Bir Hikayeler Takvimi
Transkript
Bir Hikayeler Takvimi
BİR HİKAYELER TAKVİMİ Neil Gaiman Çeviren: Murat Sahin www.kurgu101.com Neil Gaiman SORDU: “Ocak neden tehlikelidir?” @zyblonius YANITLADI: “Çünkü yaşlı bir emektar, yerine tehlikeli şekilde vasıfsız, ana kucağında bebekten farksız bir genç geçsin diye az önce emekliye ayrıldı” #KeepMoving #JanTale OCAK HİKAYESİ Vups! “Her zaman böyle midir?” Çocuk dalgın görünüyordu. Odaklanamamış bir halde odanın etrafına bakınıyordu. Eğer dikkatli olmazsa bu onu öldürtebilirdi. Oniki, çocuğun omzuna hafifçe vurdu. “Hayır. Her zaman değil. Eğer bir sorun varsa işte oradan gelecektir.” Hemen üstlerindeki tavanda bir çatı kapısını işaret etti. Kapı eğri duruyordu ve arkasında karanlık sanki bir göz gibi bekliyordu. Çocuk başıyla onayladı. Ardından; “Ne kadar vaktimiz var?” diye sordu. “Birlikte mi? Belki on dakika daha.” “Üs’te durmadan sordum görürmüşüm. Onlar kim?” ama yanıt vermediler. Dediler ki, kendim Oniki yanıt vermedi. Üzerlerindeki çatının karanlığında, belli belirsiz bir şey değişmişti. Parmağını dudaklarına götürüp silahını kaldırdı ve çocuğa da aynısını yapmasını işaret etti. Çatı deliğinden yuvarlanırcasına geldiler; tuğla grisi ve küf yeşili, sivri dişli ve hızlı, çok hızlıydılar. On iki ateş etmeye başladığında çocuk halen tetikle oyalanmaktaydı ve oniki hepsini yani beşini de vurduğunda çocuk ateş bile edememişti. Soluna bir bakış attı. Çocuk titriyordu. “İşte bu kadar” dedi. “Galiba şöyle demeliydim; onlar ne?” “Kim ya da ne. Aynı şey. Onlar düşman. Zamanın kıyısından içeri giriyorlar. Tam şimdi, devir teslim zamanında, tüm güçleriyle gelecekler.” Merdivenleri birlikte indiler. Küçük, varoş bir evdeydiler. Bir kadın ve bir adam mutfakta, üzerinde bir şişe şampanya olan masanın başında oturuyordu. Odayı baştan başa kat eden iki üniformalı adamı fark etmemiş gibiydiler. Kadın kendilerine şampanya dolduruyordu. Çocuğun üniforması gıcır gıcır, koyu mavi ve tertemiz görünüyordu. Ağzına kadar soluk kum dolu yılsaati kemerine asılıydı. Onikinin üniforması yıpranmış, kesilen, yırtılan ya da yanan yerlerinden yamalanmış, rengi solarak mavimsi bir griye dönmüştü. Mutfak kapısına ulaştılar ve… Vups! Dışarı çıkmışlardı. Çok soğuk bir yerde, bir ormandaydılar. “EĞİL” dedi Oniki. Keskin şey başlarının üzerinden geçip arkalarındaki ağaca çarptı. Çocuk; “her zaman böyle olmadığını söylediğini sanmıştım” dedi. Oniki omuzlarını silkti. “Nereden geliyorlar?” “Zaman” dedi Oniki. “İçeri girebilmek için saniyelerin arkasına saklanıyorlar.” Yakınlarındaki ormanda bir şey poff etti ve uzun bir köknar bakır yeşili titreşen bir alevle yanmaya başladı. “Neredeler?” “Yine üzerimizdeler. Genelde üzerinde ya da arkanda olurlar” Donanma fişeğinin kıvılcımları gibi; güzel, beyaz ve belki biraz da tehlikeli, aşağıya hücum ettiler. Çocuk meseleyi kapıyordu. Bu sefer ikisi birden ateş ettiler. “Sana malumat verdiler mi?” diye sordu Oniki. Yere düştükçe kıvılcımlar daha az güzel ve çok daha fazla tehlikeli görünüyordu. “Pek sayılmaz. Sadece bunun bir yıllığına olduğunu söylediler.” Oniki şarjör değiştirmek için neredeyse hiç durmamıştı. Kır saçlı ve yara izleriyle doluydu. Çocuksa silahı ancak kaldırabilecek yaşta görünüyordu. “Sana bir yılın bir ömür sürebileceğini söylediler mi?” Çocuk başını salladı. Oniki kendisinin de böyle bir çocuk olduğu zamanları hatırladı; temiz üniformalı ve savaşta pişmemiş. Kendisi hiç böyle temiz yüzlü olabilmiş miydi? Ya böylesine masum? Kıvılcım-şeytanların beşini o halletmişti. Çocuksa geri kalan üçünün icabına bakmıştı. “Demek bu savaş dolu bir yıl?” dedi çocuk. “Saniyesi saniyesine” dedi Oniki. Vups! Dalgalar sahile çarptı. Burası bir güney yarımküre Ocak’ıydı ve sıcaktı. Fakat hala geceydi. Üzerlerinde havai fişekler kıpırtısız bir şekilde asılı duruyordu. Oniki yılsaatini kontrol etti; yalnızca bir kaç tanecik kalmıştı. Bitmek üzereydi. Sahili, dalgaları, kayalıkları gözüyle taradı. “Ben görmüyorum” dedi. “Ben görüyorum” dedi çocuk. O parmağıyla gösterirken akıl almaz boyutlardaki bir şey; safi büyüklüğü, kötücül enginliği, saymakla bitmez dokunaçları ve pençeleriyle kükreyerek denizden yükseldi. Oniki sırtındaki roketatarı omuzlarına kaldırdı. Ateş etti ve alevler yaratığın vücudunda bir çiçek gibi açılırken izledi. “Şimdiye kadar gördüğüm en büyüğü” dedi. “Belki de en iyiyi en sona saklıyorlardır.” “Hey” dedi çocuk “Ben daha yolun başındayım.” Ardından yaratık kendilerine doğru saldırdı, yengeç pençeleri savruluyor ve kapanıyor, dokunaçları kırbaç gibi şaklıyor, çenesi açılıp boş yere kapanıyordu. Kumlu bayırı koşarak çıktılar. Çocuk Oniki’den daha hızlıydı. Gençti evet fakat bu bazen de bir avantajdı. Oniki’nin dizleri sızladı ve tökezledi. Son kum tanesi de yılsaatinden dökülüyordu ki bir şey –dokunaç diye düşündü- bacağına sarıldı ve düştü. Yukarı baktı. Çocuk bayırın tepesinde, ayaklarını acemi birliğinde öğrettikleri gibi açmış dikiliyordu. Elinde aşina olmadığı tasarımda, kendinden sonraki bir zamana ait olduğunu düşündü, bir roket atar tutuyordu. Kumsal boyunca sürünerek çekilir ve kumlar yüzünü çizerken zihninden veda cümlelerini geçiriyordu ki donuk bir patlama sesi geldi ve yaratık geriye, denize doğru savrulurken dokunaçlar bacağını serbest bıraktı. Son kum tanesi de düşüp Geceyarısı kendisini aldığında havada taklalar atıyordu. Oniki gözlerini eski yılların gittiği yerde açtı. Ondört platformdan inmesine yardımcı oldu. “Nasıl geçti?” dedi Bin Dokuz Yüz On Dört. Uzun, zemin boyunda beyaz bir etek ve uzun, beyaz eldivenler giymişti. “Her yıl daha da tehlikeli oluyorlar” dedi İki Bin On İki. “Saniyeler ve ardındaki şeyler. Ama bu yeni çocuğu beğendim. Bence iyi iş çıkartacak.” Neil Gaiman SORDU: “Şimdiye kadar Şubat ayında başına gelen en ilginç şey nedir?” @TheAstralGypsy YANITLADI: “Sahilde büyükannesinin 50 yıl önce kaybolan kolye ucunu arayan bir kızla tanıştım. Kolye ucu bendeydi. Bir önceki şubatta bulmuştum.” #KeepMoving #FebTale ŞUBAT HİKÂYESİ Şubat’ın gri gökyüzü, puslu beyaz kumlar, siyah kayalar ve deniz bile siyah beyaz bir fotoğrafmış gibi kara görünüyor, yalnızca sarı yağmurluklu kız dünyaya renk katıyordu. Yirmi yıl önce yaşlı kadın, her türlü havada, iki büklüm, kumlara bakarak sahili yürür, sık sık bir kayayı kaldırıp altına bakmak için güç bela eğilirdi. Sahile inmeyi bıraktığında, kızı olduğunu düşündüğüm orta yaşlı bir kadın gelmeye başlamış, annesinden daha az coşkuyla sahili yürümüştü. Şimdi o kadın da bırakmıştı gelmeyi ve onun yerine bu kız vardı. Bana doğru geldi. O sisli havada sahildeki tek diğer insan bendim. Ondan pek de yaşlı görünmüyordum. “Neyi arıyorsun?” diye seslendim. Surat astı. “Bir şey aradığımı düşündüren nedir?” “Her gün buraya geliyorsun. Senden önce hanımefendi gelirdi, ondan önce de o çok yaşlı hanımefendi, şemsiyeli olan.” “O benim büyükannemdi” dedi sarı yağmurluklu kız. “Ne kaybetmiş?” “Bir kolye ucu” “Çok değerli bir şey olmalı” “Pek sayılmaz. Duygusal değeri var.” “Ailen sayısız yıllardır onu aradığına göre duygusal değerinden daha fazlası olmalı” “Evet” duraksadı. Ardından devam etti: “Büyükannem onun kendisini eve götüreceğini söyledi. Dedi ki buraya etrafa bir bakmak için gelmiş. Meraklıymış. Sonra kolye ucunun üstünde olmasından dolayı kaygılanmış ve onu bir kayanın altına saklamış, tekrar geldiğinde bulabilmek için. Ama sonra, tekrar geldiğinde artık onun hangi kaya olduğundan emin değilmiş. Bu elli yıl önce olmuş.” “Evi neredeymiş?” “Hiç söylemedi.” Kızın konuşma şekli beni korkutan soruyu sormama neden oldu. “Büyükannen… Hala yaşıyor mu?” “Evet. Bir bakıma, ama artık bizimle konuşmuyor. Yalnızca denize bakıyor. Bu kadar yaşlı olmak korkunç olmalı.” Başımı salladım. Korkunç değildi. Ardından elimi paltomun cebine soktum ve kıza uzattım. “Kaybettiği böyle bir şey miydi? Bunu bir sene önce buldum. Bir kayanın altında…” Kolye ucu ne tuzlu suyla ne de kumla lekelenmişti. Kız büyülenmiş görünüyordu. Ardından bana sarıldı ve teşekkür etti ve kolye ucunu alıp küçük kasaba yönüne doğru puslu sahilde koşuverdi. Gidişini izledim; siyah beyaz dünyada bir altın serpintisiydi. Büyükannesinin kolye ucunu elinde taşıyordu. Boynumda asılı olan kolye ucunun ikizini… Büyükannesini, küçük kız kardeşimi, merak ettim. Acaba eve hiç gidebilecek miydi? Eğer gidebilirse ona yaptığım bu küçük şakadan dolayı beni affedebilecek miydi? Belki de dünyada kalmayı tercih edecek ve eve kendi yerine küçük kızı gönderecekti. Bu eğlenceli olabilirdi. Ancak küçük küçük yeğenim gidip yalnız kaldığım zaman, kolye ucunun beni eve çekmesine izin verip yukarı, kimsesiz gök-balinalarıyla birlikte gezindiğimiz ve gökyüzüyle denizlerin bir olduğu üzerimizdeki enginliğe doğru yüzdüm. Neil Gaiman SORDU: “Mart ayı size hangi tarihi kişiyi hatırlatıyor?” @MorgueHumor YANITLADI: “Yalnızca kendine ait bir gemiyi düşleyen Anne Bonny’i ve onun kabadayı kalbini.” #KeepMoving #MarTale MART HİKÂYESİ “… yalnızca bunu biliyoruz; o idam edilmedi.” Daniel Defoe, En Kötü Şöhretli Korsanların Soygun ve Cinayetlerinin Genel Tarihi Anne ve kız büyük ev çok sıcak olduğundan sundurmaya çıktılar. Batı yönünde, uzaklarda bahar fırtınası filizleniyordu. Şimdiden yıldırımların ışıltıları ve öngörülmez soğuk rüzgârlar etraflarında esiyor ve üşütüyordu. Anne kız görgülerini bozmadan sundurma salıncağında oturdular ve kızın babasının ne zaman geri döneceğini konuştular, çünkü babası tütün hasadı için gemiyle İngiltere’nin uzak bölgelerine gitmişti. Mary, on üç yaşında, öylesine güzel, öylesine kolay korkan kız, “Çok şaşkınım. Tüm korsanların darağacını boyladığına ve babamın bize sağ salim döneceğine çok seviniyorum” dedi. Annesinin gülüşü nazikti ve “Korsanlar hakkında konuşmak istemiyorum Mary” derken de yitip gitmemişti. *** Küçük bir kızken babasının rezaletini örtbas etmek için bir oğlan çocuğu gibi giyinirdi. Babası ve babasının hizmetçi metresi olan ve Yeni Dünya’da karım diyeceği annesiyle birlikte Cork’tan Carolina’ya giden gemiye binene dek tek bir kadın kıyafeti dahi giyinmemişti. O yolculukta, alışkın olmadığı kıyafetlere sarılmış, yabancı etekler içindeki sakar kız ilk kez âşık oldu. On bir yaşındaydı ve kalbini çalan bir denizci değil, geminin kendisiydi: Anne geminin burnunda oturur, gri Atlantik sularının altlarından akışını izler, martıların çığlıklarını dinler ve İrlanda’nın her geçen saniye uzaklaşıp eski yalanları beraberinde götürüşünü hissederdi. Karaya ayak bastıklarında sevdasını pişmanlıkla terk etti ve babası yeni topraklarda zenginleşirken bile o yelkenlerin gıcırtı ve çarpışlarını düşlemeye devam etti. Babası iyi bir adamdı. Kızı geri döndüğü zaman mutlu olmuş ve yokluğunda yaşadığı olayları hiç sorgulamamıştı: evlendiği adamı da o adamın kendisini Providence’a götürüşünü de… Üç yıl sonra kucağında bir bebekle ailesine geri dönmüştü. Kocam öldü, demişti ve hikâyelerin de söylentilerin de bolluğuna rağmen en zeki dedikoducular bile Annie Riley’in Red Rackam’ın ikinci kaptanı, korsan kız Anne Bonny olduğunu söylemeyi akıl edememişti. “İnsan gibi dövüşmüş olsaydın, köpek gibi ölmezdin” Anne Bonny’nin karnına çocuğu koyan adama son sözleri bu olmuştu veya öyle söyleniyordu. *** Bayan Riley yıldırımların oynaşmasını izledi ve uzaklardaki gök gürültüsünün ilk gümbürtüsünü dinledi. Artık saçları ağarıyordu ve cildi de her mal mülk sahibi yerli kadınınki kadar güzeldi. “Sanki sesler top atışı gibi” dedi Mary (Anny kızına kendi annesinin ve büyük evden uzak olduğu yıllardaki en iyi arkadaşının adını vermişti) “Neden böyle şeyler söylüyorsun?” dedi annesi kuralcı bir biçimde. “Biz bu evde top atışlarından bahsetmeyiz.” Ardından ilk Mart yağmuru düştü ve Bayan Riley sundurmadaki salıncaktan kalkıp yağmura doğru eğilerek kızını şaşırttı. Böylece damlalar deniz serpintisi gibi yüzüne çarpıyordu. Bu denli saygın bir kadının karakterine aykırı bir davranıştı bu. Yağmur yüzüne çarparken kendisini orada hissetti: kendi gemisinin kaptanıydı, etrafında devam eden bombardıman ve tuzlu esintide barut dumanının kokusu vardı. Gemisinin güvertesi savaşta kanı gizlemesi için kırmızıya boyalı olacaktı. Ticaret gemisine borda etmeye, ister mücevher ister sikke, istediklerini almaya hazırlanırlarken rüzgâr dalgalanan yelkenleri top gümbürtüsü gibi bir sesle şaklatacak, tüm delilik sona erdiğinde ikinci kaptanıyla çılgınca öpüşecekti. “Anne?” dedi Mary. “Büyük bir sır hakkında düşündüğünüze inanıyorum. Yüzünüzde oldukça garip bir gülüş var.” “Aptal kız, acushla1” dedi annesi. Ardından ekledi: “Baban hakkında düşünüyordum” Doğruyu söylemişti ve Mart rüzgârları etraflarında delilik estiriyordu. 1. İrlanda dilinde: kalbimin atışı Neil Gaiman SORDU: “Nisanla ilgili en mutlu anınız nedir?” @_NikkiLS_ YANITLADI: “Ördekler bize yeniden güvendiğinde, babamla ben meyhaneden çalınan taze ekmekle onları beslemiştik.” #KeepMoving #AprTale NİSAN HİKÂYESİ Sana güvenmeyi bıraktıklarında bilirsin ki ördekleri fazla zorluyorsundur, oysa babam geçen yazdan bu yana ördeklerin alabildiği her şeyini almıştı. Gölete iner, ördeklere “hey ördekler” derdi. Ocak ayındayken yalnızca yüzerek uzaklaşırlardı. Özellikle sinirli bir erkek -biz ona Donald derdik, fakat yalnızca gıyabında çünkü ördekler bu tip şeylere karşı hassastır. – beklemeye devam edip babamı azarlardı; “İlgilenmiyoruz” derdi. “Sattığın hiçbir şeyi almak istemiyoruz; hayat sigortası da, ansiklopedi de, alüminyum cephe de, emniyet kibriti de… Hele ki nem geçirmezi hiç…” “İki katı ya da hiç!” diye vakladı bilhassa içerlemiş bir yabanördeği. “Tabi ki bizle yazı tura atmak istersin. Hileli bir çeyreklikle!” Babamın havuza düşürdüğü, bahsi geçen çeyrekliği inceleyen ördeklerin hepsi onaylayarak vakladılar ve nazikçe fakat somurtarak göletin öbür yanına yöneldiler. Babam bunu üzerine alındı: “Şu ördekler” dedi. “Her zaman buradaydılar. Sağılacak bir inek gibi. Enayiydiler – en alasından. Tekrar ve tekrar yolunu düşüreceğin cinsten. Bense işi bozdum.” “Tekrar sana güvenmelerini sağlaman lazım” dedim. “Ya da daha iyisi, şimdiden sonra dürüst davranmaya başlayabilirsin. Yeni bir sayfa aç. Artık bir işin var.” Ördek göletinin karşısındaki köy meyhanesinde çalışıyordu. Babam yeni bir sayfa açmadı. Eski sayfayı bile az buçuk çevirdi. Meyhane mutfağından taze ekmek çaldı, bitmemiş kırmızı şarap şişelerini aldı ve güvenlerini kazanmak için ördek göletine gitti. Tüm mart boyunca onları eğlendirdi, besledi, onlara fıkralar anlattı ve onları yumuşatmak için gereken her şeyi yaptı. Ancak Nisan olup da tüm dünya su göletleriyle kaplandığı, tüm ağaçlar yeni ve yeşil olduğu ve dünya kışı üstünden attığı zaman bir deste iskambil kâğıdı ortaya çıkartmıştı. “Şöyle dostça bir oyuna ne dersiniz?” dedi babam. “Para için değil?” Ördekler gergin bir biçimde birbirlerini süzdüler. Bazıları “bilmem ki…” diye tedirgince homurdandı. Derken yaşlıca, anımsayamadığım bir yaban ördeği cana yakın bir biçimde kanadını uzattı “Bu kadar taze ekmek, bu kadar güzel şaraptan sonra teklifini reddetmek terbiyesizlik olurdu. Belki remi oynamak istersin, ya da mutlu aile?1” “Pokere ne dersin?” dedi babam ifadesiz bir yüzle2 ve ördekler kabul ettiler. Babam oldukça mutluydu. Hatta oyunu daha ilginç hale getirmek için parasına oynamayı teklif etmesine bile gerek kalmamıştı, bunu yapan yaşlı yaban ördeğiydi. Yıllar boyunca kağıtları destenin dibinden dağıtarak hile yapmakla ilgili bir iki şey öğrenmiştim; geceleri babamın odamızda oturup tekrar ve tekrar pratik yapışını izlerdim; fakat o yaşlı yaban ördeği babama birkaç şey daha öğretebilirdi. Destenin dibinden dağıttı. Destenin ortasından dağıttı. Destedeki her kartın nerede olduğunu biliyordu ve kanadının bir fiskesiyle istediği kartı istediği yere koyabiliyordu. Ördekler babamın her şeyini aldılar; cüzdanını, saatini, ayakkabılarını, enfiye kutusunu ve üzerindeki kıyafetlerini. Eğer ördekler bir çocuğu bahis parası olarak kabul etselerdi beni de kaybedebilirdi ve belki de birçok yönden kaybetmişti. Meyhaneye yalnızca külotu ve çoraplarıyla geri döndü. Ördekler çorap sevmediklerini söylemişlerdi. Bu bir ördek meselesiydi. “En azından çorapların duruyor” dedim. O Nisan babamın ördeklere güvenmemeyi öğrendiği Nisan’dı. 1-Mutlu aile: Happy Families, Birleşik Krallık’ta oynanan bir iskambil oyunu. 2-Poker face için poker yüzü yerine ifadesiz bir yüz çevirisini tercih ettim. Neil Gaiman SORDU: “Bugüne dek Mayıs ayında aldığınız en tuhaf hediye nedir?” @StarlingV YANITLADI: “İsimsiz bir anneler günü hediyesi. Bunu bir düşünün!” #KeepMoving #MayTale MAYIS HİKÂYESİ Mayıs’ta isimsiz bir anneler günü kartı aldım. Bu beni şaşırttı. Eğer şimdiye dek bir çocuğum olsa mutlaka fark ederdim değil mi? Haziran’da banyo aynamın üzerinde, menşei ve değeri belirsiz, paslı ve küçük bakır paralarla birlikte yapıştırılmış şöyle yazılı bir not buldum: “Normal Hizmete En Kısa Zamanda Yeniden Başlanacaktır.” Temmuz’da bir haftalık aralıklarla, her birine Oz’un Zümrüt Şehri pulu yapıştırılmış üç farklı kartpostal aldım; gönderen kişinin harika zaman geçirdiğini söylüyor ve benden Doreen’e arka kapıdaki kilitleri değiştirmeyi hatırlatmamı ve Doreen’in sütü iptal ettiğinden emin olmamı istiyordu. Doreen adında kimseyi tanımıyorum. Ağustos’ta birisi kapımın eşiğine bir kutu çikolata bıraktı. Üzerindeki etikette kutunun önemli bir davanın delili olduğu ve üzerindeki parmak izleri alınmadan içindeki çikolataların hiçbir şekilde yenmemesi gerektiği yazılıydı. Tüm çikolatalar Ağustos sıcağında eriyip pelte gibi kahverengi bir kütleye dönüştü ve kutuyu attım. Eylül’de içinden Aksiyon Çizgiromanları #1, Shakespeare oyunlarının ilk sayfaları ve Jane Austen’in, daha önce hiç duymadığım, Akıl ve Yaban isimli bir romanının şahsi basımı çıkan bir paket aldım. Çizgi romanlara, Shakespeare’e ya da Jane Austen’a ilgim yoktur, bu yüzden kitapları arka taraftaki yatak odamda bıraktım. Bir hafta sonra tuvaletteyken okuyacak bir şeyler isteyip de kitapları aramaya gittiğimde yoktular. Ekim’de akvaryum tankının yan tarafına yapıştırılmış şöyle bir not buldum; “Normal Hizmete En Kısa Zamanda Yeniden Başlanacaktır. Gerçekten.” Balıklardan ikisi alınmış ve yerlerine tıpatıp aynısı olan yedekleri konulmuş görünüyordu. Kasım’da eğer Theobald Amca’mı canlı olarak yeniden görmek istiyorsam tam olarak neler yapmam gerektiğini söyleyen bir fidye mektubu aldım. Theobald ismimde bir amcam yok, fakat yine de tüm ay boyunca göbek deliğime pembe karanfil taktım ve salatadan başka bir şey yemedim. Aralık’ta Kuzey Kutbu pulu yapıştırılmış bir Noel Kartpostalı aldım; bu yıl, önemli bir hata sebebiyle, ne iyi ne de kötüler listesinde olduğumu söylüyordu. S ile başlayan bir isim tarafından imzalanmıştı. Santa olabilirdi fakat daha çok Steve’e benziyordu. Ocak’ta, uyandıktan sonra küçük mutfağımın tavanına birisinin parlak kırmızı boyayla BAŞKALARINA YARDIM ETMEDEN ÖNCE KENDİ MASKENİZİ TAKINIZ yazdığını gördüm. Boyanın bir kısmı zemine damlamıştı. Şubat’ta, otobüs durağında beklerken adamın birisi bana yaklaştı ve alışveriş çantasının içindeki siyah doğan heykelini gösterdi. Heykeli Şişko Adam’dan saklamak için benden yardım istedi ama sonra arkamda birisini gördü ve koşarak uzaklaştı. Mart ayında üç tane gereksiz posta aldım, ilki çoktan bir milyon dolar kazanmış olabileceğimi söylüyordu, ikincisi çoktan Academie Francaise’e seçilmiş olabileceğimi ve sonuncusu da çoktan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun fahri başkanı olarak atanmış olabileceğimi… Nisan’da yatağımın yanındaki komedinin üstünde bir not buldum; hizmetteki sorunlardan dolayı özür diliyor ve bugünden itibaren evrendeki tüm hataların sonsuza dek icabına bakıldığını söylüyordu. Not RAHATSIZLIKLARDAN DOLAYI ÖZÜR DİLERİZ diye bitiyordu. Mayıs’ta bir başka Anneler Günü kartı aldım. Bu kez isimsiz değildi. İmzalanmıştı, ama ismi okuyamıyordum. S ile başlıyordu fakat Steve olmadığı neredeyse kesindi. Neil Gaiman SORDU: “Mükemmel Haziran’ı nerede geçirirdin?” @DKSakar YANITLADI: “Buzdolabında. Yazlar her zaman bana insanların içine sığışabilecekleri büyük buzdolapları yapılmasını diletir.” #KeepMoving #JunTale Haziran HİKAYESİ Anne babam aynı fikirde değiller. Yaptıkları şey bu. Aynı fikirde olmamaktan da fazlasını yapıyorlar. Tartışıyorlar. Her şey hakkında. Hala nasıl olup da bir şeyler hakkında tartışmayı; evlenecek, dahası beni ve kardeşimi yapacak kadar uzun sure bıraktıklarını anladığımdan emin değilim. Annem servet dağılımına inanır ve Komünizmin en büyük sorununun yeteri kadar ileri gitmemesi olduğunu düşünür. Babam, yatağının kendi tarafında Kraliçe’nin çerçeveli bir fotoğrafına sahiptir ve olabildiğince Muhafazakar oy verir. Annem bana Susan ismini koymak istemiş. Babamsa bana teyzesinin ismi olan Henrietta’yı layık görmüş. İkisi de kararlarından dönmemişler. Okuldaki, hatta muhtemelen herhangi bir yerdeki tek Susietta benim. Kız kardeşimin adı, benzer nedenlerden ötürü Alismima. Uzlaştıkları tek bir şey bile yok, buna sıcaklık da dahil. Babam her zaman çok sıcak, annemse her zaman çok soğuk. Diğeri odadan çıkar çıkmaz kombiyi ve pencereleri açar ya da kapatırlar. Kız kardeşim ve ben tüm yıl nezle oluruz, sebebinin de muhtemelen bu olduğunu düşünüyoruz. Hangi ay tatile gidebileceğimiz üzerinde bile anlaşamadılar. Babam kesinlikle Ağustos olduğunu söyledi, Annem tartışmasız Haziran dedi. Bu da gergin kararımızın bizi, kimseye münasip olmayacak şekilde, tatilimizi Temmuz’da yapmaya ittiği anlamına geliyordu. Sonra nereye gideceklerine karar veremediler. Babam İzlanda’da Midilli Gezisi’ni kafasına koymuşken annem Sahra Çölü’nden geçen deve sırtında bir karavanla tehlikeye atılmaya niyetliydi ve ikisi de Fransa’nın Güneyi ya da başka bir yerde sahilde oturmaktan keyif alacağımızı önerdiğimizde bize biraz aptalca davranıyoruz gibi baktılar. Bize bunun da Disneyland’e bir gezinin de olamayacağını söyleyecek kadar uzun sure tartışmayı bıraktılar ve ardından birbirleriyle anlaşamamaya geri döndüler. Haziran Tatillerimizde Nereye Gidiyoruz Tartışması’nı bir çok kapıyı çarparak ve kapıların ardından birbirlerine “Peki o zaman” benzeri bir çok şey bağırarak bitirdiler. Namünasip tatil geldiğinde kızkardeşim ve ben yalnızca bir şeyden emindik; hiçbir yere gitmiyorduk. Kütüphaneden bir yığın dolusu kitap çıkartıp aramıza dizdik ve on gün boyunca sürecek tonlarca tartışmayı dinlemeye hazırlandık. Sonra kamyonetlerle adamlar geldi. Evin içine bir şeyler getirdiler ve onları kurmaya başladılar. Annem bodrum katına bir Sauna koydurttu. Zemine tonlarca kum boşalttılar. Tavana bir güneş lambası astılar. Kuma, güneş lambasının altına bir havlu serdi ve üzerine uzandı. Bodrum duvarlarına kum tepeleri ve deve fotoğrafları yapıştırtmıştı, yüksek sıcaklıktan soyulup çıktılar. Babam garaja buzdolabı koydurdu – bulabildiği en büyük buzdolabıydı, o kadar büyüktü ki içinde yürüyebilirdiniz- Buzdolabı garajı tamamıyla doldurduğundan sonrasında arabasını garajın önüne park etmek zorunda kaldı. Sabah erken kalkıyor, kalın bir İzlanda yün süveteri giyiniyor, bir kitap ve termos dolusu sıcak çikolata, biraz Güveç ve salatalık sandviçi alıyor ve yüzünde kocaman bir gülücükle sabahtan oraya gidip akşam yemeğine kadar dönmüyordu. Merak ediyorum, kimsenin benimki kadar garip bir ailesi var mıdır? Annem babam hiçbir şeyde anlaşamıyor. “Annemin akşamüstü kabanını giyip gizli gizli garaja gittiğini biliyor muydun?” dedi kardeşim birdenbire, bahçede oturuyor, kütüphane kitaplarımızı okuyorduk. Bilmiyordum, ama o sabah babamı yalnızca banyo mayosunu ve robdöşambrını giyip, annemle birlikte olmak için, yüzünde kocaman, şapşal bir gülüşle bodruma giderken görmüştüm. Anne babaları anlamıyorum. Gerçekten de kimsenin de hiçbir zaman anladığını sanmıyorum. Neil Gaiman SORDU: “Temmuz’da bugüne dek gördüğünüz en tuhaf şey nedir?” @mendozacarla YANITLADI: “… kitaplardan yapılmış bir Eskimo kulübesi.” #KeepMoving #JulTale TEMMUZ HİKAYESİ Temmuz’un ilk gününde, karımın yalnız kalmaya ve bir şeyleri sil baştan düşünmeye ihtiyacı olduğunu söyleyip beni terk ettiği, güneşin şehir merkezindeki gölün üzerine vurduğu, evimi saran çayırlıktaki mısırların diz boyuna ulaştığı, coşkulu çocukların ilk maytap ve roketleri ateşleyerek bizi ürkütüp yaz göğünü benek benek ettiği günde, arka bahçemde kitaplardan bir Eskimo kulübesi yaptım. Eğer sağlam yapamazsam düşecek olan karton kapaklı kitapların ve ansiklopedilerin ağırlığından korkarak kağıt kapaklı kitaplar kullandım. Fakat sağlam oldu. Üç buçuk metreden biraz yüksekti ve keskin kutup rüzgarlarını dışarıda tutacak, eğilerek içine girebildiğim bir tüneli vardı. Kitaplardan yaptığım kulübeye daha çok kitap aldım ve orada okudum. İçeride ne kadar rahat ve sıcak olduğuma şaşırdım. Kitapları okudukça onları yere koydum ve onlardan bir zemin yaptım. Sonra daha çok kitap aldım ve son Temmuz çimini de dünyamdan çıkartıp onların üstüne oturdum. Ertesi gün arkadaşlarım geldi. Emekleyerek kulübeme girdiler. Deli gibi davrandığımı söylediler. Onlara benimle kış soğukları arasında duran tek şeyin babamın 1950’lerden kalma, bir çoğu müstehcen isimli, uçuk kapaklı ve hayal kırıcı bir biçimde vakur hikâyelerden oluşan kağıt kapak kitapları olduğunu söyledim. Arkadaşlarım gittiler. Dışarıdaki kutup gecesini hayal ve Kuzey Işıkları’nın üzerimdeki gökyüzünü doldurup doldurmadığını merak ederek oturdum. Dışarıya baktım fakat yalnızca sinir bozucu yıldızlarla dolu bir gece gördüm. Kitaplardan oluşan kulübemde uyudum. Acıkıyordum. Zeminde bir delik açıp içine bir misina sarkıttım ve bir şey ısırana kadar bekledim. Sonra yukarı çektim: kitaplardan – yeşil kapaklı eski tip Penguin detektif hikayeleri- yapılma bir balık… Kulübemde ateş yakmaktan korkarak çiğ çiğ yedim. Dışarı çıktığımda birisinin tüm dünyayı kitaplarla kapladığını gördüm; her biri beyaz, mavi ve morun gölgeleri olan soluk kapaklı kitaplar. Kitaplardan oluşan buz parçalarının üstünde yürüdüm. Orada, buzun üzerinde karıma benzeyen birisini gördüm. Otobiyografilerden bir buzul yapıyordu. “Beni bırakıp gittiğini düşünmüştüm” dedim ona. “Beni yapayalnız bırakıp gittiğini düşünmüştüm.” Hiçbir şey söylemedi ve onun yalnızca bir gölgenin gölgesi olduğunu fark ettim. Kuzey kutbunda güneşin hiç batmadığı Temmuz ayıydı fakat yorulmaya başlamıştım ve tekrar kulübeme doğru yürüdüm. Ayıların kendilerini görmeden önce gölgelerini gördüm. Dev gibi ve soluktular; vahşet kitaplarının sayfalarından yapılmışlardı. Kadim ve modern şiirler buz parçalarını güzellikleriyle yaralayabilecek kelimelerle dolu birer ayı şeklinde kolaçan ediyorlardı. Kağıtları ve etraflarında esen sözcükleri görebiliyordum ve ayıların beni görebileceğinden korkmuştum. Ayılardan kaçınarak kulübeme sığındım. Karanlıkta uyumuş olabilirdim. Sonra tekrar dışarı süründüm ve sırt üstü buza uzanarak titreşen Kuzey Işıkları’nın beklenmedik renklerine baktım ve uzaktan gelen, mitoloji kitaplarından oluşan bir buzuldan masallardan oluşan bir buzdağı doğarken çıkan kütürtü ve çatırtıları dinledim. Yerde, bana yakın uzanan birisinin daha olduğunun ne zaman farkına vardım bilmiyorum. Nefes alış verişini duyabiliyordum. “Çok güzeller değil mi?” dedi. “Aurora Borealis, Kuzey Işıkları” dedim ona. “Kasabanın Dört Temmuz havai fişekleri bebeğim” dedi karım. Elimi tuttu ve birlikte havai fişekleri izledik. Son havai fişekler de altın rengi yıldız bulutları arasında kaybolduğunda “Yuvama geldim” dedi. Hiçbir şey söylemedim. Fakat elini sımsıkı tuttum, kitaplardan yapılma kulübemi terk ettim ve onunla birlikte Temmuz sıcağında güneşlenen bir kedi misali yaşadığımız eve girdim. Uzakta gök gürültüsü duydum. Gece, biz uyurken yağmur yağmaya başladı ve kitaplardan yapılma kulübemi devirip kelimeleri dünyadan alıp götürdü. Neil Gaiman SORDU: “Ağustos eğer konuşabilseydi, ne derdi?” @gabiottasnest YANITLADI: “Ağustos temkinle ağaçlarda yanan yapraklara bakarken sonsuza dek yaşayan imparatorluğundan bahsederdi.” #KeepMoving #AugTale AĞUSTOS HİKÂYESİ O Ağustos’ta orman yangınları erken başladı. Dünyayı ıslatabilecek tüm fırtınalar güneyimize gitti ve yağmurlarını da beraberlerinde götürdü. Her gün üstümüzden uçan, yükü uzaklardaki yangınların üzerine dökülmeye hazır göl suları olan helikopterleri görürdük. Bir Avustralyalı olan Peter, içinde yaşadığım ve bakımını sağladığım evin sahibidir, kendisi için yemek yaparım; “Avustralya’da Okaliptuslar hayatta kalmak için yangını kullanır. Bazı Okaliptuslar bir orman yangını gelip geçmedikçe ve tüm çalılıkları temizlemedikçe filizlenmez. Yüksek ısıya ihtiyaç duyarlar” dedi. “Tuhaf bir fikir” dedim. “Alevlerden doğan bir şey.” “Pek sayılmaz” dedi Peter. “Çok normal. Muhtemelen dünya daha sıcakken çok daha normaldi.” “Bundan birazcık bile daha sıcak bir dünyayı hayal etmek zor” Homurdandı. “Bu hiçbir şey” dedi ve sonrasında daha genç olduğu zamanlarda Avustralya’da yaşadığı şiddetli sıcaklardan bahsetti. Ertesi sabah televizyon haberleri bölgemizdeki insanlara mülklerini boşaltmalarını önerdi: yüksek yangın riski taşıyan bir bölgedeydik. “Deli zırvası” dedi Peter sinirle. “Bize hiçbir sorun çıkartmayacak. Yüksek zemindeyiz ve dört yanımız dereyle çevrili.” Suyun yüksek olduğu zamanlarda dere dört hatta beş fit derinlikte olabiliyordu. Şimdiyse bir, en fazla iki fitten daha çok değildi. Akşamüzeri havada ağır bir yanmış odun dumanı vardı ve televizyon ve radyo bize, çıkabilirsek, hemen şimdi evimizden çıkmamızı söylüyordu. Birbirimize gülümsedik, biralarımızı içtik ve zor bir durumu kavrayışımızdan, paniklemeyişimizden ve kaçıp gitmeyişimizden dolayı birbirimizi tebrik ettik. “Kendi kendimize yeteriz, insanlık olarak” dedim. “Her birimiz. İnsanlar. Sıcak bir Ağustos gününde yaprakların ağaçlar üstünde yanışını izliyor ve hala hiçbir şeyin gerçek anlamda değişeceğine inanmıyoruz. İmparatorluklarımız sonsuza dek sürecek.” “Hiçbir şey sonsuza dek sürmez” dedi Peter ve kendisine biraz daha bira doldurup vakt-i zamanında Avustralya’da yaşayan bir arkadaşından bahsetti; ani bir yangının alevlerini her yeniden peyda oluşlarında üzerine bira dökerek söndürmüş ve aile çiftliklerinin yanıp kül olmasına engel olmuştu. Yangın sanki dünyanın sonu gibi vadiyi aşıp bize doğru geldi ve derenin ne kadar yetersiz bir koruma olacağını fark ettik. Hava yanıyordu. İşte o zaman, en sonunda, kaçtık; kendimizi zorlayıp, boğucu dumanın içinde suya erişinceye dek tepeden aşağı koştuk ve suyun içine, sadece başımız suyun üstünde kalacak şekilde, yattık. Cehennemin ortasında, ateşlerden doğduklarını, yükseldiklerini ve uçtuklarını gördük. Tepedeki evin yanan yıkıntılarını gagalarken bana kuşları anımsattılar. Birisinin başını kaldırdığını ve muzafferane haykırdığını gördüm. Alevlerin kükreyişi arasından, yanan yaprakların çatırtısı arasından onu işitebiliyordum. Anka kuşunun çağrısını duydum ve anladım ki hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Derenin suyu kaynamaya başlarken yüzlerce ateşten kuş gökyüzüne doğru yükseldi. Neil Gaiman SORDU: “Bana Eylül’de kaybettiğiniz, sizin için anlamı çok büyük olan bir şey söyleyin.” @TheGhostRegion YANITLADI: “Annemin aslan yüzüğü. Tam üç kere kaybettim ve yeniden buldum. Bazı şeylere sahip olunmaması gerekir.” #KeepMoving #SepTale EYLÜL HİKÂYESİ Annemin aslan başı şeklinde bir yüzüğü vardı. Onu ufak tefek büyüler yapmakta kullanırdı – park yeri bulmak, süpermarkette içinde olduğu kuyruğun hızlı akmasını sağlamak, yan masada didişen çiftin hırgürünü bitirip yeniden aşık olmalarını sağlamak- bu tarz şeyler. Öldüğünde yüzüğünü bana bıraktı. Onu ilk kaybedişimde bir kafedeydim. Sanırım onunla fevri bir şekilde oyalanıyordum; parmağımdan çıkartıp çıkartıp yeniden takıyordum. Ancak eve yeniden döndüğümde fark ettim ki artık yüzüğü takmıyordum. Kafeye tekrar gittim ama yüzükten eser yoktu. Birkaç gün sonra, onu kafenin dışındaki kaldırımda bulan bir taksi sürücüsü tarafından bana geri getirildi. Taksici bana annemin rüyasında ona göründüğünü, benim adresimi ve eski usül peynirli pastasının tarifini verdiğini söyledi. Yüzüğü ikinci kez kaybettiğimde bir köprü korkuluğuna yaslanmış, aylak aylak aşağıdaki nehre çam kozalakları fırlatıyordum. Gevşek olduğunu düşünmüyorum ama yüzük bir kozalakla birlikte elimi terk etti. Düşerken çizdiği yayı izledim. Irmağın kıyısındaki koyu, ıslak çamura kaba bir culk sesi çıkartarak indi ve kayboldu. Bir hafta sonra, meyhanede tanıştığım bir adamdan bir somon balığı satın aldım: eski yeşil kamyonetinin kasasındaki bir soğutucudan getirdi. Doğum günü yemeği içindi. Somon balığını kesince annemin yüzüğü yuvarlanarak içinden çıktı. Üçüncü kez kaybettiğimde arka bahçede kitap okuyor ve güneşleniyordum. Ağustos’tu. Yüzük güneş gözlüklerim ve biraz güneş kremiyle birlikte havlunun üzerindeydi, derken büyük bir kuş (Sanırım bir alacakarga ya da cücekargaydı ama yanılıyor olabilirim. Kesinlikle bir tür kargaydı) kanatlarını çırparak alçaldı ve annemin yüzüğü gagasında, kanat çırparak uzaklaştı. Yüzük ertesi gece sakarca canlandırılmış bir korkuluk tarafından geri getirildi. Arka kapının ışığında kımıltısız dururken beni epey ürküttü ve saman doldurulmuş eldivenli elinden yüzüğü alır almaz karanlığa dönüp yalpalayarak uzaklaştı. “Bazı şeylere sahip olunmaması gerekir” dedim kendime. Ertesi sabah yüzüğü eski arabamın torpido gözüne koydum. Arabayı bir hurdacıya götürdüm, gayet tatminkâr bir şekilde arabanın eski bir televizyon seti büyüklüğündeki bir metal küpe çevrilişini izledim ve ardından Romanya’ya gidecek bir konteynırın içine koydum; orada işe yarar bir şeyler olarak işlenebilirdi. Eylül’ün başında banka hesabımdaki tüm parayı çektim. Takma bir isimle bir web tasarımcısı işi bulduğum Brezilya’ya taşındım. Şimdiye dek annemin yüzüğünden bir haber yok. Fakat bazen derin bir uykudan kalbimin çarpıntısıyla, terden sırılsıklam, annemin gelecek sefer onu bana nasıl vereceğini merak ederek uyanıyorum. Neil Gaiman SORDU: “Ekim’de hangi efsanevi yaratıkla karşılaşmak isterdin? (Ve neden?)” @elainelowe YANITLADI: “Bir cinle. Dilek tutmak için değil. Zaten sahip olduğun şeylerle nasıl mutlu olabileceğine dair en iyi tavsiye için.” #KeepMoving #OctTale EKİM HİKÂYESİ “Bu çok iyi geldi” dedim ve son kramptan da kurtulmak için boynumu esnettim. Sadece iyi gelmemiş, aslında harika gelmişti. O lambanın içinde çok uzun zamandır ezilmiştim. Artık hiç kimsenin hiçbir zaman onu okşamayacağını düşünüyorsun. “Sen bir cinsin” dedi elinde cila bezi tutan genç hanım. “Öyleyim. Sen akıllı bir kızsın tatlım. Beni ele veren nedir?” “Duman kümesinin içinden çıkman” dedi tebessümle “Ve bir cine benziyorsun. Türbanın ve kıvrık uçlu ayakkabıların var.” Kollarımı kavuşturup gözlerimi kırptım. Şimdi kot pantolon, gri tenis ayakkabıları ve solgun gri bir süveter giyiyordum, bu zaman ve mekanın erkek üniformasıydı yani. Bir elimi alnıma kaldırdım ve yerlere kadar eğildim. “Ben lambanın ciniyim” dedim ona. “Rahatla ey kısmetli kişi. Üç dileğini yerine getirme kudretim var. Ve bende “daha fazla dilek hakkı diliyorum” şeyini deneme. O zaman oynamam ve sen de bir dilek hakkı kaybedersin. Anlaştık. Haydi başla.” Kollarımı tekrar kavuşturdum. “Hayır” dedi “Yani teşekkür ederim hepsi için fakat, sorun yok. Ben böyle iyiyim.” “Tatlım” dedim “Şekerim, balım. Belki de beni yanlış duydun. Ben bir cinim. Ve üç dilek hakkı? İstediğin her şeyden bahsediyoruz. Hiç uçma hayali kurdun mu? Sana kanatlar verebilirim. Zengin olmak ister misin, Karun’dan daha zengin? Güç ister misin? Sadece söyle. Üç dilek. Ne istersen.” “Söylediğim gibi” dedi. “Teşekkürler. Ben iyiyim. İçecek bir şeyler ister misin? O lambanın içinde o kadar zaman geçirdikten sonra kavrulmuş olmalısın. Şarap? Su? Çay?” “Iııı…” Esasında, şimdi kız bahsedince, hakikaten susamıştım. “Hiç naneli çayın var mı?” Bana son bin yılın büyük kısmını içinde geçirdiğim lambanın neredeyse ikizi olan bir çaydanlık içinde biraz naneli çay yaptı. “Çay için teşekkürler.” “Sorun değil.” “Ama anlamıyorum. Tanıştığım herkes bir şeyler istemeye başlar. Süslü püslü bir ev, Muhteşem kadınlarla dolu bir harem – tabi bunu sen istemezsin elbette.” “İsteyebilirim” dedi “İnsanlar hakkında öylece varsayımlar yapamazsın. Ayrıca bana tatlım, şekerim ya da ona benzer şeyler deme. Benim adım Hazel.” “Ah” anlamıştım. “Güzel bir kadın istiyorsun demek? Benim hatam. Yalnızca dilemen yeterli.” Kollarımı kavuşturdum. “Hayır” dedi. “Ben iyiyim. Dilek yok. Çayın nasıldı?” Ona naneli çayın bugüne dek tattığım en iyisi olduğunu söyledim. Bana insanların dileklerini yerine getirme ihtiyacını ne zaman duymaya başladığımı ve memnun etmek için aşırı bir ihtiyaç duyup duymadığımı sordu. Bana annemi sordu ve ona beni ölümlüleri değerlendirdiği gibi değerlendiremeyeceğini söyledim, çünkü ben bir cindim, güçlü ve bilge, büyülü ve gizemli. Bana humus sevip sevmediğimi sordu ve sevdiğimi söyleyince humusa banmam için bir pide kızarttı ve onu dilimledi. Pide dilimlerimi humusa banıp afiyetle yedim. Humus bana bir fikir vermişti. “Sadece dile” dedim yardımseverliğimle “ve sana sultanlara layık bir yemek getirtebilirim. Her yemek bir öncekinden daha güzel olur ve hepsi altın tabaklar üstünde sunulur. Sonrasında tabakları da vermeyebilirsin.” “Bu iyiymiş” dedi gülerek. “Biraz yürüyüşe çıkmak ister misin?” Beraber şehirde yürüdük. O kadar yıl lambada kaldıktan sonra bacaklarımı esnetmek iyi hissettirdi. Kendimizi bir parkta, bir göl kıyısındaki bankta otururken bulduk. Ilık fakat rüzgarlıydı ve güz yaprakları her rüzgar esişinde telaşla dökülüyordu. Hazel’a genç bir cin olduğum zamanlardan, melekleri gizlice dinleyişimizden ve dinlerken yakalandığımızda bize nasıl kuyruklu yıldızlar fırlattıklarından bahsettim. Ona cin savaşlarının kötü günlerini ve Kral Süleyman’ın bizi içi boş nesnelerin; şişelerin, lambaların, kil çömleklerin ve benzer şeylerin içine nasıl hapsettiğini anlattım. Bana bir uçak kazasında ölen ve kendisine evi miras bırakan anne babasını anlattı. Bana işini anlattı; gerçekten başarılı bir tıp ressamı olamayacağını anladığı anda es kaza denk geldiği bir işti; çocuk kitapları resmediyordu ve resmetmesi için ne zaman yeni bir kitap gönderilse çok mutlu olduğunu anlattı. Bana haftada bir akşam vakti yerel bölge üniversitesinde yetişkinlere hayat çizimi dersi verdiğini anlattı. Hayatında açık bir kusur göremedim, dileyerek doldurabileceği bir delik yoktu, biri hariç. “Hayatın güzel” dedim ona. “Ama onu paylaşabileceğin kimsen yok. Dile ve sana kusursuz adamı getireyim. Ya da kadını. Bir film yıldızı. Zengin bir… kişi…” “Gerek yok, ben iyiyim” dedi. Cadılar bayramı için süslenmiş evlerin arasından onun evine döndük. “Bu doğru değil” dedim ona. “İnsanlar her zaman bir şeyler ister.” “Ben istemem. İhtiyacım olan her şeye sahibim.” “O zaman ben ne yapacağım?” Bir anlığına düşündü. Ardından ön bahçesini gösterdi: “Yaprakları tırmıkla süpürebilir misin?” “Dileğin bu mu?” “Yok. Sadece ben yemeğimizi hazırlarken yapabileceğin bir şey.” Yaprakları, rüzgârın dağıtmasına mani olmak için çit kenarındaki bir kümeye süpürdüm. Yemekten sonra tabakları yıkadım. Geceyi Hazel’ın kullanılmayan yatak odasında geçirdim. Yardım istemiyor değildi. Yardım etmeme izin veriyordu. Onun için getir götür işleri yaptım, sanat malzemeleri ve yiyecekler aldım. Uzun zaman resim yaptığı günlerde boynunu ve omuzlarını ovmama izin verdi. Güzel, düzgün ellerim vardır. Şükran gününden bir kaç gün önce kullanılmayan yatak odasından çıktım ve koridorun karşısındaki ana yatak odasına taşındım; Hazel’ın yatağına. Bu sabah o uyurken yüzünü seyrettim. Uyurken dudaklarının yaptığı şekillere baktım. Yükselen güneş ışığı yüzüne dokundu ve gözlerini açtı ve bana bakıp gülümsedi. “Sana neyi hiç sormadım biliyor musun?” dedi “Ya sen? Eğer sana üç dilek hakkın olduğunu söyleseydim, sen ne dilerdin?” Bir anlığına düşündüm. Kollarımı ona doladım. Başıyla omzuma doğru sokuldu. “Böyle iyi” dedim ona “Ben iyiyim.” Neil Gaiman SORDU: “Yakabilecek olsanız Kasım’da neyi yakmak isterdiniz?” @MeiLinMiranda YANITLADI: “Hastalık kayıtlarımı, ama sadece onları yakmak hepsini alıp götürecekse.” #KeepMoving #NovTale KASIM HİKAYESİ Maltız küçük ve kareydi ve bakır ya da pirinç olabilecek, eskimiş, ateşten kararmış bir metalden yapılmıştı. Garaj satışında Eloise’nin gözüne takılmıştı çünkü ejderha veya deniz yılanı olabilecek hayvanlarla örülmüştü. İçlerinden birinin kafası eksikti. Yalnızca bir dolardı ve Eloise yan tarafında kırmızı bir tüy olan bir şapkayla birlikte onu satın aldı. Daha eve gitmeden şapkayı aldığına pişman olmaya başlamıştı ve belki onu birisine hediye olarak verebileceğini düşündü. Fakat eve döndüğünde hastaneden gelen mektup onu bekliyordu ve maltızı arka bahçeye, şapkayı ise evin girişindeki bölme dolaba koyup ikisini de bir daha düşünmedi. Aylar da evden ayrılma isteği de geçti. Her gün daha zayıf düştü ve her gün ondan biraz daha çaldı. Yatağını alt kattaki odaya taşıdı, çünkü yürümek acıtıyordu, çünkü merdivenleri çıkmak için çok yorgundu, çünkü böylesi daha kolaydı. Kasım geldi ve onunla birlikte Noel’i hiç göremeyeceği bilgisi de. Atamayacağın şeyler vardır, gittiğinde sevdiklerinin bulmaları için bırakamayacağın şeyler. Yakmak zorunda olduğun şeyler. Kağıtlar, mektuplar ve eksi fotoğraflarla dolu siyah mukavva bir dosyayı bahçeye çıkarttı. Maltızı dökülmüş dal parçaları ve kahverengi kese kağıtlarıyla doldurdu ve mutfak çakmağıyla yaktı. Ancak maltız yanmaya başlayınca klasörü açtı. Mektuplarla, özellikle başkalarının görmesini istemedikleriyle başladı. Üniversitedeyken bir profesör ve birdenbire çok çapraşık ve çok yanlış yönlere giden bir ilişki vardı, eğer ona ilişki denebilirse, Profesörün tüm mektupları birbirine ataşlı duruyordu ve onları tek tek ateşe bıraktı. İkisinin birlikte bir fotoğrafı vardı ve maltıza en son onu bırakıp kıvrılmasını ve kararmasını izledi. Klasördeki bir sonraki şeye uzanıyordu ki profesörün ismini, ne öğrettiğini, ilişkilerinin kendisini incittiğinde buna neyin neden olduğunu ve onu bir sonraki yıl boyunca intihara meyilli bıraktığını anımsamadığını fark etti. Bir sonraki şey eski köpeği Lassie’nin, arka bahçedeki meşe ağacının yanında, kendi sırtında bir fotoğrafıydı. Lassie son yedi yıldır ölüydü fakat ağaç hala orada, şimdi Kasım soğuğunda yapraksız duruyordu. Fotoğrafı maltıza fırlattı. O köpeği sevmişti… Ağaca doğru bir bakış atıp anımsamaya çalıştı… Arka bahçede hiç ağaç yoktu. Ağaç kütüğü bile yoktu; yalnızca yan bahçedeki ağaçlardan dökülmüş yaprakların bürüdüğü solgun Kasım çimenleri vardı. Eloise anladı ve delirdiği için telaşlanmadı. Dimdik ayağa kalktı ve evine girdi. Aynadaki yansıması kendisini, tıpkı bugünlerde hep yaptığı gibi sarstı. Saçları çok ince, çok seyrek… Eğreti yatağının yanındaki masanın üzerinden kâğıtları aldı: onkoloji doktorundan gelen mektup en üstteydi, altında düzinelerce kelime ve rakamlarla dolu sayfa vardı. Aşağısında her biri ilk sayfasının en üstünde hastane logoları olan daha fazla sayfa vardı. Onları da aldı ve işi garantiye almak için hastane faturalarını da aldı. Sigorta büyük bir kısmını karşılıyordu ama hepsini değil. Tekrar dışarı çıkarken mutfakta duraklayıp soluklandı. Maltız bekledi ve o tüm hastane kayıtlarını ateşe attı. Kasım rüzgârında hepsinin kahverengileşmesini, kararmasını ve küle dönüşmesini izledi. Eloise, son hastane kaydı da yanıp gittikten sonra ayağa kalktı ve içeri girdi. Koridordaki ayna ona hem tanıdık hem de yeni bir Eloise gösterdi; kalın, kahverengi saçları vardı ve aynadan kendisine sanki hayatı seviyor ve konforun izini sürüyor gibi gülümsüyordu. Eloise koridordaki bölme dolaba yürüdü. Rafta zar zor anımsadığı kırmızı bir şapka vardı, fakat kırmızının kendisini bitkin ve renksiz göstereceğinden endişe duysa da onu taktı. Aynaya baktı. Her şey güzel görünüyordu. Şapkayı daha havalı bir açıyla çevirdi. Dışarıda siyah, yılan örgülü maltızda tüten dumanın son kısmı soğuk Kasım havasına süzüldü. Neil Gaiman SORDU: “Aralık’ta kimi tekrar görmek isterdiniz?” @Geminitm YANITLADI: “18 yaşındaki evden kaçan kendimi. Böylece ona sevdiğim birisini bulduğumu ve kendime ait bir evim olduğunu gösterebilirim – işler daha iyiye gitti.” #KeepMoving #DecTale ARALIK HİKAYESİ Sokaklarda yaz zordur, ama yazın soğuktan ölmeden bir parkta uyuyabilirsin. Kış farklıdır. Kış ölümcül olabilir. Olmasa dahi, soğuk yine de seni özel evsiz arkadaşı olarak görür ve kendisini gizlice hayatına sızdırır. Donna yaşlı kurtlardan öğrenmişti. Numara gece, sıcaklığın dibine düştüğü ve ılık mekanların kapılarını kapatıp kilitlediği, ışıkları söndürdüğü zaman hareket edebilmek için gündüzleri nereyi bulabilirsen orada uyumaktı – ring seferler iyiydi, bir bilet alır ve tüm gün metro vagonunda uyuklardın, aynı şekilde on sekiz yaşında bir kızın bir fincan çaya elli peni verip saygın göründüğü sürece bir köşede bir ya da üç saat uyuya kalmasına aldırış etmeyen ucuz kafeler de iyiydiGece saat dokuzdu ve Donna yürüyordu. İyice aydınlanmış bölgelerde geziyordu ve para istemekten utanmıyordu. Artık değil. İnsanlar her zaman hayır diyebilirlerdi ve çoğu zaman diyorlardı. Sokağın köşesindeki kadınla ilgili tanıdık hiçbir şey yoktu. Eğer olsaydı, Donna ona yaklaşmazdı. Biddenden’dan birisinin onu bu şekilde görmesi kabusuydu; (hiç bir zaman pek konuşmayan, büyükannenin öldüğünü duyduğunda sadece ‘çok şükür” diyen) anasına söylemelerinin ve anasının da babasına söylemesinin ve babasının da buraya gelip onu aramasının ve onu eve götürmeye çalışmasının utancı ve korkusu. Ve bu onu mahvederdi. Babasını asla bir daha görmek istemiyordu. Köşedeki kadın şaşkın bir biçimde durmuştu ve sanki kaybolmuş gibi etrafına bakınıyordu. Kayıp insanlar eğer onlara gitmek istedikleri yönü söyleyebilirsen biraz bozukluk için iyiydiler. Donna biraz yaklaştı ve “Biraz bozukluk verir misin?” dedi. Kadın başını eğip ona baktı ve ardından yüz ifadesi değişti ve sanki bir… Donna klişeyi o zaman anladı ve neden insanların sanki bir hayalet görmüş gibi görünüyorsun dediklerini anlayıverdi. Öyle görünüyordu. Kadın “Sen?” dedi. “Ben?” dedi Dona. Eğer kadını tanımış olsa geri çekilir hatta belki kaçıp giderdi fakat kadını tanımıyordu. Kadın biraz Donna’nın anasına benziyordu, fakat daha nazik, yumuşak ve annesi sıskayken o balıketliydi. Gerçekten neye benzediğini görmek zordu çünkü kalın siyah kış kıyafetleri ve kalın yünden bir bere giyinmişti fakat berenin altından görünen saçı Donna’nınki kadar turuncuydu. Kadın “Donna” dediğinde Donna kaçabilirdi fakat kaçmadı ve olduğu yerde durdu çünkü bu kelimelerle anlatılamayacak kadar delice, o kadar imkansız ve o kadar saçmaydı. “Aman Tanrım, Donna. Sen sensin, değil mi? Hatırlıyorum” dedi kadın. Ardından durdu. Gözyaşlarını tutuyor gibi görünüyordu. Kadın başını eğdi. “Ben senim” dedi. “Ya da olacağım. Bir gün. Bu tarafa doğru yürüyor ve bir zamanlar nasıl hissettiğim… hissettiğin…” Sonra tekrar durdu. “Dinle. Sonsuza kadar senin için böyle olmayacak. Hatta uzun zaman bile böyle olmayacak. Sadece saçma bir şey yapma. Ve kalıcı bir şeyler de yapma. Söz veriyorum her şey düzelecek. YouTube vidyoları gibi, biliyor musun? Daha iyi olacak.” “Yuğtup nedir?” dedi Donna “Ah minik kuşum” dedi kadın. Ardından kollarını Donna’ya doladı ve onu kendisine çekip sıkıca tuttu. “Beni eve mi götüreceksin?” diye sordu Donna. “Yapamam” dedi kadın. “Ev henüz senin için orada değil. Henüz sana sokaklardan kurtulmanda yardımcı olacak insanlarla ya da iş bulmana yardım edecek insanlarla tanışmadın. İleride eşin olacak insanla henüz tanışmadın. Ve ikiniz hem birbiriniz hem de çocuklarınız için güvenli bir ev yapacaksınız. Sıcak bir yer.” Donna içinde yükselen kızgınlığı hissetti. “Bana bunları niye anlatıyorsun?” diye sordu. “Daha iyiye gittiğini bilesin diye. Sana ümit vermek için.” Donna geri adım attı. “Ümit istemiyorum” dedi. “Sıcak bir yer istiyorum. Bir ev istiyorum. Şimdi istiyorum. Yirmi yıl içinde değil.” Yumuşak yüzünde kırılmış bir ifade ile. “Yirmi yıldan daha kı…” “Umurumda değil. Bu gece değil. Gidecek hiçbir yerim yok ve üşüdüm. Hiç bozukluğun var mı?” Kadın başını eğdi. “Al” dedi. Çantasını açtı ve bir banknot çıkarttı. Donna yirmi paundluk banknot aldı. Fakat yirmi paundluk banknot aşina olduğu paraların hiçbirine benzemiyordu. Bir şeyler sormak için tekrar kadına baktı fakat kadın gitmişti ve tekrar eline baktığında yirmilik de yoktu. Orada titreyerek durdu. Para, eğer orada gerçekten olduysa bile gitmişti. Fakat elinde bir şey vardı; bir gün her şeyin yoluna gireceğini biliyordu. En sonunda. Ve biliyordu ki saçma sapan bir şey yapmasına gerek yoktu. Durmak için çok yaklaşmış bir treni gördüğünde raylara atlayabilmek için son bir metro bileti alması gerekmiyordu. Kış rüzgarı sertti ve onu ısırıp kemiklerine kadar işliyordu fakat yine de bir dükkanın kapı eşiğine sürüklenmiş bir şey fark etti ve yere uzanıp aldı; beş paundluk bir banknot. Belki yarın daha kolay olurdu. Kendisini yaparken hayal ettiği şeylerin hiçbirini yapmak zorunda değildi. Kış dışarıda, sokaklarda olduğun zaman ölümcül olabilirdi. Fakat bu yıl değil. Bu gece değil.