Osmanlı milliyetçiliği heyecanı ile dilimize çevirebilseydi... Neylesin ki, çileli ömründe elli mumluk bir elektrik ampulünün ışıklandırdığı 2x2=4 metrekarelik bir odada, san defter kâğıdı ile, yirmi dört saatte bir kâse süt veya yoğurt ufalanmış iki dilim ekmek tevazuu içinde beşon sene sürebilmiş huzur kifayetini bile bulamadı. Halbuki nasıl adetâ vecd içinde dilimize ve kafamıza kazandırırdı büyük hemşehrisinin kütüphanemizde yeri boş eserlerini.. Onu seven ve yolunda gidenlerden bir himmet sahibini ümid ederek..." V - Asrın İdris-İ Bitlisi'si Bediüzzaman, 1955'lerde Tehlikeye Dikkat Çekiyor Ve Tedbirlerini Teklif Ediyor Avrupalı tarafından nifak tohumları ekildiğini hisseden Doğu Anadolu bölgesinden çıkmış İslâm âlimleri, tehlikeye zamanında dikkat çekmişler ve çaresini de bizzat göstermişlerdir. Şarktaki cehalet sebebiyle, eğer bu insanlardaki dinî duygular zayıflarsa, ancak anarşist olabileceklerini ve böylesi insanların devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceklerini gören asrın İdris-i Bitlisi si Bediüzzaman, II. Abdülhamid zamanından beri, bölge halkının dinî ilimlerle mücehhez kılınmasını ve bunun temini için de bu bölgede bir üniversite açılmasını ısrarla teklif etmiştir. Bu teklifini Sultan Reşad'a kabul ettiren Bediüzzaman, aynı teklifi birinci BMM'ne yapmış ve Mustafa Kemal'in de içinde bulunduğu l63 mebusun imzasıyla şarkta Medresetüz-Zehrâ adıyla bir üniversite açılması kararını çıkarttırmıştır. Bütün bu gayretlerinin asıl sebebi, şarkı asırlarca Osmanlı orduların da 113 gönüllü bölükler haline getiren ruhu tekrar ihya etmektir. 28.4.1955 tarihli bir dilekçesiyle de, sanki bugün Doğuda ve de Körfezde meydana gelen hâdiseleri görürcesine, tedbir alınmazsa ileride devleti çok yük tehlikelerin beklediğini ve bu tehlikeleri önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunu cesaretle ifade etmiştir. Hem o zamanki hükümetin Pakistan-Irak Türkiye üçlüsü şeklinde gerçekleştirmek istediği Birleşik İslâm Cumhuriyetleri projesini tebrik ve hem de emareleri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınması gereken tedbirleri ihtar mahiyetinde, zamanın Reis-i Cumhuru ve Başvekiline çok manidar bir mektup göndermiştir. Yavuz'a İdris-i Bitlisi tarafından gönderilen mektuba, hem gaye ve hem de muhteva itibariyle çok benzeyen bu mektubu arşivlerimizdeki haliyle aynen ve aslından neşrediyor ve bu mektupta denilenlerden sonra bizim diyeceğimiz bir Şey olmadığını belirtmek istiyoruz: "Dâhiliye Vekâletine Maarif Vekâletine, PakistanIrak ittifakı ve Şark üniversitesi mevzuunda, Isparta-Beycamii mahallesi, 61 a numarada Said Nursî tarafından Yüksek Cumhur reisliğine sunulup Başvekâlete tevdi olunan mektup suretinin bağlı olarak sunulduğunu saygılarımla arz ederim. Dâhiliye ve Maarif Vekâletlerine yazılmıştır. Başvekil Namına Müsteşar Ahmet Salih Korur" "REİS-İ CUMHURA VE BAŞVEKİLE: Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare, garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum: Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bu millete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm'ın sulh-ı umumisine ve selâmet-i âmmenin teminine kat'i bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Hâlbuki menfi hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde, evvela başta Türk Milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum. Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nazırı, Kur'ân'ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'ân'ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız." İşte bu iki 114 fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı Kur'an'ı Hâkimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol, bir de pek büyük bir Darü'lfünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedir âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi de istibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin felâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk. İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi'ül Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayım niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi'ülEzher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika'dan ne kadar büyükse daha büyük bir Dar'ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. TA Kİ: İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin... Hakikî müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile "İnnemel mü'minûne İhvetün"21 Kurân'ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-ı diniye birbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikî ile tam müsalâha etsin ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında, Medreset'üz-Zehra mânâsında Cami'ül-Ezher uslûbunda bir dar'ül-fünun, hem mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını yapmak için 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi'deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara'da, mevcut iki yüz meb'usdan yüz altmış üç meb'usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi. Demek şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin te'sisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an'anâttan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an'ane ve ulûm-ı diniyyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben dedim: Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya'nın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinin delâleti ile Asya'yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratından ziyade, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namı ile an'ane-i İslâmiye'yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dört be büyük milletlerin merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir. Binler misâllerinden bir küçük misâl size söyliyeceğim: Ben Van'da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?" Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardaşıma tercih ediyorum. Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı 115 muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, salih bir Türk'e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey suâl soran meb'uslar: Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine muhtaç olan bu kardaşlara bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dîni mi daha lâzım? Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir? Sizden soruyorum.İşte bu cevabımdan sonra an'ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını af etsin. Şimdi vefat etmişler. . Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînin temel taşı ve birinci kal'a olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azime-i siyasiye içinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete, bu azim faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-i diniyye o üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet, tahribat-ı manevîdir: İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu mes'eleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes'elede re'yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika'da, Avrupa'da ve bu mes'eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes'elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden belkiyoruz. Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.” Said Nursi İşte tarih ve yakın mazi... Ders alınırsa, tarih tekerrür etmeyecektir. Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman Hüseyin Özdemir 211 Bediüzzaman Said Nursi hakkında yazılan kitapların bir kısmında, ısrarla onun Kürt kökenli oluşu vurgulanmakta ve bu noktadan hareket edilerek bazı kişilerce, bu konuda kendi perspektifleri ve istekleri doğrultusunda yorumlar yapılmaktadır. Onun için bu makalede büyük âlim Bediüzzaman Said Nursi'nin Şarkta günümüze kadar farklı isim ve özelliklerde tezahür eden isyan hareketleri karşısındaki duruşunu, millet, devlet vb. kavramlara bakışını ortaya koyarak, aynı zamanda ırkçılık gibi bir içtima i hastalığın teşhis ve tedavisi konusunda bir yaklaşımda bulunacağız. Milliyetçiliğin Doğuşu ve Yayılışı İslam tarihinde, bilindiği gibi ilk ırkçılık hareketi, Emeviler döneminde başlamıştır. Emevi ailesi, hilafetin, akrabaları Hz. Osman'dan tevarüs ettiğini 211. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 116 ettiğini iddia etmişlerdir. Hz. Ali, Hz Osman'ın katillerini cezalandırmayı reddedince, onun kan davasının sorumluluğunu Muaviye'nin kabule hazır oluşu, onun işbaşına gelişi için de bir haklılık kazandırdı; çünkü eski Arap fikriyatına göre varis ideal olarak kanın öcünü alacak kimse idi.212 Emeviler kendi idarelerini haklı göstermek, siyasal iktidarlarını pekiştirmek için dini alet etmişler, itikadi deliller getirmeye çalışmışlardır. Hatta yaptıkları zulümlerin Allah tarafından takdir olunduğunu söylemeye kalkışmaları, başta Hasan el-Basri olmak üzere, karşılarında geniş bir muhalefet hareketi doğurmuştur. Hem İslam âlemini küstürmüşler, hem de birçok felaketlere sebep olmuşlardır. Asıl bizim konumuzu ilgilendiren milliyetçilik hareketlerinin doğuşu ise 1789 Fransız İhtilali ile başlamıştır. Bu ihtilal Avrupa'da “milliyetçi” bir dalga doğurdu. Unsuriyet fikri Avrupa'da çok ileri gitti ve dalga dalga yayıldı. Avrupa devletleri menfi milliyetçilik neticesinde birbirleriyle uzun süren savaşlar yaptıkları gibi I. Dünya Savaşı gibi umumi bir felaketi yaşadılar ve Dünyaya yaşattılar. Avrupa, menfi milliyetçilikten öyle bir ders almış olmalı ki, bu yıl içerisinde Avusturya'da, küçük bir ırkçı partinin iktidar ortağı olması, büyük bir felaketin başlangıcı olarak sayıldı ve büyük tepki gördü. Aslında asıl korkulan Almanya gibi büyük devletlerde geçmişte izleri kalan ırkçılığın yeniden yeşerebileceği endişesi idi. Hoşgörü ve adaletin hâkim olduğu Osmanlı Devleti'nde de yenileşme hareketleri ile birlikte farklı unsurlar arasında milliyetçilik hareketleri yayılmaya başlamıştır. Türk unsur-ı asliyesi ile birlikte otuz civarında milleti altı asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiş, Hıristiyan, Yahudi vb. her türlü din mensuplarına hoşgörü ile davranmış, kiliselerini, havralarını yapmalarına, eğitim ve hukuki alanda kendi talepleri doğrultusunda hareket etmelerine imkân sağlamış olan Osmanlı Devleti de bu 19. asrın içtimaî ve siyasi gelişmelerinden etkilenmiştir. Bir yandan devletin her bakımdan gerilemesi, diğer yandan da Fransız İhtilali ile başlayan ulusalcı hareketlerin Osmanlı Devleti'ne de sirayet etmesi; dışarıdan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı Devleti'ni, içeriden parçalamak ve yok etmek için Hıristiyan dünyası için iyi bir zemin oluşturmuştur. Avrupa devletleri önce Hıristiyan tebaayı isyan ettirmeye başlamış, böylece Osmanlı Devletini istila etmeyi planlamışlardır. Mozaik bir yapısı olan Osmanlı Devleti'nde başlayan milliyetçilik hareketleri Avrupa lehine çok önemli fırsatlar sağlamıştır. Büyük devletler Türk olmayan unsurları ayartmışlar ve verdikleri desteklerle bağımsız birer küçük devlet olarak Osmanlıdan ayrılmalarını sağlamışlardır. Kürtçü hareketler de bu tarihi sürecin bir sonucudur. Fakat güçlü İslâm bağları bazı olaylara rağmen bölünmeyi önlemiştir. Şarktaki İsyanlar ve Sebepleri 15. yy.'a kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürtler, Şia tasallutu altında yaşıyordu. Şah İsmail'in kurduğu Safevi Devleti bölgeyi Şiileştirme hedefi güdüyordu. 1514 Çaldıran zaferinden sonra bu bölge Osmanlı Devleti'ne iltihak etmiştir. Büyük âlim İdris-i Bitlisi'nin önderliğinde yirmi beşten fazla Kürt beyleri, kendi arzuları ile Yavuz Sultan Selim'e itaat etmişler ve şöyle demişlerdir: “Bizler canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz 212. W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 100-101. 117 İslam'ı tatbik ve adaleti tesis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz” 213 Osmanlı yönetimi, bugün Amerika'da olduğu gibi, idare ettiği milletlerin farklı özelliklerine göre, farklı idare tarzları oluşturmuştu. Çaldıran zaferinden sonra Doğu Anadolu bölgesini Diyarbakır'ı merkez yaparak buraya bağlamış ve eyalet sistemine göre idare etmiştir. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu vilayetlere bağlı sancaklar, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve 1840 yılına kadar bu hal devam etmiştir.214 1514'den itibaren İdris-i Bitlisi'nin idari çatıyı oluşturduğu bu bölgeler, üç eyalet ve yirmi sancağa bölünmüştür. Eyaletler Diyarbakır, Rakka ve Musul'dur. Sadece Beylerbeyi Kürt değildi. Diğer idarecilerini kendileri seçerlerdi. Sultan II. Mahmud ile birlikte bu idari sistem değişmeye başlamış, bu duruma paralel olarak Kürtçülük hareketleri de doğmaya başlamıştır. Gerçi Osmanlı Devleti'nin klasik dönemlerinde zaman zaman Kürt-Celali isyanları tarzında Doğu bölgesinde problemler olmuştur. Fakat bugüne kadar uzanan Kürt ulusalcı hareketlerin ilk çıkış kaynakları, II. Mahmud zamanına kadar uzanır. Kürt ulusal hareketlerinin ortaya çıkmasında kanaatimce üç önemli faktör rol oynamıştır. 1- II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası çerçevesinde Kürt beylerinin statülerinin bozulması, buna bağlı idari, siyasi ve iktisadi problemler. 2- Kürt beylerinin statülerinin azalmasına karşılık, şeyhlerin siyasi olarak da önemlerinin artması. Ancak devletin Batılılaşma hareketleri ile bu durumun çatışması. 3- 19. asırda Avrupa'da gelişen milliyetçik dalgasının, Osmanlı Devleti'nde de gelişme göstermesi. 1 ve 2'nci maddedeki sebepler çerçevesindeki örgütlenmelerin her iki çeşidi içerisinde Kürt milliyetçiliği fikri gelişme göstermiştir. 1- Merkeziyetçi Devlet Politikası ve Kürt Beylerinin Statülerinin Bozulması Osmanlı Devleti'nde bir takım yenileşme hareketleri yapılacaktı. Bunların yapılabilmesi için de devletin modern devlet yapısı gereği merkezileştirilmesi ve idarenin bürokrasi tarafından yerine getirilmesi gerekiyordu. Artık Doğu'da yerel yöneticiler yerine merkezden valiler tayin edilecekti. Yapılan idari reformlar çerçevesinde merkezden valiler tayin edilmesi, yerel beyleri rahatsız etmişti. Beyleri rahatsız eden bir başka husus da Doğudaki Ermenilerin konumundaki değişiklikti. “19. asrın başlarında Sultan II. Mahmud Han Ermeniler hesabına, Şarkta Kürdistan derebeylerine şiddetli darbeler vurmuş ve Ermenileri memnun etmek istemişti”.215. Sultan II. Mahmud tahta çıktığında Anadolu'daki yerel nüfuzlu aileler gibi Kürt mirleri de yarı bağımsız bir konumda idiler. II. Mahmud, 1812 Osmanlı-Rus savaşından sonra hızlı bir merkezileştirme politikasına başladı. Yüzyılın ortalarına doğru Kürdistan'da emirlik kalmamıştı. Ancak pratikte Osmanlı yönetimi çok etkisizdi. Şehirlere yakın yerlerde valilerin biraz etkisi vardı, ama başka hiç bir yerde otoriteleri yoktu. İki Kürt miri merkezi otoriteye isyan ederek, geniş bir alanı işgal etmişlerdi. Bunlardan biri Revandizli Mir Mehmet (Kör Mehmet), diğeri Botan Emir213. Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, s.140. 214. A.g.e., s.141.. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 215. Nuri Dersimi, Hatıratım, s. 44. 118 liğinin lideri Bedirhan Bey'dir. 20 yıl sonra ancak Revandiz Türk yönetimine girmişti. .216 Kürtlerin çoğunun modern milliyetçiliğin ilk örneği olarak değerlendirdiği Botan Emirliğinin önderi Bedirhan Bey, 1821'lerde düzensiz kümeleşmelerin miri oldu. Otoritesini tanımayan aşiretlere de savaş açtı. 1828-1829 Osmanlı Rus savaşında aşiret adamlarından savaşçıları Osmanlı ordusuna göndermeyi reddetti. 1839 da Osmanlı ordusunun Mısırlı İbrahim Paşa birliklerine yenilmesi üzerine mir, bağımsız bir Kürdistan kurmayı planlamaya başlamıştı. 1843'de Nasturilere yaptıkları katliam üzerine, Bedirhan üzerine güçlü bir ordu gönderildi. Bedirhan akrabalarıyla birlikte İstanbul'a gönderildi. Kimsenin onun yerini almasına da izin verilmedi. Mirden sonra emirlik düşman aşiretlere bölündü. Sultan Abdülhamid tarafından, Miran aşiret reisi Mustafa Ağa, Hamidiye Paşası yapıldı. Ve bölgenin en güçlü adamı olmayı başardı. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Bedirhanlardan Osman ve Hüseyin, 'Paşa' unvanı aldılar ve Botan'a geri döndüler. Yaşlı olan Osman Paşa mirliğini ilan etti ve aşiretlerin çoğu gönüllü olarak yönetimine girdi.217 1878 yılı sonlarına doğru Hüseyin ve Osman Beyler Cizre taraflarında bir isyan başlatmışlardır. Hüseyin Bey Siirt yakınlarında gayet ağaçlık, taşlık ve yüksek olan Nebazat Dağında 2500 kadar kişi toplamış, Osman Bey'in de Cizre taraflarında isyancı toplamakta olduğu bildirilmişti. Her iki grup isyancının birleşerek büyük bir tehlike arz ettikleri anlaşıldığında, üzerlerine gereği kadar asker sevk edilmiştir. Bu savaşta eşkıyanın yüz elliden fazla telefat verdiği ve büyük bir muvaffakiyet kazanıldığı Diyarbakır'dan Sadarete gelen 19 Teşrin-i Sani 1294/13 Kasım 1878 tarihli telgrafla bildirilmiştir.218 Padişah tarafından Hüseyin ve Osman beylerin bu hareketten vazgeçmeleri hususunda Mardin Mutasarrıflığına bir telgraf gönderilmiş, Mardin mutasarrıfı da hususi bir memur göndererek kendilerine padişahın nasihatlerini ve bu hareketten kan dökülmeden vazgeçmelerini bildirmiştir. Bu belgede özetle şöyle denilmektedir: Padişahın emri üzerine Mardin Mutasarrıfının Osman Beye yazdığı mektupta, tutmuş oldukları yolun na-meşru, eser-i igfalat-ı ecnebiye ve azim cinayet olarak çıkar yol olmadığı belirtilerek, iki taraftan dahi kan dökülmeyerek hükümete veya askeriyeye dehalet edildiği takdirde affolunup, mükâfat görecekleri vaad edilmiştir. Ayrıca, eski Mardin müftüsü o tarafa gönderilerek, “Allah'a, Resulüne ve sizden olan ululemre itaat edin” emri ile ilgili İslamî sorumlulukları hatırlatılmıştır. Mektup “bu ihtarat-ı biraderanemi inşallah kabul buyurursunuz.” temennisiyle bitmiştir. 7.Z.1295/2 Aralık 1878. 219 Bu isyanların, beylerin siyasi ve ekonomik statülerinin bozulmasıyla bağımsız devlet kurma niyetine kadar vardırılmasının bir sebebi de, valilerin bölgelerinde otorite kuramamaları idi. Kürt halkının can ve mal güvenliğini de ortadan kalkmıştı. Oysa mirin otoritesinde eşkıya olayları olmamaktaydı, can güvenliği sağlanmıştı. Bir belgede bu durum şöyle belirtilmektedir: Kaza müftüsü, meclis azaları ve yaklaşık 40 kişinin imzası ile Padişaha 13 Teşrin-i Sani 1294/7 Aralık 1878 tarihli gönderilen mektupta, Bedirhan Paşa merhu216. Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, s. 217-218. 217. A.g.e., s. 220-223. 218. Yıl. Hus., 159-79. 219. Yıl. Hus.159/79. 119 mun Bühtan'dan (Botan) hareket ettiğinden bu güne kadar kazalarımızda bulunan miri mallarla vs. ilgili vergilerin toplanamadığı gibi her gün adam öldürme, eşkıyalık gibi hadiselerin gitgide arttığı, bir köyden bir köye gitmenin mümkün olmadığı ve memurların irtikâplarından dolayı bunların önü alınamadığından şikâyet etmişlerdir. Bu şikâyetlerin çözümünü de adaleti herkesçe malum olan Bedirhan Paşa'nın mahdumu Osman Nurettin Beyin Buhtan'a bir memuriyete tayin edilmesinde görmektedirler. Zira cümle aşiret ve kabileler onun eli altındadır.220 Osmanlı Devleti'nin reform döneminde Kürt beyleri yeterince onore edilmemiş, istişare ve uzlaşı olmamış ve bu yüzden merkezi otorite tarafından adeta devre dışı bırakılmıştı. Zamanla bunun olumsuz sonuçları görüldüğünden Bedirhan Paşazadelerin önde gelenlerine devlet birçok taltifatlarda bulunmuş, önemli devlet hizmetlerine tayinleri yapılmıştır. Hatta Bedirhanlar’dan Şam'da ikamet eden ve orada bir ara mahpus olan Ahmet Bedri Bey daha sonra Şuray-ı Devlet reisliğine kadar gelebilmiştir. 2- Doğuda Şeyhlerin Öneminin Artmasına Karşılık Devletin Batılılaşma Politikası II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası neticesinde devletle halk arasındaki köprü görevini Kürt beyleri yerine şeyhler yapmaya başlamıştı. Özellikle Tanzimat'tan itibaren şeyhlerin sayısı ve halk nezdinde önemleri artmıştı. Zaten Kürtlerin arasında önceki asrın müceddidi kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi'nin etkisi ile dindar ve Nakşî tarikatine bağlı idiler. 1776 yılında Süleymaniye'ye bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Mevlana Halid, Mikaili aşiretindendi. Zühdü ve takvasıyla bilinen Mevlana Halid, aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştu. 1822'de Mevlana Halid'in manevi hizmet ve hâkimiyeti siyasilerin dikkatini çekiyordu. Bağdat Valisi Davud Paşa İstanbul'a şöyle bir rapor gönderdi: “Mevlana Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyye'yi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hareketlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya katiyyen temayülü yoktur. Mevlana siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hatta Mevlana Halid'in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüt ederim”.221 Tanzimat, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet sonrası dönemlerde dinin sosyal hayattan tedricen çıkarılması, Büyük ölçüde dindar ve Nakşî olan Kürtleri rahatsız etmiştir. “Şey Ubeydullah, Şeyh Said, Molla Mustafa Barzani gibi önemli ulusal hareket liderleri, Mevlana Halid'den Nakşibendî tarikatını devralan şeyhlerin torunlarıdır”.222 Tanzimat reformlarıyla ilgili Şerif Mardin şöyle demektedir: “Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi Tanzimat'ın önde gelen devlet adamları tarafından izlenen politikalarda, ulemanın gözden çıkarılması eğilimi vardır. İslâmiyet'in tedrici geri çekilerek iyi bir devlet yönetimi, eğitim ve ticaretle bu boşluk doldurulacaktı. Dinin işlevini dikkate almayan rasyonalizm, benzer biçimde gelecekteki Türk reformcuları tarafından da paylaşılacaktır.”223 Oysa Doğuda o zamana kadar yargı işlerini yürütmüş ve çatışmalara çözümler dayatabilmiş, yarı bağımsız Kürt yöneticilerin ortadan kalkmasıyla şeyhlerin önemi daha da artmıştı. 1820 ile 1860 arasında şeyhlerin sayısında bir artış olmuş ve politik önemleri de art220. Yıl. Hus.,159/79. 221. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, s.15-16. 222. Bruinessen, a.g.e., s. 268. 223. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s.181. 120 mıştı. Çünkü yarı bağımsız yöneticilerin yokluklarında halkla aracılık yapabilecek güvenilir insanlara ihtiyaç doğmuştu. 224 Her ne kadar Tanzimat reformları tedrici olarak uygulanmakta ve Doğu bölgesine henüz ulaşmamış olsa da Batılılaşma politikalarının dini bağları ve ortak amaçları zayıflattığı düşünülebilir. Hele II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri politikalarındaki Batıcı ve milliyetçi anlayışın hâkimiyetinin, ortak paydaları daha da zayıflattığı görülmektedir. Aşağıdaki isyanların oluşmasında ekonomik, politik ve ulusalcı dalganın etkisi olduğu kadar, devlet ile aradaki dini bağların zayıfladığını da söylemek mümkündür. Şeyh Ubeydullah, 1880 yılında Osmanlıdaki ve İran'daki 220 aşiret reisini toplayarak ve İngilizlerden de silah yardımı alarak, merkezi Şemdinli olmak üzere büyük bir ayaklanma başlatmıştır. 225 Osmanlı-Rus savaşı sonrası Osmanlı Devleti'nin zayıf olmasıyla birlikte, İran devletinin daha zayıf bir durumda olmasından isyan önce İran üzerinde başlamıştır. İran bu ayaklanmadan çok zor durumda kalmış, belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlıdan yardım istemiştir. Türk-İran ilişkileri açısından da önemli olan bu belgede özetle şunlar rapor edilmiştir. 2 Mart 1881 tarihinde Tahran Sefaretinden Hariciye Nezaretine gelen bir telgrafnamede Tahran Umur-ı Hariciye Vezirinin Tahran Sefirine söyledikleri rapor halinde bildirilmektedir. Vezir, Şeyh'in ilkbaharda büyük bir Kürt ayaklanması başlatacağından korkan Şah'ın, Osmanlı Devleti vaadlerini yerine getirmeyip, oyalamaya devam ederse, Rusya ile bir muahede akdedebileceklerini belirtmektedir. Bunun sonucunda da Azarbeycan'ın yarısı veya tamamı mükâfat olarak Rusya'ya verilecektir. Vezir, “… Şah hazretleri bendenizi davet ederek Saltanat-ı Seniyye ile kat-ı muhaberat edeceğini ifade eylemesi memul bulunduğunu kemal-i hüzün ile hikâye edip, bu maddenin devleteyn aleyhine ve İslâm beynine bir nifak ile iki millet arasında ıslahına kabil bir adavet husule getirerek, kuvve-i İslamiyenin inkırazına ve İran'ı dahi Rusya'ya teslime kadar sebebiyet vermesi badi-i elem ve teessüf idüğünü ağlayarak söyledi” demektedir. Sefir devamında, Şeyh ve oğullarının, İran'ın isteği doğrultusunda huduttan uzaklaştırılarak Rusya ile ittifakın önlenmesi gerektiğini belirtmiştir.226 Osmanlı birlikleri, Şeyhin batıya doğru ilerlediği sırada harekete geçer ve İran ile bağlantısını keserek çevresini kuşatır. Yenileceğini anlayan Şeyh teslim olur ve İstanbul'a gönderilir. Bir müddet sonra Medine'ye yerleşen şeyh, ölünceye kadar orada kalır. Şeyhin büyük oğlu Seyyit Abdülkadir ve Seyyit Abdullah da daha sonra bir takım Kürtçülük hareketlerine karışmışlardır.227 Bir başka Kürt devleti kurma teşebbüsünün öncüsü Şeyh Mahmud'dur. Arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre Şeyhin niyetinin iyi olmadığını bilen Osmanlı ve İran hükümetleri, kendisini etkisiz kılmaya çalışmışlardır. Bir belgede, Caflı Mahmud'un İran hükümetince girişine izin verilmemesinden, hududa geldiğinde yakalanmasına çalışılması Bağdat ve Musul vilayetlerine bildirildiği, İran'a girmemesi için bazı mevkilere asker ikame edildiği, İran Veziriazamından Sefarete bildirildiği, Sadrazam tarafından padişaha arz olunmuştur. 2 Ramazan 1308/1891.228 224. Bruinessen, a.g.e., s. 91. 225. Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, s. 68. 226. Yıl. Hus., 166/112. 227. Yıldız, a.g.e., s. 68. 228. Yıl. Hus., 258/5. 121 Başka bir belgede ise Caf reisi olup yakalanması irade-i seniyyeden olan firari Mahmud Paşa'nın Batum yolu ile İran'dan Reşet şehrine geldiği ve yanına bir miktar süvari aldığı ve firarını Dersaadet'ten biraderlerine haber verdiği ve Kürdistan hâkimi ile bu aralık sık sık muhaberede bulunduğu Tahran Sefaretinden bildirilmiştir. Adı geçen kişinin yakalanması ve Osmanlı memurlarına teslimi Sefarete tavsiye olunmuştur. Ayrıca Mahmud Paşa'ya aşireti arasından meyl olmaması için Kürt reislerinden bazılarının taltifi için ferman buyurulmasına dair Sadrazamın Padişaha 229 arzı yer almaktadır. 22. S. 1309/1891.229 Birinci Dünya Savaşında Irak'ı işgal eden İngilizler, 1918 anlaşmasından sonra bir takım yarı bağımsız Kürt devletleri kurmayı planlıyordu. Şeyh Mahmud bu dolaylı yönetimin kilit adamı seçildi. Şeyh, İngilizlerin yardımıyla Kürdistan'ın geniş bir bölümünde yöneticiliğe atandı. Sonra yerel aşiretlerin çoğunun katledildiği bir anti-İngiliz isyanı oldu. Şeyh kendini bağımsız bir lider olarak ilan etti. İsyan bastırıldı ve Şeyh sürgün edildiyse de tekrar geri döndü. Hırslı bir lider olan Şeyh Mahmud'u (Berzenci) bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasını engellemek için İngilizler kullanmak isterken, o bağımsız bir Kürdistan hayaliyle İngilizleri kullandı ve bu nedenle İngilizler onu hiç affetmediler.230 230 Gerçekten Şeyh Mahmud, ünlü ajan Noel'i kendisine danışman yapmasına ve İngilizler kendisine bağımsızlık sözü vermelerine rağmen, İngilizlerin amacına aykırı olarak kendi liderliğinde bağımsız bir Kürdistan kurma çabalarına devam etti. İngilizlerde ona güvenememişlerdir.231 231Bir başka büyük isyan da Şeyh Said isyanıdır. Bu isyanı tamamen bir Kürtçü hareketi olarak görmemek lazımdır. Bu hareketin asıl sebebi, dini değerlerin tahrip edilmesine karşın, insanların gayret duygularının isyan noktasına gelmesidir. Şeyh Said, Dicle'de verdiği bir vaazda şöyle diyordu: “Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitime bağlandı. Gazetelerde bir takım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün 232 Şeyh elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar, dinin yükselmesine gayret ederim.”232 Said'in yanına sığınan altı asker kaçağının yakalanması için görevlendirilen jandarma birliğine ateş açılmasıyla, yani basit gibi görünen bir olayla isyan başlamıştır. Şeyh Said, yanındakilere şöyle seslenmişti: “Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin harekâta devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan yararlanacağız. Bugünkü Türk Hükümeti İslâmiyet'ten ayrılıyor. İstanbul'da Beyoğlu'nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar. Abdullah Cevdet, İçtihad Dergisi'nde yazdığı bir yazıda kuşağın düzelmesi için Macaristan'dan 233 damızlık getirilmesini istiyor”233 İsyan bastırılıyor. İsyancılara Diyarbakır'da uzun bir sorgulama yapılıyor. Sorgulamada savcı iddianamesini okuduktan sonra şöyle diyor: “Ayaklanma olayı iddianamede anlatıldığı gibi sanki Peygamber dininin yükselmesi perdesi altında meydana getirilmiştir. Oysa asıl amaç Türk vatanının be229. Yıl. Hus., 251/153. 230. 19. Bruinessen, a.g.e., s. 101, 264. 231. 20. A.g.e., s. 264. 232. 21. Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, s. 68. 233. 22. A.g.e., s. 72. 122 234 lirli bir kısmını ana yurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozmaktır.”234 Gerek milliyetçilik noktasından, gerekse dini noktadan hareket eden isyancılar, devletle ekonomik, sosyal, kültürel ve dini bakımdan tam bir bağ kuramamışlardır. Bunun sonucu olarak kendi devletine karşı yabancılaştıkları ve özgürlük, bağımsızlık ve ekonomik olarak yardım vaat eden emperyalist devletlere yaklaştıkları görülmüştür. Fakat Kürtlerin çoğunluğu bu isyanları tasvip etmemiştir. Çünkü içerideki bazı olumsuzluklara karşılık, bütün isyanların, ayrılıkçı hareketlerin arkasında büyük devletlerin emperyalist emelleri vardı. Büyük Devletlerin Şarkta Çıkan İsyanlardaki Rolü Şarktaki isyanlarda iç sebepler kadar, dış sebepler de, daha doğrusu bazı devletlerin katkıları da önemli rol oynamıştır. 21 Teşrin-i Evvel 1294/2 Kasım 1878 tarihinde, Devlet-i Aliyye Erkan-ı Harp Livası Komiserinin yazdığı bir raporda şöyle bir olay anlatılmaktadır: Kars cihetlerinde esir olmuş, o tarihten itibaren kendisini paşa ismiyle kaydettirmiş ve paşalara mahsus yevmiyeyi de almakta bulunan Kürt Paşazade Süleyman Bey, on beş gün önce esirler ile Sivastopol'a gelip kendi arkadaşları Dersaadet'e sevkolunduğu sırada namizaç olduğundan bahisle bir kaç gün tedavi ettirmek üzere burada kalacağını beyan etmiş ve kalmış idi. Bu sırada bendenize gelip görüşme sırasında “Rusya Devleti bana senevî altmış bin ruble vererek teklif ediyorlar ki, Rusya'da kalayım. Alel husus Rusya'nın Kars ciheti kumandanı Loris Melkof pek çok üzerime düşüyor. Ben de ne için bana altmış bin ruble vereceksiniz dediğimde, işte malum ya sen Kürdistan hanedanından beş hudut aşiretini ve alel husus bütün Kürdistan'ı iğfal edersin diyorlar.” Konuşmanın devamında eğer devlet Kars cihetinde ve hudut üzerinde bulunan Kürt beylerini taltif etmez ise yakında cümlesi Rusya'ya tabi olur diye Bedirhan Paşazade Süleyman, 235 Osmanlı Devleti'nin Sivastopol'da bulunan Komiserine beyanda bulunmuştur.235 Gerçekten yaklaşık bir ay kadar sonra Bedirhan Paşazadelerden Osman ve Hüseyin Beyler Cizre ve Botan cihetlerinde büyük bir isyan başlatmıştır. Bitlis vilayetinden 11 Mayıs 1332/24 Mayıs 1916 tarihinde, Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Nezaretine gelen bir başka belgede de Birinci Dünya Savaşı sırasında 236 “Bitlis'de Kürtleri Ruslara ısındırmak denaetinde kullanılan Bedirhanî Kamil'in”236 olumsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. 1829, 1877 yıllarında Osmanlı-Rus savaşı sırasında veya hemen sonrasında bir kısım Kürtlerin isyan ettikleri dikkate alındığında, Kürt isyanlarında Rusların önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. İsyanların arkasında Avrupa devletleri de vardır. 18 Aralık 1918 günü 6. Kolordu Kumandanlığından 4302 sayılı yazıya, Harbiye Nezaretinin gönderdiği cevapta asayişin bozulmasının, dış güçlerin emellerine hizmet edeceği belirtiliyor: “… Ayrımcılığın kabul edilemeyeceğini, ancak Kürtlere karşı yürütülecek tedip 238 ifade hareketinin asayişi bozuk göstererek İngilizlere işgal vesilesi verilebileceği237 edilmektedir. 26 Şubat 1920'de İngiltere'de Başbakanlık konutunda toplanan konferansta Kürdistan konusu tartışılıyordu. Fransız delegasyonu, “Kürdistan bağım234. 23. A.g.e., s. 130. 235. 24. Yıl. Hus., 159-79. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 236. 25. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu'da Ermeni Mezalimi, s. 55. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 237. 26. Mumcu, a.g.e., s. 188. 123 sız olmayacak mıydı?” diyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'da Kürdistan konusunun çözülmediğini söyledi. Başbakan Lloyd George, Avam Kamarasında yapacağı konuşmayı hazırlıyordu. Başbakan, Avam Kamarasında Türk İmparatorluğundan, Türk olmayan soyların yaşadığı bütün bölgelerin ayrılması görüşünü savunacaktı. Bu soylar kimlerden oluşmaktaydı? Araplardı, Ermenilerdi, Suriyeliler ve Kürtlerdi.238 238 1925 yılında İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Lindsay, Dışişleri Bakanı Charberlain'e şu raporu göndermiş: “Böylece başlattığımız noktaya Son bir kaç ay içinde ortaya çıkan kışkırtmalardan sonra Majestelerinin hükümeti bütün kozları ele geçirmiş ve dilediği kartı oynayabilecek duruma gelmiştir. Ancak sorunun yalnızca sınır düzeltilmesi ile sınırlı tutulmaması gerekiyor. Majestelerinin hükümeti, Güney Kürdistan'da milliyetçiliği geliştirmek yolundan geri dönmeyeceği biçimde bağlantılar kurmuş olabilir. Eğer böyle bağlantılar kurmamışsa, Cemiyet-i Akvamın mandater devlete bu yönde baskı yapmayacağını düşünmek için elde yeterli neden 239 Görüldüğü gibi emperyalist güçler Osmanlı Devletini bölüp, parçalayıp, yok var.”239 etmeyi planlamaktadır. Devletin yaptığı birtakım yanlışlıkları, bazı sıkıntıları bahane edip, özellikle savaş anında yani devletin zayıf durumlarındaki silahlı mücadeleler ülkenin parçalanmasına ve dış güçlerin emellerine alet olunmasına hizmet etmiştir. Başta Araplar olmak üzere Osmanlı Devletinden ayrılan unsurlar istikrar bulamamışlar, Amerika, İngiliz ve Rusların arka bahçesi olmuşlardır. Öyleyse bu dâhili ve harici olumsuzlukların çaresi nedir? Katılımcı Demokrasi ve Milli Birlik Kürt meselesinin çözümü için siyasi, iktisadi ve dini yönden alınması gereken tedbirler vardır. Osmanlı yönetim biçiminde devlete bağlı ve hizmet eden bütün aşiret vb. unsurlar siyasi ve iktisadi olarak devlet imkânlarından yararlandırılmıştır. Kürt beyleri de yarı bağımsız bir idari sistemle II. Mahmud dönemine kadar idare edile gelmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi merkezi devlet sistemi gereği bozulan bu sistemin doğuracağı sonuçlarla ilgili hiçbir ciddi tedbir alınmamıştır. Ancak yukarıda bahsedilen iki büyük isyan ve 1878 Berlin Antlaşması sonucu Sultan II. Abdülhamid döneminde yeni bir Doğu Anadolu politikası izlenmeye başlanmıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası Ayastefanos antlaşmasıyla Kars, Ardahan ve Batum'un Rusya'ya verilmesi kararlaştırılmış, 1878 Berlin Antlaşması ile de Osmanlı Devletinin paylaşılması pazarlığı yapılmıştır.240 240 Böyle bir ortamda Sultan II. Abdülhamid, aşiretleri devlete kazanmak ve yabancı güçlerin nüfuzunu engellemek için “Aşiret Mektepleri” açmış ve “Hamidiye Alayları” kurmuştur. Sultan Abdülhamid bu konuda şunları söylüyor: “Kürt ağalarının çocuklarını İstanbul'a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkiini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi 241 1890 dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi zarar olabilir.”241 yılında Hamidiye Alaylarının kurulmasının amacı da, sarsılan merkezi otoriteyi sağlamak, sosyo-politik dengeleri kurarak Ermenilerin yıkıcı faaliyetlerine engel olmaktı. Ayrıca İslam birliği Müslüman halka hissettirilerek Rusya ve İngiltere'nin 238. 27. A.g.e., s. 26. 239. 28. A.g.e., s.164. 240. 29. Dr. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, s. 289-290. 241. 30. Yıldız, a.g.e., s. 95. 124 antlaşmalarla saklı müdahale haklarını kullanmalarına meydan verecek gelişmeleri önlemekti.242 242 Kürt meselesinin çözümü yönünde siyasi açıdan önemli bir gelişme 1950'den sonra çok partili hayata geçişle sağlanmıştır. Doğuda sevilen ve nüfuz sahibi birçok Nakşibendî şeyhlerinin çocukları milletvekili yapılmıştır. Daha sonraki dönemlerde de devam eden bu siyasi ve demokratik tercihle, devlete adeta yabancılaşmış ve küsmüş olan Kürt vatandaşları bir ölçüde de olsa barışmıştır. Bazı yazarlar az da olsa olumlu yönde devletle barışmayı ve bütünleşmeyi rejime payanda olmak olarak görmüştür. Şöyle ki: “Bunların hepsi, rejimin asıl sahibi CHP'ni diskalifiye edelim derken, başka bir canavarın kucağına düştüler ve sağcı partiler aracılığıyla rejimin payandası, direği haline geldiler. Din Birliğinin Önemi ve Bediüzzaman'ın Yaklaşımı Kürtçülük hareketleri, devletin yapılanması ve politikaları karşısında, olayları yakinen bilen ve yaşayan asrın büyük âlimi Bediüzzaman'ın tavrı, birçok Ehli Sünnet âlimlerinin siyasi tavırlarının günümüzdeki en bariz bir örneğidir. Temel ilke İslam toplumunun birliği, beraberliği ve refahıdır. Bu kralların dininden olmak veya dinden taviz vermek anlamında değildir. Bilakis dinin en küçük bir esasından taviz vermemişler, fakat müspet hareket tarzıyla mücadele etmişlerdir. İslam tarihindeki ilk isyan hareketleri olarak ortaya çıkan Haricilik ve Şiilik hareketlerine muhalifler olarak ortaya çıkan Mürciiler bir orta yol olarak ortaya çıkmıştır. Mürciilerin siyasi tavrı çok açık olmamakla birlikte, şirk suçu bulunmayan herhangi bir halifeyi tanımalarına ve kan dökmeme prensibine dayanır. “Müslümanım” diyen herkes hakikaten müslümandır. Şüpheli meseleler (anlaşma sağlanamayan ihtilaflı konular ve kararlar) tehir edilir. Umumiyetle onların başlıca derdi İslam ümmetinin birliğini 243 korumaktır.243 Çok büyük bir alim olan Hasan el-Basri'nin halifelere ve valilere karşı olan tavrı da daha çok nasihat tarzında olmuştur. Hatta ona göre idareciler kötü oldukları zaman bile onlara itaat edilmelidir. Bazıları ona, İbnul-Eş'aş ayaklandığı zaman el-Haccac'ın muhtelif kötü fiillerinden söz etmişler ve valiye karşı silaha sarılmak konusundaki görüşünü sormuşlar. Cevabı şu olmuş: “Eğer söz konusu meseleler Allah'ın cezasını gerektiriyorsa, insanlar kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler ve eğer bir gaile ise Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler. Böylece onlar hiçbir durumda savaşmamalıdırlar. Onun tanıdığı tek müsaade şudur: Eğer iktidardakiler insanlara Allah'ın emrine zıt bir şey yapmayı emrederlerse onlara itaat mecburiyeti yoktur.” İnsanların hep “müstakim” davranış içinde olmaları hususunda ısrar etmiştir. İbnu'l Eş-aş'ın isyanında Irak Valisi el-Haccac'a sadık bir vaziyette kalmış, aynı zamanda arkadaşlarına bu isyana katılmamaları konusunda ısrar etmiştir. Fakat gerektiği yerde de tenkidini yapmış hatta aralarındaki münasebetler kesildiği gibi Haccac'ın ölümüne kadar gizlenmiştir.244 244 Büyük âlimin bu tavır ve fikirlerini Müslümanların birliği ve kardeşliğine olan derin hissi ile düşünmek gerekir. Merkezi ve mutedil zümrenin en müspet hususiyetinin ümmete ve devlete bağlı bir tavır olduğu söylenebilir. Onların müşterek 242. 31. Yıldız, a.g.e., s. 97. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 243. 32. Watt, a.g.e., s 154-158. 244. 33. A.g.e., s. 94-96. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70 125 tutumları devlete ve temel İslamî esaslara bağlılık idi. Bediüzzaman da müsbet bir tavır sergilemiş, yanlış olarak gördüğü hususlarda idarecileri ikaz etmiştir. Dâhilde silahlı mücadele olmaz demiş ve anarşizme sebebiyet verecek yolları kapatarak, bilakis asayişi muhafazaya önem vermiştir. On kadar aşiret reisi Bediüzzaman'a gelip Şeyh Said'in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliklerini zedeleyecek ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dâhili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Menfi milliyetçiliğin varlığımıza kastederek bu milleti parçalayacağını, bu gibi menfi hareketlere girişenlerin arkalarında ecnebi parmağı olmasından korktuğunu dile getirmiştir. Aşiret reisleri de Bediüzzaman'ın bu ikazları karşısında memnuniyetlerini dile getirerek, isyana iştirak etmemişlerdir.245 245 Bediüzzaman aynı ikazını Şeyh Said'e de yapmıştır. Yazdığı cevabi mektubunda onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmıştır. Mektubunda şöyle diyordu: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şeran caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz., Kuran ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.246 246 Asıl mesele bu zamanda manevi tahribata sed çekmek ve bununla dâhili asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir diyen Bediüzzaman, cihad adı altında anarşiye sebep olanları kınamıştır. Şerif Mardin'in tespitleri ile Bediüzzaman, yazdığı risalelere “gazidirler” diyerek, inançsızlığa karşı kitaplarla savaş verileceği şeklindeki müspet hareket metoduna dikkat çekmiştir.247 247 Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanıyla Kürt aşiretleri arasında meydana gelen rahatsızlığı gidermek için 1910-1911 yıllarında aşiretleri dolaşarak “gelecek adına iyi bir zemin oluştu” demiştir ve aşiretlerin devlete bağlılıklarını temine çalışmıştır. Irkçılık hareketlerine karşı çıkarak, İslam toplumunun birliği ve beraberliğine, sulh-u umumiye dikkat çekerek, siyasi ve içtimai tavrını ortaya koymuştur. Asıl mesele olarak bütün insanlığın imanını kurtarma davasına soyunmuştur. Kaçınılmaz olan yeni halle birlikte, “Batının maddeciliği olarak gördüğü şeyin İslam kültürüne de sızmasını önlemek, maddecilikle savaşmak için, önce Osmanlıların sonra da Türklerin İslamî mirasını yeniden canlandırmaya yönelik misyoner faaliyetlerinde bulunmuştur”.248 248 Bediüzzaman, bazı devletlerin Müslümanları bölüp, parçalama ve yok etme niyetlerini çok iyi bildiği için, bunlara alet olunmaması için çalışmış ve Müslümanların birlik ve beraberliğini savunmuştur. Avrupa'nın “Şark Meselesini” adım adım uygulamakta olduğunu çok iyi bilmektedir. Paris'de Şerif Paşa'nın ErmeniKürt antlaşması ile bir Kürdistan kurulması girişimlerine büyük tepki göstererek, 24 Şubat 1920 tarihinde, Vakit gazetesinde de yayınlanan yazısında şöyle demiştir: 245. 34. Yıldız, a.g.e., s. 238. 246. 35. a.g.y. 247. 36. Şerif Mardin, a.g.e., s. 14. 248. 37. A.g.e., s. 20. 126 “Dört buçuk asırdan beri İslam'ın fedakâr ve cesur taraftarı olarak yaşamış ve dini geleneklere bağlılığı gaye edinmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bin şehidin kanları kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatırlarını teessürle anarken, İslâmiyet'in zararına olarak tarihi ve hayati düşmanımız ile barış antlaşmaları imzalamak suretiyle dinlerine aykırı hareket edemezler. Bu nedenle, Kürt ulusal vicdanı bu gibi antlaşmaları tanımadığını ve emellerinin milliyetlerini birleştirmek olduğunu bildirilmesine araç olunmasın”.249 249 Bu gibi tepkiler sayesinde İngiltere'nin Güneydoğu Anadolu'da uygulamaya çalıştığı “Böl ve Yönet” politikası tutmamış, bu politikanın aktörlerinden İngiliz ajanı Binbaşı Noel ve Şerif Paşa'nın misyonu başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Şerif Paşa'nın Güneydoğu Anadolu'yu temsil edemediği, edemeyeceği de görülecektir. Kaldı ki yukarıda da kaydedildiği gibi İngiliz Dışişleri Bakanı Gurzon, onca tartışma ve bölgedeki çalkantılardan sonra “Büyük Kürdistan” projesinden vazgeçmiştir. Zamanla yöredeki şartların kendi 250 sonuçlarını yaratacağına inanıyor, kısacası “bekle gör” siyaseti uyguluyordu”.250 Gerçekten, Doğu'da Ermenilerin ve Rusların yaptıkları mezalim, akıttıkları kan daha çok yeni iken İslam toplumundan koparak, İslam'ı yok etmek isteyenlerle beraber olmak İslamla da bağdaşamazdı. Bediüzzaman bırakın Ruslarla, Ermenilerle, İngilizlerle anlaşmayı, devletinin yanında olarak en büyük mücadeleyi onlara karşı vermiştir. Arşiv belgelerinde de harici düşmanlara karşı Bediüzzaman'ın mücadelesine dair belgeler vardır. Bediüzzaman'ın Ermeni ve Ruslara karşı mücadelesini anlatan görgü şahitlerinin beyanı ile ilgili Bitlis Vilayetinden Emniyet-i Umumiye Müdüriyetine gönderilen bir belgede özetle şunlar anlatılmaktadır: Aralarında Rus olup olmadığı belirlenemeyen 600 kadar Ermeni, Hizan kazasının ve köylerinin teslim edilmesini ve tahliye edilmesini istemişler, bu tekliflerinden 9 saat sonra da saldırmışlardır. Erkek ve çocukları toplayıp kılıçtan geçirmişler ve kadınların ırzlarına geçmişlerdir. Bu olayları firar ederek rapor eden Mehmet oğlu Yusuf, olayı şöyle anlatmaya devam ediyor: “Beni geri çevirdiler ve dediler ki: 'Sana çok para vereceğiz. Git, Molla Said vesair rüesaya söyle! Orada kalan Ermenileri bize teslim etsinler ve şurasını da anlat ki, artık beyhude yere telef olmaktan faide yoktur. Zaten her taraf alındı. Ruslar ta Haleb'e kadar gittiler. Ermenistan tasdik olundu. Gelsin bize teslim olsunlar. Bir de orada kuvvet ve asker olup olmadığını gel bize haber ver' dediler. Bu sözler Dilo tarafından söyleniyordu ve kumanda onun tarafından yapılıyordu. Avdet ettim, Çaçvan'a geldim. Baktım ki bizim jandarma ve Kürt kuvveti müdürimiz ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler, 4-5 saat müsademeden sonra kadınlar kafilesini ellerinden almışlardı. Lakin ne şekilde görmeli.”251 251 diyerek savaşın ve vahşetin dehşetini anlatıyordu. Özellikle dinden uzak ve sol görüşlü bazı milliyetçi Kürt yazarlar, onun Kürt kimliğini öne çıkarmaya çalışmışlardır. Kürtçülük hakkında araştırma yapan Batılılar ise bazı eksik bilgi, duygu ve düşüncelerine rağmen Bediüzzaman hakkında daha objektif yaklaşmışlardır. Sözgelimi “Unutulmuşluğun Bir Öyküsü, Said Kürdi” adlı kitabında Rohat, Kürt asıllı Malmisanij'in Bediüzzaman'la ilgili değerlendirmeleri için kendisinin kişisel değerlerini yansıttığını belirtmiş ve Bediüzzaman'a bakışını “Kürt perspekti249. 38. İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, s. 33. 250. 39. M. Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel'in “Kürdistan” Misyonu (1919), s. 119. 251. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu'da Ermeni Mezalimi, s. 191. 127 252 fiyle” ve “ sol yaklaşım” ile yaptığını açıklamıştır.252 Bediüzzaman ırkçılığı cahiliye çağı anlayışı olarak görmekte ve Müslümanların birliğine beraberliğine önem vermektedir. “Sana Said-i Kürdi derler. Belki sende unsuriyet (ırkçılık) fikri var, o işimize gelmiyor. Hey efendiler! Eski Said'in ve yeni Said'in yazdıkları meydanda. Ben onları şahit göstererek diyorum ki, eskiden beri ırkçılığı katetmiştir. Kesmiş atmıştır. Irkçılık riya, zulmet, sefalet, gaflet ve dalaletten mürekkep bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Unsur lazım ise bize İslâmiyet kâfidir”.253 253 Bediüzzaman, Kürt gibi “küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyevileri, sizin gibi büyük ve muazzam olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır” diyerek, küçük unsurların muhtariyetine taraftar olmadığını belirtir.254 254 Hatta, Prens Sabahaddin tarafından ileri sürülen “adem-i Merkeziyet ve Tevsi-i Mezuniyet Fikrini” zamansız bulur ve reddeder. Ona göre “efrad mabeyninde muhabbet-i milli sağlanmadan adem-i merkeziyete gidilmesi, farklı unsurların merkezden kopmasına sebep olacak, On üç asır evvel ölmüş olan unsuriyet-i cahiliyeyi (ırkçılığı) ihya ile fitneyi ikaz edecektir (uyandıracaktır).” Bediüzzaman'a göre böyle bir tatbikat siyasi muhtariyet getirecek, siyasi muhtariyeti istiklaliyet takip edecek, iş bu noktada da kalmayacak tevaif-i müluk şeklînde küçük devletler doğacak, 'fikr-i istila' yardımıyla bir mücadele-i keşmekeş intaç edecek.255 255 Said Nursi, Kürt tabirini Osmanlı camiasının içindeki bir dal anlamında kullanmıştır. Nitekim askeri mahkemede Şakir Paşanın: “Hangi Kürt aşiretine mensupsun? sualine verdiği cevapta: “Sen hangi Tatar aşiretine mensupsun? Ben Osmanlıyım. Benim 256 Kürtlüğüm, doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına verilen isim dolayısıyladır.”256 demiştir. Ayrıca, “ismim Said Nursi iken, her tekrarında Said Kürdî ve bu Kürt diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyetlerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt muhalif bir cereyan vermektedir.” 257 257 İfadeleriyle de oynanmak istenen oyunu ortaya sermiştir. Bediüzzaman Türklere olan dostluğunu ise şu satırlarla ifade ediyor: “Dini-i İslâmiyet milletiyle ebedi ve hakiki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanı ile şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye yakın Kur'an'ın bayrağını cihanın cihad-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslamiyet hesabına, müftehirane ve tarafdarane muhabbettarım.258 “Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman'ım. Yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsi hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine 259 hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.259 252. Malmisanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, s. 11. 253. Göldaş, a.g.e., s. 36. 254. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 61. 255. 44. İbrahim Canan, Bediüzzaman'dan Çözümler, s. 160. 256. 45. Yıldız, a.g.e, s.186. 257. 46. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 229. 258. 47. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 393. 259. 48. Tarihçe-i Hayat, s. 215. 128 Ehl-i Sünnet âlimlerinin ilk fitne ve ırkçılık hareketlerinden itibaren İslam toplumunun birliği adına takındıkları müspet hareket ve tamir metodunu, günümüzde Bediüzzaman ortaya koymuştur. Böylece harici düşmanların emellerine alet olunmamasına dikkat çektiği gibi ülke içerisinde birlik, beraberlik ve istikrara önem vermiş ve anarşizme set olmaya çalışmıştır. Maalesef devlet yönetimi bu niyeti ve metodu anlayamamış, Batılılaşma adına dindarlara baskı yapmış, bir takım olayları bahane ederek, güya meşru bir sebep olarak güvenlik meselesini araç yapmış ve despotik bir yapıya bürünmüştür. Örneğin Şeyh Said isyanından sonra Takrir-i Sükûn dönemi başlamış, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak baskıcı yöntemler idari sistemde yer almıştır. İnsan hakları, demokrasi değil, rejimin güvenliği en önemli mesele olmuştur. Fakat ileri ülkelerin güvenlikleri ve kalkınmaları bu metodla olmamış, bireysel özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, adalet gibi kavramlar ne kadar ilerlemişse kabiliyetler o kadar öne çıkmış ve her yönden gelişme olmuştur. Devletin güvenlik sorunu da ancak 260 demokrasi, insan hakları, eğitim, adalet ve ekonomik gelişmişlikle aşılacaktır.260 Bediüz zaman'dan Kürtlere Çağrı Güneydoğu Anadolu Bölgemiz'in tarihi süreci içinde İdris-i Bitlisi ve Bediüzzaman'ın Kürt vatandaşlarımıza yaptıkları öncülüğü belgelerle sunuyoruz. Özellikle Bediüzzaman'ın Osmanlıca olup Latin harfleriye basılmayan Nutuk isimli eseri Güneydoğu'da yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Güneydoğu bölgemizde, Türkler'e geçmişten gelen hınçlarından dolayı düşman olan dış güçler tarafından desteklenen kukla örgüt tarafından tertiplenen üzücü olaylar milletçe hepimizi üzmektedir. Devletimizin bu bölgedeki problemleri çözmeye yönelik her türlü çalışması kasıtlı olarak yanlış aksettirilmektedir. Çünkü hain emelleri olan güçler, olayların can damarını yakalayarak kanayan yarayı daha da kanatmaktadırlar. Hain örgüt 1300 senedir Müslüman toprağı ve 1000 yıldır da hem Müslüman ve hem de Türk yurdu olan bu toprakları işgal edilmiş gibi göstermektedir. Bu bölgedeki vatandaşlarımız azınlık olarak takdim edilip, yeni hak ve özgürlükler talep etmektedirler. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes eşit haklara sahiptir. Üstelik bu devletin kurucularıdırlar. Birçok bölge savaşla Osman Devleti'ne bağlandığı halde, 350 sene Osmanlı Devleti idaresi altında kalan bu bölge halkı gönüllü olarak Osmanlı Devleti'ne tabi olmuşlardır. Bu bölgenin tarihi gelişimine bir göz atalım; Osmanlı Devleti'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile ilgisi, 1514'de Şah İsmail'e karşı kazanılan Çaldıran Zaferi ile başlamaktadır. Şah İsmail'in bölgeye uyguladığı baskılar ve en sonunda Diyarbakır'ı muhasara altına alması, bardağı taşıran son damla oldu. 25-30 Kürt beyi muhasara esnasında İdris-i Bitlisi aracılığı ile Yavuz Sultan Selim'e bir ariza gönderdiler. Bu ariza özet olarak şöyledir: “Can ü gönülden İslam Sultanı'na biat eyledik. Şah İsmail'in mezhebinden uzaklaşarak ehl-i sünnet ve Şafii Mezhebi'ni icra eyledik. İslam Sultanı'nın namı ile şeref bularak hutbelerde dört halifenin ismini zikretmeye başladık.(...) İdris-i Bitlisi'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur; Bu ihlâslı ve size itaat eden kullara yardım edesiniz. (...) sizin yardımınız ol260. Hüseyin Özdemir www.koprudergisi.com 129 olmazsa bizim Şah İsmail'e karşı koyacak gücümüz yoktur. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadır. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle uygulana gelmiştir. (...) Baki ferman yüce dergâhın261 dır.”261 Bu mektup üzerine Hüsrev Paşa Kumandası'nda ve İdris-i Bitlisi'nin yardımlarıyla toplanan gönüllü ordu Şah İsmail'in ordusunu mağlup etti. İslami kesim ve Kürtler arasında birçok seveni olan Bediüzzaman, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Devlet'e isyana kalkışan Kürtlerin Devlet'e bağlı kalmalarını önermiştir. Bu hususla ilgili Osmanlıca Nutuk isimli risalesinde Kürtlere'e şöyle hitap etmektedir: “Altıyüz seneden beri birlik bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek seçkinleşen bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber iyi bir insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur. (...) İttifakta kuvvet var, birlikte hayat var, kardeşlikte saadet var, hükümete itaatte selamet var. 262 Birliğin sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”262 Terörle Mücadelede Din Faktörü Cevher İLHAN 263 263 “TERÖR zirveleri”nde demokratikleşmeden cayılması ve özgürlüklerin kısıtlanmasının gündeme gelmesi, Ankara'nın hâlâ bu ince ayırımda doğruyu bulamadığının belirtisi… Başbakan'dan Meclis Başkanına kadar, terörle mücadelede hukuk kurallarına riâyet edileceğini deklâre etmelerine karşılık, işe hak ve hürriyetlerden başlanması, oyunun yeni baştan sahnelendiğinin göstergesi. Başta “gözaltı süresinin uzatılması, jandarmanın şehirlerde kolluk kuvveti görevini yapması ve sorguda avukat bulundurulmaması gibi temel hak ve hürriyetleri sınırlayan önerilerin görüşülmesi, mânevî terbiye ile din eğitiminden hiç bahsedilmemesi, Türkiye'nin bunca ibret verici olaya rağmen bölücü teröre karşı hâlâ “yol haritası”nı çizemediğini ortaya koyuyor. Esasen, bölücü terör, etnik farklılığı bahane ederek vatandaşlar arasında fitneyi telkin etme fırsatını buluyor. Irkçılığın tahrikiyle karşı kışkırtmada bulunarak tahrik ediyor. Böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında “dinden tecrid” zihniyetiyle başlayan yeni rejimin tek parti döneminde “milliyetçilik” perdesindeki “ırkçılık” akımının “resmî ideoloji” haline getirilmesi, farklı ırklar üzerinde Türkiye'yi parçalamanın malzemesi haline getiriliyor. Siyasî iktidarın, asker ve sivil bürokrasinin öncelikle bunun farkına varması la- 261. Koca Müverrih, Bedayi, c.II, vrk. 452/a-b. Ayrıca geniş bilgi için bakınız: Doç Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1991, c. III, s.199-215. 262. Bediuzzaman, Nutuk, Dersaadet 1326, s.20. 263. Cevher İLHAN Terörle mücadelede din faktörü.Yeni Asya.16 Ekim.2008 130 zım. Aksi halde “özgürlükleri kısıtlamak”la başlayan “terörle mücadele yöntemi”, ecnebilerin üflemesiyle oynayan işbirlikçi ırkçı tahrikçilerin eline kozlar verir; terörü daha da azdırır… “FRENK İLLETİ” FİTNESİ… 1925'te dayatılan “Şark Islahat Plânı”na göre Türkiye Cumhuriyetinin resmî kurumlarının ve okulların yanısıra işyerlerinde hatta çarşıda ve sokakta, başkalarının duyabileceği şekilde Kürtçe konuşmaya para cezası getirmişti. “Kürtlerin Kürtçe konuşmalarının yasaklanması” ve özellikle “kadınların Türkçe konuşmalarının sağlanması” ütopik amacıyla tatbik edilen tepeden inme “anadili yasaklayan” bu yasa, tahrikten başka bir işe yaramadı… Keza 1934'te “Yurtta dil, kültür ve kan birliği temini” teziyle çıkarılan Mecburî İskân Kanunuyla Türkiye “mıntıkalar”a taksim edilerek ülke, vatandaşların göçe zorlanacağı, zorla iskân edileceği ve boşaltılacağı bölgelere göre bölüştürüldü. Bilhassa bölgenin eşrafı, doğdukları ve yaşadıkları yörelerinden koparılarak göçebe ve mülteci haline getirildi. Vatandaşların başka bir yerde yurt edinmesi İçişleri Bakanlığının “izni”ne tabi tutuldu. En az on yıl süreyle memleketlerini ziyaret etmeleri ve seyahat özgürlükleri bile engellendi. Hem de “isyanları” önlemek için sözde “kanun” perdesinde… Bunu bizzat devlet eliyle “dinin yerine “milliyetçiliği” ikame eden baskı ve zorlamalar izledi. Türk milletinin iftihar vesilesi, İslâmdan azâde kılınarak İslâm öncesi Türk tarihine, Etilere, Sümerlere dayatıldı. “Güneş Dil Teorosi”yle “yeryüzündeki bütün dillerin Türkçeden çıktığı” komedisine başvuruldu. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu maksatla kuruldu… Neticede bu “cebrî ve keyfî kanun”un tatbik edildiği dönemde isyanlar daha da arttı. Ecnebiler, ajanlarını devreye sokarak bu tür baskı ve zulümleri alabildiğine istimal ettiler. Bediüzzaman'ın tâbiriyle, İkinci Dünya Savaşında Avrupa'yı kasıp kavuran ve otuz milyon insanın katledilmesine, şehirlerin yerle bir olup harap olmasına ve bütün bir kıt'anın kan ve gözyaşına boğulmasına sebebiyet veren “Frenk illeti” ırkçılık fitnesiyle parçalanan Osmanlının bâkiyesi vatanın da parçalara ayrılarak ufak lokmalar haline getirilmesi hedeflenmişti… DİN YERİNE “MİLLİYETÇİLİĞİN” İKAMESİ… Öylesine ki, “dinden tecrid” politikaların ve din derslerinden yoksun eğitimin vâhim neticeleri, yine dinden bigâne ortaya atılan bu “dil ve tarih tezi”yle karşılanmaya çalışıldı. Bunun içindir ki M. Kemal, “Devletimizin dışta ve içte itibarı büyük; memleketi onarıyoruz, her şey ilerlediğimizi gösteriyor” diyerek kedisini metheden Ruşen Eşref Ünaydın'a, “Hayır, yaptıklarımız tehlikede, Cumhuriyet dahil ne yapmışsak!” itirafında bulunmuştu. “Mânevî boşlukları doldurulamamış, beslenmemiş milletin hangi maddî düzeyde olurlarsa olsun, bir gün çökeceklerini” anlatıp ispatlayan Alman düşünürü Ludwing Büchner'in bir yazısında okuduklarını gösteren M. Kemal, itirafını şöyle sürdürmüştü: “Yazar, bir yerinde, 'Tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddî imkânları geniş olsa da, ciddî bir sallantıya dayanamazlar, çöküp gi131 derler' diyor. Birdenbire düşündün; 'laikiz' dedik, dinle ilişiğimizi kestik. 'Cumhuriyetiz' dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik. Kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç kelime ile geçiştirmeğe başladık. Lâtin harfleri aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden mahrum 264 bıraktık…”264 Lâkin M. Kemal, kendince “Batı'nın bir parçası olmak” hesabına “bunları yapmak zorunda olduğunu” belirtiyor; din dışı tatbikat devam ediyor, netice değişmiyor. Din dışı eğitim ve din yerine milliyeti ikame eden zihniyet, Türkiye'yi büyük bâdirelere sürüklüyor… Bediüzzaman'ın tespitiyle, “sırf ulum-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almayan” dini dışlayan eğitim sistemiyle, “milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen, uhuvvet-i İslâmiyeyi (İslâm kardeşliğini) tanımayan” zihniyetle İslâmî terbiye zayıfladı. İslâm âlemini parçalayan plân, Türkiye üzerinde de uygulamaya konuldu… Terörle mücadele için tespit edilen “yol haritası”nda dünden bugüne bu gerçeklere de bakmak lâzım. Sahi terörle mücadelede din kardeşliği faktörünü neden nazara alınmaz? MİLLETİN BİRLİĞİNİ DİN KARDEŞLİĞİ SAĞLAR… Oysa bunun terörü önleyemediği, öteden beri dayatılan dinden bîbehre ideolojik devlet sistemiyle çeyrek asrı aşkındır azan bölücü terörün önlenemediği herkesin mâlumu… Türkiye, terörü tartışırken, sonucu değil, sebebi araştırmalı. Terör ve bölücü terör neden ve nereden türüyor, hangi unsurların eseri? Öncelikle bu soruların cevabı verilmeli. Cumhuriyet Halk Fırkasının “milliyetçilik” ve “devletçilik” gibi ilkelerinin devletin temel umdesi haline getirilmesiyle başlayan ve “mekteplerde tatbik edilecek yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençliğin Kur'ân-ı ortadan kaldırması ve bu sûretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilmesi” maksadıyla dayatılan “dinden tecrid eğitim”in terörü ürettiği nedense hep göz ardı ediliyor. Görünen o ki Bediüzzaman'ın tespitiyle, “istibdad-ı mutlaka 'cumhuriyet' nâmını veren, sefâhehet-ı mutlaka 'medeniyet' ismi veren”, din dışılığı rejim altına alan, cebriliğe ve keyfiliğe “kanun” ismini takarak devleti şaşırtan zihniyet hâlâ işbaşında. Din yerine “ulusçuluk” perdesinde tek partinin esaslarını devletle birleştiren “devrimler”i demokrasiye tercih eden tepeden inmecilik hâlâ hükümferma… Demokrasi hak ve hürriyetlerden yoksun, din ve mânevî değerlerden azâde “stratejik plânlamalar”ın, “dağa çıkışları önleyemediği ve dağdakileri indiremediği”, bölücü terör bataklığını kurutamadığı; daha da içinden çıkılmaz bir çıkmaza ve çözümsüzlüğe ittiği ortada. Teröre karşı tedbirlerde elbette, sosyolojik, ekonomik ve siyasî tedbirler alınacak. Elbette sivil ve askerî güvenlik güçlerinin psikolojik hârekattaki işbirlikleri arttırılacak. Elbette ki silâhla, bomba ile saldırana anladığı dilden cevap verilecek… Lâkin neticede ülkenin bütünlüğünü, milletin birliğini ve beraberliğini temin 264. İsmet Bozdağ, Milliyet, 16.11.1974; Aydınlar Konuşuyor, Necmeddin Şahiner, Yeni Asya Yayınları, 210-211. 132 edecek yegâne âmilin inanç birliği ve İslâm kardeşliği olduğu, Osmanlının son döneminden günümüze uzanan süreçte, olayların tasdikiyle görüldü, görülüyor… Bunun içindir ki daha geçen asrın başlarında, Bediüzzaman, bütünüyle bir câhiliye dönemi âdeti olan “ milliyetçiliğin” “İslâm kardeşliği” yerine konulmasının tehlikeli akıbetini belirtir. “Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsular) içinde en kesretli (en çok) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk tâifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi)” tespitinin ardından, Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. (kaynaşmış); ondan 265 kabil-i tefrik değil (ayrılamaz). Tefrik etsen, mahvsın!” ihtarında bulunur.265 Bin sene Kur'ân'a bayraktarlık yapmış ve İslâmın kahraman bir ordusu olmuş Türk milletinin milliyetini dinden ayırmasının tehlikesini haber verir. Bunun, “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde (kaynaşıp iyileşmeyecek) bir inşikaka (ayrılık ve bölünmeye) sebebiyet vereceğini kaydeder. “Hâmiyet-i İslâmiye ile tam birleşmiş İslâmî ve dinî milliyet olan Türklerle Kürtler”in ve diğer Müslüman unsurların ancak “İslâm kardeşliği”yle bir arada yaşamalarıyla vatanın bütünlüğü ve milletin birliğinin sağlanacağını belirtir. “Kürtlerin millî vicdanlarının asla İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) müsaid olmadığını”, başta Kürtler olmak üzere ülkenin bütün vatandaşlarının Türklere ve diğer Osmanlı bâkiyesi unsurlara karşı İslâm kardeşliğine aykırı “kavmiyet dâvâsı”nı gütmemeleri ikazında bulunur. “Eğer unsur (milliyetçilik) lâzım ise, unsur için bize 266 İslâmiyet kâfidir” diye açıklar.266 Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazları birbirine bağlayacak unsurun İslâmiyet olduğunu daha Cumhuriyetten önce bildirir. İslâmın mukaddes milliyetini bırakıp “zâhiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarı”nın vatana, millete ve necip Türklere büyük zarar ve tehlike olduğunu ihtar eder. Bu tehlikeye karşı yegâna çârenin, “Uhuvvet-i İslâmiyeyi (İslâm kardeşliğini) 267 ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapmak” olduğuna dikkat çeker.267 268 Esas bunun için herkes dikkatli olmalıdır…268 BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ VE İTTİHAD-I İSLÂM MEFKÛRESİ 269 Doç. HÜSEYİN ÇELİK 269 Bediüzzaman Said Nursi, İstibdat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini idrak etmiş bir âlimdir. Bizzat kendisi, Sünûhat isimli eserinde bir rüya âleminde, İslâm büyüklerinin toplandığı bir mecliste kendisine "Ey felaket-helaket asrının adamı!" diye hitap edildiğini söyler. 2 Gerçekten de Bediüzzaman'ın yaşadığı dönem, özellikle İslâm âlemi için "felaket-helaket" dönemidir. İslâm'ın Avrupa'nın bir ucunda parlayan yıldızı Endülüs 15. asırda tamamen sönmüş, kurulduğundan beri, İslâmın bayraktarlığını yapan Osmanlı Devleti 17. asırda üstünlüğü Hıristiyan Batıya kaptır265. Mektûbat, 312-313. 266. Asâr-ı Bediiye, 450-451, 520-521. 267. Emirdağ Lâhikası.439. 268. 17.10.2008-E-Posta: cevher@yeniasya.com.tr 269. www.bediuzzamansaidnursi.org 133 mış, 19. asırda ise dağılmaya yüz tutmuştur. Batılılar, öncelikle Osmanlı vatandaşı olan gayr-i müslimlerin milliyetçilik duygularını tahrik ederek onları devletle karşı karşıya getirmiş, ikinci seans olarak da Müslüman halkların İslâmiyet öncesi kültürlerini ön plana çıkartarak onları ortak payda olan İslâmdan uzaklaştırıp birbirlerine düşürmüşlerdir. Bediüzzaman, Osmanlı fikir hayatında sesini duyurduğu zaman, İslâm ülkelerinden bugün bağımsız olan Mısır, Pakistan, Malezya, Bangladeş, Afganistan, Somali, Sudan, Brunei, Moldivler Cumhuriyeti, Nijerya İngilizlerin; Cezayir, Cibuti, Çad, Fas, Gabon, Gine, Komoro Adaları, Mali, Moritanya, Nijer ve Tunus Fransızlar'ın; Endonezya İngiliz ve Hollandalıların, Yukarı Volta İngiliz ve Fransızların, 1912'den sonra ise Libya İtalyan işgali altındadır. Bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin hemen hepsi küçük hanlıklar halinde iken Ruslar tarafından işgal ve ilhak edilmiş, uzak doğudaki Müslüman Türk hanlıklarını da Çin yutmuştur. Çizdiğimiz panoramadan çıkan sonuç şu ki, Osmanlı hakimiyeti altında olan toprakların dışında, İran istisna edilirse, bütün İslâm âlemi küfrün esareti altındadır. Osmanlı Devleti, bir zamanlar bütün dünya Müslümanlarının ümidi durumunda iken artık kendisini bile koruyamaz hale gelmiştir. Yahya Kemal'in milli mücadele yıllarında Türk ordusu için söylediği şu dörtlük son derece manidardır. Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Gâlip et çünkü bu son ordusudur İslâm'ın." Gerçekten Osmanlı Devleti batarken bile bütün dünya Müslümanlığının ümidi durumundadır. İşte Bediüzzaman Said Nursi, bu dönemdeki birçok Müslüman münevver gibi bu durumun şuurundadır. O, 31 Mart Hadisesi'nden sonra verildiği Divanı Harpte, yaptığı müdafaasında İslâm birliği konusunda selefi kabul ettiği bazı şahsiyetlerin isimlerini zikreder ve şöyle der: "Elhasıl, Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o vilayât-i şarkiyyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerin; Şeyh Cemaleddin Efgani, allemelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir ki demiş: İhtilaf ü tefrika endişesi, Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni, İttihadken savlet-i adayı def'a çaremiz, İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni..." Yaygın olan kanaatin aksine Sultan Abdulhamid döneminde İslâmcı aydınlara göz açtırılmamıştır. Bunun böyle olduğunu son zamanlarda yazılan birçok araştırma ortaya koymuştur. Bediüzzaman da âlem-i İslâmın mukadderatı ile ilgili fikirlerin II. meşrutiyetten sonra ortaya koymuştur. O, sultan Abdulhamid döneminin hiç de makbul saymadığı Ali Suavi'yi, Namık Kemal'i hatta bazı çevrelerin materyalist kabul ettiği Hoca Tahsin Efendi'yi bir kısım ulemânın tekfir ettiği Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'u İttihad-ı İslâm bakımından kendisine selef kabul ediyordu. Gerçekten söz konusu insanlar, şu veya bu konudaki ifrat veya tefrit kabul edilebilecek fikirlerine rağmen İslâm birliği idealine gönül vermiş insanlardır. Cumhuriyet döneminde "Türkçü" olarak yeni nesillere sunulan Ali Suavi, Londra'da yayınladığı Muhbir gazetesinde "öyle bir cemiyet içinde bulunmakla iftiharımı ilan ederim ki, 134 cemiyet muradı dünyada mevcut olan bilcümle iki yüz milyon Müslümanı birleştirmek cihetine masrûftur." Londra'da yayınlanan Saturday Review gazetesinin Ertuğrul Gazi ile beraber Anadolu'ya geçen Kayı aşiretine mensup az sayıdaki Türk'ün zaman içerisinde karışıp kaybolduğu dolayısıyla, Anadoluda çok az Türk bulunduğu şeklindeki iddiasına Ali Suavi, Muhbir gazetesinde cevap verir. Bu cevap onun İttihad-ı İslâmcılığını da en net biçimde ortaya koyar, şöyle diyor Suavi:"Türk devleti zuhur etti ama cinslik davasına (ırkçılık davasına) itibar etmeyip bir cinsten bulduğu ehliyetlileri istihdam eyledi. Evet Şarkta cinslik davasına bedel Tevhid davası vardır. Yani Türklük hakim değildir, Müslümanlık hakimdir. Avrupada ise din hâkim değil cinslik hakimdir. İşte şark ile garbın farkı budur. Nafile yere Avrupa kitapları ve gazeteleri "Türk kalmadı" filan gibi bahislerle uğraşmasınlar. Zira şarkta "Türklük, davası yok. Kaldı ki garbın cinslik davası mı daha ziyade bekâya medardır, yoksa şarkın Müslümanlık davası mı? Bu meselenin muhakemesine gelince elbette şarkın hali daha iyidir. Zira mesela Fransız fransızlık davasıyla otuz milyon kadardır. Lakin Türkler Müslümanlık davasıyla iki yüz milyondur. Cins mahvolabilir, Müslümanlık mahvolmaz." Namık Kemal, "İmtizac-ı Akvâm" başlıklı makalesinde meseleye sadece bütün İslâm âlemini kucaklayan bir bakış açısıyla değil aynı zamanda bütün Osmanlı vatandaşlarını kucaklayan bir bakış açısıyla bakmaktadır. O, kafatasçı, ırkçı, yaklaşımların ne kadar çıkmazda olduğunu izah için şöyle diyor: "Ebnâ-yı beşer (insanoğlu) silsile-i ensâbı (soy kütüğü) Levh-i Mahfuzdan istinsah edilmedikçe (alınmadıkça) cins taksiminin hangi cüzünde dahil bulunduğunu dünyada sahihan (doğru olarak), kim bilir ki." Namık Kemal, "İttihad-ı İslâm" başlıklı bir başka makalesinde ise İslâm birliğinin sağlanmasının mutlak gereklilik olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: "Lakin maksat İttihad-ı İslâm olunca bittabi' hudud-ı Osmanîye derûnuna (dahiline) inhisâr edemez (sınırlanamaz) ve o kadar umumi tutulacak bir arzunun bekâ ve revaç (ilgi görmesi) ve zann-ı acizanemce ancak siyaset ve mezhep devaisinden (davalarından) bütün bütün tecridiyle hasıl olabilir." O, İslâm dünyasının geri kalışının temel sebeplerinden biri olarak tefrikaları görür: "Umum ehl-i İslâmın vaktiyle haiz oldukları (sahip oldukları) mertebe-i ulâ-yı medeniyeti (yüksek medeniyet mertebesini) bugüne kadar idame edemediklerine (sürdüremediklerine) sebep olan ahvâlin (hallerin) en büyüklerinden biri de araya düşen tefrikalardır." Hoca Tahsin Efendi, Paris'te bulunduğu yıllarda Ali Suavi'ye yakınlığı ile tanınmaktadır. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girmediği halde bu cemiyetin mensupları ile dirsek teması olan bir insandır. Onu yakından tanıyan talebesi Şair Abdülhak Hamid vefatı üzerine yazdığı mensiyede, ona atfedilen materyalistlik iddiasını şu beyitle red eder: "Olduğu içün hemişe zâkir-i Hak Cühelâ zannederdi münkir-i Hak"İslâmcılık mefkûresinin Yeni Osmanlılar'la başladığı artık araştırmacılar tarafından ortaya konmuş bir gerçektir. Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani'nin İttihad-ı İslamcılıkları zaten açık seçik bilinmektedir. O halde Bediüzzaman'ın İttihad-ı İslâm konusunda selefi olarak kabul ettiği bazı isimlerin hemen hepsi ya bazı davranışları ile veya bazı fikirleri ile İslâm dünyasında tartışılmış kimselerdir. Zaten Bediüzzaman bu şahsiyetleri bir bütün olarak değil, İttihad-ı İslâm konusunda kendisine selef kabul etmektedir. Bu inceliğe özellikle dikkat etmemiz lazım. Eşref Edip Bey, bir yazısında II. Meşrutiyetten sonra Bediüzzaman'ın meşhur İslâmcılarla yakın münasebetini şu ifadelerle dile getirir: "Üstadla tanışmamız kırk 135 seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün iderahâneye (Sırat-ı Müstakim idarehanesi) gelir, Akifler, Naimler, Feridler, İzmirlilerle birlikte tatlı tatlı musahebelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmi meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şe'amet bizi heyecanlandırırdı." Burada geçen Akifler'le Mehmet Akif, Naimler'le Babanzâde Ahmed Naim Efendi, Feridler'le Ferit Kam, İzmirliler'le İsmail Hakkı İzmirli kastedilmektedir. Hepsi de hem devirlerinde hem de günümüzde tanınmış İslâmcı yazarlar olan bu insanların, Eşref Edip'in yazdıklarına bakılırsa, Bediüzzaman'dan ciddi şekilde etkilendikleri anlaşılmaktadır. II. Meşrutiyet'ten sonra Osmanlı Devleti'nin çöküşünü, dağılışını önlemek için bir yığın formül ortaya atılmıştır. Bunların en çok bilinenleri Osmancılık, İttihad-ı İslâm ve Türkçülüktür. Doğuşu itibariyle en eski olan, Tanzimat döneminin resmi ideolojisi olan Osmancılık'ın II. Meşrutiyet dönemindeki ömrü çok kısa olmuştur. Dönemin aydınları arasında en yaygın olan mefkûreler İttihad-ı İslâm ile Türkçülük'tür. Türkçülük aynı zamanda Batıcılık ideolojisini de bünyesinde barındırıyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Batılılar, önce Osmanlı Devleti'nin gayri-i müslim vatandaşlarını devlete karşı ayaklandırmış, ardından da müslim taba'ayı ırkçılıkla birbirine düşürme yolunu seçmiştir. Arapların, Türklerin, Arnavutların, Kürtlerin vs.'in özellikle İslâmiyet öncesi hayatlarını boyayarak, idealize ederek onlara sunan Avrupalı oryantalistlerin esas amacı, onları ortak payda olan İslâmiyetten soğutarak İslâm ittihadını bozmaktı. İşte bu safhada Bediüzzaman'ın İttihad-ı İslâm çizgisindeki mücadelesi başlar. O, büyük bir kısmı esaret altında olan İslâm âlemini kurtaracak. Osmanlı Devleti'ni de onların ümidi olmaya devam ettirecek, dağılmaktan kurtaracak reçetenin İslâm kardeşliği olduğuna inanmıştı. Bediüzzaman için bu inanç, siyasi gayelere hizmet edecek bir inanç olmaktan önce, Allah'ın emri ve rızasının bir gereği idi. Bediüzzaman Said Nursi, Milliyetçilik, İttihad-ı İslâm ve her türlü bölücülük üzerine en kapsamlı görüşlerini Mektubat isimli eserinde vermiştir. 26. Mektubun üçüncü Mebhası olan bir meseleyi "İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan eski Said lisanıyla" yazdığını belirtir. Kur'ân-ı Kerim'in, Hucûrat suresinin "Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşanız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık" mealindeki 13. ayetini tefsir eden müellif, İslâm âleminin kavimlere kabilelere ayrılmış olmalarını bir ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasına benzetir. Ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasının amacı ortak gayeye daha iyi hizmet etmek olduğuna göre, kendi ifadesiyle "demek kabail (kabileler) ve tevâife (ırklara) inkisam (bölünmek) şu ayetin ilan ettiği gibi, tearüf (birbirini tanımak) içindir, teavün (yardımlaşma) içindir; tenakür (birbirini inkâr) için değil, tehasüm (birbirine düşmanlık etme) için değildir." Milliyetçiliğin ırkçılığa varan boyutunu ise Bediüzzaman şöyle tesbit ediyor. "Fikr-i Milliyet şu asırda çok ileri gitmiş, hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp, onları yutsunlar." Bediüzzaman ile aynı davayı paylaşan merhum Mehmet Akif'in Müslümanları birlik ve beraberliğe davet eden şu mısraları yukarıdaki manzum şeklinden başka bir şey değildir. "Medeniyet size çoktan beridir diş biliyor. Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor." "Millet" ve "Milliyet" kelimesini Arapça'daki orijinal manasıyla kullanan Bediüzzaman milliyetçiliği ikiye ayırıyor. (Malum olduğu üzere "Millet" kelimesi 136 aslında bir dinin mensupları anlamındadır. Bugün bu kelimenin yerine "Ümmet" kelimesi kullanılıyor.) İslâm milletini kucaklayan milliyetçiliğe "müsbet milliyetçilik", herhangi bir ırkı üstün görmeğe veya o ırka, dinden daha öncelikle yer vermeğe "menfi milliyetçilik" demektedir. "Evet acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedi kardeşleri kazandırsın?" 14 diyen Bediüzzaman ırkçılığın tarih boyunca, hatta İslâm tarihi boyunca yaptığı tahribatları sıraladıktan sonra esaret altında, Avrupalıların zulmü altında inleyen Müslümanları ittihada davet eder. Ona göre, Şark vilayetlerindeki dindaşlara (Kürtlere) veya Güney tarafındaki dindaşlara (Araplara) adavet beslemek felaketlere sebeptir. "Cenubtan gelen Kur'ân Nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet ise dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur" diyen Bediüzzaman milliyetin İslâmiyete kale olması, zırh olması ancak yerine geçmemesi gerektiğini söylemektedir. Türk milletine seslenerek "işte ey ehli-i Kur'ân olan şu vatanın evlatları, altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur'ân-ı Hakimin bayraktarı olarak, bütün cihana meydan okuyup, Kur'ân'ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def' ettiniz." diyen Bediüzzaman, Sünûhat isimli eserinde İngilizlerin desise ve kışkırtmaları ile Osmanlı Devleti'ne baş kaldıran Arapların durumunu" İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor" şeklinde tasvir ederken, müstemleke Müslümanların Osmanlıya karşı savaşmalarını, Osmanlı vatandaşı ancak Türk olmayan Müslümanların isyanını, "İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun, gafletle bilmeyerek, öldürülmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh-u fîzar ediyor" şeklinde değerlendirir. Gerçekten de İslâm âleminin bağımsız devlet olarak tek ümidi olan Osmanlının çökmesi Bediüzaman'ı fazlasıyla mükedder etmiştir. Nitekim Lemalar isimli eserinde, 1922 yılında Atatürk tarafından davet edilmesi üzerine gittiği Ankara'da çıktığı Ankara kalesinde, kendisinin ihtiyarlamaya başlaması, mevsimin sonbahar olması kalenin ihtiyarlığı ve henüz ölmemiş Osmanlı Devleti'nin ihtiyarlamasının Ankara'da kendisine "en kara bir halet-i ruhiye" hissetmesine sebep olduğunu söyler. Bediüzzaman, özellikle Türklere seslenerek ırkçılığa kapılmama noktasında çok ciddi uyarıda bulunur: "Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin müzideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen, şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!" Emeviler'in İslâm devletini Arap milliyetine dayandırmalarını, milliyet bağının, İslâmî bağın önüne geçirilmesi olarak değerlendiren Bediüzzaman, bunun İslâm dünyasında ciddi zararlara yol açtığını "millet-i saireyi (diğer milletleri) rencide ederek tevhiş ettiler" (ürküttüler) cümlesiyle ifade eder. Bu vesileyle de ırkçı bir yönetimin adil olamayacağını mutlaka zulmedeceğini söyleyen müellif, kavmiyetçi bir hâkimin kendi ırkdaşını tercih edeceğini ve adalet edemeyeceğini, onun için din bağı yerine milliyet bağının ikame edilmemesi gerektiği hususunu hadis-i şeriflerden delil137 ler getirerek izah eder. İslâmiyet milliyetine, ırkçılık bulaştırmak isteyenlere Bediüzzaman'ın cevabı serttir: "Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil, Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istila ediyor; unsureyit fikrini kırıyor; unsuriyet asrı geçiyor, ezeli ve daimi olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsâd ettiği gibi unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibk' edemez. Evet muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akıbeti hatarlıdır." Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden aldığı dersle, insanlık tarihinden çıkardığı ibret tablolarıyla ırkçılığın ne derece zararlı olduğunu eserlerinde her fırsatta ortaya koymuştur. O, şüphesiz ki, insanların kendi anne ve babalarını tayin etme hakkına sahip olamadıkları gibi kendi ırklarını da belirleme yetkisine sahip olamadıkları hakikatinden hareketle birilerinin mensup olduğu ırktan dolayı övünmesini veya yerinmesini abes karşılıyordu. Daha ötesi Bediüzzaman özellikle Osmanlı coğrafyasında ırkların iç içe adeta eridiklerini, Levh-i mahfuz açılırsa gerçek anlamda kimin hangi ırktan olduğunun tesbit edilebileceğini söylemektedir. Bu gerçeği kendi ifadelerinden okuyalım: "Menfi milliyete ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: evvela, şu dünya yüzü hususan şu memleketimiz eski zamandan beri çok muhaceretlere (göçlere) ve tebeddülata (değişmelere) maruz olmakla beraber; merkez-i hükümet-i İslâmiye bu vlatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saire (diğer kavimler)den, pervane gibi (kelebek gibi) çokları içine atılıp, tavattun etmişler (yerleşmişler) işte bu halde, Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar (ırklar) birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyyeti bina etmek manasız ve pek zararlıdır." Ona göre dil, din, vatan bir ise kuvvetli bir millet vardır demektir. Ancak din ve vatan birliğine dayalı bir topluluğu da millet dairesine dahil etmektedir. Nitekim Prens Sabahattin Bey'in "adem-i merkeziyet" fikri ile ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede son sözü "Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslâmiyet kafidir" şeklindedir. Bediüzzaman, İttihad-ı İslâmı hem dünyevi hem de uhrevi saadet için gerekli görür. Ona göre, Avrupalıların kalkınması için milliyet ve menfaat yeterli tahrik unsurlarıdır. Müslümanlara gelince, büyük bir kısmı esaret altında olan, hür kısmı da esir edilmek istenen bu alemin ittihadtan başka kurtuluş yolu olmadığını şu sözleri ile beyan ediyordu: "Biz ise saadet-i dünyeviye ve uhreviye ile bu ittihada eşedd-i ihtiyaçla (en şiddetli ihtiyaçla) muhtacız. Çünkü milliyetimiz İslâmiyetten başka yoktur." 24 Bediüzzaman Avrupalıların kalkınmalarındaki sırrı izah ederken Hıristiyanların birbirlerine destek olduklarından yani birbirlerine dayanak noktası olduklarından söz eder. "Evet herbir Hıristiyan başını kaldırıp, müteselsil (birbirini takip eden) ve mütedahil (iç içe birbiriyle ilgili) maksadların birine el atsa, arkasına bakar ki istinad edecek, kuvve-i maneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavi (gayet kuvvetli) bir nokta-i istinad (dayanak noktası) görür. Hatta en ağır büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinad, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-ı hayatına (hayat damarlarına) kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeğe, her vakit amade (hazır) ve dessas (desiseci) medeni engizisyon taassubu ile, maddiyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile (galip gelmesi ile) mest-i gurur olmuş (gururdan mest olmuş) bir müsellah 138 (silahlı) kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa'nın medeniyetidir." Bediüzzaman bazıları gibi, İslâm âleminin başına gelen musibetlerin müsebbipleri olarak Avrupalıları gösterip Şarklıları büsbütün sorumluluktan kurtarma gayretinde değildir. Aksine o gelen musibetlerin ceza-yı amel olduğuna inanmaktadır. Müslümanların dinde ihmalkâr davranarak, ihtilafa düşerek musibetler için kadere fetva verdiğini ve hatanın cezası olarak da zillet ve sefalete düştüklerini söyler. Ancak Bediüzzaman'a göre "bizi kurtaracak yine onun (İslâmiyetin) merhametidir." Günümüz Müslümanlarının da, bizce en büyük sıkıntısı, başlarına gelen felaketlerden dolayı sürekli birilerini sorumlu tutup kendilerini mesuliyetten kurtarma çabasında olmalarıdır. Kanaatimizce Batı, Batılı olmanın gereğini yapıyor. İslâm alemi onlara kendini sömürtecek, böldürecek fırsatlar vermekle sorumlu değil midir? Koyunlarını sahipsiz bırakan birinin kurtların onları yemesinden şikâyet etmeğe hakkı var mıdır? Allah'ın huzuruna vardığımız zaman şeytanın yoldan çıkarması ile günah işlediğimizi söylememiz bizi bağışlatmaya yeter mi? Şeytan şeytan olmanın gereğini yapıyor, onun cezasını Cenab-ı Hak ayrıca verecektir. Ya ona uyanlara, ona Müslamanları yoldan çıkarma fırsatı verenler...? İşte Bediüzzaman bu inceliği çok iyi kavramış bir âlim olarak bugün özeleştiri denen şeyi bütün İslâm âlemine teşmil ederek yapıyordu. Nitekim Sünûhat isimli eserinde Müslümanların I. Dünya Savaşı öncesinde haccı fırsat bilip ondaki yüksek İslâmî siyasetten yararlanmayıp kalb ve gönül birliği yapmamış olmalarından dolayı musibete değil gazap ve cezaya uğradıklarını söyler: "Milyonlarla ehl-i İslâm hayr-ı mahz (hayrın kendisi) olan sefer-i hacca (hac seferine) şedd-i rahl etmek (şevkle yolculuk etme) yerine şerr-i mahz (şerrin ta kendisi) olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi." Asrın başında Bediüzzaman üçz temel düşman olarak cehalet, zaruret ve ihtilafı gösteriyor ve bunlarla sanat, marifet ve ittifak silahlarıyla savaşılmasını istiyordu. Burada üzerinde durulan ihtilaf Müslümanlar arasındaki ihtilaftır. O, tıpkı ferdi benlik gibi, milliyetlerin de büyük bir havuz olan İslâmiyet suyunda erimeleri gerektiğini söylüyor, ırkçılığın saldırgan tarafına dikkat çekiyordu: "Unsuriyetin (ırkçılığın) şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür" diyen Bediüzzaman, Batı medeniyetinde insanlar arasındaki bağın ırk birliği olduğunu bunun da insanlığın felaketine sebep olan savaşlara yol açtığını söyler. İkinci dünya savaşanın ırkçılık sebebiyle çıktığına işaret eden müellif, Kur'ân medeniyetinin ırkçılık bağı yerine din ve vatan birliğini esasa aldığını ve bunun sonucu olarak da insanlar arasında samimi kardeşlik, güven ve dışarıdan gelen saldırılara karşı savunma duygusunun geliştiğini söyler. Bediüzzaman ve birçok hemfikir olduğu insanın ırkçılığa karşı mücadeleleri II. Meşrutiyet döneminde hatta mütareke ve istiklal savaşı yıllarında sürdü. Ancak Osmanlı Devleti'nin hiç olmazsa Müslüman teba'asının bir arada tutulmasına muvaffak olunamadı. İttihatçıların desteğinde yayınlarını sürdüren bazı dergiler, Arapçılık, Arnavutçuluk, Kürtçülükten sonra Türkçülüğü çok canlı biçimde gündeme getiriyordu. Batılılar, İslamiyet öncesi Türklüğü ön plana çıkarıyor, özellikle Fransız yazar Leon Cahun, Orta Asyadaki hayatı, son derece romantize, hatta idealize ederek Türk gençlerine sunuyordu. Öte yandan özellikle İngilizler Arapların cahiliye devrikültürlerini onlara yeni bir keşif gibi sunuyorlardı. Müslüman kavimlerin İslamiyet öncesi kültürlerine dönmeleri otomatikman gönül ve ideal birliğini sağlayan İslami139 yeti, kültürel bir unsur derekesine indiriyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra, yeni devlete şekil verenler Türkçülüğü o günden beri söylenegelmektedir. En tehlikelisi İslamiyet hayatın neredeyse tamamen dışına itilmiştir. Henüz Cumhuriyet kurulmamışken ve Milli Mücadele devam ederken Bediüzzaman Atatürk'ün daveti üzerine Ankara'ya gelir. İstanbul'da işgalci İngilizlere karşı yayınladığı "Hutûvât-ı Sitte" isimli eseri ile başından beri Kuvâ-yı Milliye'yi destekleyen Bediüzzaman Ankara'daki havayı teneffüs etmiş ve milletvekillerinin bir kısmının dine karşı aldırışsız olmasını tehlikeli bulmuştur. Onun uzun yıllar öncesinden beri bir rüyası vardır. Van'da Medresetüzzehra adını verdiği, Kahire'deki Ezher Üniversitesi gibi bir Üniverste kurmak. Bunun için Sultan Abdulhamid'e gidip Doğunun durumunu, her tarafı kaplayan cehaleti anlatmaya ve hayalindeki üniversiteyi kurdurmaya azmetmiş ancak Mebeyn engeline takılmış hatta delilikle itham edilerek tımarhaneye gönderilmiştir. Nihayet dileğini Sultan Reşad'a kabul ettirmiş ve Van'ın bugün ilçe olan Edremit mıntıkasına üniversitenin temelini attırmıştır. Onun projesine göre vbu üniversitede fen bilimleri ile din ilimleri bir arada görülecek ve böylelikle hem taasup hem de fen ve felsefeden gelen şüpheler bertaraf edilecektir. Diyarbakır ve Bitlis vilayetleri için de birer Medresetüzzehra talebinde bulunan Bediüzzaman, bu müesseselerdeki öğrenim dili ve derslerin muhtevası için şöyle diyordu: “Funûn-ı cedideyi, ulûm-ı medaris ile mezcve derc (birleştirme) ve lisan-ı Arabî vacip, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak" Medresetüzzehra'nın ırkçılık için en büyük setlerden biri olduğuna inanan Bediüzzaman, I. Dünya Savaşı dolayısı ile gerçekleşemeyen idealini bu sefer 1922'de T.B.M.M'ne getirir. Atatürk dâhil 200 milletvekilindene 163 milletvekilinin desteğini alır, ne var ki bu sefer de Cumhuriytten sonra medreselerin kaldırılması bu teşebbüsü sonuçsuz bırakır. O, Medresetüzzehra fikrinin kendisinde uyanışı Celal Bayar ve Adnan Menderes'e gönderdiği ve ırkçılığın zararları, İslâm kardeşliğinin faydaları üzerinde durduğu bir mektubunda şu şekilde anlatır: "Altmışbeş sene evvel Cami'ül - Ezher'e gitmek istiyordum, Alem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki, Camiü'l - Ezher Afrika'da bir medrese- ii umumiye olduğu gibi Asya Afrika'dan ne kadar büyük ise daha büyük bir darulfünün, bir İslâm üniversitesi Asyada lazımdır. Ta ki İslâm kaevimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki müsbet ve kudsi ve umumi miliyet-i hakikiye (gerçek milliyet)olan İslâmiyet milliyeti ile inneme'l mü'minune ihvetun Kur'ân'ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun ve felsefe fünunu ile ulûm-i diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıylatam müsalaha etsin." 1. Mecliste bu bu görüşlerini dile getirirken bazı milletvekilleri Bediüzzaman'a ülkenin din ilimleri, geleneksel ilimlerden çok Batılılaşmağa ve medeniyete muhtaç olduğunu söylemişlerdir. O bunlara verdiği cevapta, günümüzdeki temel sıkıntıya da ışık tutacak, Cumhuriyetin kuruluşunda mutlaka gözönünde bulundurulması gereken esaslar ortaya koymuştur. Milletvekillerine hitaben: "Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyânın (peygamberlerin) Asya'da, Şarkta zuhuru (gelmesiyle) Asya'yı hakiki terakki edecek, (kalkındıracak) fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde bu fıtrî 140 kanunu (tabii kanunu) nazara almayarak garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve Lâdini (Laik) bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletin merkezinde olan vilayat-ı şarkiyede; millet, vatan selameti için dine, İslâmiyetin hakâikına katiyyen taraftar olmak, size lazım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim: Ben Van'da iken hamiyetli bir Kürt talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" Dedi : "Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki (hatta) babamdan ziyade ona alakadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü'l-amel (reaksiyon) ile o da kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: Ben şimdi gayet fasık, hatta dinsiz de olsa bir Kürd'ü salih bir Türk'e tercih ediyorum" sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler, bu millet-i İslâmiyyenin kahraman bir ordusudur. Ey Sual soran mebuslar! Şarkta beş milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dini mi daha lazım? Yahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başkalarını düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-ı felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara olmamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? sizden soruyorum!" Bediüzzaman, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, milli mücadelenin birçok manevi veya maddi mimarı gibi yeni rejimle barışık olamamıştır. O artık Van'da inzivaya çekilmiştir. Şeyh Said isyanına katılmadığı gibi, kardeş kanının akmasına yol açan bu harekete birçok nüfuz sahibi kimsenin de katılmamasını sağlamıştır. Buna rağmen Van'dan alınarak Burdur'a sürülmüştür. O, artık hayatının sonuna kadar devam edecek iman ve Kur'ân mücadelesine kendisini adamıştır. Bu dönemini "Yeni Said" olarak vasıflandıran Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerinin yazılması ve yayılması konusunda en büyük desteği Batıdaki Türk asıllı talebelerinden görmüştür. Onun mücadelesinden ürkenler, Türk talebelerini ondan soğutmak için onun Kürt olduğunu dolayısıyla Türk birinin Kürt asıllı bir hocanın peşinden gitmesinin doğru olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Bediüzzaman geçmişte sürekli Türk-Kürt kardeşliğini işlediği, "Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz" dediği gibi, Kürtlerle Türklerin ittifak etmesi gerektiğinde ısrar ettiği gibi, Kürtlerin sosyal hayatının Türklerin hayat ve saadetine bağlı olduğunu söylemesi gibi, Cumhuriyet döneminde de İslâm kardeşliğinde ısrar etmiş ve ırkçılığı lanetlemiştir. Mektubat isimli eserinde dördüncü şeytani desise olarak değerlendirdiği meseleyi şöyle dile getiriyor: "Şeytanın telkini ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla (aşılamalarıyla) bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz, Maşallah, Türklerde her nevi ulemâ ve ehl-i kemâl vardır; Said bir Kürttür. Milleyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek, hamiyet-i milliyeye münafidir (aykırıdır).” Elcevap : Ey bedbaht mülhid (dinsiz)! Ben felillahilhamd Müslüman. Her zamanda, kudsi milletimin üç yüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti 141 tesis eden dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası (büyük çoğunluğu) bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine fedâ etmek, o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürd unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum (Allaha sığınıyorum) Ey Mülhid! Senin gibi ahmaklar lazım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin baki uhuvvetini terk etsin. O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfürûş mülhidlere derim ki: "Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin (altı yönünün) etrafında gâlibane gezdiren ve bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesabına, müftehîrane ve taraftarane muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfürûş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiyeye-i milliyesini (gerçek milli övünç kaynaklarını) unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var." Görülüyor ki Bediüzzaman, Türk milletinin İslâmiyet hesabına geçen ve haddizatında Türk Milletini, Türk Milleti yapan iftihar kaynaklarına ve hasletlere sahip çıkmakta kendisini ve bütün Müslümanları bunların tabii mirasçısı olarak kabul etmektedir. Cumhuriyetten sonra resmi devlet ideolojisi haline gelmiş, dinden neredeyse tamamen soyutlanmış Türkçülüğün başta Türk milletine haksızlık olduğuna inanır. Bütün bir Osmanlı, Selçuklu ve diğer Müslüman Türk devletleri ve bunların meydana getirdiği medeniyeti adeta elinin tersiyle kenara iten Türk Milletinin kökünü Anadolu'daki antik medeniyetlerde veya İslâmiyet öncesindeki Türklüğünde arayanları, cengiz ve Hülagu hayranlarını asla affetmez. Onun İslâm birliğinin sembollerinden biri olan Ezan-ı Muhammedî'nin Türkçeleşmesine karşı çıkmasının bir sebebi de ayrımcılığa sebep olması mülahazasıdır. Hele o, Kur'ân-ı Kerim'in Türkçeleştirilmesinin İslâm lisanı olan Arapçaya karşı olan antipatiden kaynaklandığını ve ırkçı yaklaşımların sonucu olduğunu söyler. Aslında Bediüzzaman'ın Kürtlüğünü gündeme getirenler onun iman ve İslâm mücadelesine muhalif olanlardır. Farz-ı muhal Bediüzzaman Türkçülük yapmış olsaydı aynı kimseler onu Kürtlüğünden hiç söz etmeyeceklerdi. Nitekim Türkiye'de türkçülüğün en eski ve meşhur ileri gelenlerinin birçoğu Türk etnik kökeninden olmadığı halde, bunların etnik kökenleri bir problem olarak ileri sürülmemiştir. İlk Türkçülerden Mahmut Celalettin Paşa, Leh; Ahmet Vefik Paşa bir Yahudi mühtedinin torunu; Şemsettin Sami, Arnavud; Ömer Seyfettin, Çerkes; Ziya Gökalp Kürt'tür. Bediüzzaman Barla'da iken yazdığı bir mektupta yine kendisinin ırk gibi bir problemi bulunmadığını, ölçüsünün Allah'a yakınlık olduğunu ısrarla vurgular. Mektuptaki ifadelerin tonundan onun "Said Kürttür peşinden gidilmez" yolundaki basitliklerden çokça rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Bulunduğu pozisyonu şöyle açıklıyor: "Evet ben başka memlekette dünyaya gelmişim (Doğu). Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin (Batının) evlâdına hizmetkâr etmiş ki, dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuzunun saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim bu havalideki insanlarla malumdur. Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, re’fet. Asım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüştü, Mustafa, Zekai, Abdullah gibi yirmi142 otuz Müslüman-Türk gençlerin adeta yirmi otuz bin milletdaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr (eserler) ile ve hizmet ile göstermişim. Evet, ben bin gafil ve âmi Kürd'ü, bir Türk olan Hulusi'ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürd'ü birer Türk olan Asım ve Re'fet'e mukabil görmediğimi ve bir genç olan Hüsrev'i bin âmi Kürdle değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvâlime muttalı olanlar (durumumu bilenler) tasdik ettikleri halde; Frenklik namına ve ilhad (dinsizlik) hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyetperverlik suretinde ve hudfürûşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğime binler Türk şahittirler. İşte bana Kürd diyen ve itham eden, zahir hamiyetperverlik gösteren sahtekarlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerimi göstersinler." Bediüzzaman'ın başlangıçta "Kürdî" lakabını kullanmasından, II. Meşrutiyet döneminde Müslüman Kürtleri birlik ve beraberliğe davet etmek için, onların faziletlerini ön plana çıkaran veya onların milli enaniyetlerini okşayan bazı sözler sarfetmesinden yola çıkarak ona "Kürtçü" diyenler de olmuştur. Hatta onun II. Meşrutiyet döneminde mensuplarının yanlış mecralara gitmesi kuvvetle muhtemel olan bir Kürt cemiyeti ile ilgisinin olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak bütün bunlar Bediüzzaman'a "Kürtçü" deme insafsızlığını göstermeyi asla gerektirmez. Osmanlı haritasında coğrafi bir bölge adı olarak geçen Kürdistan'a izafeten Kürdî lakabını kullanan Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde ırkçılığa alet edilmemesi için doğduğu köyün adını, soyadı alarak "Kürdî" lakabını terketmiştir. Ne var ki bunu bıraktığı halde bazılar ısrarla onu bu lakapla yâd etmeyi tercih etmektedir. Onun, sadece Kürtlerin değil, Arapların ve Türklerin de milli enaniyetlerini okşayan sözleri vardır. Bundan amaç ise bu milletlerde bulunan veya atalarının gösterdikleri söz konusu kahramanlık ve fedakârlığı tekrar İslâmî bir mecraya döndermektir. "Hutbe-i Şamiye" isimli eseri baştan sona kadar Arapların müsbet taraflarına övgülerle doludur. Yaptığımız alıntılarda onun Türklerle ilgili söylediklerini zaten görüyoruz. Aynı mantıkla, bunları söylediği için ona "Türkçü" veya "Arapçı" demek de mümkündür. Ama bu onu anlamamaktır. Bir Kürt cemiyeti ile ilgisine gelince, o, bu dönemde sadece Kürt cemiyetleri ile değil, İttihad ve Terakki ile de münasebet halindedir. Öte yandan İttihad-ı Muhammedî cemiyetinin de kurucuları arasındadır. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Selanik'te ilk nutku o vermiştir. Divan-ı Harb-i Örfi, isimli eserinde bir yığın kararsızlık ve belirsizliğin yaşandığı II. Meşrutiyet döneminde kendisinin, önü alınması mümkün olmayan birçok oluşumu hayra nasıl kanalize ettiğini anlatmaktadır. Sonra onun kurucuları arasında bulunduğu cemiyet, yıllarca "Kürt Teali Cemiyeti" olarak öğretilmiştir. Hâlbuki onun kurucuları arasında bulunduğu cemiyet Kürdistan Neşr-i Maarif Cemiyeti'dir. Zaten yukarıda onun Doğu vilayetlerini cehaletten kurtarmak için olan çabalarından söz etmiştik. O dönemde böyle bir cemiyet de zaten yadırganmıyordu. Bu cemiyet Doğu'yu cehaletten kurtarmaya yönelik faaliyet gösterecek bir cemiyettir. Bediüzzaman, Cumhuriyetten sonra bir yandan Türkiye'deki İslâm kardeşliğini tahripçi faaliyetlere rağmen, korumaya gayret ederken öte yandan Türkiye'nin Müslüman Arap âlemi ve diğer İslâm ülkeleri ile en ufak yaklaşmasını sevindirici bulmuş özellikle Demokrat partisi143 partisini bu yöndeki çabalarından dolayı Merhum Menderes'in şahsında tebrik etmiş ve desteklemiştir. Menderes'i İslâm dinine ve İslâm âlemine sempatisinden dolayı İslâm kahramanı ilan eden Bediüzzaman Türkiye'nin Pakistan ve Irak'la işbirliği antlaşması yapması yani Bağdat Paktı'nın oluşması dolayısıyla Celal Bayar ve Adnan Menderes'e bir mektup yazarak bu teşebbüslerini alkışladığını bildirir. İkinci Dünya Savaşından sonra birçok İslâm ülkesinin bağımsızlıklarına kavuşmuş olmalarını istikbaldeki İttihad-ı İslâm'ın birer adımı olarak kabul eden Bediüzzaman, talebelerine yazdığı bir mektupta, bu gelişmelerden dolayı olan büyük sevincini dile getirir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman, asrın başında hastalığı cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak tesbit etmiştir. Bugün de Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da temel mesele budur. Bölücüler, insanımızın cehaletinden, bölgenin geri kalmışlığından yararlanıyorlar. Bu noktalardan hareketle insanların ırkî duygularını tahrik ediyorlar. Doğu meselesinin çözümü de İslâm kardeşliğindedir. Ne yazık ki, bu işte de geç kalınmıştır. Eğer Cumhuriyetin başında Bediüzzaman resmi makamlarca dinlenseydi bugün ülkenin durumu şüphe yok ki böyle olmazdı. "Kavak eken sopa biçer", "rüzgâr eken fırtına biçer" atasözleri ülkemizin durumunu çok iyi ortaya koymaktadır. Maneviyattan yoksun olarak yetiştirilen Doğuluların Kürtçü, Batılıların da Türkçü olmamalarını beklemek iyimserlik olur. Ülkemizin huzur ve güvenliği için ülkede kardeşliğin tesis edilmesi için Türkiye'nin geçmişte olduğu gibi İslâm âlemine önderlik yapabilecek maddi ve manevi konuma gelebilmesi için bugün Bediüzzaman'a dönüp onun teşhislerini, tedavi için vazettiği tekliflerini mutlaka 270 hesaba katmamız gerektiği kanaatindeyim.270 DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ BAŞKANI OSMAN BAYDEMİR: BU COĞRAFYA TEK GENCİMİZİN ÖLÜMÜNE TANIK OLMAMALI Surp Gragos kilisesinde ayinden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, 8 bin yıldan bu yana yaşamın hiç kesintiye uğramadığı Diyarbakır'da bir kez daha çan ve ezan sesinin birbirine karıştığını belirterek, şunları söyledi: "Bir kez daha inançların mensupları birbirlerine saygı duyuyor. Bugün bu kentte yaşayan her inancın mensubu, diğer inancın mensubuna saygı ve hürmetle yaklaşıyor. Bir kez daha bir arada yaşama kültürünün filiz verdiğini görüyoruz. Belki acıları kaşımanın zamanı değildir. Ancak geçmişteki acılarla yüzleşmek, geçmişin vicdansızlığını vicdanımızda mahkum etmek, yeni acıların yaşanmamasına katkı sunar. 97 yıl önce Surp Giragos Kilisesi'nde piyano resitalleri verilirdi. Muhteşem bir kalkınmışlığın ifadesi aslında. 97 yıl sonra bir kez daha buna kavuşmuş olduk. Üstad Bediüzzaman'ın 1904 yılında yapmış olduğu çok geniş değerlendirmeye herkesin dikkatini çekiyorum. Belki bir kez daha okursak ne kadar büyük acı ve travmaları aslında yaşamamız gerektiğini göreceğiz. Bu kent ne kadar benimse, o kadar Ermeni kardeşlerimindir. Ne kadar müslüman kardeşleriminse o kadar Alevi, Ezidi, Süryani kardeşlerimindir. Bu ülkede yaşayan etnik kimliği, inançsal kimliği, siyasi fikri ne olursa olsun herkesin barış için adım atması gerekir. Bugün Surp Giragos Kilisesi'nde bütün cemaat barış için dua etti. inanıyorum ki; bugün Ulu Cami'nde barış için dua edilecek. Bugün bütün 270. Yard. Doç. Dr. HÜSEYİN ÇELİK, http://www.nursistudies.com/ 144 evlerde, bütün mekanlarda, bütün insanların kalbinde barış çığlığı yankılanacak. Barış için hepimizin yapması gereken ve hepimizin yapabilecekleri var. Barış maalesef kendiliğinden gelmiyor. Daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor. Bir kez daha bu coğrafya bir tek gencimizin, bir tek insanımızın yaşamını yitirdiğine tanık olmamalı çatışmalarda. Bir kez daha bu coğrafyada kan dökülmemeli. Onun için cesaret, kararlılık, vicdanla hareket etmemiz, adım atmamız, hakları iade etmemiz lazım. Kimin hakkını gasp etmişsek, kimin kimliğini, dilini, gasp etmişsek kimin inancını yasaklamışsak haklarını iade etmemiz lazım. Çünkü barış adaletle gelir. Adalet olmadan barış olmaz. Barış özgürlükle korunur. Adalet, özgürlük ve barış birbirlerinin ayrılmazlarıdır. Bir kez daha bu coğrafyaada yaşayan her etnik kimliği, inançsal kimliği barış 271 çabası etrafında bir araya gelmeye çağırıyorum."271 BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN BEDİÜZZAMAN SİİRTTE Bediüzzaman Bitlis'in Nurs köyünde 1876'da doğdu.- Bir gün rüyasında pergamberi gördü. Çok etkilendi, şevkle dinini öğrenmeye sarıldı. Bediüzzaman Bitlisten sonra Siirt'e geldi. - Siirtli Molla Fethullah Efendi, üstün becerisi karşısında ona Bediüzzaman (Zamanın Güzeli) demeye başladı. Onun bilgisini sorgulayanlardan birisi de Siirt'teki ünlü Molla Fethullah Efendi'ydi. Said'in üstün becerisi karşısında hayran kalan hocası, Said'e 'Bediüzzaman' demeye başladı. Çünkü onu eski din âlimlerinden Bediüzzaman-ı Hemadani'ye benzetmişti. 'Bedii' kelimesinin 'güzellik ölçülerine uyan', 'gözü ve gönlü okşayan', 'beğenilen' ve 'estetik' gibi anlamları vardır. O halde Bediüzzaman; 'Zamanın güzeli', 'Dönemin harikası' 272 demektir.272 Tillo ve Zemzem'il-Hassa Hz. Bediüzzaman Doğum tarihi 1765, Vefat tarihi ise 1852 yıllarıdır. Şeyh Mustafa Fani Hz.'nin kızıdır. Sultan Memduh Hz.'nin eşidir. Kendisine has divanı vardır. Yaşantısı ibadet ve zikir ile geçmiştir. Sultan Memduh Hz. Türbesi'nde metfundur. 1890 yılında Tillo'ya gelen Bediüzzaman, Kubbe-i Hasiye denilen bu kubbede tek başına kalarak Kamus-u Okyanus adlı lügatı babu's-sin'e kadar (1.155 sahife) ezberlemiştir. Bu arada kardeşi Mehmet'in getirdiği yemeğin tanelerini karıncalara verip, suyuna da ekmeğini batırarak yermiş. “Neden böyle yapıyorsun?” diyenlere Bediüzzaman: “Karıncaların içtimai hayatlarında malikiyet, çalışkanlık, yardımlaşma ve vazifeşinaslık var. Ben bunu gördüğüm için bunların Cumhuriyetçi oluşlarına mükafaaten kendilerine yardım etmek istiyorum.” diye cevap 273 verir.273 271. 10 Eylül 2013 www.diyarinsesi.org 272. Emre Aköz: “Bir rüya gördü değişti.” Sabah,12.12.2004. 273. http://www.siirt.gov.tr/ziyaretler.htm 145 Bediüzzaman Şirvan'da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek, "Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiş; kendisi ondört-onbeş yaşında, umum ulemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim" der. Molla Said de şu davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler; iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam: "Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilahare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam etti." Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şuyû bulduğunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez. Bilahare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatının ve İhtiyarlar Lem'asının şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak, Siirt'in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Orada, harika olarak, Kàmus-u Okyanus'u Babü's-Sin'e kadar hıfz etti. Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben: "Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz." Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine doğru Tillo'dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde, Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celb edince, aşîret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Hâlbuki Paşa ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz, bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben, "Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim" demesinden, Paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said, "Sana söyledim ya, onun için geldim" der. Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek, "Bu pis kılınçla mı?" Bediüzzaman, "Kılınç kesmez, el keser" cevabında bulunur. Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman'a: "Benim Cezîre'de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım.” Molla Said, "Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden birşey isterim ki; o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim" der. Bu 146 muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre'ye giderler. Yolda, Paşa katiyen Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan, Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre âlimlerinin kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezîre âlimleri, Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette, çaylarını bile unutarak, Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer; onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben: "Ben okumuş değilim; fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti." Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra, Molla Said bu âlimlere karşı, "Efendiler, bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım" der. Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umûmuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak, "Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız." diyerek, cevabını tashih eder. Hocalar dediler: "İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz."Sonra, o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler. Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya 274 başlar.274 Molla Said, alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu. Molla Fethullah, "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir" diyerek hayrette kaldı. Bediüzzaman, orada iken Cem'ü'l-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelamı söyleyerek kitabın üzerine yazdı: Bu hal Siirt'te şuyû bulmuş ve Molla Fethullah ulemaya, "Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bilatevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım" diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde toplanarak, Bediüzzaman'ı davet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün suallerine bilatereddüt cevap verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman'ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan birtakım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlûp edemedikleri Bediüzzaman'ı kavgã yoluyla iskat etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de; Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalade muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için, kendisi odadan çıkıp, muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye, 274. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 35. Emirdağ Lahikası, Sayfa 442. 147 “Beni öldürünüz; ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!" diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet, ihtilaf bertaraf edilmiştir. Sürt mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman, "Biz talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binaenaleyh, mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemeyeceğim ve hata da benimdir" cevabında bulunarak, jandarmaları reddetmiştir. Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lakin, kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metîndi. "Said'iMeşhur" lakabıyla yad ediliyordu Siirt'te, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını îlan etti Cemü'l-Cevaminin tamamını bir haftada ezberine aldı.275 275 Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e, "Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Cami'yi mi okuyorsunuz?" Bediüzzaman: "Evet Cami' yi bitirdim." Molla Fethullah, hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı; taaccüp etti ve dedi: "Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?" Bediüzzaman, "İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakîkati ketmedebilir, fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakîkat-i mahzdan başka birşey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz," der. Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine, bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı. Molla Fethullah, `Pekâlâ, zekâda harikasınız; fakat hıfzınız nasıldır Makàmat-ı Harîriye'den birkaç 276 satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?" diyerek kitabı uzatır.276 Efsane Kent Tillo Siirt'ten bahsedip de Tillo'dan bahsetmemek olmaz. Siirt'e 9 km. mesafedeki Aydınlar (Tillo), hiç şüphesiz sadece Siirt'in değil, tüm Güneydoğu'nun hatta Anadolu'nun efsane beldelerindendir. Hani Siirt'e “Evliyalar Diyarı Siirt” deniyor ya, bu unvan daha çok Tillo münasebeti ile bu şehre verilmiş olsa gerek. Bundan yaklaşık 920 yıl önce Şam'dan ve Bağdat'tan gelerek yüksekçe bir tepeye Hz. Ömer'in torunları Farukiler ile Hz. Abbas'ın torunları Abbasilerin Anadolu'yu İslamlaştırmak için yerleştikleri beldedir Tillo. Asırlardır bu iki aile arasındaki tatlı rekabeti bugün bile sahip oldukları medreseler ve postnişinlik ile gözlemleyebilirsiniz. Marifetname müellifi İbrahim Hakkı Hazretlerini, Erzurum'dan Tillo'ya çeken güç, bugün hâlâ pek çok genci, Tillo'daki medreselerde, eski usulde Arapça sarf ve Nahv tedris etmeye çekmekte. Sadece 2 bin 500 kişinin yaşadığı Tillo'dan geçtiğimiz dönemde Parlamento'da tam beş milletvekilinin bulunmuş olması bir tesadüf değildi. Zira Tillo, tarih boyunca bir kültür ve medeniyet bölgesi olma özelliğini ve baskın kültürünü bugün de sürdürmeye devam ediyor. Tillo, İbrahim Hakkı Hazretleri ve 275. Tarihçe-i Hayat, s. 34 276. Tarihçe-i Hayat, s. 33 148 onun müstesna hocası İsmail Fakirullah'ın yanısıra, Sultan Memduh, Şeyh Mücahid, Şeyh Muhammed Tarmili, Zemzeme Hassa Hatun gibi pek çok tasavvuf büyüğünü bağrında barındırır. Bu özelliği ile Siirtliler ile Tillolular arasındaki gizli çekişmeyi de Siirt'te kolayca gözlemleyebilirsiniz. Arapların çok düşkün oldukları asaletleri, Tilloluların Siirt yerlilerine hor bakmalarını, Siirtlilerin de Tilloluları köylülükle, kendi tabirleri ile “Rıstaki” olarak tanımlamaları bu çekişmeyi aslında siyasi 277 boyutlara taşıyor.277 Bir mekânın önemini havasından anlamanız mümkün. Teneffüs ettiğiniz havasında yüzlerce yılın derin etkileri var. Birdenbire sayısız hatıra ve tarihî olay canlanır. Tillo böyle bir yer. Daha girişinden itibaren sanki zaman tünelinde yolculuğuna çıkmış olursunuz. Modern dünyayı çok gerilerde bıraktığınızı düşünürsünüz. Sadece bindiğiniz araba bu dünyaya ait. Sizi manevi bir atmosfer sarar. Mezarlar, türbeler, camiler, medreseler, yıkık duvarlar. Her biri başka bir zamanın şahitleri. Orada yaşayan insanların üzerinde tarihin manevi, huzur verici derinliği var. Son derece saygılı yürürler. Birbirlerine karşı tutumları bugüne ait olmayan bir medeniyetin izlerini taşıyor. Rivayetlere göre Tillo'da 12 bin veli ve İslam bilgininin kabri bulunuyor. Tabiinden de burada gömülü olanlar var. Öyle olmakla beraber bunlar kutsalın sis perdesi altında, ama sanki Tillo'yu ziyaret edenleri gözetliyormuş gibi duruyorlar. Tillo deyince akla büyük bilgin ve sufi Şeyh İsmail Fakirullah gelir. Ve tabii Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri. Tillo'yu gezerken insanların birbirine "nesep" değil "sebep" zemininde nasıl büyük ve derin bir bağlılık duyduklarını hayranlıkla temaşa ettim. Hocası ve mürşidi Şeyh İsmail Fakirullah'a duyduğu o büyük bağlılık, Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya olağanüstü işler yaptırmaya sevk etmiş. Hocasının gömülü bulunduğu mezara 2.800 kuş uçuşu, yani 3 km uzaklıktaki yüksek bir dağdan güneş ışığı getirtmeyi düşünmüş. Mezarın üstüne bir kule inşa etmiş, kulede öylesine ilginç, daha doğrusu ince hesaba dayalı bir pencere açmış ki, güneş o dağdan pencereye vuruyor ve oradan da hocasının yattığı mezarın tam başucuna iniyor. Tabii restorasyon sırasında bu ince hesaplar göz önüne alınmadığı için sistem bozulmuş, ama bir tür maketi olduğu gibi duruyor. Üzerinde meridyen ve paralellerin yer aldığı yerküre, mevsimleri, burçları ve önemli yıldızları gösteren gökküre, güneşin yüksekliğini, namaz vakitlerini, kıble yönünü bulmakta kullanılan Rubu'lMüceyyeb, yıldızların yerlerini bulmada kullanılan Rubu'l-Mukantarat, gezegenlerin, yıldızların yerlerini ve yüksekliklerini bulmada kullanılan usturlablar, bugünkü bilgilere son derece yakın, ama kutupları eksen alarak çizilen dünya haritası bir dehanın neler yapabileceğinin somut göstergeleri. İbrahim Hakkı'nın şu sözü ilginç: "Gezegenler ve yıldızlar arasındaki durumu Tillo'nun sokakları kadar iyi tanırım." Eliyle yaptığı bir kürede Tillo'nun varlık içindeki yerini noktasal olarak göstermiş. Olağanüstü bir şey bu. Büyük bir bilgin ve sufinin astronomi, matematik, geometri, kimya ve coğrafya alanında ortaya koyduğu harikalar geleneksel İslam bilgi ve kültür mirasının bir devamı. Fakat ne yazık ki, bir dönem sonra bu gelenek radikal bir kesintiye uğramış, bunun sonunda da bir tereddi ve çöküş baş göstermiş.278 278 277. Davut G. Benli - Vefanın ve umudun gizemli şehri AksiyonSayı: 432 - 17.03.2003 278. Ali Bulaç: Tillo, Zaman 149 İbrahim Hakkı Hazretleri 1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale kasabasında doğdu. Anadolu'da yaşayan büyük veli ve âlimlerdendir. İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti. İbrâhim Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye çıkardı. Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi. Bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd'du. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allah'ın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memduh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu.1778 (H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir Perşembe günü vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü. Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur. İbrâhim Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir. Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde 150 büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı demektir.279 279 Şeyh Mahmud Zokaydi ve Bediüzzaman Hazretleri 1877 tarihinde Siirt'in halenze köyünde doğar.40 a yakın eser telif eden Molla Halil es-Siirdi'nin torunudur. Soyu Diyarbakır-Mardin arasında meşhur bir ziyaretgâh olan Sultan Şey Musa ez-Zuli tarikiyle Hz. Ömer'e ulaşır.1992 yılında vefat eder. Siirtte Zokaytta defnedilir. Rus savaşlarında büyük kahramanlık gösteren Zokaydi 1. dünya savaşı sonrası kıtlıklarda büyük yardımlarda bulunur. Bediüzzaman gibi kendisi de sürgüne gönderilmiştir. Bediüzzamanla Zokaydi arasında ahiret kardeşliği peyda olmuş, Bediüzzaman ona iltifatlar yağdırmış, hatta bir defasında 'onun kadar güzel Kur'an okuyan birine rastlamadığını ifade eder. Bediüzzaman sürgünler esnasında Zokaydi'ye yazdığı mektupta 'Ben şeyh Diyauddin hazretin vefatından dolayı gayet müteesirrim. O ay, siz halifeler yıldızsınız. Ay yok olduğu zaman yıldızlarla ihtida olunur. Bediüzzaman'ın Şeyh Fudayl Zokaydi'ye gönderdiği mektup Zokaydi, Bediüzzaman'a kendisini göstermek istediğini bilirden bir mektup yazar. Bu mektubunda, Şeyh Abdulkahhar'ın torunu ve Şeyh Mahmud Zokaydi'nin oğlu olduğunu, 5 kardeşiyle beraber Zokayd'da talebelere ders verdiklerini yazar. Ancak şeyh Fudayl mektubunda kaç talebeleri olduğunu belirtmemiş olmasına rağmen, Üstad'ın bunu 70 olarak doğru bilmesini, onun kerameti olarak yorumlamış ve bu şekilde anlatmıştır. Bediüzzaman, o vakitler yaşlı ve hastadır. Mektubu bile yazacak takatta olmadığından bu cevabi mektubu, talebesi Abdulmuhsin Ziya'ya yazdırır. Bediüzzaman Said Nursi, şeyh Fudayl Zokaydi'nin mektubuna karşılık yazdığı mektubu, Latin harfleriyle aynen veriyoruz: 'Bismihi Subhanehu Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve barekatuhu ebeden daimen Aziz, sıddik kardeşim. Evvela binler selam ve hürmetler ederiz. Saniyen; Üstadımız hastadır, senin mektubunu okudu fakat cevabı kendi yazamıyor. Hem sana hem de beşkardeşine ve oradaki yetmiş talebelere çok selam ve dua ediyor ve dualarınız istiyor. Ve diyor ki: 'Şeyh Abdulkahhar (ks), benim üstadlarımdan pek kudsi bir üstadımdır. Hem o hem mübarek, merhum, mahdum Şeyh Mahmud, her sabah benim üstadlarım, kardeşlerim içinde okuduklarımı ruhlarına hediye ediyorum. Ve bu günden itibaren, hem de Fudayl hem kardeşleri, hem Zokaydaki fakahları nur talebeleri içinde dualarımı ve okuduklarımı da onların ruhlarına vermeye karar verdir.' Hem Üstad diyor ki: 'Madem benimle görüşmek istiyorsunuz, Risale-i Nur'un hangi kitabını okursanız benimle görüşürsünüz. Hem de Hulusi Bey gibi, Hüsrev Salim gibi has kardeşlerimle görüşün, benimle görüşür. Hazret-i Şeyh Abdulkahhar'ın ziyaretinde, gayet zarif ve acip bir hadise başıma gelmişti; onun için onun ziyaretine gitmiştim diyor. Üstad küçüklüğünde bir ara cinnet geçirir. Bunun üzerine şifa bulması için onu Şeyh Abdulkahhar'ın yanına getirirler. Şeyh Abdulkahhar, Bediüzza279. http://www.sufism.20m.com/ 151 man'ın 'şeyh isen bana şeyhliğini göster (beni iyileştir); yoksa sana ne diye şeyh derler'demesi üzerine kendisine heybetli bir nazar fırlatır ve bunun üzerine Bediüzzaman, Allah'ın izniyle şifa bulur. Bu hadiseyi, Bediüzzaman'ın yeğeni Molla Abdurrahman, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i hayatını yazdığı Osmanlıca kitabında aktarır. Üstad, yukarıda bahsettiği ziyaretini ise, Şeyh Abdulkahhar'ın vefatından sonra onun mezarını ziyaret edip orada sabaha kadar kalmasıyla ve o feyizli, manevi iklimi solumasıyla gerçekleştirmiştir). Diyarbakır'da Salim ve Siirtt'te Ceylan vardır. Ceylan askerdir; Salim de memur. Onlarla muhabere edersiniz. Üstadın hizmetinde bulunan Abdulmusin Ziya ve diğer arkadaşlarımızla birlikte cümlenize pek çok selam 280 eder, dualarınız bekler ve ellerinizden öperiz. El Baki huve'l baki'280 Mardin'de Bediüzzaman 1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa'yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre'ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894'te Mardin'e geldi. Mardin'de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani'nin bir talebesinden Afgani'nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin'de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi'yi, Mardin 281 Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı.281 Mardinde Selanikli Mehmet Enis Efendi ve Bediüzzaman Mardin mutasarrıflığını ikinci kez yaptığı yıllarda Mardin'e gelen Bediüzzaman'ı, Bitlis'e sürgüne yollamıştır. Risale-i Nur'da ismi direkt olarak zikredilmemiş olup, “Mardin Mutasarrıfı” olarak kendisinden söz edilmiştir. Enis Efendi 25 Haziran 1900 tarihinde Halep Valiliğine tayin edildi. Buradaki görevi sırasında, kötü idaresinin ortaya çıktığı gerekçe gösterilerek 14 Eylül 1902'de görevinden azledildi. Selanikli Mehmet Enis Efendi'nin ismi direkt olarak Risale-i Nur'da geçmemektedir. Tarihçe-i Hayat'ta, “Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin'de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis'e nefyedildi…” 282 denilmektedir. Tarih belirtilmeyen bu bilgiler dışında, Abdülkadir Badıllı 282 tarafından; “Bediüzzaman'ın içtimai meselelerle alakadarlığı ve hürriyet mücadelesi verenleri desteklemesi ve bu yönde halk arasındaki pervasız ikazkar faaliyetleri ile, Mardin Mutasarrıfının nazarı dikkatini üstüne çekmeğe sebep oldu. Bundan dolayı istibdat devrinin Mütasarrıfı, Mardin'de herhangi muhtemel bir dalgalanmayı önlemek ve kendi başını da olması muhtemel bir dertten halas etmek için çareyi Molla Said'i Mardin'den uzaklaştırmakta buldu. Böylece mutasarrıf Nadir(?) Bey tarafından elleri ve ayakları kelepçelenerek, Savurlu jandarma neferi Mehmet Fatih ile İbrahim adındaki bir arkadaşı nezaretinde Mardin'den Bitlis'e nefyedilmiştir.”283 283 ifadelerine yer verilmektedir. Devamında, Mardin'den Bitlis'e sürgün tarihi, Hicri 1312 ve Miladi 280. Mehmet Macit Sevgili, Şeyh Mahmud Zokaydi, Uluslararası Siirt sempozyumu, İzmir 2007, s.726-733. 281. Köprü 2000 282. Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39. 283. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, I. C., İstanbul 1998, s. 122. 152 1895 olarak verilmektedir.284 284 İşte, bu tarihte Mutasarrıf Nadir Bey değil, ikinci kez 285 burada görev yapan Selanikli Mehmet Enis Efendidir.285 Jandarmalar eşliğinde Savur'a 2 km ötede Ahmedi (Başkavak) köyüne gelen Bediüzzaman es-seyyid Şeyh Hamid'in torunu büyük âlim es-seyyid Şeyh Kemalle görüşmek ister ve görüşür. Görüşmeden önce Ahmedi köyünde seyyid şeyh Hamid'in 2 oğlunun (Şeyh Muhammed, Şeyh Abdülhalim) türbesi önünde Bediüzzaman abdest alarak namaz kılmak istemiş, kelepçesinin çözülmesini istemiş, ancak Jandarma müsaade etmemiştir.286 286 Bunun üzerine kolundaki demir kelepçeler çözülür. Yere bırakır. Jandarmaların şaşkın bakışları altında abdestini alır, namazını kılar. Namazdan sonra: 'Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra sizin hizmetkarınız'diyen 287 jandarmalardan, kendi vazifelerini yapmalarını ister.287 Mardin'den Bitlis'e gelen Bediüzzaman'ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis'te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman'ın İslami ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van'a gelmesi için ısrarla davet ediyordu. İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan Paşa'nın daveti üzerine gittiği Van'da on yıl kadar kaldı.288 288 Mardin Ulu Camii:12 yy. da Artukoğulları tarafından yapılmış. Kuzeyde dikdörtgen revaklı bir avlu güneyde mihrap duvarına paralel enine uzanmış beşik tonozlu üç neftli bir yapı merkezde biraz doğuya kayık kısmında neftlerden ikisi mihrap önünde bir kubbe ile kesilmektedir. Minare ve dilimli kubbesi ile hayli dikkat çekmektedir. Taş kubbe ve minaresi sanat şaheseridir. Üç giriş kapısı vardır. Caminin mihrabındaki ve ahşap minberindeki süslemeler çok güzeldir. Bu minarenin etrafında, 289 Bediüzzaman Said Nursi'nin dolaştığını rehberimiz bize hatırlattı.289 Bediüzzaman'ın Mardin Hayatında İz Bırakan Mekânlar Bediüzzaman'ın Mardin hayatında ve diğer hayat safhalarında kaldığı mekânlar, kendisi gibi bedî olan ve birçok sırrı sinelerinde barındıran mekânlardır. Kaderin sevkiyle bu mekânlarda yaşayan Bediüzzaman'ın hayatının hiçbir safhasının, gezdiği hiçbir mekânın tesadüfe havalesi mümkün değildir. Bunun pekçok sırrı içinde sakladığına hiç şüphe yoktur. Mardin'e 1895 yılında henüz 17 yaşında iken gelen Bediüzzaman'ın, hayatında iz bırakan Mardin'deki mekânlarını ve sırlarını bizimle paylaşmaya ve mekânları tanıma fırsatını yakalamaya var mısınız? Bediüzzaman'ın Mardin hayatında üç mekân öne çıkar. Bunlar Ulu Camiî, Şehidiye Medresesi ve Camii ile Ensarîlerin evidir. 284. Aynı Eser, s. 123. 285. http://www.risaleinurenstitusu.org/ 286. Öğretim görevlisi, Hamid Hamidi. 287. Mehmet Akar : Mesel denizi.15.Baskı.İst.2004.s:93; Ahmed Özer; İki Ünlü Kul,İstanbul,2006 s.113. 288. http://www.risaleinurenstitusu.org/ 289. http://www.idealkariyer.org.tr/Yazı: Hakkı Karatekeli 153 Mardin Ulu Camii Molla Said-i Meşhur Mardin'e genç yaşında geldiğinden, medrese hocaları ile talebeler, önce onunla fikrî çatışma ve münazaraya girmek isterler. Başarılı olamayınca onu kendilerine üstad olarak kabul ederler. Herhalde Üstad, bu enaniyetli hocalara meydan okuma nev'inden olacak ki, Ulu Camiî'nin minaresinin şerefesine çıkar ve her iki kolunu yana açarak pervane gibi minare şerefesinde dolaşmaya başlar. Molla Said'i korkuyla izleyen halk hayretini gizleyemez. İşte bu olay için düşüncemiz, ister tatlı bir hayâl veya mizansen deyin, acaba o anda Bediüzzaman minarenin başında böyle haykırmış olamaz mı: “Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve 290 fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.”290 Bu minare maddî olarak neden Mardin Ulu Camii minaresi olmasın? Dilerseniz cami hakkında bazı bilgiler vererek, Bediüzzaman'ın hayatında iz bırakan mekânı tanımaya çalışalım. “Mardin'de Ulu Cami Mahallesi'nde, ana cadde üzerindeki çarşının içinde bulunan Ulu Camiî çıplak gözle cepheden tam olarak görülemeyecek biçimde, caddenin altında, eğimli arazi doldurularak tesviye edilmiş alan üzerinde yapılmıştır. Caminin varlığını haber veren nişane, hemen dikkat çeken ve kuzey köşede bulunan kare kaide üzerine yapılmış silindirik gövdeli süslü minaresidir. İki minareli yapıldığı kayıtlardan anlaşılan caminin, doğuda yer alması gereken minaresi bugün yoktur. Bugün mevcut olan tek minare, daha geç dönemlerde yapılmış olmakla birlikte, kaidesindeki yazıt 1176 gibi erken bir tarihî vermektedir. Çok yeni ve eklektik bir üslûbu yansıtan minare kapısının yapım tarihi de 1888/89'dur. Bazı Süryani yazarların kiliseden çevrildiğini söylemesine karşın, 12. yüzyıl Artuklu dönemi mimarisinin temel özelliklerini yansıtan bu yapıda yer alan en eski yazıt, yapının 11. yüzyıl içinde yapıldığını göstermektedir; ancak yapının, bu yazıtın temsil ettiği dönemdeki şekli bilinememektedir. Filvaki, bugünkü mimarî formun bir bütün halinde, Selçuklu döneminde tasarlandığı söylenemez. Minarede bulunan bir başka yazıt 1176 tarihli olup, Melik Kutbettin İlgazi'ye aittir. Doğu cephedeki 1186 tarihli diğer bir yazıt ise, Yavlak Arslan dönemindendir. Bu ilk örnekte kullanılan kubbeyi dıştan yivleme tekniği bu yapıdan itibaren Mardin'de bir gelenek halini almıştır. Kubbesi, ikisi duvara yaslanmış altı paye üzerine oturmaktadır. Kubbenin dıştan yivlenmesi bazı geç dönem Artuklu yapılarında karakteristik olmakla birlikte, bu tarz yivleme tekniği, bir örneği Deyrulzafaran'da görülmek üzere, 19. yüzyılda Mardin'de yeniden moda olmuştur. Minberi Muzaffer Kara Arslan tarafından yenilenmiş ve sonra Artuklu Sultanı Davud (1367-1376/7) ağaç minber yaptırmıştır. Avlusunun etrafında, çapraz tonozlu revaklar bulunur. Bugün bunlardan sadece beşi kalmıştır. Abdulgani Efendi'nin verdiği bilgiye göre, Ulu Caminin “Sipahiler (Tellâllar) Çarşısı”na bakan güney duvarı, Uzun Hasan tarafından 1496'da yenilenmiştir. Avlunun kuzeyinde, Şafiî mezhebine ait ayrı bir mahfel bulunur. Yapının temel malzemesi düzgün temel taştır. Abdulgani Efendi, Akkoyunlu hükümdarı Cihangir'in buraya birtakım rüsum ve emlak vakfettiğini yazmaktadır. Cami planı incelendiğinde, kuzeyde yer alan dikdörtgen avlunun güne290. Münâzarât, s. 86. 154 yinde mihrap duvarına paralel, beşik tonozlu üç neften oluşan, mihrap duvarına yakın iki nefin kubbe ile kesildiği; enine gelişmiş mihrap, önü kubbeli bir şema görülmektedir. Bu şema aynı zamanda, çevredeki birçok yapı tarafından taklit edilmiş bir 291 modeldir.”291 Mardin Şehidiye Medresesi ve Camii Molla Said'in Mardin hayatında önemli bir yere sahip olan, Şehidiye Medresesi ve Camisi, onun Mardin Âlimlerine karşı rüştünü ispat ettiği mekânlardan biridir. Burada şiddetli fikir çatışmaları yaşandığına şahit oluyoruz. Mardin'de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde Şehidiye Camii'nde Bediüzzaman'la tartışmaya giriştiği, Said Nursî'yi “Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı ve Şeyh Yusuf'un girişimiyle, Said Nursî''nin Mardin'den sürüldüğü bazı hatıralarda iddia edilmektedir. Ancak bu iddianın ne derece doğru olduğunu bilemeyiz. Bilinen bir şey varsa o da Molla Said'in bu mekânda Mardin âlimlerine üstadlığını kabul ettirmiş olmasıdır. Dilerseniz bu mekânı da tanımaya çalışalım. Ana caddenin güneyinde PTT'nin karşısında, cami ile birlikte bir kompleks oluşturan yapı Şehidiye, Nasıriye ve seksen hücreli olmasına izafeten, Semanin adlarıyla da anılmaktadır. Nasıreddin Artuk Arslan tarafından yaptırılmıştır. Abdulgani Efendi'nin aktardığına göre, caminin bilinmeyen bir tarihte yıkılmış olan doğu tarafının aslına uygun olmayan bir biçimde yapılmıştır. Büyük mihrabın 1920'lerdeki görüntü ve o tarihte mevcut mezarlık, burasının bir dönem kabristan olarak kullanıldığına şahitlik etmektedir. Aynı yıllarda, medresenin batı tarafı da harabe görünümündedir. Yapının bu kısmında ayakta kalan iki büyük oda okul olarak kullanılmış, arsa haline gelmiş bölüm üzerinde kahvehane ve dükkânlar yapılmıştır. 1920'lerde, doğu tarafında yer alan altlı ve üstlü sekiz oda ayaktadır ve içinde yoksullar barınmaktadır. Medrese revaklı avlulu ve ayvanlı medrese şemasına uygundur. Kompleksin güneyinde bulunan ve bugün müftülük merkezi olarak da hizmet veren, iki nefli Şehidiye Camii'nin minberi cevizden yapılmış ve üzerindeki bezeme yer yer kırılmış ya da çürümüştür. Minberin Arapça yazıtında ustasının Ali bin Sencer olduğu ve nakışlarını Kirmanlı Tacüddin'in şakirdi Muhammed'in yaptığı yazılıdır. Minareli olarak yapıldığı halde minaresi yıkılmış ve 1914'te Belediye Başkanı Gönüllüzade Hıdır Çelebi ile vakıflar memuru ve askerî amirlerin girişimiyle, minare Ermeni mimar Lole Giso'ya yeniden yaptırılmıştır. İki şerefeli olan minare, iskelesiz olarak inşa edilmiştir. Camiye “Şehidiye” adının verilmesi, Abdulgani Efendi tarafından, caminin temeli atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarına ve Vezir Nizameddin Bakış'ın savaşta şehit düşen kölesi Lulu'nun cami yapılmadan önce buraya gömülmesine bağlanmaktadır. Çok sayıda onarım geçirmiş olan yapının ilk onarımı, 1787 tarihini veren yazıtın ilk onarıma işaret ettiği düşünülürse, bu tarih olmalıdır. 1975'te cami, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Cami minaresi ile 1515-16 tarihinde yapıldığı bilinen türbenin sandukaları 1925 yılında Vali Tevfik Hadi Baysal döneminde yıkılmıştır.292 292 291. Mardin aşiret-cemaat-devlet. Tarih Vakfı Yay.2001,431-432. 292. Mardin aşiret - cemaat - devlet. Tarih Vak 155 Şeyh Eyyub-i Ensari'nin Evi Molla Said Mardin'e geldiği zaman, Şeyh Eyyub-i Ensari Efendi'nin evinde kalmıştır. Ensari ailesinin atası ise, Yemen hükümdarı olan Tübba soyundan gelen, Medine'de yerleşen, Harislerin Hazrec kolundan, Enneccar oğullarından, İslâm peygamberinin ünlü bayraktarı Ebu Eyyüb'el Ensari'dir. Kâinatın Efendisini evinde misafir etme şerefine nail olan büyük sahabi Ebu Eyyüb'el Ensari'nin, on üç asır sonra aynı adı taşıyan, aynı soydan gelen bir zatın evinde Zamanın Bedii'nin misafir edilmesi bir tesadüf olabilir mi? Bilindiği gibi Medine şehri İslâmın sosyal hayata başlangıç beldesi olarak kabul edilmiştir. Burada iman dersleri tamamlanmış, İslâm hayata geçirilmiştir. Mardin de Bediüzzaman'ın siyasî ve sosyal hayata atıldığı ilk şehir olmuştur. Onun içindir ki Mardin Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer 293 edinmiştir.293 Molla Said'in Mardin hayatında çok özel bir yeri olan, Ensari ailesinin önemli ve değerli simalarından biri de şüphesiz Abdülgani Beydir. Kaderin bir cilvesi olarak Bediüzzaman bu mübarek ailenin, değerli ferdi olan Abdülgani Beyle Ankara'da bir araya gelir. “İstanbul'un İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda Bediüzzaman da oradadır ve işgal kuvvetlerine karşı cesur mücadelelerde bulunur. Bediüzzaman'ın bu kahraman mücadelesini yakından takip eden Ankara hükümeti, onu dâvet eder. Önceleri 'Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum' diyerek bu dâvete yanaşmasa da, ısrarlı teklifler üzerine 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar evvel trenle Ankara'ya gider. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından karşılanır. Zamanın Siverek Milletvekili Yüzbaşı Abdülgani Ensari ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife cereyan eder. 3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arefesinde Bediüzzaman, Ensari'ye: 'Ensari! Yarın Said'in başını kesecekler' der. Ensari de bu cümledeki inceliği ve tevriyeyi anlayamaz ve 'Nasıl olur efendim?' diye telâş eder. Bediüzzaman bu lâtifeyi ona şu şekilde izah eder: 'Said kelimesinden 'sin' harfi kaldırılsa, yani baş harfi olan 'sin' kesilirse, geriye 'iyd' kalır ki, o da bayram demektir. Abdülgani Bey (Ensari, 1885, Mardin), Şeyh İsmail Efendi'nin oğludur. 23 Mayıs 1906'da Harbiye Mektebi aşiret sınıfına girdi ve 1 Temmuz 1909'da süvari teğmen rütbesiyle orduya katıldı. 30 Kasım 1911'de üsteğmen oldu; Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu cephesinde gösterdiği başarılarıyla gümüş muharebe liyakat madalyası aldı. 1 Mart 1918'de yüzbaşı oldu. Siverek jandarma komutanı iken Milli Mücadele'ye katıldı, Siverek milletvekili olarak 18 Ağustos 1920'de Meclis'e girdi. Abdülgani Bey, yörede Milli Mücadele karşıtı faaliyetlerin önlenmesinde etkili oldu. Bediüzzaman'ın Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan havayı yansıtan görüşlerini, Abdülgani Beyin aktardığı hatıralarından çok net bir şekilde öğrenebiliyoruz. Merhum Abdülgani Ensari, bir başka hatırasını da şöyle anlatır: O sıralarda Şeyh Sunusi de Ankara'ya gelmişti. Ben onunla da dostluk kurmuştum. Bir akşam evime götürdüm. Dolayısıyla o akşam Üstad'ın sohbetinde bulunamadım. Sair zamanlarımda mutlaka Üstad'ın sohbetlerinde bulunurdum. Sabahleyin beni gördü, 'Ensari!' dedi, 'Sizin Mardin tüc293. Mehmet Selim Mardin, Yeni Asya… 156 carları nereye ticaret yaparlar ve yüzde kaç kazanırlar? Dedim: Efendim, ekseriyâ Bağdat'a gider gelirler ve yüzde ancak on beş kadar kâr ederler... Dedi; 'Peki, yüzde yüz kârlı bir ticaret olan ve sana çok daha yakın dün akşamki ticareti niye yapmadın?' Dedim: 'Seyda, dün akşam misafirim Şeyh Sunusi idi, onun için gelemedim. Dedi: 'Neden onu da mahrum bıraktın?'” (M. Selim Mardin) Bölgedeki Manevi Kişilerle İlişkisi Bediüzzaman ve Seyyidlik Güneydoğu seyyidler mekânıdır. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten 294 milyonları geçen bir nesl-i mübarektir.294 Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.295 295 Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necib kavm-i Arap olan sizlere ve sizin ecdatlarınız olan Sahâbe-i Güzîne Allah nâmına, Peygamber-i Zîşan hesâbına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti dâimâ kalbimizde, rûhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âlî Peygamber-i Zîşan için ve onun âlî dîni 296 için, başta rûhumuz ve herşeyimizi fedâya hazırız.296 Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Gerçi manen ben Hazret-i Ali nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Al-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil 297 olmasından, ben de Al-i Beytten sayılabilirim.297 Birçok kimse Üstad Said Nursi'nin 'nesebinin baba yönünden İmam Hasan'a (ra),annesi cihetinden de İmam Hüseyin'e (ra) dayandığını hususi bazı sohbetlerinde söylediğini, ancak ihlâsı korumak ve diğer insanlar nazarında manevi makam kazanma duygusundan kaçınmak için bu meseleyi Risalelerde açıklamadığını nakletmektedir. Birkaç misal verelim: 1. “Kardeşim Abdurrahman, Hz.Ali (ra) efendimize mensup kişi benim. Ne alıyorsam, o kanaldan alıyorum.” 2. “Ey Salih kardeşim, sen gerçekten seyyidsin, yani Ehl-i Beyt'tensin. Aynı 298 şekilde Nuriye de seyyyidedir. Ve Mirza da seyyiddir.”298 3. “Ben seyidim. Fakat sen bunu hiç kimseye söyleme. Annem, Hz.Hüseyin, Babam ise Hz. Hasan neslindendir.”299 299Bediüzzaman seyyiddir. Bediüzzaman'ın seyyid olduğuna dair bir belge de kendisini Diyarbakır'dan ziyaret eden Asaf Gördük'e söyledikleridir. Asaf Gördük 1934'te Diyarbakır'ın Eğil beldesinde doğdu. Ziyaretini şu şekilde anlatır: “Üstadı ziyarete gittiğimde 'Gel, gel kardeşim, seni bekliyordum. 294. Mektubat, Sayfa 426. 295. Emirdağ Lahikası, s. 231. 296. Tarihçe-i Hayat, s. 533. 297. Emirdağ Lahikası, s. 23.fı Yay. 2001, 438 – 439. 298. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler. Nesil yay.17.baskı, 3/201. 299. Şahiner, a.g.e, 2/238; İhsan Kasım Salihi, Çağın Devasa Tanığı, Bediüzzaman Said Nursi. Şahdamar yay. İstanbul 2007. 157 Dedi. Ellerini defalarca öptüm, öptüm.. O esnada hıçkırıklarla ağladığımı unutamamam. Daha önce söylemediğim halde, bak kardeşim sen istedin, sen geldin demesi kerametidir. Bizim soyumuz Diyarbakır'ın Eğil ilçesi beylerinden gelir. Onlarda Paygamber Efendimiz (s.a.s) amcası Hz. Abbas'ın soyundan gelmektedir. Bediüzzaman Peygamber soyundandır. 'Asaf kardeşim Abbasi aşairindendir ve benim amcazademdir demesi' ancak ve ancak bu asrın müceddididinin bir 300 kerametidir.300 Bilindiği üzere Hz. Abbas peygamberimizin amcasıdır. Hz.Abbas soyundan gelenler de seyid sülalelesinin (Bediüzzaman) amcazadesidir. Diyarbakır merkezde de Hz. Abbas soyundan gelen çok tanıdık bulunmaktadır. Erimi (Sımaki) köyü sakinleri de Hz. Abbas soyundandır. Hz. Abbas'ın Yaradan katında ne kadar önemli olduğuna şu olayla göz atalım. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas'ı vesile yapıp demiş: "Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü 301 hürmetine yağmur ver." Yağmur gelmiş.301 Hz. Abbas soyundan olana Hz. Ömer'in verdiği öneme bakalım: İbni Abbas "Tercümanü'l-Kur'ân" ünvan-ı zîşânını ve "habrü'l-ümme," yani "allâme-i ümmet" rütbe-i âlisini kazanmış. Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı 302 Sahabe meclisine alıyordu.302 Bediüzzamanla Görüşüp Kerametiyle Karşılaşan Derişli Seyda Muhammed (Hz. Ömer sülalesinden) 300. Şahiner, a.g.e, 6/127. 301. Mektubat, s.150. 302. Mektubat, s.150. 158 Mardin-Diyarbakır arasında bulunan acır köyü bölgesinde Hz. Ömer neslinden gelen Beni Hilal kabilesi ikamet etmektedir. Osmanlı bu aileye sahip çıkmış,17 köyün idaresini bu soydan gelen ve Sipahi olan Emir Muhammed'e vermiş ve ona maaş bağlamıştır. Şeyh Fethullahi Verkanisi (K. S.) Babası; Abdurrahim. Kendileri Sultan Şeyhmus'un nesebinden, ondanda Hz. Ömer'e (R. A) varırlar. Onun için aşiretlerine Ömeri derler. Daha evvel Baykanda iken sonradan Verkanis'e gelip yerleşirler. Önceleri Şeyh Muhammedi Fersafi'nin (K.S) Şeyhi Hazin yanında amel ederler. Sonradan da Seydaya gitmek istediklerinden gitmeden mürşitlerine danışırlar. Mürşitleri memnuniyetle kendisini Seyda'ya gönderir ve amelin Seydanın yanında tamamlanışı... Şeyh Fethullah ilmi sahada o kadar güçlü idi ki, kendisini, zamanın en büyük âlimi diye tanırlardı. Hatta Üstat Bediüzzaman Saidi Nursi bile çok az da olsa kendilerinin yanında okurlar. Kendilerinin üçüncü yerleşme yerleri Bitlis'tir. Orada bir medresesi vardı. İşi gücü 303 talebe yetiştirmekti.303 Abdülkadir Geylani ve Bölge Abdülkadir Geylani'ye bölgede özel bir önem verilir. Abdülkadir Geylani de aynı teveccühte olup Diyarbakır -Mardin yolu üzerinde Sultan şehmus denen bölgeye 304 gelmiştir. Abdülkadir Geylani 40 müidiyle Sultan Şehmuzu ziyaret etmiştir.304 Abdülkadir Geylani sevgisi çocuklara da aşılanmıştır. Bölge insanı olan Bediüzzaman hazretleri çocukken Abdülkadir Geylani'den himmet beklerdi. Ceviz kaybolsa. Ya 305 şeyh. Sana bir fatiha, benim cevizimi buldur'diye Ondan medet beklerdi.305 Osmanlı da bu soya saygı göstermiş ve jestlerde bulunmuştur1839 tarihli, 603 nou Diyarbakır Şeriyye sicilinde Mardinde Yurdbine köyünde ikamet eden Abdülkadir 306 Geylani torunlarına tevcihat yapılması ve verilen köylerin hâsılatından bahsedilir.306 Eba Eyyub el Ensari: Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında Ebu Eyyüb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: ..- Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: .. - Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti: .. Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz 307 seksen adam yediler.307 Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlullah (s.a.s.) ile birkaç müslüman kalmıştı. Rasûlullah da hicret yolculuğuna çıkınca bunu haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakın Hire ad verilen yerde onun yolunu gözlerdi. Nihâyet Rasûlullah görününce bütün Neccar'lıları toplayarak Rasûlullah'ı karşıladı. Bütün müslümanlar Rasûlullah'ı kendi evlerinde misafir etmek istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah devesini serbest bıraktı. Kusva adlı bu deve Ebû Eyyûb'un 303. www.ashabilyemin.com. 304. Şehmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır, İletişim yay. İstanbul 2003, s.19. 305. Mustafa Süzen, Eski Said'den Yeni Said'e, İstanbul 2007, s.55. 306. Doç Dr.İbrahim Yılmazçelik, Diyarbakır şer'iyye sicilleri kataloğu, Ankara 2001, s.149. 307. Mektubat, s.114. 159 evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayı şöyle nakletmiştir: "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) evimizin alt katına yerleşmişti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün yukarıdan yere bir miktar su dökülmüştü. Suyun tavandan sızarak Rasûlullah'ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık. Bunun üzerine Rasûlullah'ın yanına inip dedim ki: 'Ya Rasûlallah, senin bulunduğun bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?' 308 Rasûlullah o günden sonra üst kata çıktı"308 Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmi Eyyûb Rasûlullah'ın yemeğini hazırlardı. Rasûlullah (s.a.s.) İstanbul'un fethini ashâbına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel 309 diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki askerdir"309 müslümanlar İstanbul'u kuşattılar. İslâm akîdesinin dünyanın dört bir yanına yayılması husûsunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan müslümanlar İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârı bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları bir sırada hastalanmış, Yezid'e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür. İstanbul, ashab devrinden başlamak üzere defalarca muhâsara edilmiş, nihâyet bu şehri fethetmek 1453 yılında Fatih'e nasip olmuştur Sait Kızılırmak Bediüzzaman'ın Mardin hayatında yer alan ve çok değerli âlimlerden olan Şeyh Yusuf Efendi, 1873 yılında Mardin'de doğdu. Mardin'deki Ensar ailesinin büyüklerindendir. Hz. Peygamberimizin (s.a.s) ashabından olan ve hâlen İstanbul Eyüp semtinde Eyüp Sultan Camii adıyla anılan yerin meşrutasında medfun olduğu rivayet edilen Ebû Eyyub El-Ensârî'nin torunlarındandır. (Mehmet Selim Mardin) Bölgemizde Ebu Eyyübel Ensari sülalesinin çokluğu vesilesi ile bu noktadaki bir mucizeye göz atalım: Bediüzzaman hazretleri Ebu Eyyüb'el-Ensari'nin evindeki bir mucizeyi şu şekilde anlatıyor' Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında Ebu Eyyüb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: -3- Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: -4- Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti: -5- Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler.310 310 308. Müslim, Sahih II, 192. 309. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335. 310. Kadı Iyâz, eş-Şifâ,1/292; el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 8/303; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3/33; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1/604. Mektubat, s. 114 160 Mardinde Bediüzzaman ve Şeyh Yusuf Efendi Molla Said on altı yaşına kadar olan hayat devresinde, Doğu'da çoklukla bulunan klasik medrese hayatı içerisinde büyümüştür. Eğitimi, ilmî tartışmaları, medrese talebeleri arasında geçen tatlı rekabeti hep o medreselerde yaşamıştır. Mardin hayatındaki ilklerden, bir ilk ile daha tanışacak ve klasik medrese hayatından kurumsallaşmış bulunan Mardin medrese hayatının içerisinde kendini buluverecektir. Burada mevcut bulunan ve çoğunluğu Artuklu dönemi eseri olan on bir medrese asırlarca her biri İslâm âlemine ilim ve irfan adamı yetiştirmiş, ilme büyük hizmetleri geçen kurumlar olarak tarihteki yerlerini almışlardır. İşte Molla Said bu medreselerden biri olan Şehidiye'de, Şeyh Yusuf Efendi ile karşılaşıp tanışacak ve hayatında ilk kez kurumsallaşan bu ilim yuvasında müderris ve talebelerle ilmî tartışmalarda bulunacaktır. Bediüzzaman'ın Mardin hayatında yer alan ve çok değerli âlimlerden olan Şeyh Yusuf Efendi, 1873 yılında Mardin'de doğdu. Mardin'deki Ensar ailesinin büyüklerindendir. Peygamber efendimizin ashabından olan ve hâlen İstanbul Eyüp semtinde Eyüp Sultan Camii adıyla anılan yerin meşrutasında medfun olduğu rivayet edilen Ebû Eyyub El-Ensârî'nin torunlarındandır. İbtidai, Rüşdi ve İdadi tahsilini bitirdikten sonra Mardin Merkez Kasım Paşa Medresesine girmiştir. Orada çok değerli hocalardan ders okumuştur. Daha sonra ayrıca o tarihlerde bugünkü Cumhuriyet meydanında üç katlı binada bulunan Fransız Kolejine devam etmiştir (kolej binası şimdi yıkılmıştır). Arapça, Farsça ve Fransızca'yı çok iyi derecede biliyordu. Kur'ân-ı Kerim hafızı olup, Kırâatü's-seb'a ile Kur'ân-ı Kerim'i yedi vecih ve tecvid üzerine okuyordu. 500 adet sahih hadisi ezbere biliyordu. Bütün bunlara ulaşmak için gençliğinde tavana merbut ipe uyumamak için saçını bağlayarak gaz lambası ışığında gece yarılarına kadar çalışıyordu. Bunun neticesinde Osmanlı İmparatorluğu padişahlarından V. Sultan Mehmet Reşat döneminde ve onun bizzat talimatı üzerine profesörlük ünvanını almıştır. Şehidiye, Kasım Paşa Medreselerinde yirmi yedi yıl ders vermiş ve aynı zamanda bu süre zarfında İl Merkez Vaizliği görevini ifa etmiş olup, bilahere kendi isteği ile istirahate çekilmiştir. Bediüzzaman'ın Mardin hayatında iz bırakan mekânlar Şeyh Eyyub-i Ensari'nin evi Molla Said Mardin'e geldiği zaman, Şeyh Eyyub-i Ensari Efendi'nin evinde kalmıştır.. Onun içindir ki Mardin Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer edinmiştir.311 311 Cizreli Şeyh Seyda Karabüklü Mustafa Osman anlatıyor: Ben Cizreli şeyh Seyda 'nın halifelerinden duydum ki Şeyh Seyda hazretleri her seher vakti, yüzünü garba doğru çevirerek, kalben o tarafa müteveccih olurlardı. Bunun sırrını sorduğumda: 'Cernab-ı Haktan yeryüzüne inen feyiz ve nurların bu asırda en evvel Bediüzzaman hazretlerinin kalp ve ruhuna indiğini' sonra onun vasıtasıyla sair evliyaullaha tevzi olunduğunu, bu yüzden kendisinin de garba doğru teveccüh etme mecburiyetinde 312 olduklarını söylemişlerdi.312 312. Abdülkadir Badıllı, Mufassal tarihçe-i hayat, s.735. 311. Mehmet Selim Mardin, Yeni asya …. 161 Selahattin-i Eyyübi ve Diyarbakır Selahattin 29 Nisan 1183'de Diyarbakırı zaptetti..1185'te Silvanı ele geçirdi. Eyyubilerin Diyarbakır hizmeti olarak Diyarbakır'da Melik Salih Eyyub'un Hindibaba kapısından Dağ kapısına doğru III. Ve IV. burçlarda kitabesi vardır, surlar onarılmıştır. Silvan kalesi de Eyyubilerce onarılmış, Ulu cami tamir edilmiştir. Ayrıca tek minaresi kalan Eyyubi Camii de Eyyubilere aittir. Sultan Selâhaddin “Kudüs işgal altındayken, ben nasıl gülebilirim ki?..” diyerek günlerce mahzun olarak yaşadı... Kısa zamanda kurduğu muazzam devlete ve zaferlere rağmen aslâ gurura kapılmadı. “Ben, Allah yolunun bir hizmetçisiyim” diyerek güzel bir ömür sürdü... Vefat edeceğini anlayınca... Hastalığı ağırlaşıp vefat edeceğini anlayınca, adamlarına kefenini vererek, bir mızrağın ucuna geçirmesini ve sokaklarda dolaştırarak şöyle bağırmalarını emretti: “Ey ahali!.. Şarkın hâkimi Sultan Selahaddin ölmek üzeredir ve ahirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir.” 313 313Diyarbakırlılar Selahattin'le beraber Kudüs'ü kurtarmıştır. 1187'de Diyarbekir, El-Cezire, Musul, Şam tabileri Kudüsün fethi için Selahattinin emrine asker gönderdi. 1187'de Selahattin Hıttin'de haçlıları yenerek 314 Kudüsü kurtardı. Mirac gecesi Kudüs aldı. Mescidi aksayı onardı.314 Bediüzzaman Selahaddin Eyyubinin adaletini anlatırken “Medar-ı fahriniz 315 olan Salahaddin-i Eyyûbî ...”315 Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat'îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â'sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.316 316 Bediüzzaman Selahaddin 'in dahi kahramanlığını anlatırken 'Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi' 317 demektedir.317 Avrupa'nın Hristiyan devletleri ile işbirliği yapmakta olan Ermenistan Kralı III. Ruppen, Konya Selçuklu Sultanı Kılıç Aslan'ın hâkimiyetinde bulunan birkaç kasabasına saldırark almıştı. Kılıç Aslan, Ermeni kralına savaşmak için Selahaddin'den yardım istedi. Selahattin Ermeni kralını yendi, almış olduklarını Kılıç Aslan'a verdi.318 318 Selahaddin öldüğünde büyük bir mali güçlük içinde idi Hazinesinde 47 dinar ve bir tane de altını vardı. Gömüldüğünde cenazeyi kaldıracak parası olmadığından çocukları Şam müftüsünden ödünç alarak onu gömmüşlerdir. Selahattin öldüğünde Mısır, Libya, Hicaz, Yemen, Filisetn, Şam, Malatya ve Ahlat'a kadar doğu ve güneydoğu Anadolu, Hemedan'a kadar kuzey Irak'ta onun adına hutbe 319 okunuyordu.319 313. V.Tülek, Selahhtin-i Eyyubi….. 314. Ramazan Şeşen, Selahattin Devri, Eyyubiler devleti… 315. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 73Beyanat ve Tenvirler, s. 89. 316. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 84. 317. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59. 318. Ethem Kemgin,Kürdistan tarihi,Doz yay..İstanbul 2004, s.250. 319. Tori, Tarihselden Güncele Kürt Gerçeği, Sorun yay.2000,s.34. 162 Celaledin Harzemşah ve Diyarbakır İslam dünyasında kahramanlığıyla tanınan Celaleddin Harzemşah'ın asıl adı Mengübirti'dir. Celaleddin, kendisine verilen bir lakap olup bununla tanınmaktadır. Harzemşahlar Devleti'nin sonuncu ve en ünlü hükümdarıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Babası Harzemşah hükümdarlarından Alaaddin Muhammed, annesi Hint kökenli bir cariye olan Ayçiçek Hatun'dur. Harzemşahlar, 1215 tarihinde Gazne ve Gur bölgelerini ele geçirdikten sonra merkezi Gazne olan geniş bir alanda bir yönetim teşkil edilerek buranın emirliğine Celaleddin atanmıştır. Ancak, babası ondan ayrı kalmak istemediğinden tayin ettiği görev yerine göndermeyerek yanında tutmuştur. Diyarbakır'ın kazası Silvan (Meyyafarakin)'de hayatını kaybeden Celaleddin'in cesedini, olayı haber alan Silvan hükümdarı Melik el-Muzaffer Gazi 320 Silvan'a getirtmiş ve orada defnettirmiştir.320 Bediüzzaman Hazretleri, ihlasla hareket etmeyi Kur'an'dan ders aldığını belirtirken; Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir" şeklinde düşünmek gerektiğini belirtir.321 321 Sadece neticeler üzerinde dikkatler toplandığında, kuvve-i maneviyenin ziyadeleşmesi veya zayıflaması sözkonusu olmaktadır. İstenilen neticenin hâsıl olmaması daha fazla harekete geçirmesi gerekirken ümitsizliğe sebep olabilmektedir. Oysaki hangi neticesin daha iyi olduğunu Cenab-ı Hak'tan başka kimse bilemez. Peygamber Efendimiz'e dahi görevinin sadece tebliğ olduğu netice ve 322 hidayetin Allah'a mahsus olduğu ayet-i kerimelerle vahyedilmiştir.322 Bediüzzman Celaleddin Harzemşah'ı şu şekilde anlatıyor: 'İnsan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı. Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir." İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti 323 anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.323 'Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir" deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur'ân'dan ders almışım'.324 324 Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve salâhaddini Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz.325 325 Bediüzzaman, Cizreli Âlim Molla Ahmed el-Cezeri'nin meş320. Sadıkov Hasanbala, Gence'den Amid'e Harezmşah Celaeddin'in ölüm yolu.1.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu.2004 Diyarbakır, s.123. 321. Emirdağ Lahikası, s.456. 322. http://www.risaleinurenstitusu.org/ 323. Mesnevi-i Nuriye, s. 143; Hizmet Rehberi, s. 233. 324. Emirdağ Lahikası, s. 456. 325. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59. 163 326 hur Divanını yanında taşır ve talebelerine bu kitaptan bazen ders yapardı.326 Ahmed-i Hani Mem u Zin Şair ve düşünür. Çukurca İlçesi'nin Han Köyü'nde doğdu. Yaşamının bir bölümünü Cizre ve Şırnak yörelerinde sürdürdü. Din ve doğa güzellikleri üzerine şiirler yazdı, söyleşiler düzenledi. Sözü ve sohbeti ile yaşadığı sürece kendisini sevdirdi. 17. yüzyılda yaşamış olan Ahmedi Hani'nin doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmiyor. Dini eğitim gören Hani; Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyor, eserlerini Kürtçe olarak yazıyordu. 14 yaşında yazmaya başlayan Ahmedi Hani, eğitimini bitirdikten sonra öğretmen olarak hayatını sürdürdü. Mutasavvıf şair Hani, Doğubeyazıt'da bir okul açarak dersler verdi. İnsanı merkez alan Ahmedi Hani, bölgenin ileri gelenlerinden her zaman istediği eğitim desteğini alamadı. Eserleri Çocukların İlkbaharı, İnanç Yolu ve Mem ve Zin.327 327Bediüzzzaman 'genç Said döneminde Şeyh Mehmet Celal Efendinin talebesiyken 'kendisİne lazım olan bilimleri birer birer anlamak için kitaplara kapandı. Arkadaşları onu aradıklarında Ahmed Hani hazretlerinin türbesinde buluyorlardı. Çünkü Genç Said, kitaplarını kucaklayıp türbenin sessiz ve derin iklimine kapanıp o müthiş irade ve enerjisiyle gece gündüz çalışıyordu. Türbeyi bir ders mekânı olarak seçmesinden dolayı arkadaşları ona: med Hani Hazretlerinin feyzine mazhar oldu. Onun için bu inanılmazları 328 başarıyor, diyorlardı.328 Ahmed-i Hani (Halis Eker'in katkılarıyla) Ahmed–i Hani Türbesi 326. Aksu: Bediüzzaman'ın Van Hayatı. Şanlıurfa 2003, s.16. 327. http://www.biyografi.net/) (http://www.kenthaber.com) 328. Halit Ertuğrul:Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti,Nesil yay.s:25. 164 MEM U ZİN VE EHL-İ BEYT Mem u Zin halk arasında dilden dile söylene gelen Meme Alan destanın-dan kaynaklanarak 17. yüzyılda Ahmed Hani tarafından yazılı edebiyata uyarlanmıştır. Mem u Zin 'Mem Alan'ın şiirsel bölümünü oluşturur. Yemen beyinin oğlu Mem ile Cizredeki Han abdal'ın kızı arasındaki olayı ele alır.329 329 Bilindiği gibi Mem u Zin, Cizre Beyliğinin hüküm sürdüğü dönemde, 854/1450-51 yılında, yaşanmış bir aşk olayını konu edinen, Şeyh Ahmed-i Hani tarafından kaleme alınan manzum bir eserdir. Ancak Mem u Zin'in halk ozanları tarafından söylenen ve Meme Alan adıyla bilinen versiyonlarında Mem'in Mağrib ülkesininin reisi Ali Bey'in Kureyş reisinin kızı ile evlenmesi sonucu doğduğundan söz ediliyor. Hâlbuki Ahmede Hani Mem u Zin'in baş kısmında mem'in Cizre beyi'nin divan kâtibinin oğlu olduğunu yazmıştır. Ayrıca destanın bir çok yerinde Mem'in Kureyşlilerle akrabalığına vurgu yapılmaktadır. Örneğin Mem Zin'e karşı kendisini överken 'Bana Meme Alan derler ki, o yakışıklıdır, Kureyş şeyhlerini yeğenidir.330 330 Destanın başka yerlerinde de Mem'in Kureyş resilerinin (şeyh) yeğeni ve torunu olduklarından söz edilmiştir. Mem'in Cizreli olduğu ve Zin ile olan aşkının Cizre'de geçtiği tarihen de sabit olmasına rağmen halk ozanlarının Mem'i Kureyşle olan akrabalığını vurgulamaları şüphesiz Kureyşiliğin, yani seyyidliğin halk üzerindeki büyük etkisini de göstermektedir. Çünkü ozanlar söyledikleri destanlarda halkın beklentilerini göz önünde bulundurmaya büyük önem verirler. Nitekim R.Lecot da ozanların anlatımında Mem'in yapısının biraz değiştirildiğini ve yönetici olan Mem'in aynı zamanda Kureyşlilerin yeğeni olarak gösterildiğini söylemekte ve 'Mem gibi en anlı sanlı bir padişahın Kureyş soyuna ulaşmaması mümkün mü idi. Zaten şerefnameden de anlaşıldığı gibi bir süre bölgedeki bütün büyük aileler ağalar, şeyhler ve beyler kendilerini Cenab-ı Peygamberin ailesine ulaştırıyorlardı. Burada Kureyşiliğin Seyyidlikle eşanlamlı olarak kullanıldığını hatırlatalım. Bölgede bugünde Kureyşilik ve Seyyidlik aynı anlamda kullanılmaktadır. Nitekim bölgede medfun olan ve kendisi için zew etkinlikleri düzenlenen seyyidlerden birinin adının Pir Kureyş olduğunu daha önce görmüştük. Ayrıca Meme Alan destanında Kureyşten maksadın Seyyid olduğunun başka delilleri de vardır. Örneğin destanın bir yerinde Kureyş resilerinin (şeyh) hastalanmış olan Mem için evlerinin pencerelerine yeşil bayraklar astıkları ve 331 defler çaldıklarından bahsediliyor.331 Biz yeşil rengin seyyidlerin sembolü olduğunu bu renk sayesinde onların 332 halkın diğer kesimlerinden ayırd edildiğini daha önce belirtmiştik.332 ABDURRAHMAN AKTEPE VE BEDİÜZZAMAN ŞEYH ABDURAHMAN AKTEPE – ÇINAR İLÇESİ Çınar Aktepe köyünde Şeyh Hasan nurani'nin büyük evladı olan Şeyh Abdurrahman Aktepi 1854-1910 yılları arasında yaşamıştır. 329. Mesut Balta:Kültürler Kavşağında Şırnak.2003,s.202. 330. Lecot,Roger, Meme Alan, 1997, s.33. 331. Lecot,Roger, Meme Alan.1997, s.45. 332. Abdurrahman Adak, Güneydoğu Anadolu bölgesinde seyyidler ve halk üzerinde etkileri, Lisans tezi, Ankara 1998, s.32-34. 165 Çınar Aktepe geçen asırda İslami bir üniversite hükmündeydi. Burada bir cami minaresi ve medrese kalıntısı ile medrese öğrencilerinin (80 öğrenci) mezarı bulunmaktadır. Minare 850 yılında yapılmıştır. Öğrenciler veba salgını sonucu vefat etmişlerdir. Eserlerinden başlıcaları “Revdül Neim” Divana Ruhi, Kitabül Ebriz, Keşfül Zelam, Diyarbakır’a Özgü Takvim, Astronomi, (bir diğer astronomi eserinde çevrimliğini yapmıştır.) Fıkıh, Arapça Gramer, Hastalıklar İçin Şifa Kitabı, Eserlerinde öne çıkan Revdül Neim eserinde peygamberimizin özellikleri ile onun miraca çıkışı konu edinmektedir. Manzum dizeler halinde kaleme alınan kitap 360 sayfadır, Hicri 1302 yılında kaleme alınmıştır. Diğer Kürtçe eseri ise Diwana Ruhi'dir. Bu eser Şeyh Abdurrahmanın şiirlerinden oluşmaktadır. Tüm bunların yanında Keşfül Zelam 35, Kitabül Ebris ise 81 sayfadan oluşmaktadır. Ayrıca astronımi ile ilgili eseri hazırlarken ceviz ağacından dünya şeklinde bir küre hazırlamış ve bu küre halen sağlam olarak durmaktadır. eserleriyle ilgili yorum 1.Divan: 471 beyittir, 70 sayfadır 2.Kitab-u Ravd'un Naiym: Konusu Hz. Muhammed'in(SAV) miracı ve hayatı hakkındadır. 4531 beyitli olup 306 sayfadır. 3.Kitab'ul İbriz. Arapça yazılmıştır 81 sayfadır. Kur'anın Kelamullah olduğunu anlatır. 4.Kiştab-u Keşf Zulam fi akaid-i fark-el İslam:Konusu mezhebler arasındaki farklardır.25 sayfadır. Arapça yazılmıştır 5.Minhac-ul Usul: Konusu fıkıhtır. Arapça yazılmıştır ve 50 sayfadır. 6.Astronomi ile ilgili yazılmış eser 7.Aktepe köyü ve civarı için 1 yıllık namaz vakitlerini belirtir bir takvim.18 sayfalık mükemmel bir eserdir. 8.Sarf ve nahiv hakkında yazılmış bir eser. 9.Tıb hakkında bir eser. 10.1894 tarihli ayrı bir manzumesi ve 17. yüzyıl Osmanlı şairlarinden Nabi'nin yazdığı bir Gazel'e üç mısra ekleyerek yazdığı Türkçe bir Muhannes'i vardır.333 333 Abdurrahman Aktepe Aktepe Hazretlerinin Türbesi 333. M.Şefik Korkusuz:Diyarbakır Velileri.Kent yay.İst s:48 166 Şeyh hazretlerini yurtiçinden ve dışından çok kişi ziyaret ederdi. Şeyh hazretlerini ziyarete gelenler arasında o zamanın meşhur alim ve velilerinden biri de Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleriydi. Üstad hazretleri şeyh hazretlerine karşı büyük bir teveccüh beslemekteydi. Sık sık Aktepe'ye şeyhin ziyarete gelir, sohbet meclislerinde bulunur, beraberce çeşitli konularda istişare eder, fikir mütalaasında bulunurlardı. Üstad hazretleri günlerden bir gün,yine Aktepe'ye şeyh hazretlerini ziyarete gelmişti. Şeyh hazretleri de üstadı aynı teveccühle seviyor, geldiği zaman son derece mutlu oluyor, sevinci her halinden belli oluyordu. Şeyh hazretleri almış olduğu terbiye icabınca,üstad hazretlerinin yanında müridlerine ders vermez,onlara nasihatte bulunmaz ve sohbet makamına geçmezdi.Üstad hazretleri geldiği vakit,tüm söz hakkını ve yetkiyi ona devrederdi,şeyh hazretleri daima Üstad'a güzel sözlerle hitap ederdi,aynı şekilde Üstad'da ona karşılık verirdi.Şeyh hazretleri ona sizler birer okyanussunuz, bizler ise o okyanusta birer damlayız, derdi. Üstad hazretleri de bizler birer yıldızız, sizler ise bir güneş, sizlerin varlığı karşısında bizler yok mesabesindeyiz, diyerek karşılık verirdi. Aralarında bu dostluğa ve yakınlaşmaya herkes imrenirdi. Üstad hazretleri şeyh hazretlerinin yanında birkaç gün kaldıktan sonra ayrılmak için izin istedi. Köyün dışına kadar üstad hazretlerine şeyh hazretlerinin müderrislerinden Molla Selim iştirak etti. Üstad hazretleri yolda ayrılma esnasında şu veciz sözleri kullandı; Selim efendi, elinizdeki hazinenin kıymetini bilin, şeyh Abdurrahman hazretleri sizlere, bizlere ve bu belde halkına Cenab-ı Mevlanın bir lütfudur. Kendisine verilen bu büyüklük ve yüce makam;Allah'ın ipine sımsıkı sarılma, sadakat, ihlas, takva, tevazu, Kur'an ve sünnete bağlılık, fedakarlık, samimiyet, güzel ahlak ve Cenab-ı Hakk'a layık bir kul olma yönünde verilen azimli, kararlı ve şerefli bir mücadelenin sonucudur. Cenab-ı Hak katında hiçbir şey boşa değildir, her şey bir sebeple bitişikdir, şeyh hazretlerinin bu dereceye ulaşmasının sebebi şudur:Şeyh Abdurrahman hazretleri Cenab-ı Hakka teslim olmuş,Kur'an ve peygamber ahlakıyla ahlaklanmış, Allah dostlarının sıfatlarıyla bezenmiş,tam bir veli,kutup ve alimdir. Allah kendisinden razı olsun. Bu sebeple onun kıymetini bilin,ona hiçbir zaman saygıda kusur etmeyin,dediklerini son derece riayet edin ,ondan azami şekilde istifade etmeye gayret edin diyerek Molla Selim'in yanından 334 ayrılır.334 Diyarbakır Bismil İlçesine bağlı Üçtepe Köyünden Hacı Şemso naklediyor. Ben Ispartada askerlik yaparken bediüzamanı ziyaret etmek istedim. yanına gitmek istediğimde etrafı çok kalabalıktı orada iken içimden dedimki bu kalabalıkta ben nasıl bediüzamana ulaşırım çok zor diye içimden geçirirken bir an yanındakilerine söyledi şuradaki askeri çağırın içeri alın diye... ve beni çağırdılar kendileri.. yanına gittiğimde bana Bismil Tepe nahiyesinden ( o zamanlar bismil köy iken tepe beldesi nahiye idi) Hacı Arifi tanırmısın dedi bende evet dedim. Bediüzaman askerler tarafından çınardan tepe’ye getirilir tepe’de karakol olduğu için o gün Hacı ARİF karakola gider ve bediüzamanı 1 akşam misafir etmek ister bunun karşılığındada karakola bediüzaman için kefil olur ertesi gün teslim etmek için. o akşam bediüzaman geceyi haci arifin evinde geçirir ertesi gün bediüzaman karakola tekrar teslim edilir. ertesi gün 2 asker eşliğinde bediüzaman elleri kelepçeli olarak Savura götürülür. şuan 334. Dr. Murat Özaydın.Abdurrahman Aktepe.Cihan yay.İst.2009.s.221 167 halen bediüzaman çeşmesi olarak bilinen yere geldiğinde öğlen namazı için ellerini açmalarını ve namaz kılmak istediğini söyler askerlere. askerler kabul etmeyince üstat BİSMİLLAH der ve kelepçeler açılır. orada abdestini alır ve namazını kılar. askerler çok etkilenir ve artık ellerini kelepçelemek istemez. fakat üstad askerleri zor durumda bırakmak istemez ve onlara vazifenizdir kelepçeleyin der ve öylece yollarına devam ederler. Bediüzzaman Çeşmesi Namaz Kıldığı Köprübaşı Camii 168 Üstad tepeye gelmeden de çınar da iken Şeyh Abdurahmani Aktepi çınar karakoluna gider ve karakola karşı kefil olur Üstadın bir gece kendilerinde kalması için. velhasıl üstadı alırlar o gece Üstad Şeyhin evinde kalır toplanan cemaat üstada çok ısrar eder ve kendilerine bir ders vermelerini ister üstad başta kabul etmez ama çok ısrar olunca o zaman size bir soru sorayım der. İMAN NERDEDİR? diye sorar şeyh abdurahman sabaha kadar müsade ister sabah üstada sorduğu sorunun cevabını vermek istediğini söyler üstad ta buyur der şeyh derki iman secdedir. üstad ders mahiyetindeki soru için cevabınız doğru der. NOT: Üçtepe li HACI ŞEMSO sadece üstadın çınardan tepe’ye geldiğini ve Tepe'li Haci arifte kaldığını nakleder diğer bilgiler yerel alim ve büyüklerden alıntıdır.. Tepe beldesinde misafirliği Üçtepe köyünden Hacı Şemseddin İspartada askerli yaparken Bediüzzaman'ı ziyaret eder. Bediüzzaman Tepe beldesinde Mele Muhammed Emin Avşar'la Arif Özaydın'ı tanıyıp tanımadığını sorar.Tanıyorum diyince Tepe beldesinde Arif Özaydın'ın evinde 1 gece misafir kaldığını söyler. Bediüzzaman Ve Bölge Kadını Bediüzzaman'ın kadın ve çocukları Ermeni mezaliminden kurtarması O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere,"Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlakına hayran kalınışlardı. Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havalideki 335 binlerle masumların felaketten kurtulmasını temin etmiş oldu.335 Bediüzzaman'ın Diyarbakır'lı Hanım talebeleri Hafız Teyze Diyarbakır Saraykapı'da ikamet eden hafız teyze ama'dır. Çok yoksul ve yalnız olan teyze desteklerle hayatını sürdürmektedir. Bu teyzenin ismini birçok kimse bilmemekte ve sadece Hafız teyze demektedir. Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eden bir gruba katılan hafız teyzeye Bediüzzaman hazretleri kerametle daha önce kimse ismini bildirmediği halde ismiyle hitap etmiştir. Hafız teyze Bediüzzaman hazretlerinin vefatı esnasında Ş. Urfa'da bulunmuş, cenazeye katılmıştır. Üstadın Hani'li 2 Hanım Talebesi Halil bahadır anlatıyor: 1971 Askeri muhtıra sonrası Türkiye'de başlayan tarassudat ve taharrilerin bir 335. Tarihçe-i Hayat, s.99. 169 dramı da Diyarbekir'de yaşanıyordu. Molla Abdülkerim BULUT'un mahkeme günü idi. Duruşma da müdafaa yapmak üzere avukat Bekir BERK ve Gültekin SARIGÜL iştirak etmişlerdi. SUNGUR ağabey ile birlikte Sıkıyönetim mahkemesinde kalabalık bir topluluk vardı. Ben de bu gaye ile Kızıltepe'den Diyarbekir'e gelmiştim. Mahkeme sonrası öğleyi müteakip H. Yusuf KARAYEL'in daveti ile bir otobüs, bir minibüs ve bir Jeep ile Hani'ye hareket ettik. Akşama doğru Hani'ye vardık. Akşam yemeği yemek üzere Yusuf KARAYEL'in evinde toplandık. Bu esnada Yusuf KARAYEL'in annesi: “kapı ağzından” —Hoş geldiniz, hepinizin başına kurban olayım dedi. Bu samimâne ifade bizi hem duygulandırmış hem de heyecanlandırmıştı. Yaşlı teyzenin bu ifadesi hafızamda tazeliğini hala muhafaza ediyor. Geceyi Hani'de geçirdik. Sabah Yusuf KARAYEL'in sürdüğü ve içinde Sungur ağabey, Molla Sıddık ve Molla Yusuf ŞİMŞEK'in (Ceylanpınar da kitapçı) olduğu Jeep'le Diyarbekir'e gitmek üzere yola çıktık. Hani'den 10-12 km kadar çıkışta yaşlı bir zat el hareketleri yaparak bizi durdurmaya çalışıyordu. Sungur ağabey Yusuf KARAYEL'e herhalde bu bize işaret ediyor diye durmasını istedi. Yanında durduğumuz zat vasıta kapısına yaklaşarak: —Sungur ağabey sizinle beraber mi? dedi. Sungur ağabey de: —Evet dedi. —Abi hatırladınız mı? Ben Isparta'da Üstadın ziyaretine gelmiştim. Ablam Zehra ve teyzem Fatma Üstada iletilmek üzere “Kur'ân-ı Kerim, Osmanlıca Risale ve Cevşen-i kebir'i okuduklarını ve talebeliğe kabul edilmelerini” istemişlerdi. Bu esnada, Üstad; Sungur ağabeye dönerek, Sungur!, “bu sabah iki hanım misafirim gelecek” dememiş miydim? Yaşlı zat bu hadiseyi anlatınca Sungur ağabey birden heyecanlandı. —Evet, ben buna şahidim. Üstadımız bu iki hanım kardeşlerimizi talebeliğe kabul etmişti. Sungur ağabey, yaşlı zata: —Araba köye çıkabilir mi? iki hanım nur talebelerini ziyaret etmek istiyorum, dedi. Yaşlı zat: —Hayır, yolumuz patikadır araç çıkamaz, dedi. Göçebe hayvancılıkla uğraştıklarını, bu sebeple ulaşamayacaklarını ifade etti. Bunun üzerine Sungur ağabey hemen kâğıt kalem çıkararak bazı notlar yazdı ve selamlarını iletti. Oradan hareket ederek öğle vakti Tılalo'ya (Karaçalı) ulaştık Molla Sıddık evinde öğle 336 yemeğini yedikten sonra Diyarbekir'e ulaştık.336 Nursel Coşkunsel Dr. Nursel Coşkunsel, iman hakikatlerini anlatmayı ekmek, su gibi hayatî bir ihtiyaç olarak gören, kendi varlığından geçmiş bir hakikat eri. 0 bunu hem bîr vazife gibi yapıyor, hem de Allah'a iman etmeden bu dünyadan göçen bir kişinin Rabb'in sonsuz rahmetini kaybetme riski onu bu yola sevk ediyor. Keşke daha çok insan gecesini gündüzüne katarak Allah'ı anlatsa Yaratanına kul olma gayesi ile bu dünyaya gönderilen insanoğlunun en önemli meselesi son nefesini iman üzere verebilmek olmalıdır. Çünkü âlemleri var eden sonsuz kudrete 336. Halil bahadır Ağustos 2006 İstanbul 170 imanın ışığı olmadıktan sonra bura da yapılan hiçbir iyiliğin, güzelliğin ebedi âlemde yansıması olmayacaktır. Mü'min, kendi aklında ve kalbinde Cenab-ı Allah'ın öğrettiği iman hakikatlerini yerleştirdikten sonra çevresinden ve gittikçe genişleyerek bütün insanlıktan sorumludur. İşte bu sorumluluk duygusu, kişiye iman etmeden öldüğünü duyduğu herkes için kendini hesaba çektirir. O kişi firavun tabiatlı olsa bile... Dr. Nursel Coşkunsel, bu tip normalin çok ötesinde yaşayan, iman hakikatlerini anlatmayı ekmek, su gibi hayati bir ihtiyaç olarak gören, kendi varlığından geçmiş bir hakikat eri. O bunu hem bir vazife gibi yapıyor, hem de Allah'a iman etmeden bu dünyadan göçen bir kişinin Rabb'in sonsuz rahmetini kaybetme riski onu bu yola sevk ediyor. Allah'tan en çok korkanlar âlimlerdir' sırrınca, 'bilmediği her şeyi öğrenip bilmeyen herkese anlatma' uğruna gecesini gündüzüne katıyor. Her zamanki gibi bir yerden bir yere koşma telaşıyla dolu bir günde iki sohbet toplantısı arasında konuşabildik Dr. Coşkunsel ile. Dizinde ortaya çıkan ağrı hayatını biraz yavaşlatmış olsa da durduramamış onu. Ev hanımlarından öğrencilere, genç kızlara, çocuklara varıncaya kadar Diyarbakır'ın her yerinde iman sohbetleri yapan Coşkunsel, "Hizmet, huzurullafvta yaşamaktır. Bir insan Allah'ın huzurundaysa muhakkak hizmet eder. Allah'a imanı olan ister ki, herkes Allah desin. Sen Allah diyorsan başka birisinin Allah dememesi çok ağır gelir. Ölürcesine bir tesir uyandırır. Başkaları için yaşama gayeniz olur. En az kendi imanınızı kurtarmak kadar başkalarının imanını kurtarmak da sizin için önemli olur. Firavun'un secdede ölmesi hadisesini binlerce kez o anı yaşarcasma hissetmişimdir. Biraz daha önce iman etseydi belki çok daha farklı olacaktı. İman etmeden öldüğünü duyduğum birçok kişi için kendimi sigaya çekmişimdir." diyor. Bingöl'den Diyarbakır'a göçmüş 7 çocuklu bir ailenin okumaya en meraklı, bu konuda sonuna kadar diretip isteğini yaptırmayı bilen, inatçı, akıllı kızı olan Nursel Hanım, ilkokuldan sonra kendisini okula göndermeme kararı alan babasına bu uğurda evden kaçmayı göze aldığını söyleyecek kadar gözü kara bir kişiliktir. Ailede ilkokuldan sonra okula devam eden tek çocuktur. Üniversiteyi de ailesinin başka şehre göndermemesi yüzünden Diyarbakır'da bitirir. 1976'da mezun olduğu Dicle Üniversitesi'nde göğüs hastalıkları alanında uzmanlığını da yapar. Nursel Hanım'ın üniversite yıllan hayatında önemli kararlar aldığı ve kendi yolunu çizdiği bir dönemdir. Örneğin, 1. sınıfın son döneminde başını örtmeye karar vermesi bir dönüm noktasıdır. Ailesinden yeterli bir dinî eğitim almadığı halde daha çok tefekkür ederek vardığı bir karardır bu. Tamamen Allah'ın ihsanı, ikramıdır ona göre. Dicle Tıp Fakültesinin İlk Başörtülü Öğrencisi İdi İlkokuldan beri namaz kıldığını ve sürekli okuduğunu belirten Nursel Hanım, hayatının bu yönünü şöyle anlatıyor: "Ailemde çok dinî bir hayat yaşanmazdı. Geleneksel bir İslamiyet vardı. Dinî kitap okuma şansım çok yoktu. Namaz kılıp kılmadığımızı fark etmezlerdi. Mesela, çocukken sabah namazına kalktığımda 'sen daha küçüksün. Dr. Nursel Hanım, başını örtmeye karar verdiği ilk gün annesinin fularını örterek fakülteye gider. Büyükler kalkmazken sen neden kalkıyorsun' deyip içimdeki heyecanı söndürmeye çalışırlardı. Allah'ın ikramı, içimden gelen coşkuyla namazımı kılmaya çalıştım. Mahalle hocasından Kur'an öğrenmeye bile kendi ısrarımla ağlayarak gittim. Namazı da babamı sorularımla zorlayarak öğrendim. Son171 radan, kıldığım namazlar sahih miydi diye düşünüp kaza namazları kıldım. Bu manada hayatımda hep bir müca-hede vardı. Rabb'im bıraktırtmadı bu gayreti. Hiçbir zaman da ümitsiz olmadım. Allah'ın ihsan ettiği içimden gelen o manevî enerji asıldır zaten. Kişinin iç dünyasında o mücahedeyi asla bırakmaması, değişen hayat şartlan içinde dışarıdan gelen şiddetli kasırgalara rağmen asla inancını yitirmemesidir. Bir gün namazdan sonra 'Ben çok büyük bir yalancıyım, Allah'ım, Senin huzurunda örtünüyorum; ama sonra açıyorum. Aslında her zaman Senin huzurundayım. Sen her zaman varsın, beni her yerde görüyorsun; ama ben başımı açarken yalan söylüyorum.' diye düşündüm ve çok utandım kendimden. Örtünün nasıl olması gerektiğini bilmiyordum. O dönemde zaten başörtüsü de yoktu. Annemin tek siyah eşarbı ve boynuna bağladığı fuları vardı. O fulan alıp başımı örttüm. Bir ceket ve çorap da giyip fakülteye gittim." Nursel Hanım, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra önüne çok farklı, büyük bir dünya açıldığını söylüyor. Nursel Hanım, sadece üniversitede değil koca şehirde bile yalnız gibidir; çünkü başını tam olarak örten, uzun etek giyen kadın sayısı çok azdır o devirde. Okula gittiği ilk günden okuldaki karşıt görüşlü öğrencilerden tehditler gelmeye başlar. Başını örtmeye karar verdiğinde bunları hiç düşünmemiştir oysa. Okula alınmasa bile tahsilini bir şekilde yürütme kararlılığı içindedir. Okumaktan da örtünmekten de taviz vermeyecektir. Tehditlerden zerre kadar korku girmez kalbine. Okula alınmama gibi bir zorlama ile karşılaşmayan Nursel Hanım, ça lışkan bir öğrenci olduğu için çok sevilmektedir. Karşı çıkan hocalarını da bir şekilde diyalog kurarak ikna eder. Üniversiteyi başörtülü tek öğrenci olarak bitirir. Amacı üniversitede kalıp akademik kariyer yapmaktır. Bunun için göğüs hastalıkları ihtisasından sonra patoloji eğitimi de alır. Lisan imtihanını kazanır. Doçentlik için başvurusunu yapar. Bu arada 80 ihtilali olmuş, Yükseköğretim Kurumu (YÖK) kurulmuştur. Dosyası YÖK'ten döner. Bütün hocalarının desteklerine, iki olumlu jüri raporuna rağmen yardımcı doçent olarak ataması yapılmaz. Devlet hastanesinde mesleğine devam eder. Tıp eğitimi alırken, dinî ilimleri de öğrenmeye çalışan Nursel Hanım, etrafında yol gösterecek kimse olmadığı için kendi başına gayret etmektedir. "Kendimi İslam sosyalisti olarak idrak ediyordum. Sosyal adalet ve eşitlikten yanayım, derdim, hatta feministçe fikirlerim de vardı. Her şeyi aklen yorumlardım. Ama yine de yaşadığım ortamın havasından kurulamazdım." diyen Nursel Hanım, Risale-i Nur eserlerini tanıdıktan sonra önüne çok farklı, büyük bir dünya açıldığını söylüyor. Dindar insanlara hitap eden güncel bir yayın arayışında iken Yeni Aysa gazetesi ile tanışan Nursel Hanım, yazıların arasında geçen Risale-i Nurlardan alınma bölümlerden çok etkilenir ve tanıdığı herkese bu kitaplan nerede bulabileceğini sormaya başlar. Risaleleri yazarak çoğaltan bir aile ona Gençlik Rehberi'ni hediye eder. Daha sonra da arkadaşları vasıtası ile diğer eserleri temin eder. O yıllarda, bu eserleri okuyanlara karşı aşın bir korku yayıldığı için 2 yıl boyunca ailesinden gizli okur Risaleleri. ‘Keşke büyüklerimiz iman hakikatlerini gençlere de anlatsaydı' Babasının bu eserlerden haberdar olduğunu yıllar sonra öğrenen Nursel Hanım şöyle konuşuyor: "Biz çocukken babam Üstad Bediüz-zaman'ın talebelerinin sohbet172 lerine katılmış; ama bize hiç anlatmadı. O zaman Risaleler kitaplaşmamış. Duvarda asılı duran bir Kur'an kabının içinde 15. Söz'ü buldum. Daha önce bulmadığım için kahroldum. Çünkü görsem muhakkak peşine düşer, üniversiteden daha önceki yıllarda tanırdım. Demek ki kader plânında böyleydi. Babam elindeki bütün kitapları korkudan yakmış, onu unutmuştu. Diyarbakır'da 1960 öncesinde ciddi iman hizmetleri olmuş; ama biz o dönemden habersiz büyüdük. Çünkü gizli okumuşlar ve gençlere anlatmamışlar. Bence hata yapmışlar. Korkmuşlar. Bu bana büyük ders oldu. Hayatımda korku kelimesini hiçbir zaman gündemime almadım. Onlar korkmasalar birçok genç yetişecekti o devirde." Risale-i Nur okuyan kadın gruplan ile de tanışan Nursel Hanım, zaman içinde okuduklarını anlatmaya başlar. Zorlu tıp tahsilinin yanında ailesinin karşı duruşu da vardır; ancak bütün şartlarını zorlayarak geceleri okumaya gündüzleri koşturmaya başlar. Öyle ki, 'göz kapaklarımı açık tutacak bir yöntem bulsam da hiç uyumasam' dediği zamanlar olur. Bilmediği her şeyi öğrenme çabası içindedir. Kur'an'ı ve diğer temel kaynaklan aslından okuyup doğru bilgilenmek için Arapça öğrenip tıptan sonra ilahiyat fakültesinde de okumayı ister. Hâlâ bu isteğinin devam ettiğini ifade eden Nursel Hanım " O zamanlar 'bana hakiki İslamiyeti öğrenmeyi nasip et Allah'ım' diye dua ediyordum. Risaleler bu ihtiyacımı tam karşıladı. İlahiyat olmasa bile Arapça okuma iştiyakı duyuyorum. Yıllar içinde eksiğimi tamamlamaya çalıştım ama içimde hâlâ bir tatminsizlik var. Risale~i Nur külliyatı karşıma deryalar gibi açıldı. Okumaya, anlamaya ömürler yetmez. Ben okuyamadım, anlayamadım, böyle ölüp gideceğim diye düşünüyorum." diye konuşuyor. Rüyalarında Bile Allah'a İmanı Anlatmış Hayatını iman ve Kur'an hakikatlerini öğrenmeye ve anlatmaya vakfetmişken okul biter bitmez meslektaşı olan eşi Mehmet Coşkun-sel ile evlenirler. Bu kararda da hizmet düşüncesi vardır; çünkü ailesi sürekli dışarıda olmasına karşı çıkmaktadır. Eşi de aynı ideallere sahip olduğu için, birbirlerine destek olurlar. Evliliklerinin ilk yılında Said Nuri dünyaya gelir. Hizmet düşüncesi her şeyin önünde olduğu için başka çocuk düşünemediklerini ifade eden Nursel Hanım "Hizmeti hedeflemiş bir insanın aile hayatıyla çok fazla uğraşması mümkün değil. Tek çocukla bile eksikler oluyor. En basitinden çocuğun gideceği okul sorun oluyor ve hayatını ona göre düzenlemen gerekiyor. Çocuk Allah'ın emaneti ve üzerimizde hakkı var. Meslekî çalışmalar, hizmet ve çocuk derken hepsini ideal manada götürmek için şartlar zorlanıyor. Bir tanesini en iyi şekilde yetiştirelim istedik." diyor. Sürekli çevresindekilere iman hakikatlerini nasıl anlatacağını düşünen Nursel Hanım, insanlarla rüyalarında konuşur bir dönem. Öğrenciliği ve mesleğini her zaman insana ulaşmak için bir araç olarak görür. Hastanedeki küçük odasında bile fırsat buldukça arkadaş grup- İman hizmetini hayatının değişmez hakikati kabul eden Nursel Hanım, satanistler için de ağlamış. Çoğu akşamları üniversite öğrencilerinin birlikte kaldığı evlerde sohbet ile geçer. Doktorluk yaptığı dönemde 'Allah'ım ne olur zamanım genişlesin. Sabah uyandığımda evi pırıl pırıl bulayım da ev işleriyle uğraşmayayım.' diye dua eden Nursel Hanım'a emekli olduktan sonra da zaman yetmiyor. Eskiden yürürken bile kitap okuyormuş; ama bugün dizlerinden rahatsız olduğu için bu yöntemi bırakmış. "Keşke daha çok insan gecesini gündüzüne katarak iman hizmeti yapsa. Bu benini 173 sürekli duam. Mevcut kardeşler biraz daha feda etseler kendilerini, biraz daha hizmet etseler. Zaten klasik bir hayat yaşanıyor. Öyle de gidiyor ömür böyle de." Satanistler için ağladım ve onlara dua ettim. " Asr-ı Saadet'te İslam'ı kabullenen biri her şeyini İslam için veriyor, kendisi minimal ölçülerle hayatına devam ediyordu. Günümüzde ise biz her şeyimizi tamamladıktan sonra artanını hizmete verme tavrı içindeyiz. Dünya hayatımız tam olsun, artan vaktimiz, paramız olursa bunu da hizmete veririz diye düşünüyoruz. Bu temel yanlış devam ettikçe her kesime ulaşmada yetersiz kalıyoruz. Hayatım hep anlatma çabasıyla geçti. Otobüs yolculuğunda yanımdaki hanım ile muhakkak diyalog kurmuş, anlatmışımdır. Kitap vermişimdir. Bu benim hayatımın değişmez hakikati. Her insan ile tanışıp sözü Allah'a imana getirmeye çalışıyorum. Dünyadaki tüm insanların tevhid inancına ihtiyacı var. Risale-i Nur, dar bir hizip, grup, düşünce değildir. Bediüzzaman 'İnsanlar Kur'an'a ihtiyaç duysaydı, Kur'an duvarlara asılmak durumunda olan, ara sıra okunan bir mübarek durumunda olmazdı.' diyor. İnsanın önce ihtiyacı olduğunu fark etmesi lazım. Şeytana tapanlara hiç kızmadım ben sadece onların varlığını duyunca çok ağladım. Allah'ım ulaşa-bilsem de anlatsam belki hemen dönecek, diye dua ettim." Doğu ve Güney doğu' daki Sorunların İlacı İlim "Bölgemizde yaşayan insanların en büyük ortak noktası inançlarıdır. Biz bunlan bizzat yaşadık. Birbirine düşmanlık eden insanlara kardeş olduğumuzu hatırlatıyor, iman hakikatlerini anlatıyoruz. Dinimiz, aynm yapmaksızın bütün insanları kucaklamayı emrediyor. Bunu duyan insan değişiyor. İlim ve eğitim bu bölgenin ilacı diyebiliriz. Vurarak, kırarak, dışlayarak, tasnif ederek bir şey yapılamaz. Maddî tedbirler başarılı olsa bile onun alt yapısı manevîdir. Dışarıdan 337 sanıldığı gibi güvenlik problemi yok burada."337 Saime Abla Mehmet kayalar Ağabeyimizin hanımı Saime Hatun da Nûr hizmetinde eşine ender rastlanır hizmetler ifa etmiştir. Aslen Kozana' lıdır (Arnavutluk). 1335 (Rumi) doğumlu olup babası Haydar Efendi, annesi Şadiye Hanım'dır. Mehmet Kayalar, 12.02.1940 tarihinde Saime Hanım' la evlilik yapmıştır. Mehmet Kayalar, İman ve Kur'an hizmetini subay ikende yürütmüştür. Kendisinin askerlik döneminde ve üstad'la tanışmasından sonra emekli olup Risale-i Nur neşrinin hizmetinde bulunduğu dönemde de yaşadığı; görülmemiş çile, hapis, sürgün, zehirlemeler, sürekli mesken ihlali (Risale-i Nur'u aramada) gibi zorluklara karşın Saime Hanımın sabır ve metanet takdire sezadır. Üç çocuğunun yetişmesi ve biz cemaatin dağılmaması için, anne şefkatiyle büyük çaba göstermiştir. Saime Hanım, Mehmet Kayalar Hz. nin vefatından altı ay sonra hayatta kalan büyük oğlu Ahmet Mafer' i evlendirir. Bir arada yaşarlar. İki torun sahibi olur. Oğlu' da 2003 yılında vefat edince kaderin bir cilvesi olacak ki, yinede çile dolu günler başladı…… Diyarbakır' da olan ilk medrese-i nuriyeye döner, hastalıklarla beraber yaşlılık sonucu, 92 yaşında 05.03.2006 tarihinde ahirete göç eder. (Rahmetullah) 338 338 337. Şemsinur Özdemir, Hizmet Anneleri, Zaman yay. İstanbul 2008, s.113. 338. İrfan Haspolatlı, Nûr'un Muallimi, Mehmet Kayalar ve Hatıralar. 174 FIRAT NEHRİ ve DİCLE NEHRİ 'Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu'cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azim ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına muvâzeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife karşı, gàliben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridât olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeânları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir sûrette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazîne-i gaybdan akıttırıyor. İşte, bu sırra işareten bu mânâyı ifade için hadîste rivâyet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivâyette 339 denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir."339 Kalbimden yükselip gelen bir ses, "Ağla, hem çok ağla! Belki rahmet-i İlâhiyenin nüzûlü ve âlem-i İslâmın saâdet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla" diyor. Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor. Bediüzzaman üç nehrin menbaları, 340 Bediüzzaman üç nehrin menbaları, Cennettendir.341 Cennettendir."340 341 sözleriyle bunu teyidetmiştir. Diyarbakır'ın iki nehri Fırat ve Dicle 339. Sözler, s. 227. 340. Barla Lahikası, s.7. 341. Sözler, s.227. 175 Dicle Nehri Fırat Nehri Ashab-ı Kehf ve Diyarbakır Ashab-ı Kehf Son derece yüce insanlardır. Ancak onların köpekleri Kıtmir de mübarektir. Mevlâna Câmi'nin dediği gibi derim: Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf'in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf'in köpeği; ben ise senin 342 Ashâbının köpeği.342 Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymânî (a.s.) ve Neml'i ve Nâka-i Sâlih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bâzı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem cesediyle bâkî âleme gideceği ve herbir nevin, ara sıra istimâl için birtek cesedi bulunacağı, rivâyât-ı sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem Rahmet 343 ve Rubûbiyet öyle iktizâ ederler.343 1. Mağaranın durumunun Kur'andaki ifadelere(ipuçlarına uyuyor olması: Mağaranın durumu, Kur'an-ı Kerim'de Kehf süresi 17. ayette geçen: (Resulüm. Orada bulunsaydın güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı)' şeklindeki ifadelere tamamen uymaktadır. 2. Mağaranın hemen yanında bir kilise kalıntısının bulunması Yöre halkı tarafından 'Deri Rakim' (Rakim kilisesi )olarak adlandırılan çok eski bir kilsenin kalıntıları mağaranın hemen yakınında bulunmaktadır. Şevket Beysanoğlu Bey bu kilise kalıntılarının fotoğraflarını da yayınlamıştır. 3. Mağaranın ağzındaki duvar kalıntısı. Mağaranın ağzında Dakyanus'un ördürdüğü söylenen bir duvar kalıntısı vardır. 4. Birçok müfessir tarafından Dakyanus'un hem şehir hem de kral olarak alınması Dakyanus birçok araştırmacı ve müfessirve kabul gördüğü gibi hem Eshabı Kahf olayının yaşadığı şehrin, hem de bu Allah dostlarına zulmeden Kralın ismidir. Licede bulunan Antik şehrin ve Kralının adı Dakyanustur. Licedeki Dakyanus Antik kenti gibi, Kralının adının da Dakyanus olması sadece bir tesadüf olabilir mi? 5. Dakyanus Antik kentinin bulunduğu Fis ovasının adı Efsus'tan bozmadır. Şevket Beysanoğlu Bey Fis adının aslında Efsus'tan bozma olduğunu belirtmektedir. 342. Yirmi Yedinci Söz, s. … 343. Lem'alar, s. 360. 176 6. Mağaranın bulunduğu dağın adının Eshab_ül Kehf veya Rakim adını taşıması 1977 yılına kadar resmi kayıtlarda Eshabül Kehf Dağı olarak geçen Dağın adı, bu tarihte Harita Genel müdürlüğünce yanındaki dağlarla birlikte değiştirilmiş ve İnceburun Dağları adını almıştır. 1976 yılında 1.Uluslararası Türk Folklor kongresine bildiri olarak sunulan ve daha sonra Kongreye sunulan diğer eserlerle birlikte kitap haline getirilen 'Eshab-ı Kehf'in yeri ' konulu çalışmasını kaleme alan Şevket Beysanoğlu Bey bu dağdan RAKİM dağı olarak bahsetmiş, parantez içinde de Eshabı Kehf dağı olduğunu belirtmiştir. 7. Mağaranın bulunduğu dağın tepesinin bazı haritalarda 'Rakim' tepesi olarak geçmesi Yakın tarihlere kadar birçok haritada mağaranın bulunduğu dağın adının Eshab-ül kehf tepesinin ise Rakim tepesi olarak geçtiği bilinmektedir. 8. Olayın geçtiği dönem bölgenin Doğu Roma imparatorluğu hâkimiyetinde bulunması Olayı araştıranlarca olayın geçtiği dönem olarak Roma imparatorluğu genel kabul görmüştür. Hristiyan kaynaklarına göre olay Hz. İsa'dan sonra 201 ile 254 yılları arasında hüküm süren Decius (Dekyanus=Dakyanus) döneminde yaşanmıştır. Lice bölgesi, MS 226 yılına kadar Roma-Part,226 yılından sonra ise Roma-Sasani egemenlikleri arasında iktidar savaşlarına sahne olmuştur. Dakyanus Antik kentinin Roma döneminden kaldığı neredeyse %100'e yakın bir oranda ispatlanmıştır. Selevkoslar dönemine ait olabileceğini iddia edenler varsa da Dakyanus kentinin Roma mimari yapılarını barındırması bu iddiamızı güçlendirmektedir. 9. Yöremizde Eshab-ül Kehfle ilgili birçok efsanenin olması. 10. Kehf süresine konu olan 3 olaya ait bulguların da bölgemizde varolması Kehf süresindeki başlıca üç olayın izlerine de bölgemizde rastlanmaktadır: a) Eshab-ı Kehf kıssası: Eshabı kehf olayına ait birçok bulgu ve efsane bölgemizde mevcuttur. b) Hz. Musa ve Hz.Hızır (AS) kıssası: Diyarbakır'ın doğusunda ve Dicle nehrinin kuzeyinde Hızır İlyas köyü vardır.1970 sayımına göre burası 40 haneli ve 212 nüfuslu bir yerleşim merkezidir. Daha kuzeyde Kani Hızır (Hızır pınarı) vardır. Hızır (a.s.)'nın Birkleyn mağaralarında Hz. Musa ve İskender-i Zülkarneyn ile buluştuğuna dair efsaneler halk arasında anlatılmaktadır. c) Zülkarneyn kıssası: Eshab-ı Kehf'in 10-20 km kadar kuzeyinde Zülkarneyn mağaraları vardır. Bu mağaraların 9-10km kadar batısında ise Zülkarneyn kalesi harabeleri mevcuttur. (Zeki Dilek Lice kitabı) Diyarbakır-Derkam Köyü Eshab-ı Kehf Mağarasında Kitabe 177 Selahaddin Eyyubinin kardeşi Melik Adil 1200 yıllarında bu kitabeyi yazmıştır. O tarihte mağaranın yarısı yıkılıp Derkam köyüne düşer. Melik Adil bunu tamir eder, insanlar unutmasın diye bu kitabeyi koyar. Ünlü tarihçi Abdulrezzak Semerkandi'nin 528 yıl önce bir eserinde (Matlaun Saadeyn) çok ilginç bir cümle kullanmaktadır , "Eserinde diyor ki; (Sultan Üveys, Lice'deki Ashab-ı Kehf'e Bingöl üzerinden sefer düzenledi ve Muş Ovası'na vardı). Diyarbakır-Lice'de Eshab-ı Kehf Mağarası Lice-Efsanedeki Dakyanus Harabesi Dakyanus sütunları Fis (Efsus) Ovası Lice Yencülüs Dağı Kıtmir, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Diyarbakır 'Fethullah Gülen hocaefendinin yeni doğmuş bebeklere altın ya da gümüşlerin üzerinde Kıtmir duasını hediye ettiğini gözlüyoruz. 178 Bazı hak dostları kendilerini Kıtmir yerine koyup, Allahım bu ayetler ve şu isimleri etrafıma sur yap ve onlar hürmetine beni koru demek istemişlerdir. Allahım Sen Ashab-ı Kehf hürmetine bir kelbi bile üç yüz sene muhafaza ettin; bu biçareyi de Hz Muhammed (AS)'ın bir kelbi kabul et, kendimi onun yerine koyuyor, etrafımı kuşatan şu ayetler ve isimlerinin arkasına sığındığım o makbul kullar hürmetine beni de himayene almanı diliyorum, manası kastediliyor.344 344 Kehf süresi ve Eshab-ı kehf 22. (İnsanların kimi:) "Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir." diyecekler; yine bir kısmı "beş kişidir, altıncıları köpekleridir, "diyecekler. (Bunlar), bilinmeyen bir şey hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de) "Onlar yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir" derler. De ki : "Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.". İsimlerine gelince, Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyüş ve bir de köpekleri Kıtmir'den ibarettir. Dünyada 34 yerde eshab-ı kehf mağarasından bahsedilir. Doğrusunu Allah bilir. O bölgede eshab-ı kehf ehlinin isimlerinş sıkça görürüz. Yalnız bölgemizde bu sevgi o kadar doruktadır ki halk bir köpek ismi olan Kıtmir'i çocuklarına isim olarak koymaktadır. Bu duruma başka eshab-ı kehf bölgelerinde rastlamıyoruz. Kıtmir bir köpek ismi olduğu halde çocuğuna bu ismi koyanlar görülmektedir. Ocak 2006 itibariyle 5000 nüfuslu Lice'de nüfus md kayıtlarına göre Yemlihan 168 Şazenus 2 köpek ismi olmasına rağmen saygı alameti olarak 11 Kıtmir ismini görüyoruz. Bu durum Eshab-ı Kehf anlayışının bölgede ne kadar hakim olduğunu yansıtır. Fis (Efsus) ovasının başında bir yerleşim yeri olan 5000 nüfuslu Kocaköy'de telefon rehberinde 2 Kıtmir ismin görüyoruz.345 345 Diyarbakır ve Risale i Nur Külliyatı İşaret-ül'l İcaz Tefsiri Diyarbakır'da19 Şubat 1330'da Cevdet beyin evinde 346 tebyiz edilmiştir.346 Münazarat ve Muhakemat isimli eserlerin ilk Arapça hali Diyarbakır'da telif edilmiş, sonra Türkçe olarak neşredilmiştir. Bediüzzaman Diyarbakır ve Urfa şehir merkezleriyle etraflarındaki bazı köy ve aşiretleri dolaşarak meşrutiyet hakkında bilgi verdi. Burada sorulan suallere cevap verdi. Şehir merkezlerinde de konferanslar tertipledi. Bu dönemde de iki eser vücuda getirmiştir. 1. Arapça Reçetetül Avam isimli eser. Daha sonra Münazarat isminde Türkçe olarak yayınlanmıştır. 2. Arapça Reçetetül Havas isminde eser. Bu da daha sonra Muhakemat isminde 347 neşredilmiştir.347 Reçetetü'l Avam, Reçetetü'l Ulema veya Saykalü'l İslam isimli eserlerini 1910 yılında aşiret ziyaretlerini takiben yazıldı. 1911'de Münazarat ve Muhakemat eserleri oluştu.348 348 Bediüzzaman'ın bölgedeki aşiretleri ziyareti esnasında onların meşruti344. (Osman Şimşek.İbretlik Hatıralar.Işık yay.İst.2010 s.185,188 345. Diyarbakır 2001 yılı telefon rehberi.s:239 346. İşaratül İcaz, s.108. 347. Aksu M., Bediüzzaman Said Nursi'nin Van hayatı, Şanlıurfa 2003, s.23. 348. http://www.ilahiyatforum.com/baskasinin-gunahina-aglayan-adam.; İslamiyet-Muhakemat.Sözler yay.2006. 179 yet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslami temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.349 349 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, 350 Nurların camilerde okunmasına başlanmıştır.350 İlk Latince olarak yazılmış risale Diyarbakır'da hazırlandı Mehmet Kayalar ağabey bir mektupla Üstad'a Latin harflerle basımı teklif etti. Üstad cevabında 'Mehmet bey çok insan bu teklifi yaptı, hep reddettim. Seni reddetmiyorum. Yalnız bir şartla 1000 adet basılacak ve 500 adet şarka gönderilecek'dedi. Abdullah Yeğin tekrar Diyarbakır'a gitti. Akşam dersinden sonra Mehmet Kayalar'ın oğlu Mefhar ile Ramazan, iktisat, şükür risalesini yazıp Üstad'a 351 gitti. Kısa zamanda tab oldu.351 Molla Ali ve Hizmetleri Molla Ali 1925 Diyarbakır Silvan doğumludur. Molla Selahattin Kaplanla beraber bölgede Risale-i Nur'u köy köy dolaşarak yaymıştır. Bediüzzaman hazretlerinin gönderdiği kitapları bölgede yerlerine ulaştırmıştır. Kendisi Diyarbakır Ulu Cami imamı Muhammed Said Yaz'ın babasıdır. Babasından kendisine Bediüzzaman'ın gönderdiği 8 orijinal risale kalmıştır. Molla Ali'nin Bediüzzamanla mektuplaşmaları olmuştur. Bediüzzaman Molla Ali'yi kardeşliğe kabul etmiştir. Bediüzzaman'ın gönderdiği mektuplardan birini aşağıda örnek olarak vereceğiz. Kaynak: Muhammed Said Yaz 349. http://www.risaleinurenstitusu.org/,A.Aymaz;Münazarat.Said Nursi, Şahdamar yay.2006.s.8. 350. N.Şahiner. Son Şahitler. Nesil yay.17.baskı.3/287. 351. Not: 500 adet İstanbul'a gidiyor,500 adet Diyarbakır'a geliyor ve dağıtım yapılıyordu. İ.Haspolatlı ile mülakat; İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.107. 180 Risale i Nurda Diyarbakır Celal Tetiker ve Ramazan balcının 'Yeni Tarihçe-i hayat. 2003 baskılı eserinden Diyarbakır kısımlarına bakalım. Ertoşi aşiretlerinden başlamak suretiyle Hakkâri, Bitlis, Muş, Ağrı, Diyarbakır ve Urfa şehir merkezleriyle etrafındaki bazı yerleşim birimleri dolaşır. Meşrutiyet hakkında konferanslar verir.352 352 1952 yılında yaşanan Malatya suikastından sonra Nurlar ve Nurcular aleyhine açılan davalardan Mersin, Rize ve Diyarbakırda açılan mahkemeler beratle neticelendi.353 353 Bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular.354 354 İsparta civarı kaza ve köylerinde, başta Diyarbakır ve umum şarkta Nur dersleri cemaatlerle okunmaktaydı.355 355 İmam Bediüzzaman burada talebelerine son ve umumi bir ders vermek arzu ediyordu. O tarihte Diyarbakır'da bulunan Nur talebesi Mehmet Kayalar'ın da bu son derste bulunmasını istiyordu. Üstadın bu arzusunun haber alan Mehmet kayalar aynı gün uçakla Ankara'ya geldi.356 356 19 Mart 1960 gecesi saat iki veya iki buçuktu. Üstadımız bana baktı.'Gideceğiz'dedi. Üstadım nereye gideceğiz, 357 dediğimde, 'Urfa.. Diyarbakır.. dedi’357 Zübeyir ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah ağabey, üstadın yanından ayrıldılar. İsparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır vs. yerlere Üstadın vefat haberini telgraf çekerek bildiriyorlardı.358 358 O gece Üstad'ın cenazesi camide kaldı. Diyarbakır, Elazığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı vilayet, kaza ve köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu. Risale i Nurda Diyarbakır Üstadımız, Barla'daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur'un birinci dershanesi, hem altı vilâyet genişliğindeki Medresetü'z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini medrese-i Nuriye olarak Risale-i Nur'a vakfetmişti. Şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve Şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazandırmaktadır. Talebe-i ulûmun ise, âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehidler beyan etmişler. Kardeşleriniz Tahirî, Zübeyir, Sungur Ceylân, Bayram 359 359 Aziz, sıddık kardeşlerimiz Evvelen: Üstadımız leyle-i Beratınızı tebrik ediyor. Hem selâm ve dua ediyor. Saniyen: Diyarbakır'dan dün aldığımız mektupta ifade edildiğine göre, Diyarbakır havalisiyle beraber şarkta şimdi iki yüz kadar Nur dershaneleri açılmış. Ayrıca Diyarbakır'da kadınlara mahsus dört beş dershane-i Nuriye varmış. İnşaallah 352. s.417. 353. s.422. 354. s.438. 355. s.460. 356. s.471. 357. s.477. 358. s.478, 359. Emirdağ Lahikası, s. 444-445. 181 bu büyük bir hayrın alâmetidir.360 360 Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri'ye arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi. Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü'z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van'da, biri Diyarbakır'da, biri de Bitlis'te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van'da tesis etmek için, 361 Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.361 Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir parçası olan ve binler gençleri vatan, millet ve âsayişin menfaatine terbiye eden Gençlik Rehberi'nin mahkemesi dolayısıyla Üstadımız hasta halinde iki defa İstanbul'a mahkemeye gidip, yüz yirmi polisin kalabalığı dağıtmaya çalıştığı o mahkemede Gençlik Rahberi'nin hem müellifine, hem nâşirine ittifakla beraat ve ayrıca Rehberin de içinde bulunduğu umum risalelere beş mahkeme beraat vermişken, on beş günde teslimi lâzım gelen Gençlik Rehberi'nin on beş aydan beri teslim edilmemesiyle Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri beş ayda beraat ve iadesine karar verdikleri halde Afyon Mahkemesi beş sene teslimi tehir etmesiyle ve Diyarbakır havalisine, vilâyât-ı şarkiyeye iman, din ve âsâyiş noktasında yüz vâiz kadar menfaati bulunan bir zatın kendi parasıyla aldığı hususî Nur nüshalarını-haklarında beş mahkemenin beraat kararı olmasına rağmen-müsadere edip vatana, millete faydalı hizmetine mâni olmasıyla o sadaka-i makbule hükmündeki vesile-i def-i belâ bu suretle gizlendiğinden, bir buçuk milyar lira zarara vesile olan bu belâ fırsat buldu, geldi denilebilir.362 362 Nurların Neşri Anadolu'nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber; bilhassa Ankara, Istanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları 363 muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i îmâniyede bulundular.363 Urfa ve Diyarbakır'da, faal Nur Talebeleri, birer medrese-i Nuriye kurdular. Risâle-i Nur'u her sınıf halktan, billıassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak sûretiyle, ilmî derslere başladılar; bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihyâ ettiler. Şark havâlisinde büyük hizmet-i îmâniye îfâ olundu. Bir aralık, Diyarbakır'da, orada nurlarla îmâna ve Kur'ân'a hizmet eden faal bir Nur Talebesi aleyhine dâvâ açıldı; berâetle neticelendi, mü'minlerin sürûr ve 364 minnettarlığına vesîle oldu.364 Şu Medresetü'z-Zehrâ'ya dair mebâhisi, Hürriyetin üçüncü senesinde nutuk suretiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbakır'da, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: "Hakikattir, hem mümkündür." Demek diyebilirim ki, ben bu meselede onların tercümanıyım. Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin? Cevap: Câmiü'l-Ezher'in kızkardeşi olan, Medresetü'z-Zehrâ namıyla dârülfü360. Emirdağ Lahikası, s. 402. 361. Emirdağ Lahikası, s. 400. 362. Tarihçe-i Hayat, s. 587. 363. Tarihçe-i Hayat, s.586. 364. Münazarat, s. 130. 182 nunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlis'in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır'da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden 365 neş'et eder.365 Barla lahikası :Sason'lu Yusuf Toprak'ın Yazdığı Mektup (Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir şakirdi olan Yusuf'un bir fıkrasıdır.) Rahîm, Rauf ve Zü'l-Minen Hazretlerinin inayet ve lütuflarından olarak, tevbe ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği miftah-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezayıh ve i'tisaflarıma rağmen tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilâkis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve hıyanet eylediğim için, derin kasavete, kesif zulmete, müthiş dalâlete hakkıyla maruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hâle girmiştim. Başvurduğum her tabib-i manevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı iknaa, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure. Ayet-i celilesinin mefhumuna teves-sülen, me'luf olduğum denaetlerden mütehassil koyu lekeleri kal' ve tathire ve tarik-ı Hakda sebata muin olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zâhiri olmadığı halde, memleketimden Kastamonu'ya nefyim şüphesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ ye's ve teessüfe kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile ayetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyam-ı ümid imkânsız gördüğüm manevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîmin cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak. 1- Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Yalnız Ondan yardım dileriz. 2- De ki; ey nefsleri aleyhine haddi aşan kullarım! (Zümer Suresi: 53) 3- Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlı olabilir ve bazen hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi: 216) 4- Ve bazen hoşunuza gitmeyen bir şey olur ki Allah onda pek çok hayırlar kılar. (Nisa Suresi: 19) 365. Münazarat, s. 126. 183 Bediüzzaman'a ölmeden önce kalması için tahsis edilen medrese (Mehmet Kayalar ve medrese) Celcelutiye ve Risale i Nur - Diyarbakır Celcelûtiye vahiyle Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nazil olmuş ve 366 Allâmü'l - Guyûbun ilmiyle ifade-i mânâ eder.366 Celcelûtiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikb Âliyeden haber veriyor; Risale-i Nur, Celcelûtiyenin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.367 367 Elimde bulunan Celcelûtiye nüshası en sahih ve en 368 mutemeddir. İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi çok imamlar Celcelûtiye'yi şerh etmişler.368 Celcelutiye'de: Bütün âlemlerin kalblerini Risale-i Nur'a ısındır ve Fettah isminle ona 369 makbuliyet ihsan eyle denmektedir.369 Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelutiye nin şehadetiyle İmam-ı Ali (Radıyallahu Anh) tır.370 370 İmam-ı Ali (r.a.) 371 Celcelûtiye'sinde sarahate yakın Risale-i Nur'dan haber verir.371 “Tükadü siracün 372 Hazret-i İmam-ı nuri sirran beyaneten Tükadü siracüs sürci sirran tenevverat”372 Ali Radıyallahu Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelûtiyesinde kerametkârâne Risale-i Nur'dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur'u "Siracü'n-Nur" ve "Siracüssürc" namlarıyla tesmiye eder.373 373 İmam-ı Ali'nin (radıyallahu anh) Risale-i Nur'a dair üçüncü bir kerametidir. Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem'alarda izah ve ispat edilen iki zâhir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Sirâcü'n-Nur'dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o 374 kasidede Sirâcü'n-Nur'un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdetâ alkışlıyor.374 366. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.112. 367. Mektubat, Sayfa 448Şualar, s.643. 368. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 114. 369. Doç.Dr.Abdülaziz Hatip,Celcelutiye ve hayatımızdaki dualar, Gençlik yay.2002, s.48. 370. Emirdağ Lahikası, s. 70. 371. Şualar, Sayfa 370. Şualar, Sayfa 591. Şualar, s. 638. 372. İmam Gazali (Terc.Halil Günaydın):Celcelutiye.Pamuk yay.İstanbul 2001,s.64. 373. Şualar, s.41. 374. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.102. 184 Celcelutiye'de Diyarbakır Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda 375 basılmış.375 Hz. Ali Celcelutiyesinde Risale-i Nur'a işaret etmektedir. Ancak ikinci bir işaret de 1950 yılı itibariyle Diyarbakır'da nurların aşikare anlatılmasıdır. Adeta Hz.Ömer'e kadar sessiz çalışan Müslümanların Hz. Ömer'le aşikar hizmet vermesi gibi …… Olay şu şekildedir. 1950 yılında önyüzbaşı Mehmet Kayalar, Üstad Bediüzzaman hazretleri ile tanışıyor, üç gün misafiri oluyor. Üstad 'Mehmet Kayalar'a şöyle hitap eder'' kardeşim, Diyarbakır'da mühim vazifeler var, benim gitmem lazım idi. O vazifeler size verildi. Gidiniz ve vazifenize başlayınız. Mehmet Kayalar ayrılırken Bediüzzaman iki önemli noktaya dikkati çekiyor: Birincisi Hz. Ali'nin Celcelutiye'sindeki 'Sırren tenevvereten ve cehren intişar eder' sözleri idi. (Yani Risale-i nurun açıktan neşri) Üstadın bu sözü beni Diyarbakır' a gelinceye kadar meşgul etti. Bir hakikatı bil, gör ama kapalı kalsın söyleme. Bu fıtratıma tam zıt bir şeydi. Diyarbakır'a geldi. Celcelutiyedeki sırren tenevvereten sözünün dökümanının (ebcet hesabıyla yaptım).Tam tamına 1950 yılını gösteriyor. Hemen üstad'a bir mektup yazdım. Mektupta bu cümle 1950'ye işaret ediyor, biz de 1950'nin içindeyiz. Üstadım efendim bu işin sırrı kalmadı, dedim. Üstadım cevabi mektubunda 'maşallah, barekallah siz serbestsiniz'dedi. Bunun üzerine Mehmet Kayalar Diyarbakır'daki talebelerine tüm camilerde risale-i nur okuması emrini verdi. Sonra buradan cehri şekil Türkiye çapına 376 yayıldı.376 Bölgemizdeki yangın için Celcelutiyede Hz. Ali'nin dediği gibi biz de deriz ki: İmam-ı Ali Radıyallahu Anh "Yâ Rab aman ver!" diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın 377 sırrıyla selâmete çıkarsınız.377 Risale i Nurun Anadoluya ve Şarka Diyarbakır'dan neşri Risale-i Nur'un ilk te'lifi Albay Hulusi Bey ile (İbrahim Hulusi Yahyagil) başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da yüzbaşı Mehmet Kayalar Hz. İle devam eder. 28. mektubun 7. meselesi Albay Hulusi Bey'in mektubu hatırlansın. Risale-i Nurun Diyarbakır'da camilerde okunmasına başlandığında Ulu camii'nde azim bir cemaate Risale-i Nur okurdu. Şanlı ordumuzun efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife yapmış bir subay olan Mehmet kayalar Hz. Mehmet Kayalar 1950 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hz. İle tanışmasından sonra devrim niteliğinde olan Risale-i Nurun gizlilikten çıkıp alenen intişarına ve İslam yazısı ile beraber Latin harfleriyle de 378 matbaalarda yazılmasına öncü olan bir alimdir…378 Risale-i Nur'un Latince basılmasını Mehmet Kayalar sağlamıştır. 1956 yılına kadar Risale-i Nur külliyatı Hüsrev ağabey ve Mehmet Fevzi ağabeyler tarafından teksir makinesi ile neşredildi. Bir gün Hüsrev ağabey arkadaşlarına 'Üstada söyleyiniz, ihtiyaç çoğalıyor. Artık Latin harfleriyle basmamıza müsaade etsin. Hem 375. Şualar, s.613 376. İrfan Haspolatlı ile mülakat; İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.87. 377. Şualar, s. 265. 378. http://www.mehmetkayalar.com/hayati.html 185 gençler istifade ederler'dedi. Üstada teklif edildi. Üstad reddetti. Bir gün halıcı Sabri İsparta'ya gelince mevzuyu onunla Üstad'a söylettiler. Üstad yine reddetti. O zaman halıcı Sabri' Bu teklif ancak Mehmet Kayalar ağabeyden gelirse Üstad reddetmez'dedi. Hemen Abdullah Yeğin'i Diyarbakır'a yolladı. Mehmet Kayalar ağabey bir mektupla Üstad'a Latin harflerle basımı teklif etti. Üstad cevabında 'Mehmet bey çok insan bu teklifi yaptı, hep reddettim. Seni reddetmiyorum. Yalnız bir şartla 1000 adet basılacak ve 500 adet şarka gönderilecek.' (Not.500 adet İstanbul'a gidiyor, 500 adet Diyarbakır'a geliyor ve dağıtım yapılıyordu. İ.Haspolatlı ile mülakat) 379 379 Zübeyir Gündüzalp'ın hatıralarına bakalım: Üstad bizi Urfa'ya gönderdikten sonra Diyarbakır'a Mehmet Kayalar'ı göndermişti. O, yüzbaşı emeklisiydi, orada alenen ders yapmaya başlamıştı.380 380 O günün şartlarında Mehmet Kayalar hem Diyarbakır'da Şeyh Said'in isyan bölgesi, azılı din düşmanlarının ve diğer ideoloji fraksiyonlarının toplandığı beldede korkusuzca Nur derslerini vermiştir. Şeyh Said harekâtından sonra hususen Diyarbakır'da idam sehpalarının kurulduğu bir zamanda kimse Müslümanım 'diyemiyordu. Bir çocuğa elifba öğretmek büyük suçtu. Ezanların Türkçe olduğu dehşetli bir zamanda Üstad, ağabeyi 1950'de Diyarbakır'da vazifeli olarak gönderince Risale-i Nur dershanesi açıldı, küfür karıştı, iman dersleri ile tam bir devrim oldu. Ayrıca Risale-i Nur'un Diyarbakır'da camilerde okunmasına başlandığında Ulu Camii de azim bir cemaate Risale-i Nur derslerini okurdu. Bu dersler Diyarbakır'da Aralıksız 23 yıl devam etti.381 381 Anadoluya risalelerin neşrinin Diyarbakır'dan olduğunu anlamak için Barla lahikasına bakalım:' Bütün kitapları Diyarbakır'deki Ahmed Ağaya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerîf tarafına, ya Van'daki 382 Bediüzzaman kendi parasıyla bastırdığı kitapların mutlaka sıddıklara ulaştırsın."382 yarısını Diyarbakır'a gönderir, biz de hemen dağıtırdık. (İrfan Hapolatlı mülakat) Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Mehmet Kayalar Hakkında Bir Talebesine Söyledikleri 'Ben Diyarbakır'a üç kere gittim. Her seferinde Mehmet Kayalar'ın sohbetinde bulundum. Diyarbakır'ın Mihmandarı Halid bin Veldi'in oğlu Hz. Süleyman'dır. Hz.Süleyman'dan sonra Mehmet Kayalar gelir. Mehmet Bey'in Dicle kıyısındaki evi duruyor mu? Eğer satılıksa o evi gidin alın Mehmet beyin hatırasını yaşatın. Mehmet 383 Bey ağaca çok meraklıydı. Çok ağaç dikerdi. Orası öyle yeşillik mi?383 Mehmet Beyin Dicle kenarındaki Evi Bediüzzaman bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü'nü kayıkla geçerek Barla'ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'an-ı Kerim vardı. Dünyadaki 384 malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.384 379. İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.107. 380. http://www.zubeyirgunduzalp.com/ 381. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.5,7,8,98. 382. Barla Lahikası, s. 138. 383. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s78 384. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279. 186 Bediüzzamanın talebesi Mehmet Kayalar ve Diyarbakır Nurun Muallimi Mehmet Kayalar Mehmet Kayalar Hz. 1914-1994 yılları arasında yaşamış büyük İslam mücahidi ve mütefekkiridir. Asrın dahisi müceddid-i ekberi, allame-i cihan, hatib-i devri zaman olan bediüzzaman Hz., Mehmet Kayalar Hz.'ni şu ifadelerle anlatıyor; Nurun Muallimi, Nurun Kahramanı, Nurun Yüksek Bir talebesi, Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar… Şanlı ordumuzun efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife yapmış bir subay olan Mehmet kayalar Hz. 1950 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hz. İle tanışmasından sonra devrim niteliğinde olan Risale-i Nurun gizlilikten çıkıp alenen intişarına ve İslam yazısı ile beraber Latin harfleriyle de matbaalarda yazılmasına öncü olan bir âlimdir… 1950-1960 yılları arasında Üstadla beraber Risale-i nurun hizmetinde bulunan daha sonrada vefatına kadar Risale-i nur ile beraber tefsir, hadis, fıkıh vb. İlimlerle talebelerini irşat eden bir hadim-i kuran'dır… 1972-1994 yılları arasında Diyarbakır, İstanbul ve Yalova illerinde hizmet-i kuraniyede bulunan Üstad-ı sanidir… Mehmet Kayalar 01.06.1994 tarihinde Çiftlikköy 'de vefat etmiştir. Kabr-i şerifleri Yalova ili Çiftlikköy ilçesi kabristanlığındadır. Mehmet Kayalar, (d.1914, Konya), emekli subay, Nur cemaatinin bilinen isimlerinden. Babası Mahmut Efendi, Annesi Hüsnü Şah Hatun idi. Mehmet Kayalar 6-7 yaşlarına kadar Kayalarda kaldıktan sonra Türk-Yunan devletlerinin göç anlaşmasına göre ailesi ile birlikte Erzincan iline gelir. İlk tahsilini Erzincan'da diğer öğrenimlerini askeri okullarda tamamlar. 01.03.1937 tarihinde Askeri Harp Okulu'nu bitirerek orduya katılır. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde görev yapar.Üç çocuğundan Müçteba Mehdi ile Mahmut Hadi Beyler babalarından evvel öldüler. Büyük oğlu Ahmet Mefhar Bey evli ve iki çocuk babasıydı ve Risale-i Nurun Mehmet Kayalar çoğaltılması ve dağıtılmasında babasının yardımcısı olmuştu. Ahmet Mefhar Bey 2003 yılında İstanbul'da vefat etti. Mehmet Kayalar 1942 yılında Risale-i Nur esrlerile ve 1950'de Bediüzzaman ile tanışır. İkinci görüşmesinde emekli olmaya karar verir. Önyüzbaşı rütbesinde iken 1952 yılında emekli olur. Risale-i Nur'un ilk te'lifi Albay Hulusi Bey ve İbrahim Hulusi Yahyagil ile başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da Yüzbaşı Mehmet Kayalar ile devam eder. 187 Mehmet Kayalar emekli olduktan sonra Diyarbakır'da ikamet etti ve yöre 385 insanlarına uzun yıllar Risale-i Nur ve Kur'an'dan tefsir, hadis, fıkıh dersleri verdi.385 Bilhassa Diyarbakır'a tayin olduktan sonra mutî ve münbit bir hitap zemini bulunca okuma faaliyetleri daha da istikrarlı bir hâl aldı. Yalnız birliğinde ve mahallinde değil, insanlarla muhabbet edebileceği her yerde Risâleleri anlattı. Bazen üç beş kişiyle, bazen de yüzlerce insanla yaptığı müessir derslerin yanı sıra bir yandan Risâle-i Nurları Kur'ân hattı ile yazdı, yazdırdı; Lâtin harfleriyle okudu, okuttu, diğer yandan da ihtiyaç hissedilen yerlere Risâle-i Nur'u ulaştırmaya çalıştı. Risâleleri okuyup hizmetlerle meşgul oldukça Üstadını görme iştiyakı artmasına rağmen kendisi gidemedi ama hem sık sık mektup yazarak, hem de Nurları yeni tanıyan kişilerin gitmelerini teşvik ederek irtibatını sağlamlaştırdı. Böylece Bediüzzaman'ın 'Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gitmeye mecbur olurdum' şeklinde de ifade ettiği gibi kendisi Şarklı olmamasına rağmen Şarkın şiarı addedilen insanlardan biri hâline geldi. Haftanın muayyen günlerinde evinde yaptığı derslerin yanı sıra, fırsat buldukça bazı büyük camilere giderek cemaate Risâle okumaya başladı. Ulu Cami başta olmak üzere şehrin merkezi camilerinde Risâle okumayı önemli bir hizmet telâkki ettiği için kendisi gidemediği zamanlar oralara oğlunu veya yetişmiş talebelerini gönderdi. Zamanla çevresinde teşekkül eden hizmet kadrosu arasında vazife taksimi yaparak hem şehrin kenar semtlerinde hem de çevre il ve ilçelere dersler ihdas ederek hitap hududunu genişletti. Aslında bunlar, Nur hizmetinin mutad faaliyetleriydi ve her Nur Talebesi kendini bunları yapmakla vazifeli bilirdi. Onun için Mehmed Kayalar'ın bunları yapmasında ve yaptırmasında bir fevkalâdelik yoktu. Onu Nur Talebeleri arasında farklı kılan asıl hususiyeti, şecaati ve cesaretiydi. Lâkin bu fıtrî meziyetlerini zaman zaman farklı mecralarda kullanma temayülü içine girdiğinden olsa gerek, Bediüzzaman altmış yılının başında Ankara'ya geldiğinde Diyarbakır'a telgraf çektirerek onu da çağırttı. Böylece umum Nur Talebelerine hitaben, Mehmed Kayalar'ın da aralarında bulunduğu bir grup talebesine vefatından önce verdiği son dersine şu ifadelerle başladı: “Aziz kardeşlerim,“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfî hareket değildir; rıza-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” Nurun Muallimi. Nurun Kahramanı. Nurun Yüksek Bir talebesi. Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar… Bediüzzaman Said Nursî'nin, Mehmed Kayalar ismine taktığı rütbe ve nişan mahiyetindeki sıfatlardı bunlar. O hepsini şerefle taşımakla kalmadı, mânâlarını da hassasiyetle yaşadı. Fakat bu hususta onu asıl memnun ve mesrur eden şey, Bediüzzaman'ı hayatı boyunca ancak birkaç sefer görmüş olmasına rağmen onun, varisleri olarak vasıflandırdığı on iki talebesinin arasında kendi ismine de yer verme385. www.bilgidenizi.net/ 188 siydi. Bu sıfat, onun için hayatî bir mazhariyetti. Ömrünün bâkî kalan kısmını Üstadına saygısının ve Risâle-i Nur hizmetine sadakatinin semeresi saydığı bu mazhariyete lâyık olacak samimiyet, hizmet, gayret, hâl ve hareketler içinde geçirdi. 1 Haziran 1994 tarihinde Yalova yakınlarındaki Çiftlikköy'de bu mazhariyetin hazzı içinde ayrıldı aramızdan. Şimdi berzahta o hazzı yaşıyor. İnşallah mahşerde de, 386 cennette de yaşayacak.386 Mehmet kayalar Bediüzzaman'ın kardeşi âlim ve fâzıl olan Abdülmecid Efendi Hazretleri veriyor: Konya'da 1962 yılında halıcı Sabri Beyin dükkânında Abdülmecid Efendi bana hitaben “Kardeşim, Mehmet Kayalar kemâlâtın son zirvesine ermiş bir zât-ı celîl-i kadîrdir.” Şanlı ordumuzun efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife yapmış bir subay olan Mehmet Kayalar'ın 1950 yılında Beddiüzzaman Said Nursi Hz. ile tanışmasından sonra, devrim niteliğinde olan Risale-i Nurun gizlilikten çıkıp alenen intişarına ve İslam yazısı ile beraber Latin harfleriyle de matbaalarda yazılmasına öncü olan bir âlimdir. Yüzbaşı Mehmet Kayalar Ayrıca Risâle-i Nûr'un Diyarbakır'da camilerde okunmasına başlandığında Ulu Camii de azim bir cemaate Risâle-i Nûr derslerini okurdu. 1946 yılında Risâle-i Nûr eserleriyle ve 1950'de bizzat Üstad Bediüzzaman ile tanışır. İlk görüşmesinde Mehmet Kayalar Ağabeyin ayaklarında titreme, konuşmasında kekeleme hâsıl olur. Bediüzzaman hazretleri Ağabeyin başını koltuğunun altına alarak okşamış, öylece nâtıka (kekeleme) hali geçmiştir. Bildiğim kadarıyla Ağabey ile Üstadın görüşmeleri üç veya dört kez olmuştur. Risâle-i Nûr'un ilk te'lifi Albay Hulûsi Bey ile (İbrahim Hulûsi Yahyagil) başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da Yüzbaşı Mehmet Kayalar Hz. ile devam eder. 28. mektubun 7. meselesi Albay Hulûsi Bey'in mektubu hatırlansın. ( Rüyada sarıklı genç) O günün şartlarında hem de Diyarbakır'da Şeyh Said'in isyan bölgesi, azılı din düşmanlarının ve diğer ideoloji fraksiyonlarının toplandığı beldede korkusuzca Nûr derslerini vermiştir. Ayrıca Risâle-i Nûr'a muarız hoca ve İmamların bulunduğu, halkının da dini bilgiden yoksun olduğu bir beldede.. Mehmet Kayalar Hazretleri'ne mektup yazarak buyurmuşlar “Kardeşim Mehmet bu küfre ben bir vurdum ise sen on vurdun.”Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı bir ziyaretinde, Üstad buyurmuş: “Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür duama alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam hem ismen hem sûreten görür duama alırım.” 386. İslam Yaşar, Yeni Asya Gazetesi'nden, …… 189 Mehmet Kayalar Hz. 1950–1952 yıllarında Bingöl, Diyarbakır illerinde önyüzbaşı rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri'nde hizmet veriyordu. 1950 yılında Üstad Bediüzzaman Hz ile tanışıyor. Üstad Hz. onu üç gün kendi evinde misafir ediyor. Bu üç gün içinde önemli notlar alınıyor. Üstad Hazretleri, Mehmet Kayalar' a şöyle hitab eder; “kardeşim, Diyarbakır' da mühim vazifeler var, benim gitmem lazım idi. O vazifeler size verildi. Gidiniz ve vazifenize başlayınız.” İkamet ettiği ev, kalabalığa kâfi gelmediğinden Hasırlı Mahallesi'nde bir eve taşınılıp Nûr hizmetine oradan devam edildi. Orası da kifayet etmeyince Allah (c.c)'ın inayetiyle 1959 yılında Diyarbakır ilinin 5 km kuzeydoğusunda Dicle Nehri kıyısında 2.5 dönümlük bir arsa alınıp iki katlı bir ev yapıldı. Üst katında Mehmet Kayalar Hazretleri ailesiyle ikamet buyurdular. Alt katta cemaate ayrıldı. Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı bir ziyaretinde, Üstad buyurmuş: “Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür duama alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam hem ismen hem sûreten görür duama alırım.” Üstad hazretleri vefatından üç ay evvel bu otuz üç Hadîs-i Nebevî'yi Arapça metin olarak ve şahsına ait özel kitapları, yazı eşyaları ve hiç neşredilmemiş olan 27. MEKTUB'u bir bavul içinde Mehmet isimli kardeşle Diyarbakır'a göndererek, Mehmet Kayalar Hazretleri'ne arz etmiştir. : Üstadın vefatından 35 gün evvel, Üstad bir telgrafla Mehmet Kayalar Hz.'ni Ankara'da Beyrut Palas Oteli'nde beklediğini bildiriyor. Mehmet Kayalar Ağabey de hemen bir uçakla Ankara'ya geldi. Mehmet Kayalar Hazretleri, Hz. Ali'nin (r.a) Kaside-i Celcelûtîye adlı eserinde Risâle-i Nûr hakkında “Takriben 1950 tarihinde sırren, tenevvürreten ve cehren intişara başlar.” Tesbitini Üstada yazmış, Üstad ise ses çıkarmamıştır. Mehmet Kayalar Hazretleri de o günden sonra Risâle-i Nûr külliyâtını Diyarbakır'daki talebelerinden tüm cami ve mescitlerde okumaya başlamasını istemiştir. Daha sonra diğer vilayetlerde de okundu. Hiç unutmam Kayalar Ağabey 1957 yılında cezaevinde bir görüşme günü Üstad'dan gelen bir mektubu gardiyan koğuşunda okudu. Üstad buyuruyor, “Kardeşim, senin bu hizmetin 18 İslâm ülkesine inkılâp etti. Sen vazifeni bihakkın yaptın.” Bir görüşmede de Üstad Hazretleri, “Kuvvet şarkta, kuvvet Diyarbakır'da, kuvvet sende” buyurmuştur. Mehmet Kayalar Hz. Diyarbakır'da Bir Kısım Talebesiyle (1959) 190 Şerif Nazlıcan kardeşimiz Bingöl'de uzun yıllar çileli bir hayattan sonra bir gün Üstada giderek izin isteyip Suudi Arabistan'a hizmet için gitmek istemiş. Üstad Hazretleri, “Hizmet yeri burasıdır. Ben dahi Arabistan'da olsaydım buraya gelirdim. Sen şimdi doğru Diyarbakır'a Mehmet Kayalar'ın hizmetine git” der. O da emre ittiba ederek Ağabey'le hizmete devam etmiştir. Abdulvahab bir rüyasında Üstad Hazretlerini görür. Henüz Ağabey ile tanışmamaktadır. O'na der ki: Ya Abdulvahab! Mehmed Kayalar filan yerde (Diyarbakır) der, adres verir. Onunla irtibat kur ve Risale'-i Nûr derslerine devam et. O da devam eder. Abdulvahab 1969 tarihinde vefat eder. Vasiyeti üzerine medresemiz yanındaki kabristana getirilir. Cenazesinin taşınmasında Mehmed Kayalar Hz de bulunur ve cenaze namazını kıldırır. Mehmed Ağabey der ki: Bu zat bu kabristanın efendisidir. Bu zat Bediüzzaman'ın kabr-i şeriflerinin açılmasına ilk kazmayı vuran zattır. Mehmet Kayalar Hz. 01.06.1994'te Çiftlikköy' de vefat etmiştir. Kabr-i Şerifleri Yalova ili Çiftlikköy ilçesi kabristanlığındadır. TAZİYE Memleketimizin müstesna şahsiyetlerinden Üstad Bediüzzaman'ın önemli talebelerinden emekli Yüzbaşı Mehmet KAYALAR'ın Dar-ı bekaya irtihalini teessürle öğrendim. Merhuma Cenab-ı Hakk'tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine sabr-ı cemil dilerim. M. Fetullah GÜLEN Zaman Gazetesi – 2 Haziran 1994 Mehmet Kayalar Dualarla Uğurlandı. İSTANBUL - İstanbul'da önceki gün vefat eden Bediüzzaman Said Nûrsî hazretlerinin talebelerinden Hàdim'ü-l Kur'an Mehmet Kayalar dua ve gözyaşları ile defnedildi. 1920 yılında Selanik Kayalar'da dünyaya gelen ve 1950 yılında yüzbaşı rütbesindeyken Said Nûrsî hazretleri ile tanışan Mehmet Kayalar Diyarbakır'da yirmi üç yıl boyunca dinî eğitim verdi. Son yedi yılını İstanbul'da Geçiren Kayalar'ın Yalova'nın Çiftlikköy'ündeki cenaze merasimine ailesi, yakınları ve sevenleri katıldı. Merhuma Allah'tan rahmet, sevenlerine sabr-ı cemîl niyaz ederiz. Türkiye Gazetesi 03. 06. 1994 191 MUSTAFA SUNGUR AĞABEY VE DİYARBAKIR YORUMLARI Maneviyatta çok yücelerde olan Sungur Ağabey’den Diyarbakır’la ilgili nakilleri, Muhammed Nur Sungur ve ramazan Topdemir’in hazırladığı ‘100 soruda Risale-i Nur ve Mustafa Sungur’ isimli kitaptan alıntılar yaparak açıklayalım: s.34:-37 ‘Lillahilhamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır, Erzurum ve Van gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler,sıdık hocalar, bahadır zatlar ve daha binler talebeler talebeler, Nur’un fedakar hadimleri Şarkta, en mühim mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetler ifa ettiler. Sarsılmadılar, geri çekilmediler. Şarktaki o bölücü kışkırtmalara karşı iman nuruyla mukabele edenler yine Nur talebeleri oldular. Ve her tarafa nurani sümbüller neşrettiği Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Van gibi mümtaz beldeler dahi alemde külli hizmetlere medar oldular. Diyarbakır’da Mehmet Kayalar’ın gayretli ve oralardan çıkan muhterem alim ve sadık talebeler, Nurların o havalede intişarına,inkişafına vesile oldular. Bediüzzaman hazretleri askeriye için’ Sungur, askeriyede bir ruh var. O Ruh benimle dosttur’’ Bunlarla iftihar ediyorum’ demiştir. ZÜBEYR GÜNDÜZALP –MÜSPET HAREKET VE DİYARBAKIR Hayatımıza yol gösterecek, sulha vesile olacak Müspet hareketle ilgili son bir alıntı yapalım. Zübeyr ağabeyimizin cümlelerini nakledeleim: 'Asrın adamı Bediüzzaman, Ankara'da kaldığı üç gün içinde Risale-i Nur davası ve onun bağlıları için son vsaiyetini yapıyordu. Bu derste yalnız oradakiler değil, hayat boyu hizmet yöntemine sahip olmak için, yurdun değişik yerlerinde hizmet gören talebeleri de bulunmaları gerekirdi. Nitekim Diyarbakır'dan Mehmet Kayalar da çağrılmıştı bu tarihi derse. Dersin konusu 'Müspet hareketti' elbette. Hangi şartlarda olursa olsun, Risale-i Nur bağlıları müspet hareketin dışında başka bir şey yapamazdı ve yapmamalıydı. Bu derse Diyarbakır'dan Mehmet Kayalar'la beraber katılan ve şu an hayatta olan İrfan Haspolatlı ise Bu derste en son cümlenin 'Nurun kuvveti Şarktadır, Nurun kuvveti Diyarbakır'dadır' olduğunu ifade etmektedir. Kitaba Yahya Kemal’in Diyarbakır’la ilgili bir mısralarıyla son veriyorum. Nur Şehri Diyarbakır. 9 Peygamber mezarı, 3 Peygamber makamı ve 885 sahabenin olduğu bir şehir, Nurlu bir şehirdir. ‘Diyarbakır’dan söz eden eserlerin çoğunda ‘şehr-i nur,’ gibi deyimler kullanılmıştır. Örneğin Yahya Kemal, Ali Emiri Efendi için yazdığı bir gazelde,’Amid o şehri nur öğünsün ilelebed der’ der. 387. Hüseyin Kara. Zübeyr.2012.s.224 388. Dr. Şevket Beysanoğlu: Türk edebiyatında Diyarbakır ve Diyarbakırlılar. 1.Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu. 27 Ekim 2000.s.219 192