haberler... haberler... haberler... haberler
Transkript
haberler... haberler... haberler... haberler
ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER Eyüp Yılmaz Prof. Dr. Kemal Kocabaş Ali Kaya Hüseyin Yaşar T. Ayhan Çıkın Arş. Gör. Sedat Karagül Emin Ugunlu Rıza Yetim Prof. Dr. Osman Gökçe E. Tahsin Yücel Ahmet Cengiz Tahsin Şimşek Nurettin Özkan Rahim Gür Prof. Dr. Kemal Arı Ahmet M. Egemen Yeliz Güldal Şadiye Dönümcü M. Cevat Turan Etem Oruç Abdullah Taşcıoğlu Av. Hüseyin Özbek Faik Ay Salih Gözek Ahmet Nuri Doğan Kadri Gülhan Turgut Dereli Metin Güven Cuma Esentürk Tamer Uysal Abdulkadir Turhan Mehmet Genç Müjgan Tutan Katlan Mehmet Karabacaklar Zekeriya Yavuz Ayla Kavrukkoca Tarhan Bahtiyar Takkalı Azmi Ermiş Fuat Keyik Hamdi Eray Tarhan Haberler Cumhuriyet’e Borçlu Değil miyiz ?.................................................................2 İyi Bir Haber ile Sabahı Karşılamak ...............................................................5 Okullar Açılmışken ........................................................................................7 Mankurt / Mankurtlaşma ..............................................................................9 Deve ...........................................................................................................10 Cahit Kavcar’ın Öğretmenlikte 50.Yıl Toplantısı ve Konuşması ....................11 Sen Gidince..................................................................................................13 O Adamı Rahatsız Ettim...............................................................................14 Aklından Çıkar ............................................................................................15 Kamu Hizmetleri Nasıl Yürütülüyor ? ..........................................................16 Oynak .........................................................................................................17 Sen Farklısın Halkım ..................................................................................18 Ben Kadınım ...............................................................................................19 Dil Bayramımızı Kutlarken...........................................................................20 Sultan II. Abdülhamit Bile Alfabe Değişikliğini Önermişti ...........................21 Dil’in Bayramı ..............................................................................................23 Dil Devriminden bu yana .............................................................................25 Annemin Topraklarında; Selanik, Atina, Kavala...........................................26 Peşinden ......................................................................................................29 Sevelim, Sevilelim........................................................................................30 Orta Gelir Tuzağı .........................................................................................32 Beni Buraya Gömün, Oğlum Üşür ...............................................................33 Sevgili Kardeşim Ali Yavuz...........................................................................35 Sis ve Kaybolma İsteği .................................................................................37 Orda Bir Köy Var Uzakta .............................................................................38 Oktay Akbal .................................................................................................41 Nuri Şungar Sokağı veya sen nereden dürüdün ? .......................................44 Rakı Balık ...................................................................................................45 Milletin Efendisi ..........................................................................................45 Bursa ve Zeytinime Dokunma ......................................................................46 Şair-Yazar Emekli İngilizce Öğretmeni Mehmet Genç ..................................52 Bir Boşluk Bırak ..........................................................................................53 Aşk...............................................................................................................53 Gözlerine Bakınca ........................................................................................53 Sülüklü Çeşme ............................................................................................54 Yine de Boş .................................................................................................56 Bakgör .........................................................................................................56 Dünden Bugüne Eskimeyen Kılavuz.............................................................57 Alaşehir’de Üzüm Kesmek ...........................................................................58 Barış mı?......................................................................................................59 ....................................................................................................................61 Bu durumun değerlendirilmesini size bırakıyoruz. -1- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun! -ADABELEN CUMHURİYET'E BORÇLU DEĞİL MİYİZ? Eyüp YILMAZ* 9 Eylül 1922 İzmir'in Kurtuluşu… 24 Temmuz 1923 Lozan Barışı… 29 Ekim 1923 Cumhuriyet'in İlanı… Bu üç tarih çok önemli: İlki yurdun düşmandan temizlenmesi… İkincisi “Kurtuluş Zaferi” nin Birinci Dünya Savaşı galiplerince, daha önemlisi, dünyaca onanması, uluslararası savaş başarımızın “barış”a dönüştürülmesi… Üçüncü tarih, Osmanlı'nın bitimi, yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti'nin doğumu tarihidir. Bir bakıma,23 Nisan 1920 TBMM'nin açılışını yeni devletin kuruluşu olarak da algılayabiliriz. Arada üç yıl, altı ay, altı gün gibi uzun bir zaman ve birçok olaydan ötürü bu doğumu kabul ettirip adını koyamamışız. Bu tarihlerle zaferimiz, başarımız çok çok büyük ama 1911'den(Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya, Kurtuluş Savaşları)1922'ye değin geçen kesintisiz 11 yıllık savaşlar, Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki her şeyimizi, insan dahil, alıp götürmüş, bitirmişti. “Cumhuriyet ilan edildiğinde kişi başına düşen ulusal gelir 50 dolardı.(Ocak 2015 fiyatlarına göre:2.30x50=115.ooTL, E.Y.) Ayrıca TC'ye Duyun-u Umumiye'den (Osmanlı Borçları) 86 milyon altın lira (1 trilyon 32 milyar TL) borç yüklenmişti. Her yer haraptı. Barınacak sığınak bile yoktu. Evler yıkılmış,(çoğu toprak)yollar, köprüler geçilmez hale gelmişti. Halk en basit araçlardan bile yoksundu. El sanatlarını (Hıristiyan azınlıklarca yapıldığından) yapacak kimseler de kalmamıştı. Yeni Türkiye'nin ekonomisi ilkel bir teknoloji kullanan tarıma dayanmakta idi. Sermaye birikimi, altyapı, yetişmiş iş gücü ve iş tecrübesi olan girişimci bulunmadığı gibi, var olan kaynakları kullanacak bürokrasi de yoktu. Halk her şeyi devletten beklemek durumunda idi.”(Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi,1982, sf. 328) Bu gerçekleri gören Atatürk, daha Lozan'a 5 ay varken, İzmir İktisat Kongresi'ni toplamış ve “Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olurlarsa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.” demiştir. 29 Ekim 1923 Cumhuriyet Türkiye'si, hastalıkların kol gezdiği, tarımı, insanı bitmiş, karnını zor doyuran, sanayisi olmayan, okuryazarı kıt bir ülkede “devlet” olmuştur. “Atatürk dönemi siyasal ve toplumsal alanda cesur, reform ve atılımların gerçekleştirilmesi yanında 'ekonominin başlangıç dönemi' basit bir söyleyişle ekonominin 'sıfırdan' başladığı bir dönemdir.” (Prof. Dr. Mükerrem Hiç). İlk 5 Yıllık Kalkınma Planı, l934 yılında uygulanmaya başlanmış, çok başarılı olmuştur. İkinci 5Yıllık Kalkınma Planı 1939'da yürürlüğe girmesi gerekirken, ayni yıl başlayan 2. Dünya Savaşı'na kurban gitmiştir. Buna rağmen savaş sonunda ABD tarafından yapılan Marshall Yardımı'nın şartlarından biri, 5 yıllık kalkınma planlarına son verme idi.(Bir diğeri de köy enstitülerinin kapatılmasıydı.) Cumhuriyet dönemi kalkınmaları “ topyekûn kalkınma” olarak adlandırılır. Çünkü bu kalkınmalar her alanda birlikte götürülürdü. Tarım ve hayvancılık alanı topyekûn kalkınmanın tipik örneklerindendi: Devlet Üretme Çiftlikleri, Haralar, Tohum Islah İstasyonları, Vilayet Fidanlıkları, Zirai Donatım Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi, Et ve Balık Kurumu, Et Kombinaları, Süt Endüstrisi Kurumu, Un, Şeker Fabrikaları, Ziraat Bankası, Tarım Kredi Kooperatifleri, Trakya Birlik, Koza Birliği, Tariş, Ant Birlik, Çukobirlik, Güney Doğu Bakliyat Birliği, Ülfet, Fiskobirlik, Zeytincilik Araştırma Enstitüsü ve Milletlerarası Zeytinyağı Laboratuvarı (Bornova-İzmir), İncircilik Enstitüsü (Elbeyli Köyü-Aydın)… Bu arada Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'ni de unutmamak gerek. Atatürk'ün traktör üzerindeki fotoğrafını hepimiz biliriz. Bu çiftlikte çalışmak, üretmek O'nun en büyük uğraşlarından biriydi. Yine bilinir ki Taşucu Balıkçılık Kooperatifi'nin bir numaralı, simgesel değil, gerçek üyesi idi… Teknik Ziraat Okulları, Ziraat Fakültesi… Tarıma -2- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE dayalı sanayi, Sümerbank Basma Sanayileri, Hereke Yünlü Kumaş Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Sanayi, Kayseri Bünyan Halı Sanayi… Cumhuriyet'in ilanının hemen arkasından 1925'te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkarılarak üretim teşvik ediliyordu. Köyümüzde bile, halkın “çalkar” dediği, özellikle buğday tohumluklarını çerden çöpten ve ot tohumlarından temizleyip iri-dolgun, orta-düzgün, ince, tohumluğa yaramaz ama un olur, gibi ayıran elle çalışan elek(selektör) vardı. Bu hizmetten ücretsiz yararlanırdık. Biz değil miydik Sovyetler Birliği'ne, Irak, Suriye'ye, Yunanistan'a canlı hayvan satan? Biz değil miydik Arap ülkelerine mercimek, İtalya'ya makarnalık “durum” buğdayı satan? Kuru üzüm, incir, fındık satan bizdik. Türk(Ege)tütünü olmadan, olmayan Amerikan, İngiliz, Fransız tütünleri, sigaraları nerede kaldı? Şimdi, gevreğimizin olmazsa olmazı, susamı Afrika ülkelerinden almıyor muyuz? “Cumhuriyet devletinin kurulması ile ekonomik kalkınmayı sağlamada alt yapıya önem verilmiş, bu amaçla demiryolu, karayolu, denizyoluna önem verilmiştir. l938 yılı sonuna kadar oldukça kıt kaynaklarla her yıl ortalama 200 Km, toplamda 3.360km. demiryolu yeniden yapılırken, yabancı şirketlerin elinde bulunan 2.378 km. demiryolu da devletleştirilip, satın alınmıştır.” (Prof. Dr. H. Eroğlu, age sf. 340). Adapazarı Vagon Fabrikası, Eskişehir Lokomotif Fabrikası, Sivas Cer Atölyesi sadece TCDD'ye hizmet etmekle kalmamış, Üçüncü Dünya Ülkelerine de ürün satmıştır. Biz ilkokul öğrencisi iken okulumuzun bahçe duvarı dibinden geçen İzmirBandırma Demiryolu'nun değiştirilen ray demirleri üzerinde Karabük Demir ve Çelik Fabrikalarında üretilmiştir,1953 yazıyordu. TC, Osmanlı'dan çoğu toprak ve bakımsız, savaştan çıkmış, patikadan az iyi, l8.335 km. karayolu devralmıştır. l948'de karayollarının uzunluğu 45 bin km'ye çıkarılmıştır.” (age sf.341). Bu çıkarımda TCK'nın payı unutulamaz. Anlatılır ki bu dönemde Dede Ford, Atatürk'e: “Senin tüm il ve ilçelerini birbirine bağlayan karayolları yapayım.” der. Atatürk: “Ne karşılığı?” diye sorar. Dede Ford: “Tüm otobüs, kamyon, binek arabalarını ve traktörleri benden alacaksın, başka markalar girmeyecek.” deyince Atatürk: “Bende yeteri kadar kömür var, demiryolu yaparım, senin markana ve dışarının petrolüne bağımlı kalmam.” der. Bunun için Cumhuriyet'in 10.Yılı'nda bestelenen “Demir ağlarla ördük, ana yurdu dört baştan!” diyen marşlar bu nedenle vardır. “Lozan'da verilen Türk limanları arasında gemi işletme hakkından(kabotaj), sonra( deniz taşımacılığının sadece %10'u olan taşıma oranı)yolcu ve yük taşımacılığında büyük oranlara yükselmiştir. Devlet Denizyolları İşletmesi(1939), Deniz Bank(1938), Denizcilik Bankası(1952)gibi kuruluşlar bu alandaki gelişmeleri sağlamıştır.”(age sf.341) Bilindiği gibi Türk Hava Kurumunun amblemi üzerinde 1925 yazar… “23 Nisan 1920'de kurulan TBMM Hükümeti'nde sağlık işleri ayrı bir bakanlık olarak yer almıştır. 2Mayıs1920'de Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kurulmuştur. Bu bakanlık, çalışmaları ile Anadolu'da kol gezen hastalıkların (sıtma, verem, trahom, tifo, kolera, tifüs, frengi, kuduz, çiçek, veba vb.)zaman içerisinde giderek kökü kazınmış, çocuk ölümleri en aza indirilmiştir. 1923 yılında hastane sayısı 86, doktor sayısı 554,sağlık memuru sayısı560,ebe sayısı136,hemşire olarak yetişmiş eleman ise yok.”(age sf.343). Bu günkü sayıları vermeye gerek yok. Cumhuriyet Tıp'ı” dünya tıbbı ile yarışır durumdadır. Kurulan Çocuk Esirgeme Kurumu savaş sonrası şehit, yetim çocuklarına ve kimsesiz çocuklara sahip çıkmıştır. Anımsarsanız çocukluğumuzda, köy evlerinin ana kapısının arkasına yapıştırılmış bir kâğıt vardı. Sıtma savaş memurları gelir, ilaçlama yaptıktan sonra tarih ve imza atar giderlerdi. “1933-1938 arasındaki döneme, Türk sanayinin ilk ve planlı kuruluş safhası olarak bakılabilir. Uygulama çok başarılı olmuştur. Yapılacak işler ciddi incelemeye ve planlamaya dayandırılmıştır.”(age sf:333). Dönemin özelliği “ağırlıklı” olarak “devletçilik” tir. Başarılı çalışmaların parasal karşılığı, yerliliktir. Sadece 2l milyon dış borç alınmıştır.(İngiltere l3 milyon sterlin, Rusya 8 milyon dolar). Bu sayılar çok mu önemli? Evet, çok önemli. Çünkü Cumhuriyet, kuruluşunun ilk on beş yılında iki büyük dünya ekonomik krizi görmüş, geçirmiştir. Birinci kriz 1929 Dünya Buhranı… Hani Amerikan filmlerinde görmüşsünüzdür. Newyork Borsası'nda hisse senetleri havada uçuşur ya işte o kriz… İkincisi ise 1939 Dünya Krizi… Anımsayalım, 1 Eylül 1939 2. Dünya Savaşı'nın başlama tarihidir. Bu on beş yılda ve sonrasında Anadolu her yönden ayağa kalkmaya başlamış, sanayi ve eğitim bu dönemde en önemli atılımını yaptığı gibi Osmanlı borçlarını da aksatmadan ödemiştir. Ayrıca 2. Dünya Savaşı belasının içinden geçmiştir. Yukarıda anlattığımız tarıma dayalı sanayi dışında sonradan “ağır sanayi” dediğimiz sivil ve resmi s a v a ş s a n a y i k u r u l m u ş t u r. M a k i n a K i m y a Endüstrisi(MKE) ve ona bağlı Barut, Fişek ve Mühimmat ile Silah Fabrikaları…” Kurtuluş Savaşı'nda dışarıdan(Özellikle Sovyetler Birliği'nden 39 275 tüfek,327 makineli tüfek, bunların 63 milyon mermisi,54 top, bunların 150 bin mermisi,1000 atımlık top barutu,4000 el bombası,4000 şarapnel,1500 kılıç,20 bin gaz maskesi,11 milyon altın ruble para… Efendi, Soner Yalçın,sf.299) savaş araç ve gereci alan TBMM Hükümeti, Cumhuriyetin ilanından l5-20 yıl sonra 2.Dünya Savaşı sırasında Almanlara yedek top namlusu, makineli tüfek yedek namlusu, mermisi, halk arasında -3- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “pırpır” denen keşif uçağı satar duruma gelmiştir. Hem de sadece devlet değil, özel sektör bile… Bunlardan biri de Şarkıcı Melike Demirağ'ın dedesi Nuri Demirağ'dır. Demirağ,Almanlara üç pırpır satmıştır. Bu arada Karabük Demir-Çelik, Ereğli DemirÇelik İşletmelerini, Seka Kâğıt Fabrikalarını, MTA'yı, Etibank'ı, DHM ve Limanları İşletmesi, Türkiye Kömür İşletmeleri, Garp Linyitleri, Orta Anadolu Linyitleri, Şark Linyitleri İşletmeleri'ni de unutmamak gerekir. Bu dönemlerde kurulan fabrika ve işletmeler sadece bir sanayi kuruluşu değil, ayni zamanda bir kültür öbeğidir. Yönetici, memur, işçi, bekâr lojmanları, konuk evleri, aş evleri, sahneli toplantı ve konferans salonları, tiyatro kolları, müzik toplulukları, Spor kolları… Yerleşke içindeki okulları: Ör. Şeker İlkokulu, Sümer Ortaokulu, Linyit Lisesi… vb. Genç Cumhuriyet Yönetimi,1927 sayımına göre, çoğu yaşlı, savaş sakatı, kadın, çocuk olmak üzere,13 milyon nüfusa sahipti.(7 milyon kadın,6 milyon erkek)Bu nüfusun % 3'ü okur-yazar kabul edilmişti(390 bin kişi). Bu oran kadınlarda çok daha düşüktü. O dönemde okur-yazarlık, halka herhangi bir çıkar, bir ayrıcalık sağlamadığı için okula gitmek, kabul gören bir eylem değildi. Tersine mahalle mekteplerinde kâğıtkalem bulundurmak “Kâtip mi olacaksın?”diye, bir kınanma, bir cezalandırılma nedeniydi. Osmanlı bir din devleti idi. Doğaldır ki eğitimi de dinsel eğitimdi.” Bu eğitim, Tanrı ile kişi arasındaki ilişkilere hizmet amacına yönelikti. Ulusal(milli) eğitim ise kişi ile bağlı olduğu toplum arasındaki ilişkilere hizmet etme amacına yöneliktir.” (H. Ziya Ülken). Okur-yazarlık oranını artırma, insanın insan olmasını sağlamaya yönelik adımları atma işi, ilkin Atatürk'ün l6 Temmuz 1921'de Maarif Şurası'nda(Sakarya Savaşı sırası) “ulusal ve laik” eğitim vurgusu ile başlar. Sonra 3Mart 1924 Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi,1 Kasım 1928'de Latin asıllı Türk Abecesi'nin kabulü ile devam eder. Bu alt yapılar ve denemelerden sonra l7 Nisan l940'ta Köy Enstitüleri'ni kuran 3803Sayılı Yasa çıkarıldı.” Köy Enstitüleri, köylere öğretmen ve sağlık personeli yetiştirmek için kurulan, sadece köylerden öğrenci alan, iş eğitimi ilkelerine göre çalışan eğitim kurumlarıydı(50.Yıl Ansiklopedisi,sf.962).Yedi coğrafi bölgede kurulmuş 21 okuldu.Yurt yüzeyine dengeli bir biçimde dağıtılmışlardı. İkisi dışındaki okulların(Kızılçullu ve Çifteler) binaları öğrenci ve öğretmenlerce yapılmıştı. Ne zaman mı? 1 Eylül 1939'da başlayan ve 1945'te biten 2.Dünya Savaşı sırasında… Ekmeğin karne ile verildiği zamanda… Her akşam yatarken “Acaba bu gece ya da yarın Faşist Hitler'in Almanya'sı bize saldıracak mı?”diye karabasanların görüldüğü bir zamanda… Bu okullar içinde en son yapılanAdabelen'dir(l944). Köy Enstitüleri, ad olarak 13 yıl, eylemli olarak (fiilen) 6 yıl açık kalmışlardır. Bu sürede (6 yıl)15.867 öğretmen yetişti. Köy okullarının sayısı 4.077'den 13.701'e çıktı.1927'de % 3 olan okur-yazar oranı, 1935'te %20,4; Köy Enstitülerinin kapatıldığı 1950'li yıllarda ise % 33,6'ya çıkmıştır. Cumhuriyet, kırsal kesimin -köylerin ve o zamanki kasabaların- kalkınmasına çok büyük önem vermiş ve bunda da başarılı olmuştur. Köy Enstitüleri, Köy Ebe Okulları, Teknik Ziraat Okulları(Köy Tarım Okulları)Baytarlık Mektepleri, Köy Hizmetleri… Sadece kırsal kesime mi? Tüm Türkiye'yi kalkındıran, ortaçağ karanlığından çağdaş uygarlığa çıkaran Cumhuriyet değil midir? Yukarıdan beri sayılanlar maddi alanda Cumhuriyet'in kazandırdıklarıdır. Devrim yasaları ise insanımızı, insan yapan, onu kulluktan “birey”liğe,”yurttaş” lığa yükselten değerlerdir. İkisi birden “Türk Ulusu ”nu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma amacındadır. Bütün bunlardan sonra Cumhuriyet'e kendimizi borçlu saymazsak, eskilerin deyimi ile gözümüze dizimize durur. _______________________ (*)l960 mezunu Ağaç kesenlere, ormanları yok eden aç gözlülere karşı, Atatürk ile ilgili bir anı: ‘'Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !'' Bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor: Atatürk'ün Çankaya Köşkü'ndeki bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: - ''Emrederseniz derhal keselim Paşam.'' Bir an yüzüme baktı, sonra: - ''Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!'' -4- ADABELEN “Büyük başarı!” EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İYİ BİR HABER İLE SABAHI KARŞILAMAK Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ kekocabas@gmail.com Terör, cenazeler, ağlayan analar-aileler, yerlerde süründürülen insan cesetleri, sokağa çıkma yasakları, Türk ve Rus uçaklarının havadaki tehlikeli dansları vb. tatsız haberler arasında Amerika'da yaşayan Mardin-Savur doğumlu Prof. Dr. Aziz Sancar'ın 2015 Nobel Kimya Ödülü alması tüm bu olumsuzluklar arasında “umutlu, çiçekli, yıldızlı” bir haber oldu. Sayın Sancar'ın yakın dostu Orhan Bursalı sevincini, Cumhuriyet gazetesindeki 8 Ekim 2015 tarihli yazısında “Bir yıldız çaktı gökyüzünde, teşekkürlerAziz Sancar!” diyerek selamlıyordu. biyokimya alanında doktora yapar. Daha sonraki tüm çalışmalarında “DNA onarım mekanizması, biyolojik saat” öne çıkar. 1997 yılından beri North Carolina Üniversitesinde üniversite yıllarında ilgi duyduğu biyokimya-biyofizik alanında çalışmalar yapar. Aziz Sancar, 35 yıllık çalışmalarının sonunda aldığı bu ödül sonunda basına yaptığı ilk açıklamada “Çok sevindim. Sonunda oldu, 35 yıldır yaptığım çalışmaların Nobel Ödülü ile değerlendirilmesi mutluluk verici… Ayrıca ülkem için çok sevindim. Türkiye bana çok iyi bir tıp eğitimi vermişti. Bu ödülün ülkemdeki araştırmacılara güç ve güven vermesini beklerim, bu ödülü aldığım için ülkem adına gurur duyuyorum.” sözleri özellikle genç araştırmacıları yüreklendirmesi anlamında çok değerli. Amerika'yı “Beni evlat edinen ülke”, Türkiye'yi “doğal vatanım” olarak tanımlayan Aziz Sancar; Vehbi Koç ödülü olarak aldığı 100 bin dolar ile yaşadıkları kentte, memleketlerinden çok uzaklarda yaşayan Türk araştırıcılar için hayalindeki proje olan “Türk Evi”ni inşaa ederek unutmadığı ülkesine duyduğu sevgiyi somutlaştırır. 415 bilimsel makalesi olan Sancar bu makalelerden şimdiye değin 31.330 atıf almış ve evrensel bilim insanı değerlendirme puanı olan h-endeksine göre h-99 puanın sahibidir. Sancar, hücre bazında DNA onarımı üzerinde çalışmalarıyla Nobel-2015 Kimya ödülüne layık görüldü. Sancar'ın bu çalışmasına, kanser hastalığının önlenmesinde ve tedavisinde yeni ufuklar açabilecek önemli bir çalışma olarak bakılıyor. Prof. Dr. Aziz Sancar, bu ödülünü DNA üzerinde çalışan İsveçli Thomas Lindahl ve Amerikalı Paul Modrich ile paylaşır. İsveç Kraliyet Bilim Akademisi, bu üç bilim adamının ödülünü Alfred Nobel'in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık'ta düzenlenecek törenle verecek. Bir bilim insanı olarak Sayın Aziz Sancar'ın bu başarısı nedeniyle onur duydum. Onu saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bugün onunla ilgili yazılanları okurken deneysel sosyal psikolojinin kurucusu Ödemişli Prof. Dr. Muzaffer Şerif'i anımsadım. 1940'lı yıllarda önce Gazi Eğitim Enstitüsü ve sonra Ankara Üniversitesi DTCF psikoloji bölümünde çalışırken Adımlar dergisini çıkaran, artan ırkçılık akımlarına karşı “Irk Psikoloji” kitabını yazarak ırkçılığı sorgulayan, 1944'te tutuklanan ve sonra her şeyini bırakarak Amerika'ya giden bir bilim adamının hazin öyküsü asla unutulmamalıdır. Muzaffer Şerif; Behice Boran, Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes'in yakın arkadaşıdır. Amerika'ya gittikten sonra ülkesine hiç dönmez, hiç Türkçe konuşmaz ve Türk pasaportu dışında başka yeni bir pasaport almaz. Arkadaşı Ruhi Aziz Sancar, 1946 Savur doğumlu. Okuma yazma bilmeyen sekiz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu. Liseyi Mardin'de okur ve sonra İstanbul Tıp Fakültesini tamamlar. İki yıl Savur'da hekimlik yaptıktan sonra 1974 yılında Amerika'ya gider. Önce -5- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Su'ya saygısı nedeniyle Amerika'da doğan kızının adını “Su” koyar. Amerika'da sosyal psikoloji alanında çok önemli çalışmalara imza atar ve ülkesine dargın olarak vefat eder. Türk bilim insanlarının Amerika öyküleri, bu ülkenin çocuklarına gerekli olanaklar sağlandığında ne denli yaratıcı olabilecekleri anlamında önemlidir. yaratıcılıkları öne çıkaran özgür düşünce, özgür kafalarla olur. Her çocuk, doğuştan getirdiği beyinsel yetenekleriyle bir hazinedir. Okul öncesi eğitim ve kesintisiz zorunlu ilköğretim, çocuğun doğuştan getirdiği yetileri ortaya çıkaran, onu toplumsallaştıran, insanlaştıran süreçler üretir. Çocuk bu süreçler sonunda kendini yeniden keşfeder, nitelikli eğitimle nedenselliği yakalar, çocuk evrilir, gelişir ve topluma keşfeden birey olarak katkı vermeye başlar. Okullardaki din eğitimi ile çocuğun evrensel biyolojik, psikolojik gelişimi hep günah ve sevaplar arasında kalır, bastırılır. Pedagoji ve psikoloji çocuk gelişimini ve eğitimini böyle açıklıyor. . Aziz Sancar ve Muzaffer Şerif, bilim dünyasında, bilim tarihinde adlarını onurla yazdıran insanlarımız. Gelelim 2015 Türkiye'sine… Eğitim sistemimiz çocuklarımız için umut üretiyor mu? 28 Eylül'de Türkiye'de tüm okullar ve üniversiteler yeni b i r ö ğ r e t i m y ı l ı n a “ m e r h a b a ” d e d i l e r. Cumhurbaşkanı Erdoğan okulların açıldığı gün İstanbul'da bir okulda yaptığı konuşmada “Herkes ölü yıkamayı öğrenmeli, yoksa ölüler ortada kalır.” şeklindeki ilginç ifadesi yeni eğitim öğretim döneminden Cumhurbaşkanının en önemli beklentisi olarak basına yansıdı. Sayın Cumhurbaşkanı aynı konuşmasında İmam Hatiplerin okul sayısını arttırarak burada okuyan öğrenci sayısının 60 binden 1 milyon 200 bin kişiye çıkartıldığını ve bu çalışmalara devam edileceğine vurgu yapıyordu. Sayın Aziz Sancar'ın hepimizi mutlu eden başarısı, Muzaffer Şerif'in hazin öyküsü ve başarısı dilerim ülkemizde akıl ve bilimden uzaklaşan eğitimin sorgulanması anlamında yeni ufuk açıcı tartışmalar üretir. *Onurlandık, kıvanç duyduk. Ancak gönlümüzden geçen, Aziz Sancar, Amerika'da değil, ülkemizde çalışarak Nobel'i kazansa ve buluşu Türkiye'nin olsaydı ve gelirinden insanlarımız yararlansaydı çok daha güzel olmaz mıydı? Ne var ki bilime yatırım yapılmadığı sürece bu beyin göçü sürecektir. (Adabelen) Yıl 2015, Nobel ödülü ve Türkiye'de dinselleştirilen, akıl ve bilimden uzaklaştırılan bir eğitim sistemi. Sayın Cumhurbaşkanı ve “duygu bağı !” taşıdığını ifade ettiği partisi eğitim denilince “imam hatip ve din eğitimi” anlıyorlar. Okulda verilen din eğitimi süreçlerinden asla Nobel, yani yaratıcılık çıkmaz. Nobel ödülü, ancak 2015 yılı Nobel Edebiyat Ödülü İsveç Akademisi 2015 Nobel Edebiyat Ödülü'nü, Belaruslu gazeteci yazar Svetlana Alexievich'e verdi. Akademi'nin Başkanı Sara Danius açıklamasında, "Alexievich'in çalışmaları, günümüz dünyasında eziyet ve cesaretin anıtıdır." dedi. Ukrayna'nın Stanislav kentinde 1948'de dünyaya gelen Aleksiyeviç, 1972 yılında Minsk Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nden mezun oldu. Muhabirlik yaptı. Röportajları büyük ilgi çekti. Sonraları edebiyata yöneldi. 1986'daki Çernobil faciasına tanıklık edenlerle ilgili "Çernobil'den Sesler: Nükleer bir Felaketin Sözlü Tarihi" adlı kitabını 1997'de yayımlayan Aleksiyeviç, 2000 yılında hükümeti eleştiren yazıları nedeniyle hakkında açılan soruşturmanın ardından ülkesinden ayrıldı. On yıl boyunca Fransa, Almanya ve İsveç'te yaşadıktan sonra 2011'de ülkesine döndü. Aleksiyeviç'in eserleri, birçok dile çevrildi. Türkçe'ye çevrilen eserleri arasında "Nazi İşgalinde Sovyet Kadınlar" ve "Çernobil'den Sesler: Nükleer bir Felaketin Sözlü Tarihi" bulunuyor. Not: Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel Ödülleri 1901 yılında verilmeye başlanmıştır. -6- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yeni eğitim-öğretim yılı başlamışken… OKULLAR AÇILMIŞKEN... Ali KAYA* alikayadikili@yahoo.com Üstlerinde formaları, sırtlarında çantaları, koşar adımlarla yürüdüler okul yollarından. Sevgiyle sarıldılar birbirlerine… Öğretmenlerinin ellerinden öpenler, yanaklarından öpüldüler. Annesinin eline benzer bir elin parmakları dolaştı kısaltılmış saçlarının arasında! Sevgiyle sarsıldı o güzel başı! Bir ürperti, bir sıcaklık duydu bu okşayışta! gerçekleşti hep. Oysa bu sessiz kitle; kendi geleceğiyle ilgili böylesine önemli bir konuda; düşüncesi bile alınmadan, nasıl bir eğitim istediği sorulmadan; istemleri bilinmesine karşın hiç biri yerine getirilmeden, büyükleri nasıl uygun görmüşlerse öylece yönlendirilmeye çalışıldı. Üniversiteyle birlikte ömürlerinin üçte birini verdikleri bu yerde, kendi dar dünyamızda neyi nasıl istiyorsak, öyle bir zorlamayla yönlendirmeye çalıştık çocuklarımızı... Özlemlerine ve yeteneklerine göre değil de aldığı puana göre, belki hiç yeteneği olmayan bir bölüme istem dışı da olsa yerleştirdik onları... Kimileri sarışın, mavi gözleri boncuk boncuk... Kimileri esmer, üzüm karası, kömür karası gözleri! Geleceğe dönük umut dolu bakışları... Ana-babalarının gözündeki ve gönlündeki kadar güzel çocuklar! Kimileri mutlu, yüzleri güleç... Onların zeki çocuklar olduğu gözlerindeki bakışlardan bellidir. Kimileri sıkılgan, biraz da utangaç… Bir eziklik, bir mutsuzluk var kuşkuyla bakan ürkek bakışlarında. Kimileri kaygılardan uzak, yürekleri geniş çocuklar... Düşünebilme ve her şeyi öğrenebilme açlığıyla toplanmışlardı "OKUL" denilen bu çatının altında… Gereği gibi yetiştiremedik, bilgilendiremedik onları. Oysa ki ne büyük beklentileri vardı hayattan… Yaşamdan kopuk, hepten ezbere dayalı kuru bilgilerle doldurduk körpecik beyinlerini. Sorunların ve zorlukların, kendilerine düşen paylarını aşarak gelebilmişlerdi buralara. Büyük kentlerde semtler geçerek, kırsal alanlarda dereler, tepeler, bayırlar aşarak, taşımalı sisteme bile uyum sağlayarak ulaşabilmişlerdi o kutsal bildikleri okullarına... Bir bölgenin yazlarının sıcak ve kurak, kışlarının ılık ve yağışlı olduğunu sular seller gibi ezberlettik de "FAY HATTI" ndan hiç söz etmedik onlara…Sineklerin trake borularını, solucanların halkalarını, sindirim sistemlerini, midyenin kan dolaşımını öğrettik de bir deprem ânında bile nasıl davranmamız gerektiğini ne yazık ki öğretemedik çocuklarımıza!.. Sayıları kadar çoktu zorlukları ve sorunlarıyla gelen sorumlulukları... Şöyle ya da böyle hepsini aşarak gelebilmişlerdi, 28 Eylül'ün son pazartesi günü, gecikmeyle başlayan okullarına... Hep toprağın üstünü çizdik haritalar üzerine. Göllerimizin derinliklerini, akarsularımızın uzunluklarını, dağlarımızın yüksekliğini, ovalarımızın genişliğini, yaylalarımızın serinliğini anlattık da sanayi artıklarıyla denizlerimizi kimlerin nasıl kirlettiğini, yerüstü ve yeraltı zenginliklerimizin kimlere peşkeş çekildiğini, kimlerin bu tür kirli pazarlıklardan çıkar Cumhuriyetimizin 10. yılından beri söyleye geldiğimiz ve yürekten duyarak okuduğumuz; "ON YILDA 15 MİLYON GENÇ YARATTIK HER YAŞTA" sözlerindekinden daha da çoktular. Yani bu yıl, 18 milyona ulaştı okullu çocuklarımızın sayısı. Öğretmen sayısı da 900 bine… Hatta öğrencilerimiz, Cumhuriyetimizin o ilk yıllarındaki savaşlardan arta kalan nüfusumuzdan bile çoktular. Her yıl giderek artan sayılarıyla da bugünkü ülke nüfusumuzun üçte birinden daha da fazlaydılar. Öğretmenleri ve diğer eğitim çalışanlarıyla birlikte 19 milyonu aşmış bu sessiz kitle birleşip de sendikal bir güç oluşturabilse, ülkede yer yerinden oynardı. Yarınların hak aramasını bilen toplumu -görmeliydiniznasıl yetişirdi o zaman… Kendileriyle ilgili tüm yasa ve yönetmelikler, üst yönetimin o akıl almaz istemleri doğrultusunda Dün -7- 1938 FOTO TEVFİK ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE sağladığını izin vermediler, anlatamadık, öğretemedik çocuklarımıza... Binlerce yıllık ormanlarımızın her yıl yüzlerce hektarlık bölümünün yanıp kül olduğunu ve bu yangın yerlerinden kimlerin rant (getiri) sağladığından hiç söz etmedik. Kozak Yaylasının, Kaz Dağlarının nasıl ve neden yağmalanıp talan edildiğini… Su kaynaklarımızın giderek neden azaldığını, dünyamızın ve mevsimlerin giderek nasıl değiştiğini, bunun nedenlerini, niçinlerini de tartışamadık sınıflarda, izin vermediler. Henüz "Temel Eğitim” sorununu bile çözememiş bir ülkede hep birlikte yaşıyoruz. İmamla türbana takılmış eğitimimizin yıllardır patinaj yaptığını yedi âlem herkes biliyor. İslam kökten dinciliğinin bayrağı olan türbanın, siyasi iktidarların da desteğiyle üniversite kapılarını ve devlet dairelerini nasıl zorladığını da biliyor herkes. Bugün kitaplar dağıtırken çocuklara “Harçlıklarınızı bize gönderin ki kurşun alabilelim” diyerek onların harçlıklarına göz dikti. Bakanlık koltuğunu işgal eden bu kişi ertesi gün gazetecilerin bir sorusu üzerine hiç yüzü bile kızarmadan, “özür dilerim kitabı incelemeden dağıtmışım“ diyeceği yerde “Ne varmış bunda” diyebilme aymazlığını bile gösterdi. Yarınların umudu çocuklarımız, deneme tahtası olmaktan bıktılar artık. 6 yaş grubu dedik, olmadı…60 aylıkken ana kucağından koparıp aldık, gözleri yaşlı okul yollarına saldık sabahın kör karanlığında. Henüz oyun çağına bile gelmemiş yavrucaklarımıza yazık ettik!.. Yüz binlerce üniversite mezunu öğretmen adayı yıllardır atanmayı beklerken, eğitimci olmayan imamları öğretmen diye sınıflara soktular. Çocuklarımızın körpecik beyinlerini örümcek ağlarıyla örmeyi sürdürürken, biz aydınlar; tüm bu olup bitenlere göz yumduk, isyan etmedik bu keyfi uygulamaya. Çok amaçlıyı denedik, tutmadı. Çok programlı lise dedik, programı uygulayacak öğretmen bulamadık. Beceremedik hiç birini, yüzümüze gözümüze bulaştırdık her şeyi… Din derslerini önce isteğe bağlı olsun dedik, kafalar karıştı. Sonra da zorunlu hale getirdik. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine baş vuranlar haklı çıktılar. AİHM kararını da hiçe saydık, görmezden, bilmezden geldik. Kaç kuşak harcandı bu “dindar ve kindar bir nesil yetiştirme” ihtirasları yüzünden. 90 yıllık cumhuriyet tarihimizde eğitimimizi köklü bir "devlet politikası" haline getirememenin acılarını yaşıyor, sıkıntılarını çekiyoruz ulusça. Her iktidar, kendi politikalarına ve kafalarına göre yön verdi okullara. Tevhidi-i Tedrisat'a rağmen her mahallede çığ gibi kuran kursları türedi. Bu da yetmedi neredeyse tüm liseler İmam Hatip okulları olurken, bu yollarla geleceğe kötü tohumlar ekildiğinin kimse ayrımına varmadı. Cami sayısı okul sayısını geçti. İmam Hatip kulları sanat okullarını katlarken, yozlaşma ivme kazandı bu ülkede. Bakalım, daha nereye kadar gider bu başıbozukluk, hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Taşımalı sistemde kazaların önüne geçemedik. Okullarda yemek verelim denildi, kokuşmuş bayat, hatta bozulmuş yiyeceklerden toplu zehirlenmeler oldu. 21. yüzyılda bile biz, bir eğitimin temellerindeki taşla toprağı, harçla tuğlayı birbirine karıştırdık, oturtamadık temeli. Aslında, geçtiğimiz yılların flaş olayı şu Gezi Parkı başkaldırısı, biraz geç kalmış isyanıdır halkımızın. Daha eğitimimizdeki dört dörtlük eğitim rezaleti kararının alındığı günlerde yapılmış olsaydı bu halk direnişi, böyle bir rezalet yaşanmamış olacak ve geri adım atmak zorunda kalacaklardı. Türk gençliği, Atasının “Gençliğe Söylevi”nden , “Bursa Nutku”ndan ve “damarlarındaki asil kandan” aldığı güçle kendiliğinden “Haziran Hareketi”yle şahlanışa geçti yaşlısı, genci, kadını erkeği… Yurdun her köşesinde “isyanları” oynadı ülkesini sevenler. Köylerdeki okulları kapatarak, öğretmenlerimizi şehirlere çektik ve imamların insafına terk ettik köylerimizi. Bile bile karanlıkta bıraktık onları.Anadolu bozkırını aydınlatacak o bir tek mumu, meşaleyi göz göre göre söndürdük, göz yumduk köylerimizin karanlıkta kalmalarına. Bu da yetmedi… Cumhuriyetle veAtatürk'le sorunu olanlar bunu da yeterli bulmadılar. Gençliği harekete geçiren “Hitabe”yi ve Atatürk'ün posterlerini duvarlardan, TC'yi tabelalardan indirme cüretini bile gösterdiler hiç utanıp sıkılmadan... “Andımızı” yasakladılar. “Türk'üm, çalışkanım…” demek suç sayıldı ülkemizde. Adının başında “Milli” yazan bir bakan okulların açıldığı gün savaş çığırtkanlığı yapan Uyuyan halkımız, üzerindeki ölü toprağını silkeleyip bir atabilse, ah bi atabilse… Emin olun ondan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı da herkesçe biline… -8- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Güncellenen bir konu: "Mankurt / Mankurtlaşma" Hüseyin YAŞAR huseyinnyasar@hotmail.com diye sorgulamadan önce, okullarımız ne işe yarar, sorusunun yanıtını aramamız gerekir. Okullar açılacağı zaman hep bu sözcükler aklıma gelir. Ne olduklarını anlatınca, neden hep eylüllerde okullarımızı ve insanlarımızı anımsadığıma hak verirsiniz, diye düşünüyorum. Okullarımızda dersler derslik denilen kutularda yapılır. Laboratuvara ve gerçek laboratuvar olan doğal ortama gidilmez, ya da nadiren gidilir. Beyin, derslikteki aynı uyarıcıları uzun süre algılamaktan usandığı için, bir süre sonra hayal alemine dalar. Bu durumda öğrenci, bedensel olarak sınıfta, fakat zihinsel o l a r a k b a ş k a y e r l e r d e d i r. A n l a t ı l a n l a r ı duyumsamaksızın deftere yazar, sonra bunları bir dua gibi ezberler. Bilgiler, vücuda giren yabancı bir madde gibidir. Çünkü merak edilip sorgulanmamış / denenmemiş, yani işlenip kişiye mal olmamıştır. Cengiz Ayıtmatov ,''Gün Uzar Yüzyıl Olur'' adlı romanında, Avarların(M.S. ııı.-ıv.yy.) ele geçirdikleri esirlere uyguladıkları işkenceleri anlatır: Tutsaklardan sağlıklı olanların kafa derisi yüzülür. Yüzülen kafaya taze deve derisi geçirilir. Tutsak aç-susuz ıssız bir çöle atılır. Deri kurudukça kafayı sıkar. Çıkan saçlar da deri engellediği için, yukarıya doğru çıkamaz; aşağıya, beyine doğru ilerler. Beyine batan saçlar, kuruyan ve onun için kafayı sıkan derinin verdiği acı bilinç kaybına yol açar. Bu noktadan sonra kendisine kim su ve yiyecek verirse o kişiye itaat eden bir ''insan ''tipi ortaya çıkar. O kişi artık onun efendisidir. Bu olaya mankurtlaşma, ortaya çıkan canlı robota da mankurt denir. İçeriği ve güncelliği tartışılmaya muhtaç olan müfredat, öğretmenler aracılığı ile öğrencilere, mutlak doğrularmış gibi bellettirilir. Öğrenci, büyüklerin her dediği doğrudur, anlayışı ile verilen bilgileri tartışmadan ve sorgulamadan kabul eder. Sınavlarda dört veya beş seçenekle bukağılanmış test soruları ile akademik(!) bilgileri ölçülür(!).4 veya 5 seçeneğin dışında düşünmeye gerek yoktur ve bunların dışında verilecek yanıt da geçersizdir. Bu yaklaşım, karşıdakini zihinsel olarak tecavüz ederek, efendi-mankurt ikilisini ve ilişkisini yaratmayı amaçlamaktadır. O zamanlar, mankurtlara en olumsuz koşullarda deve güttürülürdü. Asya çöllerinin sıcağında ve soğuğunda en ufak şikâyetleri olmazdı. Biraz yiyecek ve sırtlarına giyecek bir hırkadan başka istekleri olmazdı. Mankurtlar düşünmez ve hissetmezler. Bilgileri verilen talimatlardan ibaretti. Merak etmezler. Verilen talimatlara itirazsız itaat ederler. Efendilerinin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olurlardı. Efendisinin söylediklerine kalben inanırlar, kuşku duymazlar. Efendileri adeta tanrı mertebesindedir. Onun söylediklerinin dışında doğru yoktur, tek/mutlak doğrularına karşı çıkanları affetmezler. Avarlar'dan 1500 yıl sonra da, mankurtlaşma modern okul binalarında halen sürüp gitmektedir. Sokakları dolduran mankurtların adresi işte burasıdır. Bu anlatılanlar size yabancı gelmemiştir, diye düşünüyorum. Çünkü çevremizde, betimlenen bu insan tipinden milyonlarcası bulunuyor. Ortaya atılan bir söylentinin doğruluğunu araştırmaya gerek görmezler, hemen inanıp saldırıya geçerler. Bolu'da bir söylentiye uyarak, kalabalık bir grubun G. Doğulu işçilerin kaldıkları binayı ateşe vermeleri gibi. Provokasyona müsaittirler. Mankurtlar, efendileri ülkeyi dini, etnik, mezhepsel, biz/siz olarak parçalasa bile ondan vazgeçmezler. Yanlışı sorgulamazlar, tersine ona sahip çıkarak doğruya gideceklerine inanırlar. Çevreye bakınız. Böylesi bir toplumda demokrasi var mıdır? Teknoloji gelişmiş midir? Gelişmemişse öncelikle ekonomik ve buna bağlı olarak ulusal bağımsızlıktan söz edilebilir mi? Seçimlerden çıkan sonuç sağlıklı mıdır? Yoksa seçim sonuçları, çoğulcu görünüşlü tekilci bir sonuç mudur? Ülkemizde ''En büyük tehlike eyleme geçen cehalettir' ve sokağı ele geçirmiştir ve sokak bütün kurumları kuşatmış bulunaktadır. Ne dersiniz? Dostça selam Nereden yetişir bu insan tipleri, ocağı neresidir, -9- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Geldiğimiz noktada, E. Atabek'ten “Yerli ve milli” ye dair bir alıntı DEVE T. Ayhan ÇIKIN* t.ayhan46@gmail.com …. Bir okuldayız. Yerli Mallar Haftası işleniyor. Öğrenciler evlerinden meyveler getirmişler. Baktım, elmalar gelmiş, Şili'den; muz gelmiş, Çikita, Brezilya'dan; Kivi gelmiş, Honduras'tan. Çocukların giysileri L.C.Waikiki'den, Benetton'dan, Lacost'tan. Ayaklarında Adidas'tan, Nike'dan. Cep telefonları Samsung'dan. Gülmüştüm. Yanımdakilere “Tek yerli mal çocukların kendileri” demiştim. Onlar da gülmüşlerdi ya, yanlıştı yorumum. Çocukların biyolojileri yerliydi, ama kültürleri ne yerliydi ne de milli. - Gülcan Eraktan'a teşekkürlerimleSakallı, şalvarlı Mollanın biri Duraktaki taksiden Girer de içeri Hareket eder taksi Radyoda güzel bir melodi Güneşle birlikte Güzellikler sunmaktadır Şehrin kirlenmiş iklimine Yükselir mollanın sesi : “Kapat radyoyu Günahtır müzik Yoktu peygamber efendimiz döneminde” İzledikleri filmler Amerikan filmleriydi. Görmek istedikleri yer Disneyland'dı. Aileleri çocuklarının İngilizce bilmesiyle övünüyordu. Bu övünç üniversite sonuna kadar devam edecekti. Kibarca kapattı radyoyu sürücü Çekip arabayı kenara İnip açtı kapıyı “Lütfen beyefendi ininiz Peygamber efendimiz döneminde Yoktu taksi, araba Siz en iyisi Karşı sokağın başında Bir deve bekleyiniz” Milli Eğitim'in adı milli idi, eğitimi ise milli değildi. Yetkililer anaokulundan başlayarak din eğitimi yapılmasını istiyorlardı. Osmanlıca öğrenilmeliydi, Arapça bilinmeliydi, aslında istedikleri Arap alfabesine dönmekti. Eğitim Amerika ile Arap kökenli kültür arasına yerleştirilmek isteniyordu. Aslında tek “milli eğitim” hamlesi Köy Enstitüleri idi. O da “köylüler uyanır da toprak sahibi olmak ister, hayatlarına, emeklerine sahip çıkar” korkusu ile gerici iktidarlar eliyle kapatılmıştı. Geri yanı yerli de olmayan, milli de olmayan diploma fabrikaları idi. E-POSTA 1. Ne zaman ki unutulduğumu düşünsem Bir sincap girer e-postama Mazi kaybolup giderken Anımsatır hala - bir dostun varlığına2. geldi hazan ayları soldurdu gülümü güz rengi yapraklardan kovdum ölümü görmedim, girmedim, gezmedim bahçende ne zormuş sanal âlemde yaşamak zulmü Neyiniz yerli, neyiniz milli? Diliniz Türkçe. Sizi siz yapan dilinizdir. Türkçeye önem mi veriyorsunuz? Geçmişinizde Arapça var, Farsça var, ona sarılıyorsunuz. Geleceğinizi İngilizce'de görüyorsunuz. Dahası Çinceyi öğreneceksiniz. Türkçe'yi kuşa çevirdiniz. Twitter'in cıvıltıları ile Facebook'un kısaltmaları arasında yeni bir dil oluştu. Siyaset diliniz “yahu ile ulan arasında” yeni bir üslup kazandı. Kala kala, “milli marş” ile “milli takım” kaldı. Geri yanı ortada.…. * Prof. Dr. - Emekli öğretim üyesi 28.09.2015-Cumhuriyet -10- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE CAHİT KAVCAR'IN ÖĞRETMENLİKTE 50. YIL (1965-2015) TOPLANTISI VE KONUŞMASI Arş. Gör. Sedat KARAGÜL sedatkaragul@gmail.com Bu güzel tablo karşısında ağlar mıyım diye korkuyorum. Eğer ağlarsam mutluluk ağlaması olur bu. İnanın beni çok duygulandırdınız. Sevgili sunucumuz öğrencim İlknur Türkkaan'a, biraz önceki çok güzel müzik dinletisini sunan müzisyen öğrencim Zeynep Ünver ve pırıl pırıl iki öğrencisi Gökçe ve Görkem'e, slayt gösterisi için Düzenleme Kurulumuza özel teşekkürlerim var. Açılış konuşmaları için Armağan Kitap Düzenleme Kurulu Başkanı Münevver Oğan'a ve Sevgili Dekanımız, öğrencim Prof. Ayşe Çakır İlhan'a çok güzel sözleri için teşekkürlerimi sunuyorum. Sayın konuklar, gerçek anlamda bir sanat olan öğretmenlik mesleğini 50 yıl yaşamış ve yaşatmış olmak, binlerce on binlerce öğrenci yetiştirmek bir kişi için büyük bir onurdur. İşte sizin sayenizde bu mutlu kişilerden biriyim ben. İçinizde henüz emekli olmayanların da sağlıkla ve yüz akıyla 50 yıl ve daha fazla hizmet etmelerini, bu duyguları yaşamalarını diliyorum. 50 yıl önce 22 yaşında genç, toy bir lise öğretmeni meslek defterinin ilk sayfasını Kars'ta, Alpaslan Lisesi'nde açıyor. Saçı başı yerinde, bayağı yakışıklı gencecik bir öğretmen. Bir ara Kars Göle'de bir mandırada bir buzağı ile fotoğraf çektiriyor. Çok samimi bir poz bu. Armağan Kitap, sayfa 473'te bu fotoğraf. Buzağı benden daha yakışıklı. Göreceksiniz. Çok sevdiğim bir fotoğraf o. Şu an aramızda o dönem Kars Alpaslan Lisesi'nden 7 öğrencim var. Biraz sonra tanışırsınız 50 yıl önceki öğrencilerimle. Ve 50 yıl defteri Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde sona eriyor. Arada Bilkent Üniversitesi, Malatya İnönü Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi'nde yıllar süren çalışmalar var. Ama Ankara Üniversitesinden hiç kopmadan oldu bunlar. Sağlıkla, yüz akıyla bitiyor defter. İşte bu büyük onur. 50 yıl ne götürdü? Gençliğimi. 22 yaşındaki genç Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cahit KAVCAR öğretmenlikte 50 yılını doldurdu. 1965 yılında Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitiren Prof. Kavcar, aynı yıl Kars Alpaslan Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olarak mesleğe başladı, 2010 yılında yaş sınırı nedeniyle Ankara Üniversitesi'nden emekli oldu. Ama yüksek lisans ve doktora dersleri ile tez danışmanlığına devam etti, halen de ediyor. Meslekte 50 yıl dolayısıyla Prof. Kavcar'ın öğrencileri Öğretmenlikte 50 Yıl (1965-2015) – Prof. Dr. Cahit Kavcar'a Armağan adıyla bir kitap çıkardılar (Ankara 2015, Anı Yayıncılık, 506 sayfa). Altı ana bölümden oluşan bu kitap Mart 2015'te yayımlandı. Kitabın ana bölümleri: 1. Cahit Kavcar ve Başlıca Çalışmaları, 2. Anılar Görüşler İzlenimler, 3. Cahit Kavcar'ın Birkaç Makalesi, 4. Ekler, 5. Özgeçmişi, 6. Cahit Kavcar Albümünden. “Anılar Görüşler İzlenimler” bölümünde 103 öğrencisi ve meslektaşının yazıları yer almaktadır. 8 Mayıs 2015 günü saat 16.00'da Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Hasan Âli Yücel Salonu'nda bir toplantı yapıldı, bu armağan kitap, yazarlarına ve davetlilere sunuldu. Toplantıya geniş bir katılım oldu. Bu arada çeşitli konuşmalar yapıldı, müzik dinletisi sunuldu, Cahit Kavcar teşekkür konuşması yaptı, şiirler okundu ve akşam Çınar Restoran'da yemek yenildi. Cahit Kavcar'ın Konuşması “Sevgili Dekanım, Sayın Konuklar, Sevgili Öğrencilerim, Hoş geldiniz, onur verdiniz. Güzel ülkemizin çeşitli yerlerinden, Kıbrıs'tan ve başkentimizden bu toplantı için koşup geldiniz, beni çok mutlu ettiniz. Hepinize ayrı ayrı, içten teşekkürlerimi sunuyorum. -11- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE konuşurken, “Yaş 25'i geçince sağlık sorunları, hastalıklar normal” diyorum. Şu an salonumuzda 25'ini geçen galiba 4 kişi varız. Biri ben, biri Milli Eğitim Bakanlığı Emekli Müsteşar Yardımcısı Mehmet Gündüz, biri önceki dekanlarımızdan Nizamettin Koç, biri de Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Hayrettin Parlakyıldız. Kalan hepiniz 25'ten küçüksünüz. Hoşunuza gitti mi? Sevgili konuklar, bütün gücümle bir Cumhuriyet öğretmeni olarak görev yapmaya çalıştım. Sizleri de Cumhuriyetin temellerine, ilkelerine, devrimlerine gönülden bağlı olarak görüyor, bundan büyük mutluluk duyuyorum. Cumhuriyeti kuranlara ve Büyük Önder'e olan gönül borcumuzu ödemek kolay değil. Armağan Kitabın çok değerli yazarları, bu kitap sizin eserinizdir. İçindeki yazıların çok güzel ve çarpıcı olduğunu göreceksiniz. Beni çok etkiledi, çok duygulandırdı bu yazılar. Hepinize en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Yazılarınızla kitabımızı renklendirip zenginleştirdiniz, değerini arttırdınız. Kitabımızda 103 yazarımızın anıları, görüşleri ve izlenimleri yer alıyor. En içten teşekkürlerimden biri Düzenleme Kurulumuza. Münevver Oğan, Dr. Saliha Karagöz Güzel ve Arş. Gör. Sedat Karagül bir yılı aşkın bir zamandan beri bu Armağan Kitap için canla başla çalıştılar. Üçü de öğrencim olan bu üyelerimize en derin teşekkürlerimi sunuyorum. En çok emek veren ve en çok yorulan Sedat Karagül olduğunu da belirtmeliyim. Sayın konuklar, Düzenleme Kurulumuzu ve yazarlarımızı hep birlikte bir alkışlayalım lütfen. Bu güzel baskıyı gerçekleştiren Anı Yayıncılık'ın sahibi Özer Daşcan ve çalışma arkadaşlarına, özellikle teknik eleman Yeliz Güner'e çok teşekkür ederim. Toplantımızın bundan sonraki kısmını yönetecek olan, kendisiyle her zaman övündüğüm öğrencim Prof. Sedat Sever'e candan bir teşekkürüm var. Son olarak, hayal olan bir dileğimi ve önerimi belirtecek, bir şiirle bitireceğim. Hayal dileğim ve önerim, bundan sonraki 50. yılı da yani 100. yılı yine hep birlikte bu salonda kutlamaktır. O zaman, yani 2065 yılında ben 122 yaşında, sizin pek çoğunuz da 100 yaşından fazla olacağız. Var mısınız sayın konuklar? öğretmenin yerinde şu an karşınızda 72 yaşında, kel kafalı, bembeyaz saçlı, yaşlı bir öğretmen var. Ağlayayım mı şimdi? Hayır. Nedenini az sonra belirteceğim. Zaman zaman kendi kendime, ünlü şairimiz Tarancı' nın şu dizelerini okurum: Şakaklarıma kar mı yağdı ne var Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz Ya gözler altındaki mor halkalar Neden böyle düşman görünürsünüz Yıllar yılı dost bildiğim aynalar Zamanla nasıl değişiyor insan Hangi resmime baksam ben değilim Nerde o günler o şevk o heyecan Bu güler yüzlü adam ben değilim Yalandır kaygısız olduğum yalan Peki üzgün müyüm? Hayır. Öyleyse 50 yıl ne getirdi? Şu güzel tabloyu, sizleri getirdi. On binlerce öğrencimi, bu Armağan Kitabı getirdi. 5 yıl önceki Çalıştayı ve Çalıştay Kitabını getirdi. Çocuklarımı, torunlarımı getirdi. Küçük torunum 3 yaşındaydı. Ben evde bir dostla konuşurken, “Cep telefonuyla fotoğraf çekmeyi bilmiyorum” dedim. Oyun oynarken bunu duyan torunum, “Dede ben sana bunu öğretirim.” dedi. Güzel değil mi? Şimdi 5 yaşında olan 3 yaşındaki bir enik, 70 yaşındaki dedesine ders veriyor. 50 yıl bu torunumu da getirdi. 22 yaşındayken bu saydıklarımın hiçbiri yoktu. Çünkü o zaman 50 yıllık bir öğretmen değildim. Bu nedenle hiç üzgün değilim dostlar. Çünkü insan yaşamında her dönemin özellikleri, güzellikleri var. Yaşamda yaşlanmak var, yaş almak var. Tam yeri gelmişken nefis bir kitabı anacağım. Mina Urgan'ın “Bir Dinozorun Anıları” kitabını. Henüz okumayanlara özellikle öneriyorum. Yaşlanmak, yaş almak konusunda çok seveceksiniz. Yaş almanın getirdiği önemli bir durum sağlık sorunları, hastalıklar ve ilaç kullanmalar.Artık onlarla birlikte yaşamayı da öğrendik, öğreniyoruz. Zaten başka çare yok. Ne yapalım, hayat “goley” değil. Birçoğunuz bilir, ben dostlarımla, sevdiklerimle -12- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE SEN GİDİNCE Emin UGUNLU emin.ugunlu@gmail.com Sen gidince Suyun niçinliğine dönerdi Kaygılarımın yaralı kuşkuları Şimdi şiire geçiyoruz. Çok ünlü bir şairimizin çok ünlü bir şiiri: Anlatamıyorum Ağlasam sesimi duyar mısınız Mısralarımda? Dokunabilir misiniz Gözyaşlarıma ellerinizle? Kendimden kalkar kendime gider Hiçliğin hiçliğine uçardım Kuş dallarına kuşlarının konamadığı zamanların En uçlarına konardım Oradan başlardı sana gitmemin yolu Sensizliğinde Uzun uzun kalırdı Sancılanan zamanlarım Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Su, çiçeklerin köklerindeki senliğe inerdi Ben, suyun en içindeki damarların doğumunda akardım Sen gidince Yıldızların ağrılarının arkasına Sensizliği Taşın sancılarının aynasında arardım Bir yer var, biliyorum Her şeyi söylemek mümkün Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum, Anlatamıyorum. Orhan Veli Yağmur, gözyaşlarını içine atar Sancılarının yankılarını saklayarak yağardı Bunu sensizliğin kahrına yorardım Sen gidince Tekrar hoş geldiniz diyor, bana unutulmaz onur verdiğiniz için teşekkürler, sevgiler ve saygılar sunuyorum.” Uçurum, en dipteki özleminin En ağrılı yerine Yüreğindeki yangından bakardı Ben, iç denizlerimin bir solgun kıyısında Ağlardım Sen gidince Adres: Sedat Karagül Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi 3220 Numaralı Oda Cebeci-ANKARA Telefon: +90 312 363 33 50 / 3220 ---------------------------------------Not: Öncelikle Cahit Kavcar'ı 50 yıllık hizmeti için yürekten kutluyoruz. Yazı içinde fotoğrafını gördüğünüz söz konusu kitaptan derneğimize ve bana da göndermiş. Kitaptan bazı yazıları hemen okudum ki hepsini okuyacağım. İlk izlenimim, yazıları olan öğrencileri sanki Adabelen'den yetişmişlerdi. Yazılarda hep Adabelen havası var. Bundan onurlandık, gururlandık. Kendisine içten teşekkür ediyoruz. Saygı ve sevgilerimizi yolluyoruz. İsmail Tuna -Adabelen -13- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE O ADAMI RAHATSIZ ETTİM Rıza YETİM yetimriza@gmail.com olmadı.Ayrılırken, “Amca, “ diye uyardım. “ Senin için sen de ben de iyi yapmadık. Bu, kökten bir çözüm değil.” “ Değilse, kökten çözüm nedir bana söyleyebilir misin? “ “ Onu ben değil, sen bulacaksın. “ Adam, allak bullak olmuştu, nereye gidecekse benden ayrılırken bir hayli tedirgin ayrıldı. Belki de insan olduğunun ayrımına varır, diye düşündüm; ayrımına varır ve uykusu kaçar bir parça insanlık, ufacık bir beyin varsa onda. Onu sık sık görüyordum, çöp kutusundan yiyecek bir şeyler topluyordu. Saçı sakalına karışmış, altmış yetmiş yaşlarında, acınası bir kocaydı. O gün sezdirmeden yanına yaklaşmıştım. “ Ne yapıyorsun? “ diye sordum. “ Kendime yiyecek bir şeyler topluyorum.” “ Pis ve zararlı değil mi.? “ Pis ve zararlı diye beğenmemezlik etsem, açlıktan ölür giderim.” “ Peki, neden bu duruma düştün hiç düşündün mü? “ “ Neye düşüneyim, alın yazım bu. Allah öyle istemiş. “ “ Allah neye öyle istesin, seni de, varsılları da, işi olanları da, işi olmayanları da o yaratmadı mı? Hem Allah haksızlık eder mi kendi yarattığı kullara? Kendi suçunu, düzenin suçunu neyeAllah'a yüklüyorsun? “ “ Haşa, etmez ama ben yazgıya inanırım. Benim yazgım, ben doğmadan yetmiş bin sene önce yazılmıştır.” “ Demek ki, bu haksızlığı, bu acımasızlığı Allah yapıyor sana? “ “Allah yapmıyorsa, kim yapıyor öyleyse? “ “ Neden başımızdakileri düşünmüyorsun? “ “ Hiç olur mu beyim, onlar bizi Allah adına yönetiyorlar. Hem büyüklerimize karşı gelmek, onlara kötü söz söylemek çok günahtır. “ “ Onlar, senin gibi aç değiller ama. Her biri, açgözlü bir biçimde Karun gibi yaşıyor. “ “ Yaşamasınlar mı? “ “ Sen, ' yaşasınlar,' dersen yaşarlar elbet. Onların sen ve senin gibilerden istediği de bu zaten. “ “ Peki, ne demeliyim? “ “ Ali' de Veli' de, Ahmet' de, Mehmet' de, Hasan' da, Hüseyin' de var da, bende niye yok? “ demelisin. “Suyun başını tutmuş olanlar, hem herkesi, hem de beni düşünmek, hem herkese, hem de bana iş ve aş vermek zorunda,” demelisin. “ Dersem verirler mi? “ “ Demezsen hiç vermezler.” Durup düşündü kaldı.Aklı karışmış, rahatı kaçmıştı. Birlikte fırına gittik, ona beş tane ekmek aldım. Bakkala uğradık, poşetine peynir zeytin, helva koydurdum. Dünyalar kendinin olmuştu, ama benim TEPKİSİZLİK, ÖLÜM DEMEKTİR! “ Göz önünde olup bitenlere kim tepkisiz kalabilir? Hiç kuşkusuz, yalnızca ölüler.” “ Öyleyse neden tepki vermiyorsun, ölü müsün? “ “ Ölü değilim ama diri de sayılmam. Çünkü acımasız vahşi anamalcılar ve onun ortakları, kendimizi bile tanımayacak hale getirdiler bizi.” “ Güç kullanarak zorla mı? “ “ Hayır, beynimizi yıkayarak, bir de dolarla.” “ Sen razı olmasaydın hiçbir şey yapamazlardı. Örneğin, bağlı olduğuna inandığın ya da öyle sandığın, 'seve seve canımı veririm dediğin Cumhuriyet ve Atatürkçülük, özgürlük, egemenlik, ülke bütünlüğü avuçlarının içinden kayıp giderken hiç tepki vermeden kurbanlık koyun gibi boynunu büküp bakınmakla yetindin. ' Bu eğitim nereye gidiyor, hani benim okullarım, gül yüzlü, güneş gözlü yavrularımız ne olacak,' diye kendine sormadın. Hep bakındın durdun bakalım ne olacak diye. Ödün patladı “ bana dinsiz “ derler diye. Görüyordun oysa her şey inançlar kullanılarak tanrı adına inanç adına yapılıyordu. Çalıp çırpmaların, yakıp yıkmaların, ayırıp seçmelerin, ötekikeşmelerin, can yakmaların kan dökmelerin, horlamaların itip kakmaların, insanları kadın erkek diye ayırıp kadınları aşağılamanın, kadınları hiç acıyıp canlı canlı doğramanın, kızları on dört yaşında erkeklerin kucağına itmenin gerekçesi hep din ve tanrıydı. Ne yazık, sen bunları bilip gördüğün halde sesini çıkarmadın. “ “ Bir başıma ne yapabilirdim? “ “ Öyle söyleme! Her şey birle başlar, bir olmayınca iki olmaz. Tıpkı damla olmayınca denizin olmayacağı gibi. “ “ Şimdi algılıyorum bir ve birey olamadığımı. Keşke -14- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “ İçten olursan inanırlar. Söylemesini bilirsen neden şimdi olduğunu anlar. “ “ Öyleyse sorun yok? “ “ Çözmek isteyene sorun her zaman vardır, yeter ki çözmek iste. “ “ İsterim elbette. Ölmedim ya. “ “ Sevindim böyle söylediğine. Çünkü bu bir tepkidir. Yeterli de olmasa tepkiler, tepkileri doğurur. “ üzerime düşenleri yapsaydım. Keşke rahatıma kıysaydım. Keşke tepkimi haykırarak, yazarak ortaya koysaydım. Şimdi çok pişmanım ama iş işten geçti. “ “ Hiçbir zaman iş işten geçmez. Son anda bile yapılacak bir şeyler vardır. “ “ Şimdi ne yapabilirim örneğin? “ “ En azından yakınlarını uyarıp uyandırabilirsin. “ Bana inanırlar mı? ' Neden şimdi? ' demezler mi? AKLINDAN ÇIKAR Prof. Dr. Osman GÖKÇE bilim.ege@gmail.com Şardağı'nın önünden kalkan Atlas Dağı'nın eteğini dolanan Bir kamyon gelir Dağları ovaları inleterek Toz toprak içinde SuskunTülüce Dağı'nın dibinde Kantarma'da durur Harıl harıl nefes alır Homurdanır Binerim fasulye çuvalları yüklü sırtına Yüküne yük eklenir Muavin “Tamam abi” der Yağcı bir sesle Şoför basar gaza Beyninin en uç köşesinde Bir yer ayır bana Bir odacık Milyonlarca hücreden Bir hücrecik Kapat beni Kilitle kapısını At anahtarını karanlık kuyulara Ne varsa geride kalan Hepsini unut Aklından çıkar Kurşun yemiş gibi inler motor Tekerler döner Önüm gurbet Arkam hasret Ne varsa geride kalan Hepsini unut Aklından çıkar Yeri gelirse Bir düşün Sığındığım yere Sığınmak gereği çıkabilir bir gün Esendere akmaz olur Sesini kesebilir Berit Dağı küser Baytaran çiçeği Sarısavruk çiçeği açmaz olur Gökdam parçalanır Parça parça düşer başına O zaman Kilitlediğin kapıyı çal Ben açarım içerden Ne varsa geride kalan Hepsini unut Aklından çıkar Boşanır dizimin bağı Gözlerim dolar Yarı bulanık bakarım dağlara Berit'ten aşağı yaslı bir duman yürür Doldurur dereleri Tepeleri örter Tüm doğayı bürür Gelir üstüme üstüme O koca kayalar görünmez olur Kayalar boyu kamalaklar Ulu göknarlar Asırlık ardıç ağaçları kaybolur sisler içinde Görünmez olur Ben görünmez olurum Ne varsa geride kalan Hepsini unut Aklından çıkar Osman Gökçe Gerence Köyü, 21.07.2015 -15- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bugün git, yarın gel! Kamu Hizmetleri Nasıl Yürütülüyor ? E. Tahsin YÜCEL yucelte@gmail.com etmediler. Belgelerden biri 120 km uzaktaydı. Bunu iki gün sonra getirebildik. Adı yok denilenler de evlerine gidip, vergilerini ödediklerini gösteren belgeleri getirdiler. İş bununla da bitmedi. Daha önce söylenmeyen bir çevre temizlik borcu daha çıkardılar.Az miktarda olduğu için, uğraşmadan ödeyelim diye vezneye gittik. “ Böyle bir borcunuz yok” karşılığını aldık. Aynı salonda olan iki masa arasında bile kayıtların eksik olduğu anlaşılıyordu. Sonunda temiz belgesini ve buna göre numaralama belgesini alabildik. Defterdarlıktan da temiz belgesi almak gerekiyordu. Sabah saat 09.10'da ilgili birime gittik. Bir salonda sekiz görevli vardı. Biri çalışıyor, diğerleri çay ve çörekle kahvaltı yapıyordu. On dakika kadar bekledikten sonra işimizi incelediler. Geçen yıl iki daire sahibinin gelir vergisini ödemediğini söylediler. Bunlar da zamanında ödenmişti. Belgelerini getirmek için iki gün daha uğraştık. Fakat iş yine bitmedi. Daha önceki yıllardan birinde tahakkuk yanlış yapılmış. Bundan dolayı 600 000 TL (60 ykrş) borç varmış. Gecikme cezasıyla birlikte borç 15 milyon TL (15 YTL) olmuş. “Tahakkuku siz yaptınız. Yanlış yapılmışsa bizim suçumuz yok. Biz tahakkukta yazılanı ödedik” dedikse de kabul edilmedi. Temiz belgesini bir an önce alabilmek için bunu ödedik. Tapuda belgelerimiz incelendi. Bir dairenin oturma ruhsatında daire numarası yazılmamış. Bunu yazdırmamız gerektiği bildirildi. Yeniden belediyeye gittik. İlgili görevli, konuyu inceleyeceğini, birkaç gün sonra gelmemizi söyledi. Bitmiş, on üç yıl önce son oturma ruhsatı alınmış binanın görülüp incelenmesi anlamsızdı. Numarasız dairenin hangisi olduğu projede belliydi. Görevliye, “Sizi şimdi arabayla binaya götürelim” dedik. Şimdi gidemem. Yarın da hastaneye gideceğim. Ben başka bir gün görmeye gelirim” karşılığını verdi. Üç gün sonra yeniden belediyeye gittiğimizde eksik numaranın tamamlandığını öğrendik. Binayı görmeye gelen de olmamıştı. Tapu müdürlüğünde, belediyeden aldığımız Kamuyla ilgili işler yavaş ve çoğu zaman hatalı yapılıyor. Bunu gösteren bir anımın, siz Adabelen Dergisi okuyucularının ilgisini çekeceğini umuyorum. * Bir il merkezindeki arsamıza 1967 yılında bina yapmaya giriştik. Ruhsatını aldık, kat irtifakı kurduk. 1967 yılında başlayan yapım işi 1988 yılında bitti. Oturma ruhsatlarını daireler bittikçe değişik zamanlarda aldık. Dairelerden birine mahkemece önlem konduğu için 1988 yılında kat mülkiyetine geçemedik. Mahkeme 13 yıl sonra, 2001 yılında bitti. Kat mülkiyeti için gerekli işlemlere başladık. Binanın iki yönden fotoğraflarını çektirdik. Bunların onaylanması için belediyeye başvurduk. Görevli kişi “Projesini inceleyeceğim. İki üç gün sonra gelin” dedi. İki gün sonra gittiğimizde de “Binanın kat projesinde arkada balkan yok, yan görünüşlerde ise balkon var,” diye karşı geldi. Biz, “Bina projesine göre yapıldı. Fotoğraflar projesine uygun. Değişiklik yok,” deyince onayladı. Binaya oturma ruhsatı veren aynı belediye idi. Hata varsa ruhsat verirken söylenmesi gerekirdi. Gerçekte hata yoktu. Noterden kat sahipleri listesi yaptırdık. Noter, tapudaki arsa paylarını gösteren sayıda bir rakamı yanlış okumuş. Çünkü, tapuda bir rakam okunabilir biçimde yazılmamış. Noter de toplama bakmamış. Bu yüzden kat sahipleri listesi yanlış olmuş. Tapu memuru listeyi kabul etmedi. Hatayı düzeltmek için yeniden notere gitmek zorunda kaldık. Belediyeden binadaki daireleri numaralama belgisini istedik. Emlâk ve çevre temizlik borcumuz olmadığını gösteren belge istediler. Emlak Müdürlüğü belediyeye bağlı. Belediye kendisine bağlı bir birimden belge istiyordu. Bunu kendisi bilgisayarla öğrenebilirdi. Biz söylenene uyduk, emlak müdürlüğüne gittik. “ İki yıllık borcu olan daireler var. Kat maliklerinden ikisinin ise bizde adı yok. Bize beyanname vermemişler” dediler. “Bunları ödedik. Geçen yıl da böyle dediniz. Belgelerini getirip gösterdik” dedikse de kabul -16- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE daireleri numaralama belgesinde de karışıklık çıktı. Bir katta iki daire var. İlk iki katta numaralar sağdan sola doğru verilmiş. Bunlara oturma ruhsatı alındıktan sonraki yıllarda numaralama sırası değiştirilmiş, soldan sağa doğru verilmeye başlanmış. Binamızın üst katlarındaki numaralar son duruma göre verilmiş. Tapudaki görevli bunun da düzeltilmesini istedi. Yeniden belediyenin yolunu tuttuk. Bu düzeltmenin sonucunu dört gün sonra alabildik. Bu sırada belediyedeki dosyamızı da görme fırsatı oldu. Belgeler, yazılar dosyanın teline takılmamıştı, hepsi karma karışıktı. Arananı bulmak zor oluyordu. hafta sonra kendisine gelmemizi söyledi. Bir hafta sonra gittiğimizde tapu kayıtlarında da hata çıktı. Tapunun yaptığı arsa hissesi paylaşımında bir elde unutulmuş. Bunu düzeltmek için bizden imza aldılar. Sonuçta o gün işimiz bitti ve kat mülkiyeti tapularımızı alabildik. Bu işlemlerde ortaya çıkan eksiklerde bizim hiç hatamız, suçumuz yoktu. Belediye fen ve emlak müdürlüklerinde, noterde, defterdarlık vergi müdürlüğünde, tapu müdürlüğünde; kısacası işlemlerin yapıldığı her birimde kayıtlar sağlam değildi. Bunun nedeni, görevlilerin verimsiz çalışmaları, dikkatsizlikleri ve baştan savma iş yapmalarıdır. Bu da işe uygun eleman almamaktan kaynaklanıyor. İkinci neden de denetimsizliktir. Yapılan işleri amirler, denetçiler sık sık ve iyi denetleseler işler bu kadar düzensiz olmaz. Ülkemizde devlet görevlileri genellikle yetersiz. Böyle kadro ile halkın işleri bu kadar yürür. (03.08.2015) oynak Tapu kadastro müdürlüğünden de belge almak gerekiyordu. Büroda belgenin harcını ve ayrıca istenen 6 milyon (6 YTL) bağışı ödedik. Kadastro görevlisi “Yarın saat dokuzda arabayla gelin, binayı ölçmeye gidelim” dedi. Oysa balkonda arkadaşlarıyla oturuyor ve çay içiyorlardı. Zaman uygundu, hemen gidebilirdik. Çaresiz ertesi gün saat dokuzda kendisini bulduk. Yine çay içiyordu. Dışarıda beklememizi söyledi. Dokuz buçukta yola çıktık. Binayı ve arsayı ölçtü. “Binanın boyu 20 m. Projede ise 20,50 m” dedi. Daha önce ruhsat verirken de ölçülmüştü ve yanlışlık yoktu. Biz “Binanın küçük olmasının zararı yok, tecavüz yok” karşılını verince biraz söylendi, gitti. Bir gün sonra belgeyi verdi. Ta p u m ü d ü r l ü ğ ü n e b e l g e l e r i v e r d i k . “Memurlarımızın bir kısmı başka yere atandı. İşleri yetiştiremiyoruz. Bir ay sonra gelin” dediler. Kat mülkiyeti tapusu alabilmek için bazı belgelerin en çok bir hafta önceki tarihli olması gerekiyordu. Zaten epeyce zaman geçmişti. Bir ay sonraya kalırsa belgeleri yenilemek gerekecekti. Kat sahipleri de toplanmıştı. Dağılınca yeniden toplanmak da zordu. Bunu belirtince, görevlilerden biri bize acıdı, bir Ahmet CENGİZ ahmetcengiz1950@yahoo.com.tr okyanus'ta oturuyorum geçen gün iki satır okuyorum zeytinlerin altında can yücel'den önümüzden bir motorsiklet geçti sanki bir pavyon en gürültülüsünden şaştım da kaldım herkes göbek atmaya durdu -acılı bir arabeskle bileben böyle bilmezdim oynaklığını muhterem halkımızın kırık mor ölü bebeler sahile vururken keskin nişancılar damlarda baykuş "çözd'al mustuf'ali çözd'al" -17- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE SEN FARKLISIN HALKIM Tahsin ŞİMŞEK tahsin.simsek48@mynet.com Nâzım Usta “dünyanın en tuhaf mahlukusun yani” demiş duymuşsundur, yani akrepten koyuna, koyundan midyeye dönüşmeyi bilen, Allah bilir şimdi bokböceğinin suçu ne dersin hem de Kafka'yı hiç okumadan. özçekimi, yârçekimden pek fazla önemsersin, yerçekimi söz konusu edildiğinde ise göğe attığın taşın altında dikilmeyi pek seversin. Merakların hep farklıdır bilirim dahası hep merak ederim ey halkım, “uyur düzücü” başka bir sözlükte var mıdır bilmem, ve her başarılı insanı “bi b.k başı olmak”la yüceltmek ama senin kuyruğunu kaldırıp ilk işinin bir tuhaf oğluna pipisini göstermeyi, kafesteki kuşuna küfretmeyi öğretmek olduğunu iyi bilirim ve ağlayan çocuğunu tokatla sevdiğini selamlaşmayı toslaşmaya çevirdiğini Önceliklerin hep farklıdır bilirim dişinle fındık, bi şeyinle ceviz kırarsın, övgünü ya “kappecik”le ya da o “kahpe(a)nalı”yla yaparsın, “ana bir, bacı iki” diye başkasına akıl verirken birileri için / anacığını da sıraya kattığını hiç ama hiç akıl etmezsin, sonra da “geçmişi kınalı” o koyma aklınla bütün oyma akıllılara yön vermeye kalkarsın. Senin kahramanların hep bir başkadır bilirim Tecavüzcü Coşkun'la Nuri Alço'ya bayılıp çiftleşen köpeklere taş atarsın, “Parçala Behçet” çığlıklarıyla kendinden geçip namus cinayeti işleyenlerin hemen hepsini tevatürü bol bir halk kahramanı ilan edersin, sonra da “ömür dediğin ne ki” deyip tevekkülle bir tuhaf yani “Dallas” ya da “Yalan Rüzgârı”yla bir ömrü daha olmadı “Kurtlar Vadisi”yle tekmil edersin. Peki, “Fatmagül'ün Suçu Ne?” Senin ne kadar zeki olduğunu iyi bilirim yol üstündekilere “oturuyor musunuz” deyip gördüğünün doğruluğuna mutlaka evet istersin, bir çay bahçesinin “ne var, ne yok”lu sohbetinde “yok ya”yı her cümleye bağlaç yapıp kuşu bol bir ağaç altına oturmayı asla ihmal etmezsin çünkü bilirsin ki kısmet hep gökten yağar, ha şunun farkında mısın bilmem yani senin her “inşallah”ın saksağana çene, kargaya ömürdür maşallah. Yaratıcılığın hep ama pek farklıdır bilirim eski klozetlere çiçek dikip gaz kaçağını çakmak ile kontrol edersin hem de kendi kaçağını öksürükle örterken, bulmacayı birlikte çözüp nedense devamı 19.sayfa’da -18- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Senin ekonomik dehana akıl sır ermez bilirim paranın sıcak tuttuğuna inanıp faturalarını ödemeyi hep ertelersin, bankaların bir yılda verdiğinden daha fazlasını iki üç aylık kart taksitlerinle ödersin, bu yüzden olmalı muhakkak bilirim tatlının şekerini ve mutlaka yemeğin etini hep sona saklarsın. BEN KADINIM Nurettin ÖZKAN nurettinozkan@hotmail.com Karanlığın gözleri üzerimde Bitkin ve kimsesizim, Çoğu zaman sokaklara misafirim. Yüreklerde bir bilmece Beyinlerde bir soru işaretiyim hep. Unuttum renkleri ve zevkleri, Sarhoşluğum Kadehime koyduğum hüzündendir İçimdeki mevsim hep bahar Ama dışım Sararmış yaprakların rüzgârla döküldüğü Bir hazandır Gecenin karanlığında Uzanırım gökyüzüne sevenlerim için Yıldızlar toplarım. Çözümsüz bir bilmece gibi görürler hep Görmek istemiyorlar İçimdeki güzel dünyayı. Surlarla çevrilmiş bir sevgi şehrinin Çizilmiş sınırları içinde, Çırpınan bir güvercinim. Şiddet kurşun gibi üzerime yağarken Dağıtmak isterim tüm kötülükleri Ama hep kendim dağılırım. Öfkemi çorbama doğrar Günün ilk ışığından bir parça koparır Ekmeğime sürer, Çirkinlikleri kapatsın diye Bir kadeh gökkuşağı içerim üstüne. Ve sen aptesini bozmamak için büklüm büklüm kıvranan halkım, komşunun tavuğu komşuya kazsa eğer deyip denizin tadını ne yapıp edip uzuneşek ya da devegüreşiyle çıkarırsın, ve bilirsin ki suyun içindesin nasıl olsa aptesi kolay tazelersin, “var ise bir kusurum elimden, dilimden ve cemi azalarımdan” zikriyle bir tuhaf Allah affetsin dersin. Evet, sen çok farklısın, hem de çok çok farklısın civan halkım!... halt etmiş Aziz Nesin, paraları sıfırlarken bile alnı secdeden kalkmayan Ebul Fatık El Mışki'me “Du Bakali N'olecak” deyip deyip taş üstüne taş atmakla, o da altmış yerinden çatlar inşallah!... çünkü asla vazgeçmez huylu huyundan eşek şuyundan yeter ki senin şu 140 vuruşuna halel gelmesin. 23 Mart 2015 Tahsin ŞİMŞEK -19 - ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Türkçemiz, ses bayrağımız DİL BAYRAMIMIZI KUTLARKEN Rahim GÜR rahimgur@hotmail.com Günümüzde de Osmanlı beyinli düşünenlerce küçümsenen halk yazını… Cumhuriyet sonrası TDK'nın kurulduğu günden sonra da 'Türkçe'nin okunma yazılma biçimi İstanbul ağzı mı, Ankara ağzı mı olmalıdır?' tartışmasıdır. İşin altındaki gerçek düşünce, Osmanlının ortadan kalkmasını, İstanbul'un başkent olmamasını, giderek de Kurtuluş Savaşı ve Türk Devletinin yok sayılması, yadsımasıdır bence. Günümüzde açılım saçılım aldatmacalarında söz açmamdan dolayı yanlış anlaşılmamın olası olabileceğini de söyleyerek, dilin toplumsal yapımızda başlayıcı öğe olduğunu anımsatmak isterim. Bu yazının ve önemi daha önceden de belirtilmiş olmasın karşın yeniden ilgimi çeken, içimi kanatan saptamalardı. “…Timur atalarının dili Çağatayca'yı terk etmiş Farsça'ya yönelmiş, ardından da köksüz, asker dili olan Urducayı konuşmaya başlamıştır..( y.47)”…Biz Hindistan İmparatoru değil miyiz? Biz kendi batasıca adımızı bile yazamıyoruz, bu ne iştir?(y.50), “…Biz hakanlar hakanıyız, ama kendi kanunlarımızı dahi okuyamıyoruz. Buna ne diyeceksiniz bakalım?.”,… Bir hükümdar böyle mi yetiştirilmelidir? Kara cahil, her an kıçını kollayan, vahşi bir şehzadeye yakışan nitelikleri bunlar?(y.51-Floransa Büyücüsü: Salman Rushdie.) Timur ve Babür Devletinden günümüze, dilin toplumsal yapımızdaki önemini anlamayan softaları ve ÇUŞ uşaklarına bir kez daha anlatmak gereğini duyduğumdan dil bayramı daha da önem kazandı yaşamımda. Kuşkusuz Anadolu'da konuşulan her dile saygımız sonsuzdur, unutulup gitmelerinden çok, yaşatılmasından yana olmak biz kültür emekçilerinin ortak dileğidir. Her dilin, her yazacın kültür geçmişimize giden karanlık yolları aydınlatan imgeler olduğunu da biliyoruz. Birlikte yaşatmayı deneyelim, ama dilimizi ayrılıkçı düşüncelerin oyunlarına, sömürgecilerin tasarılarına oyuncak etmeyelim. Anadolu'da insanların konuştuğu ve yazdığı dillerin de bayramı olarak benimsenmesi dileğimle DİL BAYRAMINIZI KUTLUYORUM. Güz ayları kurtuluşlar kadar kurtulamamışlıkların da ayıdır. Kurtuluşların özgürlüklerin-(3 ve 9 Eylül)- sevinçli günlerini kapsarken, 12 Eylül Kenan Kırımlı günlerini de kapsamadan geri kalmaz. Günlerin bir suçu yok aslında, “suçlu olan siyaset ve parasal erktir” düşüncelerine alışırken bir yerde soluklanmak ve düşünmek süremidir. 26 Eylül'e geldiğimde acılarımı bastırır, sevincimi ve onurumu yüceltirim. DİL BAYRAMIDIR. Hiçbir etkinliğim olmasa da o gün anlamlı yaşamaya çalışırım. 1473 yılına dek bağımsız beylik olarak yaşamını sürdüren, dilini, inançlarını, kültürünü, üretim ilişkilerini koruyan Karaman oğulları Beyliği'ni ve onun yıkılışını anımsarım. Yaşam içinde dergâhta, devlette TÜRKÇE konuşulmasını emreden sesini anımsarım. Yazar SelçukAltan bir Fuar söyleşisinde; “ …Karaman'daki mezar taşlarında, taş kalıntılarda, ayakta kalabilen her yazıda yaptığım incelemelerde Türkçe'yi gördüm. İlginçtir ve üstü Osmanlılar ve ulemaca örtülmeye çalışılsa da Karaman Türkçesinin kendine özgü yazaçları olduğunu, Arapça ve Grekçeden ayrı, dil özeline uygun bir abece'sinin kullanıldığını ayrımladım. Turist gezdiricilerine, gömü arayıcılarına 'Gavur Yazısı' olarak benimsetilmiş, denetimsiz kazılarla yok edilmeye çalışılmıştı. Oralardaki bekçilere para vererek taşları korumasını sıkılayıp fotoğraflamıştım. İnanıyorum ve biliyorum ki, Karaman Türkçe' sinin, kökleri eski Türk yazaçlarına dayanan bir abeceleri vardı. Sürem ve inançlı araştırmalar bu yazaçları da gün ışığına çıkaracaktır…” Selçuk Altan'dan sonra Türkçe'ye, özelikle de Karaman Türkçe'sine daha duyarlı oldum. Her ne kadar Tarih öğrence kitapları 1473'ü Anadolu birliğinin sağlanması olarak söylese de ben 'Türkçenin yeniliş günü 'olarak algıladım. Ondan sonrasını anımsarsınız, din ve Arap etkisiyle giderek anlaşılmazlaşan, Farsça ve Arapça karışımı Osmanlıca ve halkın ulemayı devlet yetkililerini anlayamadığı, halktan kopuk yaşam. En iyi ozanın, yazarın Arapça, Farsça yazan olduğu düşüncesini besleyen yıllar. Yeni bir alan, Halk Edebiyatı. -20- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Asıl Gerçek Nedir ? SULTAN II. ABDÜLHAMİT BİLE ALFABE DEĞİŞİKLİĞİNİ ÖNERMİŞTİ! Prof. Dr. Kemal Arı* Evet, her şey ters yüz ediliyor bu ülkede… Yineleyelim: -“Osmanlı bile Osmanlıca'ya karşıydı!” Hem de belli bir kesimin çok değer verdiği Sultan II. Abdülhamit bile Osmanlıca'nın yazı dilinden yakınıyordu. Bunlar dikkate alınmadan, öyle bir inandırıldı ki toplum: Latin Harfleri'nin benimsenmesiyle, geçmişle bütün bağlar koparılmış, okuyamayan, düşünemeyen bir düzeye indirgenmiş… Toplum koskoca bir karanlığın içine itilmiş… Aman ne yaftalı sözler, ne şatafatlı düşünceler… Acı gerçek şuydu: Osmanlı Devleti'nde kadınların okuma yazma oranı hiçbir zaman yüzde birin üzerine çıkmadı. Ortalama okuyan yazan nüfus ise yüzde üçü hiçbir zaman aşamadı. Kimse o dönemin koşulları öyleydi demesin: Bu sıralarda İngiltere'de okuma yazma oranı yüzde seksenin üzerindeydi. Açık, seçik; net: Osmanlı Devleti'nin kullandığı Arap harfleriyle oluşturulmuş Osmanlının alfabesi, eğitim ve öğretimin önündeki en büyük güçlüktü. Gelin, Osmanlı Devleti'nde bu konuya aydınlar nasıl yaklaşmış; birlikte görelim: İlköğretim zorunluluğu II. Mahmut döneminde getirildi. 1839 Tanzimat Fermanı, eğitimin geliştirilmesi çabalarının en önemli adımı oldu. O günlerden sonra pek çok sivil ve askeri eğitim kurumu kuruldu. Osmanlı Devleti'nin en üst düzeyde yöneticileri, halkın yönetenleri anlamadığından; okuyup yazma bilmediğinden yakınıyorlardı. Bu sorunu aşmak, bir devlet politikası haline getirildi. 1845'te eğitim işleriyle uğraşmak üzere Maarif Meclisi açıldı. Bir akademik kurum niteliğinde Encümen-i Daniş, 1851'de kuruldu. Bu kurumların çalışmaları, eğitimin önündeki en büyük etkenin açıkça alfabe sorunu olduğunu ortaya koydu. Bu nedenle, Osmanlı yıkılmadan üç çeyrek yüzyıl önce, yazıda bir reform yapma düşüncesi oluşmuştu: Örneğin Münip Mehmet Efendi açıkça Osmanlıca alfabede düzenleme yapılması gerektiğini anlattı. Hem de Cemiyet-i İlmiye adlı bir bilimsel kurulda. İyi hazırlanmıştı: Tuttu, Osmanlı Alfabesi'ni öteki ülke alfabeleriyle karşılaştırdı. Ve ardından açıkça şunu dedi: -“Okuma yazmanın önündeki en önemli engel, alfabedir. Çünkü bu alfabede ünlü sesler yoktur. Ünlü harfler olmadığı için, Türkçe sözcükleri yazma olanağı yoktur. Bu nedenle yeni bir düzenleme gerekir…” İş bununla mı kaldı? Hayır… Osmanlı aydını bu konuyla ilgili görüşlerini yazdı çizdi. Ve devreye,Ahmet Cevdet Paşa girdi. Büyük Osmanlı Hukukçusu ve Tarihçisi olan bu kişi, aynı yönde düşüncelerini ortaya koyarak, sorunu devlet katlarına sundu. Bunun sonucunda, 1863 yılında ilk ders kitaplarında, sesli harfleri göstermek için işaretler kullanıldı. Ancak bu da sorunu çözmedi. Üç yıl eğitim gördükten sonra çocukların pek çoğu, bir mektup bile yazıp okuyamıyordu.O günkü koşullarda, sesli harfler eklenirse sorun çözülebilir diye düşünülüyordu. Ancak bu da çözüm olmamıştı. Hatta Terakki gazetesi açıkça şunu yazdı: “Kuran Arap harfleriyle yazıldığı için, Türkler bu alfabeyi kutsal görüyorlar. Ancak bu harfler değiştirilmedikçe ilerleme mümkün değildir”. Aynı dönemde Azerbaycan ve Arnavutluk gibi yerlerde de Osmanlı alfabesinin yetersizliği üzerine tartışmalar yapılıyordu. Namık Kemal bakın ne diyor, konuyla ilgili: “Bizde çocuklar beş altı yaşında mahalle mekteplerine verilir. İki üç senede bir hatim indirirler. Birkaç yıl tecvit ve hatimler tekrar tekrar okunur. Beş altı yıl da sülüs ve nesih karalarlar. Ancak ellerine bir gazete verilse okuyamazlar. İki satır bir not tutamazlar. Yazılmış tezkereyi bile okuyamazlar. Onları okutan hocaların içinde de gazete ve tezkere okuyabilecek, birkaç satır mektup ve tezkere yazabilecek olanlar yüzde beşi geçmez!” Görüldüğü gibi; harflerin yetersizliği açıkça görülüyor ve dillendiriliyor; ancak halk, Osmanlı Harflerini kuranda kullanılan harfler olarak görerek bir kutsiyet yüklediği için, bu konuda tereddütlü davranılıyordu. Bütün bu önerilere ve kimi düzenlemelere karşın, Osmanlıca alfabe ihtiyaçlara -21- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE cevap veremedi. Osmanlı Devleti'nin son evresini aydınlar, Osmanlı dilini, yazısını ve alfabesini tartışarak geçirdiler. Başka adımlar da atıldı: 1911 yılında İstanbul'da bir “Harfleri Islah” Komisyonu kuruldu. Bir de kongre yapıldı. Kongre başkanı ünlü Ahmet Muhtar Paşa'ydı. Kongrede dil konusunda uzman olmuş kişiler görüşlerini dile getirdi. Bunların en ünlülerinden biri, Ispartalı Hakkı Bey'di. Dil ve alfabe konusundaki araştırmalarıyla biliniyordu. Yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Kimse yazımızın kolay okunabildiğini iddia edilemez… Hatta mümkün değildir. Çocuklarımıza bakınız!. Çocuklar okula gidiyor, ama okul sözcüğünü bile okuyamıyorlar. Başka ülkeler, çocuklarına kolayca okuyup yazmayı öğretirlerken, biz bütün gücümüzü ve ömrümüzü bu yazıyı öğreteceğiz diye tüketiyoruz… Bizim çocuklar, bir yazıyı öğrenmek için yıllarca uğraşıp dururken, nasıl olacak da öteki ülkelerin çocuklarıyla yarışacak? Zavallı bizler!” Sebilürreşad o dönemlerin dinci ve tutucu bir dergisiydi. O bile Osmanlıca harflerin eksikliğini görüyor ve ıslahat öneriyordu. Islahatın bile yeterli olamayacağı görüşü bir süre sonra iyice yerleşti: Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı ve Hüseyin Cahit gibi önemli aydınlar açıkça Arap harflerini ıslah etmenin mümkün olmadığını savundular. Doktor Musullu Davut tarafından Osmanlı Meclisi Meclis-i Mebusan'ına Latin Harflerinin kabul edilmesine ilişkin bir tasarı bile verildi. Sonradan onu Karayan ve Hidayet İsmail gibi başka vekiller de izledi.Ancak sonuç alınamadı. Ve dikkat: II. Abdülhamit bugün belli çevreler tarafından göklere çıkarılıyor. O ne düşünüyor bu konuda dersiniz? Abdülhamit, Arap harfleriyle yazı yazmanın ve okumanın zorluğunu dile getirerek, Latin Harflerini almanın artık şart olduğunu söyledi. Osmanlı aydınları, bir kültür kopuşu yaşanacağını ileri sürerek, yavaş yavaş Latin harflerine geçilmesini de önerdiler. Birkaç kişi, Arap harfleri kalsın, diye düşünce ortaya koydularsa da, baskın görüş, Arapça harflerin atılmasında düğümlendi. Bu konuda ilk radikal adım, Enver Paşa tarafından atıldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen önceydi: O, “Ordu Elifbası” adıyla bir alfabe hazırlatarak uygulamaya koydu. Halk bu yazıya Enver Paşa'nın adını verdi ve “Enveriye” dedi. Enveriye, birleşik yazılan Arap harflerinin, tek tek ve birleştirilmeden yazılmasını öngörüyor, harf aralarına sesli harfler koyuyordu. Ancak olmadı. Büyük bir kargaşa ortaya çıktı ve yazılan emirleri pek çok subay anlayamadı… Savaşta en önemli konu olan muhabere işi, sanki felce uğradı… Bu sorun, ancak Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1928 yılında Sarayburnu'nda yaptığı bir konuşma sonrasında atılan devrimci adımla aşılabildi. Bu, kültürün, eğitim ve öğretimin gelişmesinde büyük bir adım oldu. Öyle ki, Osmanlı'nın onca çabasına karşın, okuma yazma oranı yüzde üçü aşamamışken; genç Türkiye Cumhuriyeti yazı devriminin beşinci yılında, bu oranı birkaç kat aşmış, yüzde yirmilere yaklaşmıştı… Osmanlıca takıntısı olan Osmanlıcıların günümüzdeki tuhaf önerileri ve düşüncelerini, onların en çok önem verdiği II. Abdülhamit görseydi, ne düşünürdü acaba? ----------------* Kemal Arı, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Enstitüsü https://www.facebook.com/kemal.ari Dil Bayramımız: 'Dil, düşüncenin giysisidir' demişler. Nasıl düşünüyorsan; kadına, erkeğe nasıl bakıyorsan; farklı ulusları nasıl görüyorsan öyle bir dille konuşursun. Thomas Jefferson'ın bir sözü geliyor aklıma: 'İnsanı gösteren dildir; konuş ki seni görebileyim!' (Celal Üster-Cumhuriyet) Dilimize sahip çıkmak gerekiyor. Yabancı dilden gündelik konuşmalarımıza ve yazı dilimize aktarılan o kadar sözcük var ki, çarşıya çıktığınızda sanki Türkiye'de değilmişsiniz duygusuna kapılıyorsunuz. Artık Türkçe sözcükler bile bozulmaya başlandı. Ör. big mamma's,.dürüm's, etchi(etçi)… vb. Ne diyelim, yapanların “dilini eşek arısı soksun!”… Her şeye karşın dil bayramınız kutlu olsun!(İ. Tuna-Adabelen) -22- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE DİL’İN BAYRAMI Ahmet M. EGEMEN ahmetmegemen@hotmail.com Her dinsel ve ulusal bayramda bizim kuşağın klasik bir söylemi vardır. Derin bir “ahh !..” çeker, ardından da “Nerdeee, o eski bayramlar ?..” der ve yakınmaya başlarız. Artık gerisini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Ama inanın ki haksız da değiliz. Ben de aynı kuşaktan olduğum için, öznel davrandığımı sanmayın sakın. Tümüyle nesnel bakıyorum olguya. Gerçekten de “ Nerede o eski bayramlar?" kökeni Türkçe olmayan birçok yabancı sözcük ve deyim var sözlü, yazılı ve görsel iletişimde. Her zaman sessiz kalmak “SUSKUNLUK” sayılamayacağı gibi, her söylenen de “SÖZ” değildir. Çocukluk ve gençliğimden çok iyi anımsıyorum. Şimdilerde çok doğal olan "oha!..” , “çüş!..” benzeri sözcükler, argo sayılır ve hakaret olarak kabul edilirdi. Söyleyenin bile yüzü kızarırdı… Ancak, bu bayram başka bir bayram. Her geçen yıl daha buruk. Daha vefasızlığa uğramış. Sitemkâr. Üzgün bir bayram (!)… Güzel Türkçemiz' in bayramı bu… Halbuki ulusal önderimiz, rol-modelimiz Mustafa KemalATATÜRK diyor ki: “…Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. Dilin milli ve zengin olması, milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz… 1932'de ilk Türk Dili Kurultayı'nın açılış tarihi olan 26 Eylül günü, ülkemizde “DİL BAYRAMI” olarak kabul edildi. Bu yıl, 83. yıldönümünü kutladığımız DİL BAYRAMI'nda da; dünyadaki en eski geçmişe dayanan, en zengin ve en köklü dillerden biri olan güzel Türkçemiz'in üzerine, haklı olarak övgüler düzüldü doğal olarak… Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz… Günümüzde işin en en kötü yanı, dil bayramımızı kutlarken, güncel yaşamda;“..oha !..”,“…çüş !..”,“..orda bi hop de bakiim !..”, “…öpüldünüz !..” "...oha oldum yani !..”, "...dermişim !..”,”…yıkılıyo!..” gibi söyleyişlerin özellikle gençlerce kullanılıyor olması, iletilerde de; “…slm..”,” by by”,”..öptm..” sözcüklerinin böyle yazılıyor olmasıdır. … Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor…” Bu örnekleri daha da çoğaltmak olası… Bir de, -23- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Tarihsel sürece göre; Türkçe'nin Anadolu'da resmi dil olarak kabul edilmesinden bu yana, tam 738 yıl geçti. 13 Mayıs 1277'de Karamanoğlu Mehmet Bey, bir fermanıyla, ilk kez Türkçe'yi devlet dili olarak duyurdu. Türkiye Selçukluları, Sultan Alaaddin Keykubat döneminde, Anadolu'daki Türk Birliği'ni sağlamış, ancak bu oluşum, daha sonra Kösedağ y e n i l g i s i y l e d a ğ ı l m ı ş t ı r. B u s ı r a d a Karamanoğulları, Mehmet Bey'in liderliğinde Konya'yı ele geçirmiş ve Mehmet Bey, Sultan II. Keykavus'un oğlu Siyavuş'u (Cimri'yi) tahta çıkarmıştır. Vezirlik görevini üstlenen Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277 tarihinde toplanan divanda; “ŞİMDİDEN GERU; HİÇ KİMESNE, KAPUDA VE DİVANDA VE MECALİS VE SEYRANDA, TÜRKÎ DİLİ'NDEN GAYRİ DİL SÖYLEMEYE” diyerek Türkçe'den başka dil konuşulmasını yasaklayan ünlü fermanını yayımlamıştır. Bu bilgiler doğrultusunda, bu kararın, Selçuklu Divanı tarafından alındığı görüşü de bulunmaktadır. Ancak asıl olan, fermanın içeriğidir. Kararın önemidir. Çünkü,millet olmanın en önemli temellerinden biri de DİL BİRLİĞİ'nin sağlanmasıdır. …Harf inkılâbıyla dilimiz, yeni kelimelerle zenginleşirken artık aydınlarımızın bile ne anlama geldiğini bilemediği doğu kökenli kelimeler büyük ölçüde terk edilmeye başlanmıştı. Ancak, bu sefer de batıdan gelen kelimeler dilimize giriyor, yayılıyordu… Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra da, dilimizin gelişmesine önem verilmiş ve en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti oluşturulmuştur. Yeni kurulan dernek 26 Eylül 1932 tarihinde, Dolmabahçe Sarayı'nda, Atatürk'ün huzurunda I. Türk Dili Kurultayı'nı toplamıştır… …Eğer Atatürk sağ olsaydı, bugün yeni bir atılımı başlatır, batı kökenli kelimelerin önüne set çekecek tedbirleri alırdı. Günümüzün gençleri onun eserlerini, ancak iyi öğretilebilirse kavrayacaktır. Dilimiz ve kültürümüz, zaten var olan cevherine Atatürk'ün kazandırdığı yeni bir ruh ve yeni bir ivme ile gelişmiş, bugün gurur duyacağımız bir seviyeye gelmiştir. Ancak batıdan alınan kelimelerle yabancı kültürlerin etkileri bizi yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirmelidir. Bu k o n u d a , ATAT Ü R K ' Ü N D İ R E N C İ N İ GÖSTERMEK ZORUNDAYIZ…” Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU, dil bayramı ile ilgili bir yazısında, özetle şu görüşlerini ifade ediyor; “… Dil ve tarih, Atatürk'ün de en çok değer verdiği konulardan olmuştur. Atatürk, Türk dilinin bugünkü gelişmiş ve zenginleşmiş şeklini alabilmesi için çok uğraşmış, bir hayli çaba sarf etmiştir. O'nun yazdığı “Geometri” kitabının dilimize kazandırdığı kelimeleri, bugün hâlâ kullanmaktayız… -24- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Avustralya'dan Yeliz GÜLDAL yazıyor: Dil Devriminden bu yana... Yeliz GÜLDAL yelizsert@outlook.com yerindeki levhalar hep kendi dillerinde yazılmıştı. Demek istediğim adamlar kendi milli değerlerine önem vermiş ve kendi dillerinden başka dil kullanmamışlardı. Bu durum benim hem çok hoşuma gitti hem de onlara karsı bende hayranlık uyandırdı. Ertesi günün, yani 19 Ağustos sabahı uçağa bindim ve o gün akşamı İstanbul Atatürk Hava Limanı'na indim. Uçaktan indikten sonra söyle etrafıma bir göz gezdirdim, gördüğüm manzara beni şaşkına çevirdi. Bütün levhalar neredeyse tamamen İngilizce ve başka dillerde yazılmıştı. Inanın gördüğüm manzaradan dolayı içim burkuldu. Benim güzel ülkem ne hale gelmişti. Ben Türkiye'de değil de sanki Avustralya'da gibiydim. MERHABADOSTLAR, Daha önce yazdığım bir yazıda Avustralya'da doğup büyüdüğümü, burada okuyup burada iş güç sahibi olduğumu ayrıntılı bir biçimde yazmıştım. N. Kılınç, Mehmet Erbil'le... Bugün ise sizlerle bir anımı paylaşmak istedim... * Eğer GURBETÇI iseniz, bulunduğunuz ülkede ne kadar rahat ve huzurlu olursanız olun, illaki kendi ülkenizi, ülkeniz insanlarını, akraba ve eski dostlarınızı merak ediyor ve önüne geçilmez bir arzu ile özlüyorsunuzdur! Bizler her ne kadar gurbette yaşasak da ailelerimizin bizlere anlattıkları memleket anılarıyla büyüdük. Aile büyüklerimizin gerek bizlere anlattıkları, gerekse bir araya geldiklerinde birbirlerine anlattıkları anılar, biz yetişme çağındayken, çok enteresan gelir, ülkemiz hakkındaki merakımızı kat kat artırırdı. Ben tam 5 ay kaldım ülkemde. Bu beş ay boyunca ne zaman büyük şehre gitsem hep aynı manzara ile karşılaştım. Lokantalardaki yemek adlarından, dükkân ve alışveriş merkezlerinin adlarına kadar hep yabancı dille yazılı idi her şey. Gurbet ellerde memleket hasreti ile yanıp tutuşan bizler, ülkemize geldiğimizde kendimizi yabancı gibi hissetmekten üzülmekteyiz! Ben de bu 5 ay süresince çok düşündüm: Elim iş tutup gerekli maddi olanaklara kavuştuktan sonra, bu merakımı gidermek ve memleketimi yerinde görüp daha yakından tanımak için bundan 16 sene önce ülkemi ziyaret etmeye karar verdim. Bu kararımı gerçekleştirmek amacıyla, 18 Ağustos'ta KORE üzerinden Türkiye'ye gelmek üzere uçaktan yer ayırttım. Bindiğim uçak bizi akşama doğru Kore'nin başkentine indirdi. Türkiye'ye ertesi gün sabah hareket edecekti uçak. Gece rahat edip dinlenmek için güzel bir otele yerleşmek istedim. Bu isteğimi hava alanındaki görevlilere anlatmak amacıyla İngilizce bildiğini sandığım bir bayandan yardım istedim. Ama o bayan ne İngilizce, ne de başka bir yabancı dil biliyordu. Bir hayli uğraştıktan sonra 5 yıldızlı bir otele gittim. Gelin görün ki burada da durum aynı idi. Burada da yabancı dil bilen yoktu. O geceyi zar zor Kore'de geçirdim. Burada kaldığım süre içinde etrafı da inceledim. BİR TAKIM BOŞ HEVESLER UĞRUNA, ÜLKEMDE HER ŞEY DEĞİŞİP ALT ÜST OLMUŞTU... NEREDEYSE ÖZ BENLİĞİMİZİ DAHİ YİTİRMEK VE BUNCA GÜZEL GELENEK GÖRENEKLERİMİZİ UNUTUR OLMUŞTUK. Tüm bu olumsuzluklara karşın, ülkesini ve öz benliğini seven insanların çoğalacağına ve onlar sayesinde ülkemiz, daha ileri derecede, onurlu bir ülke olarak yasayacağına inanmaktayım. Umarım yanılmamış olurum... BU ANIMI ÇOK İLGİNÇ BULDUĞUM İÇİN SİZ DOSTLARIMLA PAYLAŞMAK İSTEDİM. H E P İ N İ Z E S E V G İ , S AY G I V E SELAMLARIMLA GÜZEL GÜNLER DİLİYORUM... Gördüğüm manzara hem beni çok şaşırttı hem de o ülkeye hayran olmama vesile oldu. Sokaklarında ve caddelerinde ve önemli birçok -25- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Gezi, amaçlı da olunca: Annemin Topraklarında; Selanik, Atina, Kavala Şadiye DÖNÜMCÜ* dosadoster@gmail.com “Kızçem”ve ben kendi olanaklarımızla Selanik-Drama-Halkidiki ile sınırlamayı planladığımız tatil planını değiştirip SelanikAtina-Kavala'yı içeren bir tur satın aldık… Annemi, doğduğu ve 3-4 yaşlarındayken zorla terk ettirildiği topraklara götürmeyi, hayatın taşkalası içinde, yalan yok, akıl edemedim hiç. Düşünecek kadar büyüdüğümde, annem yıldızların oralara gitmişti. Çağan Irmak'ın oraları ve oradakileri anlatan “Dedemin İnsanları” filmini gözyaşları içinde izlerken karar vermiştim; oralara kızçelerimle gitmeye. Oralar nere mi? Genelinde Yunanistan, özelinde Batı Trakya, SelanikDrama tarafları. Yıl 1925 olmalı. Annem 3-4 yaşlarında. İki kardeşi, anne-babası ve diğer yakınlarıyla birlikte, oraları terk etmeye zorlanıyorlar. Selanik Limanından bindikleri Gülcemal vapuru, onları Samsun Limanına götürüyor. Samsun, ManisaAkhisar ve nihayetinde AydınS ö k e ' y e y e r l e ş i y o r l a r. Mübadillere verilen topraklarda tarım yapıyor dedem. Nenem de süreç içerisinde sayısı yediye çıkan çocuklarıyla birlikte çoğu kez evde, bazen de tarlada. Dedemi hiç görmedim. Nenem yaşarken muhaceret olgusundan bihaberdim. Annemin anlattığı sınırlı şeyler de büyüklerinden duyduklarıydı ve mübadelenin dram, zorlanma ve (u)mutsuzluk boyutuna dair fazla bir şey içermiyordu, -sanki-. Süreç içerisinde ana kültürün baskısı altında yok olmamak için –yetersiz olsa da- direnen, oralarda demlenip buralarda damıtılan ve günümüze de kırıntıları kalan “maacır” -bizim oralarda “muhacir”e “a” harfi uzatılarak böyle denir- kültürünün etkisi bir “maacır kızı” olan bende de var. Annemden genetik miras fiziki özelliklerim, fazlasıyla konuşkan beden dilim, beslenme alışkanlıklarım, sahip olduğum değerlerin bazıları ve kullandığım sözcüklerde kısacası beni ben yapan “şey”lerin çoğunda bu kültürün –mutlaketkisi var diye düşünürüm. Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı uçmaz bir daha… Sevgili okur; annemin sürüldüğü topraklara 90 yıl sonra kızçemle birlikte gidişime dair izdüşümleri yazmak için başladığım yazının –daha- girişinde dağılmış durumdayım. Hemence kendimi ve yazıyı toparlamalıyım. ( Kısa bir ara…) Gümülcine'den aldığım yumuşak içimli ve bol köpük yapan Türk kahvesinden yaptım kendime. Kavala'dan aldığım bol bademli kurabiye eşliğinde kallavi fincanda içtiğim kahvenin olumlu etkisi olması kuvvetle muhtemel. Takılmış kanadı göçmen buluta/Anlatır eski beni şimdiki bana “Kızçem”le kendi olanaklarımızla SelanikDrama-Halkidiki ile sınırlamayı planladığımız tatil planını, Yunanistan'da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler nedeniyle değiştirip, Selanik-AtinaKavala'yı içeren -ve Drama'yı(!) içermeyen- tur satın aldık. “Bi daha gideriz, bu ön keşif olsun”, dedim kızçeme. Önceden tanımadığın 38 kişiyle, rehberin sektirmeden uygulayacağı programa hem sınırlı hem sorumlu ve –mutlaka- sorunsuz olarak uymak, keşif yapabilmek ve daha önemlisi keyif almak, uzun otobüs yolculuğuna katlanmak kolay olmayacaktı. -26- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Korktuğum olmadı, üstelik her şey çok güzel oldu. Kara Yunanistan'ında geçirdiğim bu beş günlük sürede “sanki daha önceleri oralarda yaşamışım” duygusu sardı beni. Tura katılanlar arasındaki ikinci ve üçüncü kuşak mübadillerle ortak duyguları paylaşmak da artı güzeldi. Sakın çıkma patika yollara/O dağlara kırlara o karlı ovaya Gecenin saat 3'üydü, İpsala Sınır Kapısına vardığımızda. Gümrük işlemleri esnasında muhatap olduğumuz sivrisineklerin bedenime attığı imzaları inatla anı olarak saklıyorum. Makul süre uyuduğumuzu düşünen kaptanımız Sedat Bey, bizi en sevdiğim Rumeli türküsü olan Çalın Davulları ile uyandırdı. Sabahtı ama kanımı kaynatmaya yetti peşinden gelen “Havada Uçan Teyyare”,”Yaş Nane, Kuru Nane”, “Bahçelerde Enginar”, “Ben Armudu Dişledim” türküleri ve diğerleri. Dedeağaç'ı uykudayken geçmişiz. “Binbir rengin şehri” denilen ve Avrupa Birliği'nce Yunanistan'ın en iyi korunmuş şehri unvanı verilen İskeçe'ye dair rehberimizin anlattıkları ilginçti. Uzun süre Osmanlı egemenliğinde olan kent, 1920'de referandumla Yunanistan'a bağlanmış. Şehir düzlük alanda kurulu. Eski ve yeni İskeçe var. Bazıları restore edilen Türk evlerinin bulunduğu eski İskeçe, dağ yamacına kurulu. Sokaklar dar. Camiler göreceğiz. Bizim Anadolu sokaklarına ve evlerine benziyor. Evler balkonlu, balkonlar çiçekli. Sokaklar tertemiz. Kent yangın ve iki deprem geçirmiş. Lozan Barış Antlaşmasıyla nüfusun çoğu mübadeleye tabi tutulmuş. Türk nüfusu şimdi de yüksek. Tarım ve hayvancılık geçim kaynağı. Halk eğlenceyi seviyor. Karnaval ve festivalleri var. Meydan önemli Yunanistan'da. Buranın meydanında saat kulesi var. İskeçe'de panoramik şehir turu sonrası, saat 10 sularında pudra şekerli börek ve çorbayla yaptığımız kahvaltı değişik ve keyifliydi. Şöylesine gördüğümüz İskeçe'yi geride bıraktığımızda gözümüz ve gönlümüz açıktı. Kavala, İskeçe'ye çok yakın ama biz dönüşte uğrayacağız, oraya. Buradan sonraki yol bana Denizli-Aydın arası gibi geldi. Rehberimiz, sağ tarafımız Drama Ovası, dediğinde içim pırpır etti. “Bi daha ki sefere sadece senin için geleceğim” , dedim Drama'ya ve annemi düşündüm sonra yol boyu. Yan koltuklarda oturan yaşları ileri-gönülleri genç çiftin elindeki iki bine yakın sözcüğün yer aldığı Türkçe-Yunanca ortak sözcük listesi tur boyunca elimizde oldu: 'Ahtapot'un ahtapodi, 'aptal'ın abdalis, 'baba'nın babais, 'börek'in boureki (ben de tüm maacırlar gibi 'böö(ğ)rek' derim ve kızçelerim güler bana.) 'çiftetelli'nin tsiftetelli, 'defne'nin dafni, 'efendi'nin afendis, 'fukara'nın fukaras, 'gaf'ın gafi, 'harita'nın 'hartis, 'ibrik'in 'briki, 'ıspanak'ın spanaki, 'kadayif'ın kadaifi, kalamar'ın kalamari(yemek siparişi verirken bu sözcüğü sıkça kullandık, ayıptır söylemesi.), 'kıyma'nın kimas, 'lokum'un lukumi, 'manyak'ın manyakos, 'nargile'nin nargiles, 'pilav'ın pilafi, 'sardalya'nın sardela, 'şapşal'ın sapsalis, 'tarhana'nın trahanas, 'veresiye'nin verese, 'zeybek'in zeibekikos, 'zurna'nın zurnas olduğunu vb. öğrenmek keyifliydi. “Yenik düşüyor her şey zamana/ Biz büyüdük ve kirlendi dünya” Ve deniz ve Selanik ve fotoğraf çekimi molalı panoromik şehir turu. Zaman kısa, eser sayısı çok ve algı zorlayıcı. Kordon, Beyaz Kule, Döner Kule, Fuar, Kale, Ano Polis, Yedi Kule, Osmanlı ve Bizans eserleri, Türk Mahallesi, Galeriyos'un Zafer Takı, Rotonda (Eski Metropol Camii), Pazar Hamamı, Hamza Bey Camii, Kazancılar Cami, Zincirli Kule, Roma dönemi eseri Yunanistan'ın en büyük kilisesi olan Aya Dimitros Kilisesi, Büyük İskender heykelini –sadece- görüyoruz. 10 Kasım 1953 itibarıyla ziyarete açılan, 2012 yılında da restore edilip tefrişi yenilenen Türk Başkonsolosluğunun yanındaki Atatürk Evi Müzesi'ni kalabalıkla ve hızla gezdik. Zübeyde Hanım ve Atatürk heykelleri çok gerçekçiydi. Ziyaretçi Defterine yazmak isteyenler defterin kaldırıldığını öğrenince tepki verdiler. Selanik kordonu sanki İzmir-Alsancak kordonu… Bindiğimiz cafe-bar tekneyle liman çevresinde seyir halindeyken bir şeyler içip serinleyince “keyifler kekâ” oluyor. Sahile paralel bir balıkçıda yediğimiz yemeğe ödediğimiz para çok makul. Servis güler yüzlü. Karnımız tok, sırtımız pek, yorgunluk had safhada, algı çok zayıf. Telli telli telli şu telli turna/ Sanma ki yaralı uçmaz bir daha -27- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sabah Atina'ya doğru yola çıkıyoruz. Bu turda “kızçem”le beni en çok heyecanlandıran alternatif tur; Kalambaka Kasabasındaki Meteora. TrabzonSümela gibi bir yer hayal ediyorum ama alakası yok; çok etkileyici burası. İllaki görülmeli. Meteora, Unesco dünya mirasları listesinde. Kayaların tepesinde kurulu birbirinden bağımsız manastırları görünce doğanın ve insanın gücü şaşırıyor insan. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Ortodoks keşişleri inzivaya çekilmek, Tanrı'ya daha da yaklaşmak, dahası Ortodoksluğu Osmanlı egemenliğinden korumak amacıyla bu manastırları yapmış. Milyonlarca yıl önce denizin altındaymış buralar. Sular çekilip de devasa kayalar ortaya çıkınca, rahipler kaya tepelerine birebir oturttukları bu manastırları yapmışlar. Şimdi merdiven var ama eskiden ulaşım yokmuş. Bir dönem ipten yapılmış file asansörler kullanmışlar. Süreç içerisinde manastırların çoğu yıkılmış. Halen aktif olanların sayısı altı. “Takılmış kanadı göçmen buluta/Döner gelir bir gün konar yurduna” Atina çok uzakta, hiç varamayacağız gibi geliyordu bana. Varınca otelde kısa süre dinlenip Atina By Night Turu'na çıkıyoruz. Akşamın alacasında Atina sahilini, Pire, Paşa Limanı, Alimos, Faliro, Glyfada semtlerini geziyoruz. Ardından yediğimiz içtiğimiz bizde kalsın diyerek geçiştireceğim yemek faslı. Denizden esen yel, kulağımıza çok tanıdık gelen Yunan ezgileri eşliğinde keyfimiz yine kekâ. Kahvaltı sonrası çıktığımız Atina panaromik şehir turunda Agora, Zeus Tapınağı, Parlamento Binası, Syntagma ve Omonia Meydanları, Cumhurbaşkanlığı Sarayı Başbakanlık Konutu, Tarihi Olimpiyat Stadyumu, Panepistimiou bulvarlarını, Ulusal Kütüphane ve Akademi Üniversitesi görüyoruz. “ Kızçem”le Atina'nın kalbi -İstanbul'un Taksim'i?- olan, yeni yıl kutlamalarının ve neredeyse her gün bir eylemin yapıldığı Syntagma (Anayasa) Meydanını göreceğiz diye heyecanlıyız. Bir gün önce bu meydanda büyük arbede yaşandığını sosyal medyadan öğrenmiştik. Sabahın erken saatleri olduğundan sakindi ortalık. Çipras'la da karşılaşamadık yollarda. Eskinin kraliyet sarayı şimdinin Parlamento Binası'nı koruyan, kırmızı ponponlu ayakkabılı ve tam dört yüz plili etekli evzonelerin (asker) her saat başı yaptığı nöbet değişimine tanık olduk. Bu geleneksel giysilerin kökeni bağımsızlık savaşına (1821-1828) dayanıyormuş. Yerel rehberimiz binanın renginin de taşlarından kaynaklı beyaz, sarı ve leylak rengi aldığını söyledi. Meçhul Asker Anıtı da bu meydanda. Uzaktan gördüğümüz Omonia meydanına iseAkropolis turu sonrası gideceğiz. “Telli telli telli şu telli turna/Ne kalmış buralı göklerden başka” Ve dünyanın en büyük, en ünlü sit alanı Akropolis'teyiz. O kadar kalabalık ki… Dünyanın her yerinden gelme her yaştan insanla birlikte bekliyoruz, içeri girmek için. Yerel rehberimizin anlattıklarından tutabildiğim not çok az. (Google arama motoruna başvuruyorum.) Parthenon; Eski Yunan'da kentin koruyucusu Tanrıça Athena'nın dev sütunlarla çevrili, dikdörtgen şeklindeki baş tapınağı. MÖ 5. YY.da Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapılan Bizans döneminde kilise, Osmanlı döneminde konut olarak kullanılan Erekktheion, AthenaNike Tapınağı ve diğerleri. Uzun yıllardır süren restorasyon çalışmalarının on yıl sonra bitmesi hedefleniyor. Denizden 150 metre yükseklikte Akrapolis'te, kum fırtınasına yakalanıyoruz. Tur otobüsünde, ilkokul 4. Sınıf öğrencisi Yağız'ın Akropolis ve Yunan tanrı ve tanrıçalarına ait bildikleri hepimizi şaşırttı. Korinth Kanalı turuna katılmayıp, Omonia Meydanına çıkan bilumum ara sokaklarda kaybolmayı tercih ediyoruz, kızçemle. Buralar İstanbul Tahtakalesi, İzmir Kemeraltısı adeta. Her şey çok tanıdık, çok bildik ve hiç yabancılık çekmiyoruz ancak kalabalıktan bunalıyoruz biraz. Yeme-içme yeri seçiminde zorlanıyoruz ve tesadüfen Yunan buzlu kahvesi frappenin en iyisine ve en ucuzuna ulaşıyoruz. Baharatçılar, mandıralar, -28- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ikinci el giysiler, uluslararası giyim markası mağazaları, unlu mamuller, tuhafiyecilerin önünden geçiyoruz, sokak aralarında gezinirken. Bu bölgedeki esnaf siesta yapmıyor. Her şehrin delisi vardır malum;Atina'nın delisiyle tanışmak da –biraz korkuttu ama- nasip oluyor. “Ne kalır yarına bizden sonraya/Her şey binip gitmiş uçurtmalara” Bu “Atina günü”nün tarihi 17 Temmuz. Akşama –turistik olanına elbette- tavernaya gideceğiz ve bizden birinin doğum gününü kutlayacağız. Otelde biraz dinlendikten sonra, Eski Atina'nın ara sokaklarındaki tavernaya gidiyoruz. Yemek kötünün iyisi ama eğlence iyinin en iyisi. Ezgilerin çoğu tanıdık. Solist Yunancasını, bizler Türkçesini söylüyoruz şarkıların. Yunan folklorik danslarını izliyoruz çoğu kez nefesimiz tutarak. Mekan basık olunca sıkça dışarı çıkıp, kapı önündeki Gümülcineli çiçekçi kız çocuklarıyla sohbet ediyoruz. Saat ilerledikçe eğlence tavan yapıyor, hatta otobüse ve otelin önüne de taşınıyor. Yorgunluktan uyuyamıyorum o gece. Sabah Kavala yollarına dökülüyoruz ama ilk saatler kimsenin afyonu patlamıyor. Bu uzun yol turun neşe kaynağı doktorun anlattığı fıkralarla kısalıyor bir nebze. Kavala'da kaleyi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın evini, artık otel olan imareti, su kemerini ve kale içindeki eski şehri görüyoruz ama hepimizin aklı yörenin meşhur bol bademli, pudra şekerli, gevrek ve ağızda dağılan kurabiyesinde. Alıyoruz tıkınmalık ve hediyelik. Güzel bir gecede, yakamozlar eşliğinde, salaş bir lokantada, bildik ezgileri dinleyerek hatta bazen de katılarak şahane deniz ürünleri yiyoruz. Gümülcine'deki otele vardığımızda tek istediğimiz şey uyumak. Ve yarın çok uzun bir gün… “Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı uçmaz bir daha” Bayramın son günü sabah 8'de yola çıktı k. Aslında çile olan yolculuğu eğlenceye çevirmekle iyi ettik. Gecenin 11'inde vardık, İstanbul'a. Ve iki saat sonra daAnkara'ya yola çıktım, bitap şekilde. Sevgili okur; yaşadıkları süreden daha kısa süre yaşayacağı, bu sürenin kalitesinin her geçen gün daha da düşeceğinin bilincinde olan ve bazı şeyleri –artık- ertelememek gerektiği amentüsüyle hareket eden “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü”nün bir üyesi olarak bu keşif ve keyif dolu tatil yorucu olsa da bana ve “kızçem”e iyi geldi. En yakın zamanda sadece Selanik ve Drama'yı içeren bir gezi daha planlamaktayım; annemin ruhunu yad etmek, kendimi şad etmek için. * Bu yazının eksiği çok. Mesela; Yunanistan'ın hali pür melaline ilişkin not düşmedim hiç! Haddime düşmez diye düşündüğüm için. Ancak Yunanların en dar –şimdiki- zamanının, bizim -nüfusun çok büyük bir bölümünün elbette- en geniş zamanımızdan –belki de???- çok daha iyi. PEŞİNDEN Cevat TURAN cevatturan1@gmail.com Yürek yaylalarının tüm çobanlarına Bereket tarlalarının yoncalarına Gönüller gülistanının goncalarına Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun Bahar gecelerinin kelebeklerine Anne kucağındaki tok bebeklerine Doyuran fırınların bereketlerine Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun Çevrelerine can veren ırmaklarına Selamlaşan komşuların sokaklarına Genç kuşakların olacak umutlarına Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun Kin yangınını sevgiyle söndürenlere Çalışanların yüzünü güldürenlere Halkına tek gerçekleri bildirenlere Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun Ayırmadan insanları sevdirenlere Geçim çarkını onurla döndürenlere Ailesini doyurup, giydirenlere Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun -29- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE SEVELİM, SEVİLELİM Etem ORUÇ orucetem@hotmail.com askerleri, çekilirken, yaklaşık 150'yi aşkın insanı İtalyanlardan kalma baraka sinema salonuna doldurmuş ve içine yakıt döküp kapılarını dışarıdan kilitlemiştir. Tam yakma aşamasında iken durumu öğrenen bir Rum kızı sevdiği Türk gencinin de buraya konulanlar arasında olmasından dolayı dayanamayıp İtalyan zeytinyağı fabrikasının müdürüne gitmiştir. Müdürün durumu öğrenip Yunan askerlerine müdahale etmesi ve kapıları açması ile büyük bir katliam son anda önlenmiştir.(Görüyorsunuz sevgi bir faciayı önlemiş. E. O.) Anadolu ermişi Koca Yunus Emre'nin iki sözcüğü: “sevelim, sevilelim”. Bu iki sözcük, anlayana onlarca ciltlik kitap yerinedir, anlamayana söylenecek sözümüz yok. Önce seveceksin, her şeyini seveceksin dünyanın dağını taşını, kurdunu kuşunu… Yunus: “Yaradılanı severiz yaratandan ötürü!” demiyor mu? Sevmek bedel ödemektir, fedakârlık yapmaktır, zoru yenerken tehlikeyi göze almaktır. Kuru sevda değil bizimkisi, sevmek ölümü bile göze almaktır. Sevmek yürek ister; cesaret, yiğitlik ister. Aşk bir eşkıyanın hayata itirazıdır, kurulu düzene bir başkaldırısıdır. Bu zorlukları göğüsleyemezsen ereğine ulaşamazsın. Ulaşamayınca da sevilme hakkın yoktur. Seveceksin ki sevileceksin. Öyle yattığın yerden armut piş ağzıma düş, yok öyle şey. Yüzyıllardır unutulmayan aşk hikâyelerine bir göz gezdir; Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha ve daha niceleri… Ne büyük acılar çekmişler sevdaları uğruna. Sonra aşkın dini, ırkı, rengi de yoktur. Sevdin mi yürekten seveceksin… Kuşadası Rumlarının büyük bir kısmı 1922 yılının Eylül ayı başlarından itibaren durumun vahametini kavramış Kuşadası'nı terk ederek teknelerle Yunanistan'a kaçmıştır. Bu dönemde yaklaşık 8 bin Rum'un Kuşadası'nı terk ettiği tahmin edilmektedir. Türk Ordusunun Kuşadası'na girmesinden sonra da bir kısmı Güzelçamlı'da, bir kısmı ise Kuşadası merkezinde kalmış bulunan 1000 dolayındaki Rum ise 1925 yılındaki mübadele ile Yunanistan'a gitmiştir.” Buyurun, bir Mübadil Rum'un anı defterinden de öğrenelim o günkü durumu: “Hepimiz bir arada çok güzel dostluklar kurmuştuk. Sadece mahallede değil, tarladaki damlara göçtüğümüzde de birbirimizi arar, sorardık. Yaz gecelerinde, üzüm bağlarında birbirimizi ziyarete gittiğimizde ateşin başında neşeli kahkahalar atardık. Çoğu zaman Müslüman nedir, Hıristiyan nedir bilmezdik. Bir Müslüman dostumuz hasta olsa biz de üzülürdük, onların sevinçlerinde biz de sevinirdik. Bazen Türkler bizim cenazelerimize, bazen de biz Türklerin cenazelerine giderdik. Türk dostumuz öldüğünde biz de ağlardık. Bizden biri ölünce onlar da ağlardı. Biz onların cenazesinde Rumca dualar okur, onlar da bizlerin cenazesinde Arapça dualar okurdu. Türkler güzel Rum kızlarına işaret edip buluşmak isterler, Rumlar Türk kızlarına işaret ettiklerinde kavga çıkardı. Biz böyle bilirdik. Türk kızlarıyla konuşan Rum delikanlılar da vardı. Duyardık. Ama birbirimizle evlenmezdik. Aileler iyi karşılamazdı. Her şeye rağmen iyi geçinirdik. Ne zaman buraları da anavatana bağlamaya kalktılar, Savaş, hangi nedenle olursa olsun bir cinayettir. Hiç bir zafer ölen bebeleri, kıyılan canları geri getiremez. Emperyalist emellerle çıkarılan savaşların bedellerini hep çocuklar, kadınlar, hiçbir suçu olmayan mazlumlar öder. Seven insan öldürmez, yaşatır, cana can katar. Kurtuluş Savaşı yıllarında da sevdalar can kurtarmıştır. Bir kaynaktan aktaralım: “Kuşadası insanları, Rumlar tarafından destekli Yunan Ordusu tarafından vahşice şehit edilmiştir. Bunun dışında 8 kızımıza Yunan askerlerince tecavüz edilmiş, vatandaşın hayvanları, ellerindeki tahıl vb. ürünler zorla toplanarak Yunan Ordusuna verilmiştir. Yunan Ordusunun bu eylemlerinde Kuşadası Rumları rehberlik etmiş, hatta Rumların bir kısmı fırsattan istifade ederek Türklere ait evleri yağmalamıştır. Asıl felaket ise 6 Eylül1922 günü Yunan askerleri çekilmeden önce yaşanmak üzereyken yine bir Yunan kızının vicdanı sayesinde önlenmiştir. Yunan -30 ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sömürgeciler suyu bulandırmadığı sürece halkların birbiriyle düşmanlığı yok. Dini, ırkı, rengi onları ilgilendirmiyor. Dünyaya gelirken ırkımızı, dinimizi, rengimizi seçme hakkımız mı var. Bunlarla övünüp ya da yerinelim. Kana doymaz sömürgeci sülükler bizleri birbirimize düşman etmediği sürece sorun yok. Gökyüzü, yağmur nasıl hepimizinse, yeryüzünde de paylaşarak yaşamasını biliriz biz. Dostoyevski: “ Cehennem, insanın yüreğinde, sevginin bittiği yerdedir.” diyor. Sevelim, sevilelim… Dünya kimseye kalmaz!… her şey bozuldu. Kimseler birbirinin sokağından bile geçmez oldu. Tarlalara bile gitmek için her millet başka yolları kullanmaya başladı. Birbirimize düşman olduk. Anavatana göçünce buradakiler de bizi sevmedi. Türk tohumu, dediler. Kovmak istediler. Artık güzel rüyalar bile görmez olduk. Ne güzeldin benim memleketim. Ne güzeldin Yeni Efes'im, Kuşadam. Ben seni unutmadım. Sen de beni unutma…” Atina, Ekim 1923,Artemis Paraskevi Yukardaki tırnak içindeki yazıların birincisi İtalyan arşivlerinden. İkinci anı Artemis Paraskevi'nin anı defterinden. Sevelim, sevilelim… Dünya kimseye kalmaz!… Ozan Tuğrul Keskin'den hemen okunması gereken şiirler: ZİTO İ EPANASTASİS!YAŞASIN İSYAN! ki bizler vatanınızın değil insanlığın gerçek kahraman askerleriyiz…”2 diyorlardı aynı adı taşıyan manifestolarında. Kurulan mahkemeler 1920 yılının son günlerinde karar verdiler, bu bildirideki görüşlerinden vazgeçmeyerek “düşman”la savaşmayanlar ölecektiler. Bildiride imzası olan iki yüz yiğit komünist insan görüşlerinden vazgeçmedi, boyun eğmediler zalime ve 1921 yılı Ocak ayının ilk günü, işgal kuvvetleri komutanlığının merkezi de olan Balçıklıova (Balçova)'da, şu an İnciraltı Sahili denilen bölgede kurşuna dizildiler. Tarih onları unutmak istedi, unutturulmak istendiler. … Savaş meydanlarında ve işkencehanelerde ve sokaklarda ve dünyanın her köşesinde, adlarını bilmediğim, dillerini bilmediğim ancak, tarihin tekerleğini durmaksızın ileriye doğru iten ve bu uğurda canlarını veren bütün yiğit insanlar için bir kez daha; ZİTO İ EPANASTASİS! (Yaşasın isyan!) Tuğrul Keskin'e teşekkür ediyoruz, onu kutluyoruz böyle bir gerçeği güncelleştirdiği için. Halkları kimlerin düşman ettiğini bir kez daha görmek için de bu kitap okunmalıdır, diyoruz okuyucularımıza... Everest yayınları arasında çıkan bu kitabı için, Tuğrul Keskin diyor ki: …“Küçük Asya”nın işgaline karşı çıkan komünistler, Yunanistan'da, Anadolu'yu işgal emrini veren hükümetin efendilerince zulüm altında tutuluyordu ve 117 Komünist, sırf işgale karşı çıktıkları için kurşuna dizilmişti Atina'da. Bu acıklı hikâye bile halkların neden kardeş olması gerektiğinin en açık kanıtıydı. Zalime karşı bütün mazlumlar birleşirlerse ancak, söyleyecek büyük sözleri olabilirdi… Ortak bir cümle bulmak, ne eşsiz bir söylemdi bu. O ortak cümlenin peşine düşmek, ne güzel eylemdi. İşgal kuvvetlerinin askerleri olarak A n a d o l u ' y a g ö n d e r i l e n Yu n a n Komünist Partisi'nin 200'ü aşkın üyesinin, “Küçük Asya”da o eşsiz ortak cümleyi bulduklarını gördüm birden; Barış! Zalimin her tür çılgınlığına karşı çıkma cesareti ve inancı. Çünkü cephenin komünist askerleri; “Anadolu'nun işgali emperyal bir oyundur ve Britanya yeni sınırlar çiziyor, mazlumların kanıyla ve biz, mazlum Anadolu halkını öldüremeyiz, onlar kardeşlerimizdir.” diyorlardı. … Büyük iktidar sahipleri! İşte bundan dolayıdır -31- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Ekonomide Yeni Gündem: Orta Gelir Tuzağı Abdullah TAŞCIOĞLU 10.000 dolara denk olduğu düzeye verilen isimdir. Ülkemizde son 5-6 yıldır yerini koruyan bu 10.000 dolar nedir? Neden 9.000 veya 11.000 dolar değil de 10.000 dolardır? İşbirlikçilerin amacını anlayabilmek için 10.000 doların nedeni de bilinmelidir. Ülkemizde yabancı sermaye girişlerine bağlı olarak 2001 yılından itibaren kalkınma değil ama ekonomik bir büyüme sağlanmıştır. Bu ekonomik büyümeye karşın gelir dağılımı göz ardı edilmiş, sadece bir bölme işlemine (toplam gelir / nüfus) indirgenmiştir. 10.000 dolar seviyesine ulaştığı ifade edilen kişi başına düşen gelir; son 5-6 yıldır bu seviyelerdeki yerini korumaktadır. Emperyalizm ve sözcüleri; ABD'de kişi başına düşen gelirin yüzde 20'sini orta gelir düzeyi olarak kabul etmektedirler. ABD'de kişi başına gelir 50.000 dolar düzeyinde olduğundan ve bunun yüzde 20'si de 10.000 dolara tekabül ettiğinden, orta gelir düzeyi 10.000 dolar olarak kabul edilmektedir. Bu rakam esas alınınca Türkiye ile birlikte orta gelir tuzağına düştüğü ifade edilen ülkelerin başında: Çin, Malezya, Rusya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Cezayir, Polonya, Macaristan ve GüneyAfrika gelmektedir. Servet dağılımını ve bölgesel dengesizlikleri, diğer bir ifadeyle birden fazla Türkiye ekonomisi olduğunu görmeyen, hatta görmek istemeyen emperyalizm ve sözcüleri ekonominin son yıllardaki görüntüsünün üstünü örtmek için değişik konuları ülke gündemine getirmektedir. Son yıllarda önümüze getirilen kavramlardan birisi de “Orta Gelir Tuzağı”dır. Orta gelir tuzağı kavramı geçtiğimiz birkaç yılda ülkemiz gündemini sıkça işgal etmeye başlamıştır. Sözüm ona ekonomi çevrelerinde de Türkiye'nin orta gelir tuzağına düştüğünden söz edilmektedir. Önümüze getirilen bu “Orta Gelir Tuzağı” kavramı nedir? Bu ülkelerin ortak özellikleri; (1) Tasarruflar ve dolayısıyla yatırımlar düşük düzeydedir. (2) İmalat sanayi gelişmemiştir, gelişme de yavaş yürümektedir. (3) Sanayi tekdüzedir, üretim düşük katma değerli olup montaja sanayi gelişmiştir. (4) Tüketim dışalıma, büyüme tüketime bağlıdır. (4) Emek piyasasında koşullar zayıftır. (5) Yüksek teknoloji alanında rekabet gücü yoktur. (6) Eğitimde kalite artırılmamaktadır. “Orta gelir tuzağı” bana, “benim memurum işini bilir” diyen bir Cumhurbaşkanını, Turgut Özal'ı ve Türkçeye kazandırdığı “orta direk” kavramını anımsatmaktadır. Emperyalizm ve sözcülerinin gündeme getirdikleri orta gelir tuzağı kavramını anlayabilmek için hepimizin bildiği “tuzak” sözcüğünün anlamını unutmamak gerekir. Türk Dil Kurumu “Tuzak” sözcüğünü; “Kuş veya yaban hayvanlarını yakalamaya yarayan araç veya düzenek. Birini güç ve tehlikeli bir duruma düşürmek için kurulan düzen, komplo” olarak tanımlamaktadır. Ekonomiden anlamasak da hepimizi ilgilendiren bu sözcüğün üzerinde durup düşünmemiz gerekir. Orta gelir tuzağı dedikleri ekonomik kalkınmanın, kültür duvarına çarpmasıdır.Beşeri sermayenin iyileştirilmemesidir. İnsan gücünün sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda p l a n l a n m a m a s ı d ı r. B i l g i d ü z e y i n i n yükseltilmemesidir. Gençlerin mesleki eğitime y ö n l e n d i r i l m e m e s i d i r. Ü l k e d e k i b ö l g e s e l dengesizliklerin sürdürülmesidir. Kalıcı ve gelişmiş bir demokratik ortam yaratılmamasıdır. Harcanabilir gelirlerinin yarısından fazlası ile borçlarını ödemek zorunda olan bir ülkede yaşıyorsanız, diğer bir ifadeyle gelirler ile hayat pahalılığı arasında ciddi bir uçurum varsa bu ülkede sömürü vardır. Sömürünün sürdürülebilmesi de ancak sömürülen ülkenin olduğu yerde bırakılmasıdır. Orta gelir tuzağı dedikleri işte budur. Emperyalizm ve sözcüleri “Orta gelir tuzağı”nı bir ekonomide kişi başına gelir düzeyinin belirli bir aşamadan öteye gidememesi hali ya da belirli bir gelir düzeyine ulaştıktan sonra durgunluk içine girmesi durumu şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu tanıma göre orta gelir düzeyi, kişi başına gelirin -32- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “BENİ BURAYA GÖMÜN, OĞLUM ÜŞÜR” Av. Hüseyin ÖZBEK* ozbekhuseyin@yahoo.com tarifsiz bir acı duydu. Çoluk çocuğa görünmeden arada bir gardırobun dibindeki beylik elbiseye dokunup okşaması, bu güne kadar oğul uşaktan gizlediği tek sırrı oldu. Toroslar kadimden beri Yörük yaylağıdır. Baharda çıktıkları yaylalardan ilk kırağı düşüp kış ayağını uzatırken Çukurova'ya inerler. Turanlılarınki de Yörük işi gibi oldu. O il senin bu bel benim konup göçmenin encamında son eğleğimiz burası deyip Adana'yı seçtiler. Bundan sonra konup göçenin, il gezenin dönüp geleceği yer burası olsun deyip yurtluk edindiler. Kalan ömür huzur içinde geçsin dileğiyle Çukurova İlçesi Huzur Mahallesi dediler. Toroslarda, Çukurda atının ayağının değmediği yer kalmayan Karacaoğlan; “Yiğit yiğide yad olmaz, iyilerde ham süt olmaz” der. Biz ana sinesinde bıraktığımız Mustafa'ya dönelim. Kısmet ananın helal sütüyle serpilip levent endam bir yiğit olan Mustafa da baba mesleği deyip polisliği seçti. Özel harekâtçı oldu. Karakolun yüzü soğuk olur, denir. Mustafa sıcak yüzünü gösterdi yolu düşenlere. Kaderin sillesini yemişlere bir sille de bizden olsun, demedi. Kiminin karnını doyurdu, kiminin ardında durdu. Diyarbakırlı Müslim gibi kimilerine de ayağından çıkarıp postalını verdi. Ele verileni el bilir, başkasına söylenmez. Söylenirse tek anaya söylenir. Kola kucağa sığmayan Mıstık'ını kundak bebesi gibi sevip koklarken laf çalımında ağzından aldı bir keresinde. Ver elli, bir evlat bağışlayan Tanrıya el açıp şükretti Kısmet Turanlı. Dünyada mekân ahirette iman, demişler. Polis babanın emekli ikramiyesi yetmedi. Mustafa, siz güle güle oturun bana yeter, deyip bankada bir tomar kâğıdın altına bastı imzayı. Yıllarca maaşından kesilecek borç yükünün altına girerken tek dileği oldu bacısından. Anam atam otursun da varsın hiç görmemiş olayım, dediği evin içinden dışından resmini istedi. Mustafa'nın baş göz olmasını tez geçelim. Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır, deyip Mustafa'yı Ayşe Öğretmenle tez elden nikâhlayıp yuvadan uçurdular. Birlikte yürüyecekleri uzun g u r b e t y o l c u l u ğ u n a d u a y l a u ğ u r l a d ı l a r. Diyarbakır'dan sonra kim bilir daha kaç il, kaç Rahmine düşen evlatla birlikte 9 ay 10 gün tek bedende iki can taşır ana. Gün güne ulandıkça canından can, kanından kan verdiği büyür içerde. Gelecek olanın muştusudur an be an büyüyen karın. Kem azarın, kem nazarın uzanamadığı korunaklı dünyadan fani dünyaya tek adımlık yolculuk az gittik uz gittik misali aylar sürer. Konuğuyla hane sahibinin başkasının anlamayacağı bir dille halleşmesiyle geçer zaman. Her tekmesi, her dönüşü kalemsiz kâğıtsız sevgi mektubu, ana ben buradayım, çığlığıdır içeriden. Konuk gelen eve kut gelir demiş atalar. Ocakta köz, söylenecek söz bitince başköşeden doğrulan konuğu kapıya kadar uğurlar ev sahibi. Ananın hane sahipliği dersen ömür boyudur. İçerideki konuğu ilk haneden uğurlayıp ikincisine, ömür boyu konaklayacağı başköşeye, sıcacık sinesine buyur eder. Gün tamam olup dünyaya göz açtığında verildiği kucağın ten kokusunu, ter kokusunu bir daha unutamaz bebe. Ana sütünün, ana teninin, ana terinin doyumsuz kokusu yaşam boyu bir özlem iksiri gibi burnunda tüter. Ömür boyu sürecek koklaşmada ananın kısmetine düşense içerdeyken duyumsadığı insanı hazdan mest eden evlat kokusudur. * Mustafa, Kısmet Ana'nın peş peşe gelen 6 kısmetinden ilki olarak dünyaya göz açtığında da aynısı oldu. Yaradan'ın kısmetini kundaklayıp verdiklerinde sinesine basıp bir iyice kokladı. Ömür boyu unutamayacağı, milyonların içinde gözü kapalı bulacağı oğul kokusunu hazla içine çekti. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur, demiş Korkut Ata. Mustafa'yı ana sinesinde bırakıp biz haberi babadan verelim: Artvin'in el atsan bulutlara değecek Şavşat yaylasının çocuğu Adnan Turanlı da ekmeğin peşinden gurbeti mesken edenlerden oldu. Polisliği seçti. Yüce Tanrının karşısına çıkardığı Kısmet' i kısmet bilip nikâhı kıydı. İki canla başlayıp, yıl yıla ulandıkça kervana katılan 6 evlatlık göç katarıyla ilden ile konup göçerken yel gibi geçti zaman. “Gençlik baharım, memuriyet yazım, emeklilik sonbaharım.” deyip dilekçesini verdi. Sivilleri çekip üniformayı naftalinlerken teni yüzülürmüşçesine -33- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE helal ettiler kendilerinden yana ne varsa. Kısmet ana seslendi tabuttaki oğulcuğuna; “ Mustafam evi merak ediyordun, gelip göremedin. Yavrum şimdi gel gör. Üç senedir seni hiç göremedim. Bir kere göğsüme yataydın. Bir kerecik daha kokunu duyaydım kuzum!” Bacısı Gül Turanlı, ayrılmak istemedi bir türlü tabutta yatandan. Kabullenmek istemedi, konduramadı ağabeyine ölümü. Son bir umutla teselli etmeye çalışan polislere yalvardı tabutun başında; “Bakın, belki nefes alıyordur, belki o değildir.” Birlikte yaşanacak uzun yıllara dair karşılıklı verilen sözlerin, kendilerinden başkasının bilemeyeceği masum sırların ortağı Ayşe Turanlı son yolculukta da yalnız bırakmadı eşini. Daha doğmamış çocukların, yaşanmamış anıların, görülmemiş, gidilmemiş yerlerin önüne kazılan hendeğin birbirinden ayırdığı çiftin Buruk mezarlığına kadar süren yolculuğun bitiminde tutamadı kendini; “Mustafa'mı aldılar, sana nasıl kıydılar, seni yerin orası mı? ” sözleriyle ağıta başladı. Evladı ilk gören de son gören de anadır. Ana karnı, yana karnı, diye boşuna dememişler. Türkiye'yi Kars'tan İskenderun Körfezi'ne uzanacak kanlı hendekte boğmanın sinsi hesabını yapanların kıydıkları oğulun acısı, gün be gün büyüyecek, daha derine işleyecek. Yitirdikleri evladın teninin, terinin kokusunu duyumsayacaklar her an. Gündüz hayallerinde gece düşlerinde karnında, kucağında gibi sıcaklığını hissedecekler yitip giden evlatların. Kısmet Ana, Buruk Şehitliği'nde üzeri topraklanıp al bayrakla örtülen oğul mezarının başına usulca çömeldi. Mustafa'nın toprağını avuçlarına alıp bir iyice kokladı. Aşağıdaki oğuldan bir ses, bir nefes, bir koku bekledi besbelli. Mustafa'sını içine alıp gizleyen, gittikçe soğuyan kara toprağı ısıtmak istedi bir an. Küreklerindeki son toprakları sıyıran mezarcılara, çevredekilere yalvardı kısık sesiyle; “Beni buraya gömün, oğlum üşür. “ Beni burada bıraksalar oğlumla koyun koyuna, diye geçirdi içinden. Sarıp sarmalasam eski günlerdeki gibi. Ana oğul kıyamete kadar koyun koyuna yatsak, Mustafa'm da hiç üşümese, mahşere kadar oğul kokusuyla mest olsam, diye düşündü. Olamayacağını bilse de yanına uzanıvereceği oğulcuğuyla gece gökyüzünü, gündüz yeryüzünü seyranla geçecek ikinci bir yaşam diledi Tanrı'dan. -----------------------------------*İstanbul Barosu Genel Sekreteri (9 Eylül 2015) karakol gezecekti babası gibi üniformayı naftalinleyip kaldırıncaya kadar. Huzurevlerindeki huzurlu yuvadaki 3 yıldır sarılıp sinesine yatamadığı anasının, elini öpemediği babasının yan yana resimleri derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi aşıp Diyarbakır'ı buldu. Başköşeden kendisine gel gelen eden Kısmet Ananın, Adnan Babanın arasındaymış gibi bir duyguya kapıldı bakarken. Dünya üstüne gelse kendisini koruyacak ana kucağının, baba gölgesinin verdiği güven duygusunun tarifsiz sarhoşluğu uzun süre devam etti. Huzurlu evdeki huzursuzluk PKK'nın son dönem saldırılarıyla başladı. Bölücü örgütün saldırılarıyla verilen her şehitte içine bir köz düştü Kısmet Ananın. Oğul yitirmiş ana acısını duydu. Al bayraklı her tabutla acı daha da büyüdü. İçinde Diyarbakır geçen her kelimenin ardından Mustafa Turanlı adını beklemeye başladı. İçini oyan, gece uykularına ket vuran endişesini komşularıyla da paylaştı. Mustafa'sının kara haberinden 2 gece önce rüyasında evlerinin yıkılıp yere geçtiğini görünce; “gitti oğul, gitti kuzum” diye dövünmeye başladı. Kara haber tez ulaşır. Mustafa'nın ata yurdu Şavşat'ın Yazı Köyü'nde verilen salasının ardından amcalar, yeğenler durmak olmaz deyip ülkenin kuzeyinden güneyine Anka kuşu misali uçtular. Şehidin salından tutmaya yetiştiler. Dileyip gidemeyen tekmil Yavuzköylüler de al bayraklar elde Şavşat'a kadar yürüdüler. Diyarbakır'ın Sur ilçesinde hendek kazıp yol kesen katillerin 6 Eylül 2015 günü attıkları pusu, Kısmet Ana'nın öpmeye koklamaya kıyamadığı ilk kısmetinin yanında bir can daha aldı. Kayseri'li Muzaffer Can Ersoy kalleş tuzağının ikinci şehidi oldu. Sur'da, Cizre'de, Silvan'daki hendeklere vurulan kazmaların saplarının Avrupa'ya, Atlantik ötesine kadar uzandığını Kısmet Ana nereden bilsin? Oğlunun canını aldıranların Türk milletinin toptan gömüleceği derin hendeği kazmadan geri durmamaya yeminli olduklarını kısmetsiz analara kim söyleyecek? Mustafa'nın kanlılarının, geçen yüzyılda Basra'da, Bağdat'ta, Musul'da, Sina'da, Şam'da bıraktığımız Mustafaların da kanlıları olduğunu kim deyiverecek? İslam Peygamberiyle müşriklerin Hendek Savaşı'ndan daha zorlusunun Mehmetlere kurulduğunu hangi babayiğit ortaya döküverecek? Hasılı kelam Mustafa'nın kaderinde sağlığında göremediği baba ocağına al bayraklı tabutla helallik almaya gelmek varmış. Turanlı ailesi salasını duyanın uzaktan yakından akın ettiği hanelerinin kapısında karşıladılar ilk göz ağrılarını. Kat be kat -34- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Adabelen Masamız'dan eksilenler: SEVGİLİ KARDEŞİM ALİ YAVUZ* Faik AY ar_ajans@hotmail.com Hayatımın en zor ve en kolay görevini yerine Kendimize bir hava veriyorduk. Balıkesir'de de getirmekle kendimi yükümlü kıldım. En zor görev; Necati Eğitim Enstitülüler epeyce revaçta idi. çünkü 60 yıldır hayatı paylaştığım canım, ciğerim Tanınalım diye okul rozeti takıyor, koltuk altındaki dostumu içim yanarak anlatmak zorunda kalıyorum, kitaplarla görülebilecek yerlerde'' güya'' ders kolay görev; o da sevgili dostumun eğrisi büğrüsü çalışmaya gidiyorduk. Biz de Aliyle birlikte sık sık olmadığı için, dosdoğru adam gibi adam olduğu için Demiryolu parkına gidiyorduk. Ali öğretmen kolay. okulunda sigara içmiyordu. Benle Cevat içiyorduk. O da bir iki otlandıktan sonra alıştı. Bu arada nargile Kader bizi 60 yıl önce Ortaklar Öğretmen modası çıktı. Hiç içmemiştik, ama iki nargile okulunda aynı amaçta birleştirdi ve O'nun cismen doldurttuk. Kitaplar önümüzde, nargile ayrılışına kadar hiç ayırmadı. Okula girdiğimizde önümüzde… Nasıl içileceğini bilmiyoruz. Ali aynı sınıfta iki Ali vardı. Ali Yavuz ve Ali Ağaoğlu. marpucu eline aldı, içine çekmek yerine var gücüyle İkisi de bizlerden birkaç yaş büyüktü. Hafif hafif marpuca üfledi. Tabi ki tütünü ve ateşi fırladı, etrafta bıyıkları terlemeğe başlamış, haftada bir de olsa gülüşmeler oldu. İlk ve son deneme oldu. sakal tıraşı oluyorlardı. Köylerindeki okul, evlerine uzak olduğundan rahatça gidip gelebilsinler diye iki Eğitim enstitüsünde iken de özverili idi, yaş geç gönderiyorlardı merhametliydi. İkinci okula. sınıftaydık. Son dersin bitiminde yine enayiler Öğretmen okulunu meydanına doğru anlatmayacağım, giderken, belediye hepimizin ortak yaşantısı hoparlöründen bir KAN aynı gibi. Ali'nin 6 yıllık anonsu duyduk. Balıkesir öğretmen okulu boyunca Devlet hastanesinde dersleri çok iyiydi. yatmakta olan bir hasta Zülfikar Bey'in gözdesi, için acil kana ihtiyaç beden eğitiminin düşmanı vardır, ilgilenenlerin idi. Sene sonlarında Beden dikkatine. Anonsu duyar Eğitiminden kurul kararı Ali Yavuz E ğ itim Enst. ö ğ renci iken F. Ay'la d u y m a z , h i ç ile geçiyordu. sorgulamadan '' Hadi Son sınıfta Eğitim Köylüm gidelim'' dedik. Enstitüsü sınavlarına girdik. İkimiz de kazandık. Gittik. Bizden birer ünite kan aldılar ve biz ayrıldık. Eğitim enstitüsü, öğretmen okulu gibi değildi. Etüt Aradan bir, bir buçuk ay geçtikten sonra bir karı yok(veya var ama zorunlu değil), yoklama yok, koca, yanlarında 11-12 yaşlarında bir kız çocuğuyla geceleri geç gelmelere karışan yok. Bize bu bizi okulda arıyorlar. Bizim kanımız çocuğun özgürlük fazla geldi. Başladık dersleri boşlamaya; hayatını kurtarmış, bu nedenle de teşekkürlerini Balıkesir'de, ENAYİLER caddesinde volta atmaya; sunup el öptürmeye gelmişler. O zaman bile kendi (Enayiler Caddesi, okul kapısından Ali Hikmet Paşa kanından başkasına CAN katmayı bilecek kadar meydanına kadar uzanan cadde, kız tavlamaya erdemli bir insandı. gidilen yer.) Yeşil köşe kıraathanesinde pişti Mezun olduk. Ben Iğdır Ortaokulu'na, Ali, oynamaya. Arayan yok, soran yok. Okulun Kayseri'deki ortaokula kura çekti. Gitmeden önce kapısında bekleyen gece bekçisi Arnavut Ali Dayı, paçayı düzeltmek lazım. Ne de olsa ortaokulda Birinci cigarasını gördüğü zaman kapılar ardına öğretmen olacaktık. O zaman İzmir'de Fevzi Paşa kadar açılıyordu. Bulvarında Meşhur Şafak Mağazaları vardı. Delikanlıydık, yüksek okulu kazanmıştık. Peşinatsız 25 lira taksitle giyim eşyası satıyorlardı. -35- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Birlikte gittik. O bana kefil oldu. Ben de ona kefil ekmek, zeytin yediriyorsun!'' O'nu anlatırken oldum. Senetler yapıldı. Senetlerde adres olarak kendimde ortaya çıkıyorum, çünkü ben O'yum, O da yeni görev yerlerimiz yazılı. Biz kendimizi donattık. ben. Pardösü, kaşkol, fötr şapka, gıcır ayakkabı vs… Örgütçüydü. Birlikten güç doğacağına Aynaya baktığımızda ikimiz de polis hafiyesi inanıyordu. Aramızdan beden olarak ayrıldığı güne Sherlok Holmes gibi olmuştuk. Görev yerlerimize kadar TÖS, TÖBDER, parti üyelikleri gibi yerlerde döndük. Aradan üç beş ay geçti. Ona ayrı, bana ayrı hep görev aldı. Özellikle evladı gibi üzerine titrediği protesto mektupları geldi. Güya Şafak mağazasının ve kurucusu olduğu ADABELENLİLER Derneğini taksitlerini ödemiyormuşuz. Karşılıklı birbirimize ve dergisini çok önemsiyordu. ADABELENLİLER kızıyoruz. Niye borcunu ödemiyorsun da kefil olan de Ali Abi'lerini ne kadar önemsediklerini son benden istiyorlar. Halbuki ikimiz de görevlerinde gösterdiler. Derneği bir normal ödemeleri yapıp makbuzları arada tutmak için çok çabaladı. saklıyoruz. Ancak bugünkü gibi Toplantıları, genel kurulları hiç haberleşme imkanı olmadığından aksatmadı. Son genel kurul dahil. doğruyu öğrenmek mümkün Dürüst olmanın, eğilip olmuyordu. Hem mal sahibi, hem kefil bükülmemenin bedelini sürgünlerle olarak ödemeyi iki kez yaptık. ödedi. Dik durdu, yüceldi. Danıştay Kendisini aşmıştı. Benci değildi. kararları ile döndü. Küsmedi. İncindi, Ben kendimi kurtardım gerisi beni incitmedi. ilgilendirmez demedi. Mesleğe Bir toplantıda Mesleğimizin son yıllarında başladığı ve evlendiği ilk günler dahil, İzmir'e geldik. Hayat şartları çetin. Ev hiç yalnız kalmadı. Kendi çocuklarını kira, çocuklar okuyor. Ben Özel Türk büyütürken kardeşlerini yanında Lisesi'nde, O Özel Fatih Koleji'nde okuttu. Hepsinin elini ekmek tutacak gece belletici öğretmen olarak duruma getirdi. Öğretmen yaptı. çalışmayı sürdürdük. Emeklilikten Kayseri'de, Manisa'da, Salihli'de sonra ikimiz de kadrolu olarak Özel öğretmenlikle birlikte ücretli dersler Türk Lisesi'nde yöneticilik yaptık. verdi. Yatılı okullarda gece nöbetlerine kaldı, boynunu hiç bükmedi. Ben bir kooperatif hissesi ile Karaburun'da (İzmir) bir konut sahibi İlişkimiz hiç kesilmedi. Ben Milli olmuştum. O, emekli olur olmaz Eğitim Müdürü olunca güvendiğim ''Köylüm bana da Karaburun'da bir yer arkadaşlarla çalışmayı uygun buldum. bakalım'' dedi. Baktık. Evlerimizin Ayırdığım Milli Eğitim müdür arası 50 metre. Her gün birkaç kez yardımcıları yerine öncelikle onu görüşmemize rağmen, haftada bir, en düşündüm. O Salihli'de öğretmendi. geç on beş günde bir, bir araya geliyor, Hiç haberi yokken istek dilekçesini iki tek parlatıyorduk. Sevgili eşi Behiye kendim doldurdum, valilik onayını Hanım'ın mangal için tavuk terbiyesi aldıktan sonra Ankara'ya ataması için pek meşhurdur. Benim eşim Türkan giderken Salihli'deki evine uğradım ve Hanım da börekçiydi. dedim ki “Reis hazırlan, Ankara dönüşünde Muğla'ya gidiyoruz.” Şaşırdı tabii. İstek Gün geldi rahatsızlandı. Acılarını paylaşmaya dilekçesinde de atama kararnamelerinde de kendi çalıştık. Aile fertlerinin tamamı yapılması gereken imzası yoktur. her şeyi yaptılar. Ama ulu Tanrıya karşı güçleri yetmedi ve Tanrının merhametli kollarına teslim Ben Milli Eğitim müdürü olduktan sonra, il ettiler. içinde ağırlama, karşılama, ziyafeti bir genelge ile yasaklamıştım. Hatta yemek zamanları çarşıda Beklenen haber Türkiye'nin kurtuluşunun lokantalarda yemek yemiyorduk, hani birileri görür tapusu olan 9 Eylül günü geldi. Yine gününü seçti. de yemek ısmarlamaya kalkar diye. Bu nedenle iş Her an hatırlanacak bir gün. ziyaretlerinde arabamızda peynir, zeytin, domates 10 Eylül günü ikindi namazından sonra, şanına bulunur, uygun gördüğümüz bir yerde yerdik. Böyle yakışır şekilde uğurlandı. Sevenleri, arkadaşları, bir günde dedi ki: “Koca müdür oldun, bize peynir, dostları, arkasında saf tuttular. ADABELENLİLER -36- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE SİS VE KAYBOLMA İSTEĞİ Salih GÖZEK salih53@yahoo.com.tr sakat bir saka gibi düşüyor yağmur Ali Yavuz ölümünden kısa bir süre önce bir dostuyla... Foto: İ. Tuna yüreğimde, rüzgarın savurduğu sağır derinlik ayrılık sensiz zamana yolcu Derneği kurumsallaştığını ispat etti. İyi günde, kötü günde olması gereken yerde oldu. Kabristanda dönüşü olmayan bir yolculuk başlamıştı. O'nu sesim çıkmadan göndermem mümkün değildi. Din görevlisinin görevini tamamlamasından sonra toplanan sevenlerine cemaate birkaç söz söyledim. Özetle; Saygıdeğer Cemaat, Şu anda toprağa verdiğimiz ve hakkın rahmetine kavuşan sevgili Ali Yavuz Kardeşim, benim 60 yıllık dostum, arkadaşım, canım, ciğerim, her şeyimdi. O'nu Allaha emanet ederken, benim hayatımdan da parçalar koptu. Hayatı boyunca ülkesinin huzuru, insanlığın refahı için çalıştı. Binlerce öğrenci yetiştirdi. Çocuklarının ve yakınlarının boğazından haram lokma geçirmedi. Yetim hakkı, kul hakkı yemedi. Sevgili dostum Ali, öbür alemde de mutlaka rahat edecektir. Onun sevap defteri sonsuza kadar kapanmayacaktır. Çünkü topluma yararlı, hayırlı evlatlar yetiştirdi. Arkasından Fatiha'yı esirgemeyecek yüzlerce eser bıraktı. Devlet malına el uzatmadı. Yüce Yaradan'ın sevgili Ali Yavuz'u bundan sonraki sonsuz alemde rahat ettireceğine inancım tamdır. Bu nedenle Alim için rabbimden sevgi bolluğu diliyorum. Ruhu sonsuza kadar NUR içinde kalsın. ---------------------------------*Adabelen'in notu: Ali Yavuz derneğimizin eski başkanlarındandır. Ayrıca dergimizde yazılarını da yayımladık. Işıklar içinde olsun… yaşanmış yaşanacak bir nefestir bu, benim yolculuğum ve gittim kanadından vurulmuş kuşun düşmeden namludan kaçışı gibi suskumu sıyırıp sabahın erguvanından göç'e verdim çığlığımı ne kadar ayrılsak birbirimizden hangi eylül tenhasına bir ishak durur inkar mıdır itirafım kırılmış gibiyim firar göçlerin zulasında kirli rüzgarın ağrısı dolaşır /gittiğim sokaklarda/ gecenin en sessiz vaktidir ışıklar söner ahşap ses verir eşiklere; “toprağın üstünde ayak sesleri!” sokaklarda ev yorgunu hayatlar ve kırlangıçların yarıp geçtiği bulvarlar yeni bir sabah başlar; sis!..... ve kaybolma isteği!.. -37- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Masamızdan eksilen bir başka Adabelenli: Hüseyin Uysal "ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA, O KÖY BİZİM KÖYÜMÜZDÜR" Ahmet Nuri DOĞAN ahmetdogan51@hotmail.com Öykü çok bildik. Neredeyse tüm Adabelenlilerin hatta tüm Köy Enstitülülerinin ve İlköğretmen Okullularının öyküsü. 12 Ekim 1944'de –kiminin ayı günü de belli değildir- İzmir'in Kiraz İlçesinin Karaman Köyü'nde doğdu… İlkokul Öğretmeni Salim Sezer'in desteğiyle -hani o köy çocuklarının okuması için canını dişine takan Cumhuriyet öğretmenlerinden biri- 1956 yılında Ortaklar İlköğretmen Okulu sınavlarına girdi ve kazandı. Köy Enstitüleri kapatılalı iki yıl olmuştu. Birileri “bu şer yuvalarını kapatıp yerine daha mutedil(!) olacağını düşündükleri İlköğretmen Okullarını” açmışlardı. Düşündükleri gibi olmadı. Öyle bir Aydınlanma rüzgârıydı ki Köy Enstitüleri rüzgârı, en harlı gerici ateşleri söndürecek güçteydi. İlk günden fısıldamışlardı kulağına “orda bir köy var uzakta, o köy senin köyündür Hüseyin!” diye. Yeni doğan bebeğin kulağına ismini fısıldar gibi. O ses, yaşamı boyunca çıkmadı kulağından Hüseyin Uysal'ın. Çapsız, hadsiz bir Cumhuriyet Gazetesi yazarının, Ahmet Kutsi Tecer'in bu şiiri için, “Gitmesek de görmesek de uzaktaki bütün köylerin bizim olacağını vaz eden bu şarkının, devlete tapınma kültürünün esaslı tuğlalarından biri olduğunu, henüz bilmiyorduk” demesine inat, o şiirle o şarkıyla hep devrimci kaldı Adabelenli Hüseyin Uysal. Ölümüne kadar da değil, ölümünden sonra da halkına eğitime bağlılığını sürdüren “dinazor” olarak… Nasıl mı? Cenaze törenine katıldım. Kalabalık bir dost grubu ve yakınları oradaydı. Cenazesi yoktu ortalarda. Sordum. “Başkent Üniversitesinin” arabasını işaret etti arkadaşlar. Özel bir taşıma aracıydı. Törenden sonra Ankara'ya yola çıktı. Üniversiteye bağışlamıştı ölümünden bir buçuk yıl önce bedenini. Ayrıntıyı anlattı eşi Yıldız Uysal: “Bir yazı okumuş, üniversitelerde tıp öğrencileri kadavra bulamıyormuş. Ya maketler üzerinde kadavra çalışması yapıyor ya da hatırı sayılır paralarla yurt dışından kadavra getiriyorlarmış. 'Ben bedenimi bağışlayacağım, öldükten sonra bedenim kadavra olarak kullanılsın' dedi. Yadırgar gibi oldum. Ama o kararlıydı. Prosedürü yerine getirmek oldukça zahmetliydi. Uğraştı, didindi ve gerçekleştirdi. Doktorlar bile 'cesur karar' demişlerdi. Hastalıkla ilgili hiçbir sorunu da yoktu o tarihte.” Ölmek yoktu aklında yani. Eşi Yıldız Hoca gibi, görüştüğüm küçük oğlu Taylan da dile getiriyor yaşama bağlılığını. “Hastalığı belirlendiğinde bile ölmek yoktu aklında sanki. Şiirlerini kitaplaştırmayı düşünüyordu. Bir de 'Kargalar' isimli bir kitap yazacağını söylüyordu. Ayrıntıyı konuşmadık ama 'kargalar' ironik bir isimdi. Onu biliyorum.” Yine onların söylemlerine göre dostlukları hep taze kalmıştı. Eşinin deyişiyle, “Hüseyin ölümünden sonra da beyniyle olmasa bile bedeniyle eğitime katkısını sürdürüyor”du. Yani ey Cumhuriyet yazarı! “O oradaki en uzak köyde”, “senin aklının yetemeyeceği köyde” Ahmet Kutsi Tecer'le birlikte senin cehaletine gülüyor şimdi Hüseyin Uysal... Öğretmen Okulu'ndaki abilerimden olmadı Hüseyin Uysal. Onun mezun olduğu 1962 yılında ben okula yeni giren öğrencilerdendim. Yıllar sonra İstanbul'da bir dershanede kesişti yolumuz. Sevdik birbirimizi Adabelen'li olduğumuzu bilmeden. Belki daha doğru bir deyişle; o beni sevdi “abi” olarak. Yemeğe davet etti bir gün. O zaman anlaşıldı ikimizin de Adabelen'li olduğumuz. “Kan çekti demek ki” demişti. Uzun uzun konuştuk. O gün ve daha sonraki günler. Eşinin oğlunun ve arkadaşlarının dediği gibi soyadına uygundu yapısı: Uysal… Ama düşünsel ilkeler, idealler söz konusu olduğunda ödün vermezdi. Saygılı, duygusal ama kararlı bir uysallıktı ondaki. Ulusal Kanal'da ve başka birkaç kanalda programlara katılmıştı. “Köy Enstitüleri”, “Öğretmen Sorunları”, “68'li olmak” konulu programlara. Her programa hazırlanarak geldiğini gördüm. Ağzı olduğu için konuşanlardan değildi. Eğitim Tarihine, Aydınlanma sürecine, 68'liliğe … hakimdi. Hakim olduğu için de bugünü de doğru yorumlamayı -38- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Devrimci grupların kendi çelişkilerinin en hareketli olduğu yıllarda. Kendisi bir grup temsilcisi olduğu halde diğer gruplardan arkadaşlarına dostça yaklaşmasını bildi. Uzlaşma yolları aradı, birleştirici tutumuyla saygı kazandı. 1980 kıyımından sonra da köşesine çekilmedi. Nazım Hikmet Vakfı'nda yöneticilik yaptı. O yıllar Amerikan solculuğunun geliştiği yıllardı. geziyordu. Nazım Hikmet Vakfı'ndan ayrıldı. Öldüğü gün “68'liler Vakfı'nın” danışma kurulu üyesiydi. Devrimci mücadelesini 68'li arkadaşlarıyla sürdürüyordu. Avcılar semtinde öğretmenlerin kurduğu “Eğitimciler Sitesi”nde yaşıyordu. Orada kendisi gibi birçok “dinazor” vardı. Sistemin çarklarına teslim olmayan iflah olmaz dinazorlar… Bu dinazorlar, Sitenin lokalini önemli bir etkinlik alanına dönüştürdüler. Önemli günlerde toplantılar düzenleniyor, zaman zaman da sazlı sözlü birliktelikler yaşanıyordu lokalde. Kah Köy Enstitüleri – Öğretmen Okullarının kuruluş yıldönümlerinde, kah Madımak yangınının yıldönümünde ya da bir sanatçıyı anma etkinliğinde… Eğitimciler Lokali bir aydınlanma penceresi olarak hala varlığını sürdürüyor. “Yıllardır bu sitedeyiz” diyor Yıldız Hoca. “ D o s t l a r ı m ı z l a , dostluklarımızla bir aradayız. H ü s e y i n d o s t c a n l ı s ı d ı r. Öğretmen arkadaşlarını ve öğretmenliği hep sevdi. Öyle severdi ki öğretmenliği zaman zaman bana bile öğretmen gibi davranırdı. 'Ben öğrenci değilim Hüseyin' derdim, gülüşürdük. 43 yılı birlikte tamamladık. O hala öğretmenliğe devam ediyor. Ankara Başkent Hastahanesinde…” Son yolculuğuna yaşadığı sitenin bahçesinden uğurladık. Bu dünyadaki son etkinliği gibiydi uğurlama töreni. Doğduğu İzmir Kiraz Karaman Köyü'nden “dağlar aşrı” gelen saz sesleri eşliğinde “orda olduğunu bildiği uzaktaki bir” köye gidercesine… biliyordu. Sığınmacılarla ilgili bir şiir yazmıştı 2014 Temmuzunda. Cennet vaadiyle Suriye'yi kan gölüne çeviren emperyalistlerin iki yüzlülüklerini sergileyen. Suriyeli bebeğin sahile vurmuş cansız bedenini bir yıl önceden görüyordu o uzak köyün yolcusu. “Yalnız bir avcıdır yürek Anarşist bir sığınmacıydım/ gönlünüzde/ bir gül mevsimi ikindisinde/ kovuldum cennetinizden/ şimdi/ vatansızın biriyim/ kapılarınızda” Başkalarını anlamak bilgeliği yanında kararlılığını da koyuyordu ödünsüz. Çünkü ayakları Türkiye toprağına basan, laik, emekten yana bir Cumhuriyet aydınıydı Hüseyin Abi. Kararlı bir anti emperyalist olarak ırkçılığın ve mezhep temelli ayrışmaların her türlüsüne karşıydı. İşte o kararlılığın temelinde; 1956 – 1962 yıllarında okuduğu Ortaklar İlköğretmen Okulu'nun mayası vardı. Bu maya 1962 – 1965 yıllarında okuduğu Çapa Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünde pekişmişti. Çapa'dan mezun olup Edirne Lisesi'ne atandığı 1965 yılında ilk işi TÖS üyesi olmaktı. Ve daha o yıl il dışı olmasa bile il içinde okul okul gezdirilmişti. “Biat” ettiremeyen egemen güçlerce… 1967 – 1969 yıllarında Burdur'da askerdi. Orada da etkinliklerini sürdürdü. Burdur'da tanıştığı Bahri Belen'le ve başka arkadaşlarıyla bağını koparmadı. 1969 yılında Kars'a atandı. Tuzluca'da Taziye Defterinden ö ğ r e t m e n l i k y a p t ı . Yi n e durmadı… Onlar da durmadılar, Ardahan'a sürdüler. Ardahan Lisesi'nde tanıştığı Yıldız Hanımla evlendi. Oralarda edindiği dostlukları, arkadaşlıkları da sonuna dek devam etti. 1972'ye dek süren Kars Ardahan sürecinin ardından atamasını isteyerek İstanbul'a geldi. Yine kendi isteğiyle işçi semti olan Sefaköy Lisesi'ne atandı. Devrim mücadelesinin sınıf mücadelesi olduğunu bilerek. 1980 yılına dek Sefaköy Lisesi'nde çalıştı. 12 Eylül kovuştumaları – davaları başlayınca Milli Eğitimden ayrılmak zorunda kaldı. Sonraki yaşamını birçok öğretmen gibi dershanelerde çalışarak sürdürdü. Bu yazdıklarım biraz resmi biyografi gibi oldu biliyorum. Resmi olmayan yanıyla bakıldığında ise toplumsal duyarlılığını sonuna dek sürdüren bir Hüseyin Uysal görüyoruz. Kars'ta ve Ardahan'daki aktif mücadele süreci İstanbul'da da devam etti. TÖB – DER üyesi olarak ve TÖB – DER dışında da. 1975 1976 yıllarında İstanbul TÖB – DER başkanlığı yaptı. ---------------------------------*Hüseyin Uysal, dergimizde şiirlerini yayımladığımız sınıf arkadaşımız ve dostumuzdu. İstanbul'da yaşıyordu. Dolayısıyla ölüm haberini aldığımızda İstanbul'da yaşayan Yazarımız Ahmet Nuri Doğan'dan, Adabelenliler adına cenazesine katılmasını ve onu yakından tanıyan biri olarak da hakkında yazmasını istedik. O, bu görevi Adabelenlilik sorumluluğu içinde içten yerine getirdi. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. İsmail Tuna-Adabelen Dergisi -39- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sanat ve Edebiyat Dünyamızdan Edebiyatımızın Çınarlarından Oktay Akbal'ı Kaybettik Türk edebiyatının usta kalemlerinden, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Akbal, 92 yaşında yaşamını yitirdi. Oktay Akbal, 12 Eylül'ün, 1982 Anayasası oylaması sırasında “Hayır” oyu vereceğini yazdığı için yargılandı, mahkûm oldu ve hapse girdi. Bir süre tedavi gören Akbal, daha sonra Muğla'nın Ula İlçesine bağlı Akyaka beldesindeki evinde dinlenmeye çekilmişti. Akbal, geçtiğimiz cuma günü hayata veda etti. (Faşizm budur işte: Sizi kendi yasalarına göre yargılar ve hapse atar; o dönemde de referandum öncesi anayasa taslağı aleyhine propaganda yapmak kanunla yasaklanmıştı!) Bundan sonra da yapıtlarıyla hepimize ışık olmayı sürdürecektir. Anayasa taslağına niçin “Hayır” diyecekti biliyor musunuz? Anayasa taslağında işçi hakları yeterince güvence altına alınmadığı için. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının kaleminden OktayAkbal: Ali Sirmen: ….Oktay Akbal su kadar berrak, duru, içindeki çocuğu son anına kadar canlı tutmuş, candan bir insandı. Zeynep Oral: (30 Ağustos 2015 Pazar) Eylül henüz gelmedi. Ama koca bir yıl yaprak dökümüyle geçti... Art arda çekip gidiyor o güzel insanlar... Bizler de demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. İyi yazar olduğu ölçüde iyi insandı. Gıllı gışlı bir yanı hiç olmadı. O yüzdendir ki, ne zaman bir meclise gelse, hazır bulunanların içleri açılırdı. Tekerleme haline gelmiş şöyle bir deyişim vardı: -Marifet “Suçumuz İnsan Olmak”ın yazarı gibi iyi bir insan olmaktır. Sevgili Oktay Akbal da çekti gitti. Bir kez daha ne söylesem, ne yazsam eksik kalacak: Edebiyatımızın satır başlarından... Öykü, roman, deneme... Gazetecilik... Ustalık... Yaşamı yazıyla ifade eden... Yaşama ve yazıya zenginlik katan... Yüreği toplumun nabzıyla birlikte atan... Cumhuriyet'le özdeşlik... İnsan gibi insan... Yol gösterici... Dost... Her daim genç ve güler yüzlü... Sevgi insanı, saygı insanı... Türkçe tutkunu; Atatürk ilkeleri tutkunu... Gençlere inancını hiç yitirmeyen... Mustafa Balbay: … Oktay Akbal son yıllarını yeryüzündeki cennet Akyaka'da geçirdi. Kendisi ile burada zaman sınırı olmayan güzel sohbetlerimiz oldu. O Azmakbaşı'nda Nail Çakırhan ile birlikte otururken iki yanımızdan şırıl şırıl akan sulara, az ötedeki sazlıklara bakıp seslenmeden edememiştim; “Oktay Abi burası Azmakbaşı değil, yazmakbaşı... İnsan burada neler yazar.” O güzel kahkahasını atıp “O zaman sen de buralı ol” derdi. Onu, dostluğunu çok özleyeceğim... Şimdi tüm eserlerini yeniden okumak zamanıdır... Emre Kongar: Akbal, “Atatürkçülük ile Solculuğun, Hümanizmle harmanlanmış sentezidir.” … Cumhuriyet aydınlanmasının, Atatürk devrimcilerinin, güzel Türkçemizin başı sağ olsun. Orhan Bursalı: … Bir geçmiş, bir sevinç, bir hüzün, 92 yıl bir insanla kopup gitti. Cumhuriyet'in ilk çocukları bir bir elveda diyor. Tanıdıklarımın hepsi pırıl pırıl beyinleriyle bu ülkeye borçlarını hâlâ ödemeye, Cumhuriyeti savunmaya devam ediyorlar. Onlara 92 yıl yetmez. Bir 92 yıl daha gerekli.. İkinci 92'nin sonunda oturup hesap ederiz, acaba kaç 92 yıl daha gerekli olduğunu... Gidenlere çok teşekkür ederiz, varlıkları ve eşzamanlı yaşam bizlere onur verdi. Hâlâ aramızda olanlara, yaşamak dışında bir seçenekleri olmadığını anımsatmalıyız. O. Akbal, O. Bursalı ile -40- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İçimizden biri, Kadri Gülhan da yazdı O. Akbal'ı: OKTAY AKBAL Kadri GÜLHAN* Muğla İlimizin Gökova Akyaka Beldesinde sevgili O. Akbal'ı 30 Ağustos günü toprak ananın kucağına verdik. Cumhuriyet gazetemizin iki ana direğinden biri sevgili İlhan SELÇUK'u 5 yıl önce yitirmiştik. Şimdi de Akbal'ı yitirince yerleri doldurulamayacak kadar büyük iki HalkAdamından yoksun kaldı gazete ve bizler… İkisi de yıllarca Cumhuriyet Gazetesinde köşelerinde tüm aykırılıkların karşısında olmuşlar, insan olma-adam olma yolunun bayraktarlığını yapmışlardı… Bu yolda yürürken hapishane (Tutuk evi) yolunun acısını tatmışlar, ama büyük yürekleriyle yılmadan, usanmadan ödünsüz, onurlu yaşamlarını sürdürmüşlerdi.. Atatürk yolunun yılmaz savunucusu ve bayraktarı bu ikili ikiz kardeş gibi bahar ve yaz aylarında memleketim Muğla'nın “Ula-Akyaka” semtinde, dinlenceye geldiklerinde oturup yatmamışlar, enerji toplayarak sağlıklı yaşam içinde de bayraktarlıklarını sürdürmüşlerdir. Halikarnas balıkçısı Cevat Şakir KABAAĞAÇLI'nın aşık olduğu Gökova ve sahillerinin toprağında yatmak varken ne işi vardı İlhan SELÇUK'un “Hacı Bektaşlar”da, diyesim geliyor… Öyle olsaydı şimdi ikisi de denizin maviliklerinin sonsuz hazzı içinde ruhları şen olurdu sanırım… * Sayın Oktay AKBAL'la son olarak İzmir-Asansör Mahallesinde yıllarca önce yaşamış olan DARİO MORENO'nun adının verileceği ve o yerin açılışını yapacak olan o zamanın belediye başkanı Sayın Yüksel ÇAKMUR'u beklerken karşılaştık. Sayın Oktay AKBAL, yoldaşı, eğitimci Ayla Hanımefendiye dönerek: “İki dövüşçünün arasında koruma altındayız!” sözüne İzmir'de simge olan Sayın Şeref BAKŞIK da meşhur kahkahasını atmış ve “Sayın AKBAL bizi Denizli horozuna benzettin galiba!” demiş ve buna bol bol gülmüştük… Yıllar önce bir yazımı köşesinde konuk yapmıştı. Sonraki yıllarda (1986-1987) Muğla SHP İl Başkanı Sayın Tufan DOĞU'nun düzenlediği 27 Mayıs Ak Devrimini anma toplantısına İzmir SHP İl yönetimi adına katılmıştım. Anma toplantısı salonuna girdiğimde oturum yönetme başkanı Sayın İlhan SELÇUK: “Muğla'nın evladı İzmir SHP il yönetim kurulu üyesi, Köy Enstitülü yazar Sayın Kadri GÜLHAN toplantımıza katıldı.” anonsu yaptı.İki yıl boyunca SHP İl yönetimi adına 27 Mayıs anma toplantısına katıldım. Anma toplantısına İlhan SELÇUK, Oktay AKBAL ve 27 Mayısın sembol ismi emekli General Cemal MADNAOĞLU da katılır, anma toplantısı çok renkli ve heyecanlı geçerdi. Çağrılı olarak ikinci gidişimde toplantı ve oturum başkanı Denizli SHP il başkanı Sayın Adnan KESKİN'di. Kürsüde Sayın Oktay AKBAL konuşmasını bitirip kürsüden inerken KESKİN: “SHP İzmir il yönetim kurulu üyesi Muğla'nın evladı Sayın Kadri GÜLHAN sizlere hitap edecektir!” demez mi? Beklemediğim bu davetle kendimi kürsüde buldum. Boğazım kurumuştu. İzleyicilere saygılarımı sunduktan sonra, “Sayın KESKİN bu tuzağı bana yapmamalıydın. Beni kesime giden kuzu gibi kesmeyecektin. Büyük yürek, büyük kalem Sayın Akbal'dan sonra ben ne konuşabilirdim ki?..” diye sitem ettim… Konuşmam bitti. Oturduğum yere giderken Sayın AKBAL kolumdan tutarak yanaklarımdan öpüp, “Ben yazarım. Sizler gibi konuşma yeteneğim yoktur. Sen öyle bir konuşma yaptın ki hepimiz ayağa kalkıp seni coşku içinde alkışladık. Köy enstitülerinde yetişenler böyle olurmuş. Muğlalılar seninle övünecektir.” diye beni onurlandırıp mutlu etmişti. Akşam, kaldığımız otelin lokantasında rakılarımızı yudumlarken eşi Ayla hanımefendi yoldaşı koruyucu meleği olarak yanında bir anne gibiydi. Zaten Sayın Ayla hanımefendi okullarımızda okurken ders aralarında aramızda güler yüzlü anamız öğretmenimiz gibiydi. Sevgili eşi Oktay AKBAL'ı hiç yalnız bırakmadı. Ayağı, kolu kırıldı, hastalandı, hastanelerde hep yanında oldu. Son nefesini verirken de yanında olmuş. Oktay AKBAL'ı rahmetle anarken sayın eşi Ayla hanıma da sabırlar diliyor, acısını paylaşıyor, saygıyla selamlıyorum. Onu, toprak ananın koynunda üzerine nurlar doğsun, dileklerimle anıyorum… (01.09.2015) --------------------------------------*O, 90 yaşında bir köy enstitülüdür… -41- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Tarık Dursun K. Eserleriyle Yaşıyor… Haber: Osman Gazi OKTAY Yaşamının son yıllarını Karşıyaka ve Foça'da geçiren Tarık Dursun K., yıllardır parkinson tedavisi görmekteydi. Rahatsızlığı nedeniyle Alsancak Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. 11.08.2015 tarihinde, akciğer yetmezliğinden yaşama gözlerini yumdu. hastanede söz vermişti'' diyerek acısını dile getirdi. Eğitimci Yazar-Şair Zeki Büyüktanır, kendisinden genç Kakınç'ı yitirmiş olmanın üzüntüsüyle kendisini iyi hissetmeyince; cenaze törenini erken terk etmek zorunda kaldı. Araştırmacı Yazar Tufan Atakişi, çıkarttıkları Karşıyaka Karşıyaka Dergisi'nin merkezini, sahip çıkılmaması nedeniyle ortaya çıkan ekonomik sıkıntılardan; Altındağ'a taşıdığı bilgisini Şair-Yazar Selçuk Oğuz'a iletti. Eserlerinin sayısı yüzü aşan, edebiyat ve sinemanın çınarı Tarık Dursun K., 12.08.2015 tarihinde Bostanlı Beşikçioğlu Camii'nde, ikindi sonrası kılınan cenaze namazı ardından Çiğli Mezarlığı'nda toprağa verildi. İzmir Büyükşehir, Konak ve Karşıyaka Belediye Başkanlarının, yazar, şair, sanatçı, yayıncı, belediye kültür müdürlerinin ve demokratik kitle örgütü temsilcisinin hazır bulunduğu törende; B Yayınları Sahibi Hayri Bildik, Tarık Dursun'un eserlerini yayınlamaktan milyonlar kazanan yayıncıların, cenazesinde bulunmamasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi. ''Güzel Avrat Otu'' adlı eseriyle, ''TDK Hikaye Ödülü'', ''Yabanın Adamları'' adlı eseriyle, ''Sait Faik Hikaye Armağanı'', Kurşun Ata Ata Biter adlı eseriyle, ''Orhan Kemal Roman Armağanı'', ''Ona Sevdiğimi Söyle'' isimli eseriyle, ''Sait Faik Hikaye Armağanı''.''Ömrüm Ömrüm'' ile, ''Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü'', ''Ağaçlar Gibi Ayakta'' ile, ''Yunus Nadi Roman Armağanı'', ''Hepsi Hikaye'' ile ''Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'', Altın Portakal Yaşam Boyu Onur Ödülü sahibi Tarık Dursun K., 2014 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti Onur Üyeliği'ne alınmıştı. Oğlu ve kız kardeşinin taziyeleri kabul ettikleri törende, Tarık Dursun K.'nın dostları, ''O ölmedi. Eserleriyle yaşıyor, yaşayacak'' dediler. “İzmir'de yayımlanan Kıyı Ege Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ni yürütmekte olan Tarık Dursun, gazetenin sahipleri olan Aslı Kurt ve Çağdaş Can'ın 29 Ağustos 2015 tarihindeki düğününde ''Nikâh Şahidi'' olma sözünü vermişti.Dergimiz yayın sorumlusu İsmail Tuna, Tarık Dursun K. ve yazarımız Ali Kaya birliktelerÖlüm duyurusunu face sayfasında ''Kitapların toprağına verilecek. Gözümüzdeydi, gönlümüze düştü. İzmir Öksüz kaldı'' olarak veren Yazar Aydoğan Yavaşlı, cenaze töreninde; ''Ben onun soyadındaki K' yı, ''Kalleş'' olarak algılıyorum. Çünkü; Ben ölmeyeceğim diye bana Dergimiz yayın yönetmeni İsmail Tuna ve Yazarımız Ali Kaya Tarık Dursun K. ile Tarık Dursun K.'dan bir saptama: “Biz Türklere “Uzun lafın kısası” sözü uygun değildir; “kısa lafın uzunu” uygundur” -42- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Cumhuriyet yazarı Zeynep Oral diyor ki: Tarık Dursun K. ya da Ona Sevdiğimi Söyle! korkusu, gözyaşı, sevinci Ne varsa orda. O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis,/ Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,/ Öldürebilirsiniz.” Sevgili Tarık Dursun K, parantezin içindeki o çizgide sayısız öykü, roman ve çocuk edebiyatı kitapları var. Tekerlemeler, bilmeceler, Pıtır'ın masalları var. Sayısız senaryo var... Yüzlerce eleştiri yazısı var... Rejisörlük var... Yayıncılık var, dergicilik var... İzmir sevdası, İzmirlilik var... Ama benim için en çok, en çok dostluğun var... (13 Ağustos 2015 Perşembe) Ne uğursuz bir ay oldu şu ağustos ayı... Birbiri peşinden ayrılıyorlar. Tam bir yaprak dökümü. Önce Fikret Otyam sonra Tarık Dursun K. Behçet Necatigil söylemişti “Kitaplarda Ölmek” adlı şiirinde: “Adı, soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti/ Kapanır, parantez. O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı/ Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. Ya sayfa altında ya da az ilerde/ Eserleri, ne zaman basıldıkları/ Kısa, uzun bir liste. Kitap adları/ Can çekişen kuşlar gibi elinizde. Parantezin içindeki çizgi/ Ne varsa orda/ Ümidi, Yazar ve Ressam Fikret Otyam'ı da kaybettik! Geçen 19 Aralık 2014'te 89'uncu yaşını kutlayan Fikret Otyam, yakın dostlarına bunun son doğum günü olabileceğini söylemişti. Ölümünden önce Aşık Mahzuni Şerif'in mezarının da bulunduğu Nevşehir'deki Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi yanında Çilehane'deki “İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı” na defnedilmeyi vasiyet eden Fikret Otyam'ın bu isteği yerine getirildi. FİKRET OTYAM KİMDİR? Aksaray'da 19 Aralık 1926'da dünyaya gelen Fikret Otyam, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nden 1953'te mezun oldu. Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan resim dersleri alan Otyam, 1950 yılında Son Saat Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı. Cumhuriyet Gazetesi'nde çalışan, köşe yazarlığı yapan Fikret Otyam'ın Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili röportajları büyük ses getirdi. Otyam, yaptığı röportajlarını kitaplaştırdı. Aydınlık Gazetesi'nde uzun süre haftalık yazıları yayımlanan Fikret Otyam, yaşamının son döneminde Antalya'ya 26 kilometre uzaklıkta olan Geyikbayırı Köyü'nde resme ağırlık verdi ve sergiler açtı. Bir yıldız daha kaydı. Onun ışığı yolumuzu aydınlatmayı sürdürecektir. Işıklar içinde olsun. Işıl Özgentürk-(Yazar) diyor ki: Fikret Abi, ağabeylerin abisi yakışır mıydı sana bizleri yalnız bırakıp gitmek? Şimdi bu sözlerimi duysan, “Hayat böyle Işıl” der, bir kahkaha basardın. Şimdi sen ışıklı bir yoldasın ve ben seninle konuşur gibi bu satırları yazıyorum. İnsanların yazmaya çizmeye, tiyatroya, resme, müziğe vurgun olmalarının en büyük nedeni bana göre, başka insanların hayatlarına değme ve onları değiştirme isteğidir. Sen bu işin piriydin. Gencecik bir üniversite öğrencisiyken, Güneydoğu röportajlarını okumuş, Zap'ın azgın sularında cengâverce ilerlediğine tanık olmuş ve her zamanki inadınla karaya ayak bastığını görmüştüm. Öyle mi, hemen Cumhuriyet gazetesine gidip, “Ben Güneydoğu'ya gidip röportaj yapmak istiyorum” diye açıkça gönül koymuştum. Gazete yöneticileri “Madem bu kadar ısrarlısın git bakalım” demişlerdi. ...Bu yolculukta bana hep senin o muhteşem inadın ve cesaretin eşlik etmişti. -43- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “Nuri Şungar Sokağı” veya “…sen nereden dürüdün?” Turgut DERELİ turgutdereli@windowslive.com Geçenlerde internette gezinirken rastlantısal olarak öğrendim Muğla-Emirbayezit Mahallesi'nde bir sokağa “Nuri Şungar” adının verildiğini… Sokağa adını veren belediye yetkililerine teşekkür ederken, o anda gözlerimin nemlendiğini, yoğun bir duygusallık yaşadığımı belirtmeliyim. Dönemin Muğlalılarının çok yakından bildiği bir addır “Nuri Şungar”. O, Yatağan- Bozarmut Köyü'ndendir ve İstanbul Halkalı Ziraat mezunudur. Taa Rüştiye döneminden beri Muğla Ortaokulu'nda öğretmenlik yapan saygıdeğer bir öğretmendir. Her şeyden önce o bizim “Nuri Dayı”mızdı. Çünkü biz öğrencileri ona, ortaokul yıllarımızın söylemiyle “Muallim Bey” demez, “Nuri Dayı” diye seslenirdik. Nuri Dayı'yı, Eski Muğlalılar; “Tabiiye Hocası” ya da “Hayvanat Muallimi Nuri Bey” olarak tanırlardı. O zamanlar ortaokullarda bağımsız okutulan tabiat bilgisi, tarım, fizik ve kimya derslerinde öğretmenlik yapıyordu. Çocukları gibi severdi hepimizi. Mühendis olan oğlunu, genç yaşında Aydın- Germencik arasında Alangüllü demiryolu köprüsünün selden yıkılmasıyla oluşan büyük kazada kaybettiğinde, ağır bir bunalım yaşamıştı Nuri Dayı. Zaman zaman sinirlenince eline geleni fırlatıp atabileceği için çekinir tedbirli olurduk. Tipik bir Muğlalıydı O. Muğla şivesi açık ve net hissedilirdi anlattığı derslerde. O, derslerini sınıfları dolaşarak vermez, biz onun sürekli olarak ders verdiği amfiye giderdik. Fizik ve kimya derslerinde deney yapılması gerekiyorsa deney setlerini büyük bir özenle hazırlardı önceden. Öğrencinin ilgisini çekmede deney yapmanın daha etkili olduğunu, deneye dayalı, görerek ve yaşayarak öğrenmenin öğrencinin belleğinde yıllarca yer edeceğini biliyordu kuşkusuz. Diğer fen bilimleri öğretmenleri de onun deneylerini merak ederler, bilgi almak için sorular sorarlardı. Sorularını biz öğrencilerin önünde sormaktan çekinmezlerdi de. Nuri Dayı, biraz da gurur duyarak, gövdesini arkaya yaslayarak anlatırdı onlara. Bir gün, ölçekli cam kap, erlanmayer ve cam tüplerden oluşan bir kimya deneyi hazırlamıştı. Bir bayan öğretmen biraz da alay edercesine, deney gereçlerine dokunarak bir soru sordu. Nuri Dayı: “Fazlı gurculama onları” diye uyardı, ama o dinlemedi. Tam o sırada deney seti devrildi ve cam araçlardan biri kırıldı. Nuri Dayı öyle bir sinirlendi ki: “Ben sene gurculama demedim mi, gördün mü şimdi …” diye başlayıp ve devam eden bir sözü, istemezdi sanırım ama ağzından kaçırdı. Biz, şaşırıp kalmıştık. Bayan öğretmen kıpkırmızı oldu ve amfiyi hızla, adeta kaçarak terk etti. Bir daha da soru sorduklarını, hele konuya alaycı yaklaştıklarını görmedik. Tarım derslerini de koşulların elverdiğince uygulamalı yapmaya çalışırdı. Gene bir gün ağaçlar üzerinde uygulamalı aşı dersi vermek için kırsal alana götürmüştü. O dersini anlatırken bir kısım öğrenci yavaşça çevresindeki çemberden uzaklaşarak çağlaların yeni olgunlaştığı badem ağaçlarına tırmanmaz mı? Dersi dinleyenlerden bazıları: “Muallim bey bakın -falanca falancabadem ağacına çıktı!” diye ispiyonladılar. Nuri Dayı, kocaman bir taşı kaptığı gibi “Ulen ben sizi haram yidirmeye mi getirdim? İnin bakem ağaçtan, yoksa sizi şimdi armut gibi aşağıya indiririm!..” diye bağırmaya başladı. Taşı atıyor gibi yapınca ağaçtakiler “Vallahi ineceğiz hemen, ne olur taşı atmayın!” diye yalvarmaya başladılar. Anında da indiler. Nuri Dayı bu, şakası olmazdı, taşı atıverirdi de… O birçoğumuzun babasının da hocasıydı. En çok kızdığı zaman “ Ulen deyusun oğlu, buban iyi adamdı, sen nerden dürüdün?” diye bağırırdı. Bu söz kimseyi kızdırmaz, hatta o sözü söyletince -44- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE sınıfça güler, söze muhatap olan arkadaşımıza da takılırdık. Onu kızdırdığımızı eve gidip anlatsak azarlanacağımız, hatta dayak yiyeceğimiz neredeyse kesindi. Nuri Dayı, o yıllarda Karabağlar Yaylası'nda düzenlenen yağlı güreşlerin de değişmez başhakemiydi aynı zamanda… Hakemlerin karar vermekte zorlandığı, anlaşmazlığa düştüğü durumlarda birden ortaya fırlar; uzun ve gür saçlarını bir aslan yelesi gibi savurtarak, davudi sesiyle halkı da yanına alan bir konuşma yapar; ortalığı yatıştırır; anlaşmazlığı bir sonuca bağlardı… Nuri Dayı, 1956 yılında biz ortaokul ikinci sınıfı bitirdiğimiz yıl, 65 yaşında, yaş haddinden emekli oldu. Bir süre daha yaşadı, ama onu hangi yıl kaybettik bilemiyorum. Aydın'a yaptığım yolculuklar sırasında mezarının eski Muğla-Aydın karayolu üzerinde, Bozarmut Köyü'ndeki kendi tarlasının kıyısında yer aldığını görmüştüm. Nuri Dayımıza Tanrıdan gani gani rahmet diler, anısı önünde saygı ile eğilirim… “MİLLETİN EFENDİSİ” Cuma ESENTÜRK cumaesenturk@hotmail.com Ben köylüyüm köyümün köylüsü şehirlimin, ülkemin köylüsü; milletin efendisi, zenginin ekmeği, ölünün umudu, arabanın mazotu, sığırımın otuyum. tanrı bizim için yaratmış doğayı taşında bile can vardır dağımın mor, pembe çiçekler açar bahar olunca kar, yağmur bizim için yağar kuşlar türküsünü bizim için söyler kuzular meleşir, buzağılar böğürür bizleyin. çobanımın yanık kavalına ağlarım ağlarım da duyan olmaz ooofff! RAKI BALIK -şu gelen otomobil mi? dört yılda bir gelir bizim için her şey bizim için bu hayatta, AMA BİZ OT YERİZ. Metin GÜVEN metinguven48@gmail.com Ortaköy'de balık yedim, pişti pişmedi Rakı da içtim boğaza karşı Gözüme bir çocuk ilişti Elindeki simitti ekmeği aşı Bir çocuğa baktım, bir de simite Çocuk balığa baktı, çekip gitti İki damla oluştu gözlerimde Boğazdan geçtim, boğazımdan geçmedi Eloğlu böyle işte, ya bizde… -45- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BURSA ve ZEYTİNİME DOKUNMA Tamer UYSAL dostelidosteli1616@gmail.com Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. (Nazım Hikmet) Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak birçok kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 1012 yıldır egemen olan zihniyet, insanların bilhassa mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celp etmeyi ya da başka yerlere çekmeyi, dağıtmayı çok iyi beceriyordu. Zaten okumayan, tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir sonuç da beklemek abesle iştigaldir. Şundan varıyorum bu sonuca Bursa'da yaşayıp da Yeşil Türbe'de gömülü Osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var. Ayrıca Uludağ'ı da görmeyen o kadar çok insan var ki... Tıpkı İstanbul'da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanların var olması gibi. Bunu uydurmuyorum. Bunlar yakın tarihte yapılan anketlerden çıkan sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın geçtiği Timurtaş Paşa Türbesi önünde yapın bu testi. Kaç kişi şehrin en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile kesinlikle zikredemez. Bundan adım gibi eminim. Peki, bu bir eksiklik mi, elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve oradan bilgi edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki eksiklik… Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde: Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Bursa'nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve Dünya Ormanında Bursa'nın Simgesi Nedir? " diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa Defteri adlı bir dergide yayımlandı. Şunları sıralamış: Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik çinileri ve Kılıç Kalkan. Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dahil etmemesiyle ilgili yorumuna katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz bir çok değer var. Bunlardan hiç birisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamış. Çünkü yitip giden kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim. Geçtiğimiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa'da 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o mezarın talan edildiği yazıldı. Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Şahin. Belediyenin kendi bastırdığı dergideki yazısında “ arkeolojik park ” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen O'nu dinleyen olmadı. Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir obol (sikke) den yola çıkıp hakkında bilgiler net olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Bitinya kralı kimin umurunda. Bu binlerce yıllık buluntu, üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa'yı kuran ya da ünlü komutan Hannibal'a kurdurduğu rivayet edilen Prusia ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizen bilmem. Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegâne eğlencelerinden birisi. Onlarla da ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyalandıkları için ölümle cezalandırılmışlar. Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “ Mizah bir yumruktur, kime vuracağı belli olmaz!” diye… "Bu, dünyaya örnektir. Bu, ruhun ışığıdur. Bu da, -46- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık'a göre Osmanlı'nın güttüğü ticari politikayı da göz ardı edemeyiz. İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını kaybedip başka ellere teslim edilmiş. Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence Zeytinden de o kadar söz edilmesi gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum. Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini düşünmüyorum. Ama Bursa'da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin olmalıydı. Zeytin Akdenize (bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne soğuktan hazzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan beri İznik (Nikea) ve Gemlik (Cius) Bursa'dan çok çok ileride gelirler. İznik bir devlet komuta üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik'e bağlıdır. Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Yazar deniz hinterlandına yani dar arkada kalan bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da olabilir... Bursa Senfoni orkestrası Uludağ Üniversitesi'nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak Kültür Bakanlığı'na bağlanmıştı. Ya Bursa türkülerinin hikâyesi... Ben de Halil Bedii Yönetken - Mustafa Sarısözen tarafından derlenmiş, "Ben yemenimi al isterim” türküsünün yeri başka. Al ve yeşili sevdiğimden midir mi bilmem bu türküyü seviyorum...Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem.Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuvarına almıştı. İlginç olan Bursa Güvende yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Orhan Şallıel şefliğinde Orkestra tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yer almıştır... Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün Bursa'nın var olan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa'nın Soma ilçesi, Yırcalı Mahallesi'nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikâyesi de bu ve benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de adından dinsel kitaplarda ve efsanelerde de bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak söz edilmesi ve bu ağacın tanrısallık ifade ete kemiğe bürünmüşlüğün, ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye bomboş bir dünya kalır..." Filmde bahsi geçen bu sözlerin Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı olduğu rivayet edilen Şeyh Küşteri'ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz'ü canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir, mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür Merkezi'nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı söylenir. Hacivat'ın evi Köşede ufaraktan Bir tüfek atımı duraktan Kapı pencere elekten Döşemeler zemberekten Dökülmekten Sökülmekten İncelmiş süpürülmekten Turgut Uyar böyle diyor Hacivat'ın Evi adlı şiirinde. Edip Cansever'in en sevdiği on şiir diye not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de Bugün Karagöz ve Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor Çekirge (Plai) olarak anlan semtte. Arkasında Karagöz'ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayı olsa gerek. Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına sokulamayacağını belirtmektedir. Bugün Bursa'da var olan surların hali perişandır. Restorasyon uygulananların neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların şu an ortaya çıktığı şekilde yıkılıp dekor yani canlandırmaktan öte gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da rivayetten öte değildir Ya sarayın içine bile girmemiş batılı gezginler ya da Osmanlı devlet ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır. Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa'nın nebatatları gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek böceği de onla beraber uçup gitmiş... Bursa'nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser, çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof, Selimiye'si... Bu kumaşları üreten ipekhaneler -47- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE etmesi yanında faydalarının ise binlerce yıldır bilinip de insan istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu sözü edilen türküde gözden düşürülmeye çalışılması yani bir anlamda kötülenmesiydi. Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim töreni'dir. 17 Aralık 1999 diye not düşmüşüm. Büyük depremin acılı günleri... Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı Helsinki Zirvesinde Başbakan K. Simitis, Ecevit'e armağan etmişti. Karagöz Parkı'ndaki dikim töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege'nin iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa'da Çekirge semtinde Karagöz parkına da dikilerek tarihi bir olayın da başkahramanı iken, büyüklerimin hatta anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve “faidesinden” hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden kaynaklanıyordu. Kaz Dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet Uysal: siyanür buğusu üflendi zeytinime pamuğuma gümüşle kör edildim el oğluna taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore'ye itelendiğimiz günlerin hikayesi… Bir Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı sanılmaktadır. Daha dün Yırcalı'da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikâyesi. O da bir yutturmacaydı. Elbette adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin vermezlerdi, vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması işten bile değildi…. Bir yazar zeytin için, "tarihin tanığıdır, bir hikayedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve mutluluktur." demişti. Tıpkı Roni Marguiles şiirinde olduğu gibi: Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar, küçükken daha sen nasıldı bu topraklar, kimler geçer yanından, kimler giderdi? Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni. Tuzlu muydu Akdeniz'in suları o zaman da? Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi? Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler? Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi? Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir, babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini? Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının, düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba ılık bir yel eserken yapraklarının altında? Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar, neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında? Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar? Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar? Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta: “Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi, gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla. Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri. Buradayım ben hâlâ…” Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikâyesi de dışa hibe edildi… Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa'nın, Türkiye'nin hatta Dünya'nın en insancıl, en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi… Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu'da dönen dolapları akla getiriyor. Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z. Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre on binlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa anforalarla taşınan yegane metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu göstermiyor muydu? Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı margarin in tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) -48- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Siyasi arenada uzun süredir çok tartışılan bir konu nedeniyle aklımıza efsane olmuş bu ünlü geldi: *Sülün Osman Kimdir? Dolandırıcılar kralı "Sülün Osman" olarak tarihe geçen bu kişinin asıl adı, Osman Ziya Sülün'dür. (d.1923- ö.1984). Osman Ziya Sülün, 1923'te İstanbul'da doğdu. Adını duyurduğu ilk "işini" 1948 yılında Fatih'te yeni tuttuğu evin sahibini dolandırarak yaptı. 1950 ve 60'lı yıllardaki "işleriyle" ün kazanan "Sülün Osman", Beyoğlu'nda sokakta yürüyen tramvayı, Galata Kulesi'ni, Eminönü meydanındaki saati, şehir hatları vapurları gibi kamu mallarını saf vatandaşlara 'satarak' ya da 'kiraya vererek' efsane haline geldi. Hazret, Taksim Meydanı'nın girişine paspas koyup, gelenden geçenden para toplamayı akıl etmiş, tarihin gelmiş geçmiş en şirin ve komik dolandırıcısıdır. Söylentiye göre mesleğin inceliklerini Kumkapılı bir Rum'dan öğrenmiş. Kendisi sıradan bir üç kâğıtçı değil. Bu işin kitabını yazıp, felsefesini yapmış bir düşünür: 20 Nisan 1962'de hapisteyken 'Alınteri ile Yaşamak' konulu konferans vermiş bir kişidir. Demiş ki: "Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. On tane bilezikle geliyorum adamın önüne akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız. Ve dükkân kapalı. Karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan. Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi umurumda değil, yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın... Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor. O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye. 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, dolandırıldım, diye karakola gidiyor. Ben aranıyorum. Demiyorlar ki ona, be adam 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı, diye. Gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım." Galata Köprüsü'nü satmak üzereyken tesadüfen yakalandığı biliniyor ama iddiaya göre İstanbul Boğaz Köprüsü'nü satmayı başarmış. Anlatıldığına göre, Sülün Osman adamlarıyla birlikte Dolmabahçe sarayındaki saatin önüne gider, gözüne saf ama cebinde para olan bir vatandaşı kestirir, onun göreceği bir yerde dururmuş. Kendi adamları planlanmış bir şekilde gelirler ve Dolmabahçe Saati'ne bakarak saatlerini ayarlarlar, sonra da Osman'a da yönelir ve saat ayarlama parasını ödeyip giderlermiş. Bu kârlı iş, kendini uyanık zanneden ve kısa yoldan zengin olmanın sihrini bulduğunu sanan vatandaşın dikkatini çeker, kısa bir hoşbeşten sonra Sülün Osman Dolmabahçe Meydanı'ndaki saati bu vatandaşa, satarmış. Mekânı cennet olsun bu esnafın piri sayılan Sülün Osman, dolandırıcılık şekillerini dört başlık altında inceliyor: 1- Zarfçılık: Salağın birine, havadan bir çıkar önerip kısa yoldan zengin olma vaadi ile elindeki avucundakini götürüyorsun. 2- Definecilik: Salağa, definenin yerini bildiğini, ama paran olmadığını söylüyorsun. Keriz, defineyi çıkarmayı finanse etmeye kalkıyor, hesabını görüyorsun. 3- Papelcilik (Meseleyi aktaran kaynak bunu yazmamış) 4- Çesitli satışlar. Bakınız Sülün Osman'ın satışları… Bir başka söylentiye göre, bir zamanlar Fransızlar, sahtekârlığın bilimini yapmaya karar verip Sülün Osman'ı Paris'te bir konferans vermeye davet etmişler. Ne var ki Sülün Fransızca bilmiyor. Söylenti bu ya! Fransız Büyükelçiliği, buna bir de tercüman tahsis etmiş… Rahmetli bunu her anlattığında, “e neden gitmedin birader” diyenlere, “Tercümana güvenemedim, sahtekâr birine benziyordu!” demekteymiş… Dedim ya… Adam sahtekârlığın, şerefsizliğin, filozofu adeta… Ben İstanbul'da hastane koridorlarında canımla uğraşırken, burada olanların suçu bana atılınca, bu alanın doruğu aklıma geldi, Sülün Osman'ın aziz ruhuna bir Fatiha okudum… Büyüksün sen, Sülün Osman!.. Yalanın bile endazesi olur… ---------------------------------*İnternetten -49- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bilimsel Araştırmalardan, Derleyen: İsmail TUNA 1-420 ağacınız var, biliyor musunuz? Öyleyse Mars'a mı gidelim? 2-Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tüm dünyanın nefesini tutarak beklediği açıklamayı yaptı: Yeni tahminlere göre dünyadaki ağaç sayısı üç trilyonu biraz geçiyor. Yale Üniversitesinden Thomas Crowther ve ekibinin araştırmasına göre, dünyada kişi başına düşen ağaç sayısı 420. Crowther, ağaç sayısına ilişkin yeni bilginin dünya açısından iyi ya da kötü gelişmeye işaret etmediğini, sadece insanların çevreyi daha iyi anlamasını sağlayacağını ifade etti. 3 trilyon ağacın 1.39 trilyonu tropik ve tropik altı bölgede bulunuyor. İnsanların yılda 15 milyar ağacı yok ettiği, onların yerine sadece 5 milyar kadar ağaç dikildiği tahmin ediliyor. BBC Türkçe'nin haberine göre uzmanlar bu şekilde ağaç kaybının eko sistem açısından kaygı verici olduğunu belirtiyor. Ağaç kesmenin temel nedenlerini kereste elde etmek ve ekilebilir alan açmak şeklinde ifade eden uzmanlar, nüfus artışının daha fazla ağaç kaybına neden olması sorununa dikkat çekiyor. Buna bir fıkra ekleyelim: Mavi Bilye'nin(dünyanın)hastalığı İki gezegen evrende karşılaşırlar: İlki: “Neyin var kardeş, çok kötü görünüyorsun, hasta mısın yoksa?” diye sormuş. “Sorma” demiş diğeri, “Homo sapiensim* var.” " A m a a a n ! Üzülme!" diye teselli etmiş ilki: “ Bende de vardı. Merak etme çabuk geçiyor.” *** Yorum: Çabuk geçer mi? Alman Ekolog Ve t t e r s , k e n d i s i y l e yapılan bir söyleşide, insanoğluna ilişkin şöyle bir benzetme yapıyordu: "Bir kanser hücresine, gerçekleştirdiği eylemin aslında kendi sonunu hazırladığını anlatamazsınız." ----------------*İnsan Cumhuriyet – 4 Eylül 2015 Mars yüzeyinde sıvı halde su gözlendi. Sıra yaşam bulmakta. Tarihi keşfi basın toplantısıyla dünyaya duyuran NASA'nın gezegen bilimi direktörü Jim Green: “Mars eskiden zannettiğimiz gibi kuru, çorak bir gezegen değil.” dedi. Bilim adamları Kızıl Gezegen'in yüzeyindeki vadileri ve kanyonları bir zamanlar serbestçe akan suyun oluşturduğunu, 3 milyar yıl önce yaşanan iklim değişikliğinin bu durumu değiştirdiğini düşünüyordu. Mars'ın yüzeyinde ilk olarak 4 yıl önce gözlemlenen siyah izler bu tezin sorgulanmasına yol açtı. Mars mevsimlerine göre baharda belirip yazın büyüyen ve sonbaharda kaybolan bu izlerin akarsu olduğu tezleri nihayet doğrulandı. Mars Keşif Uydusunun geçtiği görüntüleri inceleyen araştırmacılar, periyodik olarak beliren izlerin tuzlu su olduğunu tespit etti. “Bugün Mars hakkındaki düşüncelerimizde devrim yapıyoruz” diyen Green, atmosferin de tahminlerden daha nemli olduğunu belirtti. Bundan sonra araştırmalar suda mikrobik yaşam bulunma ihtimaline odaklanacak. İnsanoğlunun Mars'a ayak basması için yürütülen çalışmalar da gezegende su bulunduğu gerçeği göz önüne alınarak yapılacak. Geçmişte NASA'nın Mars programının başında bulunan Doug Mc Cuistion, “Bu, insanların Mars'a gitme sürecini hızlandırması açısından oyunun kurallarını değiştirecek nitelikte bir gelişme olabilir.” diyor. Mars yüzeyinde donmuş halde su bulunduğu uzun süredir biliniyordu. NASA'nın Mars yüzeyini inceleyen Curiosity aracı, yılın ilk aylarında pek çok noktada tuz molekülleri buldu. Bunun üzerine araştırmacılar, tuzun donma ve buharlaşma derecelerini değiştirmesi sayesinde Mars'ın seyrek ve soğuk atmosferinde sıvı halde su bulunabileceği tezini geliştirdi. -50- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Depresyona ilaçsız tedavi İnternetin ilk halini Arpanet adıyla geliştiren kurum olan DARPA'nın (ABD Savunma Bakanlığı'na bağlı Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı) yeni projeleri de tüyleri diken diken edecek nitelikte. Geçtiğimiz yıl başlayan ElectRx, sinir sistemine doğrudan yerleştirilen implantlarla kireçlenme, travma sonrası stres bozukluğu, Crohn hastalığı ve depresyonun ilaçsız tedavisini amaçlıyor. Şu an bir iskambil destesi büyüklüğünde olan implantlar, 1santimetre kareden küçük boyutlara düşecek. Böylece doğrudan sinire eklenerek düzenli olarak sinir iletilerini dinleyebilecek. Diyabet, kalp rahatsızlıkları, sinirsel hastalıklar akıllı bir çip ile yönetilebilir hale gelebilecek. Bu çiplerle duyma ve görme engelleri de ortadan kaldırılabilecek. Ayrıca bu çiplerin internete bağlanabilmesi, vücut işlevlerimizin tek bir noktada toplanarak yeni hastalıkların anbean izlenerek tanınabilmesini ve tedavi edilmesini kolaştıracak. Hatta bunları yapay zekâya bırakarak tedavi simülasyonlarını yapmak ve doğru tedavinin, insan denek olmadan bulunmasını sağlamak da mümkün. Matrix'teki gibi öğrenebileceğiz DARPA'nın RAM adlı programı hafıza kayıplarını da beyne yerleştirilen bir çipte saklanan anılar sayesinde önleyecek. Bu çip doğru sinirleri uyararak öğrenmeyi kolaylaştıracak ve insanın tepki sürelerini düşürecek. Bu teknoloji mükemmel askeri yaratmak gibi bir hedef taşıması açısından korkutucu olabilse de Matrix filminde Neo'nun kung-fu öğrendiği sahneyi de çağrıştırıyor. Kurzweil'in tahminlerinden birisi de beynimizin bilgisayar gibi harici bir cihaz olmadan internete bağlanabilmesi. Ancak bu gerçekleşirse, beynimizi de hack'leyecek birileri çıkabilir ve anılarımızı bizden çalabilir. Diğer yandan şu sıralar popüler olan Sense8 adlı dizideki gibi, uzaktakilerle anılarımızı, hislerimizi kolayca paylaşabilmek de mümkün olabilir. 3-“Olmaz, olmaz” demeyin!.. Hedefte Mars olduğuna göre… 1000 yaşını görecek yeni insanla tanışınız… Nanateknoloji, biyoteknoloji ve bilişimin tüm imkânlarından faydalanan yeni akımlar sayesinde yapay zekâyla desteklenmiş, vücutları hastalık nedir bilmeyen, uzun hem de çok uzun yaşayacak insanlar yolda. Hem de sadece 20 yıl içinde… Kısa bir süre önce doğal olanlarla iletişime geçebilen yapay sinir hücreleri üretildi. Yapay zekâ ve robotlar ise günden güne ilerliyor. Vücuda takılabilen çipler, basit fonksiyonları kontrol etmekten öteye geçerek ciddi hastalıkları önlemeye doğru adım adım ilerliyor. Bazı akımlar ise tüm bu çalışmaları birleştirmeyi hedefliyor. Kaliforniya'da 60'lı yıllarda ortaya çıkan Transhümanizm, gelişen teknolojilerle insanın doğasını, hatta ölümlü olma durumunu d e ğ i ş t i r m e k i s t i y o r. Tr a n s h ü m a n i z m e g ö r e nanateknoloji, biyoteknoloji, bilişim teknolojisi ve bilişsel bilim bir arada ilerleyecek. Bunun sonucunda da gerçeklik simülasyonu yaratma, yapay zekayla insan zekasını birleştiren süper zekayı gerçekleştirme ve insan vücudunu dondurarak gelecekte çözebilme gibi teknolojilerin önünü açacak. Yapay zekâ ile beyin birleşiyor: Bir başka akım olan Singularitry ise fütürist Ray Kurzweil 90'larda kitaplarında yer verdiği gelecek tahminlerinin büyük bölümünün gerçekleşmesiyle gurur duyuyor. Yüzde 86'sı gerçeğe dönüşen 147 tahminden bazıları şöyle: 2009 yılında insanların büyük bölümünün taşınabilir bilgisayar kullanması, kabloların ortadan kalkması ve bilgisayar ekranlarının gözlüklere taşınabilmesi... Google'ın, mühendislik bölümünün başına getirdiği Kurzweil'in gelecek tahminlerinin başında yapay zeka geliyor. Kurzweil 2030 yılında insan beyninin bir kısmının yapay zekayla birleşeceğini, 2040'ta ise büyük bölümünün yapay zekadan ibaret olacağını iddia ediyor. Bu işin peşinde sadece fütüristler yok. Rusya'nın genç milyarderlerinden Dimitry Iytskov'un başlattığı Avatar 2045 projesinin hedefleri şöyle: 1) 2020 yılına kadar insan vücudu, eş bir robot kopyası üretilerek uzaktan yönetilebilecek, 2)2025'e kadar beyin ve anılar bu avatara aktarılabilecek, 3) 2035'te insan kişiliği tamamen aktarılacak, 4) 2045'te ise fiziksel formdan uzak bir hologramda tüm insan kopyalanacak. Beyin kopyalama işiyle büyük devletler de ilgileniyor. ABD, Japonya ve Çin'de yıllardır benzer çalışmalar var. Avrupa Birliği de yapay bir beyin yaratmayı hedefleyen Human Brain Project'e 1 milyar euro yatırım yaptı. İlk sonuçların 2023'te alınması hedefleniyor. İşin felsefi boyutuna bakınca, bu gelişmeleri değerlendirmek son derece zor. Stephen Hawking yapay zeka konusunda endişeli. Kendini kopyalayabilen bir yapay zekanın, homo sapiens'in son buluşu olacağını her fırsatta dile getiriyor, İnsan ve robot birleşimi sayborg konusuyla ilgilenen İsveçli antropolog Danielle Cerqul ise bu gelişmeler sonrasında insandan değil, "insan sonrası”ından bunun (post human) bahsedebileceğimizi, bunun ise tüm değer yargılarımızı değiştireceği görüşünde. Fransız felsefeci Dominique Borg bu gelişmelerin sadece zenginlerin erişiminde olacağından endişeleniyor. Borg'a göre demokrasi bireyciliğe yenik düşecek. En çarpıcı yorum ise yaşlanmanın genetik kökenlerini araştıran bir bilim dalı olan gerentoloji uzmanı İngiliz Aubrey De BURN'den geliyor: 1000 yıl yaşayacak insan çoktan doğdu bile!.. (Aytun Çelebi'den, 5 Temmuz 2015- Cumhuriyet Sokak eki'nden) -51- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KADİM ŞEHİR AYDIN'A İZ BIRAKANLAR: Şair-Yazar Emekli İngilizce Öğretmeni Mehmet GENÇ* Abdulkadir TURHAN Aydına ilk geldiğim yıllarda 1994 yılının Nisan ayında Eski Yeni Caminin karşı tarafında bulunan Ali Bey'in (ONGAN) restorantında Ali Bey, "Şair Mistir Genç" diye tanıştırdı ve ondan sonraki her konuşmamız şiir üzerine ve şiir tadında oldu. Dostluğumuz halen devam ediyor. O Aydın'ın güzide ve ödüllü şairi Aydın Lisesi Emekli İngilizce Öğretmeni Mehmet GENÇ'tir. Size birazcık ondan söz etmek istiyorum bu yazımda. M. Genç, 1955 Koçarlı-Kızılkaya Köyü'nde üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokulun son iki yılını Aydın'da yaşayan dört çocuklu amcasının yanına beşinci çocuk olarak yerleşti. Güzelhisar İlkokulu'nda vurdun en çok kitap yazan Sayın Muzaffer İzgü'nün öğrencisi olma onurunu taşıyor Yazma ve okuma alışkanlığını Tahrir (yazma) derslerinde bu dönemde kazandı. Ortaokul ve Lise eğitimini Aydın Lisesinde tamamladı Lise ikinci sınıftayken Milli Eğitim Bakanlığının açtığı Liseler Arası Kompozisyon Yarışmasına edebiyat öğretmenlerinin önerisi üzere katıldı ve Türkiye üçüncüsü oldu. Arkadaşlarıyla birlikte duvar gazetesi çıkardı, okul radyo kurulunda çalıştı. Edebiyat dünyasına "1976'dan Esintiler” adlı şiir antolojisinde ilk şiiri yayımlandı İzmir Buca eğitim Enstitüsü İngilizce Öğretmenliği bölümünü Haziran döneminde(1979) ilk on arasında bitirdiğinden, nokta tayin olarak Aydın Lisesi'ne İngilizce öğretmeni olarak atandı. Öğrencileriyle birlikte sahneye koyduğu üç İngilizce oyunu beğeni kazandı Yakın çevresindeki şair, Ahmet Zeki Muslu, yazar Filiz Gülmez ve Zehra Ünüvar ile yakın temas içinde bulundu. 1998 yılında İzmir'e taşındı, 2015 yılı itibariyle Karşıyaka'da yaşıyor. Değişik edebiyat grupları içinde aktif görevler üstlendi, üstleniyor. Pek çok edebiyat etkinliğine davet edildi; panellerde konuşmacı oldu; radyo ve televizyon programlarına katıldı. Aydın'da yaşadığı günlerde kısa süreli "Aydın Avdın kültür sanat dergisinin yazı işleri sorumluluğunu üstlendi. Beşparmak Kültür Edebiyat Dergisi. İzmir temsilciliğini yürütmekte Uzun süreAydın Yerel Gazetesi nde köşe yazarlığı yaptı. Milliyet Blog'da araştırma ve deneme yazıları yayımlanıyor. “Yüreğimin Kanat Sesi, Yüreğim Elinde Kalır, Şiir TanıktırAşka ve Ninti” adlı şiir kitapları yayımlandı. Köken ve Söylenceleriyle Devimlerimiz adlı kapsamlı çalışmasıyla, Dil Fırçası ve "Şiirlerle Çocuk Bilmeceleri adlı eserleri yayınevleri tarafından incelenme aşamasındadır. Afrodisias Sanat, Adabelen, Agora, Aykırı Sanat, Berrin Bahar, Bilim ve Aklın Eşiğinde Eğitim, Batı Söz, Çağdaş Yaşam, Beşparmak, Çalı, Kasaba Sanat, Kıyı, İzmir İzmir, Patika. Öğretmen Dünyası, Sincan istasyonu. Tay, Tersakan Toros, Tmolos Edebiyat, Ünlem, Cumhuriyet (Genç Kalemler Köşesi),Yaşam Sanat gibi saygın kültür ve edebiyat dergilerinde şiir araştırma ve deneme yazıları yayımlandı, yayımlanıyor. Yukarıdaki Resim 2001 yılında Aydın Şair ve Yazarlar derneği tarafından Rahmetli Büyüğümüz M.Kemal Yılmaz Beyefendinin yaş günü kutlamasından bir anı. Sağ Başta Dernek Başkanı merhum Turgay Aydın,Ahmet Zeki Muslu, ben (Abdulkadir Turhan), Merhum M.Kemal Yılmaz ve Mehmet Genç görülmekte. Aydın Gazeteciler Derneğince iki ayrı dönemde İl Ödül komisyonu Özel, Beşparmak Dergisi (2008) Halil Kocagöz Özel aynı derginin 2010 şiir yarışmasında ikincilik. Mersin-Barış Kültür Festivali komitesince düzenlenen şiir yarışmasında (2011) ikincilik, İstanbul Şiir Atölyesince Uluslararası Cengiz Aytmatov Şiir Yarışmasında özendirme, Çalı dergisi (2012) şiir yarışmasında birincilik, 2013 yılındaki Mevlüt Kaplan Edebiyat ödülleri. Çocuk Şiirleri yarışmasında özendirme ödülleri sahibidir. Sevgili dostum arkadaşım Mehmet Genç'e yaşamında mutluluk Sağlık ve Bol ödüllü şiirlere devam etmesi temennisiyle Çalı Dergisinin 2013 yılında birincilik ödülü alan şiirini sizlerle paylaşırken Saygılarımı sunarım. Şiir 53.sayfa sütundadır. -52- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Boşluk Bırak... AŞK Müjgan Tutan KATLAN katlan35@hotmail.com Mehmet GENÇ mrgenc09@hotmail.com bir dalgayım sahilinde kıyı kenar çizgine vurdum kale'mde dikili o bayrak devrik krallığımdan kalma “hükümsüzdür “ yazarak bir boşluk bırak... Yüreğinden kovsan da gitmez Gitsin istersin terk etsin seni Aşkın ortası yoktur Ya cehennemde yanmaktır Ya cennette huzur bulmaktır Ya doyasıya gülmektir her şeye Ya da ağlamaktır acından ölesiye vuruldum alnacımdan yıkıldım taş köprüler gibi iki yakada kaldı ayak izim söze dönüşmeyen dize yerine bir boşluk bırak... Aşkın ortası yoktur Aşkın bir inişi vardır yürek sızlatan Bir de zirvesi vardır yürek hoplatan fethettiğim ülkenin yenik düştüm kültürüne sırtım yere değdi nasılsa yok hükmünde madalyalarım bir ömürlük aşk yazarak bir boşluk bırak… Aşk Aynı yıldızları seyrederken Dilek kutusuna yıldız biriktirmektir Güneşin tenini yaktığı gibi Bir bakışına yanarak kül olmaktır ömür devletin verdiği maaşa benzer nedense şehvetin ortasında biter ilkel tanrılar ve onların artçıları adsız kadın yalvaçların yüzü hürmetine sana sınırsız kaldım yazarak bir boşluk bırak… Aşkın ortası yoktur Ya sığ sularda batarsın Ya da derinlerde boğulursun puslu yüz, taşlı tarla düş yakamdan,düş bozkır bozması Ankara “açıl aydın yolları “ “ yazarak bir boşluk bırak... Varlığında da yokluğunda da Sensizlikten ölmektedir aşk... Gözlerime bakınca bir başka oluyorum Acılardan arınıp sevgiyle doluyorum Yalnız ikimiz için cennet diliyorum Mahşerde de sürecek bir sevgi istiyorum Gözlerine Bakınca Çatlak toprak yağmura ne kadar susamışsa Susayan dudağıma bir buse istiyorum Karanlık gecelerde yalnız kalan ruhumun Özlemini dindiren bir vuslat diliyorum Mehmet KARABACAKLAR -53- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü SÜLÜKLÜ ÇEŞME Zekeriya YAVUZ zekeriyayavuz@gmail.com Ekim ayıydı. Güneşin ısıtma gücünün azaldığı günlerdi. Hava serinlemeye başlamıştı. Mehmet, dağdaki zeytinliğinden, evine yürüyerek gelmişti. Gün boyunca zeytin aralamıştı, çok yorgundu. Eşi Şöhret'e çeşmeden taze su getirmesini ve bir de çay demlemesini söyledi. O da testisini alıp yürüdü. Köydeki yeni evi, okulun dibindeydi. Çocuklarının okula gidip gelmeleri artık çok kolaylaşmıştı . Tüm mahalleli gibi onlar da suyu okuldaki musluklardan doldurup evlerine taşıyorlardı. Her şey yolundaydı. Şöhret çemeye vardı ve musluğu açtı, ancak su akmıyordu. Susuz musluğun sevimsizliğine şaşkınlıkla bakakaldı. Köyün öğretmeni, o gün su almaya gelen kadınların, çeşme başında konuşup gürültü etmelerine çok sinirlenmişti. Öfkesi onu zehirlemişti. Aklı, mantığı, bilinci, vicdanı işlemez olmuş, göz bebeklerinde öfke kıvılcımları çakarken, vanayı kapatarak, okuldaki suyu kesmişti. Bundan sonra bir daha, hiç kimsenin okuldan su almasına izin vermeyeceğini de üstüne basa basa haykırmıştı. Çevredeki onlarca ev bir anda susuz kalmıştı. Okulun çevresinde oturan beş erkek, Mehmet'in peşine düşerek, öğretmenle görüşmeye gittiler. Mehmet, çok sert ve sinirli konuşmuştu: -“Bu suyu getirebilmek için, biz, bütün köylü, aylarca elimizde kazmalarla, küreklerle çalıştık. Sen o zaman buralarda yoktun. Nasıl olur da mahalleliye su vermezsin? Buna hiç hakkın yok! Susuz musluk yüzünden öğretmenle kavga etmelerine ramak kalmıştı. Araya girenler önlediler, uzaklaştırdılar Mehmet'i. Mahkemelik olmuşlardı. Öğretmenle, Mehmet küstüler birbirlerine, yıllarca hiç konuşmadılar. Mehmet'in ikinci oğlu Ahmet, o yıl dördüncü sınıfa devam ediyordu. O yıla kadar iyi bir öğrenci sayılıyordu. Hep başarılı olmuş, sınıflarını geçmişti. Yıl sonunda karnesini alınca hepsi de şaşıp kaldılar. Ahmet sınıfta kalmıştı. Kendisine kızan öğretmenin, oğlunu kasıtlı olarak sınıfta bıraktığından emindi Mehmet. Ama olsundu bakalım. Sineye çekti, ses çıkarmadı. Dördüncü sınıfa ertesi yıl bir kez daha devam etti Ahmet. Şubat tatiline girerken karnesini aldığında, bir de ne görsünler? Tamı tamına beş zayıf! Mehmet bu kez iyice çıldırmıştı. Öğretmenin, oğlu Ahmet'e haksızlık yaptığına kesinlikle inanmıştı. Okulu bitirip, diploma almasına fırsat vermeyecekti bu adam. Mutlaka bir şeyler yapmalı, bir çözüm yolu bulmalıydı.Ama nasıl? Eşi Şöhret umutla konuştu: -“Ağabeyimin oğlu Zeki ile görüşelim. Ahmet'i onun öğretmenlik yaptığı köye götürelim. Yeğenim zaten yeni evli. Çocuğu da yok. Herhalde Ahmet'i hem bakar, hem de okuturlar.” Mehmet'in de aklı yattı bu işe. Denemeye değerdi. Mart ayının ortalarıydı. Kış bitiyordu. Ahmet'in çamaşırlarını ve okul eşyalarını alıp yeğenleri Zeki'nin öğretmenlik yaptığı dağ köyünde aldılar soluğu. Ahmet'in durumunu, çaresizliklerini anlattılar. Yardım etmesini istediler. Zeki kabul etti tabii ki. Eşiyle birlikte Ahmet'i yanlarına aldılar, kendi evlatları gibi hem baktılar, hem de okuttular. Ahmet hem yeni evine, hem okuluna, hem de arkadaşlarına çok çabuk uyum sağladı. Akıllı bir çocuktu. Pratik zekâsıyla sorunlara çok kolay çözümler üretebiliyordu. Öğretmeni ona güvendi, onu okul başkanı yaptı. Milli Eğitim'in okula gönderdiği süt tozundan yoğurt yapabilmek için su gerekiyordu. Okulda su yoktu. Her gün son dersten sonra büyük öğrenciler, sırayla su getirmeye giderlerdi. Çeşme, okuldan oldukça uzakta, köyün alt başındaydı. Suyu taşımak zahmetliydi, zordu. Ahmet, su taşımaya giden öğrencilerin başında gider gelirdi. Arkadaşlarına kıyamamış, kolay bir yol bulmuştu. Çok daha yakındaki “sülüklü çeşme”ye yönlendirdi arkadaşlarını. Hiç kimsenin suyunu içmediği, kullanmadığı bir çeşmeydi bu. Arkadaşları Ahmet'i uyardılar. Ama o, inandırdı onları. “Bu su okulda kaynatılacak. Tüm zararlılar, kaynar suda ölür. Değil mi? Ne gerek var uzaklara gitmeye?” Günlerce “Sülüklü Çeşme”nin suyu taşındı okula. Öğretmen çok sonra haberdar oldu durumdan. Nisanın yirmi ikisi, ilkbaharın en güzel günlerinden biriydi. Doğa yemyeşil bakıyor ve gülümsüyordu. Diğer taraftan Ağaçlarda kuşlar, okul bahçesinde çocuklar cıvıldaşıyorlardı. Pırıl pırıl, masmavi gökyüzünde tek tük, benek benek, kar beyazı bulutlar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda çelenk yapmak ve diğer süslemelerde kullanmak için, ağaç dalları, ağaç yaprakları ve kır çiçekleri gerekiyordu. En büyük erkek öğrencilerden dört kişi, Ahmet'in başkanlığında yola çıktılar. Köyün üç kilometre kuzeydoğusunda mersin ağaçları vardı. Oraya gidilecek, mersin dalları kesilecek, kır çiçekleri toplanıp getirilecekti. Gidiş için bir saat, gerekenleri toplamak için bir saat ve geri dönüş için de bir saat olmak üzere, -54- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE toplam üç saat süre vermişti öğretmen. Saat dokuzdu. On ikide okula dönmüş olacaklardı. Yarım saatlik hızlı bir yürüyüş sonrası Ahmet'in isteğiyle bir mola verdiler. Pırıl pırıl, aydınlık güneş bu gün çok cömertti. İyice ısınmış, terlemişlerdi. Açık bir alanda, yemyeşil çimenlerin üzerine oturdular. Ahmet çevresini dikkatle inceledi. Doğa tamamen canlanmıştı. Yeşilin her tonunu görmek mümkündü. Kırlarda çiçek azdı ama tarlalarda çiçek açan meyve ağaçları göz kamaştırıyordu. Güney tarafta, her yan çam ormanıydı. Kuzeydoğuda kıvrıla, kıvrıla akan bir dere, biraz aşağısında da bir değirmen göze çarpıyordu. Kendi köyünü anımsadı özlemle. En çok da uçsuz, bucaksız masmavi denizi özlediğini duyumsadı. Şimdi orada olsaydı, ne de güzel olurdu. Hazır böyle terleyip, ısınmışken önce soyunur güneşlenirdi. Sonra da hop, denize… Yüzerdi dilediğince, serinlerdi. Deniz yoktu, ama işte gözünün önünde, ormanın biraz ötesinde sevimli ve ıssız bir dere göz kamaştırıcı bir parıltı ile ışıldıyor, davetkâr albenisi onu çıldırtıyordu. Derenin ışıltılı sularına hayranlıkla bakarken, birden ayağa fırladı. Dereye doğru koşarcasına yürüdü.Arkadaşları da peşinden! Dere kıyısına varmaları uzun sürmedi. Ahmet kısa bir inceleme yaptı. Değirmene giden dere, bir dönemeçte iyice daralıyordu. Oraya bir set yapabilirlerse güzel bir gölet oluşurdu. Arkadaşlarıyla işe giriştiler. Taşlarla, ağaç dallarıyla, toprakla bir set oluşturup, değirmene giden suyu kestiler. Kısa zamanda, gölette yeterli su birikti. Yine önce Ahmet soyundu ve kendini suya attı. Ardından da arkadaşları... Su henüz ısınmamıştı. Kısa sürede üşüdüklerini duyumsadılar. Sudan çıkıp, bir süre güneşlendiler. Giyindikleri gibi de kaçarcasına uzaklaştılar oradan. Hiç birinde saat yoktu. Gökyüzüne baktılar. Güneş oldukça yükselmişti. Geç kalma korkusu sardı yüreklerini. Öğretmene ne derlerdi? Hepsi Ahmet'in yüzüne bakıyorlardı. Çare bulmasını bekliyorlardı. Ahmet çevresine bakınarak konuştu: “Geç oldu, mersin ağaçları çok uzakta, yetişemeyiz. Gelin peşimden!” Ormana girip körpecik çam dalları kestiler. Sonra da tarlalara girip meyve ağaçlarının çiçekli dallarını kestiler. Toparlanıp, yola koyuldular. Tam vaktinde okula dönmüşlerdi. Ahmet, başka ağaç bulamadıklarını, ormandan çam dalları ile yabani ağaçlardan çiçekli dallar kesip getirdiklerini söyledi. Zamanında dönmelerine, bir terslik olmamasına sevinmişti öğretmen. Çelenk yapıldı. Okul binasının kapısı, bayrak direği, tören alanına kurulan kürsü; çam dalları ve çiçekli dallarla süslendi. Böylece bayram hazırlıkları tamamdı. Öğrenciler şen şakrak, cıvıldaşarak evlerine dağıldıktan sonra Zeki de evine rahat ve huzurlu girdi. Akşam yemeğinden sonra erkenden yattı. Sabaha dek kesintisiz, deliksiz uyudu. Sabah erkenden kalkıp kahvaltısını yaptı, hazırlanıp giyindi. Bayram coşkusu ile lojmandan çıkıp okula doğru yürümüştü ki “Günaydın hocam!” diye kendisini karşılayan üç dört köylü ile burun buruna geldi. “Günaydın! Hayırdır, beni böyle erkenden beklediğinize göre önemli bir sorun olmalı!” diye konuştu, soran bakışlarla bakarak. Değirmenci, öğrencilerin değirmeninin suyunu kestiğini, işlerini aksattığını, derede yüzdüklerini anlattı. Diğeri buğdaylarını öğütemediğini, sırası gelmediği için bir gününün boşa gittiğini söyledi. Öteki köylüler de tarlalarındaki meyve fidanlarının kesildiğini, zarar gördüklerini öfkeyle anlattılar. Zeki, duyduklarına inanamadı, donakaldı. Öğrencileri tarafından kandırılmıştı. Köylülerin karşısında çok güç durumda olduğunu duyumsadı. Çok üzgün olduğunu, olanları soruşturacağını söyledi. Öğrencileri adına özür diledi. Bir daha böyle bir şeyin olmayacağına dair de söz verdi. Kendisini toparladı. Hiçbir şey olmamış gibi bayram kutlama programını uyguladı. Öğrenciler şiirleri, monologları, marşları çok güzel okudular, rontları çok iyi oynadılar. Köylülerin hepsi bayramı çok beğendiklerini belirtip öğretmeni kutlayarak evlerine dağıldılar. Ahmet'i ve diğer dört erkek öğrenciyi müdür odasına gönderen öğretmen, diğer öğrencileri evlerine yolladı. Çok sinirli olduğu her halinden belli olan öğretmenin karşısında, beş öğrenci de korku ile titreşiyorlardı. Her birinin sırayla olanları anlatmasını ve doğruyu söylemelerini istedi. Ahmet de diğerleri de her şeyi, olduğu gibi dosdoğru anlattılar. Bağırdı, çağırdı, alabildiğine azarladı onları. Öfkesini dizginleyemedi, getirdikleri çam dallarından birini sopa olarak kullanıp, ellerine ikişer kez vurdu. Bu cezadan sonra bir daha hiç kimseye zarar vermeyecekleri konusunda her biri söz verdiler, evlerine dağıldılar. Mayıs ayı geldi, hıdrellez de geçip gitti. Sonunda okulların kapanacağı gün gelip çattı. Ahmet'i alıp götürmek üzere babası da o gün gelecekti. Ailesine, evine, köyüne, arkadaşlarına kavuşacaktı. Çok mutlu ve heyecanlıydı, sevinci sonsuzdu. Diğer yandan da karnesini alacağı için ayrıca heyecanlanıyordu. Acaba bunca yaptıklarından ötürü öğretmeni onu sınıfta bırakır mıydı? Kimsenin yüzüne bakamazdı o zaman! Adı okunduğunda bacakları titreyerek, kalbi sıkışarak yürüdü. Öğretmeni başını okşayarak, karnesini uzattı. “Kutlarım seni Ahmet, sınıfını geçtin!” dedi. Sevinçten çıldırmış bir halde, karnesi elinde, uçarcasına dışarı koştu. Babası da gelmiş okul bahçesinde onu bekliyordu. “Baba başardım, sınıfımı geçtim.” diyerek babasının kollarına atıldı. Oğlunu sımsıkı sarıp, göğsüne bastıran Mehmet'in da gözyaşları yanaklarından aşağı süzüldü. Çok sevinçli ve mutluydular baba ile oğul. Öğle yemeğini birlikte yediler. Okul çantasını eline alan Ahmet, öğretmeninin ve yengesinin ellerini öptü, vedalaştı. Mehmet de oğlunun eşyalarını eline aldı. Her şey için teşekkür edip ayrıldılar. Baba, oğul kilometrelerce aşağıdaki asfalt yola doğru yürüdüler. -55- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Zeki arkalarından uzun süre onları izledi. Hem de düşündü. Ahmet akıllı çocuktu, liderlik özelliği çok belirgindi. Karşılaştığı her sorunu çözmek için çok çabuk ve kolay bir yol buluyordu. Gerçi bulduğu bazı çözümlerin onaylanabilir yanı yoktu. Ama zekâsını doğru yönde kullanırsa başaramayacağı iş yoktu. Büyüdüğünde de çok iyi bir yönetici olacağı kuşkusuzdu. Isıtan, pırıl pırıl güneş, apak bir bulutun ardına gizlendi, aydınlık hava gölgelendi. Aylardır kendi evlatları gibi baktıkları, her şeylerini paylaştıkları, varlığına iyice alıştıkları Ahmet de çekip gitmişti işte! Gözden kaybolan baba ile oğulun ardından, Zeki ile eşinin içi sıkıntı ile doldu. Yalnızlık ve gurbet acısı çöktü yüreklerine. İkisi birlikte üzgün, başları önlerinde, isteksizce lojmana girdiler… Şiir Bahçemizden BAKGÖR Bahtiyar TAKKALI bahtiyartakkalı@hotmail.com Ölü uykusundan uyan kardeşim Hırsızlar evini soyuyor bak gör Çakallar, tilkiler girdi kümese Horozu tavuğu boğuyor bak gör Cilalı sözlere aldanma boşa Gözleri doymuyor toprağa taşa Sen razı olurken küçük maaşa Hesabın kitaba uymuyor bak gör, YİNE DE BOŞ Ayla Kavrukkoca TARHAN* Kasam yok doları kutuya koydum Rüyamda milyonca yuroyu saydım Kızma be Hâkim Bey şeytana uydum Tövbeye yemine değmiyor bak gör hamdieraytarhan@gmail.com “Anlatamadıktan sonra, sevsen de boş, sevilsen yine boş” Ya ben anlatamıyorum derdimi Ya anlamak istemiyorlar beni… Bir an geliyor ki, Lanetler yağdırıyorum sağa sola. Ve diyorum ki… Yağmurlar yağsın; Hem de deli deli yağsın, kaldırımlara Yerlere Küçük, büyük bütün kentlere Ve tüm günahları yıkasın Rüzgarlar essin, Deli deli essin ağaçlara Yollara… Ve tüm kötülükleri götürsün uzaklara Çok uzaklara. Radyolarda hep söylensin şarkılar Ve tüm dertleri unuttursun Kimse tedirgin olmasın Ve bir sisli sonbahar sabahı Köhne bir gemi getirsin Bütün istediklerimi O güzel, o mutlu deniz kıyılarına Ve yine ben alaca karanlıkta Bütün gücümle haykırarak, İstediklerimi anlatabilmeliyim. Ama neye yarar Gene de anlaşılmadıktan sonra Sevsen boş, sevilsen yine boş Onlar vekil sen asılsın asilsin Gayrı bilmelisin neyin nesisin Köylü efendisi temiz nesilsin Seni adama saymıyor bak gör Boyun eğme sakın bozuk düzene Alfabeyi ters okuyup yazana Zulm edip de mazlumları ezene İnsafa vicdana değmiyor bak gör İnsan olan insan kıyar mı cana Kin ile nefretle doymuyor kana Eğer yolun düşer ise bu yana BAHTİYAR ayakta uyumuyor bak gör -56- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yeni Kitap diyoruz! DÜNDEN BUGÜNE ESKİMEYEN KILAVUZ Azmi ERMİŞ azmiermiş@hotmail.com Bir dostumu anlatmak istiyorum sizlere. Beni ısıtan ve aydınlatan dostumu. Güneş değil bu. Yüreğimi meltem rüzgârları gibi serinleten bir dostumu. Ana kucağı gibi sıcak, anamın memeleri gibi besleyici ve doyuran. Sanırım siz de anladınız bu dostumun “ kitap” olduğunu. Baharda kabaran toprak gibi hep veren, rengârenk bilgileri sunan, kimi zaman lale, kimi zaman sümbül, dağ yellerinin getirdiği kekik kokuları gibi ferahlatan… Bu dost ki kandırmaz, bu dost ki saldırmaz, çıkarcı olmamıştır hiç, hep verir, verir, verir… Hep bilgilerini sundu bize demet, demet… Bin bir çeşit meyvenin tadını buldum kitapta, bazen şeftali, bazen armut, bazen üzüm, bazen de çilek… Yüreğime dalga dalga sevgiyi yerleştiren, bana savaşımı öğreten dost, bana bilgi denizinden - yudum yudum içiren. Afrika'daki çocuğun açlığını dünyaya haykıran, Amerika'daki Kızılderililerin yok oluş çığlıklarını ileten; kimi zaman tarih, kimi zaman öykü, kimi zaman uzay, kimi zaman roman. Toprağın altında ararız defineleri. Oysa yanı başımızda el fenerleri gibidir onlar. Yan yana dizilen yıldızlar kadar sık. Bizi ışıtmaya çalışan kitapları görmeyiz çoğu kez. Kitap değişimin simgesi olmuştur hep yüzyıllar boyu. Aydınlık ile karanlığın savaşında insanlığa umut, coşku ve yol gösterici olmuştur hep mutluluktan yana. Aydınlıktan korkanların korkulu düşleri olmuştur kitaplar. Sömürüye istismara karşı direncin öğretisi olmuştur kitaplar. Kitap düşmanı karanlığı İskenderiye'de gördük. Yakıldı kitaplar cayır cayır. Dikta özlemcilerinin becerdikleri ilk iştir kitapları yok etmek. Barışı istiyorsak dünyada, kucaklarımızda kitaplarımızla çıkalım silahların karşısına. İyi bir toplum istiyorsak araştıran, düşünen, konuşan, coşan, türküler söyleyen, halay çeken omuz omuza… “Okumak; okumak” diyorum geleceğe umutla, inançla bakabilmek için, yönelebilmek için aydınlık yarınlara… Siz ne dersiniz? (Yani 'Ne olacak bu memleketin hali?') Prof. Dr. Doğan KUBAN diyor ki: 'BİZDE OKUMAMAK GELENEK GİBİ' okuyan yok. Türkiye'de o zamandan bu zamana hâlâ kimse kitap okumuyor, gazete de okumuyor. Gelenek gibi olmuş, okumuyoruz. Gazete satılıyor ama şu şunu kesti, biçti, taciz etti falan, çıplak kadın resimlerine falan bakılıyor işte. Okunmuyor... Uluslararası gözlemlere göre Türk halkı Japonların 250'de biri, Avrupalıların 180'de biri, Amerika'nın 120'de biri kadar kitap okuyor. Bu değişir mi? Umarım! (Cumhuriyet Kitap eki) ….. Kitap okumuyoruz, ama bunun kökenine bakıp yorumlamalıyız. Erken Rönesans'ta 1450'de matbaa bulunduktan sonra, 1500 yılına kadar Avrupa'da 300 matbaa kurulmuş ve yirmi milyon kitap basılmış. Fakat biz on sekizinci yüzyılda işe başladığımız zaman Müteferrika'nın kurduğu kitap basan yayınevinin bütün üretimi çeşitli nedenlerle 80 tane kitap basılabilmiş. Avrupa o sırada 300 milyon kitap basmıştı. Şimdi 30 bin çeşit kitap basılıyormuş Türkiye'de. Müthiş bir şey fakat -57- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Çocukluktan ALAŞEHİR'DE ÜZÜM KESMEK Fuat KEYİK fuatkeyik@yahoo.com Siz hiç Aydın'ın Söke Ovası'na pamuk çapalamak veya pamuk toplamak için gittiniz mi?.. Ben gitmedim. Peki ya siz hiç Alaşehir'e sergi zamanı üzüm kesmeye gittiniz mi? Ben gittim, hem de üç kez. İlk ikisinde babam dayıbaşı ( amele başı-iş bulan ) idi. Sonuncusunda teyze oğlum Hasan Okursoy bizlerin sorumlusu olmuştu. Küçük yaşta -sanıyorum ya ilkokul 5., ya da ortaokul 1. sınıfta iken- yevmiyeli üzüm kesme amelesi olmam beni çok heyecanlandırmıştı. Bir önceki gidişlerinde amele dolu kamyonla uzaklaşan babamların arkasından: ‘'Bubaaa ben de gitceeem, beni de götürüünn!'' diye çok ağlamıştım. Rahmetli Abıla Halam teselli etmişti beni: “Gel gözel oğlum, biz evimize gidelim. Sen daha güççüksün. Az daha büyü, o zaman buban gil seni de götürürle.'' demişti. İşte beklenen zaman geldi. Bu yıl Anam, babam (rahmetliler), Sadi, Fevzi Abi'mler ve de ben, ailecek gideceğiz üzüm kesmeye. Komşular çoktan ayarlanmış. Herkes hazırlığını bitirmiş bile. Muska biçiminde dürülmüş yufkalar çuvallara yerleştirilmiş. Alüminyum tencere, çanaklar, kaşıklar; tarhana, bulgur, makarna; Vita yağı, salça v.b. gibi ihtiyaçlar da çuvallanmış. Yatmak için şilteler, yastık ve yorganlar sıkıca bağlanarak balya haline getirilmiş… Herkes babamdan haber bekliyor… En sonunda bir akşam üzeri bizi Alaşehir'e götürecek olan Kel Üsyün oğlu Hacı'nın (Hüseyin Alpaslan), açık mavi Thames marka yarım burunlu kamyonu, Kocaoğlan Mustafa'nın evinin önündeki meydanlığa geldi. Pür telaş kamyonun kasasının arka tarafına ekmek, yiyecek çuvalları ve yatak balyaları ustaca istif edildi. Ön tarafına ise biz ameleler doluştuk. Babam ve yardımcısı Cafa Galip (Vurdaal) Dayı şoför yanına bindiler. Ben ise kamyonun ön tarafındaki branda konan kasanın çıkıntısından önümü görebilecek bir yer kaptım. Olsun o kadarlık, ne de olsa dayıbaşının oğluydum. Kalanlarla vedalaşarak düştük yola. Kaklık kasabasına kadar şose olan yolda toz duman gidiyoruz. Ben ilk kez dışarıya çıkıyorum. Gözüm hep yolda, gördüğüm hiç bir şeyi kaçırmak istemiyorum. Zıpır yokuşundaki insana heyecan veren keskin dönemeçlerden sonra, kamyon Kaklık'ta asfalt yola girince içim bir hoş oldu. Yağ gibi yolda sanki uçuyoruz. Ne arkamızda toz bulutu var ne de takırtı tukurtu. Sıcak rüzgâr yüzüme tatlı tatlı vuruyor. Ohhh, neşem yerinde, keyfim denk… Ama az sonra hava kararınca iş değişti, önümü göremez oldum. Mecburen kasa içine dönüş yaptım. Gece karanlığında vardık Alaşehir Piyadeler Köyü'ne. Köy içinden geçip yarı çim yarı toprak olan bir yere indik. Hemen şilteler yazılıp yatıldı. Çünkü sabah erkenden iş başı yapacağımızı söylemişti dayıbaşı babam. Fevzi Abim yatmadan önce: -“Fuat bak şimdi yolun bu tarafında yatıyoruz. Sabah olunca öbür tarafta olacağız.'' demişti de ben inanmamıştım. Gerçekten sabahleyin kendimizi yolun diğer tarafına geçmiş gördüm. Ağabeyime göre bu bir göz aldanması imiş. Herkes etrafında toplandığında babam; kimlerin hangi bağda çalışacağını, kimlerin üzüm kesmede, sermede veya “keleter” taşımada görev alacağını saptadı. Bizim ailede Fevzi Abim ve ben üzüm kesmede görevlendirildik. Sadi Abi'm aile bütçesine fazla katkı yapayım düşüncesiyle yevmiyesi daha fazla olan keleter taşımacılığına, anamın: “Oğlum sen yapamazsın !'' demesine karşın gönüllü olarak ayrıldı. Anam da potasalı suyla bandırılan çekirdeksiz üzümleri sermeyi yeğledi. Babam zaten dayıbaşı. O, Galip Dayı ile birlikte ellerindeki sopalarıyla (köpeklerden korunmak için) bağ bağ gezerek ameleleri denetleyeceklerdi. “Haydi bağlara marş marş!'' denildi. Guruplar önceden tespit edilmiş bağlara doğru yola düştüler. Büyük omçalardan oluşan bağ sıralarındaki üzümleri kesmede ikişer kişi görev yapıyordu. Anam kurnaz, diğerlerinden geri kalmayalım diye beni Hamza Hasan'ın çalışkan karısı “Hatma”nın (Fatma) yanına verdi. Birlikte salkımları kesip keleterlere -58- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Piyadeler Köy'ü çevresindeki, bazen yaya bazen traktörlerle gittiğimiz pek çok bağın üzümlerini biz kestik. Sanıyorum 15-20 gün kadar çalıştık. Son gün akşamı babam, yarın sabahleyin herkesin parasını dağıttıktan sonra kamyonla Bekilli'ye gideceğimizi müjdeledi. Ortalık bayram yerine döndü. Ateşlere konan son tarhana çorbası veya bulgur aşı kokuları birbirine karıştı. Çocuklar oyunlarını daha neşe içinde oynadılar. 100 kg.lık kuru üzüm çuvallarını sergi yerinden kamyonlara sırtında taşıyan Hulu Memet oğlu Hulu Memet sevincinden: ''Nasıl olsa yarın gideceğiz, buna ihtiyaç kalmadı!'' diyerek su testisini havaya atarak kırmıştı. Karısının kendisine çekişmesi herkesi güldürmüştü. Babam da durumdan memnundu. Ailecek epey gelirimiz olacağını söylüyordu. O zamanlar her yoksul Bekillili aile, böyle üzüm kesme, pamuk çapalama veya toplama işine giderdi. Geçim kolay değil. Zamanla bu zorluğu gören gençler okumaya daha çok önem verir oldular. koyuyoruz. Maşallah Fatma yenge hızlı kesiyor. Ama olan bana oluyor. Yere düşen üzüm tanelerini nedense hep ben toplamak durumunda kalıyorum. Taneler toplanmazsa bağ sahibinin şişman gelini Cennet arkamızdan basıyor yaygarayı:''Huuu bu ne bu? Günah, günah. Bağda hiç tene bırakmayın, toplayın!'' Çaresiz topluyorum. Yoksa anama söylerse rezil olurum. Ne yalan söyleyeyim bazen de Fatma Yenge'ye yetişebilmek için taneleri toprakla örtüp geçtiğim de oldu. Günler birbirini kovalıyordu. Acemilikten olacak herhalde bir gün kolumu kestim. Yapraklar arasındaki salkımın sert sapına bağ testeresini hızlıca sürerken birden kolumda dayanılmaz bir acı hissettim. Saptan kayan testere ile kolumun iç tarafındaki dirsek altı damarımı kesmişim. Oluk gibi kan fışkırıyor. Hemen çevredekiler yaraya tütün basıp sıkıca yağlıkla (mendil) sardılar. Mecburen yevmiyeden kalmamak için acılar içinde çalışmaya devam ettim. Hala kolumda o testerenin izini taşırım. Gündüzleri üzüm keserken bazı salkımlardaki güzel tanelerini tozlu mozlu da olsa yemek hoşuma gidiyordu. En sonunda bir akşam üzeri, yıkanmadan yenilen o üzüm taneleri çürük azı dişimde dayanılmaz bir ağrı yaptı. Ne yapacağımızı bilemedik. Hani bir çekiç vurup dişimi çıkarsalar, ona razı olacağım. Herkes yardım etme çabasında ama boşuna. Bir türlü ağrı önlenemiyor. Konaklama yerimize yakın bağ evinde oturan Alaşehir'li filanca beyin kızı duymuş feryadımı, Hızır gibi yetişti. Ucuna pamuk sarılmış bir kibrit çubuğunu uzatarak: ''Aç ağzını. Bunu çürük dişine koyacağım sıkıca bastır. Ama dikkat et diline filan değirme, yakarsın.'' dedi. Çaresiz yaptım dediğini. Kibrit çubuğundaki pamuk kekik yağına batırılmış. Biraz sonra benim ağrı kesildi. Sonradan öğrendiğime göre kekik yağı diş sinirlerini öldürüyormuş. O çürük dişimde uzun yıllar hiç ağrı duymadım. Çok yoruluyoruz. Ama ben aileme katkım olduğu için mutluydum. Fevzi Abimin de morali yerinde. Sabahleyin çorbamızı içerken tek elini kullanan Sadi Abimdeki durgunluğu ise anam fark ediyor. Sıkıştırıp arkasına sakladığı eline baktığımızda üzücü durumu öğreniyoruz. Keleter taşımacılığına gönüllü geçen abim daha ilk günden beri zorlanmış. Üzüm dolu iki keleteri omuzuna almak, saplarına bağladığı ipi bir çubuğa geçirip parmak arasında kıstırarak sergi yerine dek taşımak kolay değil. Zamanla ip iki parmak arasını sürtünme nedeniyle yıpratmış. Neredeyse kemikler görünecek biçimde yara oluşmuş. Ama abim gurur meselesi yaparak babamlara haber vermemiş. Üzüldük. Hatta babamla anam daha önce haber etmediği için abime kızdılar. Sonuçta yaralar sarıldı, abim de bizim gibi üzüm kesme işine geçti. BARIŞ MI? Hamdi Eray TARHAN* hamdieraytarhan@gmail.com Niye bülbül şakıyınca Kulağı okşar da Bir martının çığlığı tırmalar. Yağmuru seyretmek güzeldir de Islanmak istenmez, neden? Neden barış hep dillerdedir de Savaştan kaçınılmaz. Barışı bilmeden Barışın simgesi oldu. Barışı görmeden Adını barış koyduk. Tutturduk zeytin dalını Garip gagasına Kanlı ellerimize aldık. Sözde barış oldu, Biz de barış sever... -59- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Okulumuzla ilgili bir girişimimiz: AYDIN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞINA AYDIN Ortaklar Köy Enstitüsü; 1944 Ağustos ayında Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrenci ve öğretmenlerinin emekleriyle temeli atılmış aydınlık bir Cumhuriyet projesidir. 1944-1954 Ortaklar Köy Enstitüsü, 19541974 Ortaklar İlköğretmen Okulu, 1974-2014 yıllarında Anadolu Öğretmen Lisesi olarak binlerce “Egeli” halk çocuğunun eğitim hakkını kazandığı bu güzide eğitim kurumu maalesef kültürel kodlarından koparılarak 2014 yılında Fen Lisesine dönüştürülmüştür. 2)Merkez buluşma noktasının yeniden bin kişinin ortak duyarlılıklarını paylaşacağı, etkinliklerini gerçekleştireceği bir alana dönüştürülmesi. Bu konuda Aydın Büyükşehir Belediyesinin katkısının değerli ve önemli olacağını düşünüyoruz. Büyükşehir belediyemizin bu konuda gerekli tespitleri yaparak derneklerimizin talebini yerine getireceklerini umuyor ve bekliyoruz. Saygılarımızla… Mustafa ÖZMEN Başkanlığını yaptığımız “Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği” ve “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Merkezi” Ortaklar Köy Enstitüsü Cumhuriyet projesinin günümüzdeki takipçileridir. Öğrenci emekleriyle üretilen bu mekânlar, öğretmen yetiştirme geleneğimizin özgün yapılarıdır. Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği Başkanı Adres: 273/3 Sokak, No: 6/G, Mansuroğlu Mahallesi, Bayraklı-İZMİR E-Posta: adabelenliler@hotmail.com Her yıl 16 Mart Öğretmen Okullarının kuruluş yıldönümünde Ortaklar Köy Enstitüsü, Ortaklar İlköğretmen Okulu, Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesinin binlerce mezunu bu mekanlarda toplanarak parasız-yatılı, laik-demokratik karma eğitimin verdiği zenginlikle birbirleriyle kucaklaşır ve okullarına duydukları özlemi, aidiyeti coşkuyla paylaşırlar. O nedenle Ortaklar Köy Enstitüsü mekânları onlar için çok değerli, önemli bir buluşma noktasıdır. Telefon: 0.535.985.69.99 Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Tel: 0.232.256.52.62 E-Posta: yenikusak2001@gmail.com Her Adabelen buluşmasında buraya katılan emekli öğretmenler mekânlarının giderek yıkılmakta, harap olduğunu gördüklerinde büyük üzüntüyle okullarından ayrılırlar. Ne yapmalıyı konuşurlar, tartışırlar. Okulun merkez noktasındaki toplanma yeri gittikçe harap olmuş vaziyette olup katılımcıların tuvalet gereksinmelerini karşılayacak olanaklar (WC'ler) kullanılamaz haldedir. Aydın Büyükşehir Belediyemizin kültürel miras duyarlılığına ve Cumhuriyetçi çizgisine ve Ortaklar çıkışlı Aydınlı öğretmenlerin aziz hatıraları adına örgütlerimizin belediyemizden ortak talebi vardır. Talebimiz: 1) Okulumuzun merkez buluşma noktasındaki tuvaletlerden birinin bay ve bayan olacak şekilde yeniden düzenlenmesi ve onarılması, -60- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... Lozan'ı Anlamak ve Yaşatmak Cumhuriyet Nereye Götürülmek İsteniyor 68 Kuşağı'ndan Bir Anı Deniz'deki Mustafa Kemal “Hürriyet” Coğrafyasında Manastır'da Mustafa Kemal ve Eleni Karinte'yle N U R AY D I N K U RT U L K İ Ş İ S E L SERAMİK SERGİSİ Okulumuz mezunlarından Nuraydın KURTUL ilk kişisel seramik sergisini 27 Temmuz – 2 Ağustos tarihleri arasında Foça'da açtı.Yaklaşık 150 çeşit seramik çalışmanın bulunduğu sergi Foça'da büyük bir ilgi gördü. Öğretmen sanatçımız Nuraydın KURTUL bir sonraki kişisel segisini Kuşası'nda açmayı düşünüyor. A L İ Y AV U Z B A Ş K A N I M I Z I KAYBETTİK YAZARIMIZ TAHSİN ŞİMŞEK İLE SÖYLEŞİ Derneğimizin onursal başkanlarından Ali YAVUZ, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamadı. Uzun zaman tedavi gören başkanımızı 9 Eylül 2015 günü yitirdik. Yüzlerce Adabelenli'nin ve dostlarının katıldığı cenaze töreni sonrası, başkanımızı Doğançay Mezarlığı'nda toprağa verdik. Can dostu FaikAy mezarı başında: -“Ali Yavuz benim 60 yıllık bir dostum, canım, ciğerimdi. Yüreğimden kopmuş bir parçaydı. Hayatında incitmedi, incindi. Binlerce öğrenciye yol gösterdi. Umuyorum kabri ışıklar içinde olacaktır. Allah rahmet eylesin.” dedi. 19 Ağustos2015 günü Kuşadası İbrahimaki Sanat Galerisi'nde yapılan söyleşi – şiir buluşmasının konuğu Dergimiz Adabelen y a z a r l a r ı n d a n Ta h s i n şimşek'ti. Aşağıdaki program gereğince yapılan söyleşi çok yararlı geçti. Böylesi söyleşilerle Adabelenlilerin öne çıkmaları ve toplumu aydınlatmaları bizleri gururlandırıyor. Tahsin ŞİMŞEK'i yürekten kutluyoruz. BUGÜN, O GÜNDÜR,"MUSTAFA KEMAL SINAVI" GÜNLERİ Tehlikenin farkında olup, laikliğe yapılan saldırıların boyutlarını iyi görme; bu konudaki her türlü ikiyüzlülüğü sergileme, "Taksim Gezi Direnişi"indeki devingen ruhu tazeleme günleri... "Mustafa Kemal Sınavı"nı başarma, ne yapacağını bilenlerin, yaşam ilkesi ve özetidir kuşkusuz. Söyleşi: “MUSTAFA KEMAL SINAVI” (Söyleşi – Şiir) Bazı konu başlıkları: Bir Devrim Öyküsü: Nutuk Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar Kurtuluş Savaşı Romanları Cumhuriyet Aydınlanmasında Edebiyat Laikliğe Layık Olmak 1965 MEZUNLARIMIZIN 50.YIL BULUŞMASI KUŞADASI'NDAYDI 1965 mezunu Adabelenliler 19 Eylül'de Kuşadası'nda sevgiyle kucaklaştılar. Anılar özlemle dile getirildi, yüzlerdeki içten gülüşler mutluluğa dönüştü. 50. yılını dolduran Adabelenlilere derneğimizin düzenlediği Adabelenlilik Onur Belgeleri Öğretmenimiz Ali OĞUZ -61- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... tarafından verildi. Bu güzel buluşmayı düzenleyen Ayşen KESKİN, Hüseyin ÖZMEN ve Köksal ŞİMŞEK arkadaşlarımıza yürekten teşekkürler. HABERLER... alabilmeleri için yüksek derecede profesyonelce çalışmayı taahhüt ederiz.” 1961-1962 MEZUNLARIMIZ DA DALYAN'DABULUŞTULAR “ÖĞRETMENLERİMİZE VEFA” BULUŞMASI 1961 ve 1962 mezunlarımız 16-18 Ekim günlerinde Muğla'nın Dalyan İlçesi'nde buluştular.125 Adabelenli'nin katıldığı toplantının düzenleyicisi Adabelenli ALİ ÇAKIR'dı. Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Dernek yönetiminin çağrısıyla 20 Eylül Pazar günü Kuşadası'nda öğretmenlerimizin yaşadığı Gurup Sitesi'nde sohbet için toplandık. Parasız –Yatılı, Laik – Demokratik ve karma eğitimin savaşçıları değerli öğretmenlerimizin bir bölümü ile kucaklaştık. Okulumuzun o günlerimize duyduğumuz özlemi, anılarımızla paylaştık. Önemli zamanlarını ayırarak bu buluşmaya katılan Adabelenliler, bu buluşmanın bir başlangıç olmasını ve her yıl yinelenmesini istediler. Dernek başkanımız Mustafa Özmen'in de katıldığı çay sohbetinde, derneğimizin yönlendirme yetkisinde olan burs sistemimize bir öğrencilik bağış katkısı sağlandı. Adabelen dergimiz yönetmeni İSMAİL TUNA ve İzmir temsilcilerimizden FAİK AY derneğimizi temsil ettiler. Geceye katılan Adabelenlilerin ülkemiz okullarından kaldırılan andımızı birlikte okumaları çok anlamlı oldu. Geceye katılanlardan derneğimizin düzenlediği 50. Yıl Adabelenlilik Onur Belgesini almayanlara, belgeleri sunuldu. Programları gereğince gurubumuz Cumartesi günü ilk olarak Kocagöl ve Sarıgerme'yi gezdi. Burada Sarıgerme Çevre Eğitim Derneği (SARÇED) Başkanı CENGİZ İLHAN ve görevlileri karanfillerle karşıladılar ve karşılıksız ikramlarda bulundular. Dernekleri ve çalışmaları hakkında bilgiler verdiler. Sarıgerme'nin SARÇED sayesinde nasıl korunduğu bilgisi Adabelenlileri çok mutlu etti. Bu konuda gelecek sayımız için Başkan C. İlhan'dan yazı sözü alındı. Daha sonra Dalaman Belediyesi Parkı ve Dalaman Belediyesi'nin işlettiği Sarsala Koyu gezildi. Dalaman Belediye Başkanı MUHAMMET ŞAŞMAZ Adabelenli konuklarını çiçekle karşıladı ve ikramlarda bulundu. Gerek Sarıgerme, gerekse Sarsala Koyu 1961 ve 1962'lileri büyüledi. Dalaman Bel. Başkanı Muhammet Şaşmaz ve Sarçed Başkanı Cengiz İlhan'a gösterdikleri konukseverlikleri için yürekten teşekkür ediyoruz. Pazar günü de Dalyan'dan hareketle Caretta Caretta kaplumbağalarının üreme yeri olan İztuzu gezisi yapıldı. Gidiş ve dönüşte teknelerin sazlıkların arasından bir labirentten geçer gibi yolculuk yapmaları grubumuzu çok eğlendirdi ve mutlu etti. Dönüşte gelecek yıl Kuşadası'nda buluşmak üzere vedalaşıldı. 5 EKİM DÜNYA ÖĞRETMENLER GÜNÜ'NÜ KUTLADIK Günün bildirgesi: “BİZ, DÜNYAÖĞRETMENLERİ, Her çocuğun serbest, kaliteli, devletçe finanse edilen eğitim hakkını tüm dünyada garanti edilmesini talep etmekteyiz. Bilgi ve teknoloji ne denli gelişirse gelişsin öğretmenin yeri doldurulamaz. Bir kişi, eğitiminin herhangi bir aşamasında iyi bir öğretmene rastlamışsa, aradan yıllar geçse de onu unutamaz. Onun kazandırdığı ilk alışkanlıklar yaşam boyu sürer. Kaliteli eğitimin yüksek nitelikli eğitim almış, meslek içi eğitimden geçen, pedagojik yolları kullanan kaliteli öğretmenler tarafından verileceğine inanmaktayız. Dünyadaki tüm çocukların daha iyi kaliteli eğitim -62- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... Bu gezi sonucu derneğimizin burs sistemine 6 öğrencilik burs katkısı sağlanmıştır.1961-1962 mezunlarımız adına iki öğrenci, Sarıgerme Çevre Eğitim Derneği adına bir öğrenci, Dalaman Belediyesi adına bir öğrenci, Prof. Dr. Özer ERGENÇ adına bir öğrenci ve İ. Engin SALMAN adına da bir öğrencilik burs katkılarının olması Adabelenlileri ayrıca çok onurlandırmıştır. Kendilerine içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu buluşmayı düzenleyen ve hiç aksama olmadan başarıyla sona ermesini sağlayan Adabelenli Ali ÇAKIR'a ve emeği geçen tüm dostlara dernek olarak da yürekten teşekkür ediyoruz. HABERLER... 1 9 6 8 M E Z U N L A R I M I Z AY D I N SULTANHİSARDABULUŞTULAR Ortaklar Öğretmen Okulu 1968 mezunlarının geleneksel buluşması bu yıl Aydın Sultanhisar Nysa Otel'de oldu. Bu yılki buluşmanın düzenleyicileri Ahmet İmaj ve Kemal Elçin'di. Yaklaşık 70 Adabelenli, Adabelen'de edindikleri kardeşlik, arkadaşlık ve dostluklarını bir kez daha gösterdiler. Anılar yeniden canlandı ve yaşandı. Dernek yönetiminden Mustafa Özmen ve Ahmet Özden'in de katıldığı gecede derneğimize yönlendirme yetkisi verilen burs sistemimize 1968 mezunu İbrahim Çakır tarafından bir öğrencilik katkı sağlandı. 1964 MEZUNLARIMIZ SIĞACIK'TA BULUŞTU 1968'liler, gelecek yıl Manisa-Salihli'de buluşma kararı aldılar. Bu konuda Arkadaşları Süleyman Selçuk'a görev verdiler. Bu güzel birlikteliklerinin oluşumuna emek verenlere dernek olarak yürekten teşekkür ediyoruz. Selam olsun yüreğinin yerini bilenAdabelenlilere!.. 1964 mezunlarımız 8. geleneksel buluşmalarını bu yıl Sığacık'ta gerçekleştirdiler.. Buluşmaya 75 kişi katıldı. Öğretmenimiz Ali Oğuz ve Dernek Başkanımız Mustafa Özmen de oradaydı. “Bizler bu toplantılarla dünün hesabını yapıyoruz. Çünkü bizler günü birlik yaşayan insanlar olmadık. “Sürüler içinde sürmeli koyun” derdinde olmadık. Bizler cumhuriyetin bizlere sunduğu laik –demokratik, parasız yatılı, karma eğitimden faydalandık. Mustafa Kemal Atatürk'ün ilkelerinden ayrılmadık, ayrılmayacağız.” diyen 1964 mezunlarımız toplantı süresince dostluk, kardeşlik, arkadaşlık duygularını doyasıya pekiştirdiler. Derneğimizin 50. yıl Adabelenlilik Onur Belgeleri, öğretmenimiz Ali Oğuz tarafından geceye katılanlara verildi.Bu güzel gecede derneğimizin yönlendirme yetkisi aldığı burs sistemine iki öğrencilik katkı payı toplayan 1964 mezunlarımızla gurur duyuyoruz.. Bu birlikteliğin oluşumunda emek veren Ali Çetin, Mustafa Oran ve Hasan Şengül ağabeylerimize yürekten teşekkürler. 1982-1983 MEZUNU ADABELENLİLER AKYAKA'DA BULUŞTU 2015 yılı devre yemeği olarak da bilinen 1982-1983 mezunlarının geleneksel buluşması bu yıl Akyaka'da oldu. Yaklaşık 60 kişinin katıldığı yemek güzel ve eğlenceliydi.. Bu buluşmada en büyük uğraşı veren Oktay Okçu arkadaşımız oldu. Ayrıca sürekli desteklerini esirgemeyen Tülay Bozkaya Ölçek ve Ismet Enginsu'yu da unutmamak gerek.. Daha başka birlikteliklerde olmaları dileği ile … YKKED 5. AKDENİZ BULUŞMASI ISPARTA'DAYAPILDI YKKED şubeleri, son beş yıldan beri her sonbaharda “eğitim-kültür okulu” işlevi gören “Akdeniz Buluşmaları” -63- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... FEVZİ GENCER KUŞADASINDA ANILDI Adabelenli Şair, ressam ve emekli öğretmen Feyzi Gencer için Kuşadası Belediyesi İbramaki Sanat Galerisi'nde anma günü düzenlendi. Konuşmacı Nail Topal, Ortaklar Öğretmen Okulu'ndan dostları ile eşi Güngör Gencer ve çocukları ile torunlarının hazır bulunduğu toplantıda arkadaşı Feyzi Gencer'in yaşam öyküsünü anlattı. Feyzi Gencer'in eğitimci olarak hizmetleri yanı sıra, edebiyat incelemeleri, şiirleri, resimleri ile yetiştirdiği öğrencilerinin anıları katılımcıları hüzünlendirdi. Zekiye Altıntaş ise arkadaşı Gencer'in sevdiği türküleri seslendirdi. düzenliyor. 16-18 Ekim 2015 tarihlerinde YKKEDIsparta Şubesinin düzenlediği “5. Akdeniz Buluşması” büyük bir coşku ve katılımla gerçekleşti. Ortaklar öğretmen okullular(Adabelenliler) dernek başkanı Mustafa Özmen'inde katıldığı buluşmaya İzmir grubu olarak otobüsle 16 Ekim Cuma akşamı keyifli bir yolculuk sonunda Isparta'ya ulaşıldı.. CHP önceki dönem Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı da gelmişti. Buluşmada iki panel vardı. Panelin biri “Türkiye'nin güncel eğitim-kültür sorunları ve ne yapmalı?” diğeri ise “Gönen Köy Enstitüsü ve yarattığı toplumsal etkiler” başlığını taşıyordu. “Türkiye'nin Geçmişindeki Yarın: Köy Enstitüleri fotoğraf sergisi” tüm çarpıcılığıyla laik, demokratik Cumhuriyet vurgusunu öne çıkarıyordu. Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca son yıllarda Türkiye'de yaşanan eğitimin dinselleştirilmesi çabalarına işaret ederek CHP'nin seçimlerde dillendirdiği eğitim vizyonunu salona aktardı. EğitimSen eski başkanı Kemal Bal ise konuşmasında enstitülü öğretmenlerin demokratik öğretmen hareketindeki yerini Fakir Baykurt üzerinden aktararak dayanışmanın, örgütlenmenin altını çizdi. Panel ve konser sonrası Isparta Gölcük Krater Gölü gezisi muhteşemdi. . 18 Ekim Pazar günü buluşma programı çerçevesinde çevre gezileri vardı. Önce Gönen Köy Enstitüsü yerleşkesi ziyaret edildi. Enstitülü öğrencilerin emekleri ve kurucu müdür Ömer Uzgil, Gönen çıkışlı TÖS Başkanı Fakir Baykurt ve Gönen İlköğretmen Okulu Müdürü Mehmet Kahvecioğlu saygıyla selamlandı ve anıldı. Müze dolaşıldı. Daha sonra İslamköy'de “Süleyman Demirel Demokrasi Müzesi” gezildi. Son olarak da Eğridir gezisi vardı. Eğridir Gölü'nün doğaya kattığı zenginlik tepedeki yörük çadırından bir başka güzeldi. Feyzi Gencer'in, “Sevgili gençler bu topraklar üzerinde yaşıyor olmanın değerini bilin. Önce Anadolu kültürünü, içinize sindirin ve yayın. Bu kültür sevgi üstüne kurulmuştur.” düşüncesi vurgulandı. Güngör Gencer, hayatı ve eserlerini derlediği, “Ben de bu evrenin bir parçasıyım” kitabını dostlarına armağan etti. OKULUMUZUN RESTORASYON PROJESİ SONUÇ VERMEYE BAŞLADI OKUL KAMPUSU İÇİN FAALİYET PLÂNIMIZIN ÖZETİ Okulumuz yerleşkesi içerisinde bulunan 47 adet tescilli binadan 4 adet lojman binasının restore edilerek okul idare binamız içerisinde bulunan Eğitim Müzemizdeki Köy Enstitüsü döneminin anısı niteliğindeki fotoğraf, resmi evrak ve eğitim materyali gibi birçok değerin sergilenmesi amacıyla; müdürlüğümüzün girişimi ve Aydın Milli Eğitim Müdürümüzün destekleriyle Aydın Ar-Ge birimi tarafından GEKA'ya proje başvurusu yapılmıştır. Proje başvurumuz ön elemeyi geçmiş; saha incelemesi yapılmış, onay alınmıştır. Okul yerleşkemizin yol ve diğer arazilerle sınırını belli edecek ihata duvarının olmaması, zaman zaman yatılı kalmakta olan öğrencilerimizin güvenlikleriyle ilgili olumsuz sonuçlar doğuracak riskler barındırdığından; yerleşkemizi sınırlandıracak bir ihata duvarı yapmak üzere -64-