haberler... haberler... haberler... haberler
Transkript
haberler... haberler... haberler... haberler
ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER Rıza Yetim Prof. Dr. Kemal Kocabaş Prof. Dr. Ayhan Çıkın Rahim Gür Mehmet Genç Prof. Dr. Kemal Arı M. Cevat Turan Etem Oruç Faik Ay Ahmet Cengiz Prof. Dr. Osman Gökçe Av. Hüseyin Özbek Emin Ugunlu Bekir Özgen Av. Sabri Kuşkonmaz Suat Karova Eyüp Yılmaz Ahmet M. Egemen Dr. Salim Çelebi Ali Yavuz Azmi Ermiş Zekeriya Yavuz Salih Gözek Yeliz Sert Bahtiyar Takkalı Mehmet Karabacaklar Tahsin Şimşek Şadiye Dönümcü Muammer Özler Turgut Dereli Cuma Esentürk Nabide Kılınç Ali Kaya Mevlüt Kaplan Erdal Deniz Müjgan Tutan Katlan Mehmet Ali Tıraş Esat Ersöz Ayla Tarhan Kavrukkoca Haberler Özvarlık Saygısı, Ulusal Bilinç..................................................................................3 Aramızdan Ayrılışının 15. yılında Fakir Baykurt’u Yeniden Anlamak........................4 Şiir ve Şiirin Özellikleri ............................................................................................6 İnanç İnsanı, Rauf İnan............................................................................................8 Nasılsa arkası gelir ..................................................................................................9 Atatürk Arap Harflerini Niçin Kaldırdı ?.................................................................10 Atatürkçülük nedir, Ne değildir ? ...........................................................................11 Ahlat Ağacı ...........................................................................................................12 Cumhuriyet Nedir ? ..............................................................................................13 Salkım Sögüt ve Su ...............................................................................................14 Gün Batımı Efanesi ...............................................................................................15 Beyaz Perdeden Sıkılan Taşnak Kurşunu ...............................................................18 Anla .......................................................................................................................19 Fötr Şapkalı Adam .................................................................................................20 Belgeselciler Ne Yapar ? .......................................................................................21 Mutlu Yaşamı Elde Etmenin Temel Direkleri II ......................................................23 Halk Türkülerinde Çocuk Gelinler, Çocuk Damatlar .............................................25 Kral Çıplak .............................................................................................................28 Verdiğin İkrar ........................................................................................................29 Mahmut Makal’la Tanışma ....................................................................................30 Hakkı Hak Peşinde ................................................................................................31 Leş Kargaları .........................................................................................................34 Yaşamak Yük ..........................................................................................................36 Kadın Erkek Eşitliği................................................................................................37 Yeter Be..................................................................................................................38 Yokluğuna Dayanamam .........................................................................................38 Balkan Gezimizden Bir Öğle Sonrası......................................................................39 Uçun Kuşlar uçun Cavur İzmir’e Doğru ..................................................................44 Adabelen Anımsaması............................................................................................45 İzmir’e Yolculuklarım ............................................................................................46 Bir Yerde Yanlışlık Var, Ama Nerede ......................................................................47 Anadolu Ateşini Yakanlar Köy Enstitülüler Denizli’deydi........................................48 Babam, Ben ve Çiviler ............................................................................................49 Ben Büyüyünce .....................................................................................................51 Doğanın Öğretmenliği ...........................................................................................52 Şans Dile ...............................................................................................................53 Gençlik Aşkları ......................................................................................................57 84. Yılında Menemen Olayı ...................................................................................58 Adabelen ...............................................................................................................59 ..............................................................................................................................60 -1- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 2015'e başlamışken: Öncelikle yeni yılınızı kutluyoruz. Ülkemiz ve dünya insanlığına barış ve mutluluk gelsin, diyoruz. Hiçbir toplum ve kültür birbirine üstün değildir. Hatta kültürler insanlığın ortak değerleridir. Ancak takdir edersiniz ki her bilginin de doğru olması gerekir. Bu bağlamda aşağıdaki bilgileri sizlerle paylaşıyoruz.-Adabelen Yeni yıl kutlamaları ve çam ağacı süsleme bir Türk geleneği mi? Yılbaşında çam ağacı süsleme ve Noel ile ilgili iddiaların ardı arkası kesilmiyor. gelişlerinden sonra yayılmaya başlıyor. Hıristiyanlıkla birlikte Nargudan törenini İsa'nın doğumuyla ilişkilendirip Noel adıyla kutlamaya başlıyorlar. Aslında tamamen Hun Türklerinden alıntı yapıyorlar. Nargudan güneşin doğuşunu simgeleyen bir bayram.” Tutucular tarafından Gâvur icadı ve uygulaması olarak görülen çam ağacı süsleme ve Noel kutlamasının bir “Türk” geleneği olduğunu biliyor muydunuz? Gelelim Çam süsleme ve Noel kutlamalarına. Noel'i kutlayanların kendi arasında bile bir birliktelik yok. Kimi kutlayıcılara göre, kutlama tarihi (İsa'nın doğum tarihi) 25 Aralık, kimine göre 5 Ocak, kimine göre de 10 Ocak. Bazıları ise Mart ayını işaret ediyor! “İmparator Konstantin zamanında 324-337'te İznik'te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan 'bayram' İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve buna da 'Noel Bayramı' deniyor. Batı kilisesi ise 25 Aralık'ta kutluyor Noel'i. Çam süslemeleri ise ilk olarak 1605'te Almanya'da görülüyor ve oradan diğer Hristiyan ülkelere geçiyor. Batı dünyası en büyük bayramını göçebe ve ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütüyor aslında.” Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ise Müslüman Türkler arasında yıllardır kutlansın mı , kutlanmasın mı tartışmalarının yaşandığı Noel Bayramı'nın çok eski Türklerde “Yeniden Doğuş-Çam Bayramı” olarak kutlandığını ve yılbaşının Türk geleneği olduğunu söylüyor. 98 yaşındaki ünlü Sümerolog, Noel'in geçmişteki adının 'Nargudan' olduğunu belirtiyor ve: “Türklerin tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir 'Akçam Ağacı' bulunuyor. Bu ağacın tepesi de gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzuyor ve buna 'hayat ağacı' deniyor. Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli! İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece, gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra da gün, geceyi yenerek zafer kazanıyor. Bu, güneşin yeniden doğuşu; bir 'yeni doğum' olarak algılanıyor. Türkler bu bayrama 'Nardugan' diyorlar. Nar; güneş, tugan ise 'doğan' anlamına geliyor. Türkler, güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu, büyük şenliklerle 'AkçamAğacı' altında kutluyorlar.” diyor. Bilim insanı ve Araştırmacı Prof. Dr. Haluk Tarcan da: “İslam öncesinde Türkler, en uzun gece olan 21 Aralık'ta çam ağacı altında toplu yemek yiyor ve merasim sonunda çam ağacını yakıyorlardı. Altay Dağları eteklerinde yaşayan küçük gruplar ve Türk köylerinde bu gelenekler devam ediyor. Avrupalılar, son yıllarda kendilerine özgü bir kült kökü yaratmak için Asya'da araştırmalar yapıyorlar. Noel kutlamaları Anadolu'da Hıristiyanlığı yaymak isteyen Aziz Saint Poul tarafından M.S 60 senelerinde bizim coğrafyamıza taşınıyor. Noel, Avrupalılar tarafından uydurulmuş ve Türklerden alınmıştır.” diyor. Batıda Noel, ülkemizde ise 'yılbaşı' olarak kutlanan ve eski Türklerde Nargudan olarak bilinen bu bayramın, Hun akınıyla Avrupa'ya taşındığını belirten Çığ, Nargudan'da yapılan ritüelleri şöyle anlatıyor: “ Nargudan Bayramı, Hunlar'ın Avrupa'ya Anlaşılıyor ki çam ağacı süslemenin eski bir Türk geleneği olduğu gerçeği var. Bu nedenle de yeni yılınızı içtenlikle kutluyoruz. (İnternetten) -2- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ÖZVARLIK SAYGISI, ULUSAL BİLİNÇ Rıza YETİM tanyetim@yahoo.com Önce bir. Çünkü bir olmadan çok olmaz. Tıpkı birey olmadan ulus olamayacağı gibi. Toplumu oluşturan en küçük birimdir birey. Birey nice gelişkin, nice bilinçliyse, toplum da onca sağlıklı, sağlam, gönenmiş ve uygar olur. Bireyde özvarlık saygısı ve kendine güven olacak önce. Özünü aşağı görmeyip sayacak sevecek ki, özgeyi de aşağı görmeyip sayıp seve. Özgür düşünceli olacak, usu bağımsız, yüreği sevgiye açık olarak yaşayacak ki, bilimin, barışın, kardeşçe yaşamanın tadını çıkara. Değişimden gelişimden yana olacak ki, karanlığın, bilim düşmanlığının ne demek olduğunu algılaya, aydınlıktan karanlığa geri dönmeye, bin yıl geçmişte yaşamak istemeye, kendini söylencelerin salıncağına bırakmaya. Onurunu önde tutacak ki, onurun fasulyeden, nohuttan, sabundan şekerden, on torba kömürden çok daha önemli olduğunun bilincine vara. Yaşamı değiştirip güzelleştiren sanata “ucube “ diyenlere karşı dura, tüküre. Sanatı seve, sanatı seve seve güzelleşe. Çocuklarını sevecek ve çocuklarına sahip çıkacak ki, onlar, karanlık ellerin, karanlık emellerin ellerinde yitip gitmesin. Onlar, hep ışıklar içinde olsun, onlar Atatürk'ün aydın izinden hiç sapmasın. Geleceği sağlam kursunlar, ezilen, sömürülen ülke çocuklarına örnek olsunlar. Sen diline, özekinine sahip çık ki, birey, benliğini yitirmeye, saldırganların, sömürgenlerin, gözü doymaz anamalcıların etkisinde yitip gitmeye, anadilimiz Türkçenin değerini bile, onu kötüleyenlere, onu hor görenlere karşı koruya. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bil ki, ulusal bilince ermiş insanlarımız, ulusunu yurdunu saygın uluslardan bile öne çıkara, Kurtuluş Savaşı'nı ve Atatürk'ü anlamadan kimliği kişiliği, saygınlığı olmadan uygar bir ulusun bireyi olamayacağını kavramış ola, Cumhuriyet ve Atatürk devrimlerine neden bağlandığını bile. Hep “ yapacağım, yaratacağım, üreteceğim, bana teslim edilenleri hem koruyup hem de daha ileri götüreceğim! “ diye övüne, kendine güvene. Nerede öyle birey? Hiç yok mu? Var elbette ama yeterli değil, azınlıkta. Hem, nerden nereye geldik biz? Bizim bugünümüzün temelinde Çanakkale Savaşları, Kurtuluş Savaşı, İnönü, Sakarya, Dumlupınar, Başkomutanlık utkuları, 9 Eylül aydınlığı yok muydu? 19 Mayıs 1919'u,30 Ağustos'u, 23 Nisan'ı, 29 Ekim'i nasıl unutabiliriz? Laik Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada saygıyla anılmadı mı? İnsanlarımız, kulluktan kurtulup özgür ve saygın birer yurttaş olduklarını ne çabuk unuttular. Bizi insan yapan devrimleri, özellikle de Harf ve Eğitim devrimlerinin ne kötülüğünü gördüler de silip atmaya başladılar. Fabrikalar icat edip ülkeyi bir baştan bir başa demir ağlarla döşemedik mi? Yeraltı yerüstü varlıklarımızı düşmanların elinden alıp kendimizin yapmadık mı? Bugün satılmadık neremiz ve neyimiz kaldı? Bilgütaylar (üniversiteler) kurduk bilgilenecektik, olmadı, bilgütaylarımız medrese oldu. Ülkemiz ve ulusumuzla bir bütündük, parça parça olduk, insanlarımız birbirlerine düşman. Kadınlarımız kızlarımız, bin dört yüz önceki karanlık günlerde yaşatılmak isteniyor, onları insan olmayan, onları alınır satılır mal olarak gören düşüncenin peşinden gider olduk, bize ne oldu? Çalıp çırpan, insanların inançlarını çıkar aracı olarak kullanan suyun başındakileri, hiçbir şey olmamış, ya da “ Adam inançlı, namaz kılıp oruç tutuyor, “ diye etkisiz ve tepkisizce, tıpkı büyükbaş hayvan gibi izler olduk, utanma duygumuz nerelere yitip gitti? O çocuklar bizim değil mi, çocuklarımız gidiyor elden, ne zaman uyanacağız, devineceğiz? Çekinmeden sakınmadan açık söyleyin, bugün okul kaldı mı okul ülkemizde? Okumak dersen zaten yok. Çocuklarınız nerede, ne koşullar altında okuyor haberiniz var mı? Ülkede kime güvenir yurttaşlar, adalete yargıya değil mi? Hani nerede adalet, hani nerede yargı? Sayabilir misiniz, kaç tane yargıç, kaç tane savcı var inanıp güvenebileceğiniz koskoca Türkiye'de? Hiç oturup da kendi kendinize, “ Bize ne oldu? “ diye soruyor musunuz) “ Soruyorum! “ diye bile haykırsanız, inandırıcı olamazsınız. Öyle olsa şimdi böyle olmazdık. 0nun için ÖZVARLIK SAYGISI OLAN, KENDİNE İNANIP GÜVENEN, ÖZGÜRLÜK VE MUTLULUĞU BİLİMİN AYDINLIĞINDA ARAYAN ONURLU BİREYLER OLSAYDIK, şimdi ülkemiz hiç de hak etmediği bu karanlık çarkın dişlileri arasında olmazdı. Kendimizi sevmiyorsak, ülkemizi ve ulusumuzu da sevmiyoruz demektir. Çünkü insan, sevdiği için yaşar, Neyi seviyorsa onu korur, onun için savaşım verir. Özvarlık saygısıyla ulusal bilinç birbirlerini bütünleyen çok önemli iki kavramdır. Bu iki kavrama sahip olanlarsa, böyle günlerde olup bitenlere, yitip gidenlere ilgisiz kalamaz. Bir savaşım yolu ve yöntemi bulup karanlığı aydınlığa çevirmek için ortaya atılır. Bugünler, inanmış yiğitlerin günüdür! Özvarlığına saygısı olmayanlar geriye, özvarlığına saygısı olanlar ileriye!.. Bunlardan daha önemlisi, özgür müsünüz? Duygularınızı, düşüncelerinizi, karşı görüşlerinizi özgürce söyleyip yazarak dile getirebiliyor musunuz? Gazetelerde köşe yazarlarının ne durumlara düşürüldüklerini dünya şaşkınlık içinde izliyor. Emeğe saygı kaldı mı? İnsan yaşamı asgari ücretle ölçülür duruma geldi. Sanki ölen, yaralanan, sakat kalan işçiler bizden değil. -3- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ARAMIZDAN AYRILIŞININ 15. YILINDA FAKİR BAYKURT'U YENİDEN ANLAMAK Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ kekocabas@gmail.com “Yoruldum yurda uzaklardan bakmaktan /Ama yorulmadım hiç bir zaman/O yoksul sevgili gibi dağ başlarında/Karda kalmış, darda kalmış yolcular için yazmaktan” yıkayıp halay çekilen alana koşarsın. Ortaya bir akordeon, on-on beş mandolin çıkar. Öğrenciler, kız erkek üçerli dizilerek geniş bir halka oluşturur. Oyunbaşı 'Haydi efeleer!' diye bağırır. 'Kollaar!' Dedi mi bütün kollar kalkar… Gün böyle görülmemiş, duyulmamış bir şenlikle başlar. Her enstitü kendi yöresinin türküsünü söyler, oyununu oynar, öteki yörelerin türkülerini, oyunlarını öğrenir” şeklinde anlatır. Yukarıdaki dizelerin yazarı 15 Haziran 1929 tarihinde Burdur Akçaköy'de yaşama merhaba diyen ve 11 Ekim 1999 tarihinde aramızdan ayrılan Türkiye ilerici hareketinin önemli ismi Fakir Baykurt'a ait. Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü, Gazi Eğitim Enstitüsü çıkışlı, öğretmen, edebiyatçı, yazar, TÖS Başkanı bir aydın. Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği (YKKED), 20 Aralık 2014 tarihinde İzmir'de “Aramızdan Ayrılışının 15. Yılında Fakir Baykurt'u Yeniden Anlamak” başlıklı iki oturumluk bir çalıştay düzenleyerek Baykurt'un 70 yıllık onurlu yaşamını, mücadelesini, emeğini, ürettiklerini saygı ile selamladı ve dostlarıyla beraber onu yeniden anlamaya çalıştı. Gönen Köy Enstitüsü arı kovanı gibi çalışırken Fakir Baykurt şiir yazmaya başlar, kütüphane görevlisi olur, tercüme bürosunun çevirdiği klasiklerle yüreği dünyaya açılır. Köy Enstitülerinin kuramcısı, uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç Baykurt'taki gelişim dinamiğine destek için ona 1944 yılında bir Almanca sözlük armağan eder ve kapağına da “Köy şiirlerini başarıyla y a z a n Ta h i r B a y k u r t ' a Almanca'yı ilerletmesi için çok sevgiyle” diyerek imzalar. 1946 Fakir Baykurt bir halk s o n u Y ü c e l v e To n g u ç çocuğudur. 1943'yılında Gönen görevlerinden ayrılır. Enstitü Köy Enstitüsüne öğrenci olur. karşıtları enstitülere atanır. Fakir Yaşamında artık “Gönen Işığı” Baykurt o zor dönemleri “Dünya vardır ve ilk yılın sonunda inişli yokuşlu denir. Üçten defterinde “…Değişik dörde geçtik. Ankara'nın b a m b a ş k a b i r ö ğ re t m e n rüzgârları döndü. Yücel'i, olacağım, içimdeki aslanlar F. Baykurt ve M. Kahvecioğlu Gönen Öğretmen Okulu'nda To n g u ç ' u g ö r e v l e r i n d e n bana güç verecek. Gideceğim uzaklaştırdılar. Savaş bitti, bir köydeki geriliği, yoksulluğu başka savaş başladı sanki: yere sereceğim. Kahvede Enstitülerde solculuk yapılıyormuş da, zararlı oturup oyuna dalmayacağım. Köy çocuklarını kızkitaplar okunuyormuş da, kız-erkek bir arada erkek ayırmadan okutacağım. Halkı okumak Türk töresine aykırıymış da; A! Aaa!. aydınlatacağım.” ifadeleri yer almaya başlar. Değişim Kızlar önce ayrı sınıflara, sonra ayrı enstitülere. ve dönüşüm başlamıştır. Gönen'deki hayatın gerçek Anlaşılmaz sıkılıklar başladı. Müdürümüz değişti, problemlerine dayalı iş içinde eğitim ilkeleriyle tanışır öğretmenler ayıklandı. Sık sık dolaplar aranıyor, ve notları arasına bu kez “Ben bileşik kapları Tınaz kitaplarımız alınıyor. Enstitüleri kuranlar dağından enstitüye su aldığımızda öğrendim.” kötüleniyor. Her derste komünizmin zararları diyerek iş içinde ve hayatın gerçek problemlerine anlatılıyor… Dergilerde şiirlerim, yazılarım çıktığı dayalı enstitü eğitiminin özgünlüğünü bize aktarır. için en çok ben denetleniyorum. Ama ne yapıp Gönen'i anlattığı Köy Enstitülü Delikanlı kitabında bir yaptım, diplomayı canavarın ağzından kaptım. Gönen sabahını ve eğitimin işlevselliğini “Enstitü bir Anam saçını kınaladı, Akçaköy'ün içinde adak arılık gibi. Sabah kampana çaldı mı fırlıyoruz. diyerek anlatır. 1946-1950 arası üleştirdik…” Yüksekteki kalasa asılmış bir ray parçası bu. Eline Türkiye'nin gericiliğe teslim olduğu bir dönemin adıdır. bir demir alıp vurdun mu çıkan ses her yerden Devrimci Cumhuriyet yara almaya başlamıştır. duyulur. Yatağını yorganını düzeltip, elini yüzünü -4- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE olacak, diye sevindim. Gerçekten bu iyi bir fırsattı. Hem işimize baktık, hem söyleştik sık sık. O birinci bölgenin başında, ben ikinci bölgenin başında. Benim varıp işe başladığımda o Datça'dan İzmir'e gelmemişti. Telefonda sesi bir acayip uğultuluydu. Seçim bürosu açılışları, ilçelerde, beldelerde konuşmalar oluyor. Kiminde onu da temsil ediyorum. Hasta diye adı çıktı ya, bulunmayışı sorun yaratmıyor. Gerçekte yenmişti hastalığı. İlk karşılaşmamızda atıldık birbirimizin kucağına. “Yahu Can, şiirin gücüne bak, yendin hastalığı!” diye bağırdım. Bir süre birbirimize sarılı kaldık. Çözülünce dilini ağzında yuvarlayarak, “Şiirin gücü değil Fakir, şeftalilerin gücü!” dedi. Kahkahaları sanki o kanser olmamış da, ben olmuşum gibi atıyor.” diye anlatır. O süreçte bir gün İstanbul'a gitmek için iki arkadaş İzmir Havaalanı'nda buluşurlar. Can Yücel; uçakta içinde peynir olan küçük ekmeği Fakir Baykurt'a verir. Can Yücel ise bu arada takma dişlerini çıkardığı için çikolatalı pastayı çaya banıp atıştırmaktadır. Baykurt; “Taktır rahat edersin!” der. Can Yücel'in yanıtı hazırdır: “Fakir boşa uğraşma taktırmam! Bir antiemperyalist olarak vücuduma yabancı madde sokmuyorum! İşte bu kadar.” diyerek yaşamlarını hep güzel ve güneşli günlere adadılar. Son söz Fakir Baykurt'un “…Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsünde eğitti, öğretmen yaptı, elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum. Cumhuriyete elbette teşekkür ediyorum, ama onun için ölmüyorum. Yazarın görevi şakşakçılık değildir. O devlet on yıl sonra gericileri sevindirmek için okuduğum Köy Enstitülerini kapattı. Nasıl yapalım da bu devlet gene o devlet olsun, başka yoksul köy çocukları da kanatlansın…” değerlendirmesinde. Dergi Sorumlumuz İ. Tuna ve Yazarımız A. Ermiş Yeşilova'da büstünün açılışındaydılar. Mahmut Makal'ın “Bizim Köy” kitabı ve yankıları sürerken Fakir Baykurt “Yılanların Öcü” nü yayımlar. DP dönemi despotizmine karşı enstitülü yazarlar halkın, köylünün sorunlarını dile getirerek toplumsal bir görev yaptılar. O dönemde, köşe yazıları yazan ve yaşanılan süreçlere dargın olan Hasan-Ali Yücel Yılanların Öcü kitabının yayınlanması sonrası sevincini 1958 yılında Demet dergisinde “…Işığa susamış köylü çocuğunu devlet eli ile insan kaynağına kavuşturan Köy Enstitüleri, artık aydın yetişkinlerini toplum hayatımızın ön saflarına itmektedir. Mahmut Makal oradan. Fakir Baykurt da ilk feyzini bu ata ocağından aldı… Gazetede Fakir'in Yunus Nadi Roman mükâfatını kazandığını görünce onlara her bakımdan güvenli ruhumla o kadar duygulanıp sevindim ki, kendisi o kadar kıvançlanmamıştır. Başta ben fakir olmak üzere, ciğergahımıza sokulan ve yüreğimize sokan yılanlardan öc alan bir evlat çıkar da baba bahtiyarlık duymaz mı? Ah, demek gözümüz açık gitmeyeceğiz” şeklinde ifade eder. Türkiye'de demokratik öğretmen hareketinin ve 1968 kuşağının dinamiğinde Köy Enstitüleri gerçeği vardır. Enstitüler, önce Köy Öğretmen Derneklerini kurarlar, sonra federasyonlaşmışlar (TÖDMF) ve 8 Temmuz 1965 tarihinde de Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ü kurarlar. İlk toplantıda kurucular Fakir Baykurt'u başkan seçerler. 92 üye ile kurulan TÖS hızla yaygınlaşır. 20 Eylül 1971´de kapatıldığında şube sayısı 535, üye sayısı ise 72 bin kadardı. TÖS, büyük öğretmen boykotu, yürüyüşü ve Devrimci Eğitim Şurası ile eğitim tarihinde onurla yer aldı. Fakir Baykurt Gönen sonrası öğrencisi olduğu Gazi Eğitim Enstitüsünü “Yoksullar Üniversitesi” olarak adlandırır. 12 Mart'ta tutuklanır ve 12 Eylül sürecinde de Almanya'ya gider. Uzun yıllar orada kalır ve edebiyatçı kimliği ile üretmeye devam eder. 1999 seçimlerinde Fakir Baykurt ve Can Yücel İzmir'den ÖDP milletvekili adayı olurlar. Her ikisi de çok heyecanlı bir şekilde seçimlerde omuz omuza çalışırlar. O süreci Fakir Baykurt “Can ile neşe dolu günlerimiz i. Tuna ve iki yazarımız F. Baykurt'un köyünde, yıkılmış evinin yerinde, Ülkenin bir parti devletine doğru çok hızla yol aldığı bir dönemde, Haziran 2015 seçimlerine giderken “Nasıl yapalım da bu devlet gene o devlet olsun, başka yoksul köy çocukları da kanatlansın…” sorusunun yanıtını aramak güncel bir görevdir. Fakir Baykurt'un anısına saygıyla… -5- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ŞİİR VE BİLİMİN YOL ARKADAŞLIĞI: 3 ŞİİR VE ŞİİRİN ÖZELLİKLERİ T. Ayhan ÇIKIN* t.ayhan46@gmail.com getirilmiştir. Öyleyse şiir için şu sorular sorulmalı mıdır? - Şiir bir sanat mıdır? - Şiir bir bilgilenme ve eylem aracı mıdır? - Şiir bir dil midir? Bir “ruh şarkısı” mıdır? ŞİİR BİR SANAT MIDIR? Şair Horace'dan beri, şiir genellikle, doğayı hoş bir şekilde temsil eden bir tablo gibi kabul edilmiştir En güzel şiir, yüksek kaliteli renklerle çalışılmış, g e r ç e k b i r r e s i m t ü r ü e s e r o l a c a k t ı r. Edebiyat tarihi, şiirin incelikleri, zengin ve güçlü parçaları ile doludur. Şiir, iyi söz söyleme, bir düşünceyi süsleme sanatı olduğuna göre, 17. ve 18 . yüzyıllarda şiir kavramında büyük bir dalgalanma görüldü. Felsefe koleksiyonlarını, tarihi eserleri, hatta matematik el kitaplarını bile manzumeler şeklinde yazanlar ortaya çıktı. Voltaire gibi bir şairin şiirlerinin uzun yıllar kütüphanelerin tozlu raflarında beklediğini söylemek gerekir. Vigny'nin “La bouteille à la mer” (Denizdeki Şişe)'i okunduysa, Bilim ve Düşünce'nin gelecekteki zaferinde, şairin rolünde parlayan inancını okuyucusuyla paylaşmasını bilmesindendir Bu “dalgalar ve rüzgâr” içinde şiirin güvenli bir limana ulaşmasında düşünceyi yer vermesiyle mümkün olabilecektir. Şiir, sırça bir mücevher kutusu içinde, elmasın saflığı ve sertliği düşüncesini veren herhangi bir kimyacının büyük çalışması, dönüşümü olarak, edebiyatta istisna bir yere sahip olmuştur. Duyguların ve tutkuların müziği, ruhun bir çeşit şarkısı olarak şiir, yürekteki duyguların ifadesi olduğundan, yürekteki duyguları üreten bir çeşit soybilimi(généalogie)'dir, denebilir . ŞİİR BİR BİLGİLENME VE EYLEM ARACI MIDIR? Bazı şairler ve düşünürler, şiiri bir eylem aracı olarak da bakabilmişlerdir: Onlar, çağdaşlarının Bilim, doğada var olan her şeyle ilgilenir. Hele insanı ilgilendiren, insanın ilgilendiği konularla daha yakından ilgilenir. Pek çok dost, “Şiirle bilimin ne ilişkisi olabilir?” dese de, şiir, insanı ilgilendirdiğine göre, bilim de onun “ nasıl ve niçin ”ini sorgulamalıdır. Tabii, böyle bir sorgulama bu yazının amacı değildir. Şiirle bilim arasındaki ilişkiyi, bir literatür taraması üzerinden kurmaya çalıştım. Çünkü bu satırların yazarı, profesyonel bir “şiir araştırıcısı” değildir. Özellikle çalışma süreci içinde şiir olgusunu “ele avuca sığdıramadım”… O kadar farklı şiir anlayışı var ki? Onu tanımlamak neredeyse mümkün değil… “Şiir, özellikle koşuk olarak, seslerin, ritimlerin, armonilerin yoğun bileşimiyle en canlı heyecanları, izlenimleri, duyguları algılama ve çağrıştırma sanatıdır.” Başlıca şiir türleri: lirik, epik, kahramanlık şiirleri; dramatik şiir, pastoral şiir, vb. Şairlerden şiirin on tanım - Şiirin ne olduğu bilinmez, ama karşılaşınca tanırız onu.(Jean L'Anselme) - Şiir, bir insanda kilitlenmiş bir dünyadır (Victor Hugo) - Şiir, hayali olan, düşler kuran, arzu eden ve ekseriya başa gelen şeydir.(Jacques Prévert) - Şiir, kulaklar ile görmeyi hizmet eder. (Jean-Pierre Depétris) - Şiir, yağmur yağdığı zaman havanın güzel olduğunu ve hava güzel olduğunda yağmur yağdığını söylemeyi bilmektir. (Raymond Queneau) - Şiir, dil içinde dildir. (Paul Valéry) - Şiir, her insanın kendi içinde taşıdığı müziktir. (William Shakespeare) - Şiir, insanın ancak beraber tasarımlayabileceği iki sözcüğün karşılaşmasıdır. (Federico Garcia Lorca) - Şiir, sessizliğin konuştuğu zamandır. (Georges Duhamel) Şiirin bir faydası olup olmadığı, şairin niçin ve nasıl şiir ürettiği pek çok şiir ustası tarafından dile -6- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE güzelliğin, zevkin estetik değerlerini araştırır. Şiir böylece irrasyonelliği çağırır; o büyük ölçüde sezgileri, duyarlılığı, bir şeyleri hayalde canlandırmayı konu edinir. Bu, faydacı amaçlarda kültürleşmenin her hangi bir arzusu dışında, dünyayı yeniden görmenin de başka bir yoludur. Prévert'de, komik sözcüklerin birbirleriyle beklenmeyen ittifaklarını yaklaştıran veya ayrıştıran, rutinleşmiş kavramlardan uzaklaştıran, daha sonra yeni bir bakışı yeniden kurmak için gerçeği parçalara ayırırlar. Buna benzer örnekleri Türk şiirinde de görmek mümkündür. Örneğin Coşkun Karbulut'un şiirlerinde, farklı sözcükler arasında kurulan ittifaklardan rutinleşmiş kalıplardan uzaklaşmış yeni kavramlar/düşünceler çıkar. Örneğin: “yaşam bir yumurta gibi ya kuş olup uçacağız ya omlet yapacaklar bizi cılkımız çıkmazsa o da”, Henri Lemaître'in dediği gibi şiir, şairin dünyası ile duyarlılığı arasındaki anlaşmadır : “ Şiirin özü (…), ister farklı anlamlar, biçimler, renkler, sesler ve kokularımızın objeleri arasında olsun, isterse fiziksel evrenin ve moral dünyanın fenomenleri arasında veya doğal görünümler ve beşeri fonksiyonlar arasında olsun, gizli haberleşmelerin sürekli duygusu olabilir “ Valéry şöyle diyor : “şiirin özünün ne olduğunu, düşüncelerin farklı özelliklerine veya bizzat Tanrı'yla özdeşleştirilen sonsuz önemine veya hiç değerinin olmadığını dikkate akarak değerlendiriyorum. Şiir ona atfedilen amaca göre tanımlanamaz, o her tanıma meydan okuyor.” Kuşkusuz burada şiir için bir tanım verme önerisinde bulunulmayacaktır. Şiir, bir imalat ürünü değildir, bir ilham /emek çabası sonucu ortaya çıkar. Her durumda şiirleşen ilham, bilgiyle desteklenirse , sağladığı haz daha da boyutluk kazanabilir. Bilgi üretme konusu ise bilimin konusudur. Özetle şiir; bir duygu yumağı, bir duygu karmaşasıdır. SESSİZLİK gözlerim gözlerine değse tüm kana boyanacak evren bir çiçek mi yaşam ölüm bahçesinde? gün ortasında sessizliğe gömülen!.. hayranlığını veya öfkesini poetik bir biçimde yansıtmalarını istemişlerdir. Örneğin Louis Aragon un “cennete inananlar ve inanmayanlar” arasında düşmana karşı birlikte kalk borusu çalan “Rose et réséda”(Gül ve Muhebbetçiçeği)'sı Resistance'dan doğmuş olan ve Napolyon'u eleştiren Victor Hugo'nun “Napoléon le Petit”deki 'Châtiments' (Cezalar) şiirleri bu konuda tipik örneklerdir(7). Edebiyat gibi, büyük duygular üzerinden oynanan oyunlar ve polemikler, Baudelaire'in “Art romantique” (Romantik Sanat)'inde kınanmaktadır “Başka bir sapkınlık var… Tutku, gerçek ve moral sapkınlıkları kaçınılmaz doğallıklar içerdiğinden, öğretim sapkınlıklarından söz etmek isterim. Bir grup insanlar, şiirin amacının, herhangi bir eğitim olduğunu, mevcut bilinci güçlendirdiğini, görgüleri mükemmelleştirdiğini , nihayet faydalı bir şeyler göstermesi gerektiğini savunuyorlar... Şiir (…)kendisi dışında da başka bir amaca sahiptir.” Giono'nun şu sözlerini anımsamakta yarar var : “Şair deneyimli bir öğretmen olmak zorundadır. Salt bu koşulda o, çalışan insanların yanında yer alır ve ekmek ve şarap hakkına sahip olur (9).” Şair, kendi mistik coşkunluğu içinde nihai gizi bozduğu için biraz kargışıktır (lanetlidir). Şair genellikle , kendi okurlarını kesen anlaşılmaz, hermetik bir dil kullanır. Deneyim, kişisel ve benzersiz olduğu için , en azından okuruyla iletişim kurma gerektiğinin farkında olmalıdır. Söyleyecek büyük şeyi olmayan şairin büyük ölçüde gizemin ardına sığındığını da söyleyenler vardır. ŞİİR BİR DİLMİDİR? Bir amaç olarak şiiri tanımlamak zordur, zira o her yolun üzerinde bulunabilir. Claude şöyle diyor : “kullandığım sözcükler, her günkü sözcüklerdir ve bunlar ayni şeyler değildir.” Bilhassa Ferdinand de Saussure ile başlayan ve 19. yüzyılın ikinci yarısından beri süren dil üzerindeki çalışmalar, bize dilin iki temel fonksiyonun olduğunu gösteriyor Birincisi, dilin faydacı fonksiyonudur: dil başkaları ile iletişim kurmaya hizmet eder. Dilin ikinci fonksiyonu, sanatsaldır: dilin objesi daha çok dışsal ve duygusal realitedir, yani bizzat kendisidir. Genelde sanat, özelde şiir obje olarak bizzat dilin kendisini kullanır, seslerle ve anlamlarla oynar, T. Ayhan ÇIKIN -7- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Unutulmasınlar: İNANÇ İNSANI, RAUF İNAN Rahim GÜR rahimgur@hotmail.com Günümüzde giderek azalsa da erdemden, insancıl değerlerden, aydınlıktan, akılcılıktan söz açabiliyorsak, var olanda tutunmaya çalışıyorsak, yenilgiyi, teslimiyeti benimseyip köşelerimize çekilmiyorsak, bunun kökenlerindeki tutarlılığı nasıl kazanmış olduğumuzun izini sürdüğümde belirli köşe taşlarına götürüyor belleğim beni. Aldığınız eğitimin aşamalarında öğretmenlerimiz, okuduğumuz kitaplar, yaşadığımız olaylar, ailemiz etkilidir kuşkusuz. Bunlar içerisinde gözümüzün önünden hiç gitmeyen model aldığımız öğretmenlerimiz ve bize uzaktan da olsa yön veren öğretmenler, aydınlar, inançlı kişileri unutmamız olanaksızdır. İşte Rauf İnan, örnek aldığım kişilerden birisidir. Mahmut Makal'ın Politika Gazetesi'nde yazdığı, bir yandan da “ Karanlığı Zorlayanlar ” ve “ Zulüm Makinesi ” kitaplarını yazmaya başladığı, Milliyetçi Cephe hükümetlerinin yıkıldığı günlerdeydi. Onunla görüşmüş, söz konusu kitapları için bilgi ve belge dosyaları vermiştik. Politika Gazetesi'nde gördüğüm duyuru da ilgimi çekmişti Köy Öğretmenleri ile Yardımlaşma ve Haberleşme Derneği “Harf Devriminin 50. Yılında Kırsal Yörelerde İlköğretimin Durumu ve Sorunları” konulu bir yarışma açıyordu. Değerlendirme kurulunda Prof. Dr. Semra Özarslan, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu adlarını da görünce içimde bastırdığım yazma tutkusu dayanılmaz olmuştu. Bir yıl önce de aynı derneğin “Kırsal Kesimde Köy Kadınlarının Üretime Katkıları” konulu yarışmasında mansiyon ödülü almanın verdiği güvenle çalışmaya başladım. Kendi tasarımın eksikliğinden mi, kaynak yokluğundan ve bilgi yoksunluğundan mı bilemiyorum, Köy Enstitüleri'ne, Halk Evlerine, Okuma Yazma Kursları'nı derinliğine işleyememe karşın ikinci olmuştum. Derneğin çalışmalarımızı kitaplaştıramaması üzerine de sıkıntılanmıştım. TÖB: DER kapatıldıktan sonra işlevini gerçekleştirmeyi amaçlayan “Öğretmen Dünyası Dergisi'ni 2. sayısında buldum. Kurucularından Ali GÜR, Ankara Erkek İlköğretmen Okulu'ndan Öğretmenimdi. Sürgünümüz üzerine bir yazıyı “Ey 17 Yaşındaki Gençlerden Korkan Yöneticiler” başlığıyla Cumhuriyet Gazetesi'ne yazmıştı. Öğretmen Dünyası ile bağlantılarım sonrasında yarışmada ödül alan yazım, Öğretmen Dünyası Dergisi'nde parça parça yayımlandıktan(1) sonra M. Rauf İnan'dan beklemediğim bir mektup aldım. Saklamayı başaramadığım mektubunda: “Sayın Rahim Gür, Öğretmen Dünyası Dergisi'nde yayımlanan çalışmanızı ilgiyle ve dikkatle okudum. Çok önemli konulara değinmiş olmanızı takdirle karşıladım. Ayrıca çalışmalarınızda doğudan, batıdan, değişik köylerden yaptığınız sayılamalarla (İstatistik) derin ve anlamlı bilgiler vermeniz yazınıza derinlik kazandırmıştır. İleride yapacağınız yeni çalışmalarda daha başarılı olacağınıza inanıyorum. Başarılarınızın devamını dilerim. Not: Aksaray'da öğretmenlik yaptığım yıllarda Atalar Manifatura ile iyi dostluğumuz vardı. Bulur, selamımı iletirseniz memnun olurum.” Daha önce aynı konuda Mahmut Makal Öğretmenim de kutlamıştı, yüreklenmiştim. M. Rauf İnan'ın bu mektubu da bana ayrı bir heyecan vermişti. Aksaray Mithat Gürsoy İlkokulu öğrencilerinin çoğunluğunun annesi babası Avrupa'da işçiydi. Başka okullara göre farklı sorunları, zor çözümleri vardı. Yaklaşık bir yıllık gözlem, inceleme ve araştırma sonucu “Gurbetçi Çocukları” incelememi yazdım ve öğretmen Dünyası Dergisi'nde yayımlandı. Yaz sonlarına doğru bir tatil beldesinden gönderilmiş posta kartını aldım. -8- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “ Sayın Gür kardeşim, Bu çalışmalarınızda ilkinden daha bilinçli çalıştığınızı görmekten mutlu oldum. Yazınızı UNESCO Eğitim Komisyonu'na gönderdim. Görüşmek dileğiyle gözlerinizden öperim. M. Rauf İnan” 12 Eylül karmaşasında görüşemedik, Ankara çevresinden uzaklaşmam da görüşme olanağını güçleştirdi. M. Rauf İnan'dan kişiliğimde kalması gerekenler kalmıştı. İzleyen yıllarda yazdığım eğitim öğretim konulu yüzü aşkın çalışmada, başta M. Rauf İnan, Mahmut Makal, Recep Gürel, Ali Demircioğlu ve yüzlerce Köy Enstitülü öğretmenin beğenisini almayı düşündüm, gözlerini üzerimde duyumsadım. Köy Enstitülerinde yönetici ve öğretmen olarak görev alan değerli eğitimciler o dönemlerde yazdıklarıyla da yolumuza ışık t u t m a y ı s ü r d ü r d ü l e r. B i z i m k u ş a k yararlanabildiğince yararlandı onlardan. Kuşağımın omurgalı öğretmenlerini o dönemden etkilenip etkilenmemekle belirleme alışkanlığı edindim. Tanımadığı bir öğretmenin çalışmasını beğendiğini bildirmekten geri kalmayan değerli insanlar, bize yazma ve okuma alanlarında da önder olmaktan hiç geri kalmamışlardı. Yazma tutkumu Mahmut Makal ve M. Rauf İnan'dan alırken, okuma alışkanlığım da Mahmut Makal ve Recep Gürel ile pekişmiştir. Bilimsel bir kitabın nasıl okunacağını da Recep Gürel'den öğrenmiştim. İlk ve ortaokullarda öğretmenlerimizin çoğunluğu Köy Enstitüsü çıkışlıydı. Köy Enstitülerinin öğretmen ve yöneticileriyle kısa süre öğretmen okullarında buluşabildik, ama alacağımız temelleri, alt yapımızın ve dokularımızın uygunluğu derecesinde aldık sanırım. Artık Eğitim öğretim tarihinin gizli köşelerinde saklanmaya zorlanan o günlerden küçük bir anı da olsa kurtarmanın önemi büyüktür bence, bir genç okur belki… Adlarını sevgi ve saygıyla andığımız insanların onurları yüce olsun. ------------------------- Nasılsa arkası gelir Mehmet GENÇ mrgenc09@hotmail.com Namaz yerine aklını şiir kılınca Nokta atışlarını sözle yapasın gelir Silinince aşk adına tüm günahların “Nokta nokta” der demez Boşluk dolusunu simgeler Simgenin aslı mı? Nasılsa arkası gelir Yazar dediğin, yazar Öyle betimlemeli ki etrafını Örneğin, aşka giden yolları Duran ağaçları iki tarafında Kırık kanadını yuvadaki kuşun Geceni bölen çığlık mı? Nasılsa arkası gelir… Şair dediğin, şair Öyle sözcük seçmeli ki “Votka” der demez Edip Cansever'in Tahta masası küt diye düşmeli şairin başına Hasret… her zaman Nazım Hikmet'se Taa uzaktan ses verir Ahmet Arif Nasılsa arkası leylim ley… Ressam dediğin, ressam Öylesine betimlemeli ki kadını Şeyler nesneye dönüşmeli birden Yokluğuna iki çatık kaş çizmeli Sonra iki kapalı göz Öpüşler mi? Nasılsa arkası gelir *(1)Öğretmen Dünyası Dergisi. Sayı:6.10.13.15, 16.221.24.vd. -9- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ATATÜRK ARAP HARFLERİNİ NİÇİN KALDIRDI ? Prof. Dr. Kemal ARI Son örnek: Kef ve Lam yan yana konulsun Hem günümüzdeki gibi değil, tersine tabiî ki… Bunu unutmayalım. Yineliyorum; kef ve Lam... yan yana ama şimdiki yazı gibi soldan sağa değil, sağdan sola: Lam ve Kef Kısacası LK Bu nasıl okunur biliyor musunuz? Üç türlü: “Gül” okuyabilirsiniz; bu biirrr... “Gel” okuyabilirsiniz, bu ikiii... “Kel” okuyabilirsiniz, bu üççç... "Kül" okuyabilirsiniz bu döörtt Neymiş? Demek ki Osmanlıca yazıyı okurken, sözcükleri büyük ölçüde tahmin ederek gitmek zorundaymışsınız... Kef ve Lam harfi, bunlardan hangisini anlatmak için kullanmıştır, bunu anlamanız olanaksızdır. Bunlardan birisi, ancak hangisi? Bir yazıyı tahmin ederek okumak, ne denli günün gereksinimlerine yanıt verebilir? Çoğu Arap harflerinden oluşan Osmanlıca Alfabe ile, Türkçe ünlü ses ağırlıklı bir dil olduğu için, okumak kolay değildir. Dikkat edin: “Çoğu Arap harflerinden oluşan” dedim.. Niçin? Çünkü, Osmanlıca bütünüyle Arap harflerinden oluşmuyor. Çünkü Arap harfleri, Türkçe yazmaya yetmiyor. Örneğin, "cim" var da Arapça'da, "çim" var mı? Kısacası, Osmanlı bakmış ki Arapça harfler yetmiyor kendine, yeni harfler türetmiş... Bu yazıyla okumak çok zor, okuyanlar da yanlış yapmadan okuyamadıkları için, Anadolu'da ta II. Mahmut zamanından beri ibtidai, yani ilkokul zorunlu olduğu halde, okuma yazma oranları, %5'in üzerine çıkamamış. Kızlarda ise bu oran, %2'lerin bile altında... Pekala, gelelim latin harfleriyle oluşan Türk “a,b,c” sine! Beyim! Okuyup yazmanızda bir sorun var mı? Yazdığınızı okuyamamak gibi bir sorun çıkıyor mu? İmla yanlışlarınız varsa, o sizin bu konuda kendinizi yeterince yetiştirememenizden. Var mı, Latin alfabesi ile okuma yazma sıkıntısı (-Gül, Gel, Kel, Kül)... Alfabe devrimini içlerine sindiremeyenler, insan aklına zarar gerekçeler üretiyorlar. İşin teknik boyutuna, Arap harflerinden ve ona eklenen birkaç Farsça sesten oluşan Osmanlıca denilen karma alfabenin Türkçe'yi yazı olarak anlatmaya yetmediğine bir türlü değinmiyorlar... Konuyu daha iyi anlatmak için, kafaları biraz karıştıralım. Buyurun okuyun: “mkml” Ne bu? Anlaşılmadı değil mi? Bir de tersine çevirelim harfleri: “Lmkm” Şimdi anlaşıldı mı? Yok, hayır! Şimdi de Arap harflerini bilenler için sırasıyla yazalım: Lam, mim, kef ve mim..” İşte en son yazdığımın Arap harfleriyle açılımı... Yani eski yazıda yazı sağdan sola yazılır ve m, k, m ve m harfleri, onu mükemmel olarak yazıp okumanız için yeterlidir... Lam, “la” okutur; mim “m” okutur, kef “g, k, n” okutur; mim, malum yukarıda dedik. Buyurun okuyun; Harf devrimi yaptığı için Atatürk'e hakkını helal etmeyenler! Sizin onda bir hakkınız olduğu tartışılabilir de onun sizin üzerinizde hakkı olduğu kesin! Ne bu şimdi? Tekrar yineliyorum, buyurun okuyun!.. Okuyamadınız... Söyleyelim: “Mükemmel” sözcüğü, Osmanlıca'da hiçbir ünlü konulmadan araya m, k, m ve l harfleri yan yana konulup birleştirilir ve buyurun size mükemmel bir “mükemmel”… İkinci örnek: Benim adım Kemal... Kef, kefin yanına m, sonra elif, ardından lam harfini koyun... Kural: Kemal, Arapça bir sözcük olduğu için, araya hiç bir ünlü konulamaz. Daha doğrusu, Osmanlıca denilen Alfabe'de, bizim bildiğimiz ünlüler kullanılamaz. Buyrun bir şey çıkarabildiniz mi? -10- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE olan? Yookkk… Pekâlâ, bu harflerin hepsi Latin alfabesinden mi alınmış? Hayır! ö,ü,ç gibi harfler; oluşturulan bir komisyon tarafından alfabeye eklenmiş, denemeleri yapılmış... Bir öneri, şunu yapın: Arap harflerini biliyorsanız, bir Osmanlıca hatırat alın elinize, okuyun bakalım; başarabilecek misiniz? Bunu söylüyorsunuz ya; neden Arap harfleri kaldırıldı, neden Latin harflerine geçildi? Lütfen beyler, lütfen! İşi bilenler açısından söylüyorum; “gülünç duruma düşüyorsunuz!” Ha yazı devrimini eleştirenlere de son sözüm şu olsun: Kendi konuştuğunuz Türkçe'nin içinde, Cumhuriyet döneminde türetilmiş sözcüklerin ne oranda olduğunu bir araştırın! Sonra da çok heveslisiniz ya; 1930'dan önce yazılmış kitaplardaki Arapça ve Farsça sözcüklerin oranı nedir; onunla bir karşılaştırın; ardından da o eski metinleri, anlayıp anlayamadığınızı bir tartın! Şunu göreceksiniz: Ne kadar karşı olsanız da dil ve yazı devrimi, sizi de içinizden sarmış; isteseniz de vazgeçemezsiniz... ATATÜRKÇÜLÜK NEDİR, NE DEĞİLDİR? Cevat TURAN cevatturan1@gmail.com Atatürkçülük kesilmiş bir gonca gülü yakaya takmak değildir. Atatürkçülük, 1938 yılında derin dondurucuya konmuş; görüntü güzelliğini sürdürmesi için suyuna hormon katılan vazodaki gül de değildir. Eğer gül ise Atatürkçülük, köküyletoprağıyla, açmış çiçeği, açacak goncası ile ama canlı, yaşayan ve gelişen ocağı ile güldür… Atatürkçülük emperyalizme kafa tutmaktır. Onun tetikçiliğini yapmak değil… Mazlum uluslara örnek olmaktır. Onlara savaş açmak değil. Kurtuluş Savaşı'nda savaşan askerlerimizi yabancı devletlerin subayları mı eğitti? Bir askerî pakta mı üye idik? Şimdi Nato görüntüsü altında; Libya'da, Afganistan'da ezilen halklarla savaşıyoruz. Mazlum Irak halkını katleden güçleri “Allah analarına bağışlasın.” diye dualar etmek, camilerde Iraklı kadınların ırzlarına geçen güçlere basın önünde başarı dileyenleri alkışlamak mıdırAtatürkçülük? TAM BAĞIMSIZLIK DENİLDİĞİ ZAMAN, DOĞAL OLARAK, ÖZGÜR İRADE-TAM DEMOKRASİ, PARA POLİTİKALARININ BAŞKA ULUSLARIN ÇIKARLARINDAN UZAK, YATIRIMLARIN ÜRETİME DAYALI, BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ YARGI, BAŞKA ÜLKELERİN EMRİNDEN UZAK, ÜLKE ÇIKARLARI DOĞRULTUSUNDA ASKERİ POLİTİKALAR, DİL VE KÜLTÜRÜMÜZ BAŞKA KÜLTÜRLERİN ETKİSİNDEN UZAK VE HER KONUDA TAM BAĞIMSIZLIK ANLAŞILMALIDIR. BU SAYDIKLARIMIN HER HANGİ BİRİNDEN BAĞIMSIZLIKTAN YOKSUN OLMAK, GERÇEK ANLAMIYLA BÜTÜN BAĞIMSIZLIKTAN YOKSUN OLMAK DEMEKTİR.(ATATÜRK) Ülke yönetimi, para konusu, yatırım kararları, yargı sistemi, askerimizin haber alması-araç gerecihareket kararları, yabancı müzik ve eğitimine özenç ve kendi kültürünü küçümsemede yarışarak Atatürkçü olunmaz. Bu konularda tam bağımsız olarak Atatürkçü olunur. Komşu ülkelerde ki sorunlarla ilgilenmek başka, Amerika'nın BOP haritasını tamamlamak için Suriye'ye girmeye hazırlanmak başka. Atatürkçülük; hakları elinden alınan ve alınmak istenen ülkelerin yanında ve sömürücü devletlere karşı olmaktır. Atatürkçülük; İsrail ile kavga ediyormuş gibi yapıp, onu İran'dan korumak için kendi insanını tehlikeye atarak, Malatya'da radar üssü kurmak değildir. Ve tüm bu yapılanlara alkış tutmak veya sessiz kalmak hiç değildir. -11- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE AHLAT AĞACI Etem ORUÇ orucetem@hotmail.com Ben, Anadolu bozkırında bir ahlât ağacı, bu günleri yaşamak ne kadar acı. Neymiş efendim dikenlerim varmış, gelene gidene batarmış. Batarsa batsın, o da bana tanrının bir tacı, şikâyetçi de olmadım hiçbir zaman. Bir dileğim de olmadı, soysuzlardan… Kendimi bildim bileli burada yaşarım ben, mersini, kekiği, koyunu, keçisi, sarı sıcağı, çakırdikeni… Dallarıma yuva yapar, serçesi, saksağanı, çalıkuşu, üveyiği… Gölgemde oturur Çoban Mustafa'sı, Yörük kızı Yeter'i. Çocukların salıncak kurduğu da oldu dallarıma. Ahladım olduğunda taşladılar, meyvemi düşürmek için, sırıkla çırparken de dallarımı kırdılar. “O yokluk günlerinde kuşa, kurda, insana besin oldum” diye sevindim. Hiç yüksünmedim… Dereağzı'na, Çamdibi'ne, Dağdibi'ne, Karapınar'a, Yazırlı'ya yerleşti Türkmen obaları. Ektiler, diktiler toprağı. İmece günlerinde, bağbozumunda şölen düzenlediler. Allı pullu, ebemkuşağı giysileriyle horon teptiler. Efeler, dağların özgür insanları, kır çiçeği işlemeli fesi, cepkeni, körüklü çizmesiyle, diz vurdular toprağa, yay gibi gerilmiş elleriyle düşmana korku saldılar. Oluk oluk kanın aktığı, çoluğun çocuğun çığlığının dağlarda yankılandığı günleri de gördüm. Yalınayak Anadolu anaları, kucağında bebesi, çarıklı, kalpaklı yiğitlerine, gece gündüz, mermi, yiyecek, giyecek taşıdıkları günleri de bilirim ben. Bir yaz günüydü, hava sıcak mı sıcak, altında rüzgârdan hızlı bir al at, elde yalın kılıç, Mustafa Kemal'i düşmanı koştururken görecektiniz siz… Eğer görseydiniz, bu topraklara secde ederdiniz. Derler ki, “Kuş beyinli, balık akıllı” hayır, hayır onlar çok daha iyi biliyor geçmişini, insan geçinenler kendilerine bakmalı. Ülkesine, acununa, evrenine insanlar kadar kimse kötülük yapmadı. Bilgiç geçinenler; “Geçmişini iyi bilip özümsemeyenler, geleceğini göremez,” derler. Güzel sözler söylerler de güzel işleri beceremezler. Düşünebiliyor musunuz, dilini, kültürünü yitiren bir ulus ne olur? Ağacın kökünü, dalını budağını kesmek değil midir bu? Sonra da ağıt yakmalarının anlamı var mı? Ben bu insanları anlayamadım doğrusu. Köyünde, kentinde, sahilinde, kendi dilinden bir ad kalmamış, kültürünü, ulusal değerlerini ha babam yalayıp yutmuş. Hâlâ acabalarla, beklilerle geçiyor günler… Geçenlerde çanak yalayıcılar geldi yanıma. Önce etrafımda dolaştılar. “ Olmaz böyle, her yeri dikenli!” dediler. Ellerinde motorlu bir testere vardı, çalıştırdılar. Yeri göğü yıkıyor zırıltısı. Dallarımı kestiler. Dallarım yere düşerken dikenlerim oralarına buralarına batmış. Avaz avaz bağırdılar. Dedim ki kendi kendime: “ Sizi kırmızı mumlu mektupla mı çağırdılar?” Eski özgür günlerim canlandı gözlerimde. Kuşlara yuva olup yuvadan yavruların boynunu uzattığı günler. Koca ağızlı yavrucaklar bir gün çok bağırmışlardı da anneleri geç kalınca, ahlâtımdan bir tane atmıştım yuvalarına, nasıl da sevinmişlerdi, “cıyak cıyak!”. Soysuzlar kesilen dallarımı ırağa attılar. Sonra kesilen üç dalımı yardılar. Kakma aşı yapacaklarmış, bir dalıma Bursa armudu kalemi yerleştirdiler, diğerine Ankara Armudu. Özenle tuttukları iki armut kalemi daha vardı ellerinde. Yurt dışından gelmiş AB mayhoşu, bunu da ayılar pek severmiş. Onu da yerleştirip bir güzel sardılar. Onlara sorarsan “ehlileştiriyormuş” beni bunlar… Ağacın da ağzını bozacak bunlar, be hey edepsiz! Çanak yalayıcı, kimliksiz kişiliksiz insan, kelin ilacı olsa önce kendi başına sürer. Sen ki şehit kanlarıyla sulanmış toprağını, dilini, kültürünü satıyorsun utanmadan. Beni ehlileştirmek sana mı kaldı? Soysuzları anladık da soylulara ne oldu? Yurt inlerken inim inim, onlar yatıyor mu yan gelip utanmadan?.. Biz biliriz dostu da, düşmanı da. Baltanın sapı bizden olmasa, nah dokunurlar kılımıza… Soyumuzu, dilimizi, kültürümüzü yozlaştırmaya çalışan onun bunun çocuğu… Ben, Anadolu bozkırında bir çöğür ağacı, içimi acıtıyor soysuzun ilacı. Yıldıracaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar, Anadolu var olalı beri burada yaşayan bu anıt ağacı… -12- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE CUMHURİYET NEDİR ? Faik AY Cumhuriyet halktır. Cumhuriyet özgürlüktür. Cumhuriyet erdemdir. Cumhuriyet demokrasidir. Cumhuriyet laiktir. Cumhuriyet hukuktur. CumhuriyetAtatürk'tür. Atatürk Cumhuriyettir. T.C. den ve Cumhuriyet yönetiminden özellikle Atatürk ilke ve devrimlerinden rahatsız olup valiliklerden, bankalardan, belediyelerden kaldıranlar en çok hakaret edenler, Cumhuriyete ve onun kurucusu Atatürk'e yatıp kalkıp dua edecekler. Çünkü, birisi Kayseri de tornacının oğlu iken, bir diğeri de İstanbul Belediyesinde Eshot biletçisi iken Cumhurbaşkanı oldular. Bu makamlar, Cumhuriyet öncesi analarının milliyeti belli olmayan Osmanlı soyuna aitti. Onlar ancak padişahın kulu olurlardı. Cumhuriyetin erdemi sayesinde kul iken vatandaş oldular. Sinan Meydan'ın Akl-ı Kemal adlı 5 ciltlik bir kitabı var. O kitapta(1. Cilt) Cumhuriyet yönetiminin Osmanlıdan devraldığı miras var. Rakamlara boğmayacağım. Bugün Afganistan, Somali veya Afrika'nın kabile devletleri ne ise Türkiye oydu. Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından birisi tartışmasız Köy Enstitüleriydi. Çünkü bu okullardan önce köylerde, kırsal kesimde, devletin temsilcileri, Cumhuriyetin koruyucuları yoktu. Devlet yoktu. Vatandaş devleti ayda bir gelen jandarma veya tahsildar olarak görüyordu. Cumhuriyet kendisini en ücra köşelerde temsil edecek eleman yetiştirmek zorundaydı ve yetiştirdi de. Birileri bundan rahatsız oldu ve ipini çektiler. Cumhuriyet bütün aksaklıklarına rağmen en iyi yönetim biçimidir. Gazete ve TV haberlerinden izlediğimiz kadarıyla muhalefet partilerinin liderleri, cumhurbaşkanının resepsiyonuna katılmayacaklarmış. Bu onların kendi tercihleridir. Denecek ki bunun cumhuriyetle ne ilgisi var. Çok var çünkü cumhuriyet öncesi sultanın ve sadrazamın davetine uymasalardı kelleleri giderdi ve hesabı da sorulmazdı. Çünkü onlar kuldu, padişahın kuluydu. Cumhuriyet onları kulluktan özgür birey durumuna getirdi. T.C. Gazi Mustafa Kemal'in kısaltmasıdır. Türkiye Cumhuriyetinde her yurtsever T.C.'nin Atatürk'ün eseri olduğunu bilir. T.C.'yi silmekle Atatürk'ü silmeye çalışıyorlar güya. Kimler silindi o kaldı. Yakın zamanda bir Cumhuriyet öğretmeninin kitabını okudum çok önemsediğim için. Herkesin özellikle de hanımların, genç kızların okumasını şiddetle öneriyorum. Lütfen not ediniz. Kitabın adı ''Şeriat ülkesinde kadın olmak.'' Yazarı Türkçe öğretmeni Zekiye Yüksel. 5 yıl Suudi Arabistan'daki Türk Kolejinde öğretmenlik yapmış. İstanbul'da uçağa bindikten sonra geri dönüşüne kadar günlük tutmuş. Kendi yorumu yok. Okuyun çarpılacaksınız. Hele kendilerini tesettür cenderesine hapsedenler kitabı okuduktan sonra Cumhuriyet yönetiminin kendilerine sağladığı özgürlüklerin farkına varacaklar, devrim yaratıcılarına özellikle Atatürk'e yatıp kalkıp dua edecekler. Kitapta kadınların olmayan haklarından bahsediyor. En önemlisi kimliği yoktur. (Nüfus sayımında sayılmazlar) Araç kullanamazlar. Güzel sesli müezzini dinleyemezler (ses zinası) Yalnız başına sokağa çıkamazlar.(duvarların arkasındadır) Oy kullanamazlar. Günlük, aylık muta nikâhı vardır. İş kuramazlar. Çok eşliliğe mecburdur. Tecavüze uğrarlar, hak arayamazlar. Vs… Lütfen okuyun, okutun. Türkiye'nin kıymetini anlasınlar. Bana göre Cumhuriyet devriminin en önemli halkası kadın haklarıdır. Toplum hayatımızda kadın yoksa toplumda yoktur. Afganistan, Pakistan, Somali, -13- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE kursaklarında var diye cumhuriyete karşı çıktılar. Beynini yarım metrelik beze mahkum edenler ve soylu Türk kadınını kapatmağa çalışanlar için yine Oktay Akbal'ın bir sözü vardı. ''Miladi doğumlu, Hicri kafalı'' Bunlar Cumhuriyet'in devrimlerin bütün nimetlerinden yararlanırlar ama inkar ederler. Çünkü nankördürler. İnancım şu. Türk insanı cumhuriyet kazanımlarından geri adım atmayacaktır. Büyük bedeller ödendi. Yeni bedeller ödenmemesi dileğiyle. Bayramımız kutlu olsun. ----------------------------Not: Bu yazı Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Can radyoda yapılması düşünülen program için hazırlanmıştır. ---------------------------------------------------- Suudi Arabistan, İran vs… Kadın varsa İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, ABD, İskandinav ülkeleri vs… Cumhuriyetin kazanımları birilerini rahatsız etti. Biz bu işi nasıl bozarız. Düşündüler taşındılar. BÖLPARÇALA-YUT yöntemine başvurdular. BİZANS POLİTİKASI uyguladılar. Önce temel eğitimi böldüler. 4+4+4 ucubesini getirdiler. Sonra 9 yaşındaki çocuğa takke taktırdılar. Başını kapattılar. Çocuk gelinler yarattılar. Bu yetmedi. Dediler ki bunları ayrı ayrı köylerde okutmayalım. Taşıyalım. Beyinlerini toplu olarak yıkayalım. Taşıdılar da. Ve oldu. 40 bin köyün 36 bininde bayrak çekilmiyor. Haftada 2 kez de olsa İstiklal Marşı söylenmiyor. Öğretmen ve öğrenciyi köyden, kasaba ve kente taşıdılar ama imamı, mollayı yerinde bıraktılar. Köyü aydınlatacak cumhuriyet meşalesinden mahrum bıraktılar. Cumhuriyet öğretmenlerinin devrime inanmışların çabaları ve bayındırlık faaliyetleri ile çıkarları zedelenenler Doğu ve Güneydoğuda ''din elden gidiyor'' kışkırtmaları ile isyanlar çıkarmadı mı? Kubilay olayı da aynı amaçla çıkarılmadı mı? Günümüzde cumhuriyet değerlerini aşındıranlar cahiller değil, okumuşlardır. Milletvekiline, bakana, valiye kaymakama cahil diyebilir miyiz? Devrim yasalarını alt üst edenler herhalde kırsal kesimdeki köylü vatandaş değil. Ömrü uzun ve sağlıklı olsun. Sayın Oktay Akbal bunlar gibi olanlar için yıllar önce şöyle demişti. '' Osmanlı aydını cumhuriyeti kurdu, cumhuriyet aydını cumhuriyeti yıkıyor.'' Cumhuriyet felsefesini en iyi yansıtan Onuncu Yıl Marşıdır. Ne diyor Çıktık açık alınla on yılda her savaştan On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan. Yani cumhuriyet bize kırmızı kurdelalı altın tepsi içinde sunulmadı. Bunun bedelini kanla, malla, canla ödedik. İç ve dış düşmanla savaştık. Cehaletle savaştık. Toprakla savaştık. Büyük Atatürk Bursa'da nutkunda çok veciz bir şekilde ifade eder. ''Efendiler asıl savaş şimdi başlıyor '' (öğretmenlerle yaptığı bir toplantıda. ) Cumhuriyetin ilanı da Atatürk'ün cumhurbaşkanı seçilmesi de öyle kolay olmadı. Hiç kimse canımız sıkıldı Osmanlıdan ve Vahdettin'den. Biraz da Cumhuriyet olsun, başkaları da cumhurbaşkanı (sultan yerine) olsun demedi. Mecliste pek çok padişahçı, halifeci, irticacı milletvekili vardı. (210) pek çok milletvekili meclise gelmedi. Atatürk'ün en yakınları padişahın ekmeği salkım söğüt ve su Ahmet CENGİZ ahmetcengiz1950@yahoo.com.tr bilge bir ağaçtır salkımsöğüt durup suyun önünde saygıyla düşünür hiçten hiç çıktığını düşünür salkımsöğüt bir gelin gibi süzülüşünü suyun bir boynun suda öpülüşünü hayranlıkla gösterir aynasında su ferah gerdanını açarak saçlarının suyu okşayışını salkım söğüdün ne suyu ne salkım söğüdü ne de sevdalıları düşünür tanrılar gal-ü beladan beri tüm tanrıların işidir savaşlar -14- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE GÜNBATIMI EFSANESİ Prof. Dr. Osman GÖKÇE bilim.ege@gmail.com www.osmangokce.com vardı ki ikide bir kapılarına gelir sözüm ona bir isteğiniz, bir eksiğiniz var mı diye yardımsever görünmeye, Elif'in saçlarını sevmeye ve yakınlık kurmaya çalışırdı. Ama Elif asla saçını o adama elletmezdi. Bu namussuz herif bir sabah herkes işe güce giderken sanki Eliflerin evinden çıkmış gibi bir görüntü vermeye çalışmıştı. Gece Eliflerin evinde yatmış da şimdi kimseye görünmeden oradan sıvışıyor gibi yapmıştı. Aslında herkese görünmek istiyordu. Elif'in anası ile birlikte olduğunu başkalarına da göstermek ve onları inandırmak istemişti. Kendince adi bir numara ile onu kendisi ile birlikte olmaya zorlamıştı. O gün ana kız avuç içi kadar odalarına çekilmişler ve göyüne göyüne ağlamışlardı. Neyse ki bu pis numaraya kimsecikler inanmamıştı. Eliflerin iki-üç dönüm tarlaları, 5-10 adet keçileri, bir o kadar da koyunları vardı. Elif koyun ve keçileri karışık güderdi. Bir de bir kara eşekle bir sarı inekleri vardı, ama onlar evlerinin çevresinde otlarlar, uzağa götürülmezlerdi. Onlara oğlak ve kuzularla birlikte anası göz kulak olurdu. Bir gün Elif hayvanlarını doğuya Küçük Mağara'nın önüne doğru otlatmaya götürdü. Dereleri, tepeleri geçti ve karşı yamaçta bir küçük sürü gördü. Kendi kendine kızdı, bu havyvanlar neden bizim otlaklarımıza geliyorlar diye. Elif bu kızgınlıkla o sürüye doğru ilerleyince karşılaşmışlardı Havcı ile. Elif Havcı' ya çıkışmıştı. Sürüsünü bu tarafa, kendi hayvanlarının yayıldığı otlaklara getirmemesini söylemişti. Havcı yumuşak bir çocuktu, kızmadı, konuştu, otlakları paylaştılar, sonra da arkadaş oldular. Küçük Mağara'nın doğu yüzü Havcı'ya batı yüzü de Elif'e düştü. Barış sağlandı. Berit Dağı'nın kuzeydoğusuna yani Binboğa'ya bakan yamacında iki mağara vardır. Batısındakine Büyük Mağara derler. Gövdesi dağın içine gömülü, başı yamaca çıkmış küçük bir tepe büyüklüğünde kocaman bir kaya baştır. Daha doğudakine de Küçük Mağara denir, bir zamanlar böyle denirdi. Aslında bu da çok büyüktür. Ancak birincisine göre küçük sayılır. Bunun da gövdesi dağa gömülü, başı dağdan dışarı çıkmış ve ağzını sonuna kadar açmış kocaman bir dev anası başı gibidir. Bu mağaraların kilometrelerce uzun olduğu, dağın altından geçtiği, öbür tarafından yani Maraş'ın arkasından çıktığı, dağın orta yerinde büyük ve derin birer göl olduğu gibi söylentiler vardır. İçlerinde yarasalar uçar pır pır, önlerinden Esendere akar gürül gürül. Elif her sabah küçük sürüsünü önüne katar, Havcı gerinip gerinip taş atıyordu yörep aşağı, dereye doğru ya da yukarıya dağın doruğuna doğru. “Haydi bakalım sen de at, yetiştir.” diyordu. Elif hiç aşağı kalır mı yarışta. “Tamam, yarışalım.” dedi. Ama Elif bu, yenileceği yarışa girer mi? “Bak kayaya.” tırmanıyorum, haydi bakalım, sen de gel arkamdan mağaranın tepesine kadar tırmanalım” diye ekledi gamzeli yanağında tatlı ve hınaza (kurnazca) bir gülücükle. Sonra eteklerini topladı basma könçeğinin (şalvarının) içine koydu. Elleri sülük gibi, bağrı sülük gibi sıykıl (kaygan) kayaya yapışarak tırmanmaya başladı. Havcı bakakaldı arkasından hayranlıkla. Elif kayanın yarı beline kadar çıkınca döndü, baktı aşağıya galip bir komutan gibi ve “Ne oldu, yüreğin yetmedi mi” diye seslendi. Elif, kayanın yüzüne dünyaca ünlü ressamlar tarafından işlenmiş bir cennet kızı gibi gözüküyordu aşağıdan Havcı'nın gözüne. Gibisi fazla, Elif öylesine güzeldi zaten. Havcı ve Elif bu iki çoban çocuk o gün de üzüldüler akşamın olduğuna ve arkalarına bakarak biri Havcılar'a diğeri Haytalar'a yöneldiler önlerinde hayvanlarıyla. Mağaranın önü ıpıssız kaldı. Güzel sesli Havcı'nın türküsü gitti, su sesi gibi çağlayan Elif'in sesi sustu. İkisi de durgunlaştılar. “Yarın sabah gene buradayız. “ dediler karşılıklı, kaval sesi derinliğinde bir sesle. Havcı'nın koyunları vardı 30-40 kadar. Koyunlar uslu hayvanlar, güdücüsünü yormazlar. Tam da Havcı'ya göre. O etine dolgun ve biraz ağır bir çocuktu. Hareketleri ağırdı, konuşurken de ağır ağır konuşurdu. Havcılar Obası'na adını veren, o güne ve o ortama göre varlıklıca sayılan hatırlı bir ailenin en gencinin oğlu idi. Genç babası ilk oğlu Havcı'yı her işe yüreklendirirdi, girişken ve becerikli olması için elinden geleni yapardı. Bazen bir çocuğun yapamayacağı işlere bile koşar ve onu denerdi. Havcı da babası ne derse onu yapmaya çalışır ve babasının isteklerini yerine getirmek onu mutlu eder ve gururlandırırdı. Elif'se bir dul avrat çocuğu idi. Haytalar Obası'nda Esendere'nin kenarında iki gözlü bir evde yaşarlardı, bir anası bir de kendisi. Babası ölmüştü. Çığ düşmüştü üzerine yıllar önce. Bir daha evlenmedi anası. “Kızımı üvey babaya hizmetçi etmem.” dediği anlatılırdı. Zaten talip olanlar da kuma olarak isteyenlerdi. Elif'in anası bu üç beş evlik dar bir çevrede ikinci kez evlenemedi. Aslında çok sıkıntı çekti ve de çekiyordu. Kocasızlığın, yokluğun yanında bir de bir sürü yılışık sataşmalara dayanmak zorunda kalıyordu. Hele bir domuz herif -15- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE yastıkları saklardı sırlarını. Her gece düşlerinde buluşurlardı Küçük Mağara'nın önünde. Düşleri aydınlıktı. Kış uzadıkça hayvanların yem-yiyeceği de bitti. Bir gün babası hayvanlara yedirmek için ormana dal toplamaya, ökse otu getirmeye gönderdi Havcı'yı. Havcı'nın yönü yine Küçük Mağara'ya doğruydu. Mağaranın önünden geçti, sol arkasındaki Hürmüz Yaylası'na çıktı. Yukarıda sarp yamaçta kocaman bir mezdağa ağacını gözüne kestirdi. Gövdesi silme ökse otu doluydu. Dal kızağını mezdağanın dibine çekti, onu rüzgârda ya da herhangi bir sarsıntıda aşağıya kaymasın diye ağacın gövdesine bağladı. Tırmandı ağaca, aklında Elif. Onun kayaya tırmandığı gibi tırmandı ağaca. Dipten doruğa doğru ökse otlarını koparıp aşağıya ata ata ağacın ucuna kadar çıktı. Oradan Elifin tırmandığı kayaya baktı mutlulukla. Işıl ışıl bir güneş vardı. Berit Dağı'nın karları milyonlarca, milyarlarca gümüş pullar gibi parlıyordu. Gözünü kamaştırıyordu insanın. Havcı'nın yüreği kabardı. Elif'in arkasından mağaranın kayasına tırmanamadığı günü anımsadı ve hafif bir yerinme ile hafiften gülümsedi. Sonra yanıp tutuşan yüreği ile mağaranın önünde taş atarken gerindiği gibi gerine gerine “Seni seviyorum Elif!” diye bağırmak geldi içinden. Çevrede kimsecikler de yoktu. İçinden geldiği gibi yaptı. Bütün gücü ile “Eliiiif seni seviyorum!” diye bağırdı... Bir şey oldu birden, bir kütürdü koptu dağdan. Havcı olanı anlamıştı, çığ kopmuştu. Korktu, koca ağacın gövdesine sıkıca sarıldı. Çığın ağacı sökemeyeceğini ve deviremeyeceğini düşündü. Düşündüğü gibi olmadı. Çığ, ağacı altına aldı, çoğalarak aşağıdaki derin dereyi doldurdu. Dere baştan aşağı dümdüz oldu. En dipte, kökünden sökülmüş mezdağa ve ona sarılmış olan Havcı minare boyu karın altında kaldılar. Çığın gürültüsü Havcılar'dan da Haytalar'dan da duyulmuştu. Konu komşu, emmi dayı gıv ettiler (koştular) sesin geldiği yöne doğru, Hürmüz Yaylası'na doğru. Vardılar ve gördüler ki Küçük Mağara'nın yanındaki derin dere dipten doruğa, ağzına kadar karla dolmuş. Neresini deşeceksin, Havcı'yı nerede bulacaksın? Karanlık bastı, Havcı bulunamadı. Havcı'nın babası, üç gün sonra Ericek'ten gelen yardımlarla Havcı karlar altından çıkarılıncaya kadar geceli gündüzlü oradan ayrılmadı. Bundan çok kısa bir süre sonra da çığ uçmuş derede buldular ölüsünü. Esendere'yi geçer; Büyük Mağara'nın yamaçlarında, evden çok uzaklaşmadan derelerde, tepelerde hayvanlarını otlatır; akşam eve dönerdi. Ama Havcı ile tanıştıktan sonra sürüsünü ne yana sürse yönü Küçük Mağara'ya dönüyordu. Havcı'nın da öyle. Hayvanlar ağıldan çıkar çıkmaz sanki kendiliklerinden Küçük Mağara'ya doğru yönlenirlerdi. İki arkadaş orta yerde buluşurlar, sürülerini otlatırlar, oyun oynarlar, akşamları evlerine dönerlerdi. Her gün değişmeden aynı yiyecek olan azıklarını birleştirirler, birlikte yerlerdi. Elif'in bir küçük kara colisi vardı, Havcı'nın kangalı. Onlar da arkadaş olmuşlardı. Coli çok sak bir köpekti. En küçük çıtırtıyı duyardı. Kangal ise asil, ağır ve güçlüydü. Sürülere gelebilecek her tehlikeyi önleyebilirdi. Laaff, diye bir havlayınca sesi Senemin Güne'de patlar, Kandil'den, Kapıkayası'ndan, Livlik'ten gelirdi. Elif'le Havcı'nın önceleri çocuk oyunu gibi başlayan bu arkadaşlığı gittikçe ısındı ve erken gelen bir bahar gibi erken bir aşka dönüştü. Gönüller dalgalandı, bulandı, birbirlerine karıştı. Duyguları Kamalak Ya y l a s ı ' n d a n , H ü r m ü z Yaylası'ndan kaynayan pınarlarla kaynadı, çağıldadı. Ağzına kadar mor menekşe dolu derelere aktı, dereleri doldurdu. Ama alıcı kuşlar gibi güzel günlerin de ömrü kısa olur. Göz açıp kapayıncaya k a d a r g e ç e r. E l i f ' l e Havcı'nın güzel günleri de böyle oldu. Önce ayrılık günlerinin habercisi olan hüzünlü güz, sonra kış geldi. Hayvan otlatma işi bitti. Nasıl bitecek diye kaygılandıkları uzun bir kış başlıyordu. Hayvanlar artık evlerde hazır yiyeceklerle beslenecekti. Bir hüzünlü ayrılıştı son ayrılışları. Hafif ve inceden bir yağmur çiliyor, kara dönüyordu. İkisinin de yanakları kızarmıştı soğuktan. Dağın yarı belinden yukarısı görünmüyordu sisten, borandan. Fırtına enginlere doğru, üzerlerine doğru hızla yayılıyordu. “Kaçalım” dediler. Kaçtılar, evlerine düştüler. O kış her kıştan daha çok kar yağdı. Ayrılık uzadıkça uzadı. Elif ve Havcı'nın gözleri her gün Berit Dağı'ndaydı, Küçük Mağara'daydı. Sabah kalktıklarında ilk olarak dağlara bakarlardı. Hayvanları kar üstünde kuru ot ve dallarla yemlerken, onları derede sulamaya götürüp getirirken, akşam ağıllarına koyarken ve kendileri uzun bir kış gecesi için damlarına girerken, gözlerini birlikte hayvan güttükleri yamaçlardan, derelerden, tepelerden ayıramazlardı. Karlara bakarlardı ne zaman eriyecek diye. Yattıklarında karların erimesine dua ederler, dilek tutarlardı. Sırdaşları, yoldaşları yastıklarıydı. Yastıklarına anlatırlardı hayallerini, -16- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Çığ düştüğü gün kara haberi Haytalar'a Elif'in anasına sarkıntılık yapan o domuz adam getirdi sahte bir üzüntü edasıyla. Bir od düştü Elif'in yüreğine, Küçük Mağara'ya doğru koştu. Karlara belendi, üstünü başını yırttı. Sesi çıktığı kadar “Havcıııı” diye bağırdı. Eşi değil, nişanlısı değil bir el oğlu için bekâr bir kızın böylesine kendini el içinde harap etmesini ar etmedi. Geleneği, göreneği aklına bile getirmedi. Ağlayarak akşam karanlıkta döndü eve. Kocası benzer bir çığ düşmesinde ölen anası ile birbirlerine sarıldılar, birlikte ağladılar sabaha kadar. Bütün kış bütün karlar Elif'in üstüne yağdı, Esendere Elif'in gözyaşları ile aktı. Bahar gelip karlar eriyince Elif Havcı'nın dal topladığı mezdağa ağacına gitti. Hürmüz'ün altındaki derin derede upuzun yatıyordu koca ağacın gövdesi. Elif mezdağanın kırık dallarına, kollarına sarıldı. “Bir şerçe de bir çalıya sığınsa, çalı bile korur serçeyi can alıcı yırtıcı kuşlardan. Sen kocaman Berit Dağı'nın kocaman mezdağa ağacısın. Bir çalı bile olamadın mı? Neden koruyamadın Havcı'mı?” diye inledi, ağıtlar yaktı, gözyaşları döktü. Elif o yıl da bütün bahar, bütün yaz her gün hayvanlarıyla Küçük Mağara'nın önüne gitti, Hürmüzün Dere'ye indi, yerde yatan mezdağa ağacının gövdesine sarıldı, gözyaşlarıyla doldurdu dereyi. Böyle bir aşka kimsenin aklı ermiyordu. “Bu aşk Aslı'nın aşkından da, Leyla'nın, Züleyha'nın, Telli Senem'in ve daha ne kadar varsa bütün ünlü aşıkların cümlesinin aşklarından da ileri bir aşktır. Bu bir aşk değil, aşıklık değil bu aşkın delirmesi, delirtmesidir.” diyorlardı. Bu yüzden artık Elif'e Deli Elif, Küçük Mağara da Deli Elif'in Mağarası adını vermişlerdi. Böylece, Havcı da gittikten sonra dünyada bir dul anacığından başka hiç bir şeyciği olmayan yetim Elif'in bir mağarası olmuştu!!! Sonra güz geldi, güneşin rengi değişti, sarardı, soldu. Elif de sarardı, soldu. Bir akşamüstü güneş batarken Çavdarın Gedik'ten ağrı, Elif Küçük Mağara'nın önünde sırtını bir kayaya dayayarak oturdu. Yüzüne güz güneşinin akşam kızıllığı vurdu. Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar imrendiler güzelliğine. Elif gözlerini kapadı, kış gelince Havcı'nın ayak bastığı topraklara bile gelemeyeceğini düşündü, daldı... Yılışık bir sesle açtı gözünü. Karşısında o domuz adam vardı. O akşam Elif'in sürüsünü Coli getirdi eve. Elif gelmedi. Elif'in anasının avazı yamaçlarda yankılandı. Haytalar Obası karıştı, Esendere çığlık çığlık aktı, Berit'in başını duman bürüdü. Aradan günler geçti, aylar geçti Elif gelmedi. Ölüsü de dirisi de bulunamadı. Herkes kendine göre bir öykü uydurdu bu sırlı olaya. Gerçeğin tümünü hiç kimse bilmiyordu.Ama bir kısmını iki kişi biliyordu. O iki kişiden birisi yani Elif'in anası yavrusunun başına geleni biliyordu. Kocasının çığ altında kalmasından sonra kaç kez kendi de yaşamıştı bunu. Ama o zaman dayanmıştı Elif var diye. Elif dayanamamıştı işte. “Havcı'dan sonra bu da mı başıma gelecekti” demiş ve mağaranın içine kaçmıştı. Kıvrımlardan, yarıklardan geçerek gide gide bir göle ulaşmıştı. Kendisini göle atmış, yüze yüze karşıya geçmiş ve kilometrelerce düşe kalka, kaya yarıklarına sürtüne sürtüne dağın öte yüzünde gün ışığına çıkmıştı. Bir pınarın başına oturmuş, eğilmiş su içmiş, suda kendi yüzünü ve Havcı'nın yüzünü görmüştü yanyana. Başını dönüp baktığında geriye, Havcı arkasında ona gülümsüyordu. Onlar muradına ermişlerdi. Her akşam güneş batarken Çavdarın Gediği'nden ağrı Elif Kapıkayası'nda yüzüne vuran akşam güneşi ile parlıyordu. Gülüyor ve anasına sesleniyordu, “Ana ben iyiyim.” diyordu. Elif'in anası böyle biliyor, böyle inanıyordu kızının öyküsüne. Yalnız Elif'in anası değil Haytalar, Havcılar, Yoncalı, Müdürler obalarının, Ericek Köyü'nün yani bütün Berit Dağı halkının ortak inanışı da böyleydi. Elif'in anası her günbatımında kızı ile buluşuyordu. Elif Kapıkayası'nda anası da iki göz evinin önünde duruyorlar, birbirlerine bakıyorlar, gülümsüyorlardı. Güneşin kızıl ışıkları Berit Dağı'nın başını, sivri kayaların tepelerin terk ederken ve Elif'in görüntüsü kaybolurken yücelerden anası içeri giriyor, mitiline sarılıyor ve her gün bir kere daha söz veriyordu kendi kendine. Bir akşam sözünü tuttu. Elif'în olayının yarısını bilen diğer kişi oradan geçerken kocasından kalan av tüfeğininin tetiğine bastı. Arkasından Kapıkayası'na doğru koştu, “Eliiiif bekle beni!” diyerek yamaçlara tırmandı ve o da Berit Dağı'nın bağrındaki iki kardeş mağaradan büyüğünün yani Büyük Mağara'nın içine daldı, kayboldu. Bir daha hiç kimse ne Elif'ten ne de Elif'in anasından haber alamadı. O günden sonra Deli Elif'in bir mağarasının yanında bir de efsanesi oldu: Günbatımı Efsanesi. Berit Dağı halkı, Elif'in görüntüsünün her günbatımında Kapıkayası'nın başında parlayarak göründüğüne, gün batınca kaybolduğuna ve fakat bu görüntüyü ancak gerçek aşıkların görebildiğine inanırlar. Bu gün de o yörelerde aşık olan, yüreği yanan pek çok sevdalılar sevdalarını sınarlar, Elif'in Kapıkayası'na yansıyan günbatımı görüntüsünü görmeye çalışarak. -17- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BEYAZ PERDEDEN SIKILAN TAŞNAK KURŞUNU Av. Hüseyin ÖZBEK* ozbekhuseyin@yahoo.com Taşnak Kurşununun beyaz perdeden sıkılanı diyebileceğimiz Kesik (The Cut) 5 Aralıkta gösterime girdi. Fatih Akın'ın masum Ermenilerin cani Türklerce kesilmesi tezli filminin zamanlaması üzerine düşünülmelidir. Kesik, Ermeni Diasporasının ve Ermenistan'ın tüm hazırlıklarını yaptığı 2015 kampanyasına bir Türk yönetmence beyaz perdeden verilen 100. Yıl desteği olarak okunmalıdır. Fatih Akın'ın Kesik'inin yurt içinde Ermeni tezlerinin kabulüne yönelik algı oluşturmaya, yurt dışında ise sinemacılık kariyerinin zirvesine tırmanmaya yönelik bir hesabın ürünü olduğu anlaşılmaktadır. Almanya doğumlu, Germen kültür ikliminin ürünü Akın'ın hedefi sinemanın Orhan Pamuk'u olmaktır. Gece Yarısı Ekspresi' nin yerlisini çeken Türk yönetmen kimliğinin yabancıların damak zevkine uygun düşeceğini hesaplamıştır. Göçmen çocuğu Fatih'e 100. Yıl filmi çektiren, Diaspora tribününden ülkesini ve halkını aşağılayan film yapmaya sevk eden etkenler üzerine kuşkusuz ki çok şey söylenebilir. Biz Kesik'in figürasyon kalacağı asıl filmi anlayabilmek için 21. Yüz yılı bırakıp kısa bir an için geçen yüzyılın başına dönelim. 20. yüzyılın başlarındaki Taşnak kurşunlarının hedefi sivil halkla birlikte Osmanlı yöneticileriydi. Taşnaksütyun' un hedefinde Batı destekli kalkışmayla kazanılacak bağımsızlık vardı. Taşnak için terör siyasi sonuca ulaşmak için tercih edilecek en iyi yöntemdi. Ayrılıkçı Ermeni hareketinin politik örgütü Taşnak Partisi' nin kanlı terör kampanyalarının Osmanlıya maliyeti çok ağır oldu. I. Dünya Savaşı' nı fırsat bilen Taşnak kalkışmasında 100 bini aşkın sivil hayatını kaybetti. Aynı terör dalgasında İkisi başbakan olmak üzere ( Talat Paşa – Sait Halim Paşa ) çok sayıda sivil ve asker yönetici katledildi. Kalkışmanın bastırılması, sevk ve iskan, savaş sonucu Osmanlının tasfiyesi, Cumhuriyet'e geçiş kuşkusuz ki ayrı bir yazının konusudur. Biz yakın tarihte yaşanan ikinci dalgaya gelelim. Geçen yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 10 yıl süren ikinci terör dalgasının tetikçileri de aynı gelenekten besleniyorlardı. Asala, Ermeni Soykırımının Adalet Komandoları gibi farklı adlar taşısalar da Taşnak'ın kanlı geçmişinin mirasçılarıydılar. 1974 – 1984 yılları arasında yurt dışında çok sayıda Türk diplomatının katledilmesi ikinci dalganın sonucudur. Ankara Esenboğa, İstanbul Kapalıçarşı baskınları ise Asala' nın yurt içindeki kanlı eylemlerinden ilk akla gelenlerdir. Her iki terör dalgasında eli kanlı tetikçilerden yargı önünde hesap sormak yerine Türk halkının toptan mahkumiyetine gidildi. Fatura katledene değil katledilene çıkarıldı. Her katliam sonrası Türklerin soykırımcılığı üzerinden yürütülen kampanyalarla tetikçiler aklanıp kutsandı. Soykırımcı Türklerin öldürülmeyi bin kez hak etmiş barbarlar olduğuna ilişkin 100 yıllık algı bu şekilde oluşturuldu. Ya ş a n ı l a n s ü r e ç ü ç ü n c ü dalgadır. Yüzyılın ilk ve son çeyreğindeki kanlı kampanyalar yurt içinde istenilen sonucu vermedi. Aksine Türk halkının milli duyarlılığının yükselmesine, kolektif direncinin artmasına yol açtı. Yeni yüz yılla birlikte düğmesine basılan üçüncü dalganın uygulamalarına baktığımızda Taşnak ve Asala yöntemlerinin terk edildiği görülmektedir. Terörle ulaşılamayan hedefler için farklı bir strateji oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü dalgada diplomatik hedeflere yönelik bombalı, kurşunlu saldırıların yerini Türk ulusunun kolektif hafızasını, direnç kararlığını çökertmeye yönelik kampanyalar almıştır. Geçmişten geleceğe sürüp giden tarihsel yolculuğun derin bilinçaltındaki izleri, çekilen acıların, kazanılan zaferlerin ortak bellekteki tortularının silinmesiyle kimliksizleştirilmesi programlanmıştır. Gurur duyulacak geçmişin yerini, utanç mazisinin alması amaçlanmıştır. Bu stratejinin gerçekleştirilmesi için öncelikle Diaspora tezlerinin Türkiye içinden -18- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE dillendirileceği akademik, entelektüel bir ortamın inşası hedeflenmiştir. Ermeni tezlerinin içeriden savunulması, medyadan, sanat dünyasından, akademik kesimden vicdan sahibi (!) Türkiyelilerden oluşturulacak köprübaşları oluşturulmasına öncelik verilmiştir. 2005 yılı 24-25 Eylülünde Bilgi Üniversitesi yerleşkesinde düzenlenen, açılışını Bilgi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi Rektörlerinin yaptığı “ İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları “ konferansı akademik ayağın miladı olarak anılmalıdır. Tekelci sermaye, cemaat ve yandaş medya üçlüsünün Diaspora tezlerinin içselleştirilmesine yönelik – halen sürdürülen- yayınları yüksek lisans ve doktora tezleri için ilk başvuru kaynağı olacak zenginliktedir. Entelektüel dünyamızın parlatılan yıldızlarının, edebiyat dünyamızın yükselen değerlerinin halen süren algı operasyonundaki çabaları aynı merkezlerin siparişine uygun ürün verme olarak değerlendirilmelidir. Üçüncü dalganın şimdilik son ürünü Kesik'in 5 Aralık 2014' te gösterime girmesinden aylar önce başlatılan övgü kampanyaları kamuoyunun olası tepkilerini asgari düzeyde tutma çabası olarak not edilmelidir. Hamburg' lu Fatih' in ödüller almış genç kuşaktan sinema dehası olarak takdimindeki Türk vurgusu post modern Taşnak kurşununa yönelik tepkilerin doğmadan yok edilmesi olarak görülmelidir. Fatih Akın'ın Kesik'te rol verdiği bazı oyuncuları yakın geçmişte benzer filmlerde oynamış artistlerden seçtiği görülüyor. Diyarbakır doğumlu İngiliz vatandaşı Kevork Malikyan ABD'li yönetmen Alan Parker'in Gece Yarısı Ekspresi'nde Türk Savcıyı oynamış. 71 yaşından sonra askerlik çağrısına icabet etmemesi nedeniyle çıkarıldığı Türk vatandaşlığını yeniden kabul edilen Malikyan The Cut' ta Türk cellat rolünü üstlenmiş. Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan'ın soykırım tezli 2002 tarihli “Ararat” filminin oyuncusu Arsin Hancıyan'ı Kesik'te oynatması Fatih Akın'ın tecrübeye verdiği önemi gösteriyor. Fatih Akın, batının kültürel damak zevkini, ortalama algısını iyi biliyor. Kesik'in uluslararası serbest dolaşımının, sinemasal vize muafiyetinin Türk imajına vereceği tahribatla doğru orantılı olacağını çok iyi biliyor. Filmin senaryosundan kurgusuna, görselliğinden diline kadar bu talebe uygun hazırlandığı dikkatlerden kaçmıyor. İlk kuşaktan gurbetçiler Alman sanayisinin kol gücüne, sıradan emeğe duyduğu ihtiyacı karşılıyordu. Almanya'nın, rüyalarını Türkçe gören, acı vatandan ana vatana dönüş özlemiyle ömür tüketen İlk kuşağın çocuklarından daha farklı isteklerinin olduğu anlaşılıyor. Rüyalarını Almanca görmeye başlayan yitik kuşaktan, babalarının ülkesine Diaspora mevzisinden yaylım ateşi açmaları isteniyor. Kesik, Taşnak şehitlerini, Asala kurbanlarını mezarlarında kahırlarından bir kez daha öldürecek kurşun olarak Türk halkının temaşasına sunuluyor! 8Aralık 2014 -------------------------------------------------*İstanbul Barosu Genel Sekreteri ANLA Emin UGUNLU emin.ugunlu@gmail.com Başlamamış sevdalarına ağlayanları Anla Kendiliğinden yangınına varmadı ya bu gece Ağaçların sonbaharına içinin ortasından bak Tut saçlarının kahrından Zamanı Anla Dağılmışlığım aslında saçlarının savrulmuşluğudur Anla Ölmüş çocukların ölmüşlüğünün bile Annelik kokusunu aradığını Yapraklarının baharında Anla Işıklar sönünce aydınlıkları düşlerde yanar Anla Düşler ölünce çiçeklerin dibine düşerler Her çiçeğin dibi ölmüş düşler mezarlığıdır Anla Tam gün batımında Kırmızı şarabın renginin kahrına düşer Güneş Saçlarının ışığında Sarhoş gider Ufkun ardındaki kara sevdasına Anla -19 - ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü FÖTR ŞAPKALI ADAM Bekir ÖZGEN bekirozgen@hotmail.com Alnı açık, başı örtük bir adamdı babam. Ben beni bildim bileli, dışarılık takım giysisi üstünde ve lacivert fötr şapkası başında gezerdi. O şapkayı da boyun eğdiklerine değil, selamı hak edenlere çıkarırdı.. Her akşam eve dönüşünde, mahallenin çocukları onu cebinde şeker eksik etmeyen şeker amcalarını beklerlerdi. İçlerinden bir tek ülkü, tatlı ve renkli armağanını alınca, ötekiler gibi onun yanından ayrılmaz; kendisini kucağa alması için her türlü şaklabanlığı yapardı. Dileği yerine gelince de Şeker Amca'sının fetr şapkasını çıkarır, kendi başına geçirir; ardın da gülerek: “Ben Cumhuriyet oldum!” diye böbürlenirdi. Bir gün kasabaya Cumhurbaşkanı'nın geldiğini öğrenince durakladı babam. Devletin en tepesindeki kişiyi karşılamaya başı açık mı, yoksa şapkalı mı gitmeliydi? Eğer o da fötr şapkasıyla gelmişse, kasaba yerinde iki fötrlü birden nasıl olacaktı? Düşündü taşındı. Aldı eline emektar fötr şapkasını, “Rast gele!” deyip çıktı dışarı. Emin adımlarla sokağı geçip çarşıya yöneldi. Onun bu garip görünüşüne herkes gibi kasabamızın delisi Veli de şaşırdı. Yanında oynamakta olan çocuklara döndü: “Ufaklıklar, şu hale bakın hele! Şeker Amca'nızın şapkası başında değil bugün. Cumhuriyetin aslı fötrüyle gelince, vekiline gerek kalmamış demek ki,” deyiverdi. Veli'den beklenmeyen bu sözcüklerle çarpılmışa dönen babam, afallayıp kaldı. O gün nereye gitse, usunda bir cum huriyet, bir onun seçilmiş başkanı, bir kendi, bir de delilikle velilik arasında gidip gelen o laf vardı. Emekli olduğunun ikinci yılıydı babamın. Bir sabah, öğretmenlik yaptığım okula geldi. Uzun gür kaşlarının altında Erciyes göklerini anımsatan kocaman mavi gözleriyle gülümsedi. Şapkası başında, hareketlerinde bir tuhaflık vardı. Bir köşeye çekip “Oğlum!” dedi bana, yerde. “Anneni yanıma alıp hacca gitmek istiyorum. Fikrini sorup helalliğini almaya geldim.” Şaşırmıştım. Bir evladın, baba üzerinde ne hakkı olabilirdi ki! Yüzümün kızarıklığını saklayarak: “Babacığım,” diye girdim söze. “Bugüne kadar, senin kişiliğin ve yaptıklarınla gurur duydum. Herkesin inancı kendine. Sizin kararlarınıza da saygı duyarım.Ancak değil mi ki benim düşüncemi soruyorsunuz, söyleyeyim. Bu kutsal gezi için ayırdığınız parayla iki üç yoksul öğrenci çocuğu okutsanız. Daha iyi olmaz mı? Hem paramız ülkemizde kalır, hem de…” deyip sustum. Babam, düşünceli ve tedirgin bir sessizliğe gömüldü. Ağzından iki çift söz olsun çlkmadı. Bütün güzellikler sizlerin, kendi doğrularım benim olsun dercesine arkasına bakmadan geldiği gibi yanımdan uzaklaştı. Bu konuşmanın üzerinden ancak iki ay geçmişti. Annem ve babamı kasabanın hacı adaylarıyla uzunca bir araba konvoyu eşliğinde, kırk elli kilometre uzaklara kadar tüm kasabalılar gibi biz yakınlarına düştü. Dönüşlerinde de aynı yerde karşıladık onları. Kâbe yolcuları, düz sade kasabalılar olarak uğurlanmışlar; yüzleri nurlanmış, gözleri ışıldamış; itibarları zirveye çıkmış hacılar olarak karşılanmışlardı. O günün akşamında, kasabamızın ileri gelenlerinden biri, bir punduna getirip, “Babanız, bugüne dek yoksulları kolladı, on, on beş yıldır, en az üç dört yoksul öğrenciyi okuttu da ne oldu? Arkasından yürüyen, önünden karşılayan mı çıktı? Ama hacı olunca, durum birdenbire nasıl da değişiverdi. Sanırsınız ki kasabalıların sevgisine zam yağdı, saygınlıklarına bereket indi.” Oracıkta mıhlanıp kaldım. İçim burkulmuş, yorum yapamaz olmuştum. Neydi gerçekten onları böylesine el üstünde tutturan güç? Kendi kendime, “Öğretmenim!” dedim. “Öğrendiğin bu gerçekler, ne yazık ki bugüne kadar okuduğun kitaplarda yok.” Bu düşünceler, kafamı kurcalayıp dururken, babamın hac yolculuğuna katılan arkadaşlarından biri yanıma yaklaştı. “Kara yeğenim,” dedi. “Babanız, fötr şapkasını sınıra varıncaya kadar başında taşıdı. Arabistan topraklarında takkesiyle hacı oldu. Ama yurduna döner dönmez de fötr şapkasını tekrar başına geçirdi.” Yıllar sonra, babamı kaybettiğimiz gün kasabamızın gazetesi “Halkın Sesi”, şunları yazdı: “Yitiriyoruz, neyimiz varsa güzelden yana.” derken Atatürk'ün cumhuriyet sevdalısı fötr şapkalı güzel adam da bizlere el salladı. Acı çekmeyenlere acıyormuşçasına sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Kasabamızın ileri gelenleri olsun, geride kalanları olsun; çoluğu çocuğuyla herkes, dik duruşlu, alçak gönüllü, cumhuriyet sevdalısı adamın ardından gözyaşı döktü. İnsanlar sel olup arkasından aktı. Onca sevenlerinin gözü önünde onu yudular yıkadılar, çarşı camisine götürüp arkasından dua ettiler. Kasaba gömütlüğüne varıncaya kadar lacivert fötr şapkasını tabutunun yanında taşıdılar. En sonunda da o yarı solgun şapkayı başucundaki mezar taşının üstüne diktiler. Hacılığı, bilgeliği, erdemleri, yaptıkları yapamadıkları nesi varsa hepsi toprağın altında, bir tek o simge şapka toprağın üstünde kaldı.” -20- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BELGESELCİLER NE YAPAR? Av. Sabri KUŞKONMAZ sabrikuskonmaz@superonline Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği (BSB) 8-9 Aralık'ta bir etkinlik gerçekleştirdi; “Dağıtmadan dağılmaz.” Belgesel çekmek koca bir derttir. Filmi bitirdikten sonra dağıtıma sokabilmekse derdin katmerlisidir. BSB yetkilileri, yabancı dağıtımcı kuruluş yetkilileriyle belgeselcileri bir araya getirdi; tartışıldı, konuşuldu. Bu tür etkinliğe “Pitching” deniyor; pişirme demek. Birileri gelir, tartışılır, şöyle, şöyle yapın derler. Sonra yine herkes bildiğini yapar. Çünkü dışarıdan, “modernitenin modern dünyasından” gelenlerin bağlamı ile biz “yerlilerin” bağlamı uyuşmaz. BSB Başkanı Nazlı Sakızlı ve koordinatör Peri Johnson ile diğer görevliler yoğun bir emek harcamışlar. Onlar bu etkinliğe harcadıkları zaman ve enerji ile az buçuk bir belgesel çekebilirlerdi. Etkinliğe dışarıdan gelenler: “Gezi dahil, niye geçmişe bu kadar bağlısınız, niye geçmişle ilgili filmler çekiyorsunuz?” diyorlar. Onlar, işin Batı rasyonelliği boyutundan bakıyor ve böyle sorular soruyorlar. Konularında uzmanlar ama bu ülkedeki belgeselcinin dilini, derdini çözemiyorlar. Çünkü onların geçmişi derlenmiş, toplanmış, arşivlere dizilmiş. Yani belgelenmiş. Belge demek bilgi, birikim, kültür, tarih, her şey demek… Bu noktada Osmanlıca tartışmasına bakınca, bilgi ve belge eksikliği ile sözde “akademya” mensuplarının martavallarına tanık oluyoruz. Bir tartışmada ele alınan model/bağlam birbirinden farklıysa, tartışmadan nesnel sonuç çıkmaz. Modernite eleştirisinde ve bir modernite deneyimi olan Latin harfi meselesinde de böyle bir yanlışlık var. Sunulan tekçi önerme, aslında birden çıkar karşımıza, çıkan faşizan bir yöntemdir; elma ile armudun yanlış toplamıdır. Oysa elma ile armudu toplamak yerine “Beş elma, beş armut on meyve eder” tarzında kavramsal ve analitik düşünce kapasitemiz olması gerekir. Bunun için de bilgiye ve belgeye sahip olmak… Hep aynı yöntemle gündeme yeni sorunsallar sürülüyor: Önce sorunsalı kendi kafana göre tasarla. Sonra kendi tasarladığın üzerinden eleştir ve yanlışlığını ortaya ser! Gerçek ve gerçeklik ilişkisini kır böyle. Latin harf konusunda da aynı yalan hap yapılıp yutturulmak isteniyor. Sanki her şey bir günde, bir gecede yapılmış gibi. Tarihsel, kültürel bağlamından da soyularak... Ve “Türk kültürü” sadece “İslam” ile var olmuş gibi. Arap alfabesine geçişten önceki dönemlerle gerçekleşmiş olan tarihsel kültürel kopukluğu, diğer kültürleri ve ulusları ne yapacağız? Ama dert sadece “Türkİslam” hatta sadece “İslam” olunca bize kurgusal iktidar hapları gerçek diye yutturulmak isteniyor. Bir sinemacı olan Herzog; “Hali hazırda gerçeklik algımız çok ciddi bir saldırı altında. Buna karşı ortaçağ şövalyeleri gibi savaşmalıyız” diyor. (D. Saunders, çev. Ali Necat Kanıyaş, Kolektif Y.) H. Şirin User, Latin alfabesi tartışmasının tarihinin 1860'larda başladığını yazmış. Yazardan öğrendiğimize göre II. Abdülhamit Latin alfabesi kullanılmasından yanadır. “Abdülhamit'in 'Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz' şeklindeki sözleri bazı araştırmacılar tarafından padişahın Arnavut hafiyelerinden esinlenmesine” bağlanmış (Türk Yazı Sistemleri, Hatice Şirin User, Akçağ Y.). Yeniyi yerli yerine oturtabilmek için eskileri bulmaya devam. Eskiye dair yalanlarla şövalyece savaşmak için. Belgeseller bizde hâlâ ceza olarak gösterim şansı bulsa da. Yalana karşı belge gerek! Alıp raftan koymak için yalancının önüne… Haftaya dize; “bıraktığın ırmakların sularında boğuldum” (Kirkor Yeteroğlu, kırık çan, Kıyı Y.) -21- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Suat Karova’nın Anısına MUTLU YAŞAMI ELDE ETMENİN TEMEL DİREKLERİ(II) Suat KAROVA Hepinizin çok iyi bildiğini, fakat herkesin tam olarak uygulamaya koyamadığını bildiğim bu ana hususları kısaca açıklamak istiyorum: 1. Sağlığınız, 2. Sevdiğiniz işiniz olması, 3. Sevecenliğiniz, SAĞLIĞINIZ: Sağlığınızı iki unsura ayırabiliriz : 1. Bedensel (fiziksel) sağlık; 2. Ruhsal sağlık. Cortis der ki “mutluluk her şeyden önce vücut sağlığındadır.” Öyleyse bedenimizin özümüzü taşıyan bir araç olduğunu bilip, onu her zaman en iyi şekilde korumalıyız. Çünkü sağlıklı olanın umudu, umudu olanın her şeyi vardır. Ayrıca ancak sağlıklı insan, sağlıklı düşünebilir ve mutlu yaşamı yaratır. 4. Sevdiğiniz ve sevildiğiniz eşiniz olması, 5. Zararsız ve faydalı olmanız. Bunlara sahip olmanız “kaderinizin oyuncusu değil yazıcısı olursunuz.” Ayrıca bunlara sahip olduğunuzda, yaşamınızın olumsuz yönlerini olumluya dönüştürebilirsiniz. “En değerli şey hayat değil, güzel yaşamaktır” der Eflatun. Güzel ve mutlu yaşamak istiyorsak yukarıdaki temel direkleri mutlaka dikmeliyiz. Çünkü insanların mutlu bir yaşam sürmelerine sahip olduğu şeyler sağlar. İnsan için istenileni elde etmek; elde edilenin zevkini çıkarmak, onun mutlu bir yaşam sürmesini sağlar. Bir insanın mutlu olması için; her zaman “ruhu ile bedeni, aklı ile gönlü barışık olmalıdır.” Bunun da kaynağı beden ve ruh sağlığıdır. Sağlıklı bir insanın en önemli özelliklerinden biri “ sevmek ve çalışmaktır”. Bu özellikler de kişileri mutlu kılar. SEVECENLİĞİNİZ: Hayat sevgiyle güzelleşir ve anlam kazanır. Sevgi; her şeyi pozitif doğuran bir anadır. O nedenle sevgi her yönüyle yaşamın ta kendisidir. “Dünyanın bütün bilgi ve becerileri sizde olsa bile, sevgi olmaksızın tam başarılı olamazsınız.” Sevecen olmanız sizi zararsız kılar, saygınlık, mutluluk kazandırır. Emmet Fox der ki “Sadece yeteri kadar sevebilirseniz dünyanın en güçlü insanı olabilirsiniz.” Kuşkusuz bu da insanlara mutlu bir yaşam sunar. Sevgiden yoksun kalırsanız, mutlu yaşamdan da yoksun kalacağınızı aklınızdan çıkarmayın. Sevgiye zaman ayırın ve onu başkaları ile paylaşın. Çünkü, yaşam sevgi demektir. Eğer bir kişi yüreğinde Allah, kul, hayvan, doğa sevgisi taşıyor ve paylaşabiliyorsa, mutlu yaşamı hak etmiş demektir. Hayatı sadece gözlerinizle değil beyninizle, kalbinizle de görün. Thomas Babington Maculay' da der ki “mutluluk, aranılacak bir şey değildir, onu yaratmak gerekir.” İnsanlar genellikle mutluluğun, onlar hiç çaba harcamadan ayaklarına gelmesini isterler. Horatius der ki “Hayat ölümlülere zahmetsiz bir şey vermez.” Öyleyse kendi mutluluğumuzdan başkalarının değil, bizim sorumlu olduğumuzdur. Tamamen sorumsuz olmak, halledilebilecek sorunlara sahip olmaktan kötüdür. Bu nedenle, temel direklerimizi, baş mimar olarak zamanında dikmek zorundayız. “Yaşama zamanını geciktirenler; nehrin öbür yakasına geçmek için suların akıntısının bitmesini bekleyenlere benzerler” der Horace Mann. Mutsuzluğunuza lanet okumaktansa sizi mutlu yaşama ulaştıracak olan temel direkleri, zamanında diken baş mimar olun. Yaşlandığınızda, pişmanlık duymak ve hayatınızı keşke'lerle doldurmak istemiyorsanız; gençlik yıllarınızın başında veya şimdi, mutlu yaşamın temel direklerinin baş mimarı olmaya bakın. Kendinizi sevin. Bu, hiçbir zaman bencillik sayılmaz. Kendini sevmeyen bir insan, başkalarını da sevemez. Siz kendinizi severseniz, sizi sevecek birisi de bulunur. Çünkü; mutluluk insanın önce kendisi ile barışık olmasına bağlıdır. Yapmış olduğunuz hatalardan dolayı asla kendinizi ömür boyu suçlayıp sevmezlik yapmayın. D. Cüceoğlu der ki: “Hata yapmamız insan olmamızın bir sonucudur.” “Dünyada iki kusursuz insan vardır; biri ölmüştür, öteki doğmamıştır.” der bir Çin atasözü. Bazı nedenlerden dolayı, bu direklerin herhangi birini veya birkaçını dikememiş olabilirsiniz. Örneğin; sevdiğiniz işiniz olmayabilir, tam sağlıklı olmayabilirsiniz; bu durumda asla karamsarlığa kapılmayın. Her ne şart altında olursanız olun yaşamak güzel şeydir. -22- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE adil kullanın. Görevinizi tam yapın. SEVDİĞİNİZ İŞİNİZİN OLMASI: C. Şahabettin der ki “Gündüz kandilini hazırlamayan, gece karanlığa razı demektir.” A. Lincoln'da der ki “ Hayatta mutlu olmak için ya isteklerini azaltacaksın ya da imkanlarını çoğaltacaksın.” İmkanlarımızı çoğaltmak için de; “çalışmak gerekir. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır” der, Atatürk. Sadece zararsız olmak, insanı kusursuz yapmaz. Faydalı olmak da gerekir. Sevecen değilseniz, paylaşamıyorsanız, ketum iseniz, faydalı olamazsınız. İnsanlar sahip olduğu şeyleri verebilirler. Bu nedenle, faydalı bir insan olabilmeniz için yaşamınızın belirli dönemlerinde tüm gücünüzle kendinizi yetiştirerek bazı değerlere sahip olun. Faydalı olurken, her şeyi karşılık beklemeden yapın. Bu sizi daha da çok mutlu eder. Mutluluğu yakalamanın bir yolu da öğrencilik yıllarından başlamak üzere disiplinli çalışmaktan geçer. Sevdiğiniz bir işlinizin olması ve çalışmanız sonucu özgürlüğünüzü güçlü bir şekilde elde edersiniz. Ekonomik gücümüz, bize hayattan beklentilerimizi elde etmemizde çok büyük kolaylık sağlar. Ayrıca asalak yaşamaktan ve onun getireceği olumsuzluklardan kurtulmuş oluruz. Genel olarak; bedensel gücümüzle, ekonomik gücümüzle, zihinsel gücümüzle, tatlı dilimizle faydalı olabiliriz. Faydalı olduğunuz insanların gözlerindeki mutluluk parıltılarını görmeniz, size de mutlu bir yaşam sunar. Ayrıca, zararsız ve faydalı olmanız size çevrenizde saygınlık ve güvenirlik kazandırır. Bunun sonucu olarak da siz mutlu bir yaşam sürersiniz. “Bir insana itibar sağlayan; çalışmakla sağlam karakterdir” diyor A. Camus. İşsizlik ayrıca insanları kötü alışkanlıkların kucağına atarak, mutlu yaşamlarını engeller. “Yoksulun kitabında, sevincin ömrü kısadır” diyor M. Mungan. Bu konuda, bugüne kadar Adabelenliler Derneği'inde, yönetimde bulunan çok mümtaz meslektaşlarım, en güzel örneğini vermişlerdir; daha da vereceklerine inancım tam ve sonsuzdur. Onları başarılarından dolayı kutluyor, Allah'tan sağlık, mutluluk ve başarılarının daimi olmasını diliyorum. SEVDİĞİNİZ VE SEVİLDİĞİNİZ EŞİNİZİN OLMASI: Sevdiği ve sevildiği kişi ile kurulan yuvalarda; ömür boyu eşler ve çocuklar arasında karşılıklı sevgi, saygı, anlayış, hoşgörü, yardımlaşma, paylaşma, sabır, değer verme, güven duygusu, vb.… vardır. Buda mutlu yaşam getirir. MUTSUZ YAŞAMDAN KURTULMANIN YOLLARI: Önce sözlerime düşünürlerden alıntılarla başlamak istiyorum. “Yaşamınızın büyük üzünçleri için cesarete, küçükleri için sabır ve dayanıklığa sahip olun” (V. Hugo). “Düşüncelerini değiştirmeyenler yalnız deliler ve ölülerdir” (T.Lowell). “Çaresiz kaldığınız zaman bilin ki çare sizsiniz” “(Anonim). “Dünyanın düzeninden çok, kendi arzularınızı değiştirmek bilgeliktir”. “Başarı azim gerektirir, azim ise irade… Bazı hedefler başarısız olmaya da değer. Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenebilmektir.” (Sweeney). “Nelere sahip olmadığınızı düşünerek vakit kaybetmeyin, sahip olduklarınızla neler yapabileceğinizi düşünün” (Ernest). “ Bir mutluluk kapısının kapandığında, öteki açılır. Oysa çoğu kez dikkatimiz öylesine kapanan kapıya odaklanmıştır ki, bizim için açılan yeni kapıyı fark etmeyiz bile” ( Helen Keller). Bir şarkı sözü; “neyleyeyim sarayı, neyleyeyim köşkü / içinde salınan yarim olmayınca” der. Karun kadar zengin ve en iyi mevki sahibi olsanız bile eğer sevdiğiniz eşiniz yoksa, mutlu yaşam süremezsiniz. Bu nedenle; insanların yaşamları içinde verdikleri en önemli karar, evlilik için verdikleri karardır. ZARARSIZ VE FAYDALI OLMANIZ: Genellikle bu husus iç unsurlarımızın olumlu olmasına bağlıdır. Sokrates der ki “insanların ruhlarından bilgisizliği, hatayı gidermeyi başarabilirsek, insanların hareketlerindeki kötülükleri, kararsızlıkları da ortadan kaldırmış oluruz.” İnsanlarla olan ilişkilerimizde her zaman; peygamberimizin ve H. Bektaş Veli'nin sözlerini uygulamaya koymalıyız: “kendiniz için istemediğinizi, başkalarına yapmayın.” (Hz. Muhammet) “Eline, beline, diline sahip ol” ; “incinsen de incitme”. (H. Bektaş Veli) Herkesin yaşama hakkına saygılı olursak; hem kendimiz mutlu bir yaşam sürer, hem de çevremize mutluluk veririz. Her zaman; kendinize karşı, tüm insanlara karşı, doğaya karşı, hayvanlara karşı, vatanına-milletine karşı, zararsız olun. Ayrıca yetkili iseniz; yetkilerinizi Seçtiğiniz hayatın sorumluluklarını taşımak zorunda olduğunuzu bilmelisiniz. Mutsuzluğunuza lanet okumaktansa, sizi mutlu yaşama ulaştıracak olan şeylere sahip olmaya çalışın. Sizi mutsuz eden düşüncelerden, kişilerden, olaylardan ve ortamlardan mümkün olduğunca uzaklaşın. Şu anda mutsuz bir yaşam sürüyor ideniz; bunu bir anda değiştirebileceğinizi beklemeyin Nasıl ki doğadaki tüm biyolojik gelişmelerde olduğu gibi, psikolojik alanlardaki gelişimlerde yavaş adımlarla ileler. Sabırsızlık ve baskı normal gelişim sürecini -23- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 3. Her zaman ve her koşulda olumlu düşünün. Ömrünüzde kötü geçen günleri unutun. Yeni doğan her gününüzü en güzel günmüş gibi güvenle selamlayın. Geçmişteki hatalardan dolayı kendinizi yargılamayın. 4. Sahip olduklarınızın değerini bilin. Erişemeyeceğiniz şeyleri istemeyin. Hep başkalarına özenip, kendi yaşamınızı onunkine benzetmeye çalışmayın. 5. Kendinizi sürekli değişim olgusuna uyarlayın. “ Hekimlik bedenin hastalıklarını iyileştirir, bilgelik ruhun hastalıklarını” (Demokritos). 6. Güçsüzlüklerinizle barış yapın. Yaşamın akışı içinde, sorunu olmayan, korku ve önyargıyı tanımayan insan yoktur. Önemli olan, onlardan kurtulabilmektir. Sizde bunu yapın. Hiç kimsenin yaşamı, hiçbir zaman, düz bir çizginin üzerinde sürüp gitmez. Hayat, bu çizginin bazen üstüne çıkar, bazen altına iner. Nasıl derseniz; üzülüyorsunuz ardından seviniyorsunuz, yoruluyorsunuz ardından dinleniyorsunuz, korkuyorsunuz sonra yürekleniyorsunuz,vb.. Biraz da kendinizi olayların alışına bırakın, ama dizginler elinizde olsun. Öyleyse sonsuz bir mutluluğun olmadığını bilmelisiniz. 7. Kötü alışkanlıklar kazanmayın. “İnsanlar, çocukken dürtülerinin kölesi olur, yetişkinlikte ise alışkanlıklarının.” Bu nedenle, sahip olduğumuz mutlu yaşamı kaybetmemek için, iyi alışkanlıklar kazanmalıyız. 8. sahip olduğunuz olumlu iç unsurlarınızı, daima koruyun, arttırın 9. Çevrenizdeki insanlarla olan olumlu ilişkilerinizi, beklenti içinde olmadan, daima sürdürün (sevin, sevilin, güvenin, paylaşın, vb…) 10. Sözlerime Hz. Mevlana'nın sözü ile son vermek istiyorum. “Şefkat ve merhametle güneş gibi ol. Hoşgörülükte deniz gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Cömertlikte ve yardım etmede akar su gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.” bozar. İnsanlar genel olarak kendi realitelerini yaşarlar. Bu da kişinin özbenliği ile ilgilidir. Önce, kendinizi iyi tanıyınız. Bu, size mutsuzluğunuzu mutluluğa dönüştürmede, çok büyük fayda sağlayacaktır. Mutluluğun dışarıda değil, içinizde olduğunu ve onu yaşatacak, ortaya çıkaracak tek insanın siz olduğunuza inanın. Yani mutsuzluğunuzu ortadan kaldırmaya önce kendinizden başlayın. Mutlu yaşama kararlılığınız yeteri kadar güçlü olursa, mutsuzluk hiçbir zaman yakanıza yapışmaz. Mutsuz yaşamın bir kaynağının da; bu konudaki bilgi noksanlığınız olduğunu iyi bilin. Mutsuz yaşam erişemeyeceğimiz şeyleri istemekle başlar. Bu nedenle kanaatkâr olmanız; sizi mutsuzluktan kurtarır. Hayatta bize karşı duran güçlüklere, mutsuzluklara boyun eğmeyerek mücadele etmeliyiz. Bu konuda şikâyetçi olmak çözüm değildir. Önemli olan bizi mutsuz eden etmenleri ortadan kaldırmaktır. Kısaca neler yapmalıyız? 1.Önce seni mutsuz eden unsurları gerçek olarak ortaya koy. Genelinde bunlar iç unsurlardır; dış unsurlar da olabilir. a) her zaman sağlığınızı koruyun; b) her zaman kendinizi sevin ve güvenin; c) kendi kendinizi yargılamayın; d) geçmişteki hatalarınızdan sadece ders çıkarın, hiç dert edinmeyin; e) aşırı hırs sahibi olmayın; f) sevecen olun, paylaşın, yardımsever olun, hoşgörülü olun, kıskanç ve kindar olmayın; g) çok şüpheci olmayın. 2.İnsanlarla daima olumlu ilişkiler kurun. Başkalarını değiştirmeye kalkmayın. 3.Sebatın, güçlükleri yenen silahların en büyüğü ve kuvvetlisi olduğunu, sabrın da, şiddet ve öfkeden daha çok iş başaracağını bilin. 4.Bir anın ve bir yerin adamı olmayın. Peygamberimiz der ki “zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy.” Yeniliklere karşı her zaman açık olun. Tutucu olmayın. 5. Hep kendinizi dinlemeyin. Okuyun, çevrenizdeki sosyal etkinliklere mutlaka aktif olarak katılın. M U T L U YA Ş A M I K O R U M A N I N YOLLARI: 1. Mutlu yaşamın temel direklerini, baş mimar olarak dikin ve yıkılmalarına izin vermeyin. Yıkılanları da onarın. 2. Kendinizi iyi tanıyın ve sevin. Yaptığınız hatalardan dolayı kendinizi sevmemezlik yapmayın. Tennyson der ki “hiç hata yapmamış insan en büyük hatayı yapmış demektir.” Sonuç olarak derim ki: Belirli riskler göze almadan, güzel şeylerin kazanılamayacağını, elde edilen kazanımların da kaybedilmemesi için bir bedel ödemek gerektiğini çok iyi bilmeliyiz. Unutmayınız ki ödenilen bu bedel karşılığında kurtardığınız şey kendi varlığınız, hayatınızdır. Tüm insanlara mutlu bir yaşam dilerim. ----------------------*1958 Mezunu -24- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HALK TÜRKÜLERİNDE ÇOCUK GELİNLER, ÇOCUK DAMATLAR Eyüp YILMAZ Adabelen 1960 Mezunu Konuya girmeden önce, “çocuk” kavramını tanımlamak gerektiğine inanıyorum. TDK'nın Türkçe Sözlük'üne göre çocuk “Bebeklik ile ergenlik arasındaki gelişme döneminde bulunan oğlan ya da kız,”dır.Biyologlara ya da doğa bilimcilere göre “çocuk”; ”Her canlı, doğar, büyür, gelişir, kendine benzer bir canlı meydana getirir ve yok olur.” genel kuralından çıkarsama ile kendine benzer bir canlı yani çocuk oluşturabilecek biyolojik olgunluğa ulaşan insanoğlu da çocukluktan çıkmıştır.Yani yumurta ve sperm üretip bunları birleştirdiğinde yeni bir yavru üretebilen insan artık “çocuk” değildir, olgundur. Çocuk yapabilecek çağa gelmeden önceki dönemin adıdır. Psikolojide çocuk, insanın doğumdan ergenliğin sonuna kadar geçirdiği süreye denir. Sosyolojide belli bir çocuk tanımı yoktur. Aile tanımının içinde yer alır. Çocuk, okula gitmeye başlayınca Eğitim Sosyolojisindeki yerini alır. Pedagojide çocuk; pedagoji Türkçe “çocuk eğitimi” demektir. Hukukta çocuk, insanoğlunun anne karnına düştükten sonra 18.yaş sonuna gelene kadar geçirdiği süreçtir. Bu arada “ergenlik” kavramını da tanımlamamız gerekmektedir. Ergenlik, doğan bir çocuğun dış görünüş ve yapısının derece derece, yıl yıl yetişkin bir insana benzemesine ergenlik denir. Ergenlik kızlarda dokuz, erkeklerde on iki yaş civarında başlar, her ikisinde de on beş yaşında biter. Bütün bunlar bireysel, ırksal, iklimsel ayrılıklar gösterdiğinden bu denli kesin sayılarla sınırlandırılamaz. Sayılar ortalamadır. Türk Medeni Kanunu'na göre; erginlik (olgunluk) 18 yaşın doldurulması ile başlar. Evlilik, kişiyi ergin (olgun) kılar. Ergin olmayan kişi, anne ve babasının ikisinin birden isteği ve mahkeme kararı ile ergin kılınabilir. Bilindiği gibi Türk Medeni Kanunu (Uygar Yurttaşlar Yasası) 17Şubat 1926'da kabul edilmiş bir “Cumhuriyet kazanımı”dır. Bu tarihten önce Mecelle yasası yürürlükteydi. ”Mecelle,19.yy'ın ikinci yarısında dini esaslara göre hazırlanmış “Osmanlı Medeni Kanunu”dur.99 hukuk ilkesini içeren 1851 maddesi vardır. 986.maddesi, kızların 9 yaşında”buluğ”a erdiğini kabul eder. Yani Mecelle'ye göre, aileler, kız çocuklarını 9 yaşında evlendirebilirler. (Rahmi Turan,Sözcü,29 Eylül2014) “11Ekim Dünya Kız Çocukları Günü'nde “Çocuk Gelinlere Hayır Platformu”nun açıklamasına göre, dünyada 18 yaşından önce evlenen kız çocuk sayısı 700 milyondur. Bu duruma göre her 4 kız çocuktan biri “çocuk gelin”dir. (Aydınlık, 11.10.2014) Birleşmiş Milletler raporlarında 0-18 yaş arasındaki insanlar “çocuk” kabul edilirler. Dünyada durum böyle iken bizde daha mı farklıdır? Hayır. Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nden Prof. Dr. Remzi Oto'nun araştırmasına göre, yörede ve Türkiye'de her 3 evlilikten biri “çocuk evlilik”tir. Yine bu araştırmada çıkan sonuca göre “Çocuk yaşta evlendirilen çocuklar gelin olarak gittikleri evde, gelin olmaktan çok, mevsimlik işçi olarak çalıştırılmakta, cinsel, ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüştürülmektedir.” İşin bir başka ilginç yanı 18 yaşından küçük evlendirilen kızların %82'si okur-yazar değil, her 10 çocuk gelinden dördü ikinci eş yani kumadır. Kumaların kocaları da çoğunlukla yaşlı erkeklerdir. Bir başka acı yön de İçişleri Bakanlığı sayılarına göre “kadın sığınma evleri”ndeki barınmacıların üçte biri “çocuk gelinler”dir. Çocuk evliliklerinde Avrupa birincisi, Kongo, Afganistan, Uganda ve Nijer'den sonra dünya 5.siyiz.(Hürriyet,08.11.2014,Yılmaz Özdil) Türkiye toplumunun gelenek, görenek, din ile pekiştirilmiş ataerkil değer yargıları içinde başlık parası ile alınıp satılan, berdel ile takas edilen insan cinsi “çocuk gelinler”/kızlardır.Bu ayıp yetmiyor gibi ayrıca “düğün” denen, adet a kutsallaştırılmış törenlerle kutlanıyor,taçlandırılıyor. (Sözcü,18 Ocak 2014) TV'deki bir evlendirme programına katılan ve o -25- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE an yaşı 20 olan, 2 çocuklu bir bayan aday özentisini aynen şöyle anlatıyor:” İlk evliliğimi l6 yaşımda yaptım. Kendi evim,kocam, çocuklarım olsun, istiyordum. Herkes benim yaşıma gelince evleniyordu. Ablalarım,akrabalarım,komşu kızları 16,hatta daha küçük yaşlarda evleniyorlardı.Çok özeniyordum.” Tarihte çocuk gelinlere bir göz atacak olursak, bilinen ilk çocuk gelin olarak Mısır kraliçesi Kleopatra'yı görüyoruz. Daha sonra Hz. Muhammet'in eşi ilk halife Ebubekir'in kızı Ayşe'yi; Hz Ali'nin eşi, Hz Muhammet'in kızı Fatma'yı görüyoruz. Hz Ayşe gelin olduğunda 9, Hz Fatma ise 10 yaşındaydı. Kanuni'nin annesi Hafsa Hatun ve Muhteşem Yüzyıl dizisinde de izlediğimiz ve Meryem Uzel'in canlandırdığı Kanuni'nin eşi Hürrem Sultan da (Rutenyalı Köle Aleksandra La Rossa) tarihte yerini almış ünlü çocuk gelinlerdir. Asıl konumuza “Halk Türkülerimizde Çocuk Gelinler, Damatlara” gelince: Türküler, bilindiği gibi Halk Edebiyatının en zengin alanıdır. Anadolu Halkı, bütün acılarını, sevinçlerini türkülerle dile getirmiştir. Ünlü Halk Bilimci Cahit Öztelli türküler için “Halkın iç dünyasını yansıtan, beşikten mezara kadar tüm yaşantısını anlatan halk şiirleridir.” diyor. Türkülerin konusu genellikle sevi(aşk) doğa, özlem, acı, güzellik, yiğitlik, ayrılık, çoğu yaşanmış olaylar, bir başka deyişle yaşamın kendisidir.”diyor. Anadolu'nun dört bir yanında yakılan türkülerde “çocuk gelinleri ve damatları” görüyoruz. Örneklemeye ünlü bir Şarköy (Tekirdağ) türküsüyle başlayalım: *Bağa girdim, bağ budanmış/Bağa bülbül dadanmış/On beş yaşında da Nazife Hanım, Kimlere aldanmış? *Çıktım Şarköy'ün yoluna/Sıra sıra zeytinler/On beş yaşında da Nazife de Hanım'a/ Yazık Ettiler. *O tepeden bu tepeye oyun olur mu?/On beş yaşında da Nazife de hanıma/Doyum olur mu? İkinci örneğimiz Kayseri-Bünyan türküsü. Bu Orta Anadolu türküsünde de yakınma “çocuk damat”tan: *Kadifeli yastık, kadifeli yorgan,yer yumuşak./Emmim oğlu yanıma geldi,bir uşak./Öpmesi yok, sevmesi yok, konuşak. *Ana beni niye verdin uşağa?/Oynar oynar, taş doldurur kucağa… *Sabah olur, pabucunu giyemez./Akşam olur, yemeğini yiyemez./Karanlıkta yatağını bulamaz. *Ana beni niye verdin uşağa?/Oynar oynar, taş doldurur kucağa… *Sabah olur, çocuk gider oyuna./Oynar oynar kum doldurur koynuna./Beni verenlerin vebal boynuna.(Kızcağız, açık açık sonuçta kendinin değil, onu bu çocuğa verenlerin günaha gireceğini söylüyor. E.Y) *Ana beni niye verdin uşağa?/Oynar oynar, taş doldurur kucağa… Bir başka türkü yurdumuzun doğu ucundan, Ardahan'dan: *Ardahan'ın yollarında/Güller açıp bağlarında/Eyle bir yar sevmişem ki/On üç on dört çağlarında… *Eyvah Dimme, Dimme/Nazlı yar Dimme/Men özüm serhoş/Sen şarap verme! BatıAnadolu'dan Manisa'dan: *Söğüdün yaprağı narindir, narin./İçerim yanıyor, dışarım serin./Sana yar bulunur, ben Allah kerim. *Kınalı topuklar yavrum suya mı deydi?/Çeşmenin başında aklımı çeldi. *Rastık kaşında kaşında/On dört yaşında, yaşında/Aklı başında başında. *Menengüç dalinden odun olur mu?/Türkmen mayasından kadın olur mu?/ Bir kere sevmenin tadı olur mu? Kınalı topuklar yavrum suya mı değdi?/Çeşmenin başında aklımı çeldi.(Bu dörtlükte Türkmenlere dokundurma varsa da, bu türküyü yakanın ayıbı. Bizim konumuz türküdeki kızın yaşı…E.Y) Çocukla evlendirilen gelinin ağıdı da şöyle: *Sabah olur, oğlan gider oyuna/ Yumru yumru taş doldurur koynuna/Ana; şunun, bakmadın mı boyuna?/ *Ana, beni niye verdin çocuğa/Akşamcıktan yuvarlanır bucuğa/ *Biz gelirken bu ekinler yoğidi./Açıldı mı yaylaların söğüdü/ Kalmadı mı Eynegül'ün yiğidi?/ *Ana beni niye verdin çocuğa?/Oynar oynar kum, doldurur kucağa/ *Ana beni niye verdin ellere/Genç yaşımda dayanamam dillere/Atam bari kendimi sellere/*Ana beni niye verdin çocuğa/Akşamcıktan yuvarlanır bucuğa. Erzurum türküsünde: *Al mendilim kaldı kaya başında/Bir yar sevdim on üç, on dört yaşında/Kalem oynar kirpiğinde kaşında/*Asker girdi İstanbul'dan içeri/Hanımlar -26- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE oturmuş iki geçeli/Benim yarim ortadaki peçeli. Antalya türküsünde delikanlı çocukluktan çıktığını evlenebileceğini söylüyor: *Derenin başındayım/ Kızların peşindeyim./ Varacaksan var bana/ On sekiz yaşındayım. Aynı delikanlı mıdır bilinmez ama yine Antalyalı delikanlı ”Çek Gemici Gemileri” adlı türküde : *Geminin başındayım da/On sekiz yaşındayım./On sekiz yaştan beri de/Şu kızın peşindeyim.” diyor. Erzurum/Şenkayalı delikanlı öyle düşünmüyor.*Seherde bir bülbül öter yarin bağında./O kaş, o göz, o dil, o diş, gül açmış yanağında./Gümüşten kemeri incecik bellerinde/O kaş, o göz, o dil, o diş, kına var ellerinde/*Yanarım ağlarım, on üç, on dört çağında/O kaş, o göz, o dil, o diş, ballar var dudağında” diyor. Çankırılı delikanlı da öyle diyor:”Evlerinin önü yaldız piyade/Yaşın küçük ama cilven ziyade/Annen baban sevmez benden ziyade./ Çankırılı kız karşılık veriyor:*Şu dağın başındayım/Aman, aman, aman/Hadi güzel oğlan, oğlan/Yanıyorum eylen eylen /On iki yaşındayım/Aman, aman, aman/Hadi güzel oğlan, oğlan/Yanıyorum eylen, eylen. Giresunlu kendi şivesi ile “*Kemunun içineyum/Deryalar üstüneyum/ On iki yaştan beri/ Kız senun peşineyum.*Ayağuna mesi var/Başında fesi var./Sorarım Emine'ye/Benden başka nesi var? diyor. Antalyalı on beşlik kız kına gecesinde bile çevresine “Pişman olursunuz.” diyor, ama dinleyen olur mu?*Antalya'dan aldım yaprak kınayı/ Bezirgândan aldım ballı hurmayı/ Yakma yengem yakma, sen bu kınayı. Yaktığın kınaya pişman olursun.*Gözümün sürmesin kömür etmeyin./Elimin kınasın çamur etmeyin/On beşlik kızım, gelin etmeyin/Yaktığın kınaya pişman olursun.Rumelili kız da yengesine değil,sevdiğine sesleniyor:*Ben armudu dişledim./Sapını gümüşledim./Sevgilimin ismini/Mendilime işledim./*Mendilimi pulladım./Nazlı yare yolladım./Ta küçüküm be yarim/Niçin dünür yolladın? Rumeli-İştipli kız kendinden büyük delikanlıya: (Aga, diye seslendiğine göre) *Muradiye uzandı uzun ovada/ Şefki, vurdu kamayı şınlar(parlar) havada/Aman Şefki aga ne yaptım sana/On beş yaşında bir kıza gösterdin kama, diyor. Rumeli'ye uzanıp da Kerkük'e uzanmamak olmaz, diyelim:*Gözellerin meskeni bu çaydadır./İçmişem bade, bilmirem sevdam hardadır?/*Mavi yazma yar bağlamış başına,/Saçakları düşmüş hilal kaşına./Yeni girmiş on üç,on beş yaşına.* Gözellerin meskeni bu bağdadır./İçmişem bade,bilmirem sevdam hardadır? Buraya kadar ortak yaratılışlı(anonim) türkülere baktık. Ancak gönül, Erzurumlu Emrah, Ali Ulvi Baradan'ın çok yaygın türkülerinden birer örneğe de bakmadan edemiyor: *Sabahtan uğradım ben bir fidana./Dedim, mahmur musun? Söyledi yok, yok./Ak elleri, boğum boğum kınalı./Dedim yar bayram mıdır?Söyledi yok,yok.*Dedim, inci nedir?Dedi dişimdir./Dedim kalem nedir?Dedi kaşımdır./Dedim on beş nedir?Dedi yaşımdır./Dedim daha var mı? Söyledi yok, yok./*Dedim Erzurum nedir?Dedi ilimdir./Dedim gider misin?Dedi yolumdur./Dedim Emrah nendir?Dedi kulumdur./Dedim satar mısın?Söyledi yok yok. Ali Ulvi Baradan türküsünde: *Yemeni bağlamış telli başına/Zülüfleri düşmüş hilal kaşına/Yeni girmiş on üç, on dört yaşına/Edalı işveli köylü güzeli/ *Sabah olmuş, öter bahçede bülbül/Durmayıp devşirir, demet demet gül,/ Takınmış göğsüne kokulu sümbül./Gözleri sürmeli köylü güzeli.*Gel seni, köylü kız,alıp kaçayım./Telli duvağına,altın saçayım./Seni,bu diyardan alıp kaçayım./Edalı,işveli köylü güzeli. Sadece halk türkülerinde değil, yine halkın ortak yaratıcısı olduğu “mani”lerde de “çocuk sevgili” vardır: *”Allı yazma başında/Kalem oynar kaşında/Benim sevdiğim dilber/ On üç, on dört yaşında.” türküsü vardır, ama “çocuk sevgili” ye “kınama” da vardır: * Avlu dibi mum yanar,/Oğlanın burnu kanar,/Girmiş otuz yaşına,/On beşinde kız arar. Bu maniden sonra “çocuk gelinler ve çocuk damatlar” konusunda söylenecek bir söz kalmıyor bana göre. ____________________ Metin içindeki (*) işaretleri kıta başlarını gösterir. -27- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yaşama dair: “KRAL ÇIPLAK !..” Ahmet M. EGEMEN ahmetegemen@hotmail.com Yıllar ne tez geçti. 2015'e de geldik sonunda. Günler su gibi akıp gitti. Şu anda en çok, Bimen Şen'in (1873-1943) “ Yıllar ne çabuk geçti, o günler arasından” adlı Hicaz makamındaki Türk Sanat Müziği şarkısını mırıldanıyorum. Keşke'leriyle yüzleşirler. Hatalarından arınmak için kendilerini haklı çıkaran gerekçeler oluştururlar. Pişmanlıklarından kurtulmaya çabalarlar. Bazıları, yeniden hata yapmamak için olayları daha nesnel değerlendirir. Sorunların çözümünde daha uzlaşmacı olmaya özen gösterir. Yaşamları boyunca yaptıkları hataları, güncel yaşantılarına taşıyarak ve başkalarıyla paylaşarak vicdanlarını rahatlatırlar. “Yıllar ne çabuk geçti, o günler arasından, Bir tel saç onun kaldı, bütün hatırasından, Hala duyarım bin sızı ben, her yarasından, Bir tel saç onun kaldı, bütün hatırasından.” sözlerini dilime doladım son günlerde. Bazıları ise çok huysuz ve çekilmez olur. Yaşlanmayı ya da “her şeyi bırakıp gitmeyi” içine sindiremez. Geride kalanları da kıskanır. Yaşamları boyunca bin bir güçlükle edindikleri kazanımlardan ayrılmak istemezler. İşte tüm hırçınlıkları bundandır. Her şeye uydurma bir neden bulur. Hiç bir şeyi beğenmez. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar bilirler(!). Söylemlerine: “ Ah, beni gençliğimde bir görmeliydiniz.” diyerek başladılar mı, o anda tüm sorunları çözerler(!) ve “Benim zamanımda olacaktı ki…” diye de devam ederler. * Öğretmenliğe başladığımda, 2000'li yıllar bana o kadar çok uzak geliyordu ki ulaşabilmem olanaksız gibiydi. Hayalini bile kuramıyordum. Ama 60'lı yılların sonunda, Uzay Yolu TV dizisi, 23.yy.daki olayları konu edinebiliyordu. 1980'lerin başında gösterime giren yine aynı yöndeki “Uzay 1999” dizisi de 21. yüzyılda geçiyordu. O günler daha dün gibi geliyor insana. Oysa yaşam saatinin düzeneği ne kadar da hızlı dönüyor? 2016' da, Ortaklar Öğretmen Okulu'ndan hüzün ve sevinçle karışık duygular içinde ayrılışımın 50. yılı olacak. Demek ki bir yıl sonra, öğretmenlikte yarım yüzyıla ulaşacağım. Bunun onur ve gururu her şeye bedel. Dünyanın odağı kendileridir. Özsever ( narsist ) bir yapıyla “BENMERKEZCİ ”dirler. Olayları yaşandığı zamanın ve yerin özelliklerine bakmadan değerlendirir, geçmişi günümüzün koşullarına göre yorumlarlar. Fakat hangi anlayışta olursa olsunlar, gerçek amaç, geçmişteki başarıları öne çıkararak ruhsal yönden güçlenmektir. Bu durum bedenlerini de zinde tutar. Ayrıca topluma “Yine de varım“ iletisi verilir. Bu süreçte çocukluk, gençlik, askerlik, mahalle, okul ve çalışma arkadaşları yeniden aranır; bulunur. Onlarla buluşulur. Eski günler anılır. Geçmiş severlik yaşanır. Sanki o günlere yeniden dönülür. Anılar dökülür dillerden birerbirer. O günlere ilişkin birlikte çekilmiş soluk fotoğraflar dolaşır ellerde. Kahkahalar ortalığı çınlatır buluşulan yerlerde. O ortam artık bir okulun Acı-tatlı geçen o yıllar, şimdi çok gerilerde kaldı. Artık “ Yıllar ne çabuk geçti, o günler arasından…” şarkısını söylemenin tam zamanı, şimdilerdeki insanlık hallerini anlatmak için… İnsanlar genelde; her geçen gün yaşlandıklarını, yaşamlarının sonuna geldiklerini anladıklarında, nedense geçmişlerine dönerler ve “ GENÇLİK HAYALLER İLE YAŞLILIK ANILARLA YAŞANIR.” sözünü doğrularcasına çocukluk ve gençlik yıllarını sorgularlar. -28- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE bahçesi ya da dersliğidir. Belki de bir kışladaki talim sahası ya da aynı mahalledeki evlerinin kapı önüdür. Orası çekirdek çıtlatarak üç film birden izledikleri sinema salonudur. Bir çalışma yeridir orası ya da öğretmenler odasıdır… VERDİĞİN İKRAR Altmış-yetmiş yaş aralığındaki bu gençlerin (!) gönülleri cıvıl cıvıldır. Yürekleri taş gibi. Bedensel olarak yaşlanmış görünürler. Ancak bu bir-iki saatlik buluşma, her birini yeniden hayata bağlamıştır; motive etmiştir. Romatizma, tansiyon, kalp ve şeker hastalıklarını unutturmuştur onlara. Gittikleri pastane ya da lokantada görevliye verdikleri siparişlerde bile diyetlerine uymamışlardır. Nitelikli olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için yemeleri ve içmeleri sakıncalı olanları tercih etmişlerdir. Hatta “Yiğidin ölümü arpadan olsun !.. Dr. Salim Çelebi salim-celebi@hotmail.com Sermayen sevgidir, silahın bilim Niçin var edildin ey insanoğlu? İnkâr etme beni, lâl olur dilin Kazınmış künyeme Ehlibeyt Yolu. Evrenden insana akan şiirdir Süzüle süzüle yayılan ışık; Hak, Muhammed, Ali üçü de birdir Sevgide cömert ol, sözde barışık. Gelse de başına bin türlü bela Nedeni sensindir, ara özünde, Zalime isyandır kanlı Kerbela Mazlum anlam bulur yüce tözünde. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.!..” diyerek de caka (!) satmışlardır birbirlerine kıs-kıs gülerek. Gerçekler her yerde bir çığlık atar Ve duyulmak ister gönüldeki ses, Yaşama yön verir, anlamlar katar Ahmet Yesevi'yle tümleşen nefes. Ancak, karşılıklı sevgiye dayalı, saygıda kusur etmeyen bu dostluk ve arkadaşlık birlikteliği saman alevi gibi parlamış ve sönmüştür. Kuyruklu yıldız örneği, zaman hızla akıp geçmiştir. Eve dönüş yolunda o acı gerçek, yüzlere yansımıştır. Gülümsemeler kaybolmuş, kaşlar çatılmış, yanaklardaki gamzeler kapanmış, gözlerdeki ışık sönmüştür ne yazık ki. Vee… İşte o kaçınılmaz gerçek gün ışığına çıkmıştır : “KRAL ÇIPLAK” tır. İsyan etme her dem, barış kendinle İrfan al, aydınlan Hacıbektaş'tan, Dostluk kuramazsan her ötekinle Boşa medet umma Kâbe ve Haçtan. Hak yolunu korkularla kuşatma Bil ki korku zulüm saçan kılıçtır, Gül at düşmanına, sakın taş atma Ölmeden öldüren öfke ve hınçtır. Bir sonraki birliktelikte kaç kişi bir arada olacaktır? Kimler, bundan sonraki kararlaştırılan yerde buluşmaya gelemeyecek, diğerlerine “gençlik cakası” satamayacaktır? Eski ve soluk resimde bulunanlardan hangisi, en son çekilecek fotoğraf karesinde yer alabilecektir? Bilinemez… Bal eyle acını, kinini sakla Söyleyen sendendir, senin bir parçan, Arpa boyu yol alınmaz yasakla “Vazgeçemem Şah'ımdan” der Pir Sultan. Haram yoksulun da helal seninse Paylaşımda bir haksızlık var demek, Kölesi olduğun salt bedeninse Yalan dünya yine bize “dâr” demek. Oysa “DÜN, BUGÜNÜN ANAHTARIDIR .”. Önemli olan dünün anılarıyla bugünü güzel yaşamaktır. O an mutluluğu yakalamaktır. Filozofun dediği gibi: “HAYAT BİR AYNADIR. GÜLEREK BAKARSANIZ O DA SİZE GÜLER.” Gerçek sorun; “DERYANIN İÇİNDE İKEN ONUN DEĞERİNİ BİLMEK”, geleceğe umutla bakabilmektir. Varlıkta birliktir, birlikte varlık Yol gösteren beden değil akıldır; Karanlığa ışık tutan her kılık Beden ve aklıyla zaten Hakkındır. Hayat bir gemidir, dümeni sende Umman gizem dolu yönler davetkâr, Renk ararsan eğer saçta ve tende Yapışır yakana verdiğin ikrar. -29- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Anı ÖNCE YAPITLARI ve YILLAR SONRA MAHMUT MAKAL'LA TANIŞMA Ali YAVUZ aliyavuz40@hotmail.com 1960 Yılı ortaları meslek dersleri öğretmenimizle ders işliyoruz. Ben de ders dinlerken Makal'ın Bizim Köy adlı kitabını sıramın üzerine koydum. Bakalım görüp bir tavır alacak mı, diye bakıyorum. Ders sonuna doğru kitabı gördü ve okumak istediğini belirterek: “Alabilir miyim?” dedi. Doğal olarak itiraz edilemez, ayrıca benim istediğim de bu zaten. Ders bitti, kitabı alıp gitti. 2 veya 3 gün sonraki derste getirip verdi. Kitabı ve anlattıklarını nasıl bulduğunu sordum: “Bunlar kötü niyetli, memleketini sevmeyen, yabancılara kötü gösteren insanlar. Ben bu adamı Gazi Terbiye'den tanırım. Pejmürde giyimli çorabının yırtığı topuğundan görünen bir adamdı.” dedi ve devam etti: “Nerede var onun bahsettiği köyler. Hepsi uydurma.'' deyip kesti. O yıllarda bizim bunlara itiraz etme şansımız da yoktu. Çok utandım. Sözleri, kafama tokmak vuruluyormuş gibi geldi. Kıpkırmızı olup sırama iyice gömüldüm. Bugün fikirlerine saygı duyduğum, öykülerini, şiirlerini severek okuduğum, siyasi görüşlerine uzak olmadığım, kendisini çok sevdiğim, sık sık telefonla ya da yüz yüze görüştüğüm arkadaşımla da aynı sınıfta okuyoruz. O yıllardaki anlayışa göre bizler, yani CHP'yi sevenler, babaları CHP'li olanlar ilerici, onun gibi babaları Demokrat Partili olanlar da gerici görülüyordu.1955-56 öğretim yılından beri yukarda sözünü ettiğim arkadaşımla tartışıyoruz. Bazen restleşiyoruz. Birbirimizden hoşlanmıyoruz. Meslek dersleri öğretmenimiz, Makal'a sayıp dökerken o arkadaşım iki elini yumruk yaparak başparmak tırnaklarıyla “Oh olsun” der gibi tempo tutuyordu. Ders bitti, öğretmen gitti. Teneffüste biz de kendimize göre meşhur sert tartışmamızı yaptık. “Kırılmak var, küsmek yok” ilkesinden ayrılmadan. 1961 yılında okulu bitirdik ve öğretmen olarak çeşitli illere atandık. O yaz Aydın'da Eğitim Enstitüsü sınavlarına girmek üzere sözleşip ana-baba ocaklarımıza döndük. Bazılarımız kazandı. Kazanamayanlar da atandığı köylerinde çalışmaya başladılar. 27 Mayıs'ın sert esen rüzgârıyla askere alınıp er olarak askerlik yaptılar. O güne kadar bugün Endüstri Meslek Lisesi dediğimiz sanat okulları dahil tüm ortaöğretim kurumlarından mezun olanlar da yedek subay olarak askerlik yapıyordu. O arkadaşıma da jandarmalar, asker kaçağı işlemi yaparak kelepçe takıp öğrencilerinin önünden alıp gitmişler… Gelelim Makal'la tanışmama. Devlet ve özel kurumlarda geçen 39 yıllık çalışmadan sonra 1999 yılında temelli emekli oldum. Çiğli belediye başkanıyla da görüşüyoruz. İlçede EĞİT DER i kurma çabamız var. Bize yer verip veremeyeceğini sorduk. Olur, yanıtını alınca ben Ankara'ya genel merkeze gittim. Yöneticilerle görüşüp gerekli belgeleri ve önerilerini aldıktan sonra salona geçip oturdum. Büyük masanın öbür ucunda, şık ve sade giyimli bana göre daha yaşlı iki kişi oturuyordu. Ben kendimi tanıtıp geliş amacımı söyleyince ilgileri arttı. Birincisi: “Ben Osman Bolulu, arkadaşım da Mahmut Makal” deyince sevincimden uçacak gibi oldum. Osman Bolulu'yu Eğitim Enstitüsü yıllarından arkadaşım olan Abdullah Bolulu'nun amcası olduğu ve ozan olduğu için gıyaben tanıyorum. Makal ise idolümüz. Meslek dersleri öğretmenimizin de söyledikleri içime bir bıçak gibi saplanmıştı. Aradan geçen kırk yıla karşın unutamamıştım. “Mahmut hocam izniniz olursa bir şey sormak istiyorum.” dedim. Ve yukarda anlattığım olayı aynen aktardım. Şöyle bir gülümsedi ve Osman Bolulu'ya dönerek: “Osman, sen söyle ben nasıldım?” dedi. Bolulu Hocam da: “Ali Kardeş, Mahmut her zaman şık ve güzel giyinir, ben hiç paspallığını ve düzensizliğini görmedim. Senin öğretmenin çamur atmış. Tutmasa bile izi kalır, diye düşünmüş. O kafadakilerin hünerleri budur.” dedi. İç sıkıntım 40 yıl sonra böylece mutlu bir sonla dağılıp gitti. Nice yıllar daha yaşamaları dileğimle ellerinden öperim. (28.10.2014- ÇİĞLİ) -30 ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yaşanmıştır!... HAKKI HAK PEŞİNDE Azmi ERMİŞ azmiermiş@hotmail.com -Yapamam dedim ya abi. Eski köye yeni adet mi getiricen? -İşine geldi mi ayakta bir sürü insan alıyorsun. İşine gelmeyince indirim yok. -Adını bağışla abi. Tıslarmış gibi söyledi şöför. -Hakkı. -Hakkı Abi ben biraz deliyim. Benle uğraşma. -Ben de deliyim… Ayaktaki birisi: -“Bakalım hangi deli kazanacak?” demez mi?.. -Hem tam para veren hem de ayakta giden zır deliler konuşmasın, dedi Hakkı. Şöför tam aldı bilet parasını. Hakkı kızgındı, hakkını arayacaktı. Belediye zabıtasına telefon etti. Dinlediler, dinlediler; cep telefonu numarasını aldılar. Haber veririz, dediler. Aradan bir hafta geçti ses yok. On gün oldu ses yine yok. Hakkı zabıtayı aradı: -Biz şikâyetinizi otogara bildirdik. -Aman ne güzel çözülüyor işler. Verdikleri telefondan otogarı aradı. Yetkiliye dil döktü yarım saat. Bir daha yaparlarsa yazı yazacakmış. Öfkelendi Hakkı: -Adam yasayı çiğnemiş kardeşim. -Biz esnek davranırız. Tekrarlarsa yazarım yazıyı o zaman arayın bizi. -Yani aynı dolmuşu bulucam adam yine bildiğini okuyacak belki de dövecek. O zaman sen yazı yazacaksın öyle mi, Maşallah. - B a n a i ş i m i ö ğ re t m e . İ z a h e d i y o r u z anlamıyorsun. Bir daha yaparsa dedik ya. -Kafama kurşun sıksa bir daha mı bekliyeyim. Bir daha yapmasını beklicez. -Bana hakaret etme, aptal değilim anlıyorum. Hakkının öfkeden titredi eli ayağı. Büyükşehir belediyesini aradı, anlattı. Daire başkanı yerinde yok. -Öbürsüne bağlıyalım. -Ben değilim şu numarayı arayın. Gülten Hanımın işi. Ayten Hanım bakıyor. -Ahmet beye bağlatın. Ağzı kulaklarındaydı. Neden, demeyin. Tatile gidiyordu. Denize ulaşacaktı öğleden sonra. Islık atmak geldi içinden. Oldum olası beceremezdi ıslık atmasını. Trenle Söke'ye sonra da ver elini Akbük. Doğa cıvıl cıvıl… Çiçeğe bürümüş her yer. Çiçeğe, diyorum öyle olmalı. Beyaz, pembe, sarı ve kırmızı… Tren hızla akmakta… Cama burnunu dayadı. Baktı boş boş. Güzellikleri düşledi. Biraz dersine çalıştı. Biraz da öykü dinledi kulaklığıyla gelen lirik sesten. İşte Söke. Dikkatlice indi trenden. Ağırca olan pazar sepetini aldı eline. Eşinin koluna girdi. Dolmuş aşağı yukarı üç yüz metre ileride. Bir solukta vardılar oraya, denize bir an önce kavuşmak için. Değnekçinin cırlak sesi: “Agbükkk, Agbük abi, hemen kalkıyor. Hemen kalkmaları, bilirdi. Dolmuşun oturağına pazar sepetini koydular. Söke'nin her zaman esen tatlı rüzgârına bıraktı kendisini. Yolcular gelmeye başlamıştı birer birer. Dolmuş yarım saat sonra kalktı. Oturaklar tamamen dolu. Üç dakika gittiler, bir yolcu. Üç yüz metre sonra bir yolcu daha. Söke'den çıkmadan yükünü almıştı iyice. “Bunu da alıverelim arkadaşlaa yolda galmasın..”. Ayaktakilerden homurtular... Az sonra bir yolcu daha. “Allah rızası için alıcam… günahtır; yolda galmasın. Az daha sıkışıverin.” Bir kişi de soluna aldı. “Sevaptır arkadaşlar yolda galmasın, bunu da alıverelim.” Yolculardan biri: -Tabi Allah rızası için değil mi şoför bey?.. Başka bir yolcu: -Hayır işliyor adamcaz. Belki para bile almaz. -Olur mu be abi yolda mı kalsın adamlar. Çok değil içeride yirmi beş kişi var. -Güverteye oturak yaptırsanız fena olmaz hani.. Hakkı parayı uzattı şoföre doğru: -Bir tam bilet, bir de engelli… -Bizde engelli geçmez abi. -Nasıl yani? -Bizim öğle âdetimiz yok. -Şoför bey, burası kara yolu! -Evet, biliyom. -Yasa var. Yönetmelik var!.. Yüzde otuz indirim yapmanız gerekir. -31- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE -Hasan beye sorun. Yarım saat telefon trafiği. En sonunda ulaştırma dairesinden birisini yakaladı. Olanları anlattı birer birer.Adamın cevabı: -“Size parasız olmalı.” -Biz o işe karışmayız. Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğüne sorun. Size indirim varsa da bilmiyorum. Hakkı yasa numarasını verdi. Kendisi sordu kendisi cevapladı. -Dolmuşlara ruhsatı kim verir? Siz. Dolmuşlar nerede yolcu taşır? Karayollarında. Ücretleri kim belirler? Siz… Aynı anda “biz” dedi memur. -Beş liralık yola on lira alırsa. Burnundan getiririm. -O zaman bu şöförün burnundan getir, benden fazla para aldı. -O başka, buna yetkim yok. Gene de telefon numaranızı alayım, sizi bilgilendiririm. On beş gün, bir ay geçti. Oradan da ses yok. Bu kez Hakkı kaymakamlığı aradı. Tüketici haklarına bağladılar. Yetkili aradılar. En sonunda buldular, yazı işleriymiş. Yeni baştan onlara da anlattı durumu: -Gelip dilekçe vereceksiniz. -Ben burada yabancıyım. Üstelik görmüyorum. Oraya gelirsem pire için yorgan yakana döneceğim. Yani üç kuruş için beş on katı harcama. Görevliye eposta göndersem… dedi. -Olmaz bizzat elden. Burnundan soludu Hakkı. -Ben söylesem siz yazsanız?.. -Beyefendi gereksiz yere meşgul etmeyin. Konuşmamız kayıt altına alınıyor, işleme koyun deme. -Konuşma kayıt sayılmaz. İyi ki ağzımdan kötü bir söz çıkmadı, diye düşündü Hakkı. -Memure hanım çözüm ne? dedi Hakkı. -Çözüm dilekçe. Çare yok. Görürken birlikte çalıştığı bir arkadaşı oturuyordu o ilçede. Telefonda ona yazdırayım, kaymakamlığa veriversin, diye düşündü. -Memure hanım ilçeye gelen biriyle göndersem olur mu? Kadın konuşmanın uzamasından sıkkın başımdan gitsin bu adam, dercesine; -Olur olurrr… diyerek boğuk bir ses tonuyla Mustafa Özmen - Mustafa Balbay - Azmi Ermiş cevap verdi. Hakkı arkadaşını aradı, tane tane olanları anlattı ona. Telefonla dilekçeyi yazdırdı. “İmzayı da sen atıver.” dedi. Dilekçe kaymakamlıkta. Hakkı telefonla kaymakamlığı bir ay sonra aradı. -Evrakı bulamadık. Yetkilisi yok, az sonra arasanız. İsterseniz yarın arayın. Ertesi gün aradı. Görevli; -Kayıt numarasını versene be kardeşim, dedi azarlarcasına. -Vermediniz ki. -Tamam tamam, dilekçeniz işlemde. Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğüne yazı yazmışız. Sözünü ettiğiniz yasayla ilgili ayrıntılı cevap iştemişiz. Ya sabır çekti Hakkı: -Yasanın tarihi belli, sayısı belli, maddesi belli… Allah aşkına!... -Olsun olsun, biz bilgiyi alalım, öğrenelim, size sonucu yazarız. Hakkı telefonu kapatırken yorgun düştüğünün farkına vardı ve: -Hakkı, hakkının peşini bırakmaz. Beklicem yanıtınızı. * Bekledim… Ve beklediğim yazılı cevabı da aldım: “ Şoför tarafımızdan uyarılmıştır. Tekrarı halinde gereken cezai işlem uygulanacaktır.” Yani, diyorlar ki; “Kulağını çektik, bir daha yaparsa, kulağını çok fena çekeriz..” Şeytan diyor ki; “Git yine aynı dolmuşa bin!..” -32- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Görüş : “Cemiyete Üye Değiliz” hissedarları. Politikacıları unutun onlar önemsiz. Politikacılar size seçim hakkı tanındığı fikrini sürdürmek için varlar. Hakkınız Yok. Seçim hakkınız yok. Sahipleriniz var. Size sahipler. Her şeye sahipler. Bütün önemli topraklara sahipler. Kolektif şirketleri denetliyorlar ve sahipleriler. Uzun zamandır senato, meclis, hükümet binaları, belediyeleri sahipleriler. Hâkimler arka ceplerinde. Bütün büyük medya ve haber şirketlerinin de sahipleriler. Duyduğunuz bütün haber ve bilgileri denetliyorlar. Her sene milyarlarca doları lobileşmek için kullanıyorlar. İstediklerini elde etmek için lobileşiyorlar. Ne istediklerini biliyoruz. Başkalarına daha az ve kendilerine daha çok istiyorlar. Ne istemediklerini size söyleyeyim. Eleştirel ve düşünen vatandaşlar istemiyorlar. İyi derece bilgilendirilmiş ve eğitim görmüş insanlar istemiyorlar. Bu ilgilerini çekmiyor. Bu onların işine gelmiyor. Bu çıkarlarına aykırı. Ne istiyorlar biliyor musunuz? Uslu çalışanlar istiyorlar. Makinaları çalıştırıp, belgeleri yazabilecek kadar zeki ve pasifce git gide boktanlaşan işlerde, daha az maaşla, daha uzun sürelerde, daha az haklarla, fazla mesainin olmadığı, almaya geldiğinde yok olan emekliliklerle çalışacak kadar aptal insanlar. Şimdide emeklilik maaşınızın peşindeler. Emeklilik paranızı istiyorlar. Geri istiyorlar ki sabıkalı arkadaşlarına verebilsinler. Ve biliyor musunuz? Alırlar. Sizden hepsini öyle ya da böyle alırlar. Çünkü buraya sahipler, bu büyük bir cemiyet. Siz üye değilsiniz. Siz ve ben büyük cemiyete üye değiliz. Hizmetkârlar, her zaman koşulmuş hayvanlar olarak kalırlar, altın koşumlarıyla ışıl ışıl parıldasalar bile. (Nietzsche) Amerikan devletinin bize emrettiği ve öğrettiği gibi hissetmiyorum. Bakın söylüyorum. Benim aklım öyle çalışmıyor. Bir moron gibi yaptığım bir şey var. Adı " Düşünmek". Kendi görüşlerimi de oluşturmayı sevdiğim için pek iyi birAmerikalı değilim. Bana söylendiği anda yerde yuvarlanmıyorum. Ne yazık ki çoğu Amerikalı emir verildiği anda yerde yuvarlanır. Ben öyle değilim. Hayatımda uyduğum kesin kurallarım var. 1.Kuralım: Devletin bana söylediği hiç bir şeye inanmamaktır. Hiç bir şeye... Onları dinlemem. Sunu da söylemeliyim. Sarı kurdeleler ve Amerikan bayrakları beni pek ağlatmaz. İşleri dengelemek için biraz bizi birleştiren şeylerden bahsetmek istiyorum. Farklarımızdan ziyade benzer yönlerimizi vurgulayan şeyler. Çünkü bu ülkede hep farklarımızdan bahsedilir. Medya ve siyasetçiler hep bizi bölen şeylerden bahseder. Bizi birbirimizden farklı yapan şeyler. Bütün toplumlardaki yönetici sınıflar hep böyle çalışır. Geri kalan insanları bölmeye çalışırlar. Zenginler parayı alıp kaçmak için alt ve orta sınıfları birbirine kırdırırlar. Oldukça basit bir şey ve hep işe yarar. Farklı olan herhangi bir şey hakkında konuşurlar. Irk, din, etnik ve milli geçmiş, iş, gelir, eğitim, sosyal statü, cinsiyet. Birbirimizle kavga etmemiz ve onların bankaya gidebilmesi için herhangi bir şey. Bu ülkedeki ekonomik ve sınıfları nasıl tanımlarım biliyor musunuz? Üst sınıf bütün parayı elinde tutar ve hiç vergi ödemez. Orta sınıf bütün vergileri öder ve bütün işleri yerine getirir. Fakirlerde orta sınıfı ürkütmek için vardır. Çünkü "işlerine" gitmeleri gerekmektedir. Ancak bir sebebi var. Bir sebebi var. Bunun bir sebebi var. Eğitimin rezil oluşunun bir sebebi var. Asla düzelmemesi ile aynı sebep. Asla düzelmeyecek, boşuna beklemeyin. Elde ettiğinizle mutlu olun. Çünkü bu ülkenin sahipleri bunu istemezler. Gerçek sahiplerinden bahsediyorum. Büyük ve zengin... Gerçek sahipleri; Her şeyi denetleyen ve her şeye karar veren büyük ve zengin... İş (George Carlin) .Öneri: Facebook Türkçe Nietzsche Sayfası Facebook'un en kaliteli ve en güncel "Türkçe Nietzsche" sayfası, sizlerin de aktif katılımını ve felsefeye katacağı değeri/rengi bekliyor.. Gelin sizinle birlikte- felsefeyi "tehlikeli" hale getirelim.. Friedrich Nietzsche-Facebook sayfasından alindı. http://www.facebook.com/turkce.nietzsche -33- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü LEŞ KARGALARI Zekeriya YAVUZ zekeriyayavuz@gmail.com Beşkardeşin üçüncüsüydü Suna. Orta boylu, kıvırcık saçlı, yuvarlak yüzlü, oldukça kilolu bir kızdı. Fiziksel gelişimini çok erken tamamlamıştı. Köydeki yaşıtları arasında en büyük görünen oydu. Bunun yanında oldukça da zekiydi. İlkokul öğrenimi süresince, sınıfının en başarılı öğrencisi olmuştu. Köyde yaşayan kızların büyük çoğunluğu gibi, o da ilkokuldan sonra öğrenimine devam etme şansı yakalayamamıştı. Evde yapılacak o kadar çok iş vardı ki… Eve sutaşıma, ev temizliği, bulaşık yıkama, çamaşır yıkama hep onun görevi olmuştu, küçük yaştan beri. Haftanın iki günü çamaşır yıkarlardı anasıyla birlikte. Kaynar su, kül ve tokaç kullanırlardı. Okula gidemezdi. İşlenen konuları ve ödevleri arkadaşlarından alır, evde çalışır, öğrenirdi. Devamsızlığının başarısına olumsuz etki etmesini önlemeye çalışırdı. Kendisinden iki yaş büyük Peyami ağabeyi ile aynı sınıfta öğrenim görürlerdi. Ağabeyi üç yıl birinci sınıfa devam etmişti. Çok başarısız bir öğrenciydi. Kız kardeşinin başarısını da hiç hazmedemez, çok kıskanırdı. Her fırsatta onu azarlar, döverdi. Yaşamı boyunca hiç kimseden çekmemişti, bu ağabeyinden çektiği kadar… On dört yaşındayken kente taşınmıştı ailesi. Baskı, sıkıntı ve mutsuzluk dolu genç kızlık yaşamında, sinema en büyük tutkusu olmuştu. Gündüzleri kadın matinelerinin müdavimiydi. Aşk ve gözyaşı dolu Türk filmleri; ona gerçek yaşamını, mutsuzluklarını, acılarını unutturuyordu. Bambaşka bir dünyada, hayal âleminde yaşıyor, elinde mendili, bol bol gözyaşı döküyordu. Yerli sinemanın jönlerini taparcasına seviyor, kartpostallarını biriktiriyordu. Aradan yıllar geçmiş, yirmili yaşlara gelmişti. Yoksul bir fabrika işçisi istetmişti onu. Evdeki baskı ortamından kurtuluş umudu doğmuştu. Kabul etmiş, nişanlanmıştı Saffet'le. Güzel bir ilkbahar günüydü. Hafta sonuydu. Nişanlısı gelecekti o gün. Erkenden kalktı, börekler, kekler hazırladı özenle. Birkaç çeşit yemek pişirmek için de hazırlıklara girişti. Çok pisboğaz olan, doymak bilmeyen Peyami ağabeyi yatağından kalkar kalkmaz mutfakta aldı soluğu. Böreklere, keklere aç kurt gibi saldırdı, çiğnemeden yutuyordu ardı ardına. Yüreği sevgi dolu, anlayışlı annesi: “Yanlış anlama oğlum, boğazına bu kadar düşkün olmak iyi değil. İnsan yaşamak için yemeli, yemek için yaşamamalı!” diyerek uyarmaya yeltendi oğlunu. Ama anlayan kim? Yaşamda pek çok insana rastlarsınız; yoksuldur ama asil ruhludur, görgülüdür, mütevazıdır, açken bile toktur. Oysa gözlerini hırs bürümüş, aç gözlü insanlar vardır ki çatlayıncaya değin yeseler yine de doymazlar… Bir süre sessiz kalan Suna dayanamadı: “Yeter artık! Nişanlım gelecek, biraz da ona kalsın!” diyerek uyardı ağabeyini. Börek ve keklerin büyük kısmını midesine indiren ağabeyi; bu uyarıya iyice sinirlendi. Tepsileri kaptı, kalan tüm börek ve kekleri lavabonun içine boşalttı, üzerlerine de tükürdü. Suna'ya birkaç tokat patlatıp küfürlerle, tehditlerle de çekip gitti evden. İki gözü iki çeşme ağladı durdu Suna. Ne çocukluğunu ne de genç kızlığını huzur içinde yaşayabilmişti. Zehretmişti tüm yaşamını ağabeyi. “Sen de huzur ve mutluluk bulma yaşam boyu, inşallah!” der, ilenirdi ağabeyine sıklıkla… Bir yıl içinde de evlenmişti Saffet'le. Kiraladıkları küçücük evlerinde, baskıdan uzak, özgür ve mutlu bir yaşama başlamıştı. Çok uyumlu, sakin biriydi Saffet. Evin yönetimini kısa sürede eline almıştı Suna. Zekâsıyla, becerisiyle üstünlüğünü kabul ettirmişti kocasına. Bütün kazancını evine getirip, onun ellerine teslim ediyordu Saffet. Tüm harcamaları o yapıyor, her şey ondan soruluyordu. Rahata ve huzura ermiş görünüyordu. Bu aşırı rahatlama ve çok aşırı beslenme, hareketsiz bir ortamda çok kilo almasına neden olmuştu. Yüz kiloyu geçmişti çoktan. Şişko lakabını almıştı artık. Aradan yıllar geçmiş, çocukları olmamıştı bir türlü. Hastaneleri, hekimleri dolaşmışlardı. Sonuç olumsuzdu. Umut yoktu. Anne, baba olamayacaklardı. Çok üzgündüler. Ama günler geçtikçe kabullenmişlerdi durumu, çaresiz… Memur olan büyük ağabeyi Zihni'nin oğlunu, öz oğlu gibi sevmişti, şefkatini, sevgisini, tüm imkânlarını ona akıtmış, onunla avunur olmuştu. İleriki yıllarda evlenen kız kardeşinin çocukları dünyaya geldiğinde de onlara vermişti tüm sevgisini, -34- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE evinde hapis gibi bir yaşama mahkûm edildi. Ziyaretçi yasaktı, evden dışarı çıkmak, pencerede, balkonda görünmek yasaktı. Pek çok gıda maddesini yemek de yasaktı. Hoca uyguladığı tedavinin kesinlikle iyi sonuç vereceğini, Suna'nın iyileşeceğini söyleyip duruyor, sürekli olarak para talep ediyordu. Günler geçtikçe ağrıları, sancıları artıyordu. Nefesi kesiliyordu. Durumu hocaya telefonla ilettiklerinde, hemen okuyup dua edeceğini, hastanın rahatlayacağını, tedavinin sonuna yaklaştıklarını, biraz daha sabır etmelerini söylüyordu. Fatma da uzun süren sancıları bir ara kesildiğinde, Hoca'nın okumasının iyi geldiğini, rahatladığını sanıyordu. İyileşeceğine dair umudunu koruyor, Hoca'ya güveniyor, inanıyordu. Aradan beş aya yakın bir süre geçti. Hastanın durumu gittikçe kötüleşti. Solunum güçlüğü had safhadaydı. Sancılar, ağrılar çekilmez, katlanılmaz boyutlardaydı. Hoca oksijen tüpünün eve getirilmesine izin verdi sadece. Hastaneye gider, başka insanlara görünürse, bunca okuduklarının ve uyguladığı tedavilerin boşa gideceğini, ondan sonra olacaklar için sorumluluk alamayacağını söyledi. Biraz daha sabrederse, tamamen iyileşeceği umudunu vererek, tedavi ücretlerini almaya devam etti. Aylardır, günden güne eriyen, tükenen, çektiği ağrılarla inleyen, feryat eden, Suna'nın hep yanında kalan, onun bakımını tek başına yüklenen kız kardeşinin de sağlığı bozuldu. Hekimler, derhal bulunduğu ortamdan ayrılması ve dinlenmesi gerektiği konusunda uyardılar onu! Memur Zihni ağabeyi, eşiyle birlikte gelmiş, hem Suna'nın hem de gözleri hiç görmeyen, çok yaşlı annelerinin bakımını üstlenmişti. Çağ dışı, batıl inançlara ve uygulamalara kökten karşı olan biriydi Zihni. Onun soğuk davranışlarından rahatsız olmuştu Hoca. Zaten, bu bakıcı değişikliğine onay verirken de oldukça nazlanmıştı. Saffet'e: “ Bu Zihni'nin hiçbir şeye inancı yok galiba!” demişti. Bir hafta daha geçti, Suna'nın sağlığı iyice bozuldu. Artık ağrıları hiç dinmiyor, soluk alamıyor, yatamıyor, uyuyamıyordu. Hoca'nın uyguladığı tedavinin, kendisine hiçbir yarar sağlamayacağını sonunda anlamıştı. “Ben çok büyük bir hata yaptım! Siz hiç biriniz bunu yapmayın! Tıbbi tedavinin ve doktor denetiminin dışında, hiçbir şeye asla izin vermeyin, inanmayın!” diye konuştu ve kendisini hastaneye kaldırmalarını istedi Zihni'den. Çocukluğunu ve genç kızlığını zehreden, yaşamını karartan Peyami ağabeyi ise ağır hasta her şeyini… Ailenin üçüncü çocuğu olmasına karşın, en büyükmüş gibi liderlik, toparlayıcılık görevini üstlenmişti yıllar boyunca. Çocuğunun olmaması nedeniyle, gittikçe yaşlanmakta olan anne ve babasının bakım ve sorumluluğunu üzerine almıştı gönüllü olarak. Bayramlarda ve her önemli olayda onun evinde toplanır olmuştu bütün kardeşleri, yeğenleri, yakınları. Memur Zihni, ağabeyinin ve kız kardeşinin memur olan eşinin otoriter, iş bilir, planlı ve sorumlu tutumlarını, davranışlarını gördükçe; kocası Saffet'in çocuksu, bilinçsiz ve sorumsuz davranışları iyice gözüne batmaya başlamıştı. Aralarında hep tartışan, birbirlerine sevgi ve saygılarını yitirmiş, sorunlu bir çift olup çıkmışlardı sonunda. İlk zamanlar, sorunlarını açığa vurmamak için özen göstermişlerdi. Ama ya sonraki yıllarda? Aradan uzun yıllar geçmişti. Elli yaşlarında bir kadındı artık. Yüz otuz kiloluk ağır bedenini, ayakları güçlükle taşır olmuştu. Zayıflamak için diyete ve yürüyüşlere başlamıştı. Son zamanlarda her yürüyüşten sonra büyük bir halsizlik, güçsüzlük duyumsuyordu. Devamlı yatmak arzusu taşıyor, canı kımıldamak dahi istemiyordu. Kız kardeşinin ısrarları sonucu hastaneye gitmiş, birçok testlerden geçmişti. Sonuçlar çok kötüydü. Tüm iç organlarına yayılan sayısız kanserli hücreler saptanmıştı. Sadece akciğerinde onlarca tümör görülmüştü. Çok geç kalınmıştı. Hekimler en küçük bir umut vermemişlerdi. Kız kardeşi, durumunun korkunçluğunu, umutsuzluğunu gizlemişti Suna'dan. Yeğeni ve eşi sağlık görevlisiydiler. Dini inançları da tamdı. Bazı umutsuz hastaların, bitkisel ilaçlarla ve okumayla, duayla iyileşebileceklerine inanmaktaydılar. Tanıdıkları bir hocanın, birçok umutsuz kanserli hastayı iyileştirdiğini söylediler. Oldum olası hastanelerden, ameliyatlardan korkan ve çok uzak duran Suna, kararını vermekte gecikmedi. Evinde yatacak, önerilen hocanın tedavi yöntemlerini uygulayacaktı. Hoca; birçok gıda maddesinin tüketilmesine yasak getirdi. Öğütlediği ve kendisinin getirdiği otları ilaç olarak içiriyor, Suna'nın da hiç kimseyle görüşmesine izin vermiyordu. Devamlı okuyor, üflüyordu. Bu işi Allah rızası için yaptığını söylemesine karşın, ilaç parası yol parası adı altında, yüklü bir para talebinde bulunmaktan da geri kalmıyordu. Yalnızca eşi, kız kardeşi ve yeğeniyle birlikte, -35- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE hemen. Çocukluk ve genç kızlık yaşamını Suna'ya zehreden, ölümünden önceki beş aylık hastalığı süresince telefonla dahi bir kez aramayan o Peyami ağabeyi aç kurt gibi üşüştü. Ölüm hak, miras helal denirdi ya! Eşiyle tatile gelip, eve yerleşti. Evli olan oğlunu ve kızını eşleriyle, çocuklarıyla birlikte ağırlamaktan da çekinmedi. Evin içindeki ve bodrumundaki pek çok eşyayı da kendi malıymış gibi, sağa sola dağıttı. Evdeki halıları, televizyonu ve pek çok eşyayı arabasına yükleyip götürdü. Evi soydu, soğana çevirdi adeta... Tüm bu yaşananlar karşısında memur Zihni yine de umutla söylendi: “Tüm insanların en büyük özlemi; leş kargalarını, umut tacirlerini, üfürükçüleri içinde barındırmayan bir toplumda yaşamaktır kuşkusuz. Onları yok etmek için sürdürülen mücadele eninde sonunda başarıya ulaşacak, insanlara verdikleri zararlar, yaşattıkları acılar son bulacaktır...” olduğunu bildiği halde, beş ay süresince bir kez olsun, telefonla dahi aramadı, merak edip sağlık durumunu sormadı. Memur ağabeyinin haber vermesiyle, küçük erkek kardeşi ve oğullarının temin ettikleri ambulansla, Suna'yı hastaneye götürdüler. Üç gün sonra, hekimler hiç umut kalmadığını, hastanın son demlerini yaşadığını, evine götürebileceklerini söylediler. Ambulansla, oksijen tüpleri ve serumlarla köydeki babadan kalma evine götürdüler Suna'yı. Kardeşleri, yeğenleri, yakınları, sevenleri toplandılar çevresine. Akşamüzeri sayıklamaya, bilincini yitirmeye başladı. Başı omzuna yıkıldı. Vücudunun hiçbir azası kıpırdamadan, sabaha kadar kısa kısa, hırıltılı nefes alışları duyuldu yalnızca. Sabah ezanı okunduğu sırada iyice zayıflayan nefes alışları da kesildi… Aylardır çektiği dayanılmaz ağrılar, acılar dinmişti sonunda. Sonsuza değin sürecek bir sessizliğe ve huzura adım atmıştı. Bazen acılarla, mutsuzluklarla bazen mutluluklarla, sağlıkla sonunda da hastalıkla, büyük acılarla geçen elli iki yıllık yaşam solup gitmişti işte… Yaşamı boyunca ailesini, kardeşlerini, yeğenlerini, tüm yakınlarını konuk eden, bir araya getiren, birleştirici, toparlayıcı olan, yediren, içiren, yaşlı baba ve annesinin bakımını da üstlenen Suna, çekip gitmişti bilinmeyene… Üfürükçü Hoca da sırra kadem basmıştı. Aç gözlü bir örümcek gibi sömüreceği yeni bir avın; ağına düşmesini beklemeye koyulmuştu. İnsanların en umutsuz, en zayıf, en acınacak, en yardıma muhtaç anlarında ortaya çıkarlardı. Umut tacirliği yapıp, ölümün eşiğindeki bu zavallı hastaları sömürürler, ceplerini doldururlardı vicdansızca, acımasızca. Leş kargalarından da beterdiler kimileri. Rahmetli Suna'yı toprağa verdiklerinin yedinci günü, kız kardeşi bozulan sağlığı nedeniyle kendisini toparlayabilmek ve bir nebze dinlenebilmek için bir aylığına gitmiş, uzaklaşmıştı. Acımasız Peyami ağabeyi ise hemen ortadan yok olmuştu. İki gözü görmez, yaşlı annelerini ve eşini yitirip yalnız kalan acılı Saffet'i bakmak görevi de yine ağabeyi me Yaşamda tek başına kalan Saffet, bakımsızlığa, yalnızlığa ancak üç yıl dayanabildi. Elli sekizinde, o da veda etti yaşama. Eşi Suna'nın yanı başında toprağa verdiler onu da. Deniz kıyısındaki dayalı döşeli köy evi sahipsizdi. Önce Suna, ardından da Saffet hakkın rahmetine kavuşunca, çocukları olmadığı için, tam sekiz mirasçıya kalmıştı ev. Bir leş kargası bir kez daha ortaya çıkıverdi YAŞAMAK YÜK Salih GÖZEK salih53@yahoo.com.tr sevmekten korkuyorum ne kadar uzak!?.. kim bilir hem! o zaman bitti göç, zaten kuşlara hiç bir şey sonunu eklemiyor mutlu bakışlara vakitsiz geçen günlere sevsem, sevgim acır yalnızlığı arttırmaktan başka nedir ki.... hep sürer yangın tetik yaşanan boşluk acıtır... ama sevmesem yaşamak yük!.. -36- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Emekçi Yeliz Kadın Avustralya'dan yazıyor: KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ Yeliz SERT yelizsert@outlook.com Yüzyıllardır, dünyanın pek çok yerinde; geleneklerin, sosyal rollerin ve toplumsal yaşamın gözle görülmeyen kurallarının işlerliği sonucunda erkeklere büyük rollerin yanı sıra, sorumluluk ve yetkiler verilmiştir. Kadınlarsa dünyanın hemen her yerinde ikinci plana itilmiştir. her toplumda uygulanması gereken bir bütün olduğu düşünülmelidir. Feminizm bunun için vardır, ancak amacından saptırılmış ve zamanla sadece kadınlara özgürlük tanıyan, başka bir işlevi olmayan, cinsel kimlik ayırıcısı, erkek düşmanı ve bölücü bir akım olarak algılanmış ya da böyle algılanmasını isteyenlerin yüzünden bu hale getirilmeye çalışılmıştır... Bu duruma her kadın, hayatının belli bir döneminde muhakkak itiraz edip ses çıkarmak istemiştir. Ancak büyük bir bölümü susmaktan, haddini aşmaktan, kendisine ne işler verildiyse, o işleri yapmayı borç bilmekten başka hiçbir şey yapmamıştır, yapamaya da zaten gücü yetmemiştir. Kadın ve erkeğin eşit olması demek, dünyanın her köşesinde bir kadının söylediği söze ön yargıyla, “Sen ne bilirsin?” sorularıyla yaklaşmadan, bir erkeğin ağzından çıkmış gibi saygıyla ve öngörüsüz yaklaşmak… Bu ve benzeri nedenlerle hiç bir şeye itiraz etmemiştir. Önlerine getirilen seçenekleri yarı bilinçle hep kabul etmiş ya da ettirilmiş, etmek zorunda bırakılmıştır. Vaz geçtik seçilme hakkından, seçme hakkı bile olmamıştır kadının. Kocası hangi partiyi tutmuşsa, kuzu kuzu gidip aynı partiye oy vermiştir. İş hayatında başarılı bir kadının eksiklerini aramak yerine, onu takdir etmek, gelişmesine engel olmamak, yaptığı başarılı işlerin arkasında durmak, devamını dört gözle beklemek, anneye de baba kadar saygı, sevgi göstermek, kadın üzerinde bir otorite kurmamak… Olayın bu dramatik yönünden farklı olarak, özellikle 20. yüzyılda yaygınlaşan ve bir felsefi temel üzerine oturtulmaya çalışılan feminizm düşüncesi; bir moda, bir akım değildir. Feminizm, kadınların üstün bir varlık olduğunu savunmaz. Böyle bir amacı da yoktur zaten... Bir iş yerinde patron kadınsa şayet; onun söylediklerini haksız yere yargılamak, objektif olmak, dini kurallar ya da gelenekler nedeniyle kadınların sosyal hayatını, özgürlüklerini kısıtlamak, onları belli yerlere kapatmak anlamına gelir. Kadın erkek eşitliğini erkekler ister mi peki? Evet, birçoğu ister. Eğitimli, bilinçli her erkek, kadınların da hayatta kendileri kadar söz sahibi olmasını, üretime katkı koymalarını, kadınların da toplum içinde önemli bir yeri olduğunu bilmeleri gerekir. Onların kendilerine bir yoldaş, hayatı paylaşacak candan bir arkadaş, yaşamda iki ortak oldukları bilinmeli ve öyle kabul edilmelidir. İkinci planda kalmaktan çok, her konuda birlikte söz söyleme haklarına sahip oldukları bilinmelidir. Feminizmin amacı, sadece haklarını koruyamayacak durumda olan -bazen eğitimsizlik, bazen fiziksel güç yetersizliği, bazen yasalar, bazen de gelenek ve görenekler yüzünden, toplum kuralları nedeniyle-kadınların haklarını ve özgürlüklerini kazanmak için mücadele etmesini, bu uğurda çalışmasını, kendini geliştirmesini ve savunmasını ister. Erkeklerin kadınlarla eşit olduğunu ve sosyal, siyasal, hukuksal alanlarda, toplum yaşamında ve iş hayatında kadın erkek demeden, cinsel ayrımcılık yapmadan, insanları birer seks objesi olarak da görmeden değerlendirmenin doğru olduğu bilinmelidir. Bunun; ilerlemek ve gelişmek amacıyla belli yerlerde değil, dünyanın her yerinde, Bir kısmı da geleneklerin, dogmaların olumsuz etkisi altında değişen ve bilinçsizleşen bir düşünceyle yetiştirilme biçimleriyle ilgili olarak ya da tamamen kişisel çıkar gözettiklerinden, bu düşüncenin bir cümlede yan yana geçen kelimeler halinde hayat -37- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE bulmasına da karşıdırlar... Ancak unutulmamalı ki onlara bu düşünceyi veren de yine bir kadındır. bunları elde etmek için gösterilmesi gereken çabaların önce düşünülmesi, sonra da bu uğurda çaba gösterilmesi gerekir düşüncesindeyim. Toplumu oluşturan bireylerin bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışması, hemcinslerine sosyal yaşamda destek vermesi gerekmez mi sizce de... Kadınların birçoğu özgürlük ya da eşitlik istemektedir. Ancak bunu elde etmek için hiç bir gayret göstermemekte, çaba harcamamaktadır. Oysaki kadınlar, baştan kendilerine sunulanları kabul etmek yerine, hak ettiklerini isteseler, istediklerini hak etmeye çalışsalar ne iyi olurdu… Ön yargılardan kurtulunması ve sessiz birer robota dönüşmek yerine, beynin en temel fonksiyonlarından biri olan düşünmenin gerçekten de verimli ve sağlıklı anlamda yapılması gerekmektedir. Birbirinin kuyusunu kazmak yerine, birbirlerine destek olsalar, bu eşitlik denilen kavram, “bir hayal” den ibaret kalmazdı. ----------------------------------------------- Sonuç olarak; kadın erkek eşitliğinin gerçek anlamda vücut bulamamasından sadece erkekleri suçlamak haksızlık olur. Hele hele bir bölümüne yapılan suçlama gerçekten haksızlıktır. *Avustralya'da yaşayan yazarımız Yeliz Sert babasını kaybetmiştir. Yeliz Sert'e ve ailesine bu acı kayıplarından dolayı Adabelen Dergisi olarak başsağlığı ve sabırlar diliyoruz. Not: İki sayı önce yayımladığımız bir yazısında babasıyla annesinin yaşamını ”BİR EVLİLİK VE SALÇA” adlı yazısında anlatmıştı. Kadın olarak da yapılanların ve yapılamayanların, elde edilmek istenenlerin ve Yokluğuna Dayanamam YETER BE!... Bahtiyar TAKKALI bahtiyartakkalı@hotmail.com Mehmet KARABACAKLAR Öfkeyle kin ile atar tutarsın Yeter aramızdan yeter çekil be Bazen çamur bazen göle yatarsın Yeter aramızdan yeter çekil be Bırakıp gidince beni Yanacaktım biliyorum Böyle büyük bir yangını Ancak nerden bilecektim Din iman yorganın küfür yastığın İnsan haktır nedir hakka küstüğün Yeter aramızda ahkâm kestiğin Yeter aramızdan yeter çekil be Sensizliğin zindanında Zerre zerre tükenirken Yokluğunun acısını Yudum yudum içecektim Yağlı lokmaları aşırıyorsun Kardeşi kardeşe düşürüyorsun Gayrı sabrımızı taşırıyorsun Yeter aramızdan yeter çekil be Benimkisi bir aşk değil Aşktan öte bir sevgi bu Yokluğuna dayanamam Cennetine çağır beni Şahlandı atımız vurulmuyor gem Durmaz BAHTİYAR'ım kabardı öfkem Barajlar patlarsa ne olur bilmem Yeter, aramızdan, yeter çekil be Acıların en büyüğü Seni kaybetmekmiş meğer Gündüzlerim gece oldu Gecelerim zehir gibi 16.12.2012. Dikili -38- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BALKAN GEZİMİZDEN BİR ÖĞLE SONRASI (MANASTIR, RESNE, STRUGA) Tahsin ŞİMŞEK tahsin.simsek48@mynet.com Adabelenli dostlarla Balkanlar'dayız. Eski Yugoslavya topraklarında. Gezi grubunda, dönem arkadaşlarım Birsen-YavuzAnaç çiftinin, kalem dostum Birol Temekkuran'ın, bilimin Adabelenli yüz akı Ömür Gülmez'in, hemşehrim Meral Elmas'ın ve başkanımız Mustafa Özmen'in olduğunu görmek, daha İzmir – Adnan Menderes'te keyfimi yerine getirmişti. Gezideki diğer dostları baştan tanıyamasam da Adabelenlilerle birlikte olacağımı bilmem, bana yetmez miydi? Değil mi Serpil-Hüseyin Tankuş öğretmenlerim, sevgili gezi dostlarım… “Gezmek, aynı zamanda yaşamaktır.” dedim; istekle, sevinçle düştüm yollara. Evet, gezmek, görmek değildir yalnızca. Bu yüzden elimden defterim ve kalemim eksik olmaz hiçbir gezimde. Görmek bir yana, salt bakmakla yetinenlere her zaman aynı şeyi söylerim: “Haydi AVM'lere; marka için aş ermeye.” Ama ben istifimi hiç bozmam. Zaten okuyarak çıkarım her geziye. Edebiyatını ve şiirini de okurum. İnsanını tanımadan, hiçbir coğrafyanın ruhuna giremezsiniz. Tuttuğum notlar, yazıya döküldüğünde, sanırım otuz kırk sayfayı bulacak. Bu yazıda,6 Kasım 2014'ün altı yedi saatlik bir bölümünü sunmakla yetineceğim. Benim için bu gezinin en can alıcı bölümünü, Manastır ve Resne'yi. Struga'da bir akşamüstünü… *** Kalkandelen'den (Tetova) Manastır'a doğru indikçe, yolculuk sanki Ege'yeymiş izlenimi bırakıyor bende. Bitki örtüsü maki. Harita bilgime göre, şu karşı dağlar, Necati Cumalı'nın “Viran Dağlar”ı olmalı. Viran Dağlar'ı okumadan, Zülfikar Bey'le selamlaşmadan, ben roman okumayı severim, Türk edebiyatını bilirim demek, neyin nesidir bilemem. Adını, ünlü Kırgız destanı Manas'ın kahramanından alan Manastır'ın adı, artık Bitola. Rehberimiz Ali Göktürkler, Manastır'ın bir Kırgız şehri olduğunu söylüyor. Bilgisunarın (internet) ünlü bilgi deposu “Vikipedi”, başka bir açıklama getiriyor. Grekçe Monastíri adından geliştiği düşünülmekte(ymiş)! Söylenceli dünyada herkes kendine yontar. Bitola, “bizim aile” anlamına geliyor. Şimdi bizim aileden mi bilemem; ama bizim geçmişimiz. Atatürk'ün “Askeri İdadi”yi okuduğu, kimliğinin oluştuğu kent. Barbaros Hayrettin Manastırlıdır. İlker Başbuğ'un ailesi de… Atatürk'ün düşün öncüleri, Resneli Niyazi ile Strugalı İbrahim Temo bu bölgenin çocukları. Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşlarının birçoğu da bu coğrafyadan. Ohrid'den Selanik'e “hürriyet coğrafyası”ndan. Örneğin, Ohridli Niyazi, Atatürk'ün çevirmenidir; çok dil bilen ve zeki biri. Dil öğrenmek bu coğrafya insanının tutkusu. Rehberimiz Ali Göktürkler de Türkçe, Makedonca, Sırpça, Rusça, İngilizce biliyor. Yurtseverliğin “felsefe”siyle yoğrulduğu belli. Mustafa Kemal, “misak-ı milli” sınırlarını, Selanik Beyaz Kule'de Rauf Orbay'la rakı içerken çizmiştir. Tarihi okumak, dediğimiz işte budur. Tarih sonradan okunmaz yalnızca; değerli olanı, Mustafa Kemal gibi okuyabilmektir. Manastır'da ilk işimiz, elbette Askeri İdadi'yi gezmek -39- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE oluyor. Üst kat iki bölüm. Bir bölümü Makedonya'nın tarih ve etnografya müzesi. Dolaştım, birkaç fotoğraf çektim. Hiç de yabancısı olmadığımız bir kültür. Giyim kuşamıyla, yaşam biçimiyle… Üst katın II. Bölümü “Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası”. Daha kapıdan girerken farklı bir duygu evrenine girdiğinizin ayrımına varıyorsunuz. Tok sesi yankılanıyor salonda, Rutkay Aziz'in, Atatürk'ü anlatıyor. Saygılı bir sessizlikte. Soldaki ilk kapının girişinde, bizi, Mustafa Kemal'in idadili (liseli) heykeli karşılıyor. Gezi grubumuzun saygı duruşuyla başlıyor bu bölümü ziyaretimiz. Anı defterini imzalıyorum. Sırada bekleyenleri üzmemek için, ancak şunları yazabiliyorum: “Aziz Atam, Sorumluluğumuz büyük. Ülkemizin yüzünü güldürmek zorundayız. Anını yaşatacağız 'barış' ve 'ulus' ülküsüyle. 6 Ekim 2014 – Tahsin Şimşek” Fotoğraflarda Atatürk'ün bütün yaşamından kesitler. Büyütülmüş nüfus cüzdanı. Birkaç fotoğraf çekiyorum, belleğime kazıdıklarımın ipucu olsun diye. Fotoğraflarda, çağdaşlaşmaya can atan kadınların yaşam dolu görüntüleri dikkati çekiyor. 2000'li yılların sıkmabaş Türkiye'siyle ne yaman çelişki. İdadide son işimiz, çıkışta, kapı önünde bir kez daha toplu bir fotoğraf çektirmek oluyor. Bu arada rehberimizden bir anısını dinliyoruz. Üç dört yıl önce bir emniyet grubuna rehberlik yapmaktaymış. Gezi grubunda yer alan on dört polis, Atatürk'ün okuduğu bu askeri idadiye girmek ve burada saygı duruşunda bulunmak istememiş. Bu durum karşısında Mustafa Kemal sevdalısı rehberimiz, “ülkesinin tarihine ve önderine saygı duymayan”lara hizmet veremeyeceğini söyleyip çantası omzunda alıp grubu terk etmiş. Bir skandala, rezalete neden olacaklarını gören polisler, ne olur ne olmaz deyip geri adım atmak zorunda kalmışlar. Çaresiz emniyeti kapatıp(!) idadiyi gezmeye razı olmuşlar. Rehberimiz de öfkesini, onları beş dakika saygı duruşunda tutarak yatıştırmış. Evet, bu da Fetullah dünyasından malum bir kesit. Sonra Şirok Sokak'tayız. Huzur veren bir yaya caddesi. Karşıda Babadağ. Ben de bir Babadağ eteğinde büyüdüm; Karacasu'nun karşısındaki Babadağ eteklerinde… Hoş bir duygu. Atatürk'ün sevgilisi Eleni Karinte'nin evinin önünden geçiyorum. Bir Verona'da gördüğüm Jülyet evini anımsıyorum. Bir liseli yıllarımı, ne pır pır bir yürektir. Sevgilinin penceresi altında geçmek. Şimdi de Eleni Karinte'nin mektubunu anımsayalım; yıllar sonra Atatürk'e yazdığı o aşk mektubunu: “Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kâğıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt. Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum. Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim. Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte'n.” Bu topraklarda aşk da yadsınmıyor; elbette “dün” de. Kaşla göz arasında kiliseyi cami, camiyi kiliseye dönüştürüvermek yok. Osmanlı kalıtı olan, hem İshak Paşa Camii hem Yeni Cami restore ediliyor. Ama şaşırtıcı şeyler de olmuyor değil bu pusulasını şaşırmış dünyada. Manastır'ın ortasında görmeyi umduğum çeşme, artık eski bir Osmanlı çeşmesi değil, şadırvan da değil. Suların fışkırdığı metalik ve bir absürt bir yapı olup çıkıvermiş. Bu da transparan yapı sevdasının bir yan ürünü olmalı. “Manastır”, duygu yoğunluğu yaşadığım bir kent. Her kentte yaşanmıyor böyle duygular. Bu gezide dört kent şiirle merhaba dedi bana: Manastır, Struga, Mostar, Belgrat. O halde bu noktada benim de size şiirle merhaba demem gerekiyor: Yeni çıkıvermiştik Askeri İdadi'ye uğrayıp Adımlarım Hürriyet Kasidesi Yakınlarda olmalı Resneli Yoldaş gölgemdendi ilk ses Gezmek yaşamaktır anca Şirok Sokak'tayım şimdi Karşıda Babadağ Kolumda Mustafa Kemal Eleni'nin kapısı örtük Birlikte tutturduk O eski türküyü “Manatır'ın ortasında var bir çeşme” Nerde o eski çeşme -40- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE saray yaptırıyor kendine. Sarayın karşı çaprazında eski evi; o da çağına göre görkemli bir konak. “İçinde üç gün üç gece” yatmadan, Arnavutluk'un Avlonya limanında, İstanbul'a gitmek üzereyken yaveri tarafından öldürülüyor. 17 Nisan 1913'te. Her ülkenin tarihinde Brütüs'ler vardır. Bu olay, “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi” deyiminin kaynağıdır. “Sen de mi Brütüs”ün yeni bir türü. Yada “Besle kargayı, oysun gözünü” demenin… Çok az kalıyoruz Resne'de. Göz açtırmayan bir yağmur. İster istemez Struga'ya doğru yola çıkıyoruz. Ohrid-Struga arası, nedense Marmaris, Datça dolaylarının Akdeniz'e bakan kıyılarını anımsatıyor bana. Yeşil ve mavi, birbirini kucaklıyor. Öteki bölgelere göre gelişmişlik, daha belirgin. Tito'nun yazları kaldığı otelin önünden geçiyoruz. Otele girmeden, soluğu Drim Irmağı üzerindeki köprüde alıyoruz. Yanımda, dokuz gün önce ölen dostum, ağabeyim Metin Demirtaş'ın yolluğu. Şairin yolluğu, elbette şiir. 1978'de Struga Şiir Akşamları'na konuğu olduğu günlerde kaleme aldığı iki şiir: “Struga Şiir Akşamları'ndan İzlenimler” ve “Struga'da Yunan Ozanlarıyla”. Önce kısa bir konuşmaya yapıyorum. Söze, köprü başındaki tabelayı göstererek başlıyorum: Struga Poetry Evenings. Struga Şiir Akşamları'nın tarihçesine, 1974'te Dağlarca'nın “Altın Çelenk”le onurlandırıldığına değiniyorum. Metin Demirtaş'ın Hasan İzzettin Dinamo ve Arif Damar'la birlikte konuk olduğunu anımsatıyorum. Metin Demirtaş'ın yaşamını, sanat anlayışını özetliyorum. Birlikte olduğumuz günlerden söz ediyorum. İzmir, Söke, Karacasu,Afrodisyas veAntalya günlerimizden. Sözü, “Şiirin Kanadında Mektuplar”a getiriyorum. Metin Demirtaş'la Ataol Behramoğlu'nun ortak yapıtına… Bu etkinlik ve coğrafya ilgili anıları, Behramoğlu'nun “Başka Gökler Altında “ adlı yapıtında bulabileceğimizi belirtiyorum. Sözlerimi kanatlandırıp şu tümceyle bitiriyorum: “Burası, dünya şiir platformunun en önemli birkaç mekânından biridir; bu etkinliğe katılmak, her şairin ertelenemez düşüdür, benim de.” Salt Metin Demirtaş'ı düşünüp hayal ederek, dahası elini omzumda hissederek “Struga Şiir Akşamları'ndan İzlenimler”i okuyorum: Söyleyin hangi kız Hangisinden seçme Burası Manastır değil artık Ne zamandır Bitola Manas'ın ruhundan hele Korkmanın işi midir yoksa Bütün bunlar böyle Ah Manas Kırgız atınla doru Çıkıversen şu yan köşeden Mustafa Kemal de geri dönse Kolunda ufuk coşkusu O kızıl sakal Barboros Hayrettin'le Yine haber salsak Manastırlı Hamdi'yle, Telgrafın tellerine kuşlar konar mı Acaba zaman üzre Dolaşır bir mektup Aşkı nicedir sırlı dillerde 'Hayır, Ben sadece ilk aşkımı seviyorum' - Bekleyen sen misin yoksa Liselim, güzelim Eleni'msin hâlâ Ah hâlâ… (20 Kasım 2014) Direniş coğrafyasının batı ucundayız. Ohrid, Manastır ve Resne'de. Doğusu Yunanistan'ın kuzeyi; Florina'dan Selanik'e... Benim için bu gezinin en büyük eksiği, direniş coğrafyasının, gezi programımızda tümüyle yer almaması. Şimdi yolculuk Resne'ye. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi'nin kentine. Yol boyu, her taraf elma ağacı. Otuz altı çeşit elma yetiştiriliyormuş. Çekirdeği görünen elmanın bile olduğu söyleniyor. Balkanlar deyince ilk akla gelmesi gereken “börek” olmalı kuşkusuz; yalnızca ağız biraz farklı “bürek”; tabelalarda “byrek” olarak karşınıza çıkıyor. On beş çeşidi var. Lahana böreği bile. Dillere destan olanı “Bosna Böreği” Resneli Niyazi , bu coğrafyanın destan kişilerinden, “Hürriyet Kahramanı”. II. Meşrutiyet'in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri. Sanat beğenisi üst düzeyde bir toplum önderi. Fransa'dan mimar getirip bir Struga'nın ışıklı köprülerinin birinde Dilimde Nâzım'ın hasret şiirleri Alnımda mavi serinliği suların Kırlangıçlar ve martılarla Kederli bir tadı var köprülerden geçmenin. Kaç gün oldu ki memleketten ayrılalı Turnalar gibi nazlı ve derin -41- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE dönüşen bir görevi yerine getirmekten sonsuz bir huzur duydum. Özenli her şair, topluluk önünde okuyacağı şiiri seçerken, grubun kültür dokusunu, duygu dünyasını dikkate alır. Karşımda eğitimciler vardı. Buraya, Manastır'ı gezerek gelmiştik. Resneli Niyazi ve Mustafa Kemal'den eklenen taze anılarla yeni zenginlikler kazanmıştık. Dahası, Metin Demirtaş'tan okuduğum şiir de toplumsal içerikliydi. “Bizim de dağlarımız vardır CHE' dizesine göndermeler yapıp gençlik günlerimize yolculuklar yapmıştık. Öte yandan emperyalizmin Yugoslavya'yı un ufak edişi içimi acıtıyordu. O halde okuyacağım “kendi şiirim” de bu havayla, ortamla ötüşmeliydi. “Cumhuriyet Kuşağı”nı bu nedenle seçtim: Biz o evlerde büyüdük Damına tuz atılan Ak toprakla sıvalı Kiliti hiç bilmeyen o kapılar Arkası, sadece geceleri dayaklı Biz ne savaşlar yaşadık -Düşman, artık İzmir'den de öte Hasret geçiyor şiirin ilk dizesinden Andım seni yaş dolu gözlerle Ey koca göçmen, ey sevgili nazım Yaşayarak yangını şuncağız ayrılığın. Dövülmüş acılı Afrika toprağını Agustino Neto' yu anımsatan Karaderili bir ozan geçti az önce yanımdan. El salladım durdu, baktı Sevecen kıvırcık bir gülüşle Gülerken kara yüzünde dişleri Yanık anızlardan havalanan güvercin sürüleri. Ohri sokaklarındayız Vietnamlı ozan Şe Lan Vien'le. Karanfil kokuları barikatlar kurmuş yolumuza Her halka kurban olurum Vietnam halkına iki defa Makedon halk türküleri söylenen güneşli bir meyhanede Erik rakısı içiyoruz Filistinli bir şairle. Acılı bir halkın oğlu olarak Ne denli şen şakrat Dillerimizi bilmiyoruz. Yüreğimizi hiç eskitmedik Gecelerce iplik büküp Kara dimiden donlar Ak astarlı işlikler diktik Herkes kendine terziydi -Cumhuriyet hepimize Ama konuşmadan da anlatabileceğimiz Ne çok şey var aramızda Ezilen halkların acıları, umutları, göz yaşları Ve son sözleri kavgada düşüp ölenlerin Ortak kederi ve sevincidir şiirlerimizin. Eskidi pantolonlarımız Süvarilik geçirdik Yamalıydı fistanımız Nalçalı ayakkabılarla Hem ne acılar ezdik Bilmedik, hiç ezilmeyi -Biz, bir Cumhuriyet'i bildik Ohri Gölü ürpermede, akşam oluyor. Karşıda derin ve suskun Pindos Dağları Ve tek tük yıldızlarıyla Arnavutluk ufukları Ve yurdum uzakta Öldürülmüş civan oğullarıyla Kanlı bir mısra gibi Uzakta…. Ohrid, Struga 1978 Şiiri okurken, bir yandan da arkadaşlarımın yaşadıkları duygu yoğunluğu izliyorum, nasıl hüzünlendiklerini gözlüyorum… Her şeye karşın okuduğum şiirin, yüzlerde dinginlik ve erinç olarak yansımasına sevindim... Şiirin ve sözün gücüne, bir kez daha tanık oldum; vasiyete Tabanlarımız yarılır Ellerimiz çatlardı koşuşturmaktan Her yarığa zift koyduk Soğan dövdük ağrıyan yerimize Karahayıt yakıları vurduk Kızgın tuğlalara oturduk Ağrıdıkça karnımız ah, Ama düşman sofrasına Hiç mi hiç oturmadık -Çaremizdi Cumhuriyet -42- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Şunun şurasında dokuz gün evvel Hiç gök ekin çiğnemedik Buğdayı şehirliye Yumurtayı beylere sattık O arpa ekmeğiyle yediğimiz Sıcacık paparayla yattık Horozu mu Onu sadece damada keserdik -Biz, biz hiç kesilmedik Çok özlemiştim oraları İbrahim Temo'yla Derviş Hima tanığımdır Şiirli büstlerinden bakan Ve Pindos'ta dolaşan bulut İki adım ötesi “Arnavut ufukları” Evet, ufuklardır düşlerimizin tanıkları Alın Tahsin'le gönderdiğim yolluğu. “Ezilen halkların acıları, umutları, gözyaşları Ve son sözleri kavgada düşüp ölenlerin” Aşılanmayı bekleyen çöğürdük Ocakta pelit közlerdik bazen Hasırlara armutlar yardık Katığımız pazar ekmeğiydi Ağzımızda, ak tülbentten Sorup sorup emdiğimiz Kuru lokma, anamızın çiğnediği Daha, daha dünkü bebeydik -Cumhuriyet, hep gözümüzün bebeği Bir şiir tohumunun, yüreğe düşmesiyle, filizlenip gövermesi arasında ne kadar zaman geçer? Bunu şairin kendisi de bilemez. Üstelik her şiir, sürekli bakım ister; budanıp, tazelenmek. En azından okur önüne çıkıncaya kadar. Çoğumuz bilir, Üsküp'ün çocuğu Yahya Kemal, “Açık Deniz”e son noktayı, on beş yılda koymuştur. Nice usta, kitaplarının ikinci, üçüncü baskılarında, şiirlerinde küçük değişiklikler yapmıştır. Metin Demirtaş'ın şiirlerinde de görürüz bunu. Örneğin, “Umutsuzluk Yasak”ta. Evet, şiir, yetkinlik (mükemmellik) arayışıdır. O yetkinliğe ulaşılamadığı içindir ki, aynı konu binlerce kez söze dökülmüştür. Kays'tan Shakespeare'ye, Dante'den Yunus'a, Neruda'dan Nâzım'a… “ Struga Şairler Köprüsü ”nde yaşananlar, aşağıdaki dizeleri yazdırdı bana. Zaman onu da değiştirir mi bilmem: Struga “Şairler Köprüsü”ndeyiz Yirmi - yirmi beş şiirsever Meraklı üç beş Makedon Yerli yerinde “Struga Poetry Evenings” Hatırladın mı 1978'in Metin'ini Altta akan gürül gürül Drim suyu Ya sen Ohrid Gölü Ağabey kardeştik biz Umutları gürbüz” Cumhuriyet Kuşağı” “Hasırlara armutlar serdik” karnede Ve “Hiç gök ekin çiğnemedik” tarlada Ne çok severdik ahlat ağaçlarını Onlar ki şairin ve yaşamın sabrı Şimdi CHE'le bir başına dağ dağ “Türkülerde Gezer Adları” Ağabey kardeştik evet biz Ülkemin “Hazır ol Kalbim” diyen iki oğlu İttihat ve Terakki'yi bilen Cumhuriyet'le büyüyen, Zaman içinde “ittihat”ı unutup Salt “terakki”siyle yetinen Sabırsız ülkemin Dostlar, “Kanlı bir mısra gibi” kalsın aklınızda Şeytan alıp götürürse bir gün barışı: Görün şu Yugoslavya'nın halini Darağaçlarında haykırdıkları başka mıydı sanki Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'le Bütün o karayağız Deniz'lerin… (22. Kasım 2014) Umarım, bu geziyi zenginleştiren siz “Mehmet Uz, M. Emin Sevgel, Yaşar Mahleç, Fatma Tekin, Nuray Suyabatmaz, Hafize Şen” Adabelenli dostlarımla; kendilerini Adabelenli hisseden “Erol Şen, Onur Yılmaz ve Türkan” arkadaşlarımla bir kez daha karşılaşmanın, güzellikler paylaşmanın olanağını bulurum. Ne olur yolladığım selamı Adriyatik'e boşaltma Dinamo'yla Damar çoktan gittiler Demirtaş'tım eyvallah Beni de eritti zaman -43- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KETENCOĞLU'NUN "İZMİR HATIRASI" Uçun Kuşlar Uçun "Cavır İzmir"e Doğru Şadiye DÖNÜMCÜ* dosadoster@gmail.com “Sesi ve kokusuyla kalbimde yeri çok büyüktür İzmir'in. Çok küçükken Tire'den İzmir'e sabah beş treniyle yaptığım yolculuklar… Sokak satıcıları… İlle de Karşıyaka Vapuru… Haşlanmış mısır… Mısır koçanı ile denizin buluşma sesi… Kemeraltı'ndan alınan oyuncak kemanım… Bornova Körler Okulu… Münevver öğretmenim sayesinde hayata, Bayram öğretmenim sayesinde müziğe bağlandım. Bu yüzden büyümekteyken beni besleyen o yaşlı şehre daha önce hiç sunulmamış bir hediye bırakmak istedim.” Kitabın öğrettikleri Albüm kitabından; İzmir Türk Halk Müziği'nin Ege'nin müzik, halk oyunu ve giysi geleneğinin temelini oluşturan Zeybek kültürünün etkisinde kaldığını, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş sürecindeki otorite boşluğu ve toplumsal eşitsizliklerin zeybekliğe Batı Anadolu'da yaşam alanı yarattığını, cumhuriyetle birlikte zeybeklik kurumu ortadan kalkmışsa da, onun yüzlerce yıllık kültürel .birikiminin ürünü olan ezgi ve oyunların her vesileyle icra edildiğini, zeybeklerin; tempo /birimlerine göre ağır–ağırca-kıvrak olarak sınıflandırıldığını, ritmik yapılarının aksak, makamsal yapılarının Rast, Dügah, Segah olduğu, davul- zurna, bağlama ailesi,kaval, kabak kemane, keman, ut ve darbukanın eşlik ettiği zeybek oyunlarının çoğunun solo nitelikli olduğu ve doğaçlama sergilendiğini öğreniyoruz. İzmir Rum Halk Müziği geleneğinin adalardan taşınan neşeli şarkı ve danslarla, Anadolu'nun ağırbaşlı balat ve zeybeklerinin etkisiyle zengin ve karmaşık olduğunu, şarkı ve dans havalarına keman, Ketencoğlu eski İzmir'in zengin ve karmaşık müzik geleneğini bizlere bütünlüklü olarak sunma amacıyla yola çıktığını söylüyor. Albümdeki ezgiler insana daha ilk dinleyişinde tanıdık geliyor. Söz müziğin ve yollar sizin olsun. İzmir'i sever misiniz? Ya yolculuk yapmayı? Türkü söyler, zeybek oynar mısınız? Farklı tat ve kokulara açık mısınız? Peki, hatıralara ev sahipliği yapar mısınız? Eğer bu sorulardan sadece birine bile "evet" dediyseniz Muammer Ketencoğlu (1) sizi, 1922 öncesi İzmir'ine, akordeon, gitar, keman, klarnet, trompet, davul, tambur, kanun, buzuki, bağlama, kemençe, kontrbas, lavta ve vurmalı çalgılar çalan müzisyenler ve Türkçe, Yu n a n c a v e Ya h u d i İspanyolcasıyla(Ladino) türküler söyleyen vokallerin eşliğinde, 57 dakika 48 saniye sürecek bir yolculuğa davet ediyor. Ben, kendime Muammer Ketencoğlu'nun "İzmir Hatırası: Eski İzmir'den T ü r k , R u m v e Ya h u d i Türküleri" adlı kitap + CD'sini (2) hediye ettim ve şimdilerde sıkça bu yolculuğa çıkıyorum. Daha ilk dinleyişte tanıdık ezgiler Zaten albümde yer alan on yedi ezgi, insana daha ilk dinleyişinde tanıdık geliyor. Bu yüzden sonraki dinleyişlerinizde her defasında farklı bir güzellik, koku yakalayıp daha bir sevdiğiniz yerlere yapılan mükerrer yolculuklara benziyor. Yanınıza aldığınız albüm kitabı da bu yolculukta rehberlik yapıyor. Sanatçı eski İzmir'in zengin ve karmaşık müzik geleneğini bizlere bütünlüklü olarak sunma amacıyla yola çıktığını söyleyip ardından ekliyor: -44- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE santur, dümbelek ve tavanın eşlik ettiğini, dans ve şarkı repertuarını balo, ağır sirto, alestika, kasap havaları, karşılamalar ve zeybeklerin oluşturduğunu, şarkıların şehrin oturaklı havasını ve kültürel tamamlanmışlığını gösterdiğini, kaygısız ada havalarının neşesini ve dokunaklı Anadolu duyarlılığını taşıyan şarkıları söyleyen müzisyenlerin Türk, Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten ve Çingene olduğunu, Sefarad kültüründe "romans" denen şarkıların müzik eşliğinde söylenen kısa dramatik anlatı ve hikayeler bütünü olduğunu da kitaptan öğreniyoruz. Bu şarkıları ben çok sevdim Albümdeki "İzmir Üçlemesi", ezgileri birbirine çok benzeyen bir kolaj olup; adeta çalışmanın özeti gibi. Ladino dilinde hüzünlü bir Yahudi halk şarkısı (En Este Mundo–Bu Dünyada.Vokal:Janet-Jak Esim), Türkçe dilinde İzmirTire'den bir aşk türküsü (Oduncular Dağdan Odun Endirir - Vokal: M. Ketencoğlu) ve Rumca söylenen İzmir-Bayındır'dan geleneksel Rum aşk şarkısının (Ipopsia Na Mın Ehis –Şüphe Duyma Sevgimden- Vokal: Stelyo Berber) birer kıtasından oluşturulmuş. "Mendilimin Ucuna Sakız Bağladım Sakız, Alt'ay Oldu Ben Bu Dağı Aşalı, Hürmüz Hanım Milo Mu Ke Mandarini, Yalo Yalo" ve "Uçun Kuşlar" şarkılarını ben çok sevdim. Gavur İzmir'i kucaklamaya davet Bu albüm aracılığıyla yüreğimizi İzmir'de yüzyıllarca benzerlik ve farklılıklarıyla beraber yaşamış Türk, Rum ve Yahudilerin anlattıklarına açmaya, Gavur İzmir'i kucaklamaya davet eden sanatçının davetine icabet edenlerin büyük keyif alacağının altını çizerek yazıyı noktalayalım ki; söz müziğin ve yollar sizin olsun. “A-na-yı, ba-ba-yı, ya-ri s-ıla-ya at-tım / Uçun kuş-lar u-çun İz-mi-r'e doğ-ru." (ŞD/TK) ---------------------------------- ADABELEN ANIMSAMASI Muammer ÖZLER muammerozler@yahoo.com Bazı eylül akşamlarım var(dır) benim, Adabelen'i tanıdığım sabahlar gibi aydınlık. Buruş buruş şimdi anılarım, Anlık bir rastlantı ile savruluyor Zaten yok olan saçlarım. “Ya o, gözler altındaki mor halkalar.” Ben en çok Adabelen'de boy atmıştım, Daha gür bir yaşam için. Şiirlerime yağardı sözcüklerim, Yinelenirdi en güzel ezgilerimiz, 16 Mart'larda, 17 Nisan'larda Kitap bahçelerinde şımarırdım, çocukça. Baharın yapraklarına tutunurdu, Parıltılı güneş damlacıkları. Kaplan Dağı daha dingin bakar, Naipli Çayı daha duru akardı Gün doğarken Adabelen Tepesi'ne. Mevsim artık sonbahar, Zeytin topluyorum, yetmişimde. Kara kara dilmelikler, yeşil yeşil çet(k)işte. Hasretimizi çalıyor bakın sazlar, Kemanlar, piyanolar, mandolinler. Hepimizin gönlünde şimdi, Doyamadığımız birer Adabelen yatıyor. (1) Muammer Ketencoğlu, 1964, İzmir doğumlu. Körler Okullarında müzik eğitimi aldı. Akardeon ustası. Rebetiko, Batı Anadolu Folklörü ve Balkan müziğinin tanınmış ismi. Geleneksel müzik alanında uluslararası düzeyde aranan sanatçı. .. Albümleri: Sevdalı Kıyılar(1993), Rebetiko Seçkileri(1994-1996), Halktan Ezgiler(1995), Karanfilin Moruna - Ayde Mori (2001), Balkan Yolculuğu(2007) (2) Kalan Müzik. -45- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Zamanlar İZMİR'E YOLCULUKLARIM(1) Turgut DERELİ turgutdereli@windowslive.com Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım Muğla'da geçti. O yıllarda sanırım diğer Ege illerinde yaşayanlar için de öyleydi, İzmir “efsane” bir kentti. alışverişine ayrılır, hazır giysilerden çok; çeşitli kumaşlar, ayakkabılar, ev eşyaları, ziynet eşyası alışverişin önemli kalemlerini oluştururdu… Fırsat bulunursa Karşıyaka'ya bir vapur yolculuğu yapmak, sonrasında Kordon'da bir kahvehanede akşam kahvesi keyfi… En azından benim algıma göre bir Egeli için, İzmir'e gitmenin bugün için Paris ya da Londra gezisine katılmaktan bir farkı yoktu. O zamanlar, Muğla'nın ünlü tatil beldelerinin adı bile yoktu. “Turizm” sözcüğü henüz dil kavram alanımıza girmemiş, “tatil yapmak” diye de bir konu yoktu zaten. Bugün, babamın Bodrum'daki görev yıllarından kalan çocuk belleğimde tek görüntü var: Kadın olsun erkek olsun; elbiselerini çivilere astıktan sonra, içinde denize batıp çıktıkları ahşap deniz banyosu kabinleri… Söz ettiğim yıllar, 1950'li, 60'lı yıllar daha çok… O günler için kenarda köşede kalmış bir Muğla'nın olanaklarını; sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamını düşünürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız sanırım. İzmir ziyaretlerinde, en gözde yerlerin başında elbette “Fuar” gelirdi. Fuarda da -özellikle 20 Ağustos-20 Eylül arasında açık olduğu dönemdeçeşitli ülkelerin gösteri alanı haline gelen “pavyon” adındaki sergi alanları… Sonra Hayvanat Bahçesi, Aynalı Salon, özellikle akşamları konserlere sahne olan gazinolar… İnciraltı Plajı: O yıllarda Ege'nin belki tek plajı İnciraltıydı… Ağabeyler, arkadaşlarına kumsallara uzanan mayolu kadınların görünümlerini adeta fısıldayarak anlatırken biz çocuklar, şöyle arada bir kulak misafiri oluyorduk. Pavyonlarda sergilenen eşyalar, araç-gereçler, otomobiller, köylüler için de traktörler ilgi odağıydı kuşkusuz… Adı, sanırım, “Harika Aynalar Salonu” olan iç ve dış bükey aynaların bulunduğu salon da uğrak yerlerinin başında geliyordu. Kahkahalarla anlatılırdı; bir uzayan, bir kısalan, bir göbeklenen, arada bir çarpıklaşan insan görüntüleri… * Ben, İzmir'e ilk kez 1954'te ortaokulu bitirdiğim yılda geldim. O zamanlar 100 Km'lik Muğla-Aydın karayolu da Gökbel bölgesinde 360 virajıyla ünlü… Her kayanın etrafında bir tur atan derme çatma otobüs, içinizi dışınıza çıkardıktan altı saat sonra sizi Aydın tren istasyonunun yakınında bir yere bırakıyor ve doğal olarak perişan haldesiniz… Hayvanat Bahçesi, bir başka ilgi alanı… Hele fil (Mohini) geldikten sonra bu ilgi daha da artmıştı. Göl Gazinosu, Zeki Müren'in ünlendirdiği Manolya Bahçesi, Müzeyyen Senar'ın konserlerine mekân olan Senar Gazinosu, Ekici Över, Mogambo gibi bahçeler… Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Gönül Yazar, Perihan Altındağ Sözeri gibi sanatçıların da konser verdiği sahneler… Akşam seansında sanatçıların izlenmesi de bu gezilerin olmazsa olmaz bir parçasıydı. Sonraları da İstanbul kökenli tiyatro truplarının oyunlarını sergiledikleri sahneleri oluşturdu bu gazinolar… Gündüz saatlerinin bir bölümü Kemeraltı -46- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Aydın'dan İzmir'e uzanan sözde karayolu patikadan farksız. Bu yolu bir kez denedim… Çamlık- Selçuk arasında köprü ve menfezlerin olmadığı dere yataklarında hayıt ve çalılara sürtünerek ilerliyordu otobüsünüz. ZAMANSIZ ÖLÜM Bu durumda en iyisiAydın'dan kalkacak kara trene binmekti… Beş-on Km. aralıklı istasyonlarda dura dura en az beş saat sürüyordu yolculuğumuz. İzmir'de ilk istasyon Kızılçullu (Şirinyer) kent görünümü vermekten çok uzak, henüz doğru dürüst bir köy bile yoktu görünürde, İzmir, Kemer istasyonunda başlıyor benim için. Bir arkadaş grubuyla geliyorum. Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu'nun sözlü sınavına gireceğim, iki gün sonra, ama üç gün önceden yollara dökülmüşüz. Cuma ESENTÜRK cumaesenturk@hotmail.com çılgın alkışlar arasında bizi bize kırdırdılar, tarih boyunca. biz bizi öldürürken arenalarda “ölüm, ölüm” diye haykırarak doyumsuz bir hazla sırıtıyordu kral koltuğunda oturan cellat. Soruşturuyoruz, “Faytona binin siz en iyisi” dediler, aramızda 150 kuruşu denkleştirdik, ver elini Basmane Sadık Bey oteli… Sanırım faytoncu uygun buldu bizim için o oteli. Bir gün İzmir molası, ertesi sabah Basmane Garı'ndan 9.00'da bineceğiz, akşam 18.00'de Balıkesir'deyiz. başparmağa bağlıydı ölüm: aşağı şimdi, yukarı sonra ha şimdi, ha sonra ölüm mutlak be gülüm gülün cellatlar gülün sırası gelince ölüm sizi de bulacak bir gün. İlgimizi çeken tramvay: Sarıkışla, bir yıl önce yıkılmış, ötede beride molozları; Mithatpaşa Caddesinden gelen Büyük Ankara Oteli'nin, Ali Galip ve Hükümet Konağı'nın önünden dolanıp giden tramvay oldukça ilgimizi çekiyor. bizi bize kırdırdılar, tarih boyunca işaret parmağına bağlıydı ölüm tekbir ile çığlıklar atarak biz bizi öldürdük Kerbela'da, Maraş'ta, Sivas'ta, Gezi'de ateşler içinde geldi ölüm. Caddelerde arada bir geçen külüstür Belediye otobüsleri dışında hemen tek ulaşım aracı “tıkır tıkır” çalışan, arabacıların atlarına ikide bir kırbaç salladığı faytonlar… Londra taksilerine benzeyen sarı-siyah damalı taksiler kenarda köşede birer ikişer bekleşiyor ama onlara biraz daha kalantorlar biniyor sanıyorum. Çocuk sayılırız fazla gezip dolaşamıyoruz… biz bizi öldürürken meydanlarda doyumsuz bir hazla sırıtıyordu “kara cübbeli zulüm”. Fevzipaşa Bulvarı'nın ortadan palmiyelerle bölünmüş, parke yolu üzerindeki dönüş yolculuğumuzda, fayton tekerleklerinin taşlardaki yansımaları bugün gibi kulağımda… Bu yolculuklarım, İzmir'de bir iki gün süren molalarla yıllarca sürdü. 1960'lı yıllarda Aydınİzmir karayolu tamamlandıktan sonra Eşrefpaşa ve Yağhaneler'in tahta kepenkli, demir sürgülü salaş tamirhanelerinden başlayan İzmir görünümlerini başka bir yazıma saklamak istiyorum. ha şimdi, ha sonra ölüm mutlak be gülüm gülün cellatlar gülün sırası gelince ölüm sizi de bulacak bir gün. (2013-Bornova) -47- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ANADOLU ATEŞİNİ YAKANLAR, KÖY ENSTİTÜLÜLER DENİZLİ'DEYDİ Nabide KILINÇ nabidekilinc@yahoo.com Onlar yurdun yanıp yakılan bozkırlarını yeşertip geldiler. Onlar hayatlarını Mustafa Kemal ve ülküsüne adadılar. Onlar Köy Enstitülüler. Hıfzı TOPUZ geldi, konuştu. Atatürk'e yakın duygularını, anılarını paylaştı. Gözleri kıvılcımlı, yüreği sevdalı. Hoş geldin. Onlar karalanan Köy Enstitülerinin, memleketin sevdalıları. Hep dik durdular, hep onurlu durdular. Her birinin gözünde memleket, A n a d o l u a t e ş i v a r. K ö y E n s t i t ü l e r i n i n kapatılmasının ardından acıyla, hayat boyu kaygı taşıyanlar. Bir devrimi tutanlar. Bir devrin tanıklığını yapanlar. Adım adım yurdun bugününü görenler. Cumhuriyet gazetesi yazarı sevgili Şükran SONER, Köy Enstitüleri ile bugünkü Türkiye'yi buluşturdu. Alper Akçam Köy Enstitüleri ile edebiyatı buluşturdu. Sevgili Bedri Baykam siyaset ile ilişkilendirdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimlerinin ve Cumhuriyetin geleceğini omuzlarında taşıyanlar. Mustafa Kemal Paşa ve askerlerinin bıraktığı emaneti, vatanı yükseklere çıkarmak için durmadan, yılmadan çalışanlar. Kazanılan zaferlerin, kurtuluşun farkında olanlar ve yürüyenler. Onlar Köy Enstitülüler. Anadolu ateşini yakanlar. Kimlere karşı durdular? Ülkeyi yağma yangın karanlığa çekenlere. Ülkesini satanlara. Ülkesini iç ve dış odaklı kuşatanlara, işbirlikçilere. Onlar gürleyen sesleriyle çağdaş, engin Köy Enstitülüler. Ayfer Kocabaş müzik ile ve Köy Enstitüleri ile ilgili sunum yaptı. Orada, Denizli buluşmasında kimler vardı? Yurdun o coğrafya parçasından koşup gelen dipdiri Köy Enstitülüler. Onlar ışık yakmak için geldiler. Her biri yürekli. İçlerindeki, ideallerindeki ışık daima yandı. Her biri o kadar alçak gönüllü, sevgi dolu. Orada yüzlerce Köy Enstitülüler. Saygılı, erdemli duruşları. Denizli'den Anadolu'ya ışığını salanlar. Mustafa Gazalcı oradaydı ve de Sami Gökmen… Sevgili Cengiz Bektaş mimarlık ile ilişkilendirdi. Diğer konuşmacılar, hepsi de heyecanlıydı. Onlar Köy Enstitülülerdi… Toplantı sonrası tarihin içinde yolculuk ettiler. Zamana direnen uygarlıkları gün ışığına çıkaran Prof. Dr. Celal Şimşek hocamızın eşliğinde... Onlar Köy Enstitülüler. Tarihe, kültüre, sanata saygılı… Köy Enstitülülerin Akdeniz buluşması için oradaydım. O kadar heyecanlıydım. Gittim, gördüm. Denizli Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Şubesi gerçekleştirdi, bu kez buluşmayı. Gördüm ki, buluşmada büyük bir emek var. Başarı, coşku, sevgi var. Kutluyorum, tüm Köy Enstitülüleri ve Denizli Şubesi dostlarını. Onlar memleket havaları, köy türküleri… Onları, O Köy Enstitülüleri saygıyla selamlıyorum -48- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü BABAM, BEN ve ÇİVİLER Ali KAYA* alikayadikili@yahoo.com olurdum babamın. Özellikle çağla badem, kiraz ve çilek mevsimi gelince hiç ayrılmazdım babamın yanından. Çok konuşkan biri değildi babam. Sorarsan söyler, sanki ağzından lâfı kerpetenle alırdınız. Kendi halinde uysal, yumuşak huylu bir yaratılışı vardı. “Vur ensesine, al lokmasını” derler ya, aynen öyle… Hücrelerine kadar sinmiş olan bu ezikliğini, nedense bir türlü atamamıştı üzerinden… Akşamüstleri eve dönüşte satıp içini boşalttığı ve oradan buradan topladığı portakal, elma kasalarını arabasına atar, eve getirirdi. Islanmasınlar, ya da güneşte kalıp yamulmasınlar diye saçak altına yığardı onları. Biriktikçe arada bir oturur, kerpetenle çivilerini çıkartırdı. Öyle ustalıkla yapardı ki işini… El alışkanlığından olsa gerek, çok az fire verirdi. Sonra da sağlam olan tahtaları üst üste yığar, dönmesinler diye de telle sıkıca bağlar, kuytu bir yere yığardı. Oysa daha çocukken bir kamyonun kasasına saklanarak kaçıp gelmişti köyünden. Çalmadığı kapı, çalışmadığı iş kalmamıştı. Bakkal çıraklığı, garsonluk, hamallık, inşaat işçiliği, bahçıvanlık, onun bunun işinde birkaç günlük geçici işçilik… Ama hiç birinde dikiş tutturamamış, o yüzden kalıcı bir işe de sahip olamamıştı. Bu şehir yaşamına pek ayak uydurduğu da söylenemezdi zaten… Çivileri toplamak, kırılan tahta parçalarını çuvala doldurmak da benim görevimdi. Bazen öyle çok tahtamız olurdu ki… Bunca yıl olmuş köyünden geleli. Bu gürültülü, karmaşık kent yaşamına şimdiye kadar uyum sağlaması gerekmez miydi? Mademki olmadı, alışamadın, niye köyüne dönüp gitmedin a benim babam… Bir keresinde: -“Çok tahtamız oldu baba, ne yapacağız bu kadar tahtayı?..” diye sormuştum. Aradan onca yıl geçmiş olmasına karşın onun, köylü saflığı hâlâ bozulmamıştı. Ömrünce hep bunun sıkıntısını çekmişti. Bu durumdan kendisi de hoşnut değildi aslında. Anneciğim bu huyunu sık sık yüzüne vursa da o: - “Bakalım, bir yerlerde kullanırız oğlum. Olmazsa kalanları sobada yakarız. Bunlar var ya bu tahtalar, öyle güzel soba tutuşturur ki…” demişti. “Oğlum!” derken öyle içten söylerdi ki... Bunun, yüreğinin taa derinliklerinden kopup geldiğini duyumsardım. Elbette ben de babamı çok severdim! O benim canımdı, var oluş nedenimdi çünkü… - “ Ne yapayım hanım, beğenseniz de beğenmeseniz de ben böyleyim işte…” diyerek kendisini savunmaya çalışırdı. Sırf bu yüzden toplum içine girmekten çekinir, kahvelerde bile gözlerden uzak boş bir masaya gider, yalnız başına otururdu. Haa, kendisi gibi kafa dengi arkadaşları yok muydu? Olmaz olur mu? Vardı elbette. Ama herkes işinde gücünde, ekmeğinin peşindeydi. O nedenle buluşup görüşmeleri seyrekti. Tahta söküm işi bitince, nerede işine yarayacak ve ne zaman kullanacaksa; yerdeki çivileri tek tek bana toplatırdı. “Birinin ayağına falan batar da başımıza iş açar.” diye ortalık yerde bıraktırmazdı. Çöpe de atamazdık, milli servet diye… Topladığım o eğri büğrü çivileri torbasıyla alırdı elimden, başlardı keserin arkasıyla tek tek doğrultmaya… Öyle zahmetliydi ki bu çivi doğrultma işi… Ha; babamın ne iş mi yaptığını merak etmişsizdir belki de... Seyyar satıcılık ederdi babam. Sabah erkenden kalkar; bisikletten bozma üç tekerlekli el arabasına atlar; toptancı kamyonlarından ya da hâlden, mevsimine göre domates, biber, patlıcan, soğan, patates ne bulursa alır; mahalle aralarında satardı. Genellikle öğleye kadar da bitirirdi elindekileri. Bazen ben de yanında Çivilerden büyükçe olanları seçer, nemden korumak için önce bir gazeteyle sarar sarmalar, ayrı bir torbaya koyardı. O torbayı da duvardaki arkası kapalı küçük bir pencereye benzer deliğe saklar, gerekli olduğunda da eliyle koymuş gibi(!) hemencecik buluverirdi. Bunları evimizin orasını -49- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE burasını tamir ederken kullanırdı. Evimizin neresinde bir açık, yıkık dökük yer varsa oraları, kasalardan söktüğü tahtalarla kapatırken işte bu büyük çivileri kullanırdı. Görenler, yamalı bir bohçaya benzetirlerdi bizim evi. Olsun, kim ne derse desin. Kışın soğuk girmiyor, üşümüyorduk ya. Ne de olsa bunca yaş yaşamış, güngörmüş adamdı babam… saatini ön plana çıkardığı o siyah-beyaz fotoğrafını, boyası bile olmayan oda kapısının üstüne çakmak için kullanmıştı, hepsi bu… Ağabeyimin o pozu ise her gün karşımızda olduğundan olsa gerek, belleğimden yıllarca hiç silinmedi ve bugün bile hâlâ gözlerimin önündedir. Ya geri kalanlar... Hazır doğrultmuşken “Belki bir gün lâzım olur.” düşüncesiyle yıllarca bir yerlerde saklardı onları. Demirbaşa kayıtlı devlet malı gibi süresi dolana değin beklerdi bu çiviler. Aslında kullanacağından falan değil. Zaten durduğu yerde paslanır giderdi. Bir iki yıl sonra da torbasıyla birlikte çöpe atılırdı. Babama kalsa yine kıyamazdı ya, anacığım o görmeden biraz da söylenerek yok ederdi onları. Farkına varsa kıyameti koparırdı… Bir gün babam yine çivi doğrultmaya başladı. Ben: Bu doğrultma işi sırasında hiç mi bir şey olmadı? Olmaz olur mu? Oldu elbette -Ben de doğrultacağım, diye tutturdum. Babam: -Şimdi olmaz! Yaşın küçük. Parmağını falan ezersin, dedi. Ben ısrarla: -Ezmem. Ne olursun, ben de doğrultayım, sana yardım edeyim, deyince: -Bana bak, sözümü dinle, sana göre iş değil bu…Tövbe tövbe!.. diyerek hem kızdı, hem azarladı, vermedi çekici. Bana güvenmediği için o an çok kızmıştım babama. İşte öyle her şeyi saklamak gibi kötü(!)bir huyu vardı babamın. Mademki atılacaktı, niye doğrultmak için günlerce uğraştın dururdun a benim hamarat babam? “Belki bir gün gerekebilir…” düşüncesiyle sakladıysan eğer, neden onları da öbürleri gibi önce bir gazeteyle sarıp sarmalamadın? Bugün koyduğu yeri yarın unutuveren, a benim işini az bilen, becerikli ama dalgın ve unutkan babam!.. Babam beni kızgın ve üzgün görünce dayanamadı, doğrultmayı bırakıp yanıma geldi. Kızmıştım ya biraz babama, gönlümü almak için olsa gerek, başımı okşadı ve başladı bana öğüt vermeye. Babama göre; O küçük çivileri hiç mi kullanmadı babam? Benim bildiğim, iki kez kullandı. İlki; “Öyle tehlikeli şeyler yapmazmış çocuklar… Hele öyle çekiçle, çiviyle falan da hiç oynamazlarmış. Oyuncak değilmiş ki böyle şeyler. Biz gidip kendi yaşımıza göre oyuncaklarla oynamalıymışız.” -nereden bulup getirdiyse- bir “Saatli Maarif Takvimi'ni duvara asmak için, diğeri de ağabeyimin askerden gönderdiği, sol elini çenesine dayarken kol Ama biz de çocuktuk ve bizim de canımız böyle şeyler yapmak isterdi. Neden anlamıyordu babam beni(?)…Artık büyümüştüm, sekiz yaşıma * -50- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yine yıllar sonra ben de baba olunca öğrendim, babam ne kadar haklıymış. Bir baba olarak çocuklarını korumak zorundaymış. gelmiştim. Bunları düşündükçe kızgınlığım daha da çok artmıştı. Çivi toplamak bile istemiyordu canım. Bir iki gün sonraydı. Yine çivilerle uğraşıyorduk. “Aman, öff!” dedi acıyla. Babam, keserin arkasıyla çivi doğrulturken birden parmağını ezmişti. Suç biraz da bendeydi. Durmadan konuşup sorular soruyordum. Yazık, o da bana lâf yetiştireyim derken dalgınlıkla parmağına vurmuş keseri. Belli ki çok acımıştı. Çünkü mosmor olmuştu tırnağı. Bense içimden bir an: * Şimdilerde, ondan ayrı kaldığım ve okul yıllarımda ezberlediğim Can Yücel'in; “Ben hayatta en çok babamı sevdim!” dizesi ne zaman aklıma düşerse, içim burkuluyor; derinlerden gelen yürek sızısıyla babama olan sevgim ve özlemim bir kat daha artıyor… -“ Bana yaptırmazsan işte böyle olur, cezanı bulursun.” diye düşündüm. Ancak hemen pişman oldum ve utandım. Günlerce bez bir sargıyla dolaştı. Onu böyle acı çeker görünce de çok üzüldüm. *İzmir-Bornova Belediyesi'nin Türk Edebiyatı'na yeni yapıtlar kazandırmak amacıyla düzenlediği 3. Homeros Kısa Öykü Yarışması'nda yazarımız Ali Kaya 3. oldu. Kendisini kutluyoruz. “Haberler” bölümünde ayrıntıları okuyabilirsiniz. Her karşılaşmamızda da: -“Baba bakayım şu boyalı tırnağına ne kadar uzamış.” derdim. Kendisiyle dalga geçtiğimi sanarak: - “Git başımdan çocuuk!..” der, göstermek istemezdi. Ancak benim inatçılığımı bildiğinden ısrarım karşısında daha fazla üsteletmez, sanki karşısındaki bir şeyi işaret ediyormuş gibi hemen uzatırdı yaralı parmağını. Tabii her gün bakınca da eskisinin yerine gelen tırnağın uzadığını da pek fark edemiyordum. BEN BÜYÜYÜNCE Mevlüt KAPLAN Kan oturmuş o tırnağı vücut, hücre yenilemesiyle kendi kendine atmıştı. Ne tuhaf!.. Bir güç devreye girmiş gibi dipten yenisi geliyordu. Tırnak iyileştikçe de çok seviniyordum. Çünkü suçluluk duygusundan kurtuluyordum. mevlutkaplan35@mynet.com Yaşamadım çocukluğumu Olmadı arkadaşım, oyuncağım Anlamadım ne olduğumu Doya doya oynamadım Ne var ki böyle kazalar da oluyor işte… Çivide değil suç. O nedenle, çivisi çıkmış bu dünyada nedir ki çivi, deyip geçmeyin. Çiviler olmasa tahtalar nasıl sımsıkı birbirlerine tutunacaklar? Ve çiviler olmasa evlerimizin tavanları üstümüze çökmez miydi?.. Gönlümce gezemedim, Sınava derse bakmaktan, Okuyup yazamadım, Kursa derse koşmaktan. * Ah, bu çocuklar!.. Dünyanın her yerinde çocuklar hep aynı. Çocukların vazgeçilmezidir oyun. Dışarıda oynadığı oyunlarla çevreyi, doğayı sokakta tanır, yaşamı öğrenir çocuk. İlk arkadaşlarını orada edinerek hayatta paylaşmayı bile sokakta öğrenir. Sokakta oyun oynamayan çocukların yaşamında bir şeylerin hep eksik kaldığını bilmeyen var mı ki... Durum böyleyken niye yasaklıydık peki? O günlerde oyun gibi bir şey sanmıştım ben o çivi doğrultma işini. Çocukluk işte Bir sızı var içimde, İnce mi ince, Yaşamadım gönlümce, Öç alacağım geçmişten, Ben büyüyünce. Bunların doğru şeyler olduğunu yıllar sonra aklım başıma geldiğinde anladım. -51- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DOĞANIN ÖĞRETMENLİĞİ Erdal DENİZ seydisehiradd@gmail.com Son günlerde sık sık çevre felaket haberleri duyuyoruz, okuyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz. Her haberde eğer insani değerlerimizi yitirmemiş isek içimiz yanıyor, geriliyoruz, öfkeleniyoruz, üzülüyoruz. Soğukkanlılığımızı koruduğumuz zamanlarda ise, bu tür felaketlerin bir daha yaşanmaması için neler yapılması gerektiğini düşünüyor, tartışıyor, ilgilileri uyarıyoruz. Çevre felaketleri iki şekilde var olmakta. Birincisi doğanın kendisinin yarattığı felaketler. (deprem, volkanik patlamalar, seller, vb.) Bunların oluşumuna engel olamasak da; etkilerini azaltacak tedbirler alabiliyoruz. Depreme dayanıklı evler, fay hatlarında yol, inşaat yapmama, volkan patlamasından önce yerleşim yerlerini boşaltma gibi. Bu felaketler olduktan sonra doğa kendi çevresel yaralarını çok uzun yıllarda da olsa sarabiliyor. Eski normal düzenine dönebiliyor. İkinci çevre felaketlerini insan yapıyor. Nasıl yapıyor insan bu felaketleri? Kendisinin zarar görebileceğini, hatta yok olup gidebileceğini bile bile nasıl yapıyor bu felaketleri? Yanıt çok kısa. Aşırı para kazanma hırsından dolayı aşırı üretim ve bunun sonucu aşırı tüketimin pompalanması. Yanıtın içindeki detayların bir kısmını açalım. Plansız sanayileşmeye dayalı aşırı enerji tüketimini karşılamak için fosil yakıtlar ve HES'lerle, nükleer santrallerle oluşan çevre felaketleri. Yine plansız sanayileşme sonucu şehirlerdeki hızlı nüfus artışı ve buna bağlı olarak plansız şehirleşmenin oluşturduğu felaketler. Durmadan tüketen insanın oluşturduğu dev çöp dağları. Hava kirliliğine sebep olan her türlü baca ve egzozlardan çıkan gazlar nedeni ile sera etkisi ve ozon tabakasının yırtılması. Deniz, göl, akarsu ve yer altı kaynak sularımızın kirletilmesi. Aşırı ilaç ve gübre kullanımı nedeni ile topraklarımızın kirlenmesi vb. çevre felaketlerine neden oluyor. İnsanın neden olduğu üç ana başlıkta topladığımız bu kirliliklerde doğa, çevreyi eski haline getiremiyor. “Kendin ettin kendin düzelt” diyor. Doğanın uyarılarına kulak veren toplumlar bu kötü etkileri ortadan kaldırmak için büyük çabalar harcıyorlar. Sivil toplum örgütleri ile yönetimler üzerinde baskılar oluşturarak yenilenebilen enerji kaynaklarına dönülüyor. (Rüzgar, güneş, dalga enerjisi gibi) Toprak ve su kirliliğinin önüne geçmek için ekolojik tarıma dönülüyor. Su kaynaklarını israf etmeden ve kirletmeden kullanma yollarını öğreniyor. Çöplerini yararlı hale getirmeye çabalıyor. Yerleşim yerlerinde yeşil alanları çoğaltıyor. Daha pek çok örnek sıralayabiliriz. İnsandan kaynaklanan kendi şehrimizdeki çevre felaketlerini orta yaştaki her bireyimiz gördü. Nerede İçeri Kışla? Yerinde duruyor değil mi? Yaz kış eksilmeyen buz gibi suları, yağ balıkları, ördekleri, su samurları, çullukları, kamışları nerede? Suğla gölü nerede? Yerinde duruyor değil mi? Kuğuları, sazlıkların arasındaki sazanları, ördekleri, kötezleri nerede? Akçay 'da ne akıyor? Seydişehir'de fabrikanın oluşturduğu kirli havayı yıllardır solumuyor muyuz? Caddelerdeki, sokaklardaki düzensiz araç parkları ve bu araçların egzoz dumanları bizleri çıldırtmıyor mu? Caddelerimizde biriken kabuklu yiyecek artıkları ve Karadeniz'de HES tahribatı hiçbir utanma belirtisi gösterilmeden rastgele yerlere bırakılan tükürük ve balgamlar bizi insanlığımızdan nefret ettirmiyor mu? Şehrimizin içinde doğru dürüst bir yeşil alanımız var mı? Ülkemiz genelinde ise birkaç istisnai şehir dışında rant uğruna dikilen gökdelenler, AVM'ler insanlara nefes alacağı park, bahçe bırakıyor mu? Savaş ve deprem gibi durumlarda toplanılabilecek hiçbir meydan kalıyor mu? Akarsularımızın üzerinde sıra sıra kurulan HES'lere ne demeli? Tarım alanlarımız feda edilerek yapılan termik santraller hepsinin üzerine tuz biber. Ormanlık alanlarımızın kalbinin tam ortasına kurulan mermer ocakları ve açık maden alanları ormanlarımızı yok etmiyor mu? Say say bitmez. Bu yapılanlara itiraz edilmiyor mu? Ediliyor. Yırca'da, Gezi parkında, -52- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Validebağ korusunda ve pek çok yerde itiraz ediliyor. İnsanlarımız demokratik, yasal itiraz haklarını kullanıyorlar. Bunlara karşılık yetkililerimiz ne yapıyor? İtiraz edenlerin üstüne polis ve jandarmayı gönderiyor. Bu çevrecileri“medeniyet düşmanı”,”terörist” ilan ediyor. İnsan kaynaklı bu sorunlar çözülmez mi? Çözülür. Ekonomiyi ranta dayalı değil de, insan odaklı ve planlı yapar isen, kentleşmeyi insan odaklı planlar isen, yenilenebilen enerjiye döner isen, kirliliğe neden olan her şeyin taviz vermeden temiz salınım yapmasını sağlar ve temiz yakıt kullanılmasını özendirir isen, yol yapacağım diye ormanları yok etmez isen felaketlerin önüne geçilebilir. Zaten medeniyet de birini diğerine feda etmek değildir. Daha pek çok insancıl, çevreci çözüm yolları bulabiliriz. En büyük öğretmen doğa bizi durmadan uyarıyor. “Dere yataklarına konut yaparsan yıkarım, boğarım.” diyor. “Temiz yakıt kullanmaz isen yakarım, çöl yaparım.” diyor. “Yeşil alanları tüketirseniz nefes aldırtmam, çıldırtırım.” diyor. Kısaca bu gidiş ile içecek su, ekecek dikecek toprak, soluyacak hava bulamayacaksınız diyor. Diyor da diyor! Öyle ise doğanın bu sesine kulak verelim. Ekolojik dengeyi bozacak her şeyden vazgeçerek, doğanın düzenini bozmadan doğa ile uyum içinde yaşayalım. Bir Kızılderili sözü ile yazımızı sonlandıralım. “Bir gün bakacaksınız; gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, atlar ehilleştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme uğraşının başlangıcı başlamış olacak.” N. Özkan diyor ki: nurettinozkan@hotmail.com Şans Dile Müjgân Tutan KATLAN Yinekatlan35@hotmail.com uykular haram bana Yine simsiyah içimdeki duygular Koyun yerine dert sayıyorum Daha ne kadar dayanabilirim ki! Cebimde hazin hikâyeler Gözlerimden akan uyku Beynim hükmetmiyor Gece karanlık Sadece dolunay etkilemekte yüreğimi Yıldız yok gökyüzünde farkındayım Hadi bir Şans dile kendine Zararı yok ben kayarım yıldız yerine Ya da sabaha kadar gökyüzünü boyarım Hayallerindeki renge... -53- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE "Güncel bir konu. Bilmekte yarar var" Saraylarla ilgili merak ettiklerimiz: Erdal ATABEK'ten Saray Dalkavuk İster… Saray salt yapı değildir, saray ayrı bir kültürdür. Sarayın “efendisi” vardır, sarayın “bende”leri vardır, “tebaa”sı vardır, “uşakları” vardır, “dalkavukları” vardır. Saray, sultanındır, imparatorundur, kralındır, tahtın sahibinindir. Milletin sarayı olmaz. Milletin evi olur. Zenginin konağı olur. Batı ülkelerindeki aristokratın şatosu olur. Saray, sahibinin kendini geri kalandan ayırdığı bir yapıdır. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş döneminden başlayarak “Saray” sözcüğünü Osmanlı döneminin simgesi kabul etmiş, emperyalist devletlerin işgaline razı olan, onlarla işbirliği yapan bir anlayışa tepki olarak da uzak durmuştur. Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı “Köşk”te oturmuş, valisi “Vilayet Konağı”nda, kaymakamı “Kaymakamlık”ta oturmuş, yargı “Adliye”de çalışmıştır. Halk için“Halkevi” kurulmuştur, köylerde “Köy Odası” açılmıştır Erdal ATABEK- erdalatak@superonline.com (08 Aralık 2014-Cumhuriyet) Dünya'dan 3 Devlet Başkanı ve Sarayları 1-Dünyanın Süper Gücü ABD'nin Beyaz Saray'ı (Doğrusu: Beyaz Ev) GSYH (GDP): 14,7 trilyon dolar Yapım Yılı: 1800 Alanı: 72,843.4 metre kare Taban alanı: 5,100 metre kare. Oda Sayısı: 132 ABD'de, Devlet Başkanlığı Beyaz Ev'inde (sarayında) Oturmanın Faturası 1981 yılında yemin ederek ABD Başkanlığına göreve başlamasından yaklaşık bir ay sonra dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan, Beyaz Saray'da akşam yemeğini yedikten sonra hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşırlar. Görevli garson yemeğin hesap faturasını getirmiştir. Baş kâhyanın bir garsonla gönderdiği hesap faturasında sadece o akşamın değil, son bir ayın bütün yemeklerinin hesabı da yer almaktadır. Sadece yemekler de değil… Ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçası, diş macunu, temizlik ve parfümeri malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de miktarlarıyla beraber kaydedilmiştir. Ronald Reagan, hesabın büyüklüğüne şaşırsa da görevlinin getirdiği faturayı gülümseyerek alır ve muhasebeye maaşından ödenmesi talimatı verir. Kocasının aksine Nancy Reagan'ın şaşkınlığı çok daha büyüktür. Anılarında, “Kimse bize Başkan ve Eşinin Beyaz Saray'da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti .” diye anlatıyor o şaşkınlık anını. Aslında, ABD kamuoyunun büyük çoğunluğu da pek bilmiyordu. ABD eski Başkanı Bill Clinton'un eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı Hillary Clinton'ın, '2014te yayımlanan “Hard Choices” kitabının Haziran ayındaki tanıtım ve imza gezilerinden birinde, Beyaz Saray'dan ayrıldıkları zaman, 'borç içinde ve beş parasız olduklarını' söylemesi, sosyal medyada büyük yankı yapmıştı. Hillary Clinton, sekiz yıl kaldıkları Beyaz Saray'dan taşınınca Washington DC'de ve New York'ta mortgage kredisiyle iki ev aldıklarını, bu kredi ile kızları Chelsea'nin Stanford Üniversitesi parasının -54- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE kendilerini, 2001 kışında 12 milyon dolar borcu olan bir aile haline getirdiğini anlatacaktı. Borç batağından, Bill Clinton'ın art arda yayınlanan kitaplarının, ücretli konuşmalarının gelirleriyle düzlüğe çıkacaklardı. Son borçlarını da 2004 yılında ödeyerek temizleyeceklerdi. Peki, 8 yıl boyunca yıllık ortalama 500 bin dolar maaşı olan ve kira gideri olmayan bir aile niçin Beyaz Saray'dan beş parasız ayrılacaktı? Nancy Reagan'ı çok şaşırtan sebepten dolayı… ABD Başkanları Beyaz Saray'a kira ödemez, ama onun dışındaki her şey maaşlarından kesilir. Beyaz Saray, devletin ABD Başkanı için tahsis ettiği misafirhanedir ve orada 4 ya da 8 yılını geçirmek zorunda olan her aile, kendilerinin ve kişisel misafirlerinin bütün masraflarını kendisi karşılamak durumundadır. Sadece resmi devlet konuklarının ağırlanma masrafını Amerikan vergi mükellefleri öder. Geri kalan kişisel mutfak giderleri, hizmet ve malzemelerin ücreti Başkan ve ailesine aittir. Başkan takım elbiselerinin kuru temizleme ücretini kendisi ödemek zorundadır. Kaybolan düğmesinin yerine alınacak yenisinin de, ayakkabılarının boya ve cilasının da… Konutun başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder. Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar. …. Bir görevli: ''Buraya her dört yılda bir başkan gelir gider… Biz kalıcıyız.'' diyor (Cemal TUNÇDEMİR-İnternetten) esirgemiyor. Karısıyla birlikte tarlada çalışıyor... Kendisine yoksul denmesinden utanmıyor... "Ben hayatımın büyük bölümünü böyle yaşadım zaten" diyor. Bütün bunlar bir yana herkes onu şu ünlü sözleriyle tanıyor: "Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum... Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey kalmayacak... Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz." Eski ruhani tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız... Bu yeni tanrı; ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı düzenliyor ve bizlere faiz oranları ve kredi kartları ile mutluluğun yeni adresini veriyor... Öyle anlaşılıyor ki bizler, yalnız tüketme için yaratılıyoruz ve artık tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğrayarak kendimizi yok ediyoruz... Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım... Asıl fakirler, yaşamdan sürekli talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük yaşamak için kazandığın zamandır.” Geçenlerde bir zengin, arabasını 2 milyon dolara satın almak istiyor. J. Mujica: “Satamam, onunla köpeğimi veterinere götürüyorum.” diyor. 2- Dünyaya ağzının payını veren adam: Jose Mujica Köhne bir çiftlikte yaşayan ve maaşının büyük bölümünü bağışlayan bir adam: Jose Mujica... Ya da bilinen lakabıyla Pepe... Kendisi Uruguay Devlet Başkanı. Güvenliğini Manuela adlı üç ayaklı bir köpek sağlıyor. Çiftlik evinde kalıyor. Lafını -55- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ----------------Doğan Kuban'dan: 3 - G A R İ P CUMHURBAŞKANI(!)- B İ R (Almanya) …………… İstatistiklere göre Almanya'nın Türkiye'den Türkiye ile karşılaştırılamaya cak kadar 4-5 kat fazla adam başına geliri var. Aslında Almanya'nın ülkeye yatırılmış serveti Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar zengin. Teknolojisi dünyanın en önünde… Eğitimi, bilimi, araştırması da bizden birkaç kat yukarıda. Kitapçılar arasında bizim AVM'ler kadar büyük olan var. Fakat bizim kadar çokAVM'leri yok. Otomobil üretiminde dünyanın başını çekenlerden… Uçak, silah, elektronik de öyle. Garip bir cumhurbaşkanları var. Ona verilen küçük tarihi sarayı sadece resmi toplantılar için kullanıyor. 150 metre karelik kendi evinde oturan bir filozof. Üç polisle yaya olarak dolaşıp halkla kahvelerde konuşuyor. Ya Almanya çok geri, ya biz çok geriyiz. (Cumhuriyet Gaz. Bilim Teknoloji eki-21 Kasım 2014) Not:Alman Cumhurbaşkanı Gauck, bundan önceki mevkidaşları gibi Bellevue Sarayı'nda ç a l ı ş ı y o r. 1 8 0 ç a l ı ş a n ı b u l u n a n A l m a n Cumhurbaşkanlığı kurumunun 2013 yılında toplam bütçesi 32,45 milyon Euro . Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı'nın bütçesi ise 143 milyon Euro. ------------------- -------------------------- İlginizi çekeceğini düşündük: Tüm Dünyada Yeni yılın ilk Gününden Bazı Sayılar(01 Ocak 2015):(Bir günde) 322 bin bebek gelmiş dünyaya. 133 bin kişi yaşamını yitirmiş. Yüzde 19'unun (26 bin) ölüm nedeni “açlık”. Dünya nüfusu 7 milyar 285 milyon 342 bin 857'ye ulaşmış. 885 milyonu yeni yılın ilk günü yatağa aç girmiş. 1.6 milyar insan, “aşırı kilolu”. 534 milyon insan “obez”. (Kilo vermek için sadece ABD'de yeni yılın ilk günü 160 milyon dolar para harcanmış.) 495 milyon gazete satılmış. (İnternetteki büyümeye karşın, dünya genelinde gazete satışlarında düşüş yok gibi.) İnternet kullanıcı sayısı 3 milyar 39 milyon. (Dünya nüfusunun yüzde 41'i internet kullanıyor.)(Bir gün içinde 210 milyar elektronik posta gönderilmiş (Dünya çapında 713 milyon tweet göndermişiz bir günde. 8 milyar video izlemişiz) Google'dan 4 milyar arama yapılmış dünyada.(Türkiye'de en çok arananlara bakıyorum: “O Ses Türkiye”, “Sayısal Loto”, “2015 Sigara Fiyatları”, “Bir Küçük Eylül Meselesi”, “TEOG sonuçları”) Petrolün tükenmesine 14 bin 215 gün (39 yıl) kalmış. Doğalgazın bitmesine 59 bin 645 gün (163 yıl) kalmış. Kömürün bitmesine, 150 bin 811 gün diyor (413 yıl). (Bu kadar kömürü yakmaya kalkarsak, iklimin hali ne olur?) (Hakan Kara'nın Anlık Dünya adlı yazısından yararlanılmıştır.04 Ocak 2015 –Cumhuriyet) -56- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE GENÇLİK AŞKLARI Mehmet Ali TIRAŞ mehmetalitiras@hotmail.com mektupları benim önüme atar ve “ Kardeşlik, şu mektuplara bir cevap yazıver.” derdi. Ben de, ”Kardeşim ben kızı tanımam, bilmem. Ne yazayım? desem de ısrar ederdi. Çaresiz mektupları okur ve uygun bir şeyler karalardım. Ancak Raşit'in okulda bir sevgilisi vardı. Birbirlerini gerçekten çok severlerdi. Daha sonra bu gençlik aşklarını evlilikle noktaladılar. Dedim ya arkadaşımın zamanı yetersiz olduğundan ders çalışamazdı. Her yazılı sınavda benden yararlanırdı. Bir defasında ne oldu biliyor musunuz? Biyoloji dersinden yazılı oluyoruz. Sınavdan önce Raşit'e ; “Sakın benim yazdıklarımı aynen yazma. Biraz değişiklik yaparak yaz. Hoca durumu çakmasın.” Diye tembih ettiğim halde; gözünü sevdiğim, sen aynısını yazarak kağıdı teslim et. Bir dahaki derste hoca yazılı kâğıtlarını sınıfa getirdi. Herkesin kağıdını verdi. Bizimkileri de birbirine iğnelemiş ve üstüne de “Kopya” diye yazmış. İkimize de 4 vermiş. Elbette hemen itiraz ettik. “Hocam, kopya ise sıfır verin. Değilse gerçek notumuzu verin. Neden 4 veriyorsunuz ?” dedik. Hocamız oralı bile olmadı ve bizi azarladı. Biz de sesimizi kestik. Raşit bu. Deliliği tuttu yine. Akşamüzeri paydostan sonra Raşit; “Kardeşlik, yürü hocanın odasına gidiyoruz. Ben bunu düzelttireceğim.” demez mi? Hayır, diyemedim elbette. O benim canciğer sıra arkadaşım. Onu yalnız bırakır mıyım hiç? Doğruca idare binasına çıktık. Rahmetli Kahvecioğlu'nun odasının bitişiğinde bir odada kalıyordu hoca. Kapıyı çaldık ve içeri girdik. Kapıyı kapattık. Ben kapının arkasına dayandım. Raşit, kısa bir tartışmadan sonra ; “Hocam, bu kâğıda gerçek notumuzu yazacaksınız. Not defterine de işleyeceksiniz. Yoksa… Kâğıt düzeldi. Notlar deftere işlendi ve sessizce dışarı çıktık. Tam Kahvecioğlu'nun odasının önünden geçiyorduk ki; “Efenim, ne arıyorsunuz burada ?” diye sesi gelmez mi? El pençe içeri girdik. Hoca da arkamızda. “Efendim, sınıfta anlayamadığımız bir konuyu hocamıza sormaya geldik.” dedik. Hani o anda arkamızdaki hoca, “Beni tehdit ettiler.” deyiverse var ya. İşte o zaman yandığımızın resmidir. Kırılmadık kemiğimiz kalmadığı gibi okul hayatımız da biterdi. Allah razı olsun böyle demedi. Hiç sesini çıkarmadı. İşte böyle sevgili Adabelenli dostlarım. Gençlik heyecanları az kalsın geleceğimizi karartacaktı. İster kadın, isterse erkek olsun herkesin; ergenlikten çıkıp gençlik sürecine girdiği zaman duygusal davranışlarında yükselme trendi görülmüştür. Geniş bir zaman dilimi içinde değil de, sadece Adabelen'de geçen zaman dilimi üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi okulumuzda bizlerden önce karma eğitim sistemi (yatılı olarak) uygulanmış. Ben o dönemi ancak resimlerden görebiliyorum. Daha sonraları bu karma sisteme son verilmiş. Ancak “gündüzlü” olarak her yıl 5-10 kız öğrencinin kaydı yapılıyordu. Kız öğrenciler yalnız bir şubede toplanıyordu. Nihayet 1961-1962 ders yılında birinci sınıfa yatılı kız öğrenciler alınmaya başlandı. Onlar için ayrı yatakhane ve yemekhane yapıldı. Ben ortaokuldan sonra öğretmen okulu 4. sınıfa sınavla girmiştim. Dördüncü sınıflar 3 şube idi. Kızlar 7-8 kişi olup A şubesinde idi. Beşinci ve altıncı sınıfta ise iki şube olarak devam edildi. İşte böyle bir ortamda –temsilde hata olmazkızlar, kıymetli idi. 7-8 kıza karşın 60-70 delikanlı. Yani kızlarla arkadaşlık kurmak oldukça zor. Buna rağmen yine de ilgi duyan veya duyulan arkadaşlarımız vardı. Ancak bu ilişkiler şimdiki zamandaki gibi değildi elbette. Sadece mektup ve bakışma ile duygular dile getirilirdi. Örneğin ben ilgi duyduğum alt sınıftaki bir kıza mektup bile yazamamıştım. Ona olan aşkımı sadece okul gazetesinde yayınlanan şiirlerle gösterebiliyordum. Onu çok seviyordum ama yeterli karşılık alamamıştım. Zaten bir kız arkadaşınızla şurada burada buluşmak veya konuşmak “hayal” gibi bir şeydi. Son sınıfa geldiğimizde gençlik aşklarımız hız kazanmıştı. Selamlaşmalar, göz kırpmalar, laf atmalar vb. Bu tür davranışlarımız genellikle karşılıksız kalıyordu desem yalan olmaz. Dedim ya kız az, erkek çok ! Ancak herkes öyle değildi elbette. Yakışıklı olanların şansı daha fazla idi. Örneğin sıra arkadaşım Raşit. Sanki onda “şeytan tüyü” vardı. Haftada en az 23 mektup gelirdi kızlardan. Bunların çoğu dışarıdan gelirdi. Zamanı da çok azdı Raşit'in. Okul futbol takımının santraforu ve yıldızı. Okul başkanı. Bir de kızların mektupları. Eee, Raşit ne zaman ders çalışacak? Ders çalışmaya zamanı yok. Bazen gelen -57- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 84. YILINDA MENEMEN OLAYI VE MUSTAFA FEHMİ KUBİLAY Esat ERSÖZ kandırmaya çalıştı. Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığındıysa da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşi sıra geldiler. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkardı ve yaralıAsteğmen Kubilay'ın başını kesti. Kesik başı yeşil bayrağın sopasına dikmeye çalıştılar, ancak başaramadılar. Birisi ip getirdi ve Kubilay'ın başı yeşil bayrağın dikili olduğu sopaya iple bağlandı. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı. Ancak açılan ateş sonucu o da şehit düştü. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu şehit oldu. Bu aşamada askeri birlik yetişti. Komutan "Teslim olun!" diye bağırdı. Ancak olay çatışmaya dönüştü ve askeri birlik ateş açtı. Göstericilerden Derviş Mehmet de dahil bazıları ölürken, bazıları kaçtı. Daha sonra hepsi birden yakalandılar. Bunlar15 Ocak 1931'den itibaren Divanı Harp'te yargılanmaya başlandılar, General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp Mahkemesinde 24 Ocak 1931 günü iddianame okundu ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme: - 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idama mahkûm edilmesine, - 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, - 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmetti ve karar Meclis'in onayına sunuldu. - İdam hükümlülerinin 6'sının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları ağır hapse çevrildi. - TBMM Adalet Divanı ayrıca iki idamlığın cezasını 2 yıl hapse çevirdi. - Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen'de idam edildi. Olayın hemen ardından Menemen'de devrim şehitleri Kubilay ve iki bekçi, Hasan ve Şevki anılarını yaşatmak adına bir anıt dikildi. Anıtın üzerinde şöyle yazar: “İNANDILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER. BIRAKTIKLARI EMANETİN BEKÇİSİYİZ.” Toplumumuzu çağ dışına itmek isteyen bu tür gerici ayaklanmaları şiddetle lanetliyoruz. Bugün de onların anıları, bizim rehberimizdir. D e v r i m l e r, s o n s u z a d e k s ü r e c e k t i r. ------------------------------------- 1930 yılı Türkiye siyasi yaşamı: 1929 yılı dünyanın tüm ülkelerini saran büyük ekonomik kriz yaşanmakta iken, 1930 yılında Atatürk'ün çok partili siyasi yaşama geçme düşüncesi ve tavsiyesi ile Fethi Okyar, SERBEST CUMHURİYET FIRKASI'nı 12 ağustos 1930tarihinde kurdu. Partinin Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkesine bağlı olduğu açıklandı. Ancak hilafetin geri gelmesini isteyen dini çevrelerin Serbest Cumhuriyet Fırkası'nda toplanması ve bir takım tepkiler göstermeye başlamasından kaygılanan parti yönetimi kaygılanmaya başladı. SCF'nin iktidara ancak cumhurbaşkanıyla çatışarak gelebileceğini kavrayan Fethi Bey, bunun çok ağır sonuçlar yaratacağını gördü. Bu nedenle 17 Kasım 1930'da “ Dahiliye Vekâleti ” ne başvurarak kuruluşundan 99 gün sonra SCF'nin feshedildiğini açıkladı. Cumhuriyet sonrası çıkarları bozulan gerici, yobaz çevreler gittikçe cüretli davranarak, İslami yaşama geçme provalarını yer yer uygulamakta idi. 23 Aralık 1930 sabahı Manisa'dan Menemen'e gelen çember sakallı, sarıklı, cüppeli ve silahlı kişiler, sabah namazından sonra camiden yeşil bayrağı alarak silah zoru ile adam toplamaya başladılar. Elebaşılar arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan vardı. Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini "Mehdi" olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi. Söz konusu kişiler, arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini belirttiler. “Yakında yine şeriata dönülecektir." diyerek bir isyan hareketi başlatmak istediler. Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulmasıyla, alay komutanı, Yedek Subay Kubilay'ı olay yerine gönderdi. Öğretmen olan Mustafa Fehmi Kubilay, 1930 yılında Menemen'de yedek subay sıfatıyla askerlik görevini yapmaktaydı. Kubilay bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine geldi. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına onların arasına girip teslim olmalarını istedi. Onlardan biri ateş ederek Kubilay'ı yaraladı. Karşıdan bunu gören askerler ateş açtılar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardı (kurşunu yok, sadece barut var.). Derviş Mehmet “Bana kurşun işlemiyor. Ben Mehdiyim!” diyerek halkı -58- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Adabelenli Anne ve Oğlundan ADABELEN Ayla Tarhan KAVRUKKOCA* Selam söyle; Bilgi kaynağı sevgili öğretmenlerimize. Şimdi ise sessiz viranelikAdabelen Niye, neden? Bir boşluk sarmış etrafı Duyulmuyor artık piyano,plak sesi Hani Mayıslarda çınlatırdık yaAydın'ı Hey gidinin efesi. Esti bir rüzgar, gitti. Hangi yandan bilinmedi. Anılar canlı kaldı yalnız gözümüzde Ama; Adabelen sevgisini yeşerttik, Büyüttük, daha da büyüteceğiz Her Marttaki düğünümüzde. Benden selam olsunAdabelen Tepesine, Selam olsun tümAdabelen'lilere. *(1961 Mezunu) 2-Oğuldan 1- Anneden: “Adabelen” adını duyduğum zaman, anılar gözümün önünde canlanır. Sınava girişimi, kazanışımı ve okuduğum yıllarımı görür gibi olurum. Okulumu ne çok sevmiştim. Her bir yanı cennet gibiydi. Her taraf bol ağaçlı, çiçekliydi. Sanki büyük bir çiftlikti. Pamuk tarlaları, sebze bahçeleri, meyve ağaçları, tavukları, atları… daha neler neler… İş atölyelerimiz, resim, müzik odalarımız. Her taraf ayrı bir güzellikteydi. Hele tarım dersleri, öyle zevkli geçerdi ki… Her ders bizler için büyük bir deneyimdi.Pamuk çapalamayı, meyve toplamayı, peynir yapmayı, fide yetiştirmeyi hep bu derste öğrendik. Bilgilerimiz bunlarla sınırlı değildi. El-iş atölyesinde ders araçlarımızı yapardık. Güzel yazı yazmayı, resim yapmayı, mandolin çalmayı, milli oyunları okulda öğrendik. Bir yandan da dürüst, doğruluktan ayrılmadan hakkı, hukuku, demokrasiyi öğrenip, Atatürk ilkelerine bağlı iyi bir öğretmen olabilmek için çalışıyorduk. Adabelen'den öğrendiğimiz o kadar çok şey var ki; en başta da sevmeyi, saymayı ve hoşgörüyü. Biz Adabelenliler sevinçlerimizi de, acılarımızı da ortak yaşarız. Çünkü biz büyük bir aileyiz. Bu Adabelen ailesi daha da büyüyecek ve Adabelen meşalesi ilelebet yanacaktır. Buna inanıyorum. Ne mutlu Adabelen'li olana. Ayrıca bir şiirimi de sunuyorum: BARIŞ MI?.. Hamdi Eray TARHAN Niye bülbül şakıyınca Kulağı okşar da Bir martının çığlığı tırmalar. Yağmuru seyretmek güzeldir de Islanmak istenmez, neden? Neden barış hep dillerdedir de Savaştan kaçınılmaz. Barışı bilmeden Barışın simgesi oldu. Barışı görmeden Adını barış koyduk. Tutturduk zeytin dalını Garip gagasına Kanlı ellerimize aldık Sözde barış oldu. Biz de barışsever... ADABELEN SEVGİSİ Bir gün yolun düşerseAdabelen'e Benden selam söyle; Çiçek devşirdiğimiz bahçelere, Pamuk topladığımız tarlalara. Selam söyle çam ağaçlarına Ellerimizle büyüttüğümüz Boy vermiş bak gökyüzüne. -59- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... Tire'den, Bergama'dan, Urla'dan, Gaziemir'den ulaşım zorluklarını göze alarak gelen ve bizleri onurlandıran yazarlarımıza ve Adabelenlilere yürekten teşekkür ediyoruz. Dergimiz yönetmeni İsmail Tuna, derginin içerik ve niteliksel değişiminin okurlar tarafından olumlu karşılanması ve desteklenmesinin kendilerine güç kattığını ve yeni yazarlar ve gençler için bir ilgi odağı oluşturduğunu belirtti. Dernek Başkanı Mustafa Özmen de dergimizin yayın yaşamına başlamasında çok önemli katkısı olan, ilk sorumlusu yücel Barut'u saygıyla sevgiyle, özlemle andığımızı belirterek, dergimizin ilk sayısından bu yana 2104 Ekim sayısı dahil, 41 sayılık bir arşivin CD olarak hazırlandığını ve önümüzdeki mart ayında Adabelenlilere ve diğer okurlarına sunulacağını söyledi. Adabelenlilerin ses bayrağı olan ADABELEN dergisine yazılarıyla hayat veren yazarlarımıza, maddi ve manevi katkılarını esirgemeyen tüm Adabelenlilere selam olsun. 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ 25 Kasım da öğretmenler günümüzü kutlamak amacıyla İzmir 'deki arkadaşlarımıza yönelik İş bankası konak lokalinde düzenlediğimiz yemekli toplantımıza 40 kadar arkadaşımız katıldı. Müzik Öğretmenimiz Ali Oğuz aramıza katılarak bizleri onurlandırdı. Öğretmenler marşını salondakilere hep birlikte söyleterek de geceye katılan tüm öğretmenleri heyecanlandırdı. DERGİMİZ ADABELEN YAZARLARININ GELENEKSEL BULUŞMASI: DERGİMİZ YAZARI ALİ KAYA'NIN ÖNEMLİ BİR BAŞARISI: Derneğimizce 12 yıldır düzenli yayımlanan ADABELEN Dergimiz yazarlarının geleneksel yıllık buluşmasını 11 Aralık 2014 günü İzmir Bayraklı Dünya Barış Anıtı'nda gerçekleştirdik. Bayraklı Belediyemizin ulaşım desteği ile Barış anıtı tesislerindeki buluşmada ADABELEN dergisi yazarlarının gündeminde d o s t l u k v e dayanışmayla b i r l i k t e Türkiye'nin eğitim sistemindeki eksen değişikliği vardı. O k u l u m u z öğretmenlerinden Ali Oğuz'un yanında, yağmura r a ğ m e n Turgutlu'dan, İzmir Bornova Belediyesi'nin Türkiye genelinde düzenlediği 3. Homeros Öykü Yarışması'na 300 dolayında yapıt katılmıştı. Bu yarışmaya “Denizler Delisi Yorgo” adlı öyküsüyle katılan yazarımız Ali Kaya Seçici kurul tarafından 3.lük ödülüne layık görüldü. Yazarımızın bu başarısı bizleri çok sevindirdi ve onurlandırdı. Tören sırasında bizler de oradaydık. Kendisini yürekten kutluyor ve başarılarının bundan sonra da sürmesini diliyoruz. -60- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... 19.EĞİTİM ŞURASI KONFERANSI İzmir Buca Eğitim Fakültesi'nde düzenlenen konferansta Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rıfat Okçabol, 19.eğitim şurası kararları ile ilgili konuştu. Eğitim şurasında alınan tavsiye kararlarının değerlendirildiği bu konferansta Prof.Dr.Rıfat Okçabol okul öncesi eğitimden başlamak üzere ilkokul, ortaokul OKULUMUZUN YENİ MÜDÜRÜNÜ ZİYARET ETTİK: Okulumuzdaki müdür değişikliği nedeniyle yeni atanan Müdürümüz Bünyamin Aras'ı ziyaret ederek görevinde başarılar diledik. Okulumuz binalarının yeniden yaşama döndürülmesi konusundaki görüş ve önerileri karşılıklı değerlendirdik. Mart 2015'te geleneksel Kuru fasulye-Pilav Günümüzün en anlamlı bir biçimde geçmesi için neler yapabileceğimizi konuştuk. Dernek yönetimine gösterdiği anlayış ve konukseverlik için sayın müdürümüze teşekkürlerimizi sunuyoruz. ve liselerde öğrencilere verilmesi tavsiye edilen “değerler eğitimi “ konusunda katılımcıları bilgilendirdi. İnançlara dayalı değerler eğitiminin bağımlılık yaratma tehlikesine dikkat çeken Okçabol, aklını kullanmak,özgürlük ve bağımsızlık temeline dayanan insan haklarıyla ilişkili bir değerler eğitiminin uygulanması gerektiğini böylece öğrencinin bilişsel ve duyuşsal gelişiminin artacağını belirtti. Konferansta biz de oradaydık GERMENCİK BELEDİYESİNE ZİYARETİMİZ: 23 ARALIK'TA MENEMENDEYDİK: Devrim şehidimiz Yedek Subay Öğretmen Kubilay'ı ve bu yobaz isyanındaki şehitlerimizi anma törenleri bildiğiniz gibi her yıl 23 Aralıkta Menemen'de yapılır. Adabelenliler olarak bu törenlere katılım konusunda gerekli duyarlılığı gösterdik ve gösteriyoruz. Dernek üyelerimiz ve Adabelenliler 23 Aralık 2014'teki bu yılki anma Dernek yönetimi olarak Germencik Belediyesi'ne yaptığımız ziya rette bizleri Belediye Başkan Yardımcısı okulumuz 1978 mezunu Zülfikar Metin arkadaşımız karşıladı ve onun konuğu olduk. Derneğimizin okulumuzdaki 16 Mart etkinliklerinde bizlere her türlü desteği sağlayan ve her zaman yanımızda olacaklarını belirten Germencik Belediyesi Başkan ve çalışanlarına Adabelenliler adına teşekkürlerimizi ilettik, başarılar diledik. -61- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... Veli Pabuşçu, DP Fethiye Belediye meclis üyesi ve başkan yardımcısı Mete Atay, CHP Fethiye Belediye Meclis üyesi Fercan Akçin, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Fethiye şubesi başkanı Hasan Gürhan, CHP Muğla Milletvekili aday adayı Necati Ocak, Fethiye ve civarında yaşayan Adabenli mezunları katıldılar. Eski anıların paylaşıldığı etkinlik ile ilgili olarak Adabelen Eğitim Kültür Edebiyat Sanat Derneğinin Fethiye temsilcisi Abdullah Taşcıoğlu yapmış olduğu açıklamada: “Fethiyeli Adabelenlilerin varlıklarını Fethiye'de hissettirmek, okulumuzda okuduğumuz zamanlardaki gibi paylaşma duygusunu pekiştirmek, birlikte üretip birlikte tüketmek, dostluğu, birlikteliği gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla bir gece düzenlemiş bulunmaktayız. Gerçekten yoğun bir katılım var. Daha önceleri de çeşitli etkinlikler düzenledik fakat bundan sonra bu gecemizi ve birlikteliğimizi geleneksel hale getirmek istiyoruz. Bu zor günlerde; ekmeğimizi, emeğimizi, mahallelerimizi, parklarımızı, derelerimizi, kimliğimizi koruyabilmek, özgürlük alanlarımıza sahip çıkabilmek için birlikte olmak gerekmektedir. Birlikte olursak çok şeyler başarabiliriz. Daha fazlasını da yapabiliriz. Hayal denilen şeyi gerçekleştirebilir; hayatı ve ülkemizi yeniden örgütleyebilir, geleceği bambaşka biçimde yeniden kurabiliriz. Katılım ve ilgiden dolayı herkese çok teşekkür ediyorum” dedi. törenleri için yine Menemen'deydiler. YOBAZLAR TARAFINDAN ŞEHİT EDİLEN ÖĞRETMEN KUBİLAY'I VE ORADA ŞEHİT DÜŞEN BEKÇİ HASAN ve ŞEVKİ'Yİ S AY G I İ L E A N I Y O R U Z . . . A N I L A R I Y O L U M U Z U AY D I N L AT M AY I SÜRDÜRECEKTİR... BULUŞMALAR: FETHİYELİ ADABELENLİLER BİR ARAYA GELDİLER Fethiye bölgesinden birçok öğretmenin yetiştiği Aydın-Ortaklar Öğretmen Okulu mezunları Kale Park'ta düzenlenen gecede bir araya geldiler. Okulun bulunduğu Adabelen tepesi ile ismi özleşmiş olan Fethiye'de yaşayan “Adabelen” mezunu 150 öğretmen, yemekte bir araya gelmenin ve eski günleri yeniden anımsamanın mutluluğunu bir kez daha yaşadılar. Anıların bir kez daha canlandığı Adabelen'in, sonunda öğretmen adının kaldırılarak Fen Lisesi'ne dönüştürülmesi gündeme geldi ve yürekler dağlandı. Köy Enstitüsü olarak başlayan Adabelen'in öyküsü; İlköğretmen Okulu, Öğretmen Lisesi ve en sonunda da Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi olarak sona erdi. Şimdi ise Adabelen'de ki mevcut okul yine bu okulda yetişen kişilerin yardımları sayesinde Fen Lisesi olarak eğitim vermekte. Fethiyeli öğretmenlerin birçoğunun mezun olduğu Adabelen, aslında Türkiye'nin birçok yerindeki öğretmen okullarının o ortak hazin öyküsünü anımsatmakta. Ortaklar Adabelen mezunları kurmuş oldukları dernek ile irtibatlarını koparmayıp zaman zaman bir araya gelerek bu kültürü genç kuşaklara aktarmaya çalışıyorlar, diye gecede anlatıldı. Adabelen Eğitim Kültür Edebiyat Sanat Derneğinin Fethiye temsilciliği tarafından organize edilen etkinliğe; CHP'li eski belediye meclis üyesi AYDINLI ADABELENLİLERİN KAHVALTI BULUŞMASI Aydın temsilcilerimiz Dündar Bağcı ve Adem Çataloğlu'nun öncülüğündeAydın'da gerçekleştirilen kahvaltı buluşmasına Aydın'da yaşayan 90 dolayında Adabelenli katıldı. Derneğimiz yöneticilerinin de katıldığı kahvaltıda yapılan konuşmalarda, Adabelenlilerin birlik ve beraberliğinin her şeyin üstünde olduğu vurgulandı. Derneğimize yeni üyelerin katılması ve Adabelen Dergimizin daha çok sahiplenilmesi yönündeki dilekler ifade edildi. Böylesi kahvaltı vb. toplantıların da ileriki günlerde tekrarlanması isteğinde bulunuldu.. -62- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... Meis adasına günü birlik gidip geldiler.Antalya'nın tarihi ve doğal güzelliklerini gezen adabelenlilere nice buluşmalar diliyoruz. *** 54 YILLIK BİR KARDEŞLİKDOSTLUK BULUŞMASI: ADABELENLİLERİN BURS KATKILARI SÜRÜYOR 2003 yılından beriAdabelenlilerin derneğimiz öncülüğünde üniversite öğrencilerine verdiği burs katkıları 2014 -2015 öğretim döneminde de sürüyor. Adabelenliler tarafından oluşturulan bağış sistemi içerisinde, derneğimize burs başvurusu yapmış üniversite öğrencileri arasından seçilen 42 öğrenciye, ekim ayından itibaren 8 ay boyunca burs katkısı verilmeye başlandı. Adabelenlilerin gerek tek başına, gerek sınıf yada dönem mezunları bazında verdiği burs katkıları için yürekten teşekkür ediyoruz. 2014-2015 ÖĞRETİM YILINDA BURS KATKISI VEREN ADABELENLİLER: 1961 MEZUNLARI, 1975 MEZUNLARI,1963 MEZUNLARI, 1968 MEZUNLARI, MENDERES GRUBU (Necati Evruk), İSTANBUL GRUBU (Olcay Gülşen), SELÇUK GUBU (M. Ali Tıraş), OSMAN ÖGE, GÜLŞEN ÖZDEMİR, SEVCİHAN ÖZTURHAN, ALİ OĞUZ, OSMAN COŞKUN, NACİYE AKGÜN, MEHMET KESKİN, ERTUĞRUL DÜZGÜN , SAİME SİNAN, RAŞİTAYAYDIN, NURHİSAR ÇETİNKAYA, MEHMET UZ, YÜCEL YILDIRIM, SABİHA YILMAZ ALTINKURT, FİLİZ ÖZTÜRK, RUKİYE SARI, MUSTAFA S Ü T Ç Ü O Ğ L U , A L İ T I K K I N , İ LYA S ARIKBAŞI, SOMER KAVCAR, URAL AĞAN, MÜSLİME ERDOĞAN, CÜNEYT ARIKAN, ZÜBEYDE MUSLU YALÇIN, KAMİLE EROĞLU(ÖZTÜRK), LEVENT SUNGUR, HAFİZE ŞEN, HÜSEYİN TUNÇ, FATMA NURAY SUYABATMAZ, AYŞEGÜL BOZDAĞ, FADİME GÖKOĞLAN, FATMA PEKÇETİN, MERAL KÖZ, RAMAZAN YÜREKLİ, CUMA ESENTÜRK , EMİNE ÖZTÜRK, ALİ ÜNAL, FAT M A Ç O L A K , ME T İ N Bİ L D İ R İ C İ , MUSTAFA KURKUR, İKBAL ŞİMŞEK, NACİYE ÇAKIR , TUNCAY ÇAKIR, GÜNAK YÜZAK, SEDAT ÖZTÜRK, REFİK ALTUĞ… ve adlarını yazamadığımız ve ayrıca önceki yıllarda Okulumuzun 1961 mezunları 2014 yılı buluşması için Kuşadası'ndaydılar. Eşgüdümünü Keramettin Büyükçoban'ın yaptığı buluşmaya 50 Adabelenli katıldı. 54 yıl önceki gibi yüreklerinde hala Adabelen coşkusunu taşıyan dostlarımıza derneğimiz tarafından 50 yılını doldurmuş arkadaşlarımız için düzenlenmiş “Adabelenlilik Onur Belgesi” verildi. Gecede Adabelenli Ozan Cevat Turan okuduğu şiirlerle ve seslendirdiği türkülerle arkadaşlarına güzel anlar yaşattı. Geceye katılan dernek başkanımız Mustafa Özmen sınıf bazında buluşmaları yıllar önce ilk kez başlatan 1961 mezunlarının geleneğini diğer Adabelenli dönem arkadaşlarının da sürdürdüğünü, bu çoban ateşlerinin bahar aylarında yakılan büyük Adabelen ateşiyle taçlandırıldığını ve böylece ADABELEN RUHUNUN yaşatıldığını belirtti. !961'li Adabelenlilerin kişiliğinde tüm öğretmenlerin, öğretmenler gününü kutladı. Gecede ülkemizdeki eğitim sorunları ile ilgili düşüncelerini belirten bazı arkadaşlarımız bu buluşmaların yıl içinde çoğaltılmasını istediler. Gece boyunca gönüllerince eğlendiler. 1970 MEZUNLARIMIZ ANTALYA-KAŞ' TABULUŞTU Her yıl geleneksel olarak buluşan okulumuz1970 mezunları 2014 buluşması 8 Kasım günü Antalya'nın kaş ilçesin oldu. Düzenleyicileri Vi c d a n U y a r, N i m e t Yücel,Özgül alp,Fatma Karlık ve Hayri Altay'ın olduğu geceye 90 cıvarında adabelenli katıldı. 9 Kasımda bir grup mezunumuz Kaş 'tan -63- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... burs katkısı koyan tüm Adabelenlilere yürekten teşekkür ediyoruz. HABERLER... derneğimiz Ankara temsilcisi Av. Fatma Çolak ve Av. Eray Karınca arkadaşlarımıza, ana metnin hazırlanmasına katkı koyan Av. Sabri Kurt ve Av. Şakir Hepiyiler dostlarımıza Adabelenliler adına teşekkürlerimizi sunarız DANIŞTAY'A AÇTIĞIMIZ YÜRÜTMEYİ DURDURMA DAVASINDA İLK KARAR ÇIKTI. Dergimizin önceki sorumlusu Adabelen Ozanı Yücel Barut'u özlemle ve sevgiyle anıyoruz. Öğretmen Okulumuzun kapatılmaması için açtığımız davada yürütmeyi durdurma kararı verilmesi talep edilmişti. Danıştay davalı idarenin açılan davaya ilişkin savunması alındıktan sonra karar verilmesini uygun buldu.. İdare mahkemelerinde genelde uygulanan yöntem böyledir: Dava dilekçesi davalı kuruma tebliğ edilir ve savunması istenir. Savunma için genellikle 30 gün süre verilir. Yani davalı idare 30 günde cevap verecek, mahkeme bu cevaptan sonra yürütmeyi durdurmaya ilişkin talebimizi görüşüp karara bağlayacak. YAŞAMI:1949 yılında, Foça'nın Kozbeyli Köyü'nde doğdu. Aynı ilçenin Ilıpınar Köyü'nde ilkokulu bitirdi.. 1960 – 1961 Öğretim Yılı'nda, Devlet Parasız Yatılılık Sınavlarını kazanarak Ortaklar İlköğretmen Okulu'na girdi. Bu okulu 1967 1968 Öğretim Yılı'nda bitirdi. Çeşitli yörelerde öğretmen ve yönetici olarak görev yaptı.1994 yılında emekli oldu. Daha sonra dergimizin yayın yaşamına başlamasını sağladı ve sorumluluğunu üstlendi. Aralık 2008'de yaşamını yitirdi. İhtiyara Son yıldızlar da düştü Aşkımı yansıtacak ışık yok Yazık, bunca yıl silindi bir anda Ben yine hancıyım Hanımda kalanım yok Cümle alem biliyor sevdiğimi Üzerinden geçse de kırk yıl Cemre düştüğü yeri bilir Ben seni bilirim aşk denince Sen, ya sen, bir acı ok Hiç sevmedin beni, ama hiç Söylemene gerek yok Öfken İzmir Körfezi'ni doldururken Aşkımın son soluğunu eritecek sular Ne etsem, neylesem bir iz kalacak Yüreğime inerken o son şok Yüzümde oluşacak çatlak Seviyorum diyemeyeceğim, yüzüm yok. (Karşıyaka; 02 11 2006) Danıştay'a 5 eylül 2014 tarihinde verdiğimiz yürütmenin durdurulması istemli dava dilekçemizin şekillenmesinde emekleri geçen -64-