mayıs 2016 - Katı Dergi
Transkript
mayıs 2016 - Katı Dergi
3 KİMSESİZ MEKÂNLAR TARAFTARIN DEĞİŞEN MEKÂNI: ALİ SAMİ YEN HEMŞERİM ESAS MEMLEKET NİRE? "YÜZNUMARA" BİR MEKÂN VİTRAYDAN YANSIYAN HUZUR HATIRA BİRİKTİRİLEN MEKÂNLAR: ÇAY OCAKLARI ŞEHRİN ÇAĞIRAN HAFIZASI VE FELSEFE ADALET CANLI AKBAŞ . SERTAÇ DALGALIDERE . BURÇİN AYDOĞDU . YASİN ÇAKIREL . CEM SÖKMEN RAMAZAN ÇELİK . ELİF BOLU TÜRKER . MUHAMMET ATALAY . FATİH ÜNAL . ÖMER YALÇINOVA KADİR METİN AKBAŞ . AHMET ÇAPKU . UFUK ÖZER . AYŞEGÜL DALGALIDERE . NECMİ GÜRSAKAL . AHMET DAĞ SERHAT DALGALIDERE . HALİL KÖKCÜ . İSKENDER GÜMÜŞ . CİHAD MERİÇ . NURULLAH TURAN . HAKAN AYDIN SAYI: 5 / MAYIS 2016 Ayda bir yayınlanır İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Recep Çakırel Genel Yayın Yönetmeni Kadir Metin Akbaş Yayın Danışmanları Necmi Gürsakal İskender Gümüş Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen Sertaç Dalgalıdere Kapak Fotoğrafı Zoli Plosz / freeimages.com Yayın Kurulu Adalet Canlı Akbaş Mustafa Aslan Muhammet Atalay Hakan Aydın Burçin Aydoğdu Yasin Çakırel Ramazan Çelik Bahtiyar Dursun Ufuk Özer Cem Sökmen Tacettin Turgay Hukuk Danışmanı Av. Ayşegül Dalgalıdere İstanbul Temsilcisi Av. Aybüke Ekici Yönetim Yeri Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17 Kırklareli Merkez Basım Yeri İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Ofset Tesisleri. Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B Lüleburgaz / Kırklareli Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57 Fax: 0288 417 44 47 İletişim www.katidergi.com katidergi@gmail.com twitter: @katidergi Dergideki yazılar yazarlarını bağlar K ara kışta çıktığımız yolculuğumuzda nihayet bahara ulaştık… Kar, kış, kıyamet derken; güneşli günler, rengârenk çiçekler, taze bahar havası ile şükür kendimize geldik. İlk sayımız Ocak ayında çıkmıştı, şimdi 5. sayımız elinizde. Her sayıda biraz daha büyüyoruz, biraz daha olgunlaşıyoruz, biraz daha tecrübe kazanıyoruz. Ama şükür ki aynı heyecanı, aynı aşkı, aynı ideali korumaya devam ediyoruz. Katı olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin dünyevileştiği bu modern zamanlarda, “kendimiz” olarak kalmak, buharlaşmamak, dünyevileşmemek için mücadele ediyoruz. Biliyoruz ki zor bir iş bu, akıntıya karşı kürek çekmekten daha zor bir durum. Ama her şeye rağmen, doğru bildiğimiz yolda yürümeye azmettik. Birbirimize tutunarak da olsa, birbirimizden güç alarak da olsa, birbirimize yük de olsak, yürüyeceğiz inşallah… Her sayımızda buharlaşmasına gönlümüzün razı gelmediği meseleleri kapak dosyası yapıyoruz. Bu sayımızda kapak konumuz; mekân… En geniş ve en özel anlamıyla mekâna dair güzel yazılar içeride sizleri bekliyor. Yazarlarımız yine her sayıda olduğu gibi bu sayıda da mekâna kendi pencerelerinden bakarak birbirinden harika metinlere imza attılar. Ve yine ortaya arşivlik bir mekân sayısı çıktı. Her bir yazıda kendinizden bir şeyler bulacak, yeni şeyler öğrenecek, beğenecek ve emim ki birçoğunun altını çizmekten kendinizi alamayacaksınız. Gönül ister ki her bir yazarımızın yazısından burada bahsedelim, her birinin farklı yönlerini öne çıkaralım. Ancak takdir edersiniz ki; hem yerimiz dar hem de yazıları gereği gibi tanıtamayabiliriz. İyisi mi, siz buyurun içeriye ve kendiniz müşahede edin yazarlarımızın eserlerine… Her sayıda müjdesini verdiğimiz gibi bu sayıda da aramıza yeni dostlarımız katıldı. Onların bize verdiği güç ve heyecanla, daha güzel sayılarla karşınızda olacağız. Yeni yazarlarımıza sizler adına Hoşgeldiniz derken, ilk sayıdan bu yana bizleri yalnız bırakmayan kadim yazarlarımıza da teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki: Bu dergi tek bir kişinin değil, bir kadronun, ekibin, dostluk grubunun eseri. Her bir ismin dergimize kattığı değerin farkında olarak yürüyoruz yolumuzu. Ve tabi ki siz okur dostlarımıza da ne kadar teşekkür etsek azdır. “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” sözüne inancımız tam olduğu için, sizler bu dergiyi sahiplenmemiş olsanız, bizler yazacak enerjiyi bulamayız… Sizi ve sizin görüşlerinizi önemsiyoruz. Bu sebeple her türlü eleştiri, öneri, teklif ve görüşünüzü katidergi@gmail.com adresinden bize ulaştırabilirsiniz. Geçen sayıda müjdesini verdiğimiz web sitemiz artık yayında. Dergimizde yayınlanan tüm yazılara bundan böyle www. katidergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Bu arada, bir sonraki sayımızın dosya konusunu "Futbol" olarak belirledik. Tüm dünyada kitleleri peşinden sürükleyen bu büyülü ayak oyununa dair yazarlarımızın yine harika metinleri Haziran sayımızda dergimizde olacak. Kaçırmayın... Daha iyi sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın… Kadir Metin Akbaş KİMSESİZ MEKÂNLARA DÖNEN EVLERİMİZ 80 ’li yıllarda doğup, müstakil evleri tanımış, bahçelerde koşuşturmuş, tırmanabilecek ağaçlar bulmuş, meyveler toplamış, eşyaların evleri istila etmediği, anne ve babaların henüz mobilyalara hizmetkâr olmadığı dönemleri görmüş olup 2000’li yıllara erişmek çok da keyifli olmuyormuş. Gördüm ve bildim. Evlerimizi bir ceza evi mantığıyla kullanmaya başladığımızdan bu yana depresif bir toplum olduk. Ne zaman ki evlerimizi sadece 2-3 kişilik ailemizin yaşam alanı olarak algılamaya başladık, işte tam da o zaman esir hayatı yaşamaya başladık. Dört duvar ve eşyalarla uğraşıp duruyoruz. Eğitimden geçiyor, bütün zihni ve ruhi cenderelere sabrediyor ve bir meslek sahibi oluyoruz. Para kazanıyor ev alıyoruz. Hayatın diğer bütün nimetlerinden mahrum kalma pahasına kredi ödüyoruz. Sonra sıra eşyalara geliyor. Üç arkadaşımızın rahatça oturmasına fırsat vermeyeceğimiz nadide koltuklar salona, kardeşlerimizi rahatça bir kez bile ağırlayamayacağımız sekiz on kişilik masamız da pencerenin önüne konulmalı, zar zor pişirilecek olan yemekler için son model fırın ve ocaklar da unutulmamalı, bir türlü kabul edemediğimiz misafirler için havlular, nevresim takımları banyo dolabına özenle yerleştirilmeli… Her gelen misafirden sonra silinmesi gereken değerli halılarımız için mesaiye kalmalıyız, tüllerimiz ve perdelerimiz en afilisinden olmalı. Evlatlarımıza arkadaşlarını orada misafir etmesine asla izin vermeyeceğimiz çocuk odası takımı da unutulmamalı; kimsenin, kendi çocuğumuzun bile, dokunamayacağı oyuncaklarla da süslemeliyiz hatta. Yatak odamıza en rahat yatakları almalı en geniş gardıropları sığdırmalıyız. Sonra da üstünü örtmeye fırsat bulamayacağımız, küçük bir servet ödeyerek en süslü örtüleri almalıyız. Bunun için çok çalışmalı, ek iş yapmalı, mesaiye kalmalı, ailemizle geçirecek vakit bile bulamamalıyız. Hem bir insan ailesi ile vakit geçirecek zamanı bulamazsa diğer başka kime vakit bulsun ki! Kimseyle Adalet Canlı Akbaş adaletistanbul@gmail.com irtibat kuramamaya ayarlanmış bir dünyada ev inşa edelim, içini inşa edelim, tıklım tıklım dolduralım. Kimseye yer kalmasın, yirmi halı serilen evde biz namaz kılacak yer bulamayalım, çocuklar oyun oynayacak yer bulamasın. Milyonlar harcadığımız eşyalara yer olsun da, bir insan evladına yer olmasın. Sonra fırsatını bulduğumuz her an temizlik ayinine başlayalım. Özenle ve kendimizi kaybedecek şekilde evi süpürelim, kilimleri çırpalım, örtüleri silkeleyelim, dolapları temizleyelim. Yetmesin, daha parlak olması için cilalı ürünler kullanalım, bilmem kaç ekran televizyonumuzu dakikalarca silelim, banyo ve tuvalet en kokulusundan ürünlerle yıkansın, camlar silinsin. Bütün bu ayinden sonra yemek siparişi verilsin ve ev halkı şehrin en iyi restoranından gelen dürümlerini yerken bin defa uyarılsın; dökme, dikkat et, batırma, damlatma! O yemek burunlarından gelsin, hatta kırgınlık yaratacak bir gerilim yaşansın, hepimiz mutsuz olalım. Sonra tertemiz evimize bir misafir bile kabul etmeyelim. Halılara yabancı bir ayak basmasın, aman kimse bizimle iki kelime kelam etmesin, tek lokmamız başka boğazlardan geçmesin, bir bardak çay vermeyelim kimsenin eline. “İnsan, insanın ağusunu alırmış” kime ne? Çocukluğumdan bu yana hangi mekânların hafızamda yer ettiğini, ruhumu beslediğini düşünsem, eşyası yok denecek kadar az olan evler geliyor aklıma. Anneannem’in minderlerle döşediği o pırıl pırıl ev, çocukluğumun unutulmaz mekânlarından biridir. Pencere önleri, “kızlarım” diye sevdiği çiçeklerle doluydu. Ruhumuzu yoran hiçbir ayrıntı yoktu. Her gittiğimizde bizi cömert bir kabulle karşılardı. Köy ekmeğinin üzerine yoğurt sürülür, onun da üzerine şeker serpilirdi. Ne lezzetli öğle yemeğiydi. Sonra “Nazlı Ebe”miz vardı. Annemin ilk mahallesinden yaşlı bir teyze. Mahallenin bütün çocukları “ebe” derdi. Yakındı, candandı, kapısı her çalana açıktı. Bölüşecek ekmeği, paylaşacak kelimeleri vardı. Herkesin ebesi olmak makamına yakışıyordu. En- fiye kokan küçücük bir evi vardı. Bahçe kapısından, onun evine kadar uzayan dar bir koridordan geçilirdi. Şalvarını bacakları arasına toplayıp bahçede yere oturur taşlar arasına ateş yakardı. Bize bu ateş üzerinde patlıcan- biber közler, sebze salatası yapardı. Ne tadı ne kokusu hala unutulmuş değil. Onu seyrederdik, yardım etmemize izin verirdi, bahçesinde oynar, kuyudan su çekerdik. Bakiye teyzemiz vardı. Bahçe beller, peynir yapar, salça yapar tepsilere sererdi. Bahçesinin ortasında koca bir dut ağacı vardı ve tüm mahallenin katıldığı dut çırpma seansları olurdu. Çay ikram eden kızlar ve gelinler vardı. Misafir olarak değil sanki evin bir parçasıymışız gibi hissederdik. Bahçesinde ayrıca inşa edilmiş bir mutfağı da vardı, börek yaptığı bazı zamanlara denk gelirdik. Tam bir şölendi. İşte bu komşularla, arkadaşlarla, ahbaplarla, ahretliklerle saatlerce süren sohbetler olur, kimse birbirinden sıkılmazdı. Yaslandığımız göğüsleri yumuşak, sözleri muhabbetli, evleri ruhumuzu yükseltecek kadar genişti. Şimdilerde evlerimizi dolduran mobilya tanrıları kimseyle irtibat kurmamıza izin vermiyor. Bu tanrılara en iyi mekânı alabilmek için ömrümüzce çalışıyor, o tanrıları evin en nadide yerlerine yerleştiriyoruz. Sonra zarar görmemeleri için diken üstünde duruyor, günlük haftalık aylık hatta mevsimlik hizmetleri için çırpınıyoruz. Onların memnuniyetini devam ettirebilmek için kimseyle görüşmüyor, dört duvar arasında mobilyalı mahkûmiyetimizi allayıp pulluyoruz. Ne zaman ki mekân, insana hürmet etmeyi elimizden aldı, işte o zaman bütün dengeler değişti. Huzur bulacağımız insanlarımızı kaybettik, dost ocağında ısıtılmış çaydan yudumlayamaz ve bir çift kelam edemez olduk. Evimizi dolduran şen sesler yok oldu, uğrak yerlerimizi kaybettik. Randevu sistemiyle yaşıyor, ama bir türlü randevu da veremiyoruz. Hiç müsait değiliz, hep meşgulüz. Kimsesiz bir meşguliyet… Ağulu, dumanlı, kesif, buhranlı, sancılı... MAYIS2016 KATI 3 HEMŞERİM ESAS MEMLEKET NİRE? Sertaç Dalgalıdere bilgi@sertacdalgalidere.com B ir mekânsızlık hikâyesidir bu. Pekçok şehirde yaşamak, ancak hiçbirine ait olamamak duygusunun hikâyesidir bu. Ölesiye mekânsızlığın hikâyesidir… MAYIS2016 KATI 4 İstanbul’da dünyaya gelmişim. Sene 1982, adımı ve doğum tarihimi Fatih’in Akşemsettin Mahallesindeki kütüğe yazmışlar. Baba adı: Doğan, Anne adı: Nurten, 4 kardeşten 2. Sırada yer almışım. Babam da İstanbul’da dünyaya gelmiş, Fatih Akşemsettin Mahallesi kütüğünde, dedem Kasım Dalgalıdere’nin oğludur. Kasım dedem ise küçük yaşta Manastır’dan (Bitola) göç etmiş. Peki ya babaannem o da İstanbul’da dünyaya gelmiş ancak onlar da Selanik’ten göç etmişler ve yerleşmişler Fatih semtine. Annem de İstanbul’da dünyaya gelmiş, dedem Şuayip ise Bulgaristan’dan göçmüş, Anneannem Bulgaristan’da dünyaya gelmiş ancak ananemin babası Mekke’den Bulgaristan’a göç etmiş çok yıllar önce. Velhasılı kelam kader, anneannem ve dedemi İstanbul’da buluşturmuş. Annem ve babamı da İstanbul buluşturmuş. Yaklaşık 3 kuşağın hikâyesinden bahsettim. Ancak ne taraftan bakarsan bak bir mekânsızlık, göç, tam olarak “bir yerli” olamama kaderini yaşamışız. İlkokul sıralarında öğretmenlerimin en çok şu sorusundan korktum; “Nerelisin?” Yukarıda anlattığım şecereden sonra korkumun yersiz olmadığını anlamışsınızdır. -İstanbul -İstanbul olmaz, asıl neresi? -Babam İstanbul’da doğmuş. -Annen? -O da İstanbul’da doğmuş. -Hııımmm! -Dedelerin nerde doğmuş? Şeklinde devam eden bu sorular beni oldukça korkuturdu. Çünkü henüz ben de nereli olduğumu tam olarak anlayamamıştım. Hatta hiç unutmam, ilkokul 1. Sınıfta öğretmenimden gelen aynı soru karşısında, “Karslıyım” demiştim. Sonrasında bir veli toplantısında öğretmenim annemle tanışınca, “Siz nerelisiniz?” diye sormuş, anneciğim de, “İstanbul” cevabını verince, “Karslı” oluşumun sırrı ortaya çıkmış. Babam ben henüz 6 aylıkken, Kars Sarıkamış’ta yedek subay olarak görevini yapıyormuş ve tüm aileyi Kars’a götürmüş. Çocukluk fotoğraflarından mı? Hayal gücümden mi? Yoksa nerelisin sorusundan çokça sıkılmamdan mı? “Kars” deyivermişim. Yaşamım boyunca “Nerelisin?” sorusuna hemencecik, “Konyalıyım, Kayseriliyim, Trabzonluyum” diyenlere hep hayranlıkla bakmışımdır çünkü işleri oldukça kolay, bir çırpıda söyleyiveriyorlar. Oysa ben öyle miyim? Başlıyorum anlatmaya; İstanbul doğumluyum, babam da İstanbul doğumlu, dedem Manastır’dan göçmüş, babaannem İstanbul doğumlu ancak onlar da Selanik’ten göç etmiş. Annem İstanbul doğumlu, dedem Bulgaristan’dan göç etmiş, anneannemin babası Mekke’den göç etmiş... Şeklinde cümleler uzayıp gidiyor… Gayri ihtiyari ara ara da olsa kendi kendime şu soruyu sorduğum çok olmuştur: İstanbul’da doğdum, ancak bir semtimiz yok, çünkü en az 10 kez semt ve ev değiştirmişizdir. Ben babamdan farksız mıyım? Yaklaşık 7 yıllık evliyim ve bu süreçte 7 kez ev ve 3 kez de şehir değiştirdim. İstanbul’dan sonra ilk kez Elazığ’a gittim ve evimi de kaplumbağa misali adeta sırtlayıp taşıdım. Elazığ’da 1 sene dolmadan evimi bu kez de Hatay’a taşıdım. Hatay’da da 2 sene sonra bu kez şu anda içinde yaşadığım şirin şehre Kırklareli’ne taşındım. Bundan sonra nereler olur? Hangi şehirler, hangi ülkeler bizim için mekân olur bilinmez ancak bu şehri gerçekten seviyorum. İstanbul’a yakın olmasından mı? Ata toprakları olan Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’a yakın olmasından mı? Bilemiyorum. Ben de pek çok insan gibi doğduğu topraklarda yaşamak, üç kuşak o toprakların insanı olmak ve doğduğum evde ya da en azından sadece 1 ev değiştirip, orada yaşayıp, yaşlanmak ve ölmek isterdim. En azından çocuklarım bu sayede nereli olduklarını bilirdi. Onlar da benim gibi mekânsız kalmazdı. Kızım İstanbul doğumlu, oğlum bari Kırklareli doğumlu olsun böylelikle en azından bu şehirde yaşar ve ölürsek sabit bir mekânı olur dedim ancak doğum gecesi yaşadığımız bir sıkıntıdan dolayı doğum yeri Çorlu oldu. Bazen kaderi zorlamamak gerekiyor sanırım. Kaderine, mekânsızlığına razı olup yaşamak gerekiyor. Ya da Barış Manço’nun o güzel şarkısıyla cevap vermek gerekiyor: “Barış garibim bulamadı çözümü oturdu etti bunca sözü Gelin hepberaber anlaşalım diyen yok Zaten paramparça bölünmüş ve yaşanmaz olmuş dünyamız Daha fazla kesip bölmeye hiç gerek yok Tek bir soru hemşerim memleket nire? Dedim ya yahu bu dünya benim memleket Hayır, anlamadın hemşerim esas memleket nire Bu dünya benim memleket Tövbe, tövbe, tövbe...”1 DİPNOT: 1- Şarkı Barış Manço’nun 1993’te çıkarttığı “Mega Manço” isimli albümde, “Hemşerim Memleket Nire” ismiyle yer almaktadır. ZAMAN, MEKÂN, İNSAN... Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur! -Ahmet Hamdi Tanpınar S af Aklın Eleştirisi’nde Immanuel Kant, bilgi kaynaklarımızdan bahseder. Kant’tan önce genelde bilginin kaynağı beş duyu kabul edilirdi: görmek, işitmek, tatmak, koklamak ve dokunmak… Kant’a göre de pek çok bilgimizi bu duyulara borçluyuz. Yani gözlem ve deney yoluyla öğreniriz. O yüzdendir ki doğuştan kör biri renkleri, doğuştan sağır biri sesleri vs. asla bilmez. Lakin Kant beş duyudan daha temel bir bilgi kaynağı tespit eder: zaman ve mekân algısı! Bir insan doğduğunda beş duyunun beşinden de mahrum olsa bile bir mekânın (bir oda ya da açık hava vs.) içinde olduğunu ve zamanın akıp gittiğini bilir, “hisseder.” Kant zaman ve mekân algısıyla edinilen bilgilere “a priori” yani önsel bilgi adını verir. Zamanı, mekânı ve bunlarla bağlantılı hususları bilmek için 5 duyu şart değildir. İnsan; mekân ve zaman diye bir şey olduğu bilgisine doğuştan sahiptir. Deneye, gözleme ihtiyaç duymadan bildiğimiz bu iki kavramı sorgulasak mı? Gözümüzün gördüğünü sorguluyoruz. Çay bardağının içindeki kaşığın aslında kırık olmadığını biliyoruz mesela. İşittiğimizi de sorguluyoruz. Kulağımız çınladığında o sesin dışarıda var olmadığını biliyoruz. Peki ya zaman ve mekân algımız ne kadar isabetli? Sonradan edindiğimiz bilgiyi sorguluyoruz da doğuştan algıladığımızı neden sorgulamayalım? Ezeli, ebedi, bengi ve mengi kelimeleriyle cevap verilmeye çalışılmış soruyla başlayalım: Zamanın başı nedir, sonu nedir? Eğer yoksa zamanın başının, sonunun olmaması nasıl mümkün olabilir? Yok, eğer varsa o baştan öncesinin, o sondan sonrasının olmaması nasıl mümkün olabilir? Mekân nerede başlar nerede biter? Mekâna bitimsizlik mi hâkimdir yoksa ardı olmayan bir bitimlilik mi? Ziya Paşa bu sorulara şu özlü cevabı vermiştir: İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez! Einstein ise terazisine güvenmiş, elini korkak alıştırmayıp terazisinin kefelerine yüklendikçe yüklenmiştir. Einstein’ın teorilerinin, ispat edildiği kadarıyla tespit ettiği hususları naçizane özetleyelim: Zaman ile mekân birbirinden kopuk iki kavram değildir. Bir cis- Burçin Aydoğdu baydogdu@gmail.com min önü ve arkası onun birinci boyutuysa, sağı ve solu ikinci boyutu, altı ve üstü üçüncü boyutudur ve biz bu üç boyutu kapsayan “zarfa” mekân diyoruz. Aynı cismin geçmişiyle geleceği ise bu üç boyutlu varlığın, tünel misali içine girdiği dördüncü boyuttan başka bir şey değildir. Üç boyutlu varlıklar olarak biz gölgemizi nasıl görüyorsak ya da bir küp için kare ne ise zaman tünelinin tamamını görebilen biri için belli bir andaki cisim de odur. Einstein evrenin şeklini de tespit ettiğini iddia eder. Evren, Amerikan futbol topuna benzer küremsi şekle sahiptir. Evrenin şeklini, ışığın uzun mesafede (milyonlarca ışık yılı gibi mesafelerde) dümdüz gitmek yerine yay çizmesinden çıkarmaktadır. Güneş tutulması olduğunda düz çizgi çizildiği takdirde Ay’ın ve Güneş’in arkasında kalması gereken bazı yıldızların ışıkları Güneş’in, Ay’ın üstünden “aşarak” Dünya’ya ulaşmaktadır. Buna dayanarak evrenin enini, boyunu hesaplamak bile mümkündür. Tahminen 91 milyar ışık yılı. Peki, o enin, boyun bitiminde ne vardır? Eğer 91 milyar ışık yılı mesafeyi arkamızda bırakıp 92’ye geçmeye kalksak nereye varırız? Evren’in kendisi zaten boşlukla kaplıysa boşluğun da bitimi ne olabilir ki? Bu soruya “top üstündeki karınca” örneksemesiyle cevap veriliyor. Bir topun üstünde yürüyen karıncayı düşünelim. Tıpkı Dünya’nın yuvarlak olduğunu bilmeden yürüyen bir insan gibi. İki boyutlu bir yüzeyde yürüdüğünü düşünür fakat top üstünde gide gide varacağı yer ilk yola çıktığı yerdir. Zira topun yüzeyinin kenarları, ortası yoktur. Karınca topun neresinde duruyorsa orayı orta gibi görür. Topun görüş açısına girdiği kadarını da üzerinde bulunduğu yüzeyin sınırları zanneder. Nasrettin Hoca’ya “Dünya’nın merkezi neresidir?” diye sormuşlar. Hoca “Tam şimdi ayağımla bastığım yerdir” demiş. Cevabı duyanlar burun kıvırıp “Hadi canım” demişler. Nasrettin Hoca da yapıştırmış cevabı: “İnanmazsan ölç!” İşte karıncanınki de o hesap. Nerede duruyorsa orası topun merkezidir çünkü onun iki boyutlu gözlemiyle üç boyutlu topun gerçek merkezini algılaması imkânsızdır ve nerede duruyorsa orayı merkez sayar. Aynı şey evren için de söyleniyor. Evrenin sürekli aynı tarafına yapılacak olan yolculuk başladığımız noktaya geri dönmemizle sonuçlanacaktır; karıncanın yolculuğu gibi. Karınca iki boyutlu düşünüp üçüncü boyutun topta yarattığı bükülmeyi algılayamamaktadır. Bizler de üç boyutlu düşündüğümüz için dördüncü boyut olan zamanın mekânda yarattığı bükülmeyi anlayamayız. Mekânın bir sonu yoktur çünkü mekânın ortası yoktur. Mekân, zamanla bükülen bir top gibi kendini sürekli yeniden tekrarlamaktadır. Tıpkı topun ya da Dünya’nın düz değil oval olduğunu anlamak için uzun mesafeli ölçüm, gözlem yapmak gerektiği gibi evrenin şeklini anlamak için de ışığın yay çizeceği kadar MAYIS2016 uzak yıldızlarla gözlem yapmak gerekir. Zaman ile mekân o kadar iç içedir ki cisimlerin kütleleri, zamanın akış hızını etkiler. Ya da bir cisim mekân içindeki yerini hızla değiştirirse zaman onun görüşünde yavaşlar, eğer ışık hızına ulaşırsa zaman onun için durmuş gibi olur ama zaten kütlesi de sıfır olur. Velhasıl, “mekânın” sınırına dayanırsak zamanı zorlamış oluruz çünkü zaman ile mekân her cismin ayrılmaz “zarfıdır.” Tanpınar’la başladık, onunla bitirelim Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında. Bir garip rüya rengiyle Uyuşmuş gibi her şekil, Rüzgârda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil. Başım sükûtu öğüten Uçsuz bucaksız değirmen; İçim muradına ermiş Abasız, postsuz bir derviş. Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim, Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim. DİPNOT: 1- İdrak-ı maali: Üst derecedeki hususları idrak etmek 2- Sıklet: Ağırlık KATI 5 KIRKLARELİ'NİN KALBİNE DAİR... Yasin Çakırel yasincakirel@gmail.com O MAYIS2016 KATI 6 smanlı İmparatorluğu döneminde ecdadımız aynı kurgu ile inşa ve imar faaliyetleri yapmış. İbadethane, ticarethane, han, hamam, eğitim mekânlarının bir arada bulunduğu külliyeler inşa etmiş. İstemiş ki, eğitim, ibadet, ticaret, temizlik, yani hepsi bir araya gelince “hayat” iç içe olsun. İmara ve inşaya çok ehemmiyet vermiş. Anadolu’nun ve dahi Trakya’nın hangi şehrini gezsek, aynı imar planını az çok görürüz: Külliye… Mesela Edirne’de Selimiye Camii’nin hemen altında bir Kapalıçarşı var, üst tarafında hamam ve bahçesinde küçük odalardan müteşekkil medresesi mevcut. Bu eğitim alanlarının ortak özelliği, talebelerin kaldığı küçük odaların büyük bir avluya açılmaları ve talep edenlerin sohbetin insicamından faydalanmalarını sağlamasıdır. Sohbet ve muhabbet, dostluğun ve kardeşliğin inkişafı için ehemmiyetlidir. Çarşıda esnaf mütevazı dükkânlarda, yan yana, bir cemaatin safları gibi omuz omuza vermiştir. Ahilik teşkilatı ile edep ve kardeşlik perçinlenir. Babadan oğula esnaf doğulur ama esnaflıkla kardeş olunur. Bu, cami, kapalıçarşı ve hamamdan oluşan külliyelerden birisi de Kırklareli’ndedir. Köse Mihalzade Hızırbey tarafından 1383 yılında yaptırılan bu külliye; cami, hamam ve çarşıdan oluşmakta. Medrese kısmı kayıtlarda geçmiyor. Ancak cami içerisinden basamak basamak inişler vardır ve rivayete göre de cami içerisinde eğitim faaliyetleri yapılmıştır. Hızırbey Camii olarak adlandırılan caminin şehirdeki ismi ise “Büyük Cami”dir. Kâbe mimarisine benzer şekilde, kare temelli inşa edilmiştir. Çocukken, merkezî olmasının da verdiği hissiyatla metrekare olarak Kırklareli’nin en büyük camii zannederdim. Ama aslı öyle değilmiş. Cami, Trakya’daki en eski Osmanlı eseri olarak bilindiği için “büyük” olarak adlandırılıyormuş*. Balkan Savaşlarını görmüş, minaresi Bulgarlar tarafından yarıya kadar yıkılmıştır. Ben ilk Kur’an tahsilimi, ilkokul ikinci sınıfa giderken bu cami- de yapmıştım. Kur’an okumayı burada öğrendim. Hâlâ hayatta olan caminin o dönemdeki imam ve müezzinleri –hepsinden Allah razı olsun- yaz günü cami bahçesini dolduran çocuklarla tek tek ilgilenirdi. Camiinin “suffa” kısmında onlarca çocuk sırayla derslerini ve ezberlerini verirdi. Aralarda avluya çıkılır, yukarıda bahsettiğim kardeşlik ve kaynaşma hali yaşanırdı. Şimdi baktığımızda maalesef göremediğimiz 5-6 tane olgun çam ağacı mevcuttu. Eğri olanın sırtına çıkmak için yarışırdık. Sonra bir bahaneyle kestiler hepsini… Yenileri eski gölgenin tadını vermiyor ama cami bahçesi ve duvar dibi halen Kırklareli ahalisine oturma alanı olarak hizmet veriyor. Karşısında bulunan Nur Çay Evi ve Dibek Kahvesinden ısmarlanan çaylar ve dahi kahveler, sohbetlere eşlik ediyor. Külliyenin, Kırklareli halkı tarafından en az bilgi sahibi olunan parçası, hamamdır. Bireyselleşme ile birlikte hamam sefaları da tarih olduğundan, Kırklareli’nde hamamı kullanan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hamamı, misafir olarak gelenlerin daha fazla ziyaret ettiğini duyuyorum. Anadolu’daki hamam kültürü, burada devam etmiyor. Oysaki çocukluğumda hamamın kadın kısmının da hizmet verdiğini hatırlıyorum. Hamamı, Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi Sivaslı bir aile işletiyor. Gelelim Kapalıçarşı’ya. Kırklareli’nde oranın da iki adı var: “Bedesten” ve daha yaygını “Arasta” 12 adet dükkândan oluşan oldukça mütevazı bir çarşıdır burası. Osmanlı döneminde benzer olmasına rağmen şu anda İstanbul’daki çarşıdan farklı olarak burası kuyumcu, halı, hediyelik eşya satan bir çarşı değil. Dükkânların hemen hepsi zücaciye haline gelmiş. Eşarp, yumak, düğme, iğne, kına, kolonya, çamaşır, kurdele… Velhasıl züccaciye namına ne ararsanız burada bulursunuz. Kendisine has öyle bir kokusu vardı ki; hâlâ beni eski yıllara götürür. Kırklareli’nde bu kokuyu bilmeyen, şehirde çok yenidir. Eniştemin de babasından kalma iki dükkânının olduğu arastada, 93 yılının yaz tatilinde çıraklık yapmak nasip oldu. Esnaf terbiyesi nedir, o zaman görmüştüm. Esnaf arasındaki nezaket ve kibarlığa ilk o zaman şahit olmuştum. Kırklareli’nin meşhur Çarşamba pazarı o zamanlar caminin ve arastanın önünden başlayarak yukarı doğru devam eden Karaumur caddesinde kurulurdu. Şehirlisi, köylüsü herkes pazara alışverişe gelirdi. Alışverişe gelenlerin de arastadan alması gereken birkaç parça şeyi, doldurulacak kolonya şişesi, düğün için havlusu, kınası, eşarbı, bobini muhakkak olurdu. Arastaya uğramadan eve dönmek eksiklikti. “T” şeklindeki çarşının bir ucundan öbür ucuna sipariş taşırdım bazen. Ama iki arayı 5 dakikadan önce almak mümkün değildi. İnsanları yara yara geçmek gerekirdi, kalabalık o denli yoğundu. Ana kapıdan giren müşterilere “buyurun” denirdi, ama başka dükkânın müşterisi olduğu biliniyorsa kimse sesini çıkarmaz, buyur etmezdi. O yerini bulurdu. Çarşamba günleri öğlenleri dükkânlar kapanmaz, yarım ekmek arası köfte yenirdi. O köftenin tadını şimdi hiçbir köftede bulmak mümkün değil. Rahmetli Orhan amca, Sedat abi, Akarcalar, Güray ve Osman kardeşler (eniştem ve kardeşi), Muzaffer abi, güleç yüzlü Şener abi esnaftan yalnızca birkaçıydı. Çoğu emekli oldu, bıraktı. Birkaçı eski şaşaalı günlerinden eser kalmayan dükkânlarda var olma mücadelesi veriyor. Çoğu dükkân boş... Her şeyi bulabileceğimiz ucuz marketler oradaki esnafı da maalesef öldürdü. Buharlaştırdı. Şehir ve medeniyet, esnaflık ve ahilik sanırım bir daha geri gelmemek üzere bize veda ediyorlar… *Aslına bakarsanız Lüleburgaz’da I. Murat zamanında Gazi Ali Bey tarafından yaptırılan daha eski bir cami mevcuttur. Dış tabelasına göre de Hızırbey Camiinden dokuz yaş daha büyüktür ama yine de Hızırbey Camii’nin de “büyük” olduğu gerçeğini gölgelemez. ALİ SAMİ YEN’DEN TT ARENA’YA: TARAFTARIN DEĞİŞEN MEKÂNI A li Sami Yen stadının bulunduğu Mecidiyeköy, İstanbul’un 1950’lerden sonra oluşmuş semtlerinden biri... Farklı isimlerin hatıratlarında 50’lerin başında Şişli Tramvay/otobüs deposunun şehrin sınırı gibi kabul edildiğini görürüz. Buradan Levent’e kadar olan bölge Mecidiyeköy Likör Fabrikası ve Zincirlikuyu Mezarlığı dışında “karanfil tarlaları”, “kırlık”, “dutluk” ve “zaman zaman inen kurtlar”la birlikte anılır. Stadın inşaatı 1964’te bitirilip hizmete açılmış olsa da ilk 20 yılında tam anlamıyla Galatasaray’ın evine dönüşemez. 1972-81 arasında ulaşım, stada ait sorunlar ve Boğaziçi Köprüsü’nün bağlantı yollarının inşası gibi sebeplerin birleşmesiyle, 1984-86 arasında ise stada ait sorunlar yüzünden Galatasaray Ali Sami Yen’den uzak kalır. Olimpiyat Stadında geçen 2003-2004 sezonunu bir kenara bırakırsak, 1986’dan kapandığı 2011’e kadar geçen 25 yılı, asıl Ali Sami Yen dönemi olarak düşünebiliriz. Bu yıllarda yurt içinde ve dışında elde edilen başarılar stada ve çevresine yüklenen anlamı derinleştirse de dezavantajları kabul etmek zorundayız. Stadın hemen önünden iki katlı yollarla işleyen trafik, yolların kapladığı alan, semtin uzun bir geçmişinin olmayışı, hızlı yapılaşma içinde futbolun sosyalleşmesini besleyecek mekânlar yerine ağırlığı iş yerlerinin ve şirket merkezlerinin oluşturması Ali Sami Yen çevresini daima Beşiktaş ve Kadıköy’de maç günleri oluşan havanın bir adım gerisinde bırakıyordu. Bütün bu negatif faktörlere rağmen o 25 yıllık dönemin içinde nice tanışıklıklar, dostluklar ve ilginç hikâyeler var. Bu hikâyelerin bir kısmını geçtiğimiz yıllarda Orhan Ölçen, “Galatasaray Tribün Tarihi/ Aslan Yürekliler” (2012, Doğan Kitap) isimli kitapta toplamıştı. Tabii ki Ali Sami Yen stadının etrafında maç günlerinde biriken yaşanmışlıkları bir kitaba sığdırmak imkânsız… Futbolu 22 kişinin oynadığı iki 45 dakikadan ibaret görmezsek, tribünlerde, kuyruklarda ve stadın etrafındaki kafe ve restoranlarda sergilenen beraberlikleri belki daha iyi anlayabiliriz. Maçlar tamamen “gece maçı saatine” dönmeden önce stat kapıları bugünkü gibi 2-3 saat değil, bazen 5-6 saat önce açılırdı. Tribünler de bugünkü gibi son 1 saatin içinde değil, saatler önce dolardı. Yılların gündüz maçı alışkanlığı, sabahın erken saatlerinde binlerce kişinin stadın etrafında toplanmasını sağlar, kuyrukta uzun zaman geçirilirdi. Kuyrukta birlikte geçirilen zaman bazen arkadaşlıkları başlatır, bazen de yıllarca selamlaşmadan öteye gitmeyen ama selamlaşmayı ihmal de etmeyen bir bağ kurardı. Maç kuyruklarındaki muhabbetlerin muhteviyatında henüz 15-16 yaşındaki gençlerin 1940 ve 50’lerde doğan bir kuşaktan “maç anıları” ve “kulüpten kulis bilgileri” dinleyebilmesi de vardı. Türkiye’de kombine bilet uygulaması 1995 sonrasında ve yavaş yavaş geliştiği için “geçen maç yeni açıktaydım”, “geçen maç eski açıktaydım” cümleleriyle başlayan ve oralarda o gün görülen insan manzaralarını hikâyeleştiren maç öncesi sohbetlerini de dinlemek mümkündü. Benim Ali Sami Yen’le tanışmam 22 Mayıs 1993’te 1-1 biten Galatasaray-Beşiktaş maçıyla oldu. Başlama saatini hatırlayamıyorum ama bu bir gündüz maçıydı. Bayrampaşa’daki evimizden ağabeyimle birlikte hava yeni yeni aydınlanırken çıkmış –Ali Sami Yen’in müdavimi olan Galatasaraylılar için bir otobüs hattından çok daha fazla anlam yüklü olan- 75 numaralı Topkapı-Mecidiyeköy otobüsüyle stada gelmiştik. 75’i kaçırdıysanız, alternatifiniz Topkapı kapısının önündeki büyük curcunanın içinden kalkan “maça maça” minibüsleriydi. Saat 8 olmadan stada vardığımızda yeni açığı çevreleyen bölgede en az 2-3 bin kişi vardı. Biletin büyük ölçüde maç gününde stattaki gişelerden alındığı 90’larda erken gelip kuyruğun önlerinde yer almak önemliydi. Ancak 1993 yılı şartlarında maçtan 7-8 saat önce “stadın oralarda olma”nın başka sebepleri de vardı. Bunlardan birisi 80’lerden kalan “derbiye geceden gelme/sabahlama” alışkanlığının son pratikleri, diğeri de derbi maçların hâlen yarı yarıya oynanıyor olmasıydı. Yarı yarıya tribünler bir yandan dışarıda tehlikeli karşılaşmaları içerse de stadın içinde maç saatine kadar süren bir tezahürat savaşının hazzı/hırsı kadim bir tribüncü için emsalsizdir... 93’te başlayan Ali Sami Yen maceramın birinci dönemi 15 Şubat 1998’de -maçtan sonra Ali Şen’in “saat kaç” deyişiyle meşhur olan- 2-2 biten Galatasaray- Fenerbahçe maçıyla noktalandı. Yeniden Ali Sami Yen tribünlerine dönüş 2005’te oldu. 2006’da hemen hemen bütün maçlara giderek sonunda 16 dakika bekle- Cem Sökmen cemsokmen@gmail.com diğimiz “son dakika” şampiyonluğuna tanıklık ettim. 2000’lerin ortalarında tribünlerin “futbol ekonomisi”nden ciddi biçimde etkilendiği görülüyordu. Bir tarafta, lisanslı ürünler, kombine bilet, 19.00’a kilitlenen maç saatleri, her statta olduğu gibi Ali Sami Yen’in de havasını değiştirmişti. Olumlu tarafına bakarsak, 1986 sonrasında adeta tribünde beraber yaşlanan bir kuşak zaten Ali Sami Yen stadını çevreleyen sokaklardaki bazı kafe ve restoranları mekân tutmuştu. 2000’lerde onlara internet forumlarında birbirini tanıyan yeni bir kuşağın eklendiği görülüyordu. Sportif başarının 90’lara göre düşük olduğu bu yıllarda taraftarlık kültürü bu insan adalarında paylaşıldı. Galatasaray 23 Ocak 2011’deki Sivasspor maçıyla Mecidiyeköy’den Seyrantepe’deki Türk Telekom Arena Stadına geçti. Taraftarın tepkisiyle bir süre sonra stadın ismi Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena olarak ifade edilmeye başlandı. Ali Sami Yen’den TT Arena’ya geçişle sadece bir stat Mecidiyeköy’den Seyrantepe’ye taşınmış olmadı. Yeni statla birlikte her şeyden önce Eski Açık, Yeni Açık, Kapalı ve Numaralı gibi tribün isimleri yerlerini önce yönlere, sonra da sponsor isimlerine bıraktı. Kapalı Doğu, Numaralı Batı, Yeni Açık Kuzey, Eski Açık Güney tribünü oldu. Yeni statla birlikte “kapalı”nın oturmayan-susmayan taraftar öbekleri büyük ölçüde kale arkasına/yeni açığa/kuzey tribününe konuşlandı. Biz de dostum Derviş Tuğrul Koyuncu ile birlikte 2012-13 sezonunu güney tribününde geçirdik. Önce stadı ve çevresini tanımaya çalıştık, içerdeki saatlerde Ali Sami Yen’le ve ilk gençliğimizin taraftarlık duygusuyla karşılaştırmalar yaptık. Şimdi de yılda 3-4 maçla devam ediyoruz. 2011’den bu yana Seyrantepe’de 5 yıl/sezon geçti. İstanbul’un fabrikalar etrafında kurulan semtlerinden biri olan Seyrantepe’de stadı benimsetecek bir çevrenin bulunmadığı açıktı. Geçen 5 yılda gerekli hayat alanlarının üretilebildiğini söylemek de zor. Ali Sami Yen’in müdavimi olmuş Galatasaray taraftarı günü İstiklal Caddesinde ve Mecidiyeköy’de yaşayıp stada gidiyor. Stada gidiyor ama -Fenerbahçe ve Beşiktaş statlarını “yerinde” yenilemişkenSeyrantepe’nin mekânlaşabilmesi için gereken zaman da taraftarın ağırına gidiyor… MAYIS2016 KATI 7 VİTRAYDAN YANSIYAN HUZUR Ramazan Çelik ramazancelik23@gmail.com İ nsan bu, her zaman sığınacak liman arıyor. Bu limanlar, insani olan her duygunun ortak pazarının yerleridir. Bu pazarda canlar alınır, canlar satılır, canlar özlenir, canlar yâd edilir. Buna mukabil etrafımızda öyle yerler, öyle mekânlar vardır ki, beden ve ruhun birlikteliğini yakalayabildiği, mantığı, estetiği, ahengi ve armoniyi içinde barındıran, bir sanatkârın sanatını icra ettiği, insanın ruhunu besleyen mekânlar… MAYIS2016 KATI 8 Çaresizlik İnananın Sığınacağı Liman Değildir Şu son günlerde insanın ruhunu besleyen mekânlara olan ilgi ve ihtiyaç daha da artmakta, çünkü duygulara daha da aç olan kalabalıklar türemekte. Bugünlerde her gidişimde, insanın içini hüzün ve stres kaplayan, sıkıntı veren bir İstanbul atmosferinde beni benden alan mekânlar daha çok istenen, talep edilen yerler oldu. Öncelikle tahlilim şudur ki; İstanbul maalesef yaşanılacak bir mekân olmaktan giderek uzaklaşmakta. Zira insanlar burada yaşamıyor adeta yarışıyor vaziyetteler. Bu da, insani olan her duygunun bu atmosferde dile getirilmesinde güçlükler yaratmakta ve insanı biçare bırakmaktadır. İstanbul’un geneli için bu ifadelerim geçerli olabilir lakin “gülü seven dikenine katlanır” misali bu şehri kutlu yapan, mübarek kılan o kadar şaheser var ki, gidip görmek, o mekânların altını üstüne getirmek, o mübarek yerleri arşınlamak insanın kendi elinde. Şüphesiz çaresizlik inananın sığınabileceği bir liman değildir. Üniversiteye başladığım yıllardan itibaren, “eski İstanbul” diye de ifade edilen sur içinde Beyazıt semtinin yeri bende bir başkadır. Zira ecdadımızın at koşturduğu, külliyeleri ile ilme ve bilime katkı yaptığı, han ve hamamları ile medeniyeti beslediği, kapalı çarşıları ile ticaretin bel kemiği olduğu, camileri ile beş vakit Allah’a yalvardığı mekândır bu semt. Amma ve lakin bütün bu zenginliklerin içinde bu semtte beni benden alan öyle bir yer vardır ki, kendi iç sesimi dinlediğim, huzur buldu- ğum, Rabbim’e şükrettiğim ve O’ndan güç aldığım kutlu bir mekân. adaletin, hakkın, hukukun, hoşgörünün eseridir bu kutlu mekân. Vitraydan Yansıyan Huzurdur, Davettir, Hasrettir Orası, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın 1551-1557 yılları arasında Mimar Sinan’a inşa ettirdiği yerdir. Mimar Sinan’ın kimilerine göre ustalık, kimilerine göre ise kalfalık devri eseri olarak nitelendirilen bu mekân; medreseler, kütüphane, hastane, sıbyan mektebi, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan külliyenin bir parçası olarak inşa edilen bir yerdir. Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biridir. İstanbul’un o boğucu, daraltan ve sersemleten kalabalıklarından bir nebze olsun ruhumu uzaklaştıran bir mekân burası. Bu mekân, sabahı öğleye, ikindiyi akşama bağlayan vakitlerde insanın ruhunu ısıtan bir yansıma ile sizleri içine çekiyor. Buranın çok ama çok güzel vitrayları var ve bu vitraylar, sanat tarihi derslerinde hocaların anlatmaktan bıkmadığı eserlerin başında gelir. Huzuru yansıtan bu vitraylarda ruhunuzun kilitli kapılarına anahtar olacak davetler vardır. Tıpkı Hz. Mevlana’nın “Kim olursan ol, ne olursan ol gel, yine gel” sözünü hatırlatan yansımalardır bu vitraylardan yansıyanlar. Vitrayların içeriye yansıması, ruhunuzun da dışarıya yansıması olarak gerçekleşir. Çıplak bedenlerin örtüsü; ar, hayâ, ahlak, ruhun meşki ile tıpkı tüm mekânı sarıyor vitraylardan yansıyan sarı, mor, kırmızı, mavi renge. Bu renklerde huzur, bu renklerde miski amber, bu renklerde Kâbe’ye davet, bu renklerde Hz. Muhammed’e (s.a.v) hasret, bu renklerde geçmişe özlem var. Evliya Çelebi bu eşsiz mekânın vitrayları için şunları söylüyor: “Mihrab ve minber üzerinde olan renk renk camlar Serhoş İbrahim'in işidir. Her cam parçasında nice kerre yüzbin parçanın renk renk hurda camlarla çiçekler ve Allah'ın güzel adlarıyla süslenmiş camlardır ki, bunlar kara ve deniz seyyahları arasında dünyaca övülmektedir, felekte bunların eşi görülmemiştir.” (Wikipedia’dan alıntıdır) Evliya Çelebi’nin de betimlediği gibi felekte dahi eşi görülmemiş, Serhoş İbrahim’in işi olan bu vitraylar, hangi kutlu mekânın bir parçasıdır acaba? El cevap: Orası, Muhteşem Kanuni’nin gücünü, Osmanlı’nın kudretini yansıtan bir mekândır. Fikrimce İstanbul’un incisi, Orası, o kadar mübarek bir mekândır ki, yapımından günümüze dek İstanbul’da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmamıştır. Orası, Kanuni Sultan Süleyman’ın, eşi Hürrem Sultan’ın ve Mimar Sinan’ın kabirlerinin bulunduğu yerdir. Kudretli lider Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü imajını versin diye, içeriden metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlantalarla (elmaslarla) süslenmiş bir mekândır. Orası, mihrabın iki tarafındaki vitraylar üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih Suresi, ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi’nin yazılı olduğu mekândır. Orası, Evliya Çelebi’nin deyimi ile müezzin mahfili için mermeri işleyen üstadın göz bebeği, adeta Cennet’ten bir mahfildir. Oranın en önemli özelliklerinden bir tanesi de akustiğidir. Mimar Sinan, oranın akustiğinin mükemmel olması ve seslerin o mekânın her köşesinden duyulması için gece gündüz çaba sarf etmiş ve o mekâna değer katmıştır. Orası, Koca Mimar Sinan’ın Kanuni’ye kıyamete kadar şahitlik edeceğine söz verdiği kutlu mekândır. Orası, Süleymaniye Camii Şerifi’dir. NASIL MEKÂNSIZ KALDIĞIMIN HİKAYESİDİR! B en oğlak burcuyum efendim. Sistemi severim, düzene aşığımdır. İtiraf edeyim, biraz da sabitimdir. Yıllarca hiç yüksünmeden aynı yoldan işime gidip yine aynı yoldan evime dönebilirim. Mecburiyetten doğan bir ihtiyaç olmadığı takdirde evimdeki eşyalarımın yerini değiştirme gereği bile duymam. Beğenerek aldığım kıyafetle, ayakkabıyla, çantayla duygusal bağ kurarım. Mekânımı benimserim; evimin, odamın benden ve sevdiklerimden izler taşıması benim için önemlidir. Her gün aynı evden çıkmak, aynı köşeyi dönüp, aynı fırından her zamanki poğaçamı almak, aynı kapıdan girip, montumu aynı askıya asmak bana mutluluk verir. Bu aynılık, bende sakinlik hissi yaratır ve bu sakinlik, kendimi güvende hissetmemi sağlar. Bu güven beni mutlu eder. Ben böyle yaşarım hayatımı. Ben böyle yaşardım hayatımı. Ta ki evlenene kadar… Bir tarafta plan, program, sistem, nizam; beri tarafta ani kararlar, heyecan, aksiyon. Bir tarafta her gün işe aynı yoldan giden bir kadın; beri tarafta, “Bu yol nereye gidiyor acaba” diye merakından tüm tali yolları keşfeden bir adam. Bir tarafta uzun otobüs yolculuklarında “yanıma meraklı bir teyze oturmasın” diye dua eden biri, beri tarafta yolculuk sonunda neredeyse tüm otobüsle sarılarak vedalaşan biri... Yolculuk demişken; hayat bu konuda da sınadı beni. On dakika dolmuş yolculuğu yapmaktansa yarım saat yürümeyi tercih eden ben, akademisyenliğe başladığım yıl, tam sekiz ay boyunca haftanın üç günü İstanbul’dan Kırklareli’ne gidip geldim. Bu yolculuklarım sırasında otobüs yolculuklarını zevkli hale getirmenin püf noktalarını keşfettim. Mesela; Ayşegül Dalgalıdere av.ayseguldalgalidere@gmail.com otobüs yolculuğunda muavin kilit rol oynar. Muavin ile dost olmak zorunda değilsiniz elbette ama ters de düşmemenizi tavsiye ederim. Zira bu durumda tüm yolculuk boyunca kahvenin soğuğu, suyun ılığı, kulaklığın bozuğu hep size denk gelir. Ben bu konuda şanslıydım, çünkü sürekli kullandığım firmanın muavini ile hemşeri çıkmıştık. Böylelikle aylarca kekim, krakerim eksik edilmedi. İstediğim zaman çay isteyebilme ve hatta sabah çok erken saatler ise arkadaki dörtlü koltukta uyuyabilme ayrıcalığına sahip oldum. Muavin konusunda şanslıydım evet ama yanıma oturan meraklı teyzelerden de çok çektim. Kendileri yolculuklarda uyuyamadıkları için yol arkadaşlarının uyumasına da tahammül edemeyen ve bu tahammülsüzlükle gaddarlaşan teyzeler, yanındakini uyutmamak için aynı soruyu dört farklı şekilde sorabilme kabiliyetine sahiptirler. Ama onları da alt etmenin yolunu öğrendim zamanla: -Kızım! Kızım! Kızıımmm! Uyuyor musun? -Uyuyorum teyzeciğim. -Nerelisin sen? -New Jerseyliyim teyze. Jersey’i ile meşhur, duymuşsundur, böyle karpuzla patlıcan arası bir meyve!! Otobüslerde, yollarda, farklı farklı şehirlerde pek çok insan tanıdım. 25 yaşıma kadar sadece iki defa mekân değiştiren ben, son yedi yılda dört il, üç bölge, altı ev, üç iş değiştirdim. Tek dostun varlığına inanan ben, sayısız insanla tanışıp, pek çok arkadaş ve hatta dost edindim. Fıtratımı zorlayan bu değişikliklerin kalıcı neticeleri de oldu elbet. Şöyle ki; taşınmaya her an hazır ve istekliyim artık. -Bugün hava çok güzel, taşınsak mı? Ev toplama ve yerleştirme konusunda da hızlı ve gayretliyim. Misal, önceleri taşınma mevzuu olduğunda duygusal sarsıntılar yaşarken, şimdi olayı kendi çapımda bir plana bile oturtabiliyorum: “Hepimiz aynı yeri toplamayalım. Dağılırsak daha iyi olur. Sen, mutfağa! Sen, salona! Sen, benimle geliyorsun!” Evde iki kişi olduğumuzu düşünürsek, tüm bu talimatları elbette ki kendime veriyorum... Yeni ve sevimli ilgi alanlarım da var artık. Kolilere hiç dayanamıyorum mesela. Boş, büyük, hasarsız koli gördüğümde “bununla ne güzel taşınılır” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. İçim kıpır kıpır oluyor, benim olsunlar istiyorum. Hatta düzleştirip balkonumda beslediğim üç sokak, bir de cins kolim var. -Bu kolileri niye çöpe attınız beyefendi? -Boş koli onlar... -Ayıp değil mi? Onları bulamayan insanlar var!! Keza, günlük gazetelerime de hiç kıyamıyorum. Okuduktan sonra muntazam bir şekilde katlayıp, ani taşınmalar için bir kenarda saklıyorum. Şaka bir yana; neye tutkunsanız hayat onunla sınar sizi. Ben de “mekân değişikliklerinden haz etmem” dedikçe oradan oraya savruldum durdum. Uçmaya korkarken gökteki kuş oldum, sabit mekân isterken, bildiğiniz seyyah oldum. Hani “ahirette iman, dünyada mekân” derler ya, öyle tahmin ediyorum ki cennete gidebilirsem şayet, her ihtimale karşı cebimde taşıyacağım tek kartvizit olur herhalde: “Cennet Nakliyat” MAYIS2016 KATI 9 DEVLETLERE MEKÂN * OLAN YURTLAR Muhammet Atalay muhammetatalay@gmail.com M MAYIS2016 KATI 10 üntesibi olduğumuz milletin tebarüz etmiş bir özelliği olan göçebelikten midir nedir, ilk tanıştığımız kimseye memleketini sormak olmazsa olmazlarımızdandır. Hele İstanbul gibi büyük şehirlerde bu daha da yaygın, bir de askerlikte. Beş buçuk ay süre ile yaptığım askerlik boyunca kaç kişiye kaç defa memleketimi söylediğimi ancak askerlik yapanlarımız tahmin edebilir. Bir de benim gibi aslen şuralıyım fakat şurada yaşıyorum durumundaysanız soran bir daha soruyor. Artık belli bir süre sonra onu da izah etmekten vazgeçtiğimi hatırlıyorum. Benden askerlik yapacak olanlara tüyo; tek bir şehir belirleyin, onu söyleyin. Hem sonra şafak sayarken de sıkıntı oluyor. Bilen bilir, her asker son 81 gün şafak söylerken kalan günü yerine o günkü plaka numarasına göre ilin adını söyler. Sıra kendi memleketine geldi mi de bir cümbüş yaşanır. Onun için askerlikte memleketin net olmalı, benden söylemesi… Öte yandan Türk sinemasının özellikle kentlileşme, İstanbul, göç temalı filmlerinde “Nerelisin hemşerim” repliklerini ne de çok dinlemişizdir. İzlediğim Hollywood veya Avrupa yapımlarında ise benzeri bir tanışma sahnesi pek hatırlayamıyorum doğrusu. Bunun istisnası ise kovboy filmleridir. Demek ki bu “memleket” sevdasında göç olgusunun ciddi etkisi var. Çünkü biliyoruz ki Amerikalıların dedelerinin neredeyse tamamı uzak kıtalardan göç etmiştir. Fakat şunu da unutmamak lazım ki her ne kadar her birimiz bir memleketi sahiplensek de aslında tarihin akışı içinde bu durumun çok da kesin olması mümkün değil. Anadolu ve Trakya o kadar çok kavim ve devletin boy gösterdiği topraklardır ki, bu sirkülâsyonda kimin nereden geldiğini nereye gittiğini takip etmek geçmişe doğru gidildikçe imkânsız bir hal alır. Fakat uzak geçmişteki hareketliliklerin genelde büyük kitleler halinde ve uzun periyotlarla olduğunu biliyoruz. Oysaki endüstrileşmenin ve küreselleşmenin etkisiyle bu durum hem hızlandı hem de daha küçük boyutlarda, yani fert ve aile bazında olmaya başladı. Yapılan araştırmalardan, insanlığın yüz elli ile iki yüz bin yıl önce Ortadoğu ve Afrika menşeli olduğunu anlıyoruz. Yaklaşık ellinci binden itibaren ise “yurt” kavramının yani yerleşik hayatın benimsendiği kabul edilir. Fakat bu, her kavim için süreklilik arz eden bir durum değil, çünkü içlerinde çok büyük boyutlarda olanları da bulunan göçler ile dünyanın iskânının değişiklikler yaşadığını biliyoruz. Mesela Avrupa dilleri ile İran ve Hindistan’da kullanılan diller arasındaki yapı benzerliği, genel olarak bu dillerin tamamına Hint-Avrupa dilleri, bu dilleri konuşanlara da Hint-Avrupa kavimleri denilmesinin bir nedeni. Bu da bu kavimlerin ortak, üstelik bugünkü coğrafyalarından uzak bir coğrafyadan yayıldığı anlamına geliyor. Her ne kadar bu teoriye karşı çıkanlar olsa da bugünkü coğrafyalara bakarak aralarında bağ kurmakta zorlanacağımız kavimler arasında tarihsel akrabalıklar olduğu bir gerçek. Tüm bunlar kavimlerin yaptığı göçler ekseninde değerlendirilirse bir anlam kazanıyor. En son coğrafi keşiflerle yaşanan bu büyük hareketliliklere yakın tarihte pek rastlayamayız. Ancak ciddi boyutlu bir takım sebepler bunlara göre daha küçük hareketlere sebebiyet verebilmiştir. Dünya savaşları ve sömürgecilik faaliyetleri bu sebeplerden belki en önemlileridir. Bir kavmin yurt kabul ettiği topraklarla ilgili en önemli gösterge, o topraklara ölülerini gömmesidir desek mübalağa etmiş olmayız zannediyorum. Ardından da yerleşik hayatın gereği faaliyetler sayılabilir. Onun için mezarlıklar ve mezar taşları bir vatanın tapusu kabul edilir. Yurt kavramından sonra ise “devletleşme” başlar. Çünkü devletin devlet olabilmesi için önce sınırlanmış bir toprağın olması gerekir. İşte bu toprak yurt olup üzerinde yaşayan kişilere vatandır. Sonrasında ise devletleşmenin olmazsa olmazı “şehir” dünyasının oluşması yani insanların ihtiyaçlarını karşılayabileceği ortamların hazırlanması ve görevlerin paylaşılması ile mesleklerin meydana gelmesi gelir. Elbette devamında da bunların idaresi için siyasetin oluşması izler. Çünkü şehir hayatına kavuşan ve birlikte yaşayan toplum mensupları “mülkiyet”in cazibesine kapılacak ve böylelikle hukuk, iktisat, din ve siyaset kurumları oluşacaktır. Tüm bunları yeryüzünde yaşamış her kavmin başardığını söylemek ise çok zor. Hele ki bunu başaranların içinde bir ülkü meydana getirerek kavmî unsurlar dışında da tebarüz edenler çok daha azdır. İşte bunlara doğu medeniyetlerinden Çin, İslam öncesi İran, Hint, Osmanlı Türkleri, Endülüs –ki her ne kadar coğrafi olarak batıda kurulmuş bir Arap devleti olsa da- batı medeniyetlerinden Roma, Yunan, Bizans, İngiliz-Amerikan medeniyetleri örnek verilebilir. Burada dikkat çeken bir diğer husus da büyük medeniyetler kuran milletlerin adlarının da vatanları ile birlikte anılmasıdır: Çinliler, İranlılar, Yunanlılar/Rumlar, İngilizler, Fransızlar, Moğollar, Türkler, Araplar, İsrailliler buna örnek olarak bir çırpıda sayabildiklerimiz. Bu anlattıklarımdan sonra hangi milliyete neresi “Özyurt” olur bilemem. Bildiğimiz şu: Avrupa kolonyalizmi ve I. Dünya Savaşı sonrası en büyük yurt projeleri bizim yaşadığımız topraklarda yaşandı. Son yıllarda yaşanan büyük boyutlu toplu hareketlilikler olarak mübadeleler, Osmanlı coğrafyasından -özellikle Balkanlar ve Kafkasya’dan- ülkemize yaşanan zorunlu göçler ve Ortadoğu’dan Körfez Savaşı ve iç savaşlar sonucu gelen mülteci akını sayılabilir. Bunlar siyasi gelişmelerin sonuçları olarak yaşanırken, öte yandan aslında her birimiz ya göç halinde ya da göçmen adayı değil miyiz? Üniversite eğitimi, iş kurma, tayin, aile kurma gibi nedenlerle şehirler arasında hareket halinde olmamız, bizi bazen uzun bazen kısa dönemler halinde göçmen yapıyor aslında. Bu sebeple günümüz insanının öz yurdunu daha fazla sahiplenmesi ama insanlığın farklı coğrafyalarındaki zenginliklerine de açık olması gerekiyor. * Bu yazıda istifade ettiğim “Omurgasızlaştırılmış Türklük” (Dergâh Yayınları,2013) eserinin müellifi Teoman Duralı Hocamızı hürmetle yâd ediyorum. SOSYALLEŞEN MEKÂNLAR M ekân kavramı, gündelik yaşam ve kültürün tam ortasında yer almaktadır. Mekânlar, yalnızca işlevsel bakımdan değil, taşıdıkları simgesel ve imgesel kodlar ile de yaşamımızda büyük rol oynamaktadırlar. Postmodernizm ile beraber mekânların önemi ve temsiliyet dereceleri büyük oranda artmış, yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve bazıları ise birer sembol halini almıştır. Parklar, kahvehaneler, kafeler, restoranlar, pastaneler, eğlence yerleri vb. gibi gündelik yaşamı içeren mekânlar, birçok insanın buluşma, karşılaşma, vakit geçirme adresi konumundadır ve sosyalleşme sürecinde hatırı sayılır bir yere sahiptir. Farklı zümre ve kültür seviyesinden insanların bir şeyler içmek ve sohbet etmek amacıyla gittiği birçok mekân, kısa zamanda toplumun sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan bir konuma gelmiştir. Aynı zamanda birçok sivil deneyimin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Gündelik yaşamın konuşulduğu, sosyalleşme ve bireyleşme süreçlerinin deneyimlendiği bu mekânlar, insanları biçimlendirirken insanlar da bu mekânları biçimlendirmektedir. Örneğin yazar ve filozof kişilikler olan Sartre ve Beauvoir, 1938’de sanatçıların buluştuğu Montparnasse’ı kendilerine mekân seçmişlerdir. Yazılarını bugün Paris’in en ünlü kafelerinden biri olan Cafe de Flore ve Deux Magots’da yazmaya başlamışlardır. Toplumsal süreçlerimize katkı sağlayan birçok olay, gündelik yaşamın geçtiği mekânlarda şekillenmiştir. Bazen belirli bir ilgi alanı, belirli bir kitle gerektirdiği gibi bazen ortak bir sohbet zemini ve söylem biçimi sağlamıştır. Örneğin filozof, ekonomist ve devrimci kişilikler olan Karl Marx ve Frederick Engels, Londra’nın Soho semtinde bulunan Red Lion Pub’da seminerler vermiş, tartışmalara katılmıştır. Toplumsal süreçler belli bir mekânda oluştuğu için o mekândan Fatih Ünal etkilenmekte ve gelişen sosyo-mekânsal süreç ile mekân yeniden üretilmekte, yeni bir aidiyet ve kimlik kazanmaktadır. İçinde bulunduğumuz bilgi çağı ile beraber, mekânların geçirdiği/yaşadığı süreçler ve kazandıkları kimlikler değişime uğramaktadır. Hayatımıza giren sosyal ağlar, bireylerin ilişkilerini, iletişimlerini, yaşam biçimlerini, çevreyle olan etkileşimlerini ve sosyalleşme süreçlerini derinden etkilemektedir. Sosyal ağlar zaman ve mekândan bağımsız olarak iletişim kurma, bir araya gelme imkanı sunmakta ve gerçek anlamda yüz yüze görüşme ihtiyacının önüne geçerek bir araya gelmeye duyulan gereksinimin azalmasına neden olmaktadır. Bu nedenle sosyalleşme mekânları, zaman içerisinde dönüşüme uğramakta ve mekânların temsiliyeti ile taşıdıkları simgesel kodlar değişmektedir. Bireylerin sosyal ağlardaki paylaşımları, içinde yaşadıkları toplumun kültürel kodlarını yansıtmaktadır. Sosyal ağlar üzerindeki bütün içerikler kullanıcılar (bireyler) tarafından oluşturulmakta, “katılım ve süreklilik” yani “sosyal olma” ve “sosyal kalma” büyük derecede önem taşımaktadır. Sosyal olduğunu ve sosyal kaldığını bildirmek isteyen birçok birey bulundukları mekânlarda "check in" (yer bildirimi) yaparak konumlarını ve durumlarını sosyal çevreleri ile paylaşmaktadır. Bu sayede bireylerin mekânlara ait sembol ve kimlikleri kullanarak sosyal ağlar üzerinde ilişkilerini güçlendirebileceği ve sosyalleşebileceği yeni ortamlara girmesine olanak sağlamaktadır. Aynı zamanda birey, mekân ile beraber yeni bir kimlik kazanmaktadır. Sosyal ağlarda bireyler, "check in" yapmanın dışında; mekânlar hakkında kamuya açık yorumlar yapabilmektedir. Bununla beraber bireyler, aldıkları hizmet ve çevresel faktörlere kadar birçok şeyi fotoğraflayabilmektedir. Tüm bu fatih.unal@labrus.net iletişim ve etkileşim ile beraber mekânlar yeniden üretilmekte, yeni bir aidiyet ve kimlik kazanmaktadır. Hatta öyle ki sosyal ağlar öncesinde hiçbir önemi olmayan veya bilinmeyen birçok kamusal veya özel mekân bilinir olmuş, yapılan paylaşımlar ile birlikte yeniden biçimlenmiş ve zaman içerisinde dönüşüme uğramıştır. Sosyal ağların kendine has yapısı nedeniyle; içerik, takipçi sayısı, beğenilme oranı/sayısı, yapılan paylaşımların başkaları tarafından da paylaşılabilmesi vb. gibi durumlar kullanıcılar arasında rekabet yaratmaktadır. Bu nedenle bireyler, bu rekabet ortamında sosyal olabilme ve sosyal kalabilme adına hiçbir zaman bulunmadıkları mekânları paylaşımlarına dahil edebilmektedir. Bu da sosyal ağlar üzerinde mekânlarda bulunma/görünme gibi durumların her zaman reel bir duruma karşılık gelmemesine neden olmaktadır. Sonuç itibariyle mekânlar, bireyler ile beraber yaşamaktadır. Mekânlar, bireyler ile bir aidiyet ve kimlik kazanmaktadır. Aynı zamanda toplumsal yapı ve bireysel bilinç, mekân ve biçiminin şekillenmesine büyük oranda etki etmektedir. Bu da mekânların sosyalleşme ve bireyleşme süreçlerinin deneyimlendiği alanlar olmasını sağlamaktadır. Sosyal ağlar ile beraber internet üzerinde de sosyalleşen bireyler, mekânları da beraberinde sosyalleştirmekte ve zaman içerisinde mekânların dönüşümüne katkı sağlamaktadır. Bireyler ve mekânlar arasında yeni ve sürekli bir enformasyon akışı olmaktadır. Bu da gündelik hayatın teatral tarzda mekânlar üzerinden yeniden kurulmasına imkan sağlamaktadır. Kuşkusuz bu süreçte, sosyal ağların kullanım amaçları bireyler ve mekânlar üzerinde daha da belirleyici olacaktır. MAYIS2016 KATI 11 KÜTÜPHANE KÜLTÜRÜ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK Ömer Yalçınova oyalcinova@gmail.com M uhtelif kütüphaneler var. Ben sadece üniversite, vakıf ve belediye kütüphanelerini biliyorum. Üçünün de amacı, işleyişi, açılış kapanış saatleri farklı. Yazımızın konusunu belediye kütüphaneleri oluşturuyor. Diğer ifadeyle yaşadığım kırgınlıklar… MAYIS2016 KATI 12 Belediye kütüphanelerinin sunmuş olduğu hizmet takdire şayandır. Sosyal belediyecilik kapsamı altında her il veya ilçe belediyesi kütüphane açmaktadır. Bunların sayısı gerçekten şaşırtıcı düzeydedir. Örneğin Selçuklu Belediyesi’nin açtığı kütüphane sayısı 15’e yükselmiş, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’ne ait kütüphane sayısı ise 17. Sanırım hiçbir şehirde Kültür Bakanlığı bu kadar kütüphane açmamıştır. Bu yüzden belediyeler, kütüphane alanında Kültür Bakanlığı’nı epey geride bıraktı diyebiliriz. Bunun çeşitli sebepleri olabilir, en basitinden belediye kütüphanelerinde hiçbir kütüphane personeli çocukları azarlayamaz, kütüphaneden dışarıya atamaz, eğer çocuk başkalarını rahatsız etmiyorsa. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum, İl Kültür Müdürlüğü’ne bağlı kütüphane memurlarından çekinirdik, onlara bir şey sormaktan korkardık, kaldı ki rafları karıştıralım, yanımızdaki arkadaşla fısır fısır bir şeyler konuşalım. Belediyeye bağlı kütüphanelerde ise memurdan çok “hizmet alımı”/“taşeron” personeller kütüphanecilik yapıyor. Belki onlar memurlar kadar kütüphanecilik bilgisine sahip değiller; çeşitli eğitim öğretim alanlarından geçmişler; bazısı eğitim fakültesi mezunu, bazısı iki yıllık işletme, hatta içlerinde lise mezunları bile vardır. Fakat onların halkla, öğrencilerle, çocuklarla iletişimleri daha sıcak denilebilir, çünkü bu sıcaklık sayesinde orada bulunuyorlar, gönderilmeleri, işlerine son verilmesi daha kolay. Kütüphane memurlarını ise çoğu zaman kendi müdürleri bile yerinden kımıldatamıyor. Kütüphane memurlarına saldırmak değil amacım. Hepsini aynı şekilde değerlendirmek de yanlış. Onların içlerinde de kitap okuyan, kitap okumayı seven, kitap okuyanı seven, öğrencilerle ve halktan insanlarla iyi anlaşanlar, onlara danışmanlık yapanlar vardır. Bu tip kişilerin sayısı umarım gün geçtikçe daha da çoğalır. Zira bir kütüphane müdavimi için kütüphane personeli çok önemlidir. Acaba o personel kitaplarla ilgili bir soruya güler yüzle, yani oflayıp puflamadan, karşıdakini ikna edebilecek şekilde cevap verebiliyor mu? Kütüphane salonlarındaki sessizliği sağlayabiliyor mu? Bir kâğıt, fotokopi, kalem rica edildiğinde, yardımcı olmaya çalışıyor mu, yoksa suratını ekşitip, her isteğe “yok” diye mi karşılık veriyor? Bunlar önemli, çünkü kütüphanede uzun zaman geçirilir. Bir kitap okuyayım dediğinizde bile en az bir saat oradasınızdır ve bazen bir kapı gıcırtısı, bir sandalyenin gürültüsü, yan masadaki kişinin çiğnediği sakız, iki kişinin fısır fısır birbiriyle konuşması… Sinirlerin gerilmesine neden olabilir. Bu gibi durumlarda kütüphaneci hemen devreye girmeli, ortamı sakinleştirip, ilgili kişiye kütüphane kurallarını rencide etmeden anlatabilmelidir. Sonuçta kütüphaneler ilim yuvalarıdır. İlimden bizim anladığımızsa medeniyet, düşünce, incelik, nezaket, saygı ve sevgidir. Bunun yaşatılması gereken mekânlardan biri de kütüphanedir. Kütüphane açmak işi de arz talep meselesidir. Belediye kütüphanelerin gösterdiği başarı, gelenlerde oluşturduğu memnuniyet, daha çok kütüphaneye ihtiyaç duyuruyor olabilir. Kırgınlığıma gelince; üniversitedeki kütüphanenin sadece vize ve final zamanlarında dolması, belediye kütüphanelerinin ise KPSS, TUS, üniversite hazırlık sınavlarına çalışan kişilerce işgal edilmesidir. Sabah sekizde, hatta kütüphane personelinden önce gelip, gece on bire kadar kütüphanede KPSS’ye çalışan, buna rağmen “Kitap okumaktan nefret ederim!” diyen bir üniversite mezunuyla karşılaşmıştım. Beni kıran cümle bu olmuştu, daha doğrusu bu durum, bu acı gerçek. Kitap okumaktan nefret eden bir kişinin kütüphanedeki hal ve hareketlerini siz düşünün. Aynı masayı paylaştığı kişiyle fısır fısır test çözmesinden tutun, yeni gelen kişilerle masa-sandalye kavgası vermesine kadar… Sık sık arkadaşlarıyla birlikte kalkıp kantine inerken çıkardığı gürültüye kadar… Kütüphaneye sırf bir kitabın kapağını açmak, içinden birkaç sayfa okumak için gelenlere yer bırakmamasına kadar… Kitap okumaktan nefret eden bir insandan herhalde kütüphane kültürüne sahip olması beklenemez. Ondan kitabın saygınlığına, kitap okuyanın değerine dair fikir sahibi olması da beklenemez. İkinci bir husus, internet bölümünden kaynaklanıyor. Maalesef çocuklarımız bir ansiklopedinin sayfalarını açarak ödev konularını bulmayı unuttular, bilmiyorlar. “Abi internet bölümü boş mu?” sorusu kütüphane görevlilerin en çok duyduğu cümledir herhalde. Çocuklar ödev yapmak için internete, bilgisayara muhtaç hale getirildi. Çocuklar tek bilgi kaynağının internet olduğunu sanıyorlar. Henüz kütüphanelerde internet kullanımıyla ilgili bir düzenleme yapılmamıştır. Çocuk, yarım saatte hallettiği ödevinden sonra iki saat boyunca internetin başında boş boş vakit geçirmektedir. Kütüphane bilgisayarından eğlence sitelerine girmeleri diyelim ki bir şekilde engellendi, fakat o bilgisayardan çocuğu koparıp, onu kitaplarla baş başa bırakmanın yolları henüz bulunamadı, çünkü çocuk ödev araştırıyorum diyerek, aklına hiçbir şey gelmese Google’dan fotoğraflara bakıyor, Youtube’dan video izliyor ve çoğu zaman kütüphane personelleri bunun denetimini yapmıyor, sorduğumuz zaman “Usandık onlarla uğraşmaktan” cevabını alıyoruz. 1970’lerde solcular olgunlaşmak, kendini yetiştirmek için hapishaneye girip çıkmak gerektiğini düşünürlermiş. Kemal Tahir’in konuyla ilgili bir soruya “Kendini yetiştirmek için hapishaneye değil kütüphaneye girilir.” mealinde cevap verdiği söylenir. Kütüphanelerimiz gerçekten kendini yetiştirmek isteyen gençlere mi hizmet veriyor, yoksa tek gayesi sınavdan yüksek bir puan alıp, bir an önce hızlı ve kolay yoldan para kazanmak olan gençlere mi? Test çözmek dışında hiçbir gayeyle kütüphaneye gelmeyen kişilerde kütüphane kültürü oluşur mu? YÜZNUMARA BİR MEKÂN: AYAKYOLU T ehlikeli bir konuya nasıl giriş yapılır bilmiyorum ama bir yerden başlamak lazım. Bu sayımızın dosya konusunun “mekân” olarak belirlenmesinin ardından yazmak için hiç düşünmedim desem yeridir, zira her ne kadar mekân denilince normalde akıllara muhteşem yapıtlar, görkemli mekânlar, herkesin anlata anlata bitiremediği yerler gelse de, ben, hepimiz için hayati önemdeki bir mekânı yazmaya karar verdim... Evet, biraz netameli bir konu ama neticesinde hemen hemen her gün birkaç kez ziyaret etmek zorunda kaldığımız, temiz olmasına önem verdiğimiz bu mekân, Doğu ile Batı’yı –hem kültürel, hem sosyal hem de yaşam tarzı olarak- kesin bir çizgiyle ayıran belki de tek mekân… Öyle ki "Alaturka" ve "Alafranga" olarak tam ortadan ikiye ayrılarak isimlendirilen başka bir mekân daha yok. Tarihçiler, bir "mekân" olarak tuvaletin, Doğu’dan Batı’ya geçtiğinde hemfikirler. Batı’da bir mekân olarak tuvalet henüz bilinmezken, Doğu’da mekânlardan bir mekân olarak çok uzun zamanlardan beridir biliniyordu. Araştırmalara göre dünyadaki en eski tuvaletlere, M.Ö 4000’li yıllarda Mezopotamya'da rastlanmakta. Hatta Mısır'da Firavun mezarlarına, banyo ve tuvalet ilave etmek gibi ilginç bir adet bile varmış. Hitit uygarlığında da, dönemine göre bir hayli gelişmiş kanalizasyon sistemi olduğu belirtiliyor. Hakeza Selçuklu, Osmanlı ve Bizans’ta da döneminin en gelişmiş kanalizasyon sisteminin mevcut olduğuna dair bulgular var. Avrupa şehirlerinde modern su tesisatları ve kanalizasyon sistemi ise ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru kuruldu. Kanalizasyon sistemi varsa mekân da vardır, bu sistem yoksa mekân da yoktur. Mekân olarak tuvaletin yokluğu ise, neresinden bakarsanız bakın “nahoş” bir durumun göstergesidir. Ortaçağ Avrupası’nda toplu ölümlere neden olan salgın hastalıkların en önemli sebeplerinden biri, işte bu tuvaletin mekân olarak gelişmemiş olmasıydı. Zira evinde, işyerinde, okulunda tuvaleti olmayan Avru- Kadir Metin Akbaş palılar, bu ihtiyaçlarını buldukları her yerde, sıradan bir işi yapar gibi yapıyorlardı. Evlerde lazımlıklara yapılan “her türlü pislik” hiç tereddüt edilmeden sokaklara dökülüyor; yollarda insanın burun direğini sızlatan küçük su birikintileri, yürüyenlerin üzerlerine sıçrayan çamur deryaları oluşuyordu. Doğu toplumlarında evin penceresinden aşağı halı silkeleme yüzünden ne kavgalar çıkarken, Batı toplumlarında bu kabahatin fersah fersah ötesi, normalmiş gibi karşılanıyordu. Evinde ürettiği her türlü pisliği; büyük, küçük ne varsa pencereden sokağa boca etmek o kadar sıradanlaşmıştı ki özellikle gece sokağa çıkmak zorunda kalan birisi, başına bir lazımlığın boşaltılmasını önlemek için sürekli olarak “elindekine dikkat et” diye yüksek sesle bağırmak, yoldan geçtiğini etrafa duyurmak zorunda kalıyordu. 17. ve 18. yüzyıl Avrupası’nda çevrede insan olup olmadığı hiç önemsenmeden, her yerde “rahatlama” serbestliği vardı. Anlatılanlara göre; şimdilerde müze olarak hizmet veren Paris’teki Louvre Sarayı’nın merdivenlerinde bile ihtiyaç giderilirdi. Bu sebeple İspanya, Almanya ve Fransa'da saraylar leş gibi kokardı. Sarayda bunlar yaşanırken diğer halka açık mekânları ve tabi ki sokakları, tahayyül etmeye cesaret edemiyor insan. Parfüm, fötr şapka ve topuklu ayakkabı gibi şimdinin insanına sıradan gelen gündelik malzemelerin ilk keşfine sebep; mekânsız tuvalettir. En temel ihtiyaç için mekân yapılmaması neticesinde hastalıklar kol geziyor, kötü kokular her yeri kaplıyor, herkesin üzerine pislik bulaşma ihtimali artıyor, şehirlerin fareler, sinekler ve böcekler tarafından basılması sıradan bir vaka olarak kabul ediliyordu. Dünyanın bir yarısı tuvalet nedir bilmezken, bu toprakların insanları, insani ihtiyaçlarını yine en insani yollardan gideriyorlardı. Başta İstanbul olmak üzere, şehirlerimizin temizliği dillere destandı. Batılı seyyahlar hatıralarında; hamamların yanı sıra camilerde, eğitim kurumlarında mükemmel hizmet veren umumi tuvaletlerin bulunduğunu hayranlıkla nakletmektedirler. Osmanlı döneminde umumi tuvalet dendi mi, şırıl şırıl akan sularla, her daim pırıl pırıl mekânlar akla gelirdi. istanbulkadir@gmail.com Bir kültürü başkalarına öğretmek, o kültürde zaman geçtikçe daha da ustalaşmak manasına gelmiyor ne yazık ki. Osmanlı zamanında camilerin tuvaletleri pırıl pırılmış, tertemizmiş, ancak günümüzde böyle değil. Kapsamlı bir araştırma yapılacak olsa, camilerimizin helaları ne yazık ki sınıfta kalır. İstisnalar kaideyi bozmaz, ancak durum bu. En temiz olması gereken mekânların hali ne yazık ki içler acısı. Bu durumun sebebi “Nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakın” özlü sözünün yazılı olması mıdır, nedir? Ne yazık ki her biri ücretli olmasına karşın; sabunu olmaz, tuvalet kâğıdı bulunmaz, duvarları pislik içinde, kapısında sigara söndürülmüş, kilit tutmaz, askılığı kırık daracık mekânlarda pisliğe bulaşmadan def-i hacet görmek büyük bir ustalık istemekte. Duvarları süsleyen birbirinden ilginç edebi yazılar(!) bahsine ise hiç girmeyelim isterseniz. Diğer umumi tuvaletleri görmezden gelsek de, cami tuvaletlerinin mutlaka yeni baştan elden geçirilmesi şart. Tarihe dönüp baktığımızda mekân olarak tuvaletin geçirdiği evreler de başımızı döndürür. Çocukluğumda yaz tatili için köyümüze gittiğimde en çok şaşırdığım husus; tuvaletlerin evlerin dışında olması idi. Mutfak, salon, odalar, balkon, kiler bir çatı altında iken, tuvalet, evden ayrı, biraz uzakta, tek başına farklı bir yerde olurdu. Eskiler, tuvaleti evden uzağa kurarlarmış ki, bu pis iş, evden uzakta olsun. Evden uzakta olsun ama mutlaka dört tarafı kapalı bir mekânda olsun, içinde su bulunsun, temiz olsun, kimse içerideki kişiyi rahatsız etmesin, içerideki kişi de kimseye rahatsızlık vermesin. Şimdilerde apartman kültürüyle yaşayan bizler, sadece kendi dairemizdeki tuvaletin değil, yan komşumuzun tuvaletinin de gürültüsünü çekmek zorunda kalıyoruz. Atalarımızın naif isimlendirmesi ile “yüznumara” ya da “ayakyolu” olarak bilinen tuvaletler, kendi başlarına bir medeniyet göstergesi olarak kabul görmeyi fazlasıyla hak ediyorlar. Şair Özdemir Asaf ’ın meşhur sözünü biraz değiştirip söylersek; bütün mekânlar aynı hızla kirleniyordu, birinciliği tuvalete verdiler… MAYIS2016 KATI 13 ŞAHSİYET OLUŞTURUCU BİR MEKAN: ÜNİVERSİTE Ahmet Çapku acapku@yahoo.com S MAYIS2016 KATI 14 anırım 2000 ya da 2001 yılı idi. Sivas’a yolum düşmüş ve Gök Medrese’yi ziyaret etmiştim. Zamanın akışı bu anıt yapıyı bir kenar mahallenin ortasına itmişti. 1270’li yıllarda inşa edilmiş bu eğitim yuvası restore halindeydi. İlkokullu yıllarımda ders kitaplarında resmini görerek büyüdüğüm bu tarihi anıtın şimdi önünde idim. Girişe, taç kapıya geldiğimde adeta büyülenmiş ve ceketimin düğmesini gayri ihtiyarî ilikleme ihtiyacı hissetmiştim. O ne muhteşem sanat ve ne muhteşem bir heybet idi! Taşlara kazınmış, ete kemiğe bürünmüş görkemli bir düşünce ile karşı karşıya kalmıştım. Bundan yedi-sekiz asır öncesinde bu topraklarda yaşamış atalarımızın ortaya koyduğu mirastan etkilenmemek elimde değildi. Eğitime, sanata, tarihe velhasıl insana verilen değer gözlerimin önünde idi. Mezkûr yapının giriş kısmında bir süre öylece kalakalmıştım. Dışarıdan heybetli görünen yapı bir o kadar da dışarıya kendini kapatmış halde idi. Şöyle ki; eserin içine girdiğimde ortada havuzu olduğu anlaşılan genişçe bir iç avlu vardı. Giriş kapısının sağ ve solunda biraz büyücek odaya benzer yerler vardı. Buralar mescid ve dar-ul hadis imiş. İçeride, talebelerin dış dünya ile irtibatını nerede ise sıfırlayan ve sadece iç avludan gökyüzünün görülebildiği bir alan mevcut. İç avlunun kenarlarında talebe hücreleri/odaları vardı; böylece talebelerin dış dünya ile irtibatları mümkün mertebe kapatılmış olmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki, söz konusu anlayış sadece eğitim kurumlarında değil, mabetler için de geçerlidir. Maksat maddî alakaları azaltıp aklî açılımı çoğaltmak. Başka bir ifade ile amelî/pratik aklı uyarıcı etkileri saf dışı bırakarak nazarî/ teorik aklın kendi üzerine katlanarak yükselişe geçişini sağlamaktır. İnsan, doğduğu yerde değil doyduğu yerdedir, derler. Ancak yine de insan doğduğu yeri unutamaz. Mekânın insan bilincine etkisi ömür boyu devam eder. Özellikle çocukluk ve gençlik yıllarında bilinçte oluşan intibaların etkisi daha belirgin ve kalıcıdır. Her şeyden evvel insan, duygu ve akıl varlığıdır. Duygu halinden akletmeye geçiş, yaşın ilerlemesi ile irtibatlıdır. Çocukluktan gençliğe ve oradan olgunluk yaşlarına doğru ilerledikçe, insan bilincinde oluşan birikim duygululuktan akıllılığa, tecrübeye doğru bir geçişkenlik gösterir. Şu halde idraki etkileyen şeyler, somuttan soyuta doğru yol alır. Bu yürüyüşte çocukluk ve gençlik dönemlerinde duyguya hitap eden nesnel varlıkların etkisi daha fazla ve kalıcıdır. Buna göre kişiliği oluşturan unsurlar arasında içinde yaşanılan mekânın, yani somut varlıkların daha çok etkisinin olması duygululuk döneminde meydana gelir diye düşünebiliriz. Beşerden insan olmaya doğru yürünen yolda duygu ve aklın eğitiminin önemi ortadadır. Aklîleşme yolunda en ileri aşama herhalde üniversite olsa gerektir. Duygululuktan (maddî tikellere bağımlı olmaktan) aklîliğe (maddeden bağımsız olmak) gidilen yolda bu mekân, kişinin şahsiyetinin de şekillendiği yer olacaktır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak şunları dile getirebiliriz: Özellikle yirmili yaşlardaki genç insanların eğitim yuvası olan üniversite, bir gencin aklîleşme ve şahsiyet kazanmasına hem görsel hem de düşünce planında yardımcı olmalıdır. Görsellik planında ilk akla gelen husus, özellikle üniversitenin mimarisidir. Eskilerin “külliye” dedikleri, bizim bugün daha çok “kampüs” kelimesi ile ifade ettiğimiz mimari bütünlük içinde, gencin duygusuna ve aklına hitap edecek bir görünüm önemlidir. Onun için üniversite mimarisi geçmişten izler taşıması yanında günün icaplarını yansıtan bir kapasiteye sahip olmalıdır. Buna göre üniversite binalarının mimarlarının mimarlık bilgisi yanında tarih, doğa, sanat ve psikoloji bilgisine de sahip olması beklenir. Eski üniversitelerin mimarî yapılarına bakılınca, tıpkı Gök Medrese mimarisinde olduğu gibi, insanı cazibesi altına alan ve insanda yücelik, tarih ve estetik bilinç kazandıran bir görünüm arz ettikleri görülür. Bu bağlamda mesela 1096’dan bu yana eğitim yapan Oxford Üniversitesi, 1209 doğumlu Cambridge Üniversitesi ve daha sonrasında Batı dünyasında vücut bulmuş üniversitelerin binalarının görkemli yapısı, oraya adım atanlarda sözü edilen duygu ve bilinci uyandırır niteliktedir. Dış görünüm yanında zengin programları ile dünyanın her yanından güzide beyinleri kendilerine çekmektedirler. Anılan üniversitelerin sloganları, amblemleri bile neleri içerdiklerine, neleri önemsediklerine işaret eder. Bunların bir kısmının aydınlanma öncesi Avrupa’sında ortaya çıktığını ve dolayısıyla söz konusu yapıların ilgili dönemle irtibatlı olduğunu hesaba katmamız lazım. Bu cümleden olarak Oxford Üniversitesi’nin ambleminde Zebur’dan bir alıntı vardır: “Dominus Illuminatio Mea/Rab, benim ışığımdır” (Ayet: 21/1). Harvard Üniversitesi’nin ambleminde ise “Veri-tas/Hakikat” yazılıdır. Bu ifade hem antik Roma düşüncesi hem de ahlakta “doğruluk” erdemi ile ilgilidir. Özetle ifade edilirse üniversite, insanın duygu varlığı olmaktan akıl varlığı olmaya yol aldığı bir eğitim mekânıdır. Aklın terbiyesi bağlamında, Mevlana’nın pergeli misali, kişiyi kendi köklerine bağlayan ve bu arada dünyaya açılımını sağlayan unsurların üniversitede olmasını beklemek tabiidir. Bu cümleden olarak mimariden programa, amblemden slogana, sahalarında uzman hocalardan üniversiteyi destekleyen sivil kuruluşlara kadar üniversite, yetişmekte olan talebelere şahsiyet kazandıran bir mekân hatta bir yuva olmalıdır. Sözü edilen yuva, talebenin sadece diploma aldığı bir mekân değil onu ömür boyu aklen besleyen ve duygu yönü ile de kendine bağlayan özellik arz ettiği takdirde bir milletin düzgün işleyen hâfızası ve nâtıkası olmayı hak edecektir. DAR BOĞAZLAR ve GEÇİTLER ÜZERİNE İ nsanoğlu nedendir bilinmez, tarihi kendi ömrüne denk gelen diliminden öteye bir uzamla kavramakta zorlanır. Mekânı ise bir yaşam alanı olarak işlevsel bir anlamla bütünleştirme eğilimindedir. Yaşadığı yer dağlık bir coğrafya ise, doğrudan günlük hayatın getirdiği sebeplerle dağların ardındaki bilinmez tehditler yahut dağların kendisine sağladığı güvenlik duygusu coğrafyaya anlam yüklemesine neden olur. Deniz kıyısında yaşayan bir kişi daha çok ufka baktığında görebileceği bir yabancı misafirin bekleyişi içindedir. O misafir bazen üretilen ürünleri değerlendirecek bir tüccar, bazen de elde avuçta ne varsa yağma edecek bir korsan gemisi olabilir. Belki de bu nedenle farklı zaman ve mekân bileşimleriyle düşünerek sonsuz sayıda farklı dünya algısına ulaşmak mümkün olabilir. Yeryüzünde öyle yerler vardır ki üzerinde yaşayıp giden halkların kavrayışının ötesinde tarihin derinliklerinde çok daha farklı anlamlara bürünmüş, ancak zaman içinde o anlamlar unutulmuş sadece ilgili olan çok az kimsenin hatırasını yaşadığı mekânlara dönüşmüştür. O mekânlar adeta tarihin boğum noktaları olarak kendi büyüklüklerinden beklenmeyecek olaylara sahne olmuş, ancak zamanla unutulmuş alelade bir hale bürünmüştür. İnsanoğlu kendi devrini bilir, onu hatırlar onu anlatır. Eski çağları, akrabası olmayan kişilerin tarihini çokça merak ettiği söylenemez. Yahut bugün yaşadığı olaylar gelecekte hatırlanacak mı, ne kadarı hatırlanacak, gelecekte yaşayacaklar için ne anlam ifade edecek diye kendi kendisine sorduğu da pek vaki değildir. Pers Kralı Kserkes’in ordusu baş döndürücü büyüklükte bir insan, hayvan ve alet, giysi ve silah seli ile Atina üzerinde sefere çıkarken, binlerce yıl sonra kendi hikâyesinin nasıl anlatılacağı hakkında durup düşünmüş müdür bilmek zor. Ama Yunanistan üzerine yürümekte olan ordusu karşı kıyıya geçebilsin diye Hellespontos1 ’da hazırlattığı köprü büyük bir fırtına ile parçalanıp atılınca çılgına döndüğünü biliyoruz. Herodot’un anlattığına göre; derhal Hellespontos’a üç yüz sopa çekilmesini ve bir çift bukağı takılmasını emreder. Cellat- Ufuk Özer ufukozer@gmail.com lar gönderip, Hellespontos’u kızgın demirlerle dağlatır. Bir yandan denizi döverken çılgın ve fena küfürler savurmayı da ihmal etmeyeceklerdir. “Deniz, deniz, sana bu cezayı efendin çektiriyor, çünkü ondan hiçbir kötülük görmediğin halde, sen ona kötülük ettin. İstesen de istemesen de Büyük Kral seni geçecek. Hiç kimsenin sana kurban kesmemesi haklı, çünkü sen suları pis ve acı bir dereden başka bir şey değilsin”2 . Kserkes, denize uyguladığı cezalar bitince köprü yapımında görevli olan herkesin kafasını kestirmeyi unutmadı. Yeni bir köprü kurulması emrini verdikten sonra Sardes’e yürüdü. Abidos’a vardıklarında Kral’ın içinde bir güvensizlik duygusu iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştır. Gücünden emin olmak için ordusu defalarca teftiş eder, çokluğundan denizin suyunu görünmez kılan gemilerine manevra ve tatbikatlar yaptırır. Ordusunu tepelerde kurulan karargâhından seyrederken tüm okçuları aynı anda ok fırlatacak olsa, gündüz vakti güneşi karartacak kadar çok askerleriyle gururlanır. O büyük gurur anında birdenbire ağlamaya başlar ve neden ağladığını soran amcasına şöyle söyler; “Şunun için ki, insan ömrünün kısalığı geldi aklıma, yüreğim kabardı, gözlerimizin önündeki şu insanlardan, şu kalabalık içerisinden, yüz sene içinde bir teki bile kalmayacak!” Kserkes’in ordusu aydan bakılsa görülecek devasa bir çekirge sürüsü gibi nehirlerin suyunu içip kurutarak, yol üzerinde yiyecek ne denk gelmişse yiyip tüketerek Ege denizinin doğusundan Trakya’yı, Makedonya’yı, Thessalia’yı geçip Thermopylae’ye varır. Thermopylae dar bir geçit, bir kere geçildi mi Atina’ya kadar yolun açık olduğu bir nihayet noktasıdır. Dağlar arasındaki bu dar geçitte kendisini bekleyen az sayıdaki Yunan’ın korkup kaçmasını bekler ama beklediği gerçekleşmez. Kserkes o bir avuç Yunan’ın neden kaçıp gitmediğini anlaması için gönderdiği atlı gözcü dönünce iyice şaşkına döner. Zira gözcü ona üç yüz kadar askerin yarısının kılıç talimi yaptığını, diğer yarısının ise özenle saçlarını taradığını haber vermiştir. Kserkes bu işe anlam vermekte zorlanır, anlatılanın altındaki gerçeği, yani bir avuç Yunan’ın ölmeye ve son nefeslerine kadar öldürmeye hazırlandığını anlayamaz. Thermopylae’de savaş birkaç gün sürer. Bu dar geçitte Kserkes’in devasa ordusu bir anlam ifade etmez. Savaşı Persler’in lehine döndüren şey bir ihanet olacaktır. Bir hainin verdiği bilgiyle Persler dağlardan geçen bir patikayı kullanarak düşmanını arkadan kuşatıp yok eder. Leonidas’ın cesedini buldurur, başını kesip kazığa geçirerek zaferini ilan eder. Ancak bundan sonraki bütün savaşları kaybedecektir. Kserkes’in içine düşen kurt giderek büyüyecek; ya Leonidas’ın yazgısı kendisinin başına da gelirse diye düşünmeden edemeyecektir. Ya ordusunu karşıya geçirdiği Hellespontos köprüsü Yunanlar tarafından yok edilirse? Düşmanının zafiyetini kendisine bildiren hain gibi başka hainler bulunamaz mı en zayıf noktasını düşmanına söyleyecek! O zaman ordusu Avrupa’da kalır mahvolurdu. Kral’ın artık tek düşünebildiği bir an önce oradan savuşmaktır. Daha savaş bitmeden savaş meydanından kaçar, ülkesine döner, saltanatı boyunca sadece ihtişamlı sarayı ve sarayındaki kadınlarla ilgilenir. Bu hikâye/efsane bize mekânları insan ömrünü hayli hayli aşan tarihi içinde yeniden düşünmek gerektiğini anlatmıyor mu? Herodot’tan 2400 yıl sonra bugün biz Hellespontos üzerinde yaşananların hikâyesini anlatacak olsak neler anlatırdık, sularının hala pis ve acı oluşunu mu? Feribotta çayımızı yudumlayarak geçtiğimiz bu “dere’nin” üzerine hala bir köprü kuramadığımızı mı? Yüzyıl evvel burada zırhlı gemiler, ağır toplar, makinalı tüfekler ve süngülerle beş yüz bin kişinin öldüğü devasa bir savaşın yaşandığını mı? Anlatacağımız şeyler Herodot‘u hayretler içinde bırakır mıydı gerçekten? Bilemiyoruz. Belki de tek bildiğimiz “…gözlerimizin önündeki şu insanlardan, şu kalabalık içerisinden, yüz sene içinde bir teki bile kalmayacak!” ama aynı yerlerde farklı hikâyelerin yaşanmaya devam edeceğidir. Kim bilir! DİPNOTLAR: 1- Çanakkale Boğazı 2- Herodot’la Yolculuklar, Ryszard Kapuściński, (Çev. Osman Fırat Baş), Habitus Yayınları, 2012. MAYIS2016 KATI 15 S DOSTLUK ve DELİLİK avaşı başlatan "ya sonra" sorusunun tereddütlüğü ya da "sonrası yok" umursamazlığı arasından sıyrılmaya çalışma çabasıdır. Mantık, masalını okuyup aklı uykuya yatırdıktan sonra galip, duygu olur ve tüm endişelerin bittiği noktada delilik başlar. Sonra derinden gelen, yaklaştıkça uğultusu artan bir ses dalgası kafayla bedeni ayırır. Artık ikisi de farklı coğrafyadır. Birinde güneş doğar, birinde fırtına kopar. Biri aşkı arar, biri nefreti kollar. Biri dünyaya küfreder, biri dünyayı omzunda taşır. İkisi de tekin değildir. Güvenilmeyecek kadar cesur, kör bir kuyu gibi belirsiz, sorgulanamayacak kadar pervasız ve hadsizdir. MAYIS2016 KATI 16 Kimisi normalleşemeyenler olarak tanımlar onları, kimisi de düşünmeme imkânsızlığını öğütler onlara. Hâlbuki bilmezler, yıllar yıllar önce kaptıkları bir virüs vardır onların ve bu virüs, öyle yataklara falan da düşürmeyen cinstendir. Beyin kemirir, uykusuz bırakır, oradan oraya koşturur, dünyayı sorgulattırır. Sorguladıkça bir yere ait olamama hissi ve kendi bağımsızlığını ilan eden içe yolculukları başlar ve bu iki ayrı coğrafya ancak orda birleşir. Bu kimine göre deliliktir ve delilik, tüm endişelerin bittiği noktada başlar. Sonrası hep aynı sarmaldır, ta ki akıl uyanana dek. Belki de bu delilik tanımı bize, yani küçük şehirlerin "büyük insanlığı"na aittir. Biz ağız dolusu güler, gözlerimiz şişene kadar ağlarız. Öyle yapay, sıradan mutluluk ve hüzünlerimiz, kör egolarımız, bıçak gibi keskin inatlarımız, ısırgan dilimiz yoktur bizim. Yaptığımız, okuduğumuz, dinlediğimiz, öğrendiğimiz her şeyi paylaşmak Z Elif Bolu Türker elifboluturker@gmail.com isteriz. Yol arkadaşımız dediğimiz dostlar biriktiririz mesela. İyiyi, güzeli, doğruyu anlatırız. Yaptığımız işler dünyanın en önemli işiymiş gibi davranır, biz olmazsak dünya yıkılacakmış gibi çalışırız. Bu arada gerçek ne; doğru, mutlak mı falan diye sorgulamayız büyük şehirlerin kozalanmış insanları gibi. Çünkü gerçek, küçük şehirde büyük hayaller kurma, kendine, hayata, insanlığa inanma ve kendini var etme çabasıdır bize göre. Oysaki insanların birbirine ve hayata yabancılaştığı bir hayat var şimdi. Çoğu insanın kulağı sağır, çoğu insan da dilsiz oldu. Kurgulanmış mutluluklarla yalandan güzel hayatlar yaşanıyor. Bir suskunluk sarıyor ilişkileri. Herkeste bir yere yetişecekmiş gibi koşturma var sanki. Oysa kimsenin yok öyle bir yeri. Sürüden ayrılmak bilinçli tercih, ancak sürü dışında yapılanlar asıl olan. Yani sadece sürüden ayrılma direncini göstermek değil güçlülük. Güçlü olmak, doğru yol arkadaşlarıyla yola devam etmek, hem yürümek, yürürken de konuşabilmek. O yol arkadaşları için şiirler ezberlemek, kitaplar okumak, yeni müzikler keşfetmek. O yol arkadaşlarıyla hayatımızdaki inişleri ve çıkışları paylaşmak. Bu yüzden bizler için değerli olan duygularımızdır kurduğumuz dostluk ilişkilerinde. Kimisi anlamlandıramaz bunu. Duygularımızı silah gibi kullandığımızı düşünür ve yanılır, çünkü silah gibi kullanıyor olsak bile silah, bize çevrilidir. Belki biraz boğucudur bu, ama soluksuz bırakmaz, aşk gibi karında kelebekler uçuşturmaz, ayakları yerden falan da kesmez mutluluktan ama zihni aydınlık tutar, diri tutar. Çünkü dosta anlatacak şey biriktirmek ister insan. Mesela baharın güneşli bir gününde birdenbire bastıran yağmuru ya da bir akşamüstü güneşle ayın nöbet değişimini anlatmak ister. O yüzden bekler gökkuşağının çıkmasını, ilk yıldızın parlayışını. A.Kadir’in (İbrahim Abdülkadir Meriçboyu) şiirinde de dediği gibi “başımıza gelen bütün bu şeyler dünyada olmamaktan daha iyi. Hem bizim için hasret falan da neymiş ki? Sen orda yıldızlara bakar dalarsın, ben burada bir cigara yakar dalarım. İşte bu olur biter…” İlk satırlarda bahsettiğim iki farklı coğrafyanın yollarının kesişmesi gizli sanki bu satırlarda. Mesafeler, mekân farklılıkları, zaman kayıpları, hayat koşturması anlamsızlaşır gerçek ve doğru olduğuna inandığımız yol arkadaşımızla. Ayrı yollarda geçirilen vakit, bir kahve molasından uzun değildir bizler için. Bir ermişin anlatacağı kadar çok hikâye biriktirmişizdir bu arada. Yeter ki mantık en güzel masalını anlatsın, akıl en derin uykusuna yatsın ve duygu zafer şarkılarını söylesin. Peki ya delilik nerde? Sende, bende, bizde... O halde yaşasın delilik! MEMLEKET SAAT AYARI or zamanlar yaşıyor günümüzde insan zor mekânlarda. Bilmiyoruz belki de hep böyleydi bu işler bu dünyada, yoksa şimdi mi iyice sıkıştı bir çıkmaza insan. Ya aynı şey ise zaman ve mekân; ya gökte gördüğümüzü sandığımız Ay, aslında onun 1¼ saniye önceki hali ise; ya gördüğümüzü sandığımız Güneş, 8½ dakika önceki halinde ise neyi gördük biz o zaman? Sosyal medyaya soralım hele, uzay-zaman konusu da tartışılsın hemen. Herkes saçmalayacak bir şeyler bulur elbet. Onca çokbilmişliğimizi, kibrimizi, arsızlığımızı kazıdıkça görüyoruz ki, ne zamanı ne de mekânı yerli yerine oturtabilmişiz. Belki de küçüklüğünden olmalı aklımın, çok geç anladım Bursa’daki Koza Han’ın Amerika’nın keşfinden bile daha eski olduğunu. Demek ki burnumun dibindeki bir mekânı bile zamana oturtamamışım… Oysa biraz kışkırtsanız- “Ver coşkuyu” mu ne diyorlar şimdi- üç saat susmadan konuşurum. Uzun uzadıya CV’ler çalışmam boşuna. Çocukken gözüme dev gibi görünen evler şimdi birer yıkıntı. Oysa ne düğünler ve ne ölümler gördü o evler; ne kahkahalar, ne acılar… Laf yokmuş gibi, dağ gibi adamdı yahu ölüm ona hiç yakışmadı demeler falan filan… Neyin yakışıp yakışmadığı da hep bize kalmış sanki… Necmi Gürsakal negursakal@gmail.com yazmayacağım filan desem de yalan. Herkes gibi ben de elbet kapılmış gidiyorum arsızlığımın rüzgârına. Bilgisayarlar hiç acımadan, “Öyle mi demek istedin, böyle mi demek istedin?” diye tüm köpeklerini hatalarımın üstüne saldığında azıcık toparlansam da, bir çeyrek sonra yine başlıyorum olanları unutmaya. İşime geldiği gibi zamanla hep oynayabileceğimi sanmaya koşullanmışım bir kere. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bakmak istesem de Bursa’ya, onun baktığı yerden bakmaya Çocukluğumuzda ağır ağır geçmek bilmeyen zaman neden şimdi koşuyor? Zaman mı akıyor, yoksa biz mi onun içinden koşa koşa geçiyoruz, bununla da uğraşıyor fizikçiler. İyice suyunu çıkardığımız o özçekimlerle mi durduracağımızı sanıyoruz zamanı ve mekânı yoksa… Her saniye eşe dosta konum atıp mı hükmedeceğiz yoksa mekâna… Saçmaladıkça savruluyor, savruldukça saçmalıyoruz. Sözcükler sakız oluyor ağzımızda, zamanı da mekânı da çiğneyip, orasından burasından çekeleyip duruyoruz durmadan. Ne yaptığımızı sorsanız, gün kısa gelir anlatmaya. Çoktan unuttuk bilgisayarın üstümüze saldığı köpekleri… BİR HAKİKAT MEKÂNI: MEKKE Ahmet Dağ M ekân, insandan önce yaratılmıştır ve insan, mekâna iskân edilmiştir. Hatanın diyeti bir mekândan bir diğer mekâna hicreti yaşamaktır. Yaratılmış bir varlık olarak mesken inşa etmiş ve meskûn bir varlık olarak mekânda yaşamıştır. Mekânın yaratıcısı insana mekânı yapma yetisi veren varlık, O’na –Âdem ve İbrahim’e- mekânı/Kâbe yapma emrini verdi. Dünyanın kalbi ve insanlığın ilk şehri olan Mekke, Ummu-l Kura yani şehirlerin anasıdır. Dünyanın rahmi, yani rahimdir ve rahmettir. Binlerce dağla sübut ettirilmiş bir beldedir. Müminin sabitesi, veçhi ve kıblesidir. Bekke yani Mekke, Âdem’le Havva’nın buluştuğu Arafat, İbrahim’in (A.S.) muradı ve tevhidin mekânıdır. Hz. Peygamberin (A.S.) hakemliği, ayrılırken ardına bakıp döneceğini hissettiği ocağın/dasein adıdır. Ve Beytullah, İbrahim’in (A.S.) vazife bilincinin mücessem halidir. Müminin girdiğinde güven bulduğu yerdir. Âdem ve Havva’nın vuslatı, İbrahim ve İsmail’in emeği, İbrahim’in hicreti, Hacer’in “ekinsiz yerde” intizarı, İsmail’in gözyaşı ve makberidir. Abdullah b. Mesut’un okuyuşu ve Resul’ün hükmü yani hakemliği, Ebrehe ve Ebu Cehil’in hezimetidir. İnsanlığın anavatanı ve Müslüman’ın hasreti Mekke, dünyanın cüzüdür. “İnsanlığın ilk evi” ve Mekke’nin özü Kâbe, lüks, şatafat, estetik ve hendese kaygısından uzak, sıradan bir ustanın yapabileceği gibi yalın fakat büyük bir mananın temerküzüdür. Yunus’un kalbe benzettiği bu mekân, her Müslüman için sılanın hüznü, vuslatın mesruriyetidir. Bu mekân; aziz yapının/Kâbe’nin bir bardakta görselliğine şahit olan oğlumun üç yaşındaki günahsız dilindeki duası ve mümeyyiz kalbindeki hissedişidir. Şahsımın da kemalat çağı olarak gördüğü kırk yaşında olma duasının karşılığıdır. Ömrün yaşanmış en güzel, en manalı üç yıl üç ayıdır. İlk müşahedesinde zihnini rasyonaliteyle, spekülatif kurgularla inşa etmiş bir adamın akıldan inşa ettiği tüm yapıları yıkan sübutun mekanıdır. İnşa edilmiş tüm sanal ve simülatif dünyanın karşısında dünyanın özeti ve hakikatin adag29@yahoo.com mekânı ve seferi olmadığınız asli vatanınızdır. Dağ bir çağrıdır, şahit ve mühürdür. Mekke, -şahit olan- dağların yıkıldığına şahit olunan ender şehirlerden biridir. Düzlenip yerine oteller ikame edilen dağ olmasa da siz Harem’in avlusundayken yok edilen Cebeli Ömer tarafına hüzünle bakıp, Ömer’in (R.A.) heybetini düşlersiniz. Tüm yağmaların ve hatıratların yok edilmesine rağmen tavaf ederken yıkılıp yerine ikame edilen saltanatın meskeni sarayı değil, mağlup müşriklerin sıralandığı Ebu Kubeys’i hatırlarsınız. Say’dayken dağın köklerinin bırakıldığı Safa’dan Merve’ye Hacer hissiyatında giderken Safa’da bıraktığı İsmail’ine su arayan Hacer’in havf ve recasını yaşarsınız. Acılı ve hüzünlü yedi geliş-yedi gidiştir bu yürüyüş… Denizin med-ceziri insanın med-cezirine dönüşmüştür. Merve’ye giderken İsmail’in gözyaşı gözünüzde, Safa’ya dönerken İsmail’in ağlayışı kulağınızdadır. Her ağlayan çocuğun gözyaşı ve ağlayışı, İsmail mesabesinde bir hatırattır sizin için. Cebeli Nur’a çıkıp Harem’e baktığınızda Resul’ün günahtan kaçışını, kavminin haline hüznünü, refikası Hatice’nin Mekke sıcağındaki rızkı taşıyışını, kutlu yürüyüşünü ve sadakatini düşünürsünüz. Hira’ya sığındığınızda Resul’ün yükünün ne kadar ağır olduğunu düşünür, Sevr’e çıkışınızda mağara arkadaşı Ebubekir’in kaygısını, Resul’ün teskin edişini ve bir devrim yürüyüşünü anlarsınız. Müşriklerin Müslümanlara ambargo uyguladığı Ebu Talip Mahallesine yöneldiğinizde zalim-mazlum, iyi-kötü kavramlarının temerküzü ve müşriklerin zulmünün mekânını müşahede edersiniz. İlk şehit, Anne Sümeyye’nin çığlığını, Baba Yasir’in inleyişini kulağınızda duyar, gencecik Ammar’ın hüznünü kalbinizde hissedersiniz. Mekke’den Taif ’e giderken zor bir yolculuğu, dönerken Köle Attas’ın bahçesine uğrayarak Resul’e hizmet eden bir kölenin asaletini ve müşfikliğini yâd edersiniz. Gece-gündüz kavramlarının geçersiz olduğu, sürekli ibadetin ve hareketin tek mekânı Kâbe’dir. Sabah ve akşam serinliğinde tavaf ederken yalnızca siz tavaf etmezsiniz. Müminlerin dua ve Kuran okuyuş seslerine, cıvıltısı eklenen kuşların müminlerle birlikte dönüşüne şahit olursunuz. Bu dönüş tüm samanyolunun dönüşü gibidir. Kâbe’yi tavaf eden insanları seyrederken Âdem’den beri geçip gitmiş insanları düşünür ve Zarifoğlu’nun “Bir değirmendir dünya” sözlerini mırıldanırsınız. Merkez haline getirilen insanın/ hümanizm terk edildiği tüm dillerin, milletlerin, renklerin, sınıfların, soyların ve sopların ortadan kalktığı KUL, İNSAN ve MÜMİN kavramlarının geçerli olduğu tek boyut ve tek merkez Kâbe’dir. Kâbe’de insan ve sohbet başkadır. Mekânın sirayet ettiği insanların gözleri parlar. Milletini ve sınıfını terk eden insanlarla bu aziz mekânda “Kahve Arabi” içmek ve “hurma/ temr” yemek başka bir zevktir. Zamanın ve mekânın tek düzleme indirgendiği tek mekânda zamanın süreye/ duree indiğini yaşarsınız. Mekanik zamanı terk edip biyolojik mekânı yaşarsınız. Ramazan ise bambaşkadır. Yeryüzünün en mütevazı fakat en bereketli sofrasıyla -temr ve zemzem en lüksü bir ekmek belki yoğurt- iftar açarsınız. Yorucu bulunan teravih namazı bitmesin istersiniz. Çölün sesi olan Sudeysi’nin ve Mahir’in kıldırdığı namazın huşusunu yaşarsınız. İki-buçuk saat sürer fakat ne yorulma ne sıkılma hissedersiniz. Bazen imam, bazen siz, bazen de yanı başınızda kardeşiniz ağlar. Ve O’na her gidiş ve O’nu her görüş bir heyecandır. Dönmeye on gün kala ağlamaya başladığınız aziz bir mekânın adıdır. Bir yüreğin 3 yıllık duası Kâbe imamı Mahir’le buluşma ve dua –ilim sahibi olması için-, bir yürek çarpışı ve gözlerdeki parıltı bu mekânın bereketidir. “Baba, her Mekke ve Medine’ye gidişte neden bu kadar heyecanlanıyorsun” sorusuna karşın “Sen heyecanlanmıyor musun?” sorusuna, küçük bir dile, “ben de heyecanlanıyorum” dedirten aziz bir beldenin adıdır MEKKE… MAYIS2016 KATI 17 SANAL GERÇEKLİK MEKÂNLARINA HOŞGELDİNİZ! Serhat Dalgalıdere se.dalgalidere@gmail.com G MAYIS2016 KATI 18 ünümüzün en popüler teknoloji gelişmelerinden biri olan “Sanal Gerçeklik” konusunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Dergimizin dosya konusu “mekân” olunca sanal gerçeklikte oluşturulan mekânlardan söz etmeden olmaz diye düşünüyorum. Son dönemde hızla gelişen teknolojiler ile sanal gerçeklik, insanların kendilerini farklı mekânlarda hissetmelerini sağlamayı başardı. Öncelikle “sanallık” kavramının ne olduğundan kısaca bahsedelim. Wikipedia’da sanallık kavramına baktığımız zaman karşımıza şu tanım çıkmakta: Latincedeki virtualis kökeninden gelen sanallık, kavram olarak var olmayan ancak sanrılarla var olduğu kabul edilen şeyler için kullanılmaktadır. Türk Dil Kurumu'nun karşılığını “sanal” olarak belirlediği “virtual” gerçekte var olmayan kavramlar, olgular ve mekânlar için kullanılır; terimin kökü “sanmak” fiilinden gelmekte. Dolayısıyla sanal bir kavram gerçek ya da var olan değildir. Ancak yine de gerçeğin karşıtı da; yani sahte ya da yanlış da değildir. Sanallık tanımına baktığımız zaman benim en çok dikkatimi çeken cümle şu oldu; “Sanallık ancak yine de gerçeğin karşıtı da; yani sahte ya da yanlış da değildir!” Sanallık, insanların belki de istedikleri zaman farklı mekânlara gitmek istemelerinin getirdiği bir yenilik olabilir. Yani, insan istediği zaman istediği yere farklı birçok sebepten dolayı gidememekte, bazen maddi bazense manevi nedenlerden dolayı gidemediği birçok mekâna insanı “sanal gerçeklik” götürebilmektedir. Sanal gerçekliğin geldiği son nokta gerçekten tüyler ürpertici. Yaptığım araştırmalar sonucunda vardığım kanı; Samsung’un geliştirdiği sanal gerçeklik gözlüğünün bu konuda en iyi sonuçları verdiği yöndedir. Geliştirilen 360 derece çekim yapabilen kameralar ile görüntüler kayıt edilmekte ve bu görüntüler gelişmiş yazılımlarla birleştirilerek sistemin içine entegre edilmekte. Böylelikle yazılım ve çekim sisteminden dolayı gözlüğü taktığımızda başımızı nereye çevirirsek çevirelim, önceden kaydedilen görüntünün kusursuz birleşimi sayesinde kendimizi inanması güç bir sanal gerçeklik içinde bulmaktayız. Gözlüğü taktığımda ilk olarak düşündüğüm husus şu oldu: 3D teknolojisine sahip televizyonlarda izlediğim deneyimin bir ileri seviyesi ile karşılaşacağımı sandım... Fakat başımı aşağı doğru çevirdiğim zaman karşımda duran kişinin ayaklarını gördüğümde, gerçekten çok şaşırdım. Daha sonra başımı sağa ve sırasıyla arkaya çevirdiğimde, her bir hareketimde, farklı insanlar ile karşılaştım. Kusursuz bir görüntü birleşiminin ve sistem yazılımının eseri olan bu sanal gerçeklik, bilişim uzmanı olarak beni hayrete düşürdü. Aklıma ilk gelen soru şu oldu: Acaba bu görüntü teknolojisi ile insanların gitmek istedikleri birçok mekân çekilerek bu sistem aracılığıyla sanal bir gerçeklik yaşatılabilir mi? Sorumu sorarken cevabın aynı anda başka bir yerde gerçekleştiğini daha sonra internette yaptığım araştırmalar ile öğrendim. Bu sistemin aslında daha önce cep telefonlarında var olan panorama çekimlerinin benzeri olan bir teknoloji olduğunu, fakat daha da geliştirilmiş versiyo- nu olduğunu fark ettim. Görüntüler 360 derece kayıt edilerek birleştirme yöntemi ile sistem içerisine atılıyor. Bu sistemle beraber gözlüğün kendi içerisinde olan komut sistemi ile birleştirerek sanal gerçeklik kusursuz noktalara taşınmak isteniyor. İsteniyor diyorum çünkü teknoloji ve bilim konusunda herhangi bir kesin yargıya asla varılamayacağını düşünüyorum. Daha iyisinin, daha iyisinin, hep daha daha iyisinin çıkacağına inanıyorum. Gözlük içerisinde sensör sistemleri ile sağa ve sola başımızı çevirdiğimiz zaman gözlük bunu komut olarak algılıyor, tıpkı klavye üzerindeki yön tuşları gibi emir veriyor. Böylelikle başımızı sağa çevirdiğimiz zaman sağ taraftaki kamera ile kayıt edilen anları izliyoruz. Başımızı sola ya da arkaya çevirdiğimiz zaman, o noktalarda kayıt edilen görüntüleri seyrediyoruz. Kendimizi tüyler ürpertici bir gerçeklik içerisinde buluyoruz. İleri zamanlarda yaygınlaşarak gelişecek bu teknoloji ile kendimizi peri bacalarını gezerken ya da Eyfel Kulesi’nin tepesinde sağa sola bakarken bulabiliriz. Bunun üzerinden geliştirilecek oyun teknolojilerini sizin hayal gücünüze bırakıyorum. İnsanoğlu gelişmelerine devam ederken, yine ve yeniden söylemek istiyorum ki maalesef çoğu zaman maddi kaygılar ile çalışmalar yapmakta. Bilişim çağında bilişim uzmanlarının ve bu alanda çalışan bilim insanlarının asıl yapması gerekenlerin insanların acılarını dindirecek projeler olması gerektiğini düşünüyorum. İNSANIN BİÇİMLENDİRDİĞİ MEKÂN Halil Kökcü S ıvılar nasıl bulundukları kabın şeklini alıyorsa, insanlar da bulundukları mekândan etkileniyorlar. Hal sâridir demiş eskiler. İçinde bulunulan hal bulaşıcıdır yani. Eğer ferah mekânlarda yaşıyorsanız, içiniz ferahlarken, aksi durumlarda içiniz daralacaktır. Büyük şehirlerdeki evleri düşünelim; sefertası gibi üst üste dizilmiş, birinin öteki ile irtibatının olmadığı, olamadığı daire olarak adlandırılan birimlerden oluşuyorlar. Ulaşım hatlarına yakınlığı, ilk önceliğimiz. Nasıl çevrenizdeki insanlarla iletişim içinde olabilirsiniz ki? Önceliğiniz ulaşım iken evin bahçesi olmuş olmamış nasıl dikkatinizi çeker? Ya, sahi mekân ne kadar da birinci öncelik değil mi? E ne demiş halk denilen büyük bilge; dünyada mekân ahirette iman. O kadar mühim bir mesele bu mekân. Artık nasıl bir benzeşimse bu, hepimiz bir yerinden toprak sahibi olmak, kat sahibi olmak istiyoruz. Toprak anlaşılabilir belki, biz öldükten sonra da dünyada kalır ama binalar öyle değil, ömürleri 50-60 yıl, sonra yıkılıyorlar, dönüştürülüyorlar. Satın almak için onlarca yılımızı harcıyoruz hâlbuki. Size de garip gelmiyor mu çevremizdeki inşaatlar. Geçen ay bir haftalığına İstanbul’daydım, daha önce gördüklerim bir kere daha pekişti; şehrin simgesi, vinçler ve sarı hafriyat kamyonları olmuş. Nereye gittiğinizin önemi yok. Her yerde karşınıza çıkıyorlar. Sadece bu rant üzerinden ekmek yiyen insanlar var mesela. Ev alıp, kiraya verip, kredi çekip ev alıp kiraya verip, kredi çekip ev alıp… Hayatını sürdürenler var. Fatih semtinde 4-5 senelik ev, 2 sene önce 1 milyon TL’ye alınmış (1 trilyon) bugün aynı ev için 1 milyon 600 bin (1 trilyon 600 milyar) TL istiyorlar. Korkunç değil mi? İnsanların hiçbir şeye güvenmedikleri, betona yatırım yaptıkları bir ortamı düşünün. Nasıl olacak? Bu derginin okuyucusunun zannederim kültür sanatla “medeniyet” kavramları ile ilgili meseleleri vardır. Yoksa niye okusun? İnsanların barınma ihtiyaçlarının ötesinde zahmetsiz bir gelir metodu olarak araçsallaştırılan bu konutlarla neyin kokcuhalil@gmail.com medeniyeti olabilir ki? Çevrenize bakın, az önce okuduklarınız belki yanınızda çay içiyor. Siyasetçiler şanslı. Sözlerinin hakiki karşılığına gerek yok. Başarılı oldukça, yapılan propagandanın bir önemi yok. Turgut Cansever gibi bir bilge mimar, belediye başkanlarından randevu alamadı mesela. Çözüm önerilerinin dikkate alınmadığını takdir edersiniz sanırım. Gelinen noktada ona o dönemde randevu vermeyen siyasetçiler, ölümünden sonra Turgut Cansever’in ne kadar önemli bir mimarımız olduğunu söylediler. Ama Cansever ölmüştü ve fikirleri dikkate alınmamıştı. Bugün Cansever’in adını anan (görece) çok ama kitabını okuyan ilgili var mı, bilmiyorum. Sonuçlara bakınca olmadığını düşünüyorum. Dağınık bir şekilde paragraf paragraf yazıyorum. Ana akım medyada her konuda yazan popüler gazeteci – köşe yazarı gibi hissediyorum kendimi. Konforlu ama tedirginim. Siyasetçiler şanslılar çünkü talep etmeyen vatandaşlara sesleniyorlar.Evlerimiz belki sağlam bile değil. Hastaneler depreme dayanıklılık anlamında sağlam değildir.1 Aslında olması gereken ilk etapta sadece temeli üzerinde güvenli durması gerekenden öte bir şeyler de olmalı. Öncelikle binanın varlığının çevresi ile olan uyumu önemlidir mesela. Bina çevresi ile nasıl etkileşim halinde? Binanın diğer binalarla olan ilişkisi nasıl? Bir ötekinin mahremine giriyor mu, manzarasını kesiyor mu? İnsanlarla olan ilişkisi nasıl? Önünden geçen insanların üstüne üstüne mi geliyor, rengi nasıl, o rengin çevresiyle, sokakla uyumu nasıl? Ya da insana hiç alan bırakmış mı? Onlarca dairelik bina için 7-8 kişilik dahi bir kamelya koymuşlar mı acaba? Yoksa olabilecek hatta olamayacak her alanı çift daire sığdırmak için mi kullanmışlar? (ne yani insanlar para kazanmasın mı?) İnsan için ne öngörülmüş acaba? Evlerin içi nasıl peki? Altıgen salonlar, karanlık odalar, dar mutfaklar, bir yatağın zor sığdığı küçük odalar. Bir dairenin bitişiğindekinin konuşmasını, bulaşık yıkamasını, ihtiyaç gidermesini duymak zorunda olduğu kâğıttan duvarlı daireler mi? İnsanı evin içine hapsedip daracık balkonları camla kaplayıp soluk alma alanı yaratmaya çalıştığınız daireler. Birbirine yakın, el sıkışacak derecede yakın binalar arasında sürdürdüğümüz yaşamlarımız. Biz itiraz etmedikten sonra müteahhit süregiden düzenini neden bozsun ki!? Örnekleri genişletebilirim ama lüzumsuz, zira yaşıyoruz. Bu evlerin bahsedilen şekilde organizasyonu, bizim önceliklerimizi çok güzel anlatıyor okumasını2 bilene. (bu klişeyi kullanmak üzse de, yeri gelince kullanılıyor demek ki…) Sokaklarımız adaletli değil. Olması gereken olması gerektiği yerde değil. Her ne kadar siyasilere söylensem de bizim daha iyi yaşam sürmek gibi bir niyetimiz yok. Ülke olarak yaşadığımız travmaların yarattığı güvensizliklere karşı bir güvence mekân sahibi olmak galiba (evlatlarına bir daire bırakmak için hayatını yaşamayanları düşünün) hiç olmadı garanti gelir, güvence, ne derseniz. Hayatı bu kadar güvence altına alma duygusu takdir edersiniz ki, geride kalanları çok önemsemez. Müreffeh devletlerin müstakil bahçeli, ufki evlerine, düzenli şehir planlamalarına iç geçiririz (en azından ben geçiriyorum) bu tarz şehirleşme yapamadığımız için değil, öyle olmasını istemediğimiz için.3 DİPNOTLAR: 1- Depremde hastaneler toplu mezar mı olacak? (4 Kasım 2011) Hasta Hakları Aktivistleri Derneği http://www.hastahaklari.net/Depremde-Hastaneler-Toplu-Mezar-Mi-Olacak-330-haberi.aspx 2- Okumak davete icabet anlamına da geliyor kabaca ayrıntılar için bkz: Burçin Aydoğdu, Oku Kelimesinin Kökenine Yolculuk, http://bianet.org/biamag/yasam/154711-oku-kelimesinin-kokenine-yolculuk 3- Ayrıntılı yazmak isterdim ama lütfen okuyun: İlhan Başgöz, Bir belediye nasıl çalışırmış, ibret ola... (3 Haziran 2010) http://www.radikal.com. tr/yorum/bir-belediye-nasil-calisirmis-ibret-ola-1000364/ MAYIS2016 KATI 19 HATIRA BIRIKTIRDIĞIM ÇAY OCAKLARI Çayevlerine gereken özeni göstermeliyiz. -Ah Muhsin Ünlü İskender Gümüş igumus@gmail.com ay ocaklarını bir başka önemsiyorum kişisel tarihçemde. İlk gençlik yıllarımdan yolun yarısını geçtiğim bugüne kadar yaşadığım şehirlerde zihnimi dinlendirdiğim ve hayata şahitlik ettiğim önemli birer mekân olmuştur çay ocakları. Gündemleri, hüzünleri ve sevinçleriyle hepimizin hayatını yansıtır çay ocakları. Dertlilerin, kimsesizlerin, ihtiyarların, mecnunların ve şehrin tutunamayanlarının evidir aynı zamanda. Hayatımın bir bölümünün geçtiği Konya, Ankara, İstanbul ve Kırklareli’nde mekân edindiğim bazı çay ocaklarıyla aramda duygusal bir bağ oluştu. Benim için çay ocağı salt çayımı içtiğim bir mekân olmanın ötesinde hayata şahitlik etmeme imkân sağlayan bir kültürel öge olmuştur. Çay ocakları sosyalleşmenin bir aracıdır. Samimiyet, misafirperverlik ve dayanışma çay ocaklarının yapı taşlarıdır. Birbirini tanımayan kişiler, çay ile samimiyeti yakalar, dostluk geliştirir. Çay ocakları aynı zamanda bir kültür taşıyıcısıdır ve sözlü kültürün oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Ç MAYIS2016 KATI 20 Erken dönem gençlik Konya’da üniversitede öğrenci olduğum yıllarda şehrin merkezi sayılabilecek bir yer olan Zafer’de ikamet ediyordum. Ders bittikten sonra Alaeddin Keykubad kampüsünden tramvaya binip Zafer durağında inip, Zafer caddesinden Nasuh Bey Camii’ne komşu evime yürüdüğüm günlerin birinde Akdeniz çay ocağını keşfettim. Camlı köşkün karşısında, bir apartmanın bodrum katında yer alan bu çay ocağı, düzenli olarak gitmeye başlayacağım ilk mekân oldu. Akdeniz çay ocağının müdavimleriyle tartışmalarımız, küçücük mekâna çöken sigara dumanı, havasız ortam, demli çay ve ilk gençlik yıllarım bende bir hatıra olarak yaşar. Bugün, bulunduğu binanın yıkılmasıyla yerinde yeller esen Akdeniz çay ocağı başka bir yere göç etmiş midir bilmiyorum. Konya’ya her gittiğimde gözlerim Akdeniz çay ocağını arar. Gençlik yılları 2005 yılında Ankara’da çalışmaya başladığımda her cumartesi Kızılay’a gider, yayınevlerini, kitabevlerini dolaşırdım. Vadi Yayınları’na, İmge Yayınları’na, Akçağ kitabevine, Dost kitabevine, Adilhan Sahaflar Çarşısı’na hemen hemen her hafta sonu uğrardım. Kitabevi olarak bana en sıcak gelen yer ise Birleşik kitabeviydi. Birleşik kitabevinden aldığım kitap ve dergileri kitabevinin hemen yanında bulunan Gökkuşağı çıkmazında çay eşliğinde okurdum. Üç buçuk yıl kaldığım Ankara’da Gökkuşağı çıkmazı nefes alabildiğim ender mekânlardan olmuştur. Çalışma hayatımın ilk dönemine dair tüm hatıralarımı barındırır burası. Sanırım 2010 yılında pasaj tamamen yıkıldığı için Gökkuşağı devri de bitti. Gençliğin sonu 2008 yılında İstanbul’da çalışmaya başladığımda ise yine bir çay ocağı arayışına girdim. Atpazarı henüz popülerleşmemişken, Eski Kafa’nın yeni açıldığı günlerde, Metin ve Mehmet dayının yerini keşfettim. Yaklaşık bir yıl, haftada en az üç akşam orada kahve içip kitap okudum. O dönemde Atpazarı bugünkü kadar kalabalık değildi. Dayıların müdavimi ise epey vardı. Genellikle öğrencilerin mekânı olarak bilinse de kimsesizler, garibanlar, emekliler de burada nefes alıp veriyordu. Metin amca geçtiğimiz yıl vefat etti. Mehmet amca da yaşlandığı için çay ocağına pek uğrayamıyordu. En son gittiğimde Metin amcanın yokluğu belli oluyordu. Hamza abi yine bildiğimiz gibiydi. Daha ne kadar işletilir o çay ocağı bilemiyorum. Fatih civarına uğradığımda mutlaka bir çayını içerim dayıların. Orta yaş hatıralarımın arasında önemli bir yeri var dayıların yerinin. Kemâlât dönemi 2010 yılında Kırklareli’nde çalışmaya başladım. Bu küçük şehirde yaklaşık beş yıldır Sadık abinin çay ocağının müdavimiyim. Açıldığı ilk yıl bir adı yoktu bu mekânın. Vicdanolog İsmet Amca “Öz Akademi Çay Ocağı” koydu bu küçük çay ocağının adını ve bir tabela yaptırıp girişe astırdı: Öz Akademi Çay Ocağı. O zaman öğrenmiştik Kırklareli’nde akademi çay ocağı adında bir mekânın olduğunu. Sabah namazından sonra açılır Öz Akademi Çay Ocağı. İşe gidenler, işten dönenler, arkadaşıyla görüşmek isteyenler, ezanın okunmasını bekleyenler bu küçücük çay ocağına sığınır. Gazeteler okunur, çaylar yudumlanır. Taşrada zaman yavaş akar. Zaman zaman derin bir sükût yaşanır. Böyle dönemlerde çay ocağının anlık bir kesiti Nuri Bilge Ceylan filmlerinden kesilmiş bir kare hissini verir. Diafon çalar, sessizlik bozulur. İki çay, biri açık… Sadık abi, Şükrü abi, Kadir hoca, Baki hoca, İlyas hoca, Ufuk hoca, Tarkan abi, Neşet abi, Semih, Ahmet abi, Erhan hoca, Sefer amca ve İsmet amca Öz Akademi Çay Ocağının nev-i şahsına münhasır müdavimlerinden sadece bir kaçı. Kimsesizin de, müteahhidinin de, öğrencinin de, akademisyeninin de uğrak yeri burası. Bir nevi ruh dinlendirme ocağı. Sadık abi ise terapist. İyiyiz, iyi olacağız inşallah. Kırklareli’nin merkezinde olup da ne zaman elim ayağım dolaşsa yüreğim beni Öz Akademi Çay Ocağına götürür. Dünyanın kirlenmişliğinden, gösteriş çılgınlığından, epistemolojik bombardımandan kaçtığımız bir liman. Orta yaş döneminin hatıralarını biriktirdiğim bir mekân. Sadık abinin “hay hay hocam” deyişi, Kadir hocanın yediği on numara beş yıldız yemekler, Şükrü abinin olayları komplo teorileri ve illüminatiye bağlaması, Baki hocanın derin sessizliği, İsmet amcanın vicdan dersleri bir akşamın özeti niteliğinde. Gecenin sonunda Sefer amca hepimize çay söyler. Ahmet abi yorgundur. Sadık abi dışarıdaki sandalyeleri toplar. Gece vardiyasında çalışanlar servis beklerken son çaylarını yudumlar. Bir gün daha sona erer. BU TOPRAKLARI VATAN YAPAN ÂHİLERİN HİKÂYESİ-2 Cihad Meriç H akikate dayanan, mayasını hak ile tutmuş kurumlar her çağa yeni şeyler söyler. Öz sabittir, dönüşen ve değişen kabuktur. Bazen kabuk özden makbul görülebilir; fakat kabuğun iktidarı özün tekrar olgunlaşacağı güne kadardır. Mayasını hakikat ile tutmuş Ahilik 21. Yüzyıl’a ne diyor? Ahiliğin anayasası hükmündeki Fütüvvetnameler incelendiğinde arka planda hadis ve ayetler fark edilir. Ahilik geleneğinin bugünkü iktisadi ve toplumsal sisteme ilişkin farklı önerileri vardır. Hakikatten aldığı hikmetle insanın ve kainatın fıtratına uygun çağlar üstü önerisi aklı selim düşünenler için tefekküre açıktır. Bugün kimsenin memnun olmadığı; fakat kendini mahkum hissettiği düzen; 18. Yüzyıl’da haksız rekabetle insanlığın ve kâinatın ruhunu hiçe sayarak, zorla para ve emtia akışlarını kendi lehine çevirmiş ve galibiyetini ilan etmiştir. Ürettiği göz boyama araçları ile öyle bir algı operasyonu yapmıştır ki, rakiplerini sindirmiştir. İnsanlık yeni çözümler aramaktadır. Ahilik geleneğinin yüzyıllarca biriktirdiği tecrübe iyi anlaşılırsa; adil ve emeğe saygılı bir gelecek için umudumuz olabilir. Arayış halindeki insanlık bu tecrübeden istifade edebilir. Ahi Evran, İslam dinini hayat tarzı haline getiren ve ahilik yolunu kuran büyük adamdır. İyilik üzerine nasıl teşkilatlanılacağını bizlere ve gelecek nesillere miras olarak bırakmıştır. Letaif-i Hikmet adlı eserinde neden mesleklere ihtiyacımız olduğunu, meslek erbabı iyi adam yetiştirilmesini ve gelecekte doğacak mesleki ihtiyaca göre hazırlık yapmamızı öğütlemiştir. Eğitim ve kültür mekanı olarak Ahi Zaviyeleri… Zaviyelerde namaz kılındığı gibi, yemeklerden sonra, Kur'an okunduğu, hep birlikte sema ve raksa kalkıldığını da kaydeden İbn Batuta, ahilerin günlük yaşayışları içinde ibadet ve zikrin yanında eğlencenin de ayrı bir yeri olduğunu göstermektedir.1 Zaviyeler gündüzleri usta yanında mesleki eğitim görmüş cihadmeric@gmail.com gençlerin, akşamları ahlak eğitimi aldıkları mekanlardır. Bu mekanlarda muhabbet usulü eğitim yöntemi benimsenmiş, gençleri sıkmayan; aklı, kalbi ve bedeni birlikte olgunlaştıran bir eğitim metodu geliştirilmiştir. Hem akran öğrenmesi, hem de usta-çırak eğitimiyle meslek erbabı iyi adamlar yetiştirilmiştir. Bugün mesleki eğitim kurumları, gençlik merkezleri, gençliğin eğitimine kendini adamış vakıflar ve dernekler bu gelenekten ziyadesiyle faydalanabilir. Sanayi devriminden sonra kurulan mesleki eğitim sistemi daha çok sanayide çalışacak personel eğitimi üzerine kurgulanmıştır. Aslında Ahilik felsefesinde olduğu gibi talip ileride usta olacak şekilde yetiştirilmelidir. Çırak gelecekte kendi işini kuramasa bile bu sorumluluk bilinciyle yetiştiğinde başkasının yanında çalışsa bile kendi işi gibi çalışır. Kalite, kurumsal yönetim, iş güvenliği ve sağlığı kavramları batı kaynaklarında sanayi devrimi ile başlatılır. Ahiler 13. Yüzyıl’dan başlayarak bu kavramların farkında olarak çalışmıştır. İstanbul'daki kadayıfçı esnafı ile ilgili üretim nizamında kadayıfın hazırlanmasında temizliğe riayet edilmesini, kadayıfın pişirilmesini ve yangın tehlikesine karşı ateşe dikkat edilmesi belirtilmektedir.2 Ahilik araştırmalarında “Orta Sandıkları ve Sosyal Güvenlik” kısaca değinilen konulardandır. Oysa bugün sandık sistemi rant ve faiz üzerine kurulu düzenin tek alternatifidir. “Sandığın giderleri; tamir, vergi, meslek mensubu fakirlere yardım, alimlere, şeriflere ve ilim mahfillerine yardım, çalışanların maaşları, yıllık ödenekler...”3 Orta sandığı, hammadde alımı, çalışamayacak ustanın geçiminin sağlanması, yardım faaliyetleri gibi birçok işlevsel hizmet yapmıştır. Para geliri kısmını sistemi anlamayanlar faiz olarak algılamıştır. Paranın işletilmesinden elde edilen kâr-zarar ortaklığı iyi anlaşılmalıdır. Ahilik geleneğinde sosyal güvenlik konusu günümüz sisteminin önündedir ve iyi anlaşılırsa açık veren ve gelecekte daha da açık vermesi muhtemel sosyal güvenlik sisteminin reformunu sağlayabilir. Bu sistem doğrudan ihtiyaç sahibini hedef almıştır. Emeklilik kavramı çalışamayacak durumda olanlar için geçerlidir. Yaşlandığı halde iş yeri faal olan ve bir yerden geliri olanlar sandık yardımı dışında tutulmuştur. “Ahinin eli, kapısı ve sofrası açık olmalı; yoksullara, düşkünlere, misafirlere yemek yedirmeli ve yardım etmelidir. Ahinin gözü, dili ve beli bağlı olmalı, haramdan sakınmalıdır.” (Fütüvvetname) Ahilik toplumun bel kemiğidir. Mahallenin namusu ve emniyeti, çarşının güveni Ahi gençlerinden sorulur. Bugün mahallenin şehrin emniyetinin bozulması sadece güvenlik güçlerine bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Kişi başına bir güvenlik gücü dikemeyeceğimize göre toplumsal otokontrol ve toplumsal sorumluluğun arttırılması önemlidir. Tekkeler, zaviyeler, medreseler mahallenin ve toplumun sigortaları olmuştur. Bunlar dikkate alınmadan büyüyen şehirlerde emniyet ve güvenlik sağlanamaz. Toplumsal hayat sorumluluk sahibi iyi adamların omuzlarında yükselir. Derdimiz iyi adamların liderlik ettiği bir hayat sistemi kurmak olmalıdır. Ben iyiliği temsil eden vesile sancağının her alanda göndere çekilmesinin en önemli başlangıç olduğuna inanıyorum. Arayanların ulaşabileceği iyi örnekleri çoğaltırsak görevimizi yapmış oluruz. Gelenekten miras kalan Ahi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir tasavvurumuz iyi anlaşılırsa diriliş yakındır. Gayret bizden, yardım Rabbimizden. DİPNOTLAR: 1- Mehmet Şeker, Anadolu'nun Türkleşmesi ve Kültürel Hayatı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s. 180. 2- Muhittin Şimşek, Ahilik: TKY'nin Tarihteki Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul, 2002, s. 207 3- Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği, İbn-i Batuta'ya Zeyl, Çeviren Cezair Yarar, İşaret Yayınları, İstanbul, 2008, s. 381 MAYIS2016 KATI 21 ŞEHRİN ÇAĞIRAN HAFIZASI ve FELSEFE Nurullah Turan nurullaht@gmail.com F elsefenin ancak şehirde yapılabilecek bir şey olduğu, Antik Yunan filozoflarından beri dile getirilir. Çünkü şehir, diyalojik bir felsefe tarzı için gerekli bir açık mekândır. Kırsal alanlar, henüz yer’den mekan’a dönüşmemiş alanlar olarak felsefe için uygun zemini oluşturmazlar. MAYIS2016 KATI 22 Şehri şehir yapan, bir başka deyişle şehri herhangi bir yer'den özgün bir mekan'a dönüştüren şey, şehrin insanın ahlaki tecrübesi için varoluşsal bir zemin oluşudur. İnsanın iyi ile kötü arasındaki salınımı, yaşadığı mekân ile diyaloğunu biçimlendiren temel saiktir. Görebildiğim kadarıyla şehrin geleneğini teşekkül ettiren unsurlar, tam da ahlaki ve sanatsal tecrübenin ürünleri olarak tezahür etmektedir. Şehir bir metin gibi anlaşılmaya, yorumlanmaya açık farklı boyutlar içerir. Kuşkusuz anlaşılması güç, sembol yüklü, ezoterik tarafları da vardır şehrin. Bu açıdan iç içe geçmiş farklı anlam katmanlarına sahiptir ve bir tür “göstergeler bahçesi” olarak okura/ sakinine kendi varoluş tecrübesi bağlamında özgün bir anlama imkânı sunar. Şehir, tarihsel insan ve ürettikleri hakkında ve böylece kendisi hakkında konuşması bakımından kendini ifade eden bir öznedir. Şehir, insanı sürekli hafızaya, bir başka deyişle geleneğe geri çağırır. Şehrin geleneği o şehrin sakinlerinin birlikte yasama tarzları ile ürettikleri kültüre tekabül eder. Şehrin barındırdığı tarihi eserler, şehrin binaları, mimarisi, yolları; hepsi de yakın ya da uzak tarihe ve şehrin geleneğine referansta bulunan anlamlı göstergelerdir. Şehre bakan kimse, bu göstergelerden hareketle kendine bir şehir imajı çizer. Şehrin sakini ya da misafiri, farklı perspektiflerle şehre yaklaştığı müddetçe şehrin çağrısını daha iyi alımlayabilir. Şehrin hafızasında yer alan bazı göstergeleri aşırı yücelten, şehre metafiziksel yahut idealist bir tasarımla yaklaşan ve böylece şehrin anını ve geleceğini anlayamayan bir bakış da mevcuttur. Bu bakış, var olan şehir ile iletişime geçmemesi, yalnızca bakakalması sebebiyle üretken ve dinamik olmayan, nostaljik ve durağan bir bakıştır. Şehrin hafıza göstergelerinin tek biçimli yorumunu dayatarak bu geçmiş anlamı sürekli tekrar eder. Bir şehri yalnızca müzelerden, bazı tarihi yapılarından hareketle tanı(t)mak, kişi için nostaljik mekan algısının varlığına işaret eder. Durağan bir bakış olarak nostaljik bakış, yüceltmenin bir başka türüdür. Hiçbir zaman ulaşamayacağımız, hep-orada kalan geçmiş karşısında duyduğumuz hayranlık, çoğu zaman baskın bir haldir. Bizim var olan zamandan geriye doğru gidemeyeceğimiz, vardığımız “burada-şimdi”ye bağlı olduğumuz gerçeği, mezkûr hayranlığın kesinliğini ve dozunu artırır. Bugünün biteviye değişen şehirlerinde duyduğumuz karmaşık his ve düşünceleri, yalnızca gelenek-modernlik düalizminden hareketle ele almak, tarihe yönelik yüceltici bakışı besliyor olabilir. Bunun ötesinde içinde “varlığımızı açtığımız” şehre, kendi yaşadığımız varoluşsal tecrübe eşliğinde ve belirli idealist şehir tasarımlarını aşarak yaklaşmamız gerekiyor. Şehrin bazı göstergeler ve semboller barındırdığını, hatta bir metin gibi yoruma açık olduğunu belirtmiştik. Bu bağlamda bazı sorular gündeme gelmektedir: Acaba yeni(leşen), modernleşen Anadolu şehirleri, bu şehirlerde yaşayan bireyler için ne ifade etmektedir? Üstü gün geçtikçe bir beton ve techno-örtüyle kaplanan tarihsel atıflar silsilesiyle dolu şehirler, bizi hangi hafızaya, kimin tarihine çağırıyor? Daha farklı bir tarzda sormamız gerekirse, şehirlerimizin ahvali bize geçmişi mi yoksa geleceği mi işaret etmektedir? Sabit geçmiş ile hareketli gelecek tasavvurları bir yana, şehir, içindeki insanların ahlaki tecrübelerinden hareketle mi d/okunmalıdır? Bu soruların cevabını ararken evvelemirde şu önermenin altını çizelim: Şehrin sürekliliğini sağlamaya matuf geleceğe yönelik şehir politikaları, şehri bugüne kadar var kılan tecrübelerden bağımsız inşa edilemez. Şehrin tarihini anlama ve gelecek kurma süreçleri, birbirinden ayrı süreçler değildir. Bu toplumsal projeksiyonun merkezinde duran şehrin insanı, hâlihazırda geçmiş ve geleceği kendi ahlaki tecrübesinde birleştirmelidir. Roland Barthes’ın da dediği gibi, şehir sakinleriyle konuşmaktadır ve dile gelmektedir sürekli. Üstelik Anadolu şehirleri, kendi “sesleri”ne: kendi sembol ve göstergelerine sahiptir. Önemli olan, şehrin sokaklarında, meydanlarında, mezarlıklarında; kısaca ufuklarında yankılanan sesi duymak ve şehrin arzularını görmektir. Felsefe, dinamik ve diyalojik ilişkilerin olduğu şehirlerin sesine kulak verir. Fakat bunu mevcut bir şema veya şablonu şehre uygulayarak değil, şehrin özneleri olan insanların kimliklerine alan açarak gerçekleştirir. Bugün kimliğini yitirmiş, kopya şehirler çağında yeni bir mekân kavramına ihtiyacımız vardır. Var olan mekânı sorunsallaştıracak ve tarihsellik bilinciyle bu mekanın eleştirisini yapacak bir felsefi tavır geliştirilmelidir. Şehirlerimizde beliren ve mimariyle “şehir plansızlığı”na büyük ölçüde yansıyan birlikte yaşama sorununu rasyonel biçimde tartışacak olan felsefedir. Tarihte klasik eserlerin var oldukları şehrin gerçekliğine uygun düşecek, farklı kimliklerin üzerinde uzlaşabileceği müşterek yorumlara imkân tanıyan sembolik bir dile sahip olduklarını görmekteyiz. Herhangi bir yer’i muayyen bir mekân’a dönüştürecek potansiyel, böylesi bir ortak dili oluşturma sürecinde ortaya çıkar. Ortak bir dilin inşası için felsefenin diyalojik ve ahlaki karakteriyle şehrin hafızasına kulak vermesi ve onu sembolik düşünme yoluyla yeniden, yeniden yorumlaması gerekir. Mustafa Özel diyor ki! İskender Gümüş Marx’ı kapitalizmi anlamak için okumalıyız, sosyalizm hakkında ileri geri konuşmak için değil. VİTRİNDEKİLER İlber Ortaylı Türklerin Tarihi 2 SAHAFİYE DERGİ FUARI AÇILIYOR 7. Uluslararası Dergi Fuarı 10 Mayıs’ta Sirkeci Garı’nda açılıyor. Yurt içinden ve dışından 100’den fazla edebiyat, siyaset, sanat, mizah, gençlik ve çocuk dergisinin katıldığı fuar 15 Mayıs Pazar gününe kadar devam edecek. Fuar, 09.30-21.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek. Vagon söyleşileri, konferanslar, paneller, müzik dinletilerinin yer alacağı fuarda Dergiciliğin Enleri ödül töreni de yapılacak. MÜSTAKİL GAZETE KAPANDI Gazeteci Yazar Hakan Albayrak'ın yönetiminde 11 Ocak'ta yayın hayatına başlayan ve reklamsız olarak çıkan Müstakil Gazete 22 Nisan 2016 tarihinde yayın hayatına son verdi. İlk çıktığı dönemde bayilere 20.000 tirajla dağıtılan gazeteye “pdf abonelik” yoluyla abone olunabiliyordu. Müstakil Gazete, yaklaşık dört aylık süreçte yayın çizgisiyle okurun damağında güzel bir tat bıraktı. Hakan Albayrak gazetenin yayın hayatına son verdiği yazısında okurlara veda etmenin yanında bir de müjde verdi. Müstakil Kitaplar, Albayrak’ın yeni yayınevi projesi. Nikolas Gardner Kut’ül Amâre Hülya Küçük Uzatılmış Yol Ahmed Güner Sayar Sahhaf Raif Yelkenci Somalice - Türkçe Sözlük Çıktı Bir başka açıdan David Hume 2011 yılından beri Türkiye’de yaşayan ve Kırklareli İmam Hatip Lisesi’nde eğitim gören Suleyman İbrahim Sheikh Hussein ve Abdinur Sheikh Ali Muhammed, Somalilerin günlük yaşamlarında kullanabilecekleri 10 bin kelimenin yer aldığı “Türkçe-Somalice/ Somalice-Türkçe Sözlük hazırladı. Diyanet Vakfı’nın bastırdığı 191 sayfalık sözlük, bu alanda bir ilk. Türkiye'de eğitim gören yaklaşık üç bin civarındaki Somalili öğrenciye yardımcı olması amacıyla hazırlanmış. Sözlüğü hazırlayanların da henüz lise öğrencisi olması takdire şayan… Dr. Ahmet Dağ’ın “Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Oluşumunda David Hume” adlı kitabı Külliyat Yayınları arasından çıktı. Dağ, yeniçağ düşüncesinin en mümbit filozoflarından biri olan Hume’un din-ahlak ve siyaset odaklı felsefe anlayışını eleştirel bir analize tutarak modern ve postmodern dünyanın oluşmasına katkısını ele alıyor. Hume, mevcut dünya düzeninin lokomotifi olan Amerikan Düzeni’nin yani Yeni Kudüs’ün oluşmasına katkıda bulunduğu gibi pragmatistlere, mantıksal pozitivistlere, Fransız Devrimi’ne, dinî, siyasî, ahlaki olarak günümüz dünyasına da etkide bulunuyor. MAYIS2016 KATI 23 Mukadder Gemici Kar Makamı Adalet Canlı Akbaş'a başucu eserlerini sorduk 1. Mevdudi – Kuran’a Göre Dört Terim 2. Cervantes – Don Kişot 3. Kafka – Dönüşüm 4. Mustafa Kutlu – Ya Tahammül Ya Sefer 5. Rasim Özdenören – Kuyu Adalet Canlı Akbaş kimdir? 1983 yılında Aksaray’da doğdu. Aksaray Anadolu Öğretmen Lisesi’nden 2001, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2005 yılında mezun oldu. 2006 yılında avukatlık mesleğini icra etmek için geldiği İstanbul’da, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Grubuna dâhil oldu ve hukuk alanındaki çalışmalarına devam etti. 2010 yılında Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Av. Muharrem Balcı’nın Hukuk Danışmanı olarak görev yaptı. Hâlihazırda Kırklareli Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Kadir Metin Akbaş ile evli ve Görkem Çelebi’nin annesi. 05 MAYIS/ 2016 AFRİKA'NIN YENİDEN KEŞFİ Hakan Aydın haydin061@gmail.com frika; tanımlanması hem kolay hem de oldukça zor bir kıtayı ifade ediyor. Coğrafi açıdan dünya topraklarının % 22’sini kapsarken, aynı zamanda çok sayıda etnik ve dini kimliğe sahip 1 milyarı aşkın insanı barındırıyor. Afrika’nın, uzun yıllar uluslararası sistemdeki politik, ekonomik ve sosyal süreçlerde marjinal ve incelemeye değer görülmeyen bir bölge olarak kalması, tanımlanmasını da zorlaştırıyor. Ancak insanoğlunun doğuşuna ev sahipliği yapmış bu toprakların, insanoğlunun geleceğinde belirleyici olacağı aşikâr. A Osmanlı Devleti, hâkimiyetini Kuzey Afrika bölgesinden Sahra altı Afrika’ya kadar ilerletmiştir. Bölgedeki siyasal ve ekonomik faaliyetler yanında 1862’de Güney Afrika’daki Cape Town Müslümanlarını eğitmek üzere Kadı Ebubekir Efendi gönderilerek, dini konularda halkın bilgilendirilmesi amaçlanmış ve bölge halkıyla olan rabıta korunmak istenmiştir. Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle Afrika’da sömürgeleştirme süreci başlamıştır. Afrika’da sınırlar “cetvelle” tayin edilmiş, toplumsal bölünme kimlik karmaşası yaratmış ve halklar birbirlerine karşı düşmanlaşmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında “dekolonizasyon” süreciyle Afrika devletleri Batılı devletlerden bağımsızlıklarını kazanmışlar ancak sömürgeleştirmenin sona ermesi post sömürgeleştirme dönemine ge- çilmesini beraberinde getirerek, yeni sömürgeci anlayışı ortaya çıkarmıştır. 1945-90 Soğuk Savaş döneminde Türk Dış Politikası, iki kutuplu anlayışa binaen oluşturulmuştur. Bu durum, uluslararası ilişkilerin blok yaklaşımı içerisinde anlaşılmasını gerekli kılmıştır. Türkiye, cumhuriyetin ilanından beri dış politikasını “Batılılaşma” perspektifi çerçevesinde inşa ederek, uzun yıllar Afrika ülkeleriyle yakın ilişkiler içerisinde olamamış ve bu minvaldeki politikalarını ötelemiştir. Örneğin; Türkiye, 1955 Bandung Konferansı’nda ve sonrasında bağımsızlıklarını yeni kazanmış ya da kazanmak üzere olan Afrika ülkelerini desteklememiş ve bu durum, Afrika’yla olan ilişkilerinde, tamiri uzun yıllar alacak bir dönemi başlatmıştır. Türkiye’nin “Batılılaşma” yaklaşımı içerisinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tehlikesine karşı ABD yanlısı blok içerisinde yer alınmış olup; askeri, siyasal ve ekonomik süreçler bu minvalde kurulmuştur. Dönemin siyaseti ve entelektüel yaklaşımı arasında temel farklılıkların olduğu görülmektedir. Türk mütefekkir Fethi Gemuhluoğlu 1956-59 yılları arasındaki Arapgir Postası’ndaki yazılarında, Cezayir ve Gana’nın bağımsızlığını sevinçle karşılamış, Türkiye’nin Tunus’ta büyükelçilik açmasını fazlasıyla önemsemiştir. Gemuhluoğlu “Uyanan Afrika” tanımlamasında bulunarak, Türkiye’nin bölge ile olan ilişkilerini ilerletmesini isterken, Türkiye ve Mısır ilişkilerinde lider odak- lı değil, halk tabanlı politikaların benimsenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun da ancak insana, fikre, coğrafyaya ve tarihe dost olmak silsilesiyle başarılı olacağının altını çizmiştir. Gemuhluoğlu: “Uyanan Afrika’ya basiret ve dikkatle yeni ve hassas bir zihniyetle eğilmekte büyük maddî ve manevî menfaatlerimiz olduğunu unutmamak mecburiyetindeyiz” diyerek, kendi vizyoner düşünce perspektifini ortaya koymuştur. 1990’da Soğuk Savaş’ın sona ermesi, blok yaklaşımını ortadan kaldırmıştır. Çok boyutlu diplomasinin gelişimiyle birlikte Türkiye’nin de bölgesel politikaları önem kazanmıştır. 1998’de Afrika’ya Açılım Eylem Planı’yla başlayan sürecin 2005 yılının Türkiye’de “Afrika Yılı” olarak ilan edilmesi, açılım sürecinin devam ettirilmesine yönelik önemli bir adımdır. Ayrıca dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan; Güney Afrika, Etiyopya ve Afrika Birliği ziyaretlerinde bulunmuş, 12 Nisan 2005’te Türkiye Afrika Birliği’nde gözlemci ülke statüsünü kazanmıştır. 2008’de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün katılımıyla düzenlenen Türkiye – Afrika İşbirliği Zirvesi, ilişkilerin gidişatı açısından oldukça mühimdir. Afrika Birliği İcra Konseyi’nin aynı yıl yaptığı toplantıda Türkiye, Afrika’nın stratejik ortaklarından biri olarak kabul edilmiştir. Stratejik ortaklık sonrasında açılan 30’un üzerinde yeni büyükelçiliklerle büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Daha sonrası dönemde sektörel toplantılar ve yapılan resmi ziyaret- lerle Türkiye ve Afrika ilişkileri daha da ilerletilmiştir. Nitekim Başbakan Erdoğan’ın 2011’de Somali’ye gidişi, bu ülkeye 20 yıl sonra Afrikalı olmayan bir devlet tarafından yapılan ilk ziyaretti. 2013’te Türkiye, Afrika Boynuzu ülkelerinin hepsinde elçiliği olan ilk ülke haline gelmiştir. Sahra altı Afrika ülkelerinden sadece Güney Afrika’nın elçiliği Türkiye’de bulunmaktayken, hâlihazırda 25 Afrika ülkesi daha elçilik faaliyetlerine başlamıştır. Ekonomik veriler açısından değerlendirildiğinde de Türkiye’nin Afrika’yla olan ticaret hacminin toplam ticareti içerisindeki ihracatı lehine payı % 5’i bulmaktadır. Bugün gelinen noktada Türkiye ve Afrika özelinde sadece elçiliklerin açılması, insani yardım ve sivil toplum kuruluşu faaliyetleri noktasında kalınmamalıdır. Türkiye’nin Afrika siyaseti derinleştirilerek özellikle proje bazlı işbirlikleri ve alt yapı yatırımları desteği noktasında teknik bilgi birikiminin transferi gerçekleşmelidir. Ayrıca Afrika’nın hep kıtasal ve bir bütün olarak ele alınması, tartışılması problemlidir. Çünkü Afrika kıtasında 54 ülke bulunmaktadır. Hem bu ülkelerin tanınması hem de bölgedeki potansiyelin de keşfedilmesi açısından her ülke ayrı ayrı ilgiyi ziyadesiyle hak etmektedir. Nihayetinde Türkiye’nin, tarihi değişim yaşayarak ortaya koyduğu yeni Afrika siyasetinde bir dönüşüme ihtiyacı vardır.