Sinema ve Televizyon`da Etik
Transkript
Sinema ve Televizyon`da Etik
Sinema ve Televizyon’da Etik 1. Felsefe Nedir? Yunanca “philia” sevgi ve “sophia” bilgelik, geniş anlamıyla bilgi demektir. O halde philosophia “bilgelik sevgisi” veya “bilgiyi sevmek” anlamındadır. Türkçe’de “felsefe” sözcüğünü Yunanca’dan Arapça’ya geçtiği şekliyle kullanıyoruz. Herakleides Pontikos’a göre, philosophia; “Durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir. Düşünme ile olsun, deney ile olsun, burada varılmak istenen şey doğru’dur, hakikattir (truth)”. Felsefe doğruya varmak ister, bunun için uğraşır; elindekileri bu amaç uğruna sürekli ayıklar, eleştirel bir süzgeçten geçirir. Kısaca, “philosophia”, bilgiyi sevme işidir, ona varmak özlemiyle yola koyulmaktır, ve onu elde etmek için bir çabadır. Felsefe, Anadolu toprağından çıkıyor. M.Ö. 6. yüzyılda o zamanki adıyla İyonya (bugünkü İzmir ve Aydın illeriyle karşısındaki adalar) felsefenin kurucu babalarının memleketi olarak karşımıza çıkıyor. Bu kurucu babalar yapıtlarına karakteristik bir ad olan “peri physeos” (Doğa Üzerine) diyorlar. Felsefenin Kurucu Babalarının yapıtlarının temel özelliği nedir? Bu yapıtlar, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış olan ilk denemelerdir. Ve dini bir dünya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. Yani “mitos” ile “logos” ayrılıyor… Felsefenin Eski Yunan’da sözü geçen bu başlangıcı, onun sonraki, hatta günümüze değin gelişmesi için başlıca bir ölçü olmuştur. Yunan felsefesi elindeki pek geniş olmayan bilgi gereçlerini bilimsel olarak işlemek için gerekli kavram kalıplarını araştırıp bulmuş, pratik-dini kaygılardan bağımsız kalarak dünya üzerine olabilecek hemen hemen bütün görüşleri ortaya koyabilmiştir. Antik düşüncenin ve tarihin öğreticiliğinin önemi işte tam bu noktadadır. Batı kültür çevresinin günümüzdeki dünya anlayışı da, dilleri de Antik felsefenin varmış olduğu sonuçlarla yüklüdür, bu sonuçlarla yoğrulmuştur. Batı kültürü dünya görüşünün, bu görüşe dayanan başarıların ana kaynağıdır. Düşüncenin mitolojiden ve günlük yaşayıştan çözülmesiyle başlayan bilimin, kendi içinde de ayrılmalar başlamıştır. 1 “Doğu Düşüncesiyle Batı Felsefesini Birleştirme Çabaları”… İlkçağ sonlarından itibaren yapıldığı görülmektedir. Yahudiler, Yeni Pythagorasçılar, Yeni Platoncular ve Hıristiyanlar Yunan felsefesinin kökünün Doğu’da olduğu savını yaymışlardır. Örn. M.Ö. 2. yy’da yaşamış olan Yeni Pythagorasçı Numenios, “Platon, Attika diliyle konuşan Musa’dan başka bir şey değildir” demiştir. Elealılarda Hint, Pythagorasçılarda Çin, Herakleitos’ta Pers, Empedokles’te Mısır, Anaxagoras’ta Yahudi dininin etkileri olduğu ileri sürülmüştür. Bazı savlar bakımlardan doğru ve haklı olsa da, bazı bakımlardan aşırı zorlama bir karakter taşır. Çünkü, varlıkların özü, yapısı üzerine özgür bir düşünce olan Yunan Felsefesi, Doğu dinlerinden alınma çeşitli tasarımlarla açıklanamaz. Yunanlıların Doğu’dan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini işleyiş ve değerlendirmelerinde, Yunan düşüncesinin, başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık bir biçimde görebiliriz. Örn. Mısırlılar için geometri Nil nehrinin taşmasını önlemek için kanal açmakta kullanılan bir takım hesaplamalardan öteye geçemiyordu, bazı teoremleri ampirik yolla edilmişlerdi. Örn. yüzey ölçmekte kullandıkları formüller, bugünkü geometrideki gibi bazı axiom ve tanımlara dayanan bir sistem meydana getirmiyordu. Bunlar tek başlarına ve dağınık vaziyetteydiler, aralarında bir bağlantı yoktu, pratiğe bağlı olmaktan kurtulamamıştı. Yunanlıların başarısı Mısırlıların parça parça olan bilgilerinden bir sistem geliştirmek, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmaktı. Thales, Pythagoras (Pisagor) ve Eucleides (Öklid) teorik bir bilim olarak geometriyi kuranların başında yer alırlar. Aynı şekilde astronomi konusunda da durum benzer biçimdedir. Babillilerin ünlü astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, yani dinin ve pratiğin hizmetindeydi. Yıldızlar üzerinde yapılan hassas gözlemler, güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dini-pratik amaçlar içindi. Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmışlar ama sonunda bu pratiğin emrindeki dağınık gereçlerden-Anaximandros’tan Ptolomaios’a (Batlamyus) kadarki çalışmalarıyla-, gökyüzünün bilimsel bir görünüşünü çizen bir teori kurmuşlardır. Yunanlılar, doğruya ve bilgiye, dorunun ve bilginin kendisi için yönelmiş olan bir bilimin, bir felsefenin ilk yaratıcılarıdır. Böyle bir durumu Eski Doğu’nun hiçbir yerinde göremiyor ve bulamıyoruz. Çünkü Eski Doğu kültürü, bilgiyle ya dini açıdan ya da teknik açıdan ilgilenmiştir. Yunan felsefesinin köklerini Doğu’da bulmak için bu uğraşmalar; Bir yandan Doğu’nun efsanelik bir bilgeliği olduğu inancına dayanır, Öte yandan da, İlkçağ sonlarında Doğu ile Yunan bilgeliklerini geniş bir dini- 2 felsefi senkretizm* içinde karıştırıp eritmek eğiliminden ileri gelmiştir. Eski Yunan’da Filozof Tipleri: Bilmek için yaşayan filozoflar, Bilgin, araştırıcı, derleyici tip filozoflar, Daha çok yaşama yönelmiş pratik filozof, yaşama sanatçısı, eğitici tip filozoflar. Yunan Siyasinin Yunan Kültürü Üzerindeki Etkisi… Site Devletleri Dönemi Pers Savaşları Sonrası Siyasi Birlik Dönemi Helenistik Dönem Yunan Felsefesinin Konuları Bakımından Gelişim Süreci Dış doğa (dünya), İnsan, Bağımsız bilimlerin gelişmesi, Dini öğelerin karışması, Yunan Felsefesinin Konuları Bakımından Kaynakları Kosmogonia’lar (Evrenin Doğuşu) Theogonia’lar (Tanrıların Doğuşu) 2. Etik Düşüncesinin Kökenleri Felsefe, insan aklıyla dinsel inançların kavgasından doğdu. İki kere iki dört ediyorsa bunun, Tanrıların keyiflerinin üzerinde değişmez bir nedeni olmalıydı. Eski Mısır’la alışverişe başlayan Anadolu Yunanlıları önce bu değişmez nedeni düşünmeye başladılar. İyonya veya Miletos Okulu Thales (M.Ö. 624-546): Bu değişmez madde SU’dur dedi. Her şey sudan çıkmıştı, suyun değişik biçimleriydi. Var olan her şey varlığını bu ilk nedenden almaktaydı. Anaksimandros (M.Ö.610-546): İlk nedenin dünyayı dört yanından kuşatan belirsiz bir töz (apeiron) olduğunu savundu. düşüncesine göre bu ilk maddenin bir özelliği yoktu, ve sıcak-soğuk, nemli-kuru gibi karşıtlar farklılaşarak bu maddeden çıkıyorlardı. Anaksimenes (M.Ö 585-525): her şeyin başlangıcını oluşturan esas maddeyi, kalınlaşıp incelerek ateşe, rüzgara, bulutlara ve toprağa dönüştüğünü varsaydığı hava olarak kabul etti. Pisagor ve Okulu Felsefeyi pratik yönden inceleyen ilk düşünür İyonyalı Pisagor (M.Ö. 582-496)'dur. Dünyada sayılar üzerine kurulmuş mükemmel bir uyum gören Pisagor, insan 3 ırkını aynı şekilde kendi içinde uyumu yakalamış bir hayat sürdürmeye şevk etmeyi amaç edinmişti. Öğretisi, İtalya'nın güneyinde yer alan Kroton'da yer alan okulunda etrafına toplamış olduğu Pisagorcular tarafından geliştirildi. Takipçileri arasında Filalaos (M.Ö.470-380), Krotonlu Alkamion, ve Archytas (M.Ö. 428-347) bulunur. Efes Okulu Efes'li Heraklit (M.Ö. 535-475): Doğada bulunan her şeyin aralıksız bir değişim içinde bulunduğunu ve “Logos” adını verdiği dinamik, sonsuz bir yapı tarafından bir arada tutulduğunu öne sürdü. Heraklit, bu sonsuz yapıyı temsil etmesi için ateşi kullandı. Her şeyin kökeninin ateşten geldiğini, ve asla bitmeyen bir süreç ile ona döndüğünü varsaydı. Elea Okulu Adını Güney İtalya'da bulunan-şu anki adıyla Velia- Elea şehrinden alan Elea okulu Birlik öğretisini savundu. Kolofon'lu Ksenofanes (M.Ö.570-470): sonsuz birlik olarak Tanrı'yı gösterdi ve onun evrenin içine işlemiş ve onu düşüncesiyle yöneten bir varlık olduğu düşüncesini savundu. Elea'lı Parmenides (M.Ö.510-440), değişmeyen bir varlığın olduğunu ve bu varlığın tek gerçek olan ve kavranabilir olduğu görüşündeydi. Bu öğreti kendisinden daha genç hemşerisi Elea'lı Zeno (M.Ö. 490-430) tarafından şeylerde sürekli değişim ve dönüşüm olduğunda dair olan ortak görüşe karşı bir polemikte de savunuldu. Zeno sonraki düşünürler tarafından çok tartışılan ve bir değişim ve çeşitlilik olduğunu varsaymanın çelişkilere götürdüğünü göstermeye çalışan birçok ünlü paradoks öne sürdü. Metafizik Çoğulcu Okul Agrigentum'lu Empedokles (M.Ö. 490-430) günümüzde Sisilya'da bulunan, eski Yunan'da Akragas olan Agrigento'luydu. Düşüncesi Elea okuluna kısmen ters, kısmen de katılıyor gibi görünür. Bir yandan ilk maddenin değişmezliğini savundu; öte yandan bu ilk maddenin, yani cevherin çoğul olduğu görüşündeydi: 4 klasik element, toprak, su, ateş ve hava. Bunlardan oluşmuş dünyada iki yöneltici güç, itki olduğu görüşündeydi-birleştiren sevgi ve ayıran çekişme. Klazomenai'li Anaksagoras (M.Ö. 500-428) da ilk maddenin değişmezliğini vurgularken, bozulmaz ilk elementlerin sonsuzluğunu savundu; tanrısal neden veya Akıl (nous)'ı bu maddeleri yöneten olarak gördü. Atomcu Okul İlk kesin materyalist sistem Leukippos (M.Ö. 5. yy.) ve öğrencisi Abdera'lı Demokritos (M.Ö. 460-370) tarafından oluşturuldu. Bu, atomlar öğretisiydi. Atomları, sayısız sayıdaki, bölünmez, niteliksel olarak benzeyen fakat biçimleriyle birbirinden ayrılan temel maddeler olarak tanımladılar. Bu öğretiye göre atomlar, 4 sonsuz boşlukta hareket ederek, çarpışarak ve birleşerek, atomların çeşitlerine, sayılarına, biçimlerine ve dizilişlerine göre farklılıklar gösteren cisimleri oluşturuyorlardı. Yedi Bilge “Başka ulusların ermişleri varsa Yunanlıların da bilgeleri vardır”, diyor Nietzsche. Yunan bilgeleri çağdaş bilgelerin babasıdırlar ve evrenin en güçlü gerçeği olan ölçü’yü sezmişlerdir. Sanatta ölçü, felsefede ölçü, bilimde ölçü. Evren bir ölçü işidir. Nereden gelip nereye gidiyoruz düşüncesi (kozmogonia) şimdilik ne yapmalıyız düşüncesinin (ethika) yanındadır. Nereden gelip nereye gittiğimiz, hele niçin gelip niçin gittiğimiz açık seçik anlaşılamayınca şimdilik ne yapmamamız gerektiği düşüncesi daha bir önem kazanmıştır. Kısa süren bu misafirliğimiz kendi çabamızla ve alın terimizle çok daha değerlenebilir. İnsanlık bu düşüncesinin ilk öğütlerini Yedi Bilge’nin özdeyişlerinden almıştır. Rodoslu Kleobulos: “Ölçü en iyi şeydir”. Dinlemeyi sevmeli, gevezeliği değil. Hazza hükmetmeli. Zorla hiçbir şey yapmamalı. Yurttaşlara en iyi öğütleri vermeli. Çocukları eğitmeli. Halka karşı olana düşman gözüyle bakmalı. Atinalı Solon: “Hiçbir şeyde aşırı olma, ölçülü kal.” Keder doğuran hazdan kaç. Çabuk dost edinme, edindiklerini de çabuk gözünden düşürme. Hükmedilmeyi inceleyerek hükmetmeyi öğren. Yurttaşlarına en hoşlarına gideni değil, en iyiyi söyle. Görünmeyenleri görünenlerden çıkar. Ispartalı Khilon: “Tutkularını dizginle, ölçülü ol”. Dostlarının iyi günlerine yavaş yavaş git, kötü günlerine koşa koşa. Kendinden yaşlıyı say. Kanunlara uy. Haksızlığa uğrarsan barış, hakarete uğrarsan öç al. Ölmüşleri öv. Kendini bil. (Delphoi’deki Apollon Tapınağı’nın kapısında yazılı olan, Sokrates’in alıp işlediği bu sözü Platon şöyle açıklıyor: Sadece bir insan olduğunu bil.) Lesboslu Pittakos: “Uygun zamanı kolla, ölçüyü göz önünde tut”. Yapmak istediğini söyleme, başaramazsan gülerler. Başkasında hoş görmediğini kendin yapma. Bahtsızları ayıplama, çünkü Tanrıların öfkesine uğramışlardır. Kazanç doymak bilmez, sana uyanı kazan. Bir kimseyi affeden onun üstüne yükselir, ondan öç alansa onun haline düşer. Prieneli Bias: “Çok dinle, yerinde konuş, ölçüyü kaçırma”. İnsanların çoğu kötüdür. İşe yavaş giriş, başladıktan sonra sıkı sarıl. Çabuk konuşmaktan sakın, yanılırsın. Yaptığını düşün. Güzellikle al, zorlayarak değil. Korinthoslu Periandros: “Bahtlılıkta ölçülü ol, bahtsızlıkta düşünceli”. Atılganlık aldatıcı bir şeydir. Kazanç çirkin bir şey. Ana-babana layık olduğunu göster. Dostlarına karşı bahtlılıklarında nasılsan, bahtsızlıklarında da öyle kal. Bütünü düşün. Sessizlik en güzel şeydir (Sükûn hâli, iç sessizliği). Kanunların eski, yemeğin taze olsun. Miletli Thales: “Ölçülü ol”. Kötü yoldan zengin olma. Babadan kötü şeyi kapma. Kefaletin yoldaşı felakettir. Ana-babana ne etmişsen çocuklarından onu bekle. 5 Kendini dizginleyememek kadar kötü bir şey yoktur. Acınmaktan çok kıskanıl. KİNİZM (SİNİZM, KÖPEKSİLİK) Kinizm, Sofist Gorgias'ın ve daha sonra da Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes'in öğretisidir. Antisthenes, Kynosarges Gymnasion´da okulunu kurmuştur. Kinik okul, bu nedenle Sokratesçi okullardan biri kabul edilir. Anthisthenes mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve bu erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din vb. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme ün kazandıran, dolayısıyla kinizmin yayılmasını sağlayan Diogenes'tir. Diogenes bu öğretiyi eyleme dönüştürmüştür ve gerçek erdeme ancak bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Rivayete göre Diagones yaşamını bir fıçının içinde devam ettirmeye vardırarak, toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen yalıtmaya yönelmiştir. Kiniklerin temel felsefi konumları, zamanın uygarlık değerlerine yönelik aldırmaz tavırları ve eleştirel yaklaşımları tarafından şekillenir. Onların temel etik ilkesi erdemdir ve bundan anladıkları da, insanın özgürlüğü ve kendi iç bağımsızlığı ile yaşamını sürdürmesidir. İnsan, her tür gereksinmeye olan bağımlılığından kurtulmalıdır. Dolayısıyla böyle bir erdem anlayışı, bilgi ile temellendirilir; yani, insan ancak bilgilenme aracılığıyla kendisini kuşatmış olan gereksemelerden sıyrılabilir. Onlar açısından bilgi ve ahlaki ilkeler bu nedenle salt soyut bir bilme meselesi değil, somut yaşamda yaşanması gereken şeylerdir. Kinik filozoflar, bütün bu yaklaşımlarına uygun bir kişilik örneği olarak Sokrates'e işaret ederler. Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin. İnsanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz eder; kinikler buna karşı doğal ve sade yaşamı öne çıkarırlar. Sokrates öncesi doğa düşünürlerin sonuncusu Sinop'lu Diyojen'dir. Diyojen, Milet okulunun başta havayı ilk madde olarak tanımlayan ilkesi olmak üzere birçok ilkesini kabul eden eklektik bir düşünürdü. Doğal süreçleri bu ilk maddenin seyrelmesi ve yoğunlaşmasıyla açıkladı. Ayrıca Anaksagoras‘ın kozmik düşüncesini de benimsemiştir. Acı ve yoksunluğun insanlara erdeme ulaşmada yardım ettiğini, hazdan kaçınılması gerektiğini ve iyi yaşamın bir yalınlık ve özdenetim yaşamı olduğunu savundu. HEDONİZM (HAZCILIK) Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos, temsilcisi Epiküros’tur. Hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya “haz” adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlaki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan, doğası gereği acıdan kaçınıp, hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Bu yönde bir ahlak felsefesi geliştirmiş olan Epikuros, tek amaç olarak mutluluğa ulaşmayı hedeflemesine bağlı olarak, istenç (irade) özgürlüğü fikrinin de savunucusu olmuştur. İnsan mutlak ve kaçınılmaz bir zorunluluğun kölesi olamaz, o kendi 6 kaderini belirleyebilir ve felsefenin görevi, insana bunun kanıtlanmasıdır. Elbette insan iradesi birçok içsel ve dışsal koşul tarafından belirlenmektedir; ancak insan bunlara rağmen kendi kararını verebilmekte, hatta içinde bulunduğu koşullar hakkında da kararlar alabilmektedir ve bu anlamda koşullarına mutlak anlamda bağlı değildir. Ayrıca Epikuros yasaların bu kararları etkilemesine izin vermememiz gerektiğinide anlatır. Bunu şu sözleriyle açıkça belirtmiştir; "Kural insan için bir hapishanedir. Çünkü insanı hapseder ve onun özgürlüğünü elinden alır." der. Bütün bunlar Epikuros'un ana yönelimi olan ahlak felsefesinin genel yapısını gösterir. Etik temeldir Epikuros'ta, çünkü insana neyin doğru neyin yanlış, yani mutluluğa ulaşmak için neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiğini gösteren, etiktir. Burada bir tür hazcı düşüncenin, özellikle Kirene Okulu'nun doğrultusunda bir tür hedonizmin geliştirilmesi söz konusudur. Haz, bu bağlamda, canlı bir varlığın her tür gayret ve isteminin doğal bir sonucudur. Ancak temel bir farklılık vardır Epikuros'un hazcılığında. Haz Epikuros'ta, acıdan kaçınma eğilimi olarak negatif bir anlam boyutuna sahiptir. Onun erdem teorisi de bu yaklaşımlara bağlı olarak ortaya çıkar. Erdem, doğru yaşamak düşüncesiyle bağlantılıdır; doğru yaşamaksa mutluluğu aramak ve ona ulaşmakla bağlantılıdır. Bilgelik erdemdir sözü Epikuros'ta bu bağlamda şekillenir. Onun toplum ve devlet üzerine düşünceleri, ahlak felsefesinden ayrılamaz; Epikuros bunları, bireyin korunması ve mutluluğa ulaşması bakımından önemser. Epikurosçu felsefede asıl önemli olan kavram dostluk kavramıdır. Ona göre bilgeliğe yaraşan insani ilişki biçimi dostluktur. Epikuros, “dinamik” ve “pasif” hazlar olarak hazları ikiye ayırmıştır. Dinamik hazlara “acı” eşlik eder. Örneğin, cinsel aşk, yorucudur, pişmanlık ve kasvet hissi uyandırır. Oburluk, şöhret, içki içmek ve evlilik bu tip hazlardandır. İyi olan “pasif” hazlardır. “Dostluk” bu tip hazlardandır. Acı eşlik etmez ve dolayısıyla buna izin verilmektedir. Bir soru: “Dostunuz ölürse, yoğun bir üzüntü çekmez misiniz?” İçki içmek gibi anlık haz veren ama sonrasında yaşam boyu acı ve eziyet çektiğiniz “kötü hazlardan” bahsetmek mantıklı değil mi? Eğer öyleyse, iyi hayat haz dolu bir hayata eşdeğerse, kötü olan hazlarda yok mu? Eğer iyi hayatı oluşturan şey haz değilse, bu başka ne olabilir? SOFİSTLER Protogoras (M.Ö. 485-411): “İyiyi kötüden kesinlikle ayırabiliyor muyuz?”, “Erdem üstüne genelleşmiş, açık seçik bir bilgimiz var mıdır?”, sorularının yanıtı HAYIR yanıtını vermiştir. Çünkü her kişinin ölçüsü kendine göredir. Ölçü kişiye göre değişir. Genel bir töre (ahlâk) yoktur. İyiyi kötüden ayırmak için genel bir töre bulunması gerekir. Oysa ne genel iyi ne de genel bir kötü bulunmaktadır. İyinin ya da kötünün sayısı yaşayan kişilerin sayısı kadardır. Töre alanında herkesin birleştiği bir temel yoktur. Şu halde, töreye genel, güvenilir bir ölçü aramak boşunadır. Bilgilerimiz, 7 duyularımızdan gelir ve duyular kişilere göre değişir. Dolayısıyla “İnsan her şeyin ölçüsüdür”. SOKRATES Sokrates (M.Ö. 468-400): Protogoras’ın arkadaşıdır, ama onun görüşüne karşı çıkıyor. Elinde Delphoi Tapınağı’ndaki yazılardan bir bayrak tutuyor: “Kendini bil”. Tek inandığı bilgi töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, Devlet’i sağlam temeller üstüne oturtmak gerektiğini düşünerek varmıştı. Oysa Devlet’in Tanrılarına inanmamakla suçlandı ve Devlet eliyle öldürüldü. Kaçabilirdi, kaçmak istemedi. Sofist Okulu’ndan yetişti ama Sofist değildi. Oysa, “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken Sofistlerle ve özellikle Protogoras’la birleşmektedir. Fizik alanında kesinliğe inanmamakta, kesin olarak hiçbir gerçeğe varılamayacağını savunmaktadır. Ona göre tek kesinlik, erdem (arete) bilgisindedir. Protogoras’a karşı çıkarak diyor ki, ölçüler kişilere göre değişirse, toplumu hangi değerler üstüne oturtacağız? Devlet gereklidir, sosyal düzen gereklidir. Bu gerekli kuruluşların sağlamlığı, sürekliliği içinse genel bir töre gereklidir. Protogoras, insanları değil, insan’ı görmeliydi. İnsanlar arasındaki ayrılıklar, başkalıklar görünüştedir. İyice inceleyecek olursak, iyiye olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde uyuyan bu ortak eğilim ancak öğretimle ortaya çıkabilir. Erdem, öğrenilir. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünmezdir, ayrılmazdır. Bir davranışta erdemli, başka bir davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa, kişinin bütün davranışları ona uygun olmak zorundadır. İnsan kendini bilmeli ve tanımalıdır. Erdem, insanın kendini bilmesi ve tanımasıdır. Fizik alanında şey’lerin nedenliğini çözemeyiz ama kendimizin ne olmamız gerektiğini bilebiliriz. Erdemli olmamız gerekir, çünkü erdemli yaratılmışız. Erdem, bizim yapımızda saklıdır. Bu bilgi, elde edebileceğimiz tek bilgidir. Töre’nin dışında başkaca hiçbir konuda felsefe yapılamaz. Öğretim, insana hiçbir yabancı şey vermez, ancak insan zihninde gizli bulunan tohumları uyandırır, büyütür, geliştirir. Kişiler, toplumu meydana getirdiklerinden ötürü önemlidirler. Devlet, erdemli kişilere dayanmalıdır. Kişiler erdemsiz olursa, toplumları da çürük olur. Devletin sağlam bir temele oturabilmesi için kişilerin kendilerini tanımaları, bilmeleri gerektir. Erdemsizlik, bilgisizliğin sonucudur. Bilgiye kollarını açan her insan, erdeme doğru ilerler. Erdem bilgidir. İnsan her şeyin ölçüsüdür ama, Ahmet her şeyin ölçüsü değildir. Erdem, insanın yapısında vardır, bu arada Ahmet'in yapısında da vardır. Ancak öğretimle meydana vuruluncaya kadar Ahmet, değil her şeyin ölçüsü, kendi kendisinin bile ölçüsü olmamalıdır. Ahmet, gerçek bir ölçüye varabilmek için, önce kendini bilmelidir. Bu da bilgiyle olur, kendiliğinden olmaz. Yapımızdaki güç, gerçek bir güç olabilmek için deşilmek ister; uyandırılmak, büyütülmek, geliştirilmek ister. İnsan yapısı, Ahmet'in yapısı değil, insanlığın ortak yapısıdır. Bu düşüncesiyle, Sokrates yeni çağlarda önemi anlaşılan Sosyal Töre’nin temelini atmış olmaktadır. 8 PLATON Sokrates, iyilik kavramını ortaya atmıştı. Ama bu iyilik neydi? Bizler iyi adamı, iyi davranışı görebiliyorduk ama, iyiliği göremiyorduk. Platon, düşünmeye (eşdeyişle, hayal kurmaya) devam ediyordu: Soyut düşünceler, gerçek varlıklara karşılıktırlar. İyi, güzel, doğru dediğimiz zaman soyut olarak gerçek varlıkları, ide’leri (idealisme) düşünüyoruz. Soyut düşüncelerimizin objeleri idelerdir. İyinin idesi gerçektir, çünkü belli bir iyiden daha süreklidir. İyi insan ölür, iyi davranış unutulur ama, iyilik ölmez, unutulmaz. Sürekli olan, geçici olandan daha gerçektir. O güzel kadın artık yaşamıyor ama, salt güzellik yaşıyor. İdelerin duyusu akıldır. Yaşayan güzelliği, yaşayan iyiliği göremiyorsak bu, aklımızın kusurlu oluşundandır. Aklımız yeteri kadar gelişince salt güzeli, salt iyiyi, salt doğruyu görebilecektir. Bir davranış şurada iyi, ötede kötü sayılabilir ama, iyilik her zaman, her yerde aynıdır. Gerçek geneldir, çünkü kavramsaldır. Soyut düşüncelerimizin karşılıkları olan, süreklilikleri bakımından, gerçek saydığımız varlıklardan çok daha gerçek bulunan bu ideler gittikçe genelleşerek en tepeye; sonuncu ideye kadar çıkarlar. En yüksek ide, iyinin (le bien) idesidir. İyinin idesi Tanrı’dır. Tanrı en yüksek iyiliktir. Erdem, Tanrı’ya benzemeye çalışmaktır. Kötülükler, iyiliklerin zorunlu karşılığı bulunduklarından, yok edilemezler. Şu halde insan, bu kötülük ocağından kaçmaya, Tanrı’ya yaklaşmaya çalışmalıdır. Buysa insanların tanrıca bir iş olan tüzeyi (adalet) gerçekleştirmeleriyle olur. Erdemin ölçüsü tüzedir. Bilgelik aklın tüzesi, cesaret kalbin tüzesi, ölçülülük duyuların tüzesidir. Tüzenin ölçüsü nedir? Henüz çözülmemiş bir durumda bulunan salt (mutlak) gerçeğin karşısında, insanca tüzemize ölçü olarak verilen bilgelik, ne tür bir bilgeliktir? Gece yarısı bir binanın dördüncü katına tırmanan bir hırsızın cesareti, bir cimrinin ölçülülüğü, erdem açısından nasıl değerlendirilecektir? Kocamış, artık hiçbir işe yaramayan annesini hançerleyen Alaskalı’nın davranışı, Tanrılık davranışına benzemiyor mu? Erdemin Tanrıya benzemeye çalışmak olduğunu söyleyen Platon açısından bakınca, bu Alaskalı’yı erdemli saymamız gerekmez mi? (W.H. Dall’ın “Alaska and Its Resources” kitabındaki örnek). Kötülük bilgi eksikliğinden doğmaktadır. Eğer insan doğrunun ne olduğunu keşfederse, Platon o kişinin asla günahkârca davranmayacağına inanmaktadır. Ama zaten asıl sorun “doğru”nun ya da Platon’un deyişiyle “iyi”nin keşfedilmesidir. İnsanların iyi yaşam konusunda çok farklı fikirleri varken, bu nasıl başarılabilecektir? Platon’un bu konudaki yanıtı şöyledir: İyi yaşamın doğasını bulmak matematik doğruları keşfetmek gibi entelektüel bir görevdir. Tıpkı matematik doğruların bu konuda tecrübesi olmayan/bu konuda çalışmamış kişilerce keşfedilemeyeceği gibi, ilki de aynı biçimde keşfedilemez. İyi yaşamın ne olduğunu keşfetmek için insanların ilkin çeşitli bilgileri haiz olması gerekir. Bu tip bir bilgi de insanların matematik, felsefe, vb. gibi çeşitli alanlarda dikkatli bir biçimde eğitilmesiyle 9 edinilebilir. Platon’un önerdiği bu tip uzun soluklu bir eğitimden sonra iyi yaşamın doğasını bilme yetisine sahip olabilirler. Platon’un anlayışı için bu noktadaki ayrım önemlidir: “İyi bir yaşam sürmek için bilgi sahibi olmak gereklidir” demiyor, onun yerine, “Eğer bir kimse bilgi sahibi olursa, iyi bir yaşam sürer.” diyor. Platon’a göre, bazı insanlar bilgi sahibi olmadan da iyi bir yaşam sürebilirler ama bu tesadüfen ve körlemesine olacaktır. Yalnızca ve yalnızca bilgiyle iyi bir yaşam sürebilmemizin bir garantisi vardır, diyor Platon. Bu nedenle de, Platon, “Devlet” adlı eserinde insanların iyi bir yaşam sürebilmeleri için eğitimlerinde iki farklı yöntem kullanılması gerektiğini söylemektedir. Bu eğitim insanlarda; Erdemli bir davranış biçimi geliştirmelidir. Matematik ve felsefe gibi disiplinlerle insanların zihinsel güçlerini geliştirmelidirler. “Eğitim şart!” Bazı insanların bilgi edinme kapasitesi yoktur; bu insanların “iyi bir yaşam”ın ne olduğunu anlamayabilirler. Tıpkı bazı insanların yüksek matematiği anlayamaması gibi. Ancak bu kimseler “iyi”nin ne olduğunu bilen ve “erdemli davranabilen” kimseleri taklit edip, onlar tarafından eğitilirlerse, “iyi bir yaşamın gerçek doğasını” anlamasalar bile erdemli bir biçimde davranabilirler. Bu akıl yürütmesinin temelinde “Devlet” adlı eserinde bahsettiği “ideal toplumunda” sansürün gerekliliği savunması bulunur. Eğer gençler, erdemli davranışlar geliştirmek ve iyi bir yaşam sürmek istiyorlarsa bazı deneyimlere maruz kalmaları önlenmelidir. Bazı özel yetenekli insanların zihinsel güçlerini geliştirmeleri gereklidir, sonuç olarak bu entelektüel gelişim onların erdemli davranışlarını geliştirmelerinden daha faydalı olacaktır. Çünkü bu sıra dışı insanlar ideal toplumun yöneticileri olacaktır. “Filozof Kral ya da Kral Filozof!” Bu tip bir toplumda, yöneticiler, entelektüel kapasitelerini geliştirerek bilgi sahibi olmuşlar, bilgi sahibi oldukları için de iyi bir yaşamın doğasını anlayabilmektedirler. Bu da onların, doğru veya ahlâki olarak hareket etmelerini, dolayısıyla da iyi birer yönetici olmalarını sağlayacaktır. Dolayısıyla, Platon bir insan bilgi edinirse, özelde neyin iyi olduğunu öğrenirse, asla kötücül bir biçimde hareket etmeyeceğini savunmaktadır. 10 “Mutlakiyetçi Platon!” Platon’a göre insanların temelde sürdürebileceği sadece ve sadece bir tane iyi yaşam vardır. Çünkü iyilik, insanın hevesleri, arzuları, istekleri veya görüşlerinden bağımsızdır. Bu açıdan da iyilik bir matematiksek hakikat olan “iki kere iki dört eder”e benzemektedir. Bu mutlak doğrudur. İnsan böyle bir olguyu beğense de beğenmese de, veya matematiği bilse de bilmese de bu durum böyledir. Dolayısıyla, iyilik, insandan bağımsız ve insanlar düzgün bir biçimde eğitilirlerse keşfedilebilir. Platon’a göre insanların temelde sürdürebileceği sadece ve sadece bir tane iyi yaşam vardır. Çünkü iyilik, insanın hevesleri, arzuları, istekleri veya görüşlerinden bağımsızdır. Bu açıdan da iyilik bir matematiksek hakikat olan “iki kere iki dört eder”e benzemektedir. Bu mutlak doğrudur. İnsan böyle bir olguyu beğense de beğenmese de, veya matematiği bilse de bilmese de bu durum böyledir. Dolayısıyla, iyilik, insandan bağımsız ve insanlar düzgün bir biçimde eğitilirlerse keşfedilebilir. Platon’a göre, ahlâki standartlar Tanrı’dan da üstündür. İyilik Tanrı’dan öncedir, Tanrı ancak ve ancak böylesi bir standarda uyarak hareket ediyorsa iyidir. Bu açıdan “iyiliği Tanrı’nın yarattığına” dair geleneksel Yahudi-Hıristiyan görüşünden ayrılmaktadır. ARISTOTELES Aristoteles (M.Ö. 385-322): Platon’a karşı çıkıyor. Platon soyut düşüncelerimizi (Ideaları) gerçek varlıklar saymakla yanlış bir yola girmiştir. Bir hayli karışık bulunan gerçekler evreni, bir de ideaların sokulmasıyla iyi karmaşık hale getirilmiştir. Varsayalım ki, idealar gerçek birer varlıktırlar, bununla neyi çözmüş oluyoruz? İyiliği, varlıklarımızın dışında bağımsız bir varlık sayıp niçin karşımıza alalım? İdealar özdeklerin (madde, materyal) tözü (cevheri, aslı, substance) olunca, elbette, özdeklerin dışında değil, içinde bulunmaları gerekir. Şu halde, idealar gerçek varlıklar değillerdir. İdealar eşyanın içindedir (mündemiç, içkin, immanent), ancak soyutlama yoluyla eşyadan ayrılabilirler. Özsüz biçim, biçimsiz öz olmaz. Erdem, başlı başına değerlendirilmesi gereken gerçek bir varlık değil, insan aklının ürünüdür. Akılsız olan bitkilerle hayvanlarda erdem yoktur. Salt akıl, tüm iyilik olan Tanrılık düşüncede de erdemin sözü edilemez. Erdem, insanca bir niteliktir, insan yapısında akılla hayvanlığın çatışmasından doğmuştur. İnsan için en üstün iyi akılla hayvanlık arasındaki 11 dengeden doğan mutluluktur. Bu mutluluk, erdemdir. İki türlü erdem vardır. Biri ussal erdem (zihni fazilet), diğeri ise töresel erdem (etik fazilet). Ussal erdem: teorik alanda bilgelik, pratik alanda sağduyu olarak belirir, aktif akılla pasif akıl arasındaki dengedir. Töresel erdem: cesaret, soyluluk, ölçülülük, cömertlik, şereflilik, içtenliktir, akılla irade arasındaki dengeden doğar. Erdem (iyilik), Platon’un dediği gibi kötülüğün karşıtı değildir. Erdem her iki uçta bulunan kötülüklerin tam ortasında bulunur. Örneğin cömertlik erdemi, cimrilikle müsrifliğin ortasındadır. Cesaret erdemi korkaklıkla küstahlığın ortasında durmaktadır. Görüldüğü gibi Aristoteles, Platon’a karşı zorunlu olarak sorduğumuz sorulara bazı karşılıklar verebildi. Bilgelik, pratik alandan çekilerek ussal bir erdem sayılmıştır. Dördüncü kata tırmanan hırsızın davranışı cesaret değil, küstahlıktır. Cimri cömertin değil, müsrifin karşısındadır, bu yüzden de ölçülülükten uzaktır. Erdem insanca bir niteliktir, şu halde Tanrılığa değil insanlığa benzemeye çalışmakla elde edilir. Alaskalı’nın Tanrı’ya benzemeye çalışarak, kocadığından ötürü hiçbir işe yaramayan annesini öldürmesi gerekmez. Yine de kesin bir sonuca varamıyoruz. Hırsızın davranışını neden cesaret değil de küstahlık saymalıyız? Cimriye yakıştıramadığımız ölçülülüğün ölçüsü nedir? Annesini hançerleyen Alaskalı’nın davranışı bir başka Alaskalı’yı hoşnut ederken bizi neden tiksindiriyor? “Mutluluk iyi yaşamdır!” “Mutluluk (veya iyilik), ruhun erdeme uygun etkinliğidir”, “mutluluk için önemli olan erdeme uygun etkinliklerdir”, “erdeme aykırı etkinlikler” mutsuzluk yaratır. Aristoteles’e göre “iyi”: A) Sırf kendileri için aranılan erdemler, B) İnsanın bu erdemlere göre etkinliği, C) Bu tür bir etkinlikten dolayı duyulan sevinç (hedone). “İyi”, “mutluluk” ve “erdem” konularına bir açıklık getiriyor ve hepsini birbirine bağlıyor: Çünkü, “mutluluk, değerli ve kendisi amaç olan şeylerdendir”, yani “iyi” olan şeylerdendir. “Bunun böyle olduğu, mutluluğun ilk şey olmasından da görünüyor, çünkü hepimiz bütün öteki şeyleri onun uğruna yapıyoruz”. Aristoteles’e göre, “iyi” “mutluluk” olduğuna “mutluluk” da “ruhun tam erdeme göre etkinliği” olduğuna göre, peki erdem nedir? “Madem mutluluk, ruhun kendisi amaç olan erdeme uygun bir etkinliği, erdem konusunu araştırmalı, bu şekilde belki mutluluk konusuna da daha iyi bakmış oluruz. Ayrıca gerçekten, siyaset adamı olan kişinin mutluluk konusuyla 12 özellikle uğraştığı düşünülür, çünkü o, yurttaşları iyi kılmak, yasalara uyan kişiler yapmak ister.” “Erdem bir huydur!” Aristoteles’e göre, “erdem, düşüne düşüne tercih edilen bir huydur, bize göre orta olan, akıllıca ve uslu kişinin belirleyeceği şekilde belirlenen bir huydur.” Erdem’in bilgiyle bağlantısını da şöyle açıklamıştır: “erdem yalnızca doğru akla uygun bir huy değil, aynı zamanda doğru akılla giden bir huydur”. Aristoteles’e göre, erdemler iki türdür: Düşünme yetisinin erdemleri (dianoia), doğru bilgiye ulaşmayı sağlayan erdemlerdir ve 5 tanedir (bir şeyi yapabilme gücü, becerisi olan teknik (tekhne); felsefi bilgi ve bilim (episteme); doğruyu görme yetisi olan pratik bilgelik (phronesis), doğrudan kavrayan akıl (nous), felsefi bilgelik (sophia). Karakterin erdemleri (ethos). Etik erdemler; istencin (iradenin) eğitilmesiyle oluşur. Bu eğitim sayesinde insan, doğru görüşlere (phronesis) dayanarak eylemeye alışır. Etik erdemler insana, pratik akla uymak, yani kararlarında doğru bir görüşe dayanmak yeteneğini kazandırırlar. Bu öğretisiyle Aristoteles, “erdem bilgidir” diyen Sokrates’ten ayrılmaktadır. “Doğru Orta veya Altın Orta” Aristoteles erdemlerin bir sistemini geliştirmemiş, ama bazı erdemleri genişlemesine ve pek derin bir anlayışla incelemiştir. Etik erdemler, için genel olarak yatkınlık, alışkanlık ve doğru görüş (phronesis) gereklidir ve bu çeşit erdemlerin özü de eylemde “doğru olan ortayı” (mesotes) bulmaktır. Tek tek erdemler için bir genel ilke olan bu “doğru olan orta”yı bulmak şu demektir: İtkilerimiz (iştahlarımız, isteklerimiz) bizi hep kötü olan aşırılıklara doğru itip sürükler; bu arada “doğru görüş” bize iki aşırılığın ortasındaki doğruyu, “pek çok” ile “pek az”ın ortasını buldurur ve doğruyu yapa yapa edinilen alışkanlık da, hep bu “doğru ortayı” bulacak gibi istencimizi ayarlar. “Doğru orta” için, Aristoteles’in incelediği erdemlerden birkaç örnek: Cesaret, delice atılganlık ile korkaklığın; Cömertlik, müsriflik ile cömertliğin; Ölçülülük (düşünceli olma, sophrosyne), dizginsizlik ile düşüncesizliğin; Adalet, haksızlık yapma ile haksızlığa katlanmanın; Dengeli oluş, deli gibi kızıp köpürme ile vurdumduymazlığın arasında Bulunan “doğru orta”lardır. Bu erdemler arasında dostluk ile adalet üzerinde Aristoteles uzun uzun durmuştur. Dostluk, bütün iyi ve güzel olan şeylere başkalarıyla birlikte varmaya çalışmaktır; adalet de topluluk yaşamının temel erdemidir. 13 STOACILIK Stoacılık, kurucusu Kıbrıs'lı Zenon olan felsefe okulu. Helenistik felsefenin en önemli felsefelerindendir. Zenon okulunu Atina'da Stoa Poikile denilen yerde kurmuştur. Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir. Okulun bu adla anılmasının sebebi budur. Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benisemişler ve dünya vatandaşlığını savunmuşlardır. Mutluluk dış koşullara bağlı olmamalıdır önermesini dile getirmişlerdir. Stoacıların Erdemleri: Bilgelik, Adalet, Yiğitlik, Ölçülülük. Kıbrıs'lı Zenon'un kiniklerin etkisinde kaldığı ve ilk yapıtlarında özellikle bu etkinin belirgin olduğu görülür. Stoacılık da bu yönde bir gelişim gösterecektir. Ancak daha sonra bu düşüncelerinde farklılaşma olur, özellikle kiniklerin ahlak öğretilerinde değişiklikler meydana getirir. Ona göre gerçek ahlak her tür uygarlık değerinin reddedilmesiyle değil de yüksek ve tam bir doğallığa ulaşarak gerçekleştirilebilir. Hellenizm denilince akla gelen ilk felsefe Stoacılıktır. Kinizmden etkilenmiştir ama birebir örtüşmeleri söz konusu değildir. Her iki eğilim ortak noktası insanın bağımsızlığı ya da özgürlüğünün kesin bir ilke olarak benimsenmiş olmasıdır. Hem kuramsal olarak temellendirilmesi hem de insan ile uyumlu kılınması doğaya uygun yaşamak fikriyle biçimlendirilmiştir. Bu yönde Stoacılar panteist bir dünya görüşü oluşturmuşlardır. Stoacı felsefenin en önemli ilkesi etik alanı veya ilkesidir. Ahlâkın temel ilkesiyse, doğaya uygun yaşamaktır. Doğaya uygunluk, Zenon ve Krisippos'da olduğu gibi akla uygun yaşamak anlamına da gelir. Çünkü doğa bütün bir evren (cosmos)dir, evren ise küllî veya mutlak akıldır. Her cisim yaşar, her varlık canlıdır; her şeye hareket ve şekil veren ruhtur. Maddenin hareketsiz, edilgin, kör ve aşağı bir unsur olmasına karşılık, ruh verimlidir, akıldır, evreni düzenler ve ona hükmeder. Bu insan için de söz konusudur. Bu bakımdan insan, aşağı unsur olan maddesine, yani bedenine, yüce unsur olan ruhu hâkim kılmalıdır, Tanrı'nın evreni düzenleyip idare ettiği gibi yönetmelidir. Özet olarak akıl ve doğaya uygun davranmalı ve yaşamalıdır. Çünkü hayat, birbirleriyle uzlaşamayan iki düşman, yani özgürlük ile istekler ve tutkular arasında cereyan eden şiddetli bir savaştan ibarettir. Bu savaşın kazanılması, özgürlüğün elde edilmesi için istek ve tutkuların dizginlenmesi, zayıflatılması ve kesinlikle yok edilmesi gerekmektedir. Kaldı ki tutkularımız doğaya, akla da aykırıdırlar. Tutkuları anlamak ve sınırlandırmak ya da yok edebilmek için, doğal eğilimlerle aralarındaki farkın 14 bilinmesi gerekir. Küçük bir evren olan insan, evrenin ruhundaki etkin güce sahiptir ki, bu etkin güç irade olarak da tanımlanabilir. İrade, daima bir tutkudan ibaret olan maddeyle savaşır ve bu savaşın amacı ise, evrenin bir biçimi olan erdeme yükselmektir. Erdem ise, ferdin hayatında var olan tek iyidir. En yüksek iyi, kendiliğinden kazanılan erdem, kendiliğinden yerine getirilen ödevdir, ötekiler (sağlık, servet, ün, haz) tutkularımızın hedefi olduklarından kötü olan şeylerdir. Stoacı öğretide "doğal olan" ile "doğaya aykırı olan" ayrımı yapılır ki, bu hem stoacı felsefelerin hem de stoacı ahlâkın ilkesidir ve hem de özgürlük, doğal hukuk görüşlerinin dayanağıdır. Onlara göre insanın doğal olana uyması, erdemli olmasıdır, erdemli olabilmek için de ödevin tam olarak yapılması gerekir. işte ödev doğaya (akla) uygun bir hayat yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Stoacılar doğal olanın, yani doğanın bütün insanlara aynı yasayı, aynı hakları verdiğinden hareketle ideal bir dünya yurttaşlığı (cosmopolitismus) anlayışına ulaşırlar. Bu aynı zamanda yüksek bir ahlâki idealdir ki, bütün insanların eşit olmasını gerektirir. Böylece doğal hukuk, özgürlük, eşitlik vb. gibi kavramları "doğal olan" kavramından çıkartarak temellendirirler. Ayrıca Stoacılar, bireyciliği de savunurlar. Stoacı felsefeler, Hıristiyanlığın ilk yıllarında Patristik felsefeyle karşı karşıya kalacaktır. Bu ilk Hıristiyanlık döneminde reddedilmek istenen Stoacılık daha sonra Skolastik Felsefede belli bir etkinlik kazanacaktır. Özellikle Hümanizme ve Rönesans'ta Stoacılık daha geniş bir ilgiye kavuşacaktır. Stoacıların en önemli etkisi; iyi veya kötü insan olma sorumluluğunu toplum yerine doğrudan bireyin kendisine yüklemesidir. HIRİSTİYAN ETİĞİNİN KÖKENİ 10 Emir: Karşımda başka ilahların olmayacak. Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin. Yehova'nın, Rab'ın ismini boş yere ağıza almayacaksın. Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab'e Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı. Babana ve anana hürmet edeceksin. Öldürmeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Çalmayacaksın. 15 Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın. Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin. 7 Ölümcül Günah: Yedi Ölümcül Günah, Hıristiyanlık inançlarına göre Yedi Büyük Günah, Temel Günahlar, Kardinal Günahlar olarak da bilinen, Roma Katolik Kilisesi'nin görüşleri çerçevesinde Papa I. Gregory tarafından düzenlenen, insanın hayatı boyunca sakınması gereken yedi günahtır. Yeni Ahit'in Galatyalılar bölümünde Yedi Şeytanî Hareket olarak geçmektedir. Günahların Latince adlarının ilk harflerinden oluşan SALIGIA, Yedi Ölümcül Günah 'ın diğer adıdır. Zaman içerisinde yedi günahtan her biri bir şeytanî varlıkla ilişkilendirilmiştir. Superbia (İng. pride): Kibir, kendini beğenmişlik (Lucifer'e atfedilmiştir) Avaritia (İng. greed): Açgözlülük (Mammon'a atfedilmiştir) Luxuria (İng. lust): Şehvet düşkünlüğü (Asmodeus'a atfedilmiştir) Invidia (İng. envy): Kıskançlık, hasetlik (Leviathan'a atfedilmiştir) Gula (İng. gluttony): Oburluk (Beelzebub'a atfedilmiştir) Ira (İng. wrath): Öfke, yıkıcılık, gazap etmek (Behemoth'a atfedilmiştir) Acedia (İng. sloth): Tembellik, miskinlik (Belphegor'a atfedilmiştir) Hıristiyan Etiğinin üç türünün olduğu varsayılmaktadır: Pastoral (Ruhani) Hıristiyan Etiği (Katolik) Kilise Etiği Reform ve Protestan Etiği Pastoral Hıristiyan Etiği “Pastoral Hıristiyan Etiği” adı bazı ilk dönem Hıristiyanlık cemaatlerinin ahlâki görüşlerinden gelmektedir. Bu görüşler Musevilik ve Pers (İran) mistik dinlerinden etkilenerek ortaya çıkmıştır. Bu ahlâki öğretiler “Decalogue” adı verilen On Emir’i, Vaftiz gibi dinsel tören uygulamalarını ve İsa Peygamberin ahlâki öğretilerinin önemini belirtmektedirler. İsa, yaşayan tüm canlılar için kutsal vahiyle kılavuzluk yapan bir peygamber olarak görülür. En ünlü mottosu “Ne ekersen onu biçersin”dir. Dolayısıyla da ilk dönem Hıristiyan ahlâk öğretisinin temelinde “ahlâki olarak doğru davranış” bulunmaktadır. Kilise Etiği Ruhanilikten çok daha analitiktir. Katolik Kilisesi toplumsal, siyasal ve dini bir kurum olarak geliştikten sonra ortaya çıkmıştır. Tek bir Kilise etiği yoktur. Uzun yıllar içinde pek çok temel değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliklerin pek çok nedeni vardır. Örneğin: Platon ve Aristoteles’in 16 Hıristiyan Kilise Babaları üzerindeki etkisi Hıristiyanlıktaki “öbür dünya” kavramını değiştirerek ona Ruhani Hıristiyanlığın aksine metafizik bir yorum katarak değişikliğe uğratmıştır. Benzer biçimde “ruh” kavramı da değişmiştir. Origenes Adamantius ruhun her insanda aynı olduğunu savunurken Aziz Aquina’lı Thomas zamanında bu görüş yerini her ruhun tekil ve kendine özgü olduğu görüşüne terk etmiştir. Bunun da ölümsüzlük doktrini açısından önemli sonuçları olmuştur. Kilise Etiğindeki Diğer Değişimler şu şekilde özetlenebilir: Rahip ve Rahibe Manastırları gibi dini kurumların ortaya çıkışı Kilise’nin resmi olarak çileciliği (asceticism) kabul etmesine yol açmış ve bu görüş de cinsel ahlâk ile ilgili olan doktrinlerin değişmesine yol açmıştır. Kilise’nin siyasal ve toplumsal yaşamda önemli bir unsur olarak yer bulması, etik doktrininin Kilise ve Devlet çatışması içinde insanların yaşamlarını yönlendirmede etkili olmuştur. Kitab-ı Mukaddes’in yorumlanmasındaki zorluklar Luther’in Kilise’den ayrılmasına (Protestan Reformu) neden olmuş ve resmi doktrinde değişiklikler olmasına yol açmıştır. Bu etkilerin sonucu olarak; 4. yüzyıldan itibaren Kilise’nin resmi felsefesini ifade eden Aziz Augustinus’un görüşlerinin Aziz Thomas tarafından 13. yüzyılda gözden geçirilmesine neden olmuştur. Bu da Kilise’nin felsefi görüşünün radikal bir biçimde değişmesine ve yepyeni bir etik görüşün ortaya konmasına neden olmuştur. Buradaki etik görüş ayrımı Aziz Augustinus zamanında Yeni-Platonculuk doktrinini temel alan ahlâk felsefesi yerine Aziz Thomas tarafından Aristotelesçi ahlâk felsefesinin konması şeklinde tezahür etmiştir. Reform ve Protestan Etiği Hıristiyan Etiğindeki Üçüncü Büyük Değişiklik Protestanların Katoliklerin etik görüşlerini (Aziz Thomas’ın temsil ettiği görüşler bağlamında) pek çok açıdan reddetmeleriyle (ruhban sınıfı evlenmeli mi evlenmemeli mi, vb.) bu kopuş gerçekleşmiştir, ancak Protestanlık içinde de tutarlı bir etik sistem baskın çıkamamıştır. Protestanlar arasında Protestan mezhepleri kadar etik doktrinler olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Önemli farklılıklara rağmen bu ahlâki doktrinlerin “Hıristiyan Etiği” olarak bahsedebileceğimiz ve onu Yahudilik, Budizm ve İslam gibi diğer dinsel kodlardan ayıran bazı ortak özellikler bulunmaktadır. Hıristiyan etiği kısaca şöyle özetlenebilir: Ahlâki davranış için belirli kurallar koyan kutsal bir varlık vardır, ve doğru davranış da bu kurallara uygun olarak yaşamaktır, bu kuralları yıkmak/bozmak yanlış davranıştır. Bu arada gerçek yaşamda, Hıristiyan mezhepleri hangi kuralların Hıristiyan 17 davranışlarını oluşturduğu konusunda hemfikir olamamışlardır. Örneğin; Doğum kontrolü Katolikler tarafından ahlâkdışı davranış olarak kabul görürken, pek çok Protestan mezhebi doğum kontrolünü ahlâkdışı olarak değerlendirmez. Hıristiyan mezhepleri arasındaki uygulama farkını anlamak için “etik kuram” ile “vicdan muhasebesi” arasındaki ayrımı bilmek gerekir. “Vicdan muhasebesi” uygulamalı etiktir. Bir kimse genel olarak (etik kuramın işlevi budur; Hedonistler hazzın yegane iyi olduğuna karar vermişlerdir) doğrunun ve yanlışın ne olduğuna karar verildiğinde, iyiliğe veya kötülüğe yol açan davranışları üretecek davranışların listesini yapmaya başlarlar. “Vicdan muhasebesi” denen şey de bu listeyi yapma yapma işidir. Çeşitli Hıristiyan ahlâki kuralları arasındaki fark da kuramsal olmaktan vicdandan kaynaklanan farktır. Şöyle ki; hemen tüm mezhepler Tanrı’nın insanların izlemesi gereken kurallar sistemi ortaya koyduğunda hemfikir olmakla birlikte, ancak hangi kuralların bu sisteme uyup uymadığı konusunda anlaşamamaktadırlar. Bu uyuşmazlık durumu kuramdan çok vicdanla alakalıdır. Hıristiyanlığın çeşitli biçimleri içindeki anlaşmazlık/uyuşmazlıklar yalnızca hangi kuralın sisteme ait olup olmadığının tartışmasında değil, sıklıkla kuralların farklı biçimde yorumlanışından kaynaklanır. Bu tür zorluk da sıklıkla birisi geçmişin öğretilerini günümüzün sorunlarına uygulamaya kalkıştığında ortaya çıkıyor (Doğum kontrolü örneğinde olduğu gibi), çünkü o zamanki doktrinlerdeki özgün hükümlerde günümüzün sorunları öngörülememişti… (?) Hıristiyanlığın farklı biçimleri arasındaki vicdani farklılıkları ortaya koymaktan ziyade bu vicdani hükümlerin doğasını tartışacağız. Örneğin Aziz Thomas’ın cinsel ahlâk konusundaki beyanlarını inceleyeceğiz, çünkü bu beyanlar halen Katolik Kilisesi’nin bu konudaki geleneksel görüşlerini yansıtmaktadır. Aziz Thomas’a göre; insanların uyması gereken bazı genel davranış biçimleri vardır: Örneğin; Tanrı’yı ve komşularını sevmelidirler. İnsanların yapmamaları gereken bazı davranışlar da bulunur. Örneğin: ahlâki kural zinayı yasaklar. Bununla birlikte, üreme faaliyeti dışındaki eşler arasındaki cinsel ilişkileri de yasaklar. Doğum kontrolünün yasaklanmasının nedeni budur. Örneğin: Boşanmaya izin verilmez. Çünkü baba çocuğun eğitiminde elzemdir. İnsanlar için iyi yaşam Tanrı sevgisini içermektedir, iyi yaşama Tanrı’nın emirlerine uygun hareket ederek varılabilir (Örneğin: Tanrı tarafından buyrulan ve ruhban sınıf tarafından yorumlanan). Kuramsal etik açısından bakılırsa Hıristiyan etiğinin en önemli unsuru onun yetkeci (authoritarianism) oluşudur. Kilise ahlâki kuralları doğru davranışlar için nesnel ve mutlak kılavuz olarak görür, dolayısıyla bu kurallar sorgulanamaz. Çünkü bu kurallar Tanrı’nın iradesinin dışavurumudur. Her kim bu emirlerden saparsa ahlâksızca davranmış demektir. 18 Uygulamada, Hıristiyan mezhepleri Tanrı’nın iradesinin nasıl ortaya çıkartılacağı konusunda bölünmüşlerdir. “Köktenci” (Fundamentalist) mezhepler İncil’deki yazılı kelamı esas alırken, Katolikler Kilise’nin Tanrı’nın “vekili” olduğunu, dolayısıyla da O’nun emirlerinin Kilise’nin fermanlarıyla beyan olunacağını savunmaktadırlar. Protestanlarsa, bu doktrini reddedip insan ile Tanrı arasındaki ilişkinin “şahsi” bir ilişki olduğunu, hiçbir aracıya gerek olmadığını, Tanrı’nın isteklerinin neler olduğu konusundaki kararı kişinin yalnızca kendi vicdanına başvurarak verebileceğini savunmaktadır… BARUCH/BENEDİCT SPİNOZA 24 Kasım 1634’te Amsterdam’da doğdu. İspanyol ve Portekiz Engizisyonundan kaçarak Hollanda’ya mülteci olarak yerleşen bir Yahudi aileye mensuptu. Hem Yahudi (Abraham Ibn Ezra ve Moses Maimonides) hem de seküler (Descartes) felsefi temelde eğitim aldı. Seküler felsefi eğitim alt yapısı nedeniyle bazı Yahudi öğretilerine karşı çıktı ve Yahudi cemaatinden aforoz edildi. Çok fakirlik çekti, mercek inceltme işiyle uğraştı ve rivayete göre cam tozunun ciğerlerinde yaptığı tahribat neticesinde vefat etti. Hayatını kazanamak için mercek inceltirken boş zamanlarında da felsefe yaptı/yazdı. Spinoza, katı bir deterministti (belirlenimci, gerekirci, kaderci). Der ki, “Gerçekleşen her şey, sonsuz düzene ve Doğa’nın sabit yasalarına göre gerçekleşir”. Bu sözüyle Stoacıların ve Descartes’in metafizik geleneğini izlemektedir. Hiç kimse kaprisli bir şekilde veya şansla hareket edemez, tüm hareketleri geçmiş deneyimleri, fiziksel ve zihinsel yapısıyla ve o andaki Doğa Kanunlarının durumuna göre belirlenir. Spinoza, katı bir rölativistti (İzafiyetçi, Görececi). Hiçbir şey kendinden iyi ya da kendinden kötü değildir, ancak biriyle ilişkisinden dolayı iyi veya kötü olur. Dolayısıyla şunu öne sürmektedir: hintyağı, doğası gereği, iyi demek saçmadır, özel durumlarda belirli kişilerle olan ilişkisinde iyiliği veya kötülüğü açığa çıkar. Örneğin: Eğer bir kimse hastaysa ve hintyağı onu sağlığına kavuşturmuşsa hintyağı o kişi için o durumda iyi olarak değer bulur. Ama apandisit iltihabından çeken bir kimseye hintyağı verirseniz ve hintyağı onun ölümüne sebep olursa o kimse için hintyağının iyi olduğu söylenemez. Spinoza’nın bu iyilik/kötülük görüşü önemlidir, çünkü onu zenginliğin, şan/şöhretin ve bedensel zevklerin özünde değersiz olduğu fikrine götürecektir. Bu hasletlere kendileri için değil, insan yaşamını daha mutlu hale getirmenin yolları olduğu için sahip olmak gerekir. Dünyadaki her şey doğa yasalarıyla belirleniyorsa ve dolayısıyla insanlar özgür 19 değillerse nesneler kendilerinden iyi veya kötü değillerse insanlar için iyi yaşam neye dayanmaktadır? Spinoza’ya göre, böyle bir yaşam, yaşama karşı belirli bir tavır takınmakla mümkündür. Bu tavırda kısmen duygusal (emotional) kısmen de ussaldır (rational). Ussal kısım; her şeyin belirli olması gerçeğini kabul etmeye dayanır; Duygusal kısım da bu olgunun gerçekliğini kabul etmeye dayanır. Spinoza’ya göre, bu “Akıl ve Doğa arasında var olan birliğin bilgisidir”. Başka türlü söylersek, Spinoza, kısaca bize şunu söylemektedir: İnsan ancak kendi gücünün sınırlı olduğunu anlamaya başladığında mutlu olabilir; ve gerçekleşen her şeyin zorunlu olarak gerçekleştiğini anlayarak, kendi enerjisini bu olayları değiştirmek için boşa harcamamalıdır. Yani kısaca; Spinoza’ya göre erdem şu iki davranışla özetlenebilir: Zorunluk ve neşeli boyun eğiş. Arkadaşınız ölürse, duygularınızı açığa vurmak gereksizdir; çünkü bu doğal yapının bir parçasıdır. Her şeye büyük bir sistemin parçasıymış gibi bakarsanız, kişinin yaşamda gerçekleşen olaylara karşı kızmasına veya korkmasına gerek kalmaz, dolayısıyla mutlu bir yaşam sürer. “Ruhun duygulanışları üzerindeki gücüne ve Ruh hürlüğüne dair ispat etmek istediğim şeyleri burada tamamladım. Bu söylediklerimle, bilge kişinin ne kadar değeri olduğu ve güç bakımından yalnız şehvet arzusuna göre hareket eden bilgisizden ne kadar üstün olduğu görülüyor. Bilgisiz, birçok bakımlardan dış nedenler tarafından sürüklenmesi yüzünden, bir iç memnunluğunu hakkıyla asla elde etmemiş olmasından başka, kendi kendisi, Tanrı ve şeyler konusunda hemen tam bir şuursuzluk içindedir ve tesir almadan (edilgin olmadan) çıkar çıkmaz var olmadan da çıkar. Her ne kadar oraya götürdüğünü gösterdiğim yol son derecede çetin gibi görünüyorsa da, yine de oraya gidilebilir. Şüphesiz bu, çok nadir bulunmuş olan çetin bir yol olmalıdır. Eğer selamet insanın elinde bulunsa ve oraya zahmetsizce ulaşılmış olsaydı, hemen herkes tarafından ihmale nasıl uğrayabilirdi? Fakat, güzel olan her şey nadir olduğu kadar da güçtür.” (Spinoza, Ethica, Çev. H.Z.Ülken. Sayfa: 293) YARARCILIK (UTILITARIANISM) Jeremy Bentham (1748-1832). John Stuart Mill (1773-1836) Bireylerin ve hükümetlerin eylemlerinin kararlarının “en çok sayıda insan için en büyük mutluluk” arayışı sonucunda verilmesi gerektiğini savunurlar. Dolayısıyla en çok kişiyi mutlu eden ve en az kişiyi mutsuz eden birey ve hükümet kararları iyi kararlardır. Bu hesaplamayı yapabilmek için hazzı ve acıyı hesaplayabilmek gerekir ki, bu pek kolay değildir. İnsan mutluluğunu sayılara dökmeyi ve modellemeyi 20 hedefleyen bu yaklaşım, çağdaş kamu politikası analizinde kullanılan “faydamaliyet analizi” tekniğinin de temelini oluşturmuştur. Kamu politikası alanında faydacılığa karşı kimi eleştiriler getirilmiştir: Örneğin, kamu politikalarının yeniden düzenlenmesinin toplumsal refahın ve bireysel özgürlüğün artırılması olarak sunulmasının ahlâki meseleleri ve eşitlik ve adalet gibi değerleri görmezden gelinmesine sebep olup olmadığı sorgulanmıştır. Faydacılar, yapılmış olan bir eylemin doğru veya yanlış olduğunu belirtmek için nesnel bir ölçüt ortaya koyma çabasındadır. Bu ölçüt de ‘fayda’dır. ‘En büyük sayıda insana, en büyük ölçüde mutluluk sağlayan bir eylem’ doğru eylemdir. Mutluluktan kastedilen hazdır. Yani ’En büyük sayıda insana, en büyük miktarda haz veren bir eylem’ ahlaksal bakımdan doğrudur. Faydacılık, siyasal sistem olarak demokrasiyi savunur. İnsanların eşit olarak ele alınması ve toplam hazzın toplam insana bölünmesi de demokratik bir zihniyetin göstergesidir. Ahlaksal bakımdan iyi olanı, davranışın veya eylemin motifinde, niyetinde veya kendisinde değil, sağladığı sonuçta bulurlar. Bencil hazzın yerine, en büyük sayıda insanın hazzı konmaktadır. Yani bir eylem, başkaları için de haz verici olmadığı sürece, birey için de haz verici olamaz. Faydacı ahlakın niyetleri göz önüne almamasına itirazlar gelmiştir. Örneğin bir insana iftira atılmış ve bu insan işini değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu iş değişikliği ise ona daha fazla gelir getirmiştir. Eylemin sonucu iyi olmasına rağmen nedeni kötüdür. Yine faydacılar hazzın ölçülebileceği görüşündedir. Ancak bir eylemin sonuçlarından bazısı hemen, bazısı da zamanla ortaya çıkar. Bu nedenle bunları birbirinden ayırıp ölçmek imkânsız gibidir. Ahlaksal olarak çok sayıda insanın mutluluğunun öne çıkarılması da eleştiri konusu olmuştur. Örneğin: Socrates’in ölümüne çok sayıda insanın sevinmesi, bu ölümün iyi olduğunu göstermez. IMMANUEL KANT Kant’a göre, erdem, bir içgüdü işi değil, bir akıl işidir. Aklı üçe ayırıyor: Teorik Akıl (Doğrunun duyusu) Pratik Akıl (İyinin duyusu) Estetik Akıl (Güzelin duyusu) O’na göre, doğruya da, iyiye de, güzele de bilgiyle varılacaktır. Peki bilgi nedir? Bilgi, bireşimsel (terkibi) deneydışı (a priori) bir yargıdır. Tek başına bir düşünce bir bilgi değildir, bilgi olabilmesi için başka düşüncelerle birleşmesi gerekir. Örneğin: Sıcaklık cismi genişletir, bilgisinde ne sıcaklık, ne cisim ne de genişlik düşünceleri birer bilgi değildir, bilgi olabilmeleri için birleşmeleri gerekmiştir. 21 Kant’a göre, insanın amacı sadece mutluluk olsaydı, doğanın ona, başka yaratıklardan ayrı olarak, bir de akıl vermesi gerekmezdi. Çünkü içgüdüler, insanı mutluluğa ulaştırmaya yeter. İnsana bir de akıl verildiğine göre, herhalde mutluluktan başka bir amaç düşünülmüş olmalıdır. O’na göre bu amaç, “ödev”dir. Ödev, aklın emrini yerine getirmektir. İşte bu emirde de, teorik akılda olduğu gibi, deneylerden alınmamış, kendiliğinden deneydışı (a priori) öz vardır. O halde, erdem, zaman ve mekân gibi kendiliğinden deney dışı bir akıl verisidir. Bu yüzdendir ki, erdem, bir sonuç değil, bir ilkedir. Örneğin; akıl size doğruyu söylemenizi emrettiği zaman, erdeminiz, sonucu ne olursa olsun, doğruyu söylemenizde belirecektir. Oğlum nerede? Diye soran bir anneye, oğlun öldü diyebilirsiniz. Ama o annenin yüreğine inecekmiş vs.’yi dert etmeyin. Önemli olan sonuç değil, ilkedir. Siz erdemlisiniz, çünkü ilkeye uydunuz ve doğruyu söylediniz. Kant, erdemi, şu 3 kesin emirde belirtmektedir: Genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir kurala göre davran. İnsanlığı bir araç olarak değil, bir amaç olarak belirtecek bir biçimde davran. Kendi yasanı kendin koyarak davran. Bu 3 emir Kant’a göre, özgür iradeyi, dolayısıyla erdemi gerçekleştirmektir. KAYNAKÇA: Cevizci, Ahmet (2012). Felsefe. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları. Gökberk, Macit (1990). Felsefe Tarihi (6. Basım). İstanbul: Remzi Kitabevi. Hançerlioğlu, Orhan (1970). Başlangıcından Bugüne Erdem Açısından Düşünce Tarihi. (3. Baskı). İstanbul: Varlık Yayınları. İyi, Sevgi ve Tepe, Harun (2011). Etik. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları. Pieper, Annemarie (1999). Etiğe Giriş. (Çev. Veysel Atayman ve Gönül Sezer). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Popkin, Richard ve Stroll, Avrum (Ed.) (1975). Philosophy Made Simple. (2nd Edition). London: W. H. Allen & Company, Ltd. Sahakian, William S. (1995). Felsefe Tarihi (2. Baskı, Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: Idea Yayınevi. 22