indirmek için tıklayınız
Transkript
indirmek için tıklayınız
Bilmek acı çekmektir. Ve bildik; Karanlıktan çıkıp gelen her haber Gereken acıyı verdi bize: Gerçeklere dönüştü bu dedikodu, Karanlık kapıyı tuttu aydınlık, Değişime uğradı acılar. Gerçek bu ölümde yaşam oldu. Ağırdı sessizliğin çuvalı. -Pablo Neruda- 3 Paradigma, Güz 2015 BU SAYIDA EDİTÖRDEN ...................................................................................................................... 7 Türk Dış Politikasında TİKA ve ‘İnsani Diplomasi’ Söylemi............................................ 9 Oryantalizm ve Doğulu Öteki ........................................................................................... 14 Diplomasi 3. 0: Dijital Diplomasi ..................................................................................... 16 Sosyal Medyanin Orta Doğu Üzerindeki Etkileri ............................................................. 18 47 Dizelik Şiirden Bir Dize............................................................................................... 29 BİZDEN HABERLER ...................................................................................................... 31 Basın Müsteşarı Ahi Evran Üniversitesi’nde .................................................................... 31 Sakarya Üniversitesi’nde 1. Uluslararasi Öğrenci Kongresi ........................................... 35 DÜNYADAN HABERLER ............................................................................................. 37 Yemen Krizi mi Yemen Savaşı mı?.................................................................................. 37 AB Yeterince AB Olmayı Hak Ediyor Mu? ..................................................................... 40 RÖPÖRTAJ ...................................................................................................................... 42 İçimizden Biri Abdurrahman Akyazan ............................................................................. 42 Srebrenitsa Katliamı'na Kadın ve Medya Bakışı .............................................................. 47 Sosyal Medya (Uyumluluk Modu) ................................................................................... 66 Ay Dost ............................................................................................................................. 71 SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ ........................................................................................ 79 Film Önerisi: Et maintenant on va ou? ............................................................................. 79 Film Önerisi: Top Gun (1986) .......................................................................................... 80 Film Önerisi: Fury (2014) ................................................................................................. 80 Makale Önerisi: Beyaz Savaş (Guerra Bianca) ................................................................ 81 Kitap Önerisi: Türkiye'nin Yakın Tarihi (İlber Ortaylı) ................................................... 81 5 Paradigma, Güz 2015 Paradigma 6 AYLIK ULUSLARARASI İLİŞKİLER DERGİSİ SAYI 1 GÜZ 2015 Kapak: İsmail Erez (Kaynak: http://www.mfa.gov.tr/) Genel Yayın Yönetmeni: Zehra Eda Yakalı, Gökçen Ergüvenç Editör: Esra Erkan Yayın Yönetmeni: Esra Erkan Yayın Kurulu: Gökçen Ergüvenç Yayın Koordinatörü: Zehra Eda Yakalı Kapak ve Sayfa Tasarımı: Albeniz Ezme Baskı Öncesi Hazırlık: Abdülkadir Demiral Paradigma’da yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Dergideki yazılar kaynak göstermek kaydıyla yayımlanabilir. Yayın Kurulu, dergiye gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. EDİTÖRDEN Değerli Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma okurları, Çanakkale Deniz Zaferi’nin yüzüncü yılında 18 Mart 2015 tarihinde kuruluşunu tamamlayan ancak düşünce ve çalışmalar bakımından daha uzun bir geçmişe sahip olan dergimizi saygıdeğer hocalarımızın katkılarıyla güz yarıyılına yetiştirme çabalarımızda başarılı olduk. Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma’yı kurarken adımladığımız yolda ilkelerimizi, amaçlarımızı, danışma kurulumuzu ve şekil şartlarını belirlerken seçici bir tutum sergileyerek akademik ortama güçlü, kaliteli yeni bir soluk getirebilmek için çabaladık ve bu özverinin devamlılığını sağlayabilmek adına gereken özeni gösterdik. Günlük yaşamda teknoloji ve dijital dünyanın birlikteliğinden doğan yeni dönüşüm ve makro eğilimler, dergimizin e-dergi şeklinde yayımlanması kararımıza yön verdi. Saatler alan toplantılarda dergimiz ile ilgili çalışmalar yaparken isminden, logosuna, web sayfasından, organizasyonuna, analitik düşünme ve takım ruhuyla çalışma deneyimine kadar tamamlanma sürecinde tatlı telaşlarımız oldu. Bizlere destek veren ve daima güvenen başta Bölüm Başkanımız Doç. Dr. Ahmet Serhat ERKMEN’e; öneri, katkı ve yardımlarını hiç esirgemeyen Yrd. Doç. Dr. Arif BAĞBAŞLIOĞLU hocamıza; “Türk Dış Politikasında TİKA ve İnsani Diplomasi Söylemi’’ ile Yrd. Doç. Dr. Erman AKILLI’ya; “Srebrenitsa Katliamı’na Kadın ve Medya Bakışı’’ ile Okt. Burçak Tuba TAYHAN’a; “Diplomasi 3.0:Dijitaj Diplomasi’’ ile Arş. Gör. Bengü ÇELENK’e ve “Oryantalizm ve Doğulu Öteki’’ ile Arş. Gör. Şermin PEHLİVANTÜRK’e; adımladığımız yolda bizlere cesaret ve güç veren danışmanımız Arş. Gör. Burak GÜNEŞ ile arkamızda daima gücünü hissettiğimiz gizli kahraman Arş. Gör. Albeniz EZME’ye katkılarından dolayı teşekkür ederiz. Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma ile beraber Uluslararası İlişkilerde Akademik Bakış programımızla süreklilik kazandık. “Kolektif Siyasal Şiddet Nedir?’’ temasıyla programımızın ilk yayınını gerçekleştirdiğimiz Yrd. Doç. Dr. Öner AKGÜL’e ve ikinci yayınımızı “Uluslararası Çevre Sorunları Nelerdir?’’ adlı söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz Doç. Dr. Azize Serap TUNÇER’e katkılarından dolayı teşekkür ederiz. 7 Paradigma, Güz 2015 Ahi Evran Üniversitesi öğrencilerinin Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Topluluğu’nun düzenlemiş olduğu Birinci Uluslararası Öğrenci Kongresi’ne, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) inceleme gezisine ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı On İkinci Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrenci Kongresi’ne katılımında emeği geçen Uluslararası İlişkiler ve Aktif Fikir Topluluklarının organizasyonuna teşekkür ederiz. İlk sayımızda hatamız olduysa hoşgörünüze sığınırken belirtmeliyiz ki, bizim için eleştiriniz Ahmet Güner SAYAR’ın istiridye midyesinin ağzına girdiği zaman su damlasına dönüşen incisidir. Bir avuç hevesli okur-yazarın zihninden doğan, kaleminden dökülenlerle uzun ve zorlu geçen hazırlık sürecinde her oturumda havada uçuşan birbirinden yaratıcı fikirlere şekil verilmesiyle oluşturulan Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma’nın ilk sayısı farkındalık yaratma hedefi, üretmenin verdiği keyif ve heyecanla dolu tecrübemizin emeğidir. Bu emek ortaya koyulurken ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerine yeni kurbanlar eklendi. Özgecan, o kurbanlardan yalnızca bir tanesiydi. Bu emek ortaya koyulurken iş cinayetlerinin sayısında artış gözlendi, Soma ve Ermenek maden kazalarının yıldönümü yaşandı. Bu emek ortaya koyulurken Bozkırın Tezenesi’nin Yaşar Kemal’i sonsuzluğa uğurlandı. Bu emek ortaya koyulurken Srebrenitsa Katliamı’nın yirminci yılıydı. Bu emek ortaya koyulurken Uluslararası İlişkiler disiplinine “değerler dizisi’’ kapsamında katkıda bulunmak hedeflendi ve Bir Hakeim Köprüsü’nde can veren büyükelçimiz İsmail EREZ anımsandı ve biz Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma ailesi, bu dergiyi İsmail EREZ’e adadık. Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma, yenilikçi çizgisiyle akademi ve toplumdaki dönüşümü yakından izlemeye ve okuyucularına aktarmaya devam edecektir. Keyifle okumanız dileğiyle. Sevgiyle… Gökçen ERGÜVENÇ, Zehra Eda YAKALI Türk Dış Politikasında TİKA ve ‘İnsani Diplomasi’ Söylemi1 Yrd. Doç. Dr. Erman AKILLI İİBF Dekan Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Ahi Evran Üniversitesi Cumhuriyetin kurulduğu 29 Ekim 1923’ten, Soğuk Savaş’ın nihayetlendiği 31 Aralık 1991 tarihine kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasındaki temel yönelimin Batı odaklı olduğunu söylemek, kuşkusuz, yanlış olmayacaktır. Soğuk Savaş’ın yani iki kutuplu dünya düzeninin nihayetlendiği, Francis Fukuyama’nın ünlü eserinde2 de müjdelediği gibi “tarihin sonu”’nun vuku bulduğunu ve Amerikan liberal demokrasinin uluslararası sistem içerisinde galip geldiğinin dünyaya “Yeni Dünya Düzeni” şeklinde deklare edildiği günlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Soğuk Savaş yıllarının kendine sağladığı “Batı Bloku” üyeliğinin miladı artık dolmuş ve dış politikada yeni destinasyonları belirlemesi elzem hale gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan Soğuk Savaş’ın nihayetlenmesine kadar ki dönem içerisinde, Erel Tellal’ın da dile getirdiği üzere, bilinçli olarak Sovyetler Birliği içerisindeki Türki Cumhuriyetler ile ilişki kurmaktan kaçınmıştır.3 Ancak Sovyetlerin dağılmasından sonra yüzünü bu bölgeye çeviren Türkiye, söz konusu Türki Cumhuriyetler ile ikili ilişkilerini güçlendirmek için radikal kararlar alarak önemli adımlar atmıştır. İşte bu önemli adımların ilki ve belki de en önemlisi, Turgut Özal’ın vizyonu ve Umut Arık’ın başkanlığında 1992 yılında kurulduğu adı ile Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ile atılmıştır. Bakanlar Kurulu’nun 24 Ocak 1992 tarihli kararıyla, 21124 sayı ve 27 Ocak 1992 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 480 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bir uluslararası teknik yardım teşkilatı olarak kurulan TİKA, 28 Mayıs 1999 tarihinde, Başbakanlığa bağlanmıştır.4 Türkiye, eski Sovyet havzasında yeşeren yeni fırsatları 1 Bu makale yazarın Türkiye’de Devlet Kimliği ve Dış Politika (Nobel Yayınevi, 2013, Ankara) isimli kitabının ilgili bölümlerinden faydalanılarak üretilmiştir. 2 Francis Fukuyama, “The End of History”, The National Interest, 1989, ss. 3-18. 3 Erel Tellal, “Türk Dış Politikası’nda Avrasya Seçeneği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 2, Sayı 5, 2005, s. 50. 4 TİKA’nın görev ve yetkilerine dair düzenleme 4668 sayılı "Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun" 12 Mayıs 2001 tarih ve 24400 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Detaylar için bkz: (Erişim), http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/05/20010512.htm#1, 29.03.2015. 9 Paradigma, Güz 2015 değerlendirmek ve yıllardır uzak kalmak durumunda olduğu akrabaları ile bütünleşmek adına TİKA ile birlikte girişimlere başlamıştır; bu minvalde öz olarak TİKA, yapılacak faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayacak ve koordine edecek bir organizasyon görevi görecektir. Nitekim Türkiye’deki kurumlar ve kuruluşlarca yapılacak dış yardımların düzenlenmesi hususunda kurumlar arası işbirliği yapılması ve yapılan yardımların envanterinin tutulması sorumluluğu 4668 Sayılı kanunla TİKA’ya verilmiştir. Ayrıca TİKA’nın görevleri söz konusu kanunun birinci maddesinde şöyle tanımlanmıştır: “Başta Türk dilinin konuşulduğu cumhuriyetler ve akraba toplulukları ile Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, kalkınma yolundaki ülkeler ve topluluklarla diğer ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülke ve topluluklarla ekonomik, ticarî, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarındaki işbirliğini projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek, yapılacak yardım ve işlemleri yürütmek üzere, Başbakanlığa bağlı ve tüzel kişiliği haiz Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığının kurulması ile teşkilât ve görevlerine ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.”5 Son dönem içerisinde Türkiye, ekonomik anlamda gelişmiş düzeyinin sayesinde coğrafyasında ülkelere teknik destek ve dış yardım faaliyetleri konusunda önemli adımlar atmaktadır. Teorisi Joseph Nye’ın yazımı ile başlayıp, Geun Lee ile taçlanan Yumuşak Güç konseptinin pratiği şüphesiz dış yardımlardır; bu bağlamda dış yardımların, uluslararası sistem içerisinde önemli bir dış politika aracı olarak kabul edildiği yapılan çalışmalar minvalinde de görülmektedir. TİKA açısından bakıldığında ise Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile Türk Dış Politikasında oluşan yeni söylemin vücut bulan yumuşak güç enstrümanları filosunun amiral gemisidir; zira yapılan dış politika açılımları çeperinde TİKA aracılığıyla paralel biçimde yürütülen faaliyetler, Türkiye kendisini Soğuk Savaş döneminin, Batı bloku içerisindeki çevre ülkesinden, Başbakan Davutoğlu’nun vurguladığı “Sathı Diplomasi” şiarı edinmiş, küresel çapta merkez ülke gayesine yakınlaştırmaktadır. 5 Söz konusu kanunun detayları için bkz: (Erişim), http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k4668.html, 29.03.2015; ayrıca TİKA’nın söz konusu görevleri hakkında Başbakanlık Genelgesi için bkz: (Erişim), http://tika.gov.tr/depo/200511-sayili-basbakanlik-genelgesi.pdf, 29.03.2015. TİKA 1992 yılında kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar olan dönem içerisinde gerçekleştirdiği faaliyetler mercek altına alındığında 1992-2002, 2002-2013 şeklinde iki farklı dönemde ele almak mümkündür. TİKA’nın kurulduğu ve emekleme dönemi olarak adlandırılabilecek olan 1992-2002 yılları arasında kurum, eski Sovyet Coğrafyasında, yani Kafkaslar ve Orta Asya’da bağımsızlıklarını yeni kazanan devletlere teknik yardım desteği sağlamayı amacıyla faaliyet göstermiş; söz konusu on yıllık dönem içerisinde yani 1992-2002 yılları arasında 2241 proje gerçekleştirmiştir. TİKA’nın 20032013 yılları arasında ise neredeyse dört katı sayıya ulaşan projelere imza attığı görülmektedir. 2013 yılı çalışmaları kapsamında en çok kaynak kullanılan ülkeler şu şekildedir: (1) Afganistan- %20.61, (2) Bosna Hersek- %6.76, (3) Filistin- %5.47 ve (4) Lübnan- %3.89.6 Bu bağlamda TİKA’ya atfedilen önem ve kurumun faaliyetleri dikkate değerdir; nitekim Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı görevindeyken 13 Ocak 2007 tarihinde, Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul İl Teşkilatı’nın düzenlediği “Dış Politika, AB ve Dış Türkler” konulu toplantıda yapmış olduğu konuşmada şu sözler ile TİKA’nın önemini vurgulamaktadır: “…Afrika’daki aç, susuz insanların yardımına koşmak, Endonezya’da tsunami felaktine koşmak, Pakistan’daki depremlerde kardeşlerimizin acısını hissedip oralara gitmek. Bunlar çok kalıcı hizmetlerdir. Bunlar hiç unutulmayan, parayla pulla alınmayan büyük itibarlardır… Bu konularda TİKA adeta ikinci bir (Dışişleri) Bakanlık görevi görmektedir. Afrika’nın birçok ülkesinde, Türkî Cumhuriyetlerde, Kafkaslarda çok büyük hizmetler yapmaktadır… (Dışişleri) Bakanlık olarak yapamadıklarımızı TİKA vasıtasıyla yapmaktayız.”7 Diğer taraftan TİKA’ya 1992-2002 arasındaki döneme oranla 2003-2013 yılları arasında ayrılan bütçe nerdeyse 5 katına ulaşmış, 2013 yılı itibariyle 1.273.000.000 USD yardım yüzden fazla ülkeye ulaştırılmıştır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde TİKA, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde atfedilen önem ortaya çıkmaktadır; zira söz konusu hükümetin dış politika anlayışının uygulayıcısı olarak TİKA’nın öneminin büyük olduğu aşikâr bir gerçektir. Başbakan Davutoğlu, 6 Ocak 2013 tarihinde İzmir’de gerçekleştirilen 5. Büyükelçiler Konferansı’nda yeni bir diplomasi çerçevesinden bahsetmiştir: “İnsani 6 Detaylar için bkz. TİKA 2013 Yılı Faaliyet Raporu, (Erişim), http://store.tika.gov.tr/yayinlar/faaliyetraporlari/faaliyet-raporu-2013.pdf, 29.03.2015. 7 Abdullah Gül, Adalet ve Kalkınma Partisi İl Teşkilatı’nın Düzenlediği “Dış Politika, AB ve Dış Türkler” konulu toplantıda yaptığı konuşmadan, 13.01.2007, İstanbul. 11 Paradigma, Güz 2015 Diplomasi”. Söz konusu konferansında ana temasını oluşturan “İnsani Diplomasi” öz olarak üç sacayağı üzerinde yükseldiğini vurgulayan Başbakan Davutoğlu 8, "İnsani Diplomasi" anlayışının birinci sacayağının, bir devletin kendi insanı ile ilgili olduğunu belirterek, İnsani Diplomasi’de birinci adımın devletin yapması gerekenin kendi insanının hayatını kolaylaştırmak olduğunu vurgulamıştır. İnsani diplomasinin ikinci sacayağının ise kriz bölgelerindeki tutum olduğunu belirten Başbakan Davutoğlu, Somali örneğini vererek, Türkiye'nin bu ülkede büyükelçilik açan ilk ülke olduğunu, Büyükelçilik çalışanlarının büyük fedakârlıkla çalıştığını, bugün Somali’nin her sokağında Türkiye etkisinin hissedildiğini belirtmiştir. Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin mülteci politikasında çok ciddi noktalara gelindiğini belirterek, Suriyelileri “İnsani Diplomasi” anlayışının bir parçası olarak Türkiye’de ağırlandığını vurgulamıştır. Bununla birlikte Başbakan Davutoğlu, Arakanlı Müslümanlara da değinerek, Myanmar'da 2012 yılında Türk Büyükelçiliğinin açıldığını ve Myanmar'da Arakanlı Müslümanlarla ilgili olaylar başladıktan sonra en aktif büyükelçiliğin Türk Büyükelçiliği olduğunu belirtmiştir. İnsani diplomasinin üçüncü sacayağının "BM sistemi içinde insani sahiplenme" olduğuna işaret eden Başbakan Davutoğlu, "BM sisteminin vicdandan yoksunlaştığını gösteren tablolar" bulunduğunu, sistemin işlemesinde sıkıntılar olduğunu ifade etmiştir. Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, SES Türkiye’ye verdiği röportajda, "İnsani Diplomasi anlayışında, dış politika hedeflerinin belirlenmesinde endişelerin merkezine insan yerleştirilir. Türkiye'nin Suriyeli mültecilere yönelik politikası da bu yeni kavram temelinde daha da meşru bir hal alıyor. Dolayısıyla, diplomasinin temel işlevinin dış ülkelerde ulusal çıkarların korunması olduğu geleneksel Vestfalyan uluslararası ilişkiler düzenine karşı bir sistem bu. Yani, insan, dış politikanın merkezine konuyor ve bu insanların yaşamı, ulusal çıkarlarınızın ötesinde önceliklendiriliyor” demiştir.9 “İnsani diplomasinin” geliştirilmesinde sivil toplum grupları ile Başbakanlık’a bağlı Türk 8 Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 6 Ocak 2013 tarihinde gerçekleştirilen V. Büyükelçiler Konferansı’nda, “İnsani Diplomasi” anlayışına dair yaptığı konuşmanın tam metni için bkz: “Başbakan Davutoğlu “2012, tarihin hızlı aktığı bir yıldı. 2013 daha hızlı akacak ve biz daha çok çalışacağız.”, (Erişim), http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-2012-tarihin-hizli-aktigi-bir-yildi.tr.mfa, 29.03.2015. 9 “Türkiye, İnsani Diplomasi Politikasını Açıklıyor!”, 10 Ocak 2013, Ses Türkiye, (Erişim), http://turkey.setimes.com/tr/articles/ses/articles/features/departments/society/2013/01/10/feature-02, 29.03.2015. İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA) rolüne vurgu yapan Yakış, bunun geliştirilmesi gereken olumlu bir model olduğunu söylemiştir. Yakış, “İHH, Deniz Feneri, Kimse Yok mu gibi dernekler ve TİKA, Yunus Emre enstitüleri, Türk okulları gibi ajanslar da son derece önemli. Bu kurumların ücra ülkelerdeki halklar ve yerel mercilerle işbirliği ve temas kurma anlamında geliştirdikleri yöntemler, birçok ülke tarafından bir ilham kaynağı teşkil eden yenilikçi modeller olarak görülüyor,” demiştir. Sonuç olarak TİKA, Türk Dış Politikasına hâkim paradigmaya paralel olarak, yürüttüğü faaliyet ve projeleri arttırmış; oluşan söz konusu yeni Türk Dış Politikası anlayışının uygulayıcısı olarak hem Türkiye’nin yer aldığı coğrafyada hem de küresel anlamda Türkiye’nin yerini güçlendiren önemli bir aktör haline gelmiştir. Zira TİKA sayesinde Türkiye; dost, kardeş ve akraba ülkelere yönelik olarak yaptığı çalışmaların nezdinde “dost elini” uzatarak, Başbakan Davutoğlu’nun ön gördüğü ‘barış kuşağı oluşturma’ çabası yatmaktadır. 13 Paradigma, Güz 2015 Oryantalizm ve Doğulu Öteki Arş.Gör. Şermin PEHLİVANTÜRK Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Elemanı Ahi Evran Üniversitesi Oryantalizm, Fransızca kökenli bir kelime olan ve “doğu” anlamına gelen “orient” sözcüğünden üretilmiştir. Kelime aslen “yükselen güneş” anlamını taşıyan Latince aslı olan “oriens”tir. “Oryantalizmin Kısa Tarihi” isimli çalışmaya baktığımız zaman da, 1683 yılında ise sözcüğün sahip olduğu bağlamsal anlamın “Doğu veya Yunan Kilisesinin bir üyesi” olduğu görülmektedir (Bulut, 2004: 3). “Oryantalist” kelimesi ise İngiltere’de 1779’da bir makalede Edward Pocock’u tanımlayan kelime olarak kullanılmıştır (Endress, 2002: 11). Benzer şekilde, Fransız literatürüne 1791 yılında giren “orientaliste”, 1838 yılında Dictionnaire de l’Académie Française’de yayımlanan bir makalede “orientalisme” olarak yer almıştır (Endress, 2002: 11). Oryantalizm kavramı, genel olarak Yakın ve Uzak Doğu’nun incelenmesi manasına gelmektedir. Ancak sözcük, tanımlamasının ifade ettiği kadar masum değildir. Oryantalizm’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan 18. ve 19. yüzyıl gelişmeleri dikkate alınacak olursa, 1789’da Fransız Devrimi ile başlayıp, Avrupa’yı ve Avrupalı kimliğini yeniden sorgulamaya iten pek çok gelişme görülecektir. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik hareketleri ve bunların neticesinde beliren çıkar çatışmaları, kapitalist rekabet ile değişen ekonomik yapılar ve nihayetinde 20. yüzyılın başında ortaya çıkan Birinci Dünya Savaşı oryantalizmin içine doğduğu ve yeşerdiği genel durumu yansıtmaktadır. Doğu incelemeleri, yani oryantalist çalışmalar, salt bir akademik ihtiyaçtan ortaya çıkmamıştır. Aksine, Doğu’nun keşfi, ya da oryantalist çalışmalar, bilhassa devlet politikalarının uygulanmasına meşru bir zemin hazırlamak amacıyla devlet adamları tarafından desteklenmiştir. On dokuzuncu yüzyıl Avrupalılık düşüncesinin ise iki ana ekseni bulunmaktadır. Birincisi Avrupa merkezli bir dünyada siyasal gelişmeler olarak ifade edilebilir. İkincisi ise emperyalizm olgusudur. Avrupa’nın bu yüzyılda yeni kimlik algılayışında birbirini besleyen bu iki olgu etkili olmuştur. Sömürgecilik faaliyetleri, Rusya ile olan özellikle Osmanlı İmparatorluğu ekseninde yaşanan rekabet bağlamında Avrupalı kimliği ön plana çıkarken özellikle on dokuzuncu yüzyılın ortalarında belirginleşen milliyetçilik akımları ve ulus devletler bağlamındaki güç dengesi sistemi Avrupa’nın en uzun yüzyılındaki kimlik algılayışında etkili olmuştur. Bu gelişmeler Avrupalılığın reddi anlamına gelmemekle birlikte, onun gerçekleşmesinin, dönemin koşulları itibariyle, muhtemel koşullarını ifade etmekteydi. Milliyetçilik ve sömürgecilik rekabeti yüzünden büyük güçler (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb) Avrupa’yı hem teoride hem de 1914’teki savaşta feda etmişlerdir (Delanty, 1995). Sonuç olarak, bir taraftan Avrupa, kolonileri üzerinde etkinlik kurabilmek için gerekli olan tezi oluşturmak gayesinde iken, öte yandan da Avrupalı kimliği tanımlamasını gözden geçirme ihtiyacı da duyduğu bu dönemde, oryantalizm ortaya çıkmıştır. Oryantalist yaklaşımlar neticesinde Batı, Doğu’dan üstün görülerek, Doğu’ya yönelik oluşturulan politikalar ayrımcı ve hatta kimi zaman da ırkçı olagelmiştir. Bunlarla birlikte, oryantalizmin en büyük eleştirmenlerinden birisi olan Edward Said Faucault’un analizinden etkilenerek oryantalizm kavramını söylem analizi bazında ele almış ve, Batı ve Doğu’nun bizzat insan zihninde oluştuğunu ve sadece Batılı insanın zihninde oluşan basit bir fikir/önyargı olmayıp kuşaklar boyunca bilinçli veya bilinçsizce örnek verilerek yaratıldığını tartışmaktadır (Said, 1978). Oryantalizm, Batı’nın kendini ötekine göre anlamlandırma çabalarının sistematik hale getirildiği bir kavramı ifade etmektedir. Kaynaklar: Bulut, Yücel. 2004. Oryantalizmin Kısa Tarihi. Küre Yayınları, Istanbul. Delanty, Gerard. 1995. Inventing Europe: Idea, Identity, Reality. St. Martin’s Press: New York. Endress, Gerhard. 2002. Islam: An Historical Introduction. Edinburgh University Press. Said, Edward. 1978. Orientalism. Barnes & Noble. 15 Paradigma, Güz 2015 Diplomasi 3. 0: Dijital Diplomasi Arş.Gör. Bengü ÇELENK Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Elemanı Ahi Evran Üniversitesi M.Ö. 13. yy’da yapılan Kadeş Antlaşması ile ortaya çıkan ve günümüze kadar çeşitli formlarda literatüre giren diplomasi kavramı son zamanlarda dijital mecraların hayatımıza girmesiyle farklı bir boyut kazanarak ‘dijital diplomasi’ adı altında diplomatik platformda araştırma ve uygulama alanı oluşturmuştur. Uluslararası ilişkiler içerisinde teknoloji her zaman önemli bir araç olarak kullanılagelmiştir. Tarihsel konjonktüre baktığımızda teknolojinin gelişimine paralel olarak; 16. ve18.yy’larda gemiler, 19.yy’da telgraf, 20.yy’da ise radyo, TV, internet ve uçak gibi araçlar diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinde önemli araçlar olmuşlardır (Westcott, 2008). 21.yy’da ise bilgi ve iletişim teknolojileri devletler üzerinde ciddi değişimler yaratmıştır. Dolayısıyla, diplomasinin ana enstrümanları da bu değişime ayak uydurmuştur. Teknolojik ilerlemelerle kolayca harmanlanabilen diplomasiyi bu açıdan üç döneme ayırabiliriz: Diplomasi 1.0, Diplomasi 2.0, Diplomasi 3.0 (Yücel, 2013). Reel politika, sert güç, egemenlik ve jeopolitikadan beslenen diplomasi 1.0, devlet yönetimleri arasındaki ikili ya da çok taraflı meselelerin devlet liderleri, diplomatlar ve politikacılar tarafından düzenlenip yürütülmesini ifade ederken diplomasi 2.0 dijital diplomasinin başlangıç dönemi olarak nitelendirilebilir. Bu noktada kamu diplomasisi başat rol oynar. Gücünü yumuşak güçten alan diplomasi 2.0’de önemli olan kalpleri ve gönülleri kazanma ilkesidir (Yücel, 2013). Diplomasi 3.0 ise “her yerde, her zaman, herkes için herkes tarafından yapılan bir diplomasidir dolayısıyla devletin her zaman muhattap olması gerekli değildir’’ (Yeni Diplomasi, 2015). Dijital diplomasiyi etkili olarak kullanan ülkeler arasında A.B.D., Birleşik Krallık, Fransa, İsrail, İtalya, İsveç Kanada ve Kosova’yı gösterebiliriz. Özellikle A.B.D Dışişleri Bakanlığına gelen Hillary Clinton başdanışmanı Alec Ross ile 21.yy Devlet İdaresi (21st Century Statecraft) başlığı altında oldukça detaylı çalışma ve uygulamalara imza atmıştır. Bunun dışında Kosova dijital diplomasiyi profesyonelce kullanabilmek adına ekip kurmuştur. Kısacası; geleneksel anlamda devletlerarası (government to government) etkileşim temelli olan diplomasi 20.yy’da uluslararası radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının günlük hayata girmesi ile devlet ve halk (from government to people) arasındaki ilişkilere yansımıştır. Sosyal medyanın ortaya çıkışı ve mobil cihazların kullanımının büyük oranda artması diplomasideki iletişim döngüsünü ve aktörlerin işlevini büyük oranda değiştirmiştir. Bu noktada devreye giren ve ‘e-diplomasi’ ya da ‘twiplomacy’ isimleri ile de anılan dijital diplomaside aktörler arasındaki iletişim halktan devlete ve halktan halka (from people to government and from people to people.) şeklinde değişime uğramıştır (Ross, 2011). Teknoloji ve dış politikanın kesiştiği noktada uygulamaya geçirilmeye çalışılan dijital diplomasi çok genç bir kavram olmakla beraber önümüzdeki yıllarda üzerinde önemle durulacak konulardan biri olacağı aşikârdır. Kaynaklar: Ross, A. (2011). Digital Diplomacy and US Foreign Policy. The Hague Journal of Diplomacy . 6 (1), 451-455. Westcott, N. (2008). Digital Diplomacy: The Impact of the Internet on International Relations. Oxford Internet Institute, 1-20. Yeni Diplomasi, İnternet Çağında Kamu Diplomasisi | Public Diplomacy in the Internet Age. Erişim: http://www.yenidiplomasi.com/2015/02/internet-cagnda-kamu-diplomasisipublic.html#more. Erişim 21 Mart 2015. Yücel, G. (2015). 21st Century Schoolcraft. Available: http://thepublicdiplomat.com/2013/11/12/21st-century-schoolcraft/. Erişim 21 Mart 2015 17 Paradigma, Güz 2015 Sosyal Medyanin Orta Doğu Üzerindeki Etkileri Cihad SARIKAYA Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Medya Sosyal medya araçları, günümüzde geleneksel medya araçları kadar etkili olmaya başlamıştır. Hayatımızın bir parçası olan sosyal medya araçları insanların birbirleriyle daha fazla ve daha hızlı iletişime geçmesini sağlar. Kontrol edilen geleneksel medya araçlarının dışında bir haber kanalı ortaya çıkartır. İnsanlar, bu kanallar sayesinde kısa sürede haberdar olma, tepki verme ve örgütlenme fırsatı yakalar. Olayların yaşandığı anda ve tüm çıplaklığıyla bu kanallar aracılığıyla aktarılması toplumun tepkisinin ölçülmesini kolaylaştırır. Belirli basın yayın organları veya hükümetlerin aktardıklarını yansıtan geleneksel medya, olaylar hakkında özgün fikir sahibi olmamızı engelleyen bir yapıya sahiptir. Fakat; servis edilen verili bilgilerin dışında, sosyal medya bilgiye ulaşım imkânını da sağlanmıştır. Peki, geleneksel medya ve sosyal medya arasındaki farklar nelerdir? Bu ayrımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Erişim - Hem geleneksel medya hem de sosyal medya teknolojileri herkesin genel bir kitleye erişebilmesine olanak tanır. 2. Erişilebilirlik - Geleneksel medya için üretim yapmak genellikle özel şirketlerin ve hükümetlerin sahipliğindedir; sosyal medya araçları genel olarak herkes tarafından az veya hiç maliyetle kullanılabilir. 3. Kullanılırlık - Geleneksel medya üretimi çoğunlukla uzmanlaşılmış yetenekler ve eğitim gerektirmektedir. Çoğu sosyal medya için bu durum geçerli değildir veya bazı durumlarda yetenekler tamamen değişmiş ve yenidir, yani herkes üretimde bulunabilir. 4. Yenilik – Geleneksel medya iletişimlerinde meydana gelen zaman farkı (günler, haftalar, hatta aylar) anında etki ve tepkisi olan sosyal medya ile kıyaslandığında uzun olabilmektedir (Tepkilerin zaman aralığına katılımcılar karar verir). Geleneksel medya da sosyal medya uygulamalarına adapte olmaktadır, dolayısıyla yakın zamanda bu farklılık ortadan kalkacaktır. 5. Kalıcılık - Geleneksel medya yaratıldıktan sonra değiştirilemez (bir dergi makalesi basıldıktan ve dağıtıldıktan sonra aynı makale üzerinde değişiklik yapılamaz), oysa sosyal medya yorumlar veya yeniden düzenlemeyle anında değiştirilebilir. 6. Özgürlük - Geleneksel medya ile sosyal medya arasındaki belki de en önemli fark özgürlüktür. Geleneksel medya, hükümetlerin ve reklam verenlerin baskısı altındadır ve özgürce yayın yapamaz. Sosyal medya ise kolay erişilebilir, herkes tarafından eşit düzeyde müdahale edilebilir, küresel bir platform olduğundan geleneksel medyaya göre çok daha özgürdür. [1] Arap Devrimlerinde Sosyal Medyanın Yeri Son dönemlerde sosyal medyanın etkisini ve gücünü gösterdiği olaylar Tunus’ta Arap Baharı ile başlayıp, Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren IŞİD10’e kadar dayanır. Fakat bu halk hareketlerinden önce de yaşanan değişimlerde sosyal medyanın etkisi görülür. Bu değişmelerden bazıları 26 Kasım 2008’ deki Bombay11 olayları,13 Haziran 2009 İran12 başkanlık seçimlerinde görülen protesto gösterileri ve 12 Ocak 2010’da yaşanan Haiti depremi13 gibi gelişmelerde de sosyal medyanın etkili bir rol aldığını görülür. Bunlar, sosyal ağlar üzerinden insanların örgütlenmeye başladığı büyük çaplı ilk harekelerdir ve daha sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen devrimler ve isyan hareketlerinde de sosyal medyanın önemli bir rolünün olduğu şüphesizdir, fakat sosyal medyanın tek başına bu olayların başlamasında etkili olması mümkün değildir. Yıllardır bu coğrafyalarda ülkeler diktatörlükle yönetilmekte ve insanlar büyük baskı altında bulunmaktadır. Yoksulluk, işsizlik, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, yolsuzluk ve insanların demokrasi istemi isyanların başlamasındaki ilk faktörlerden bazılarıdır. Sosyal medya, verilen tepkinin geniş kitlelere ulaşmasını ve insanların organize olmasını kolaylaştırır. Bu coğrafyadaki halk ayaklanmaları ve devrimleri, sosyal medya devrimleri olarak adlandıranlar da mevcuttur. Facebook, Twitter ve blog vb. üzerinden koordinasyon sağlanmasıyla birlikte sosyal medya; insanların şiddete maruz kalmalarından, yönetim baskılarından ve dahası can güvenliği açısından doğan sorunlara karşı tepkilerini gösterecekleri bir alternatif alan haline gelmiştir. Üstelik sokaklara dökülen insanlar 10 IŞİD; Irak Şam İslam Devleti terör örgütü kısaltmasıdır. Burada Şam, Osmanlı döneminde Levant ve çevresini içine alan toprakları ifade etmektedir. 11 Hindistan’da meydana gelen terör saldırıları. 12 İran’da 2009 yılında seçime hile karıştığını iddia eden Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi taraftarlarının yaptığı protesto gösterileri. 13 Karayip’te bulunan Haiti’de meydana gelen yüzbinlerce insanı etkileyen deprem. 19 Paradigma, Güz 2015 sosyal medya aracılığıyla yaşananların gerçekliğini tüm basın yayın organlarına olanca açıklığıyla aktarırlar. Tunus Olaylarının başlamasında sosyal medyanın etkisinin minimum düzeyde olduğu yer Tunus olarak görülür; fakat isyan hareketleri başladıktan sonra sosyal medya araçları bu hareketlerin tüm ağlara yayılmasında kullanılmıştır. Tunus’ta eğitimli insan düzeyi devrimin yaşandığı diğer ülkelere göre daha fazla olmasına rağmen sosyal medyanın kullanım oranı bu ülkelere göre daha azdır. Arap Baharı’nın fitilinin ateşlendiği Tunus, bölgede sosyal medyanın en az etkili olduğu ülkelerden biridir. 10.732.900 kişilik nüfusunun 4.196.564’ünün, yani yaklaşık %40’ının internet kullandığı Tunus’ta, devrimle sosyal medya kullanımı arasında paralellik kurmak zordur. En azından Tunus’ta sosyal medya açısından Mısır benzeri bir durumun yaşandığını söylemek mümkün değildir; çünkü Tunus’ta sosyal medya iktidara karşı girişimlerin başında yer almamış, olaylar başladıktan sonra etkinlik kazanabilmiştir. [2] Sosyal medya, halk hareketleri başladıktan sonra gelişmelerini koordine etmekte daha etkin olarak kullanılır. Ayrıca Tunus yönetiminin sosyal medyayı yasaklaması ve kısmen kontrol edebilmesi de devrimin başlama etkisini azaltan faktörlerdendir. Tunus’ta iktidara karşı başlayan başkaldırıdan sonra sosyal medyanın görevi, insanların tepkilerini aktarma ve organize olma noktasında görülür. Tekek’in belirttiği gibi Tunus’ta okuma-yazma oranı örneğin Mısır’a göre yüksek olmasına rağmen sosyal medyaya getirilen yasaklar bu mecraların kullanımının düşük seviyelerde kalmasına neden olmuştur. [3] Burada görüldüğü üzere, Tunus’ta sosyal medyanın etki ettiği alan, devrimin halk arasında daha hızlı yayılmasıdır. Şüphesiz sosyal medya kullanılmamış olsaydı da bu devrim gerçekleşebilirdi; fakat bu kadar kısa sürede topluma yayılması pek mümkün olmazdı. Mısır Mısır, Arap Baharı’nda sosyal medyanın etkili olduğu en önemli devlettir kuşkusuz. Mısır’daki sosyal medyanın bu denli etkin olmasının nedeni diğer Arap ülkelerinden daha önce Mısır’ın sosyal ağlarla tanışmasıyla ilişkilidir ve orada sosyal medya kullanma alışkanlığına daha önce ulaşılır. Bu birikimi devrim sırasında çok etkili bir şekilde kullanır. Mısır’da muhalefet hareketlerinin önü siyasal açıdan kapanınca insanlar internet aracılığıyla fikirlerini sunma fırsatı bulabilmişlerdir. Mısır medyasının Hüsnü Mübarek ve çevresindekiler tarafından kontrol edilmesi muhalifleri sosyal alanlara iter. Mısır’da geniş taraftar kitlesine sahip olan Müslüman Kardeşler14’in siyasette doğrudan yer alması 2011’deki devrime kadar rejim tarafından yasaklanır. Müslüman Kardeşler, yeni sosyal hareketlerde olduğu gibi yeni üyeler kazanmak ve var olan üyeler arasında haberleşmek amacıyla interneti yaygın bir iletişim aracı olarak kullanır. 2005’te Müslüman Kardeşler hareketi, Kahire’de birçok internet kafe açarak internetin özellikle gençler arasında yayılmasında öncülük eder. Ücretsiz düzenlenen bilgisayar kursları aracılığıyla internet kullanımı lise ve üniversite öğrencileri arasında teşvik edilir. [4] Mısır muhalefetinin devrim öncesinde de sosyal ağlarda etkili olduğunu görülür, Müslüman Kardeşler Mısır devriminde öncü rol üstlenir. Müslüman Kardeşler’in Mısır’ın internet teknolojisinin yayılmasında önemli katkıları vardır, propaganda aracı olarak kullanırlar ve taraftar toplamak için bu alanda insanları teşvik ederler. Mısırlı aktivistlerin 25 Ocak’ta sokaklara dökülmesi, ülkede sosyal medya üzerinden planlanan ilk protesto eylemi değildir. Mısır’da ilk internet aktivizmi, Filistin’de 2000 yılının sonbaharında başlayan “İkinci İntifada” 15 sırasında Filistinlilerle dayanışma amacıyla oluşturulan e-posta listesi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesiyle birlikte internet aktivizminin popülerliği artarken, internet forumları Mısır muhalefetinin yeni buluşma noktası haline gelir. 2005 yılının sonuna gelindiğine internet aktivizmi Mısır’da muhalif hareketleri örgütlemede kullanılan en popüler araç olur. Mısırlı gençler 2005 ve 2008 yılları arasında internet aktivizmi 14 15 Hasan El Benna tarafından 1928’de kurulan siyasi ve dini örgüttür. 2000’lerin sonunda başlayan ve 2005 yılına kadar devam eden İsrail’e karşı ikinci Filistin ayaklanmasıdır. 21 Paradigma, Güz 2015 konusunda kendilerini geliştirir. Gençlerin ilk kitlesel eylemi grevdeki tekstil işçilerine destek vermek ve ekmek fiyatlarındaki artışı protesto etmek üzere Facebook üzerinden duyurulan, iki hafta süren bir genel grev düzenlemek olur. [5] Görmekteyiz ki, Mısır daha önceden sosyal medya araçlarını etkin bir şekilde kullanır ve diğer Arap ülkelerine nazaran sosyal medyanın etkili olmasının nedeni açıklanır. İnternet tabanlı bilişim ve iletişim araçları Mısır’da on yıldan uzun süredir ulaşılabilir hale gelir. Mısır bilişim ve iletişim verilerine göre, ülkenin Aralık 2000’de 450.000 olan internet kullanıcısı sayısı, Şubat 2010 itibariyle 17 milyondan fazla olmuş ve 4 milyon Facebook kullanıcısı tespit edilir. Bu oranın yüzde 30’unu siyasete odaklanan blogları yazan 160.000’den fazla blogcu oluşturur. Aktif kullanıcıların çoğunun profili genç, kentli ve görece eğitimlidir. İnternet kullanıcı sayısı 2000-2010 yılları arasında %1800’ün üzerinde artar. 2011 yılı itibariyle bölgedeki kullanıcı sayısı toplam 65 milyondur. Bu oran nüfusun %30.8’ini oluşturur. Ağustos 2010 itibariyle Facebook’ta konuşulan diller içinde en hızlı büyüme kaydeden dil Arapça olarak tespit edilmiştir. [6] Mısır’da gerçekleşen devrimden önce sosyal ağlardaki hızlı kullanıcı artışı devrimin sosyal medyada yaygınlaşmasını kolaylaştıran bir unsur haline gelir. Sosyal ağlardaki kullanıcı artışının bu denli yüksek olması Mısır yönetiminin kontrolü dışındadır, üstelik yönetimin kontrol edebilecek alt yapısı olmadığı da bir gerçektir. Ayrıca Mısırlı devrimciler, Tunuslu devrimcilerle iletişime geçerek yapılan bilgi alışverişi sayesinde olaylardaki tecrübeler artmış ve bu deneyimler sayesinde daha etkili olurlar. Sosyal medyanın bir başka faydası da protestolar gerçekleşirken polisin müdahalesini gösteren fotoğraf, videoların anlık paylaşımlarla halkın ve Dünya kamuoyunun haberdar olmasını sağlayarak devrim düşüncesini canlı tutarlar. Geleneksel medya araçlarıyla sürekli olarak temasta kalınır ve bu sayede dünya kamuoyunun dikkati devrimlere çekilir. Örneğin; El Cezire kanalı, bu süreçte sürekli yayında kalarak etkin bir rol oynayıp halkın düşüncelerinin beslenmesini ve yayılmasını sağlar Sosyal medyanın tek başına büyük çaplı bir devrimin aktörü olamayacağı bilinmelidir. Sonuç olarak Mısır’da gerçekleşen devrimde sosyal medyanın büyük rolü olduğu konusunda hiçbir tereddüt yoktur öyle ki Mısır, devrimin başlamasında ve yayılmasında diğer Arap devletlerine göre çok daha fazla etki eder. Bunun en önemli sebebi daha önce de değinildiği gibi, Mısır’ın internet teknolojisi ve sosyal medya araçlarını devrimin gerçekleştiği diğer ülkelere göre daha önce ve daha etkin kullanmayı başarmış olmasıdır. Bu unsur, Mısır’ı diğer Arap devletlerinden ayıran en önemli husustur. Mısır devrimi Arap devrimlerinde sosyal medyanın en fazla etkisinin görüldüğü devrimdir. Libya Libya’da sosyal medyanın etkisi çok sınırlıdır; çünkü Kaddafi16 yönetimi, uzun yıllar boyunca insanların tüm özgürlük alanlarına müdahale eder, onları kısıtlar ve özgürlüğü ortadan kaldırır dolayısıyla böyle bir atmosferde sosyal medyanın kullanımı güçleşir. İsyan hareketleri genellikle silahlı olur ve sosyal medya araçlarının kullanımı Kaddafi’nin devrilmesinden sonra artış gösterir. Devrim öncesindeki sosyal medya kullanım oranına bakmak gerekirse bunun sınırlı bir düzeyde olduğu görülür; üstelik internete bağlanmadaki zorluklar kullanımı güçleştiren unsurlardandır. Libya halkı sosyal medya yasağını Hotspot Shield uygulaması ile belli bir süreliğine aşsalar da internetin tamamen kesilmesi sonucunda sosyal medyanın etkinliğini ortadan kalkar. Kendileri için ilginç olan kısmın hiçbir pazarlama tekniği veya pazarlama için para harcamadan bunların yaşanması olduğunu belirten Sapçı, "Mısır’daki Tunus’taki kullanıcılar kendi kendilerine keşfederler. Bu durum bizim için çok etkileyiciydi aynı şeyi Libya’da da yaşadık. Libya’da daha ağırı da meydana geldi ve biz bunu trafiğimizde ilginç bir şekilde görebiliyorduk. Birçok site yasakladı, bu dönemde. Milyonlarca kişi Hotspot Shield'a bağlanıyordu; ama şöyle bir nokta vardı gece yarısından itibaren Hotspot Shield trafiği tamamen sıfıra iniyordu. Anladık ki, Libya’da interneti tamamen kapatıyorlarmış, o zaman Hotspot Shield’ın yapabileceği bir şey kalmadı.” bilgisini paylaştı. [7] Görüldüğü üzere Libya yönetimi, devrimden önce internet ağını tamamen kapatarak sosyal medyanın etkinliğini ortadan kaldırır. Pek çok kimse ‘Facebook devrimi’ dedi; çünkü bu dezenformasyonun yanında bilgiyi yaymak için de kullanılmış etkili bir araçtı. İnternet bağlantısındaki sorunlar 16 Muammer Kaddafi, Libya’yı 1969-2011 yılları arasında yönetmiş devlet adamıdır. 23 Paradigma, Güz 2015 sosyal medyanın devrim öncesinde popülerleşmesini zorlaştırdı; ancak Dünya ve Libya sosyal medyanın Arap Baharı’ndaki etkisini görünce, popülerliği son üç yılda büyük bir patlama yaptı. [8] Facebook, Libya halkına ulaşmak için çok güçlü bir araçtır. İki ucu çok keskin bir kılıç. Çünkü, herkes bir şey yazabiliyor ve haberleri ya da olayların doğruluğunu teyit etmenin imkânı yoktur. Şimdiki sorun (Facebook’a) bir şeyler yazılıyor ve insanlar bunu olduğu gibi alıyor. [9] Görüldüğü üzere Libya’daki devrime sosyal medyanın etkisi sınırlıdır. Kaddafi sonrası oluşan siyasi atmosfer içerisinde sosyal medya kendi yerini almaya çalışır. Ayrıca sosyal medyanın halk tarafından kullanılmasının yanında Libya’da kurulmaya çalışan yeni siyasi düzenin yöneticileri tarafından kullanmaya çalışır. Tunus’un komşusu olan Libya’da da sosyal medyanın sanılanın aksine çok etkili olamadığı söylenebilir. 5.613.380 kişilik nüfusunun 954,275’inin, yani sadece %17’sinin internet kullanıcısı olduğu ülkede, sosyal medya en etkili ve çarpıcı görevini devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin ölüm anını dünyaya ulaştırmakla gerçekleştirir. [10] Libya’da sosyal medyanın etkisi, yukarıda da değinildiği üzere Kaddafi linç edilirken çekilen görüntüler sosyal medya aracılığıyla tüm Dünya’ya yansımıştır. Suriye Suriye Arap Baharı devrim hareketlerinde diğer ülkelere göre farklı bir konumdadır; çünkü diğer devletlerdeki çatışmalar ve isyan hareketleri genelde rejim ve halk arasında geçmiştir, ancak Suriye’de bu durum zamanla farklılık gösterir. Sosyal medya kullanımına gelince diğer ülkelerde özellikle Mısır’da olduğu gibi sosyal medyanın etkinliğinden tam olarak bahsedilemez. Farklı grupların, örgütlerin ve yönetim güçlerinin aralarında yaşanan çatışmaları kaydedip sosyal ağlardan paylaşması dışında sosyal medya hareketleri yaygınlık kazanamaz. Genelde bir kısım muhalif unsurlar sosyal ağlardan yararlanır. 22.530.746 kişilik nüfusunun 5.069.418’i internet kullanıcısı olan Suriye’de sosyal medya, muhalifler tarafından aktif olarak kullanılır. Özellikle Beşar Esad’ın ve Baas17 yönetiminin ülkeye yabancı gazetecilerin girişine müsaade etmeyişi, sosyal medyayı muhalifler için önemli bir haber paylaşma mecrası, uluslararası medya kuruluşları içinse haber kaynağı haline getirir. Facebook, Twitter ve Youtube’ta yoğun haber yayınına başlayan muhalifler böylelikle seslerini tüm Dünya’ya duyurmayı başarırlar. Facebook, Twitter ve Youtube’ta anlık haber paylaşımları yapan Ugarit, NEWS gibi muhaliflerin yayın örgütlenmeleri haberlerin tek taraflı da olsa Dünya’ya duyurulmasına neden olur.[11] Suriye’de Beşar Esad yönetiminin basına karşı baskıcı tutumu ve uzun bir süre yabancı basın mensuplarının ülkeye girişine izin vermemesi de sosyal medyayı ve muhalifleri daha önemli bir haber kaynağı haline getirir. [11] Genelde muhaliflerden bazıları, sosyal medya unsurlarını etkin olarak kullanırlar. Dünya medyasına ve kamuoyuna bu şekilde seslerini duyurma imkânı yakalarlar ve destek alabilirlerdir. Suriye toplumun geneline yayılmış bir sosyal medya kullanımı yoktur. Suriye yönetiminin sosyal medya kullanımına örnek olarak Esad’ın sosyal ağlardan vermiş olduğu demeçler gösterilebilir ve bu demeçler sayesinde insanlarda istenilen algı yönetimi gerçekleştirilmekte ve toplumdaki desteğin artırılması amaçlanır. Rejim karşıtları, Suriye ordusunun halka uyguladığı şiddeti cep telefonlarıyla görüntüledikten sonra, bunu YouTube ve Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarında yayınlayarak Dünya’ya ulaştırır. Esad rejimi, muhaliflerin bu yöndeki eylemlerinin önüne geçmek için başta iPhone olmak üzere Apple şirketinin tüm ürünlerine yasak getirdi. Yasak çerçevesine diğer akıllı telefonların ise alınmadığı belirtilir. [12] Esad, muhaliflerin sosyal medyayı kullanmasını engellemek için birçok yasak getirir ve bu yolla muhalif güçlerinin bu alandan propaganda yapmasını ve destekçi bulmasını engelleme yoluna girer. Sonuç olarak daha önce de değinildiği üzere, Suriye’de sosyal medya kullanımı isyan hareketlerini yönlendirecek, organize edecek kadar etkili bir yapıya sahip değildir. 17 Arap halklarını tek bir devlet altında toplayarak Sosyalizm’i kurmayı hedefleyen siyasi harekettir. 25 Paradigma, Güz 2015 IŞİD’in Sosyal Medya Üzerinde Kullanımı Terör örgütleri, taraftarlarını bulundukları belli bir bölgede toplamaya çalışan illegal yapılanmalardır. Tehdit, korkutma, zorlama, maddi olarak kazanım elde etmek, dini inançları istismar etmek vb. şekillerde insanları saflarına çekmek için kullanılan bazı yöntemlerdendir. Bu yöntemleri kullanırken örgüt üyeleri, kişilerle bizzat temas kurarlar ve geleneksel medya ya da sosyal medya araçlarını kullanmayı pek tercih etmezler. Günümüzde gelişen medya ve sosyal medyanın insanlara ulaşmak için daha hızlı ve çok az maliyetli bir hal almasıyla özellikle Ortadoğu’nun birçok yerine yayılmış olan IŞİD’in bu araçları etkin bir şekilde kullanmasına yol açar. IŞİD, geleneksel yöntemleri izleyen terör örgütlerinin dışında bir strateji benimseyerek bu alanda boy göstermeye başlar. Faaliyetlerini bölgesel alanda ve vur-kaç taktiğiyle değil, daha belirgin ve kalıcı bir yapı üzerine oturtmaya çalışır, aynı zamanda uluslararası alanda kendi doğrularını yaymaya çalışan bir çizgide ilerler, bu yayma ve tanıtma faaliyetlerini yaparken sosyal medyayı çok verimli bir şekilde kullanır. IŞİD sempatizanı bireylerin ve medya gruplarının Twitter hesapları düzenli olarak kapatılır. Birçoğunun Twitter'da varlığını sürdürmek için izlediği bir dizi taktik vardır. Örneğin; sürekli olarak isimlerini, fotoğraflarını değiştirirler ya da yedek hesaplar açarlar. Tüm bu yoğun mücadele tedbirlerine rağmen, örgüt mesajını dışarı ulaştırmayı başarırlar. Bunun nedeni IŞİD'in, sosyal medyadaki merkezi olmayan gücünün becerikliliği, kolay uyum sağlayabilmesi ve esnekliğidir. ShamiWitness gibi birçok sempatizan, cepheden uzakta olup, evlerinde veya ofislerinde koltuklarında rahatlıkla sosyal medya operasyonlarına devam eder.[13] IŞİD, sosyal medya kanallarını o kadar etkili kullanır ki tüm Dünya’dan destekçi bulmayı başarır. Bu alanda etkinliğin kırılması için yapılan tüm çabalara rağmen IŞİD, sürekli yeni hesaplar açarak propagandalarını Dünya’ya duyurmayı başarır, bunun kanıtı olarak IŞİD içerisinde Dünya’nın her bölgesinden katılan yabancı savaşçılar gösterilebilir. Bu alanda birçok dilde yayınladıkları yazılar, videolar ve fotoğraflarla tüm Dünya’ya hitap etmeyi başarırlar. Twitter ve Facebook’ta birçok sayfa ve hesapla oldukça aktif olan örgüt, sanıldığının aksine yalnızca doğudan değil; İngiltere, Fransa ve hatta Kanada, Avustralya gibi Dünya’nın dört bir yanından yeni militan adaylarını bu platformlardan toplar. Örgütün Fransızca, İngilizce, Almanca gibi birçok farklı dilde konuşan üyeleri, kendi sosyal medya hesaplarından yayınladıkları videolarla ‘‘Gelin, bize katılın!’’ çağrısı yapar. Irak içinde ilerleyişlerini her gün Twitter’dan takipçileriyle paylaşan örgütün, Musul’da ilerleyişi sırasında hakkında kırk bin tweet atılır. Örgütün Twitter’da yayınladığı fotoğraf, video ve ‘hashtag’ler birkaç saat içinde yüzlerce kez paylaşılıp, ‘trend topic’ haline gelebilir.[14] Yabancı militanlar sayesinde birçok dilde ve birçok ülkede etkili bir şekilde sempati toplamaya devam eden örgütün bu alandaki başarıları, örgüt bünyesine artı olarak geri döner. Çaresiz insanları öldüren ve rakip cihatçıların bile kafasını kesen sıradan cellatlar olarak Irak ve Suriye'de savaşan İslam Devleti'nin vahşi imajının arkasında sosyal medyayı etkin kullanan ve ele geçirdikleri topraklarda karmaşık finansal stratejiler ve yönetimler kurabilen disiplinli bir organizasyon vardır.[15] IŞİD’in sosyal medyayı kullanma şekillerinden bir diğeri de insanlar üzerinde korku psikolojisi yaratarak yenilmez oldukları propagandasını yapmasıdır. Bunun sayesinde düşmanlarına karşı moral üstünlüğü elde ediyor. IŞİD’in Twitter, YouTube, Instagram gibi sitelerdeki hesapları yoluyla örgüt üyeleri “sahada” takip edilebilir, medya mensuplarının sorularına cevap verilir, gruba katılmak isteyenlere bilgi verilir. Örgütün “resmi” haber hesapları, web sitesi, (artık kaldırılmıştır) bir Android uygulaması ve dijital dergisine ek olarak yüzlerce “hayran” hesabı da vardır. Bu hesapların Suriye ve Irak’ta savaşanlara mı, yoksa dışarıdaki sempatizanlara mı ait olduğunu anlamak her zaman mümkün olmasa da, sosyal medyanın takipçileri her halükarda grubun çevrimiçi varlığına katkıda bulunurlar.[16] IŞİD, sosyal medya yoluyla hem taraftar topluyor hem de bu alanlar sayesinde örgüte yönlendirilen sorulara cevap vererek farkı bir görüntü çizer. Profesyonel bir şekilde çektikleri videolarla insanların kurtarıcısı rolünü üstlenirler. Sosyal medya ile savaşların, propagandaların yöntemi değişir ve IŞİD de bunun son dönemdeki en göze çarpan yansıması olarak akıllarda kalmayı başarır. 27 Paradigma, Güz 2015 Sonuç Sosyal medya günümüzün en etkili araçlarında biri haline gelir ve bu alanda etkili olmayı başaran yapılar etkin kullanmayanlara göre daima önde olacaklardır. Sosyal medya kullanımının ve yaygınlaşmasının beraberinde getirdiği bazı durumlarsa onun kontrol edilemez bir kanal olmasıdır; çünkü bir şekilde toplum bu araçlara ulaşabilmekte ve dahası aktif olarak kullanabilmektedir. Sosyal medya araçları sayesinde toplumda köklü bir değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Devletler, şirketler, terör örgütleri, toplumlar bu araçlara duyarsız kalmamakta ve uygulama alanlarında sosyal medyanın yerini önemle ayırmaktadırlar. Herkes, bu araçları kendi lehine kullanmanın yollarını arar. Sonuç olarak, sosyal medyanın Dünya üzerinde günümüzdeki etkisi devam eder ve gelecekte de artarak devam edecektir ve kuşkusuz sosyal medya, gelecekteki birçok alanda en ön safta olacaktır. Kaynaklar: [1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Sosyal_medya [2] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/ [3] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/ [4] http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-142-2014040755bs2012-2-65-91.pdf [5] http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-142-2014040755bs2012-2-65-91.pdf [6] http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/Imagesimages/files/9.pdf [7] http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/26061711.asp [8] http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/libyali-gencler-hayal-kirikligi-yasiyor [9] http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/libyali-gencler-hayal-kirikligi-yasiyor [10] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/#_ftn9 [11] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/ [12] http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25302494/ [13] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/12/141212_isid_sosyal_medya [14] http://tr.euronews.com/2014/07/14/sosyal-medyanin-yeni-fenomeni-isid/ [15] http://www.surecanaliz.org/makale/isid-ekopolitigi [16] http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/isid-sosyal-medyada-da-tehdit-mi 47 Dizelik Şiirden Bir Dize Oğuzhan URAL Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi 27 Ocak 1973, Ankara. Meslektaşları Mehmet Baydar ve Bahadır Demir’in vefat haberini almıştı. Katil, “Türkiye’nin yurt dışındaki bütün temsilcileri yok edilmeli! Ben yeni bir savaş tarzını tatbike koydum. Netice almanın tek yolu şiddetten geçiyor.” diyordu. Suikastten geriye kalan iki eş ve iki yetim çocuk… Genel sekreterlik görevinden sonra Paris’e atanmıştı. Takvimdeki sayılar 24’ü, harflerle buluşan kelime ise Ekim’i gösteriyordu. Yıl 1975, günlerden Cuma idi. Henüz bir sene olmuştu. Belki güneşliydi hava. Serinleyebilmek için açmıştı arabasının penceresini. Gülümseyerek izliyordu Paris sokaklarının tatlı telaşını. Ya da arabasının radyosundan yükselen müziği dinliyordu. Oğlu bildiği şoförü ile sohbet ediyordu. Gazetesini okuyordu. Belki de gülümsüyordu göz bebekleri. Fakat o gün yağmurlu da olabilirdi. Güneşli olsa da kasvetli bir gün değil miydi? Her şey olabilirdi o an. Ama asıl önemli olan nefes alıyordu. Yaşıyordu. Kalbinin atışını, kanının damarlarındaki ahengi devam ediyordu. Saniyeler sonra vefat edeceğini aklına bile getirmemişti. Belki elleri üşüyordu o an ya da karnı acıkmıştı. Birdenbire aklına düşen ailesine ulaşmak istiyor da olabilirdi. Belki o mermiler üzerine yağmadan önce, eşinin ve çocuklarının sesini duymuş olabilirdi, kalbi atmayı bırakmadan. Belki planları vardı, o gün yapması gereken yığınca işler. Kravatı vardı boynunda. Üzerine kanının bulaşacağı bembeyaz ütülü gömleği… Belki, belki, belki… Nereden bilebilirdi ki zihnini bir anda yitireceğini? Her gün geçip gittiği yollarda kanının birikebileceğini? En önemlisi şehitlik mertebesine yükselebileceğini, nereden bilebilirdi ki? O, İsmail Erez. 24 Ekim 1975’te bir cuma günü aracının yavaşladığı bir esnada şoförü Talip Yener ile beraber şehit edildi. Bütün hayatı, hayalleri, geleceği, çocukları, eşi o kurşunlarla bitirildi. Söyleyin, bir insanın hayatı nasıl küçücük mermilere sığdırılabilir? Hangi vicdan bu yükü kaldırabilir? Ya geride kalanlar? O yetim çocuklar… 29 Paradigma, Güz 2015 O kurşunların sahibi ASALA terörüydü. Türkiye’yi uluslararası camiada zor duruma düşürmek için yapılan bu suikastten sonra İsmail Erez ismi okullara, caddelere verildi. Sahi kimdi bu İsmail Erez? Alelade bir isim değildir. 1943’te derece ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuştu. ‘’Mülkiyeli’’ idi o. Gittiği ülkelerde görevini hakkı ile yapan bir diplomatımızdı. Temsil ettiği Türk Devletinden çok, Türk milleti idi. Neden unuttuk? Okullara, caddelere ‘’İsmail Erez’’ diyerek mi ödemiş olduk vefa borcumuzu? Acaba hakkını bize helal etmiş midir hiç düşündük mü? Unutulmaya yüz tutmuş nice İsmail Erez’leri unutmamak bizim vefa borcumuzdur. Yapılan şiddeti, katliamları unutursak, isimlerini bilip kendilerini bilmezsek, yaptıkları işlerden bihaber yaşarsak bizim katillerden ne farkımız kalır? İçimizdeki Erezleri yaşatmak dileği ile sağlıcakla… BİZDEN HABERLER Basın Müsteşarı Ahi Evran Üniversitesi’nde Esra ERKAN Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Alman Müsteşarı Büyükelçiliği Peter Kettner, Basın siyaset alanında Türk-Alman işbirliği hakkında bilgiler verip öğrenci arkadaşlarımızın sorularını yanıtladı. 7 Nisan 2015 tarihinde, Uluslararası İlişkiler Topluluğu’nun okulumuzu ziyaret daveti eden ile Alman Büyükelçiliği Basın Müsteşarı Peter Kettner, bilim ve siyaset alanında TürkAlman işbirliği hakkında bilgiler verip öğrenci arkadaşlarımızın sorularını yanıtladı. Türkiye-Almanya oluşturan birçok öğenin (bilgisayar, telefon, araba vs.) bağını gündelik yaşamımızda yer bulduğuna, kullanılan araç gereçlerin bu bağın devam etmesinde önemli bir rol bulduğuna dikkat çekti. Almanya’daki yüksek öğrenim olanaklarından bahseden Kettner, öğrenci değişim programlarının artması için büyükelçiliğin çaba gösterdiğini söyledi. Almanya’ya gitmek için başvurulan sürecin kolaylaştırılması adına ellerinden gelenin yapıldığını belirtti. Kısa konuşmasının ardından Kettner şu sorulara cevap verdi: 31 Paradigma, Güz 2015 Almanya’nın, Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan bir kapı ve önemli bir müttefik olduğunu belirtmesine rağmen AB katılım sürecinde gereken desteği vermemesinin sebebi nedir ? AB sürecine Avrupa ülkelerinden çok farklı yaklaşanlar var. Türkiye’nin üyeliğini destekleyen ve karşı çıkan ülkeler var. Biz Almanya olarak, bu sürecin hızlanması için elimizden geleni yapıyoruz. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var evet, ama aynı şekilde Türkiye’nin de AB’ye ihtiyacı var; fakat bu süreci ilerletmek sadece Almanya‘nın elinde olan bir şey değil. Almanya’dan bu konuya eleştirel olarak yaklaşanlar var. Aynı şekilde Türkiye’de de AB sürecine şüpheli bakan tarafların olduğunu görmekteyiz. Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrupa arasında bir köprü rolü olduğunu söylediniz. Türkiye’nin köprü konumunda olması, Almanya’nın Ortadoğu’daki politikaları için bir araç rolünde mi? Almanya hükümeti herhangi bir ülkeyi araç olarak görmemektedir. Türkiye sadece kültürler arasında köprü veya siyasetleri mümkün kılan bir araç olarak görülebilir. Eğer Alman tarihine ve politikasına bakacak olursanız Türkiye’nin, Almanya tarafından hiçbir zaman kullanılmadığını görürsünüz. Bizim hepimizin Ortadoğu’da güçlü bir rol oynayacak Türkiye’ye ihtiyacımız var. İki tarafta da yapıcı roller oynayabilen Türkiye isteğimiz var. Almanya için Türkiye’nin sıfır problem politikası, bölgede rol oynayan her ülke ile barışık bir Türkiye’nin önemli olduğunu ifade ediyor. Bu hedefin hala geçerli olması bizim için araçtan çok aktif bir rol oynayan Türkiye demektir. Bazı Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri bizden daha sonra AB’ye başvurmalarına rağmen bizden daha önce AB’ye girmişlerdir. Türkiye olarak şartlarımızın daha iyi olmasına karşın hala bu sürece kabul edilmememizin sebebi nedir? AB’nin doğuya doğru genişlemesine baktığımızda –Bulgaristan, Yunanistan, Romanya’nın alınmasına göz attığımızda- Avrupa’da ki pek çok ülke, bu ülkelerin AB’ye alınmasının aslında çok hızlı gerçekleşmiş olduğunu ve bazı hatalar 33 Paradigma, Güz 2015 yapılmış olduğunu düşünüyor. Türkiye açısından bu olaya baktığımızda ve özellikle Kıbrıs’ı düşündüğümüzde ‘’Onlar alındı ise biz neden alınmadık?’’ gibi bir çıkarımda bulunuluyor doğal olarak. Bu şekilde düşünülmesi doğru fakat; AB olanlardan bir şeyler öğreniyor ve ders çıkarıyor, ona göre çıtasını belirliyor. Diğer yandan Türkiye çok büyük bir ülke. Hem siyasi hem de ekonomik açıdan bakıldığında AB’de çok büyük değişiklikler yaratabilir. Herhangi küçük bir ülkenin alınması gibi olmayacaktır ve Türkiye AB’yi bütününden değiştirebilecek konumdadır. En büyük nüfusa ve ikinci en büyük ekonomiye sahiptir. Bu durum dengeleri baştan sona değiştirebilir. Aynı zamanda AB’nin de Türkiye’nin de buna hazır olması gerekir. AB’ye üye olmak demek, gücün transferi demektir. Gücün transferi, siyasi gücünüzün transferi ve bütün yasakların %70’inin AB Komisyonu Parlamentosu tarafından yapılacak olması demektir. Yasalar AB tarafından yapılacak ve hükümetin söz hakkı azalacaktır. Buna hazır olunup olunmadığına bakmak ve uzlaşıya açık olmak gerekmektedir. Son olarak Almanya ile ilgili bu konularda daha iyi bilgi almak için büyükelçiliğin web sitesinden faydalanabilineceğini söyleyen Peter Kettner, Türkiye’nin Almanya için önemli olduğunu belirterek konuşmasını sonlandırdı. Sakarya Üniversitesi’nde 1. Uluslararasi Öğrenci Kongresi Esra ERKAN Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Topluluğu ve Aktif Fikir Topluluğu’nun organizasyonu ile Ahi Evran Üniversitesi öğrencileri Sakarya Üniversitesi tarafından 20-22 Nisan tarihleri arasında düzenlenen ‘Uluslararası Öğrenci Kongresi’ne katıldı. Altı farklı oturumda çeşitli üniversitelerden yirmi dokuz öğrenci arkadaşımızın bildirilerini sunduğu kongrede ‘Türk Dış Politikasında Ermeni Meselesi’ konusu masaya yatırıldı. Oturum Başkanlığını Prof. Dr. Haluk Selvi'nin yaptığı kongrenin ilk oturumunda "Türk Dış Politikasında Ermeni Meselesi" konusundaki bildiriler sunuldu. Oturumda, Kırıkkale Üniversitesi öğrencisi Ahmet Ataş "Ermeni Sorunu', Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisi Bahar Kara "Ermeni İddiaları" ve Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi öğrencileri Rukiye Seven ile Nursema Karabulut "Türkiye-Ermenistan İlişkileri" konuları hakkındaki bildirilerini sundu. 35 Paradigma, Güz 2015 Kongre'nin diğer oturumlarında ise Doç. Dr. Sibel Akgün'ün oturum başkanlığında "Uluslararası Alanda Ermeni Meselesi", Doç. Dr. Haşim Şahin'in oturum başkanlığında "Ermeni Terör ve Kimlik Yaklaşımı", Yrd. Doç. Dr. Zeynep İskifiyeli'nin oturum başkanlığında "Azerbaycan İlişkisi ve Karabağ Sorunu", Yrd. Doç. Dr. Fikrettin Yavuz'un oturum başkanlığı'nda "Olayların Perde Arkası" ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sarı'nın oturum başkanlığı'nda "Psiko-Politik Açıdan Ermeni Meselesi ve Bölge Ülkelerinin Olaylara Bakışı" ana başlıklarında bildiriler sunuldu. Kongre sonrasında Sakarya ili Mümkünlü Kasabası’nda kültür ve doğa gezisi yapıldı. DÜNYADAN HABERLER Yemen Krizi mi Yemen Savaşı mı? Abdurrahman TEKİNSOY Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Yemen olayları ile biraz biraz herkesin haberi ve bilgisi mevcut peki Yemen'de neler oluyor, neden oluyor? Bunu bariz bir şekilde aktarmak ve anlatmak bayağı zor bir durum; ama ben bildiklerimi şu şekilde aksettireyim ve güncel gelişmeleri sizlere sunayım. Öncelikle biraz Yemen’den ve Yemen yönetiminden bahsedelim. Yemen'e yapılan müdahale Yemen'in kuruluşunu ertelediği gibi en az yarım asır sürecek yeni bölgesel kaoslara da neden olması, şiddet olaylarının Yemen’den eksik olmamasını beraberinde getirmekle birlikte, Ortadoğu'da 1. Dünya Savaşı'ndan sonra çizilen suni sınırlar bölgeyi sürekli bir keşmekeşin içinde bıraktı. Yüzyıl geçmesine rağmen bu coğrafyada istikrar neredeyse hiç sağlanmadı. İstikrar sağlansa bile adaletli yönetimler çok az görüldü. Sınırları çizmeye çalışan ya da kendi ekonomik çıkarlarını hep göz önünde tutan devletler tabiri caiz ise burada istedikleri atı oynatmaya çalıştılar. Arap Baharı’ndan bu yana da çeşitli halk hareketleri oldu ama istenilen sonuçlar bir türlü alınamadı. Son olarak Yemen'de seçilmiş hükümete karşı Husiler'in 18 yaptığı darbe ardından Suudi Arabistan önderliğinde Körfez ülkelerinin operasyonuyla bölge bir kez daha karıştı. Husiler, 2004-2009 yıllarında aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirleri ile de savaşmış ancak Arap Baharı denilen sürecin başında, şimdi müttefik oldukları Ali Abdullah Salih'e de karşı gelerek, Yemenlilerin isteklerine tabi olmuşlardı. Aslında biri Katar diğeri de Körfez işbirliği teşkilatının girişimi ile Merkez-Husi gerginliklerine iki kere aracılık yapılmış ama başarılı olunamamıştır. Zira onların amaçları hareketlerini 18 Husiler: Şiiliğin bir kolu olan Zeyyidiye’ye mensup aynı zamanda Ensar Allah olarak da bilinen isyancı bir gruba destek vermeleriyle bilinir. Zeyyidiler, Husi nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturur. Husiler, 1962 yılına kadar bin yıl boyunca Yemen’in kuzeyini yönettiler. Husilerin ismi ise Hüseyin Bedir el Din el Husi'den gelir. 37 Paradigma, Güz 2015 Saada'nın 19dışına taşımaktı. Nitekim Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğu imkânı ile 2012 yılından itibaren kurdukları bazı ittifaklar sayesinde Sana'ya 20 kadar gelip, oradan nüfuzlarını Bab’ül Mendep'e 21 doğru uzatmak istediler. Bab’ül Mendep’e yaklaşımları, en büyük hataları olmuştur. Zira dünya petrol taşımacılığının neredeyse yarısından fazlasının geçtiği bir alana bu gurubun yaklaşması kabul edilemez bir hareket olarak değerlendirilecekti. Eğer Bab’ül Mendep'e doğru yönelmemiş olsalardı, bir iç siyasi muhalefet hareketi olarak çeşitli tarafların, hatta Yemen'in Sünni bölgelerinde yerleşmiş olan El Kaide'ye karşı ABD'nin de desteğini alabilirlerdi. Fakat onlar Sana'ya girerken, yönlerini belli ettikleri gibi "Kahrolsun ABD, kahrolsun İsrail!" sloganları kullanarak bu şanslarını yitirdiler. Peki bütün bu yaşanmışlıkların ardından "Şu anda Yemen'de yaşanan kriz veya savaş kimin krizidir veya kimin savaşıdır?" diye soracak olursak Prof. Dr. Zekeriya Kurşun ABD'nin İran hamlesi olarak nitelendirmiş ve "Yıllardır Körfez ülkeleri İran'a karşı duydukları kuşku ve hatta korkularını hep aleni bir şekilde söylemişler ve hatta bu doğrultuda da olabildiğince silahlanmışlardır. Ancak buna rağmen ABD bunları duymazlıktan gelerek, İran ile diyalog kapılarını araladı. Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerini endişeye sevk etti. Bugün gelinen nokta ise, Yemen'de iç savaş veya siyasi istikrarsızlığın bitirilmesi değil "İran'ın durdurulması" olarak sunuldu. Bu durumda Yemen'de kim savaşıyor sorusunun bir kere daha sorulması bir zaruret değil midir?" cevabını vermiştir. Müslüman dünyasında da ayrılıklara yol açan Yemen krizi hükümetle muhalefet arasında bir iç çekişme olarak başlamasına rağmen Mısır, Libya ve Suriye'deki ayaklanmaların bir benzeri olarak görülüyordu; ancak İran'ın Husi isyancılarını desteklediğinin ortaya çıkmasıyla çatışmalar Yemen sınırının dışına taşmaya başladı. 19 Saada ili :Yemen'in 21 ilinden birisidir. Saada ili ülkenin kuzeybatısında yer alır. Sana: Yemenin batısında bulunan, Kızıldeniz’in doğusunda Bab’ül Mendep boğazına yakınlığı ile bilinen bir yemen kentidir 20 21 Bab’ül Mendep Boğazı: Kızıldeniz’i Aden Körfezine bağlayan boğazdır. Afrika ile Arap Yarımadasını birbirinden ayırır. Konu, şimdi de Ortadoğu'nun iki ağır topu olan Suudi Arabistan ve İran arasında doğrudan bir kriz, bölgesel savaşa dönüşmekle beraber Suudi Arabistan ve İran arasındaki tansiyon giderek yükselmeye başladı. Riyad’ın22 Husilere silah yardımı yapmakla suçladığı İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Basra Körfezi’nden Aden Körfezi’ne Umman Denizi’nden Akdeniz’e kadar her yerde olacaklarını ileri sürerek meydan okudu. Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleriyle İran arasında bilek güreşine dönüşen olaylar, Riyad'ın Tahran'ı23 suçlayan açıklamalarına sert yanıt veren Lübnan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'a, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi de katıldı. Ruhani 18 Nisan 2015’te Ordu Günü kutlamalarında yaptığı konuşmasında, Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan koalisyonu sert bir dille eleştirerek, “Mazlum halklara saldırmak, saldırganlara her iki dünyada utanç getirecektir.” ifadesini kullandı. Tüm bu yaşanan ayrılıklar ve krizlerden önce BM Güvenlik Konseyinde Yemen hakkında bir karar aldı. Yemen hakkında alınan bu karar Yemen'de Husiler'e karşı silah ambargosu uygulanması yönündeydi. Rusya çekimser kaldı. Yemen'de Husilere karşı hava harekatını yürüten koalisyon ülkelerince hazırlanan ve Ürdün tarafından BM Güvenlik Konseyi'ne sunulan karar tasarısı 14 Nisan 2015 tarihinde kabul edildi. BM Şartı'nın güç kullanmayı düzenleyen 7. bölümü altında kaleme alınan tasarı, 14 ülkenin desteği ve Rusya'nın çekimser kalmasıyla konseyden geçti. Tüm bunlar olurken Yemen Krizi veyahut da bazı profesör ve köşe yazarlarınca adlandırılan Yemen Bölgesel Savaşı’nın sonunun nereye varacağı merak konusudur. 22 23 Riyad: Suudi Arabistan’ın başkentidir Arap Yarımadasının ortasında yer alır. Tahran: İran’ın başkentidir. Coğrafi açısıyla İran’ın kuzeyinde Elburz Dağı’nın eteğinde yer alır. 39 Paradigma, Güz 2015 AB Yeterince AB Olmayı Hak Ediyor Mu? Abdurrahman TEKİNSOY Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Başta İngiltere olmak üzere, Rusya da büyük bir çalkantılı seçim dönemi geçiriyor. İngiltere’yi tekrar Dünya’nın gözbebeği konumuna getirmek isteyen çok uluslu partiler bir yana, Rusya’da Putin’i devirmek için birleşen muhalif partiler… Bunların yanı sıra eski İMF başkanı için İspanya’da yolsuzluk suçlamaları… Hepsi bir yana Avrupa’nın büyük ayıbı ise Akdeniz’de, hayatlarını kurtarmak veya daha iyi bir sosyal yaşamı ellerine almaya çalışırken ölen mülteciler. AB “Neden bu ölümleri engelleyemiyor ve bu ölümlerin neden önüne geçemiyor?” bu da büyük bir merak konusu. Libya'dan yola çıkan bir göçmen gemisi, daha doğrusu balıkçı teknesi İtalya'nın Lampedusa Adası24 açıklarında batarken teknedeki yüzlerce kişiden, kurtarılan bir göçmene göre 950 kişiden 28’i kurtarılabilirken geriye kalanlar hayatını kaybetti. Yaşamını yitiren yüzlerce kişinin, geminin yük bölümünde kilitli kaldığı söyleniyor. Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları 20 Nisan’da Lüksemburg'da bir araya gelip, Kuzey Afrika'dan Avrupa'ya göçmen akını konusunda bundan sonra ne yapılabileceğini konuşup buna yetkin kararlar alınacağını belirtti. İtalya, göçmenleri bu tehlikeli yolculuğa özendirdiği gerekçesiyle, Akdeniz'deki arama kurtarma operasyonlarına geçen yıl son vermişti. Oysa Mare Nostrum adı verilen bu operasyonlar, İtalyan yetkililerin kendi açıklamalarına göre Ekim 2013 - Ekim 2014 döneminde 140 bin kişinin hayatını kurtardı. Mare Nostrum'un yerini alan AB'nin sınır koruma örgütü Frontex'in25 Triton operasyonu ise üçte biri kadar bir bütçe, sınırlı yetki ve insan kaynakları ile çalışıyor. Örneğin Frontex'in kendi gemileri yok, Frontex’e üye ülkelerin ödünç verdiği gemilerle yapıyor operasyonları. Kasım 2014'te bayrağı devralan Triton'un faaliyete geçtiği ilk dört ayda Akdeniz'de 22.300 kişiyi kurtardığı bildiriliyor; ancak havaların ısınmasıyla birlikte İtalya kıyılarına ulaşmaya çalışan kaçakların sayısı, 24 25 Lampedusa Adası: Akdeniz’de İtalya’ya bağlı Palagie Adalarını oluşturan üç adadan biridir. Frontex: AB üye ülkelerinin dış sınırlarının yönetimi için operasyonlar iş birliği ajansıdır. dolayısıyla da Triton operasyonunu bekleyen görevler de arttı. Ölümlerin durup durmayacağı ise tamamı ile merak konusu. İtalyan başbakanı ise olayların ardından, bu yolla yapılan insan kaçakçılığını "21. yüzyıl köleliği" olarak nitelendirdi ve "Böyle bir trajedi karşısında Avrupa'nın başka konularda gösterdiği dayanışmayı sergileyememesi düşünülemeyecek bir şey." diye ifade etti. BM Mülteci Örgütü'nün verilerine göre, sadece 10-17 Nisan tarihleri arasında Akdeniz'de 13.500 göçmen kurtarılmış. Bu yıl şimdiye kadar ölenlerin sayısı en az 1600 kişi. Kuzey Afrika'dan 2015'te 35 bin, geçen yıl da 218 bin göçmenin Avrupa'ya geçtiği kayıtlar arasında. Malta ve İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri, göçmenlerin yükünü tek başlarına kaldıramayacaklarını söylüyor. Avrupa Komisyonu ise Nisan ayının ikinci haftasında üye ülkelerin Frontex operasyonlarını güçlendirmek için ne para ne de siyasi destek verdiklerinden yakındı. Birçok liberal kurum ve kuruluşun bulunduğu Avrupa ve Avrupa Birliği, bunca ölüme ve insanlık dramına sahne olurken; adaletten yoksun ve insanlık dramlarının merkezi haline gelmişken, “sözde” katliam ve soykırımları yargılamayı hak ediyor mu? Kaynaklar: BBC News, EURO News, Zaman Gazetesi, Sabah Gazetesi, TRT Haber, Yeni Şafak gazetesi. 41 Paradigma, Güz 2015 RÖPÖRTAJ İçimizden Biri Abdurrahman Akyazan Gökçen ERGÜVENÇ Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Abdurrahman Akyazan, 1991 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kayseri’de tamamladıktan sonra, kariyerine Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans eğitimi alarak başladı. Akyazan Macaristan’da, “etnik kimlik ve azınlık kavramı” üzerine yüksek lisans yaparak kariyerine devam ediyor. Öncelikle biraz sizden bahsedelim. Neden uluslararası ilişkiler bölümünü tercih ettiniz? Uluslararası ilişkiler bölümünü seçerken etkilendiğiniz kişi/kişiler var mıdır? Tarih, coğrafya ve politikaya olan ilgim beni bu bölüme itti daha çok; ama şöyle bir şey var ki Türkiye’de birçok genç ilgi alanına yönlendirilmiyor maalesef. Aile baskısı, toplum baskısı insanlarımızı istemedikleri alanlarda çalışmaya zorluyor. Daha da kötüsü gençlerimiz ilgi alanlarını bilmiyor. Bunun tespiti çocuk çok daha küçükken belirlenip yönlendirilmesi gerekir. Ben küçüklüğümden beri ilgi alanımın farkındaydım ve bu yüzden de bu bölümü tercih ettim. İyi ki kimseden etkilenmedim bu bölümü seçerken yoksa seçmezdim sanırım. Kariyerinize Gazi Üniversitesi'nde başladınız, sizi okulu erken bitirme konusunda azimlendiren şey nedir? Dediğim gibi ilgi alanı çok önemli. Sevdiğiniz şeyi yaptığınız zaman azim denen şey ister istemez geliyor zaten. Çevresel faktörlerden dolayı bu bölümde okusaydım sanmıyorum ki yüksek bir not ortalaması ile ve erkenden bitirebilirdim. Kendinizi ileride nerede görüyorsunuz? Uluslararası bir NGO’da çalışmak güzel olurdu. Öğrenci değişim programı ile Estonya'ya gittiğinizi biliyorum. Peki Erasmus yapmanın uluslararası ilişkiler bölümünde okuyan öğrencilere katkısı var mıdır? Kesinlikle. Erasmus’un en önemli katkısı da dildir bence. Avrupa’nın dört bir yanından gelen öğrencilerle bir veya iki dönem geçirmenin katkısı çok büyük. Sadece dil de değil kişisel gelişiminiz, dünya görüşürüz ve hayata bakış açınızı tamamen değiştirecek bir program Erasmus. Kabuğunuzdan çıkmak istiyorsanız Erasmus büyük fırsat. Yüksek lisansınızı Macaristan'da yaptığınızdan bahsettiniz. Macaristan ile Türkiye arasındaki ilişkilerden bahsedecek olursak neler söyleyebilirsiniz? İki millet de kendisini Atilla’nın torunu olarak görüyor. 150 yıllık bir Osmanlı geçmişi var Macaristan’ın, ama şöyle bir şey var ki Balkanlar’da Osmanlı’dan dolayı bize karşı bir nefret varken, buradaki insanlarda öyle bir şey yok kesinlikle. Hatta Türk olmak artı bir özellik bile getirebiliyor. Hocalı Katliamı’nı tanımaları önemli mesela. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Şubat ayında yaptığı Macaristan ziyaretinde "Macarlar için Türkiye ikinci evleridir" ifadesini kullanmıştı. Macaristan halkının bu konuya yaklaşımı nedir? Dediğim gibi Türkiye ve Türkler gerçekten çok seviliyor burada. Diğer Batı Avrupa ülkelerinde aşırı milliyetçi / Irkçı partiler Müslümanları hedef alırken buranın ırkçı partisi -Jobbik- Turancı diyor kendilerine. Hatta partinin lideri Türkiye’de seminerlere geliyor. Her ne kadar böyle olsa da bu parti gerçekten ırkçı bir parti. Roman vatandaşlara karşı olan düşünceleri insanlığa sığmayacak cinsten. Başbakan Ahmet Davutoğlu aynı ziyaretinde Macaristan ile ortak kültürümüz olduğundan bahsetmişti. Günümüz Macaristan'ında bunun etkileri sürüyor mu? Tabi ki. Birçok ortak kelime var. Poğaçaları var börekleri var. Türbeler camiler cabası. 43 Paradigma, Güz 2015 Birazda yüksek lisans konunuzdan bahsetsek etnik gruplar ve azınlıklar olduğundan ve daha çok Almanya'da yaşamını sürdüren Türkler üzerine çalıştığınızdan bahsetmiştiniz. Etnisite ve ırk arasındaki en temel fark nedir? Biraz bahsedebilir misiniz? Kabaca etnisiteyi kendilerini diğerlerinden bazı özelliklerinden dolayı farklı gören insan topluluğu denebilir. Dil, tarih, kültür, din, mitler gibi ortak özellikler bu insanları diğerlerinden farklı kılar. Irk kavramı ise bilimsel, ya da sosyolojik bir kavram değildir. Farklı bir anlamda biyolojik bir kavram olarak kullanılabiliyor. Mesela Orta Asya’dan gelmiş olsak bile fiziksel olarak, DNA olarak oradaki insanlardan çok farklıyız. Avrupa’ya daha yakın olduğumuz söylenebilir. Bu durumda ırktan bahsetmek gerçekten normal değil. Aynı etnik değerleri paylaşıyoruz, ama ırk kavramı sosyolojik, bilimsel gerçekleri açıklamaktan çok uzak. Bu yüzden de bilimsel bir kavram değil. Etnik kimlik bireylerin oy kullanma şeklini ne kadar ve nasıl etkiliyor? Bu konu da çok uzman sayılmam ama duruma göre değişir. Mesela Orta-Doğu Avrupa’da Roman vatandaşlar Roman partilerine çok ilgi göstermezlerken, başka yerlerde bu ilgi daha fazla olabilir. Ama benim istatistik derslerinde gördüğüm kadarıyla eğitim seviyesi, ekonomik durum, topluma uyum seviyesi en büyük etken bu konuda. Atatürk Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Şükrü Nişancı "Etnisite Algısının Siyasal Tercihler Üzerine Etkisi: Kars İli Kağızman İlçesi Üzerine Bir Çalışma" adlı çalışmasında bireylerin yaşları ilerledikçe etnik kimliğe vurgunun azaldığını ifade etmiştir. Sizce genç nüfus için etnik kimlik neden bu kadar önem taşımaktadır? Bu bağlamda değerlendirecek olursak; Almanya'da yaşayan Türkler çoğunluk olarak Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller Partisi'ne oy vermiştir. Bunun nedenini etnik kimlik ile açıklayabilir miyiz? Gençler toplumla daha çok iletişime geçtiği için sahip olamadıkları şeyleri fark etmede daha becerikli olabiliyorlar. Bu durumda kendilerine “evet biz onlardan değiliz” diyebiliyorlar. Bu da etnik bilinçlerini arttırıyor haliyle. Almanya’daki ikinci ve üçüncü kuşak arasındaki yüksek milliyetçik ve dindarlık oranları ancak bu şekilde açıklanabilir. Kim kendi haklarını daha fazla savunacaksa ona verirler illa ki. Toplumla bütünleşmiş olsalar, ayrımcılık olmasa, bir Türk ve Alman eşit olsa Hristiyan demokratlara bile verirler. Türkiye’de sığınmacı olarak yaşayan Suriyeliler ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Zor bir durum tabi. En kısa sürede topluma uyumları sağlanmalı. Türkiye’de yaşayan Suriyeliler ile, Almanya’daki Türkleri karşılaştırdığımızda ne gibi bir sonuca ulaşabiliriz? Öyle görülüyor ki bu savaş kolay kolay bitmeyecek ve biz Suriyeliler ile beraber uzun süre yaşayacağız. Türkçe konuşan, Türk okullarında okuyan ikinci bir kuşak ortaya çıkacak. Umarım Almanya’daki gibi uyum sorunlarımız büyük olmaz. Yoksa ikinci kuşaktan itibaren büyük sorunlar yaşayabiliriz Almanya’daki ikinci kuşak Türklerin yaşadığı gibi. Almanya'da Türkleri ilk olarak "misafir işçi" olarak adlandırdılar. Günümüzde Almanya'da yaşayan Türklerin karşılaştığı tepkilerden, etiketlerden bahsedebilir misiniz? Misafir işçi kavramı kalmadı tabi. Yabancı, yabancı vatandaş, Alman Türkü gibi kavramlar mevcut. Ama en kötüsü bizim taktığımız “Almancı” etiketi. Almanya'da doğan Türk çocukları kimlik arayışı sorunuyla karşılaşıyor mu? Tabiki. Ailesi çocuğu ana sınıfına göndermiyor. Çocuk okula gidiyor Almanca bilmiyor. Almancayı öğrenene kadar derslerinden geri kalıyor. Akranlarından bir adım geride hep. Daha sonra büyüyor bakıyor Alman değerlerine ve Türk değerlerine, ama seçemiyor çünkü gerçekten çok farkı değer yargıları var. Daha sonra görüyor ki Alman topluma kabul edilemeyecek. Son sığınağı Türk kimliği oluyor ve bu kimliği gerçekten güçlü tutuyor. Dediğim gibi bu yüzden ikinci, üçüncü kuşakta yüksek milliyetçi değerlerin görülme sebebi budur. Türk toplumunun Alman toplumundan izole olmasının sebebi budur. Bazıları oluyor gördüğü Alman değerlerini bağdaştıramıyor ve kendini izole ediyor. Asimilasyonu seçiyor. 45 Paradigma, Güz 2015 Türk değerleriyle Göçten sonra entegrasyon süreci nasıl gelişiyor? İşçi göçü ile giden insanlar için o ülkenin parçası olmak ne kadar zaman alıyor? Eğitim seviyesi, dil önemli bir faktör. Genel olarak şu kadar zaman alıyor denemez. Azınlık ve çoğunluk arasında ne kadar eşitlik varsa, azınlığın eğitim seviyesi ne kadar yüksekse, dil problemi ne kadar hızlı çözülürse o kadar hızlı olur. Aksi takdirde tam tersi olur. Gettolar kurulur toplum kendini izole eder. Türkiye'den göç eden insanlar ne tür işlerde çalışıyorlar? Türkler için Almanya'da yaşam nasıl seyrediyor? Birinci kuşak en ağır işlerde çalıştırıldı ve çoğunluğu emekli şimdi. İkinci ve üçüncü kuşak arasında işsizlik çok yüksek. Çok kalifiye işlerde çalıştıkları söylenemez. Döner-kebap önemli bir alan Türkler arasında . Çok az bir kısım üniversitelerde okuyabiliyor. Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın bir söyleşisinde "İstanbul Hatırası" filminden sonra Dünya'nın birçok yerinden 'Türkiye'yi böyle bilmiyorduk' diye mektuplar aldığını ifade etmişti. Türkiye Almanya'da nasıl biliniyor? Türkler ve Almanlar arasında fazla kontak olmadığı için basmakalıp düşünceler, ön yargılar gerçekten çok fazla. Almanya’daki Türklerin de bazı durumlarda güzel örnekler gösterdiği söylenemez. Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerden biri olan Frankfurt'ta, geçtiğimiz günlerde Avrupa Merkez Bankası açılışında yaşanan olaylar Frankfurt halkını ve Frankfurt'ta yaşayan Türkleri nasıl etkiledi? Pek etkilediğini sanmıyorum. Son olarak Türkiye Almanya ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Almanya en çok ihracat yaptığımız ülke olmasından ve 3.000.000 insanımızdan dolayı bizim için çok önemli. Politik alanda bazı sıkıntılarımız olsa da ekonomik olarak Almanya Türkiye için çok önemli. Almanya için de Türkiye çok önemli. Srebrenitsa Katliamı'na Kadın ve Medya Bakışı Zehra Eda YAKALI Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi “Büyümek istiyorum anne, Hedef seçmektense, hedef olmayı kurşunlara, Vurmaktansa, vurulmayı seçiyorum Doğdum ve irkildim büyüklüğünün karşısında dünyanın, Gördüm ve şaşırdım açgözlülüğüne insanların İnsan insanın düşmanı mıdır? Kim kırar gönülleri, Korkmaz mı ve bilmez mi insan? Bir gönül kıran, onaramayacaktır. Ve vurduğu silah er geç dönecektir kendine. Ve insan vurduğu kadar vurulur, bilmez mi? Nedameti olmayana merhamet değil, Lanet edilir ancak, Çocukları anne, küçük kurşunlarla mı vururlar? Oysa, çocuk merhamet demektir biraz, İnanmaktır, bir uçurtmanın değerli olduğuna bir füzeden Bütün bilyelerimi versem, resimlerimi, topacımı Yetmez mi anne, yok etmeye yeryüzünden bütün silahları? Bütün oyunlarda ebe olmaya razıyım, Yeter ki bölmesin bir bomba rüyalarımı.. Madem savaş, en çok bir çocuğun annesiz ya da babasız olması demektir, Ebelenmek ve daha oyuna girmemektir madem Yakıyorum tahta atımı ve tabancamı. Oyunlarda ne askerim bundan sonra, ne de pilot. Söz, kullanmayacağım bundan sonra sapanımı Oynamak istemiyorum, sonunda ‘’elma dersem çık’’ olmayan hiç bir saklambacı. Çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar anne? Akar mı onların da kanları?” Yukarıdaki dizeler, yirmi birinci yüzyılın hemen eşiğinde, medeniyetin temsilcisi sayılan Avrupa’da tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen Srebrenitsa Katliamı’nı yaşamak mecburiyetinde kalmış bir çocuğun, ölürken söylediği son sözün şiire dönüştürülmüş halidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük toplu katliamın kurbanı olanlardan bir çocuk, umutla bir soru sordu, dedi ki: ‘’Çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar Anne?’’ Bundan yirmi yıl önce bir soru daha sordu çocuk ‘’Akar 47 Paradigma, Güz 2015 mı onların da kanları?’’ dedi. Akar, dün aktı bugün de dünyada kanlar akmaya devam ediyor, tıpkı Bosna’daki gibi. Soykırımı anımsamak felaketlerle dolu bir dönemi yeniden yaşamak, soykırımı unutmak onu hiç yaşamamış olmayı varsaymak mıdır? Bu bağlamda ‘’Affet, ama asla unutma!’’ söylemi nasıl yorumlanır? Sloganı ‘’Özgürlük ve Ölüm’’ olanlar mı, yoksa tecavüze maruz kalmamak için ölmeyi seçenler mi daha özgürdür? Soykırımın hatırlanması, tüm çıplaklığıyla bilinmesi, okullarda öğretilmesi için Boşnak olmaya ihtiyaç var mıdır? Soykırım yaşama ihtimali olan dünyanın geri kalanının başını öne eğip düşünmesi gerekmez midir? Tüm bu soruların yanıtları, savaş sonrasında küllerinden doğan Saraybosna’dan, adanmış bir ömür Hasan Nuhanoviç’e, Saraybosna güllerinden, Sevdalinka’dan, Blasted’e kadar Srebrenitsa Katliamı ile ilgili bilgiler ve daha fazlası Ahi Evran Üniversitesi Öğretim Görevlisi Burçak Tuba Tayhan ile gerçekleştirilen röportajda saklı. Söz konusu röportaj, Srebrenitsa Katliamı’nın yirminci yılında soykırımın kurbanlarını anmak ve affetmiş ama asla unutmayacak olanları toplumsal hafızaya kayıt düşmek adına gerçekleştirilmiştir. Burçak Hoca’yı tanıyanlar bilir, onda yarası açılmış, kapanmayacak bir Srebrenitsa vardır. Kendisi, Bosna Hersek’te saha çalışması yapabilme fırsatını bulmuş, konuya fazlasıyla hakim bir öğretim görevlisi olmanın öncesinde katliam kelimesini duyduğu an dahi irkilen ve konuşurken duygularını karşısındakine yaşatan Srebrenitsa denilince insanlık adına utanan duyarlı bir kadındır. Ve yine Burçak Hoca’yı tanıyanlar fark edecektir ki, bazı cümleleri okurken onun sesi kulaklarınıza gelecek. Mesela, “Bayım burada bir katliam gerçekleşti, hala mı görmemekte direneceksiniz?’’ cümlesinde olduğu gibi. Dünyanın gözü önünde yirmi birinci yüzyılın hemen eşiğinde yaşanmış olan ve acılarının tazeliğini günümüzde de koruyan Srebrenitsa Katliamı’nı; Tuna’nın, Drina’nın, Kızılırmak’ın, Sakarya Nehri’nin ortak tarihi adına ve dahası insanlık adına unutmamalıyız. Burçak Hoca’nın da söylediği gibi röportajı okurken “Bosna majko, Srebrenice Sestro’’ dinlemeniz, naçizane tavsiyemdir. Röportaj sonunda okuyucu akıllarında kalan sorulardan belki de en can alıcı olacak soru: “Yüreğindeki bunca acıdan sonra “insanlığı” gerçekten affedebilir misin, Hasan?’’ olacaktır. Srebrenitsa gerçeklerine… Bosna İç Savaşı’nın çıkma nedeni sizce nedir? Kadınlar, erkekler ve çocukların bu savaştaki rolünü nasıl tanımlarsınız? En basit ve anlaşılır haliyle Yaşar Kemal’in de dediği gibi “dünyada her milletin vatanı, diğer bir milletin mirasıdır” ve bunu kabul etmediğimiz sürece milliyetçilik çok etnikli devletlerde her zaman muhtemel bir iç savaşın nedeni olacaktır. Bosna Savaşı’nın çıkmasındaki temel neden de milliyetçiliğin uçlarda bir fanatizmle Sırp halkına aşılanması ve etnik temizlik ilkesiyle yola çıkan Sırpların Boşnaklara uyguladığı sistematik vahşetin hayal sınırlarını aşmasıdır. Dini ve etnik her imge yok edilmiş ve kadın, erkek, çocuk ayırt edilmeksizin etnik temizlik Bosna’nın her bir köşesine sirayet etmiş durumdadır ne yazık ki. Bu savaşta Sırpların kullandığı en büyük silahın insan olması ve bu süreçte barış güçleri dâhil tüm insanlığın bu vahşete kulak tıkaması maalesef bu acıyı yaşayan her bir kadın, erkek ve çocuğu bu dramın başrolüne koyuyor. “Soykırım” yerine “büyük felaket” söyleminin kullanımındaki kavram kaydırmanın en önemli tehlikesi revizyonizm ve inkar yolunun açılması mıdır? 49 Paradigma, Güz 2015 Büyük felaketin soykırım yerine kullanımı sizce de “sorumlu olma” kavramının içini boşaltıyor mu? Durum ve eylem arasında büyük bir fark var. Felaket bir durum soykırımsa bir eylemdir. Bosna’da önceden planlanan, sonrasında uygulanan ve görmezden gelinen soykırımın işbirlikçilerini bu süreci hala “büyük felaket” olarak adlandıranların arasından seçmek zor olmayacaktır bu yüzden. On binlerce kanıt, yüz binlerce tanık, sayfalarca rapora rağmen bu katliamın “felaket” olarak adlandırılması kesinlikle sorumluluğu görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Ne yazık ki tarihin gözleri önünde hem de Avrupa’da yaşanan bu soykırımı, basit bir “felaket” durumuyla geçiştirmek ve inkâr etmek için çok geç kalındı. Bosna Hersek’in sarılmayan yaraları maalesef yaşanan soykırımı unutturmamaya yetecek miktarda. Mihailoviç emrindeki Çetnikler’in, Boşnaklar’ın gırtlağını keserken fotoğraf çektirmeyi kahramanlık göstergesi saymalarını, nasıl yorumluyorsunuz? Birçok erkeğin gözü önünde çocuklarına ve eşlerine tecavüz edilmiş, yine birçok kadının önünde eşlerine tecavüz edilmiş, eşlerinin derileri soyulmuş, intihar edemesinler diye elleri kesilmiş ve bunlar ölüme terkedilmiştir. Fotoğrafsa sadece görsel bir izden öteye geçememiştir. Toplumun belleği belki de en acı fotoğraf karesinden daha canlı ve iç yakan bir etkiyle varlığını sürdürmektedir Boşnaklar adına. Ancak Çetnikler ya da hangi saldırgan etnik olursa olsun fotoğraflar onlar için birer “kanıt” niteliğindeydi. Gerçekleştirdikleri “etnik temizliğin” birer kanıtıydı. Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında şöyle der: “Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir.” Yani o güne kadar Boşnaklara silah doğrultarak onları esir eden ve temizleyenler şimdi üzerlerine kameraları doğrultarak hem kendilerini kanıtlama yoluna gitmiş hem de gerçekleştirdikleri kıyımı hevesle üstlenmişlerdir. Sontag yine kitabında “fotoğraflar kendi başlarına ahlaki bir konu yaratamazlar, ancak mevcut tutumlardan birini güçlendirebilir ve yeni şekillenmeye başlayan başka bir tutumun oluşmasına da katkıda bulunabilirler” der. Aynı durum bugün IŞİD’in gerçekleştirdiği katliamlarda da ortaya çıkmadı mı? Birçok vahşet fotoğrafı ve videosunu medyaya sirküle ettiler ya da sosyal medya yoluyla elden ele yaydılar. Kendilerini var etme, iz bırakma, kanıt oluşturma ve yaşattığı vahşeti normalleştirme yoluyla izledikleri tutumun güçlenmesini sağladılar aynen Bosna Savaşı’nda yaşandığı gibi. “Kim yalan söylüyor? Kim ağlıyor? Sırbistan küçük diye. Bugün ne kadar Müslüman’ı hamile bırakırsak o kadar ala. Şimdi Büyük Sırbistan’ı kuralım. Türkler’i kucağımıza oturtup hamile bırakalım.” Dizelerinde dahi eril zihniyetin avı seçilen Bosna kadınını nasıl tasvir edersiniz? Buna benzer bir Çetnik şarkısı vardır. Sırp askerlerinin kadınları toplamadan önce sokaklarda bu şarkıyı hep bir ağızdan söylediği anlatılır. “Yoldaş Krajisnici. Söyle kıyıma nereye gidiyoruz? Sıradaki Hırvatlar mı yoksa Müslümanlar mı? Şüphesiz kıyım olacak. Şüphesiz tecavüz olacak.” Bu eril dilde kelimeler değişse de anlam değişmiyor aslında. Sırp askerlerine önce amaçları hatırlatılıyor (Sırbistan-yoldaş). Sonrasında etnik hedef belirleniyor (Müslüman) ve bu hedefe ulaşmadaki araçları birer emir edasıyla Sırp askerlerinin beynine kazınıyor (kadın-tecavüz). Karadziç bir açıklamasında Boşnaklara “eninde sonunda soyunuz tükenecek” demişti. Peki, tüm dünyanın gözü önünde böyle bir etnik temizliği nasıl yaparsınız? Önünüze çıkan her Boşnak’ı öldürmek mümkün mü? Bu noktada doğurgan yapısının esiri olmuş kadın, etnik temizliğin en iyi aracı haline geliyor. Ve sonuçları Boşnak kadınlar için tam bir kâbusa dönüşüyor. Binlerce kadın Sırp askerlerinden hamile kalıyor. Hatta çoğu tecavüz kampında bu durum şansa bırakılmıyor ve doğum sonuçlanana kadar sistematik bir şekilde tecavüze uğruyorlar kadınlar. Tecavüz kurbanlarına yardım amaçlı yürütülen bir örgütün açıklamasına göre bu kadınların ne bir doktor görme şansları oluyor ne de kürtaj olma. Hamilelik ve doğum sürecinde fiziksel ve ruhsal olarak yaralanan kadın doğum sonrasında çocuğu görmek dahi istemiyor. Yine bu örgüte “hamilelik- doğum- doğum sonrası” süreçle açıklamada bulunan bir kadının anlattıkları Boşnak kadının en canlı tasviri… Yirmi yaşında ilk tecavüzüne uğrayan kurban iki buçuk yıl boyunca kaç defa ve kaç erkek tarafından tecavüze uğradığını sayamamış. Sonunda hamile kaldığında doğum çıldırmasına neden olmuş ancak kendinde bebeğe bakma cesaretini bulduğunda ondan vazgeçemeyeceğini anlamış. Savaş sonrasında bir Müslüman ile evlenen ve ondan da bir çocuk sahibi olan kadının başına ne gelmiş dersiniz? Evde babasının kim olduğu bilinmeyen bir tecavüz 51 Paradigma, Güz 2015 “meyvesinin” varlığına dayanamayan koca karısını boşamış. Boşnak kadını için bu eril dünyadaki savaş farklı boyutlara ve söylemlere bürünüp devam etmiyor mu sizce de? Boşnak kadınları insanlık dışı muamelelere maruz kalarak gözü dönmüş canavarların avı olmuş, Boşnak erkekleri ise kadınlarına tecavüz edilmesine seyirci kalarak vahşi bir savaşın ortasında erkek olmanın mücadelesinde çaresizliği görmüşlerdir. Bu savaşta kadınlığın utancını, erkekliğin acziyetini nasıl yorumlarsınız? Tüm bunları her iki cins açısından nasıl değerlendirirsiniz? Bosna Savaşı sırasında “kadınlık ve erkeklik” kavramlarının anlamını yitirdiği bunun yerine insanın bir savaş aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Kadın ve erkek ortak amaca, etnik temizliğe, hizmet eden birer araç haline geliyor. Her iki cinsin utancı ve acizliği söz konusu. Genel anlamıyla savaşanlar, mücadele edenler ve bu uğurda ellerindeki silahlarla çatışanlar erkekler, aciz kalanlarsa “women and children” dediğimiz “kadınlar ve çocuklar”dır. Ancak silahsızlandırılan Boşnakların düşmanına karşı mücadele etme hakkı elinden alınmış böylece kadın, erkek ve çocuk bütün halk cinsiyet kimliklerinden arınmış böylece hem utancın hem de acizliğin birer nesnesi haline gelmiştir. Bu bağlamda kocası önünde tecavüze uğrayan kadın resmiyle, karısının önünde cinsel istismara zorlanan erkek arasında sonuç olarak hiçbir fark bulunmamaktadır. Bütün Kayıp Kişileri Araştırma Komisyonu Başkanı Amor Maşoviç’in verdiği bilgilere göre Srebrenitsa ‘da bulunan toplu mezarların %99’u Boşnaklar ‘a ait. En yaşlı kurban 101 yaşındaki kör nine. En genç kurbansa 29 günlük bir bebek. Soykırımı salt tarihsel geçmişe dayandırarak açıklayanlar düşünülürse 29 günlük bebek bu intikamın neresinde? 2012’de Saraybosna’nın en işlek caddelerinden birine, burada verilen kayıplar anısına 11,541 kırmızı boş sandalye dizildi. Bu sandalyelerin 643 tanesi küçük sandalyelerdi ve ölen çocukları simgeliyordu. Yol boyunca yürüyen insanlar bu küçük sandalyelerin üstüne ayıcıklar, şekerlemeler, çeşitli oyuncaklar bırakmışlardı. Savaş ve çocuk tezatlığını anlatan daha iyi bir sahne olamazdı. Dünya medyası ve siyasilerinin gözünde, Bosna’da yaşanan kıyım, ölen insanlar ve yaşları hepsi sadece sayılardan ibaret. Srebrenitsa dâhil tüm Bosna’da 200 binden fazla insan öldü. Ölenlerin %83’ü Boşnak sivillerdi ve bunların %30’unu da çocuk ve kadınlar oluşturuyordu. Bosna topraklarında yaşayan çocuk nüfusunun yarısı ölmüş, yaralanmış, istismara uğramış, evinden sürülmüş ya da sakat kalmış! 7 bin çocuk öldürüldü, 35 bini yaralandı ve 1800 çocuk sakat kaldı. Bütün bu veriler, Bosna Savaşı’nın “çocuk” tarafını anlatmanın belki de en kolay tarafı. En zor kısmıysa yaşananlardan konuşmak… 4 yaşında bir kız çocuğu, annesi onlarca Sırp askeri tarafından tecavüze uğramış, yürüyemez halde sürünerek onu arıyor. Mutfak masasının altında hareketsiz yatıyor; bacaklarının arasından kan sızıyor ve sadece 4 yaşında. Hastaneye kaldırıldığında vajinasının yırtıldığı ve idrar torbasının hasar gördüğü anlaşılıyor. Fiziksel ve ruhsal anlamda yara almış on binlerce çocuk var. Hangi hırs, hata, intikam ya da hangi din, ırk, dil böyle bir vahşetin nedeni olabilir? Hangi çocuk bir savaş aracı olarak kullanılmayı hak eder? Srebrenitsa Katliamı’nın en derin, en acı ve etkisini hala sürdüren unutması, kapanması mümkün olmayan yaralardan bir tanesi kadınlara planlanarak ve sistematik olarak yapılan tecavüzleri bir kadın olarak nasıl yorumlarsınız? Bir kadın olarak “sistematik uygulanan tecavüzü” yorumlamak bir yana anlatılan hikâyeleri dinlemek ve sindirebilmek bile çok zor. Aynı sırada oturduğunuz, aynı şakalara güldüğünüz, her gün alışveriş yaptığınız ya da evinizde misafir edip lokmanızı bölüştüğünüz, dün kardeşim dediğiniz bugünse üniformalı yabancılara dönen dostlarınız bir gün sizi şehrin meydanında topluyor. “Sen, Sen Sen, Sen” diyerek genç, güzel ve sağlıklı olanlarınızı bir kamyona bindirip her gün önünden geçtiğiniz ancak şimdi birer tecavüz kampına dönen binalara hapsediyor. Bazılarınız tekli odalara hapsediliyor bazılarınız ranzalı odalara. Bir dakika önce yanınızda olan kadın bir bakıyorsunuz bir dakika sonra yok. Sonra bir bakmışsınız sıra size gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca ve yıllarca sistematik olarak cinsel istismar görüyorsunuz. Size devamlı çocuğunuzu, eşinizi ya da annenizi nasıl öldürdüklerini anlatıyorlar. Sizi başka askerlere satıyorlar ve bir daha geri dönmüyorsunuz. Bu sahneleri daha da uzatabilir, insanlıktan daha da çıkarabilir ve iğrençleştirebiliriz. Ve ne yazık ki hiç biri hayal ürünü değil. Bahsettiğimiz bu olaylar sadece Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde tanık kadınlar tarafından anlatılanlar. Bir insan olarak bu duruma tek yorumum bu savaşta tecavüzün bir savaş aracı olarak Boşnak kadınların onurunu ve etnik kimliklerini yeryüzünden temizlemek 53 Paradigma, Güz 2015 için yıllarca kullandığı ve on binlerce kadın üzerinde fiziksel ve ruhsal izler bırakarak bu konuda kesinlikle başarılı olduğu olacaktır. Tecavüz, savaşlarda insanlık dışı olup ancak insanlığı en çok yaralayan silah konumunda. Erkekler de kadınlar da fizyolojik olarak tecavüze maruz kalıyor. Ancak bu silah savaş zamanında yalnızca kadınlar üzerinde kullanılıyor. Sizce bunun sebebi kadın bedenini kullanmanın dışında erkek zihnine zarar vermeyi hedeflemek mi, kadından haz almak mı yoksa geleceği hedeflemek mi? En azından Bosna Savaşı açısından konuşursak amacın kesinlikle geleceği hedeflemek olduğunu söyleyebiliriz. Bir eylemi sistematik hale dönüştürdüğünüzde “an”dan çıkarsınız ve uzun vadeli bir amacınızın olduğunu gösterirsiniz. Savaş sırasında yaşı ne olursa olsun birçok Boşnak erkeğine tecavüz edilmiş, cinsel istismara zorlanmış ya da ailesindeki kadınlara zorla tecavüz edilmeleri yine zorla Boşnak erkeklerine izletilmiştir. Ancak erkeğin kültürel anlamda rolüne baktığımızda tecavüzün erkek kimliğine ve zihnine verilen kasıtlı bir zarar olduğunu görüyoruz. Eve ekmek getiren, evin reisi olan erkek öncelikli olarak cinsel saldırıya uğradığında “sahip olma” (possession) gücünden oluyor. Sonrasındaysa gözleri önünde ailesindeki kadınlara cinsel saldırıda bulunması ataerkil bir toplumda kendini var eden erkeğin kültürel kodlarının elinden alınmasına ve hiçleştirilmesine neden oluyor. Kadına uygulanan sistematik tecavüz ise kadının kimliğine, zihnine ve reprodüktif yeterliliğinden kaynaklı biyolojisine verilen zararlarla sonuçlanıyor. Kadınların tecavüz kamplarına götürülmesi, kendi isimleri yerine bu kadınlara Sırp isimlerinin verilmesi, kızlarına zarar vermekle tehdit edilerek tecavüze zorlanması, onlarca erkek tarafından “doğum yapana kadar” tecavüze uğraması kadını temel cinsiyet rolleri “anne ve eş” olma durumundan çıkarıp dişi bir üretim makinasına dönüşmesine neden oluyor. Sonuçta kadın ve erkek kimlik bağlamında uzun vadeli olarak sıfırlanıyor ve etnik temizlik amacının temel bir aracı olarak işlevini sürdürüyor. Pek çok Boşnak kadını yaşadıkları tecavüzleri anlatmaktan tanıklık etmekten çekiniyor. Sizce bunun sebebi nedir? Siz yaşasaydınız, anlatır mıydınız? Bosna Savaşı sırasında resmi kayıtlara göre yirmi bin, resmi olmayan kayıtlara göre elli bin civarında kadın ve çocuğun tecavüze uğradığını düşünürsek, bu savaş kurbanlarının yaşananları kendilerine bile anlatmaları ve kabul ettirmelerinin çok zor olduğunu görürüz. Hele ki bir mahkeme salonunda karşısında bu suçun failleri kayıtsız bir şekilde otururken… Kadınlar tanıklık etmekten korkuyorlar çünkü failler hala daha sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar ve bir gün intikam almak için kapılarını tekrar çalmalarından çekiniyorlar. Sonrasında eşlerinden ve ailelerinden çekiniyorlar. Toplum içinde tekrar “kurban” olarak anılmaktansa sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Cinsel saldırıya maruz kalan ve susmayı tercih eden kadın sayısı çok olsa da özellikle Lahey’deki Savaş Suçları Mahkemesi’nde ifade veren savaş kurbanları, tüm Boşnak kadınlarının sesinin duyurulmasını ve tecavüzün insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Yine bu mahkemede ifade veren kadınların yüzleri mahkeme salonu dışındaki izleyicilerin görmeyecekleri şekilde buzlanmış, isimleri yerine her birine verilen numaralar kullanılmış ve sesleri çevirmenlerin sesleriyle değiştirilmişse de verdikleri ifade hiçbir gerçeğin üzerini kapayamamıştır. Tanıklardan birinin söylediği sözler işin özeti gibi aslında: “Benim kim olduğumu bilmelerindense hikâyemi dinlemelerini tercih ederim”. Ben yaşasam anlatır mıydım sorusuna gelince cevaplaması oldukça zor bir soru. Yaşamak ve varsaymak arasındaki derin uçurumun farkındayım. Ancak şunu biliyorum ki o kadınlar o gün o mahkeme salonunda olmasaydı yaşanan hiçbir vahşet kayıtlara net bir şekilde geçmeyecek ve Kumarac Davası “savaş köleliği” tanımını değiştirmeyecekti. Subasic, şunları aktardı: “Hedefimiz bütün kadınlara cesaret vermektir. Yapılan soykırımı anlatsınlar. Şimdi Sırplar bize “Bosna'da yine savaş olsa artık erkekleri değil kadınları öldüreceğiz” diyorlar.” Sıplar’ın ölüm tehdidinden yaptığınız çıkarım, Boşnak kadınlarının soykırımı anlatma ve asla unutmama mücadelesini kazandığı olabilir mi? Boşnak kadınlarının özellikle “asla unutmama” konusunda dirençli olacakları aşikâr. Yaşanan fiziksel ve ruhsal acıların yüz binlerce insanı etkilemiş olması zaten unutma eylemini imkânsız kılıyor. Ancak “anlatma” eylemi maalesef çok daha sancılı geçiyor Boşnak kadınlar için. Ülke çapında kurulan rehabilitasyon merkezlerine başvuran 55 Paradigma, Güz 2015 ve tedavi görmek isteyen kadın sayısıyla bu acılara tanıklık eden kadın sayısı arasında maalesef ki bir uçurum var. Kadın yıllar süren büyük bir savaştan sağ çıksa da savaş sonrasında kültürel tanımlamalarla kodlanmış eril dünya savaşından galip çıkamıyor. Yeniden kurmaya çalıştığı hayatlarda eşinden, çocuklarından, ailesinden, hala hayatta olan faillerden kısacası eril bir dille tekrar “kurban” olarak tanımlanmaktan ve yargılanmaktan korkuyor. Bir belgeselde Boşnak bir kadın, Facebook üzerinden ona tecavüz eden ve şiddet uygulayan kişiyi bulduğunu söylemişti. “Onun toplum içinde normal bir insan olarak var olduğunu görmek beni bir kez daha yaraladı. Neler hissettiğimi anlayabiliyor musunuz?” diyordu. Maalesef faillerinin sosyal hayattaki varlığını bilen ya da varsayan kadınlar bırakın yaşadıklarını yüksek sesle anlatmayı bu gerçeği kendilerine bile hatırlatmaya korkuyorlar. Savaş sonrasında kullanılan “Bosna annem, Srebrenitsa ablam’’ söylemini nasıl yorumlarsınız? Boşnakça bilin bilmeyin bu sözleri bir kez dinleyin derim. Sözlerine ya da anlamına bakmadan önce sizde uyandıracağı duygu neyse aslında onu anlatmaya çalışıyor bu dizeler. Her yıl Srebrenitsa Katliamı’nı anma törenlerinde Boşnak, Hırvat ve Sırp çocuklar bir koro halinde bu dizeleri söylüyorlar: “Anne, anne seni hala rüyamda görüyorum. Abla, ağabey her gece rüyamda sizi görüyorum. Ancak yoksunuz, yoksunuz, yoksunuz. Her hareket ettiğimde görüyorum sizi. Anne, baba neden yoksunuz? Bosna, sen benim annemsin. Bosna benim, seni annem diye çağırırım. Bosna annem, Srebrenitsa ablam. Yalnız olmayacağım. Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun.” Katledilen, izleri kaybedilen yüzbinlerce anne, baba ve çocuk var Bosna Hersek topraklarında. Srebrenitsa topraklarının altında üstünde yaşayandan daha çok insan yatıyor maalesef. Bu yüzden geride kalanların ellerinde aileleriyle artık tek bağları olan vatan toprakları var. Aynı acılarla yoğrulmuş bir halk olarak Bosna Hersek vatandaşları için artık her bir toprak parçası anne ya da kız kardeş bundan sonra. Paskalya Günü’nde yumurta tokuşturduğu Paula Teyze ile düşman olan Fadile Hanım imgesini nasıl yorumlarsınız? Aynı kültürü paylaşan Paula Teyze ve Fadile Hanım Noelleri, Ramazan Bayramlarını birlikte kutlamış, birbirlerine kutsal günlerde hediyeler vermiş, acılarını aynı ağıtlarla paylaşmış, birbirlerinin dertlerine ortak olmuş, “Sevdalinka”ları beraber söylemiş, Gjurgjuvden- Jurjevo- Durdevdan ismi ne olursa olsun Hıdrellezi beraber kutlamak için evlerini güllerle donatmışlardır yüzyıllarca. “Öteki” veya “düşman” kavramlarıysa milliyetçiliğin hortlatılmasıyla Paskalya Günü yumurta tokuşturan kadınları eski bir anı olarak geride bıraktı. Bir yanda onlarca kişinin tecavüzüne ve işkencesine uğrayan, vajinası paramparça olan, bebeği gözünün önünde nehre savrulan, sevdikleri paramparça edilen Boşnak kadınlarla, bu katliam tarafına katılan askerlere alkış tutan, onlara sigara ve yiyecek uzatan Sırp kadınlarının kırmızı çizgilerle ayrılmış iki portresi elimizde kaldı. Kadın-erkek, Hırvat-Boşnak-Sırp, Katolik-MüslümanOrtodoks gibi ayrımların yıkamadığı “Paula Teyze ve Fadile Hanım” imgesini milliyetçilik bin bir parçaya bölmeyi başardı. Medya, Srebrenitsa Katliamı’nı dünya kamuoyuna nasıl yansıttı, bu konudaki etkisi ve işlevi neydi? Aslında medyayı, savaşı körükleyen baş aktörlerden biri olarak görürsek Srebrenitsa Katliamının medyada yansıtılan ya da yansıtılmayan yönlerini daha iyi anlayabiliriz. Miloşeviç bu anlamda Büyük Sırbistan hayaline ulaşmak ve milliyetçiliği körüklemek için medyayı en etkin şekliyle kullanmış ve ideallerini beklediğinden daha hızlı yaymayı başarmıştır. Miteviç’in yardımı olmasaydı Arnavutluk’taki Sırp azınlığını bu kadar hızlı galeyana getiremezdi. Sırpların ezildiğini, katledildiğini ve onlara Arnavutlar tarafından tecavüz edildiğini başta dedikoduyla sonra da medya aracılığıyla yayarak binlerce Sırp’ı sokaklara dökmeyi başardı. Basın resmen ateşe kürekle gidiyor, “sözde” şiddet gören Sırp halkıyla röportajlar yapıp halka bu durumu kanıksatılıyordu. Bütün bu kayıtlar hala internette mevcut ve medyanın savaştaki rolünü daha iyi anlamanız için bunları izlemenizi tavsiye ederim. Bu yüzden vahşet dünyanın gözü önünde süregiderken medyanın üç maymunu oynaması bu anlamda bizi şaşırtmayacaktır. Örneğin Srebrenitsa Katliamı sırasında çocuk hafızamdan kalan tek görüntü “UN” yazısıdır. Türk televizyonlarının gösterdiği Birleşmiş Milletler kamyonları, yiyecek yardımı yapan askerler, neşeli çocuklar… Peki, hangi uluslararası televizyon 57 Paradigma, Güz 2015 Srebrenitsa’da otuz Hollandalı askerin yirmiş beş binin üzerinde insanı Sırpların ellerine bıraktıktan sonra içki, dans ve müzik eşliğinde eve dönmelerini ve özgürlüklerini kutlamalarını verdi? Maalesef hiçbiri. Ölüm ve tecavüz kamplarındaki görüntüleri ve yaşananları aktaran sayılı gazeteci olmasa bunlar hala tam anlamıyla bir bilinmez olarak kalacaktı. Onca haykırışa ve delile kulak tıkayan dünya, bu görüntülerin medyada ses bulmasından sonradır ki üç maymunu oynamayı bırakmıştır. Bosna Hersek’e ilk adım attığınız an ve şehri terk ettiğiniz an ne hissettiniz? Şehir ve halk hakkında izlenimleriniz nelerdir? Saraybosna’ya geçen yıl Mayıs ayında uluslararası bir edebiyat konferansı için gittim. Uzun zamandır gitmek istediğim kentlerden birisiydi Saraybosna. Bosna Savaşı’yla alakalı birçok metin, roman, belgesel ve film izlemiş biri olarak her daim farklı bir gönül bağıyla bağlı olmuşumdur Bosna’ya. Ancak adım attığım ilk andan itibaren Saraybosna beni sanki her bir yarasını görebileyim diye elimden sıkı sıkı tuttu ve sarstı. Havaalanından kaldığım otele kadar yaptığım taksi yolculuğu benim için şaşkınlığa ve kendi içimde yaptığım bir sorgulamaya dönüştü. Okuduğum hiçbir kelime, izlediğim hiçbir film karesi o yirmi dakika boyunca tanık olduğum binlerce kurşun izinden birine bile karşılık gelemezdi. Tek bir kurşun izinin bile kapatılmadığı bir Saraybosna vardı karşımda. Orada kaldığım hafta boyunca sabah yaptığım ilk şey Başçarşı’da kaldığım otelin penceresinden karşımda duran kurşun izlerini bir süre izlemek oldu. Bir ritüel, bir arınma ya da insanlıktan af dilemekti benim için. Camilerin, kiliselerin, medreselerin sadece yüzer metre aralıkla konumlandığı bu kentin böylesine bir vahşeti yaşaması hiçbir gerekçeyle açıklanamaz. Buna rağmen Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar bugün yine birbirlerine komşuluk ediyor, çocukları aynı sıralarda oturuyor ve yine birbirlerine âşık oluyorlar. Yirmi yılın ardından canla başla çalışan, aynı sokaklarda tereddütsüz beraberce yürüyen Bosna halkı gidip görülmeye değer özellikle bütün kudretleriyle ayakta kalmayı başaran Bosnalı kadınlardan ders almak için. Günümüzde müze olarak kullanılan Ümit Tüneli‘ni Butmir‘de yaşayan Bojna Kolar ailesi ve iki yüz bin Boşnak askeri Saraybosna için zor şartlarda çalışarak kazdı. Bu azim ve başarı karşısında neler söyleyebilirsiniz? Bosna Hersek ziyaretinizde müzeyi görme fırsatınız oldu mu? Maalesef Ümit Tüneli’ne gittiğimde kapanmıştı ve görme şansım olmadı. Ancak şunun farkındayız ki Bosna Savaşı’nda ne kadar insan öldüyse belki de bir o kadarı şu an bu tünel sayesinde hayatta kaldı. Kolar ailesinin fedakârlığı, bu tüneli açmak için canla başla çalışan siviller ve askerler ellerindeki belki de tek silah olan kazma küreklerle büyük bir mücadele sonuncunda yiyecek ve yardım sevkiyatının sağlanmasını kolaylaştırdı. Şu an müzeye dönüştürülen tünelde savaş sürecini anlatan videoları izleyip o dönemde kullanılan araç gereç ve kıyafetleri inceleme şansı bulabilirsiniz. Boşnaklar’ın “Affet ama asla unutma’’ söylemine karşılık camiileri yakıp yıkanların “Bizi unutmayın, biz buradayız!’’ dercesine camiiler üzerinde haç işaretleri yerleştirmeleri hakkında neler söylersiniz? Bence Boşnaklar tezatlıkları çok derin yaşayan bir halk oldukları için bu kadar güçlüler. Mermi izlerini kapatmayıp her gün o izlere bakan, havan toplarının izlerine gül adı veren bir halk için devasa haç heykellerine verilen en net cevap belki de “affet ama asla unutma” olacaktır. Mostar nüfus olarak Müslüman ağırlıklı bir kent ancak dağlarındaki o devasa Hırvat hacını da yüklenmiş durumda. İşte bu yüzden Mostar’ın bir köşesindeki taşın üzerindeki “affet ama asla unutma” yazısı yaratılan bütün güç imgelerine daha ağır basıyor. Boşnak olduğu söylenen Ayşe Kulin’in yazdığı Sevdalinka romanındaki Saraybosna’yı nasıl yorumlarsınız? Ayşe Kulin bizlere beş yüz yıldır aynı topraklarda iç içe yaşayan bir Bosna mozaiği sunuyor. Kulin, bu romanında süregiden iki savaşı anlatıyor: Birincisi tüm vahşetiyle süren Bosna Savaşı; ikincisi ise ana karakterlerden Nimeta’nın, Bosna Savaşı’nın bir mikro biçimi olan kendi içinde verdiği savaş. Bir Sırp’a duyduğu yasak aşk sonrasında yaşadığı ikilemler onu seçim yapmaya zorluyor, bunun sonucunda çocuklarını ve eşini seçiyor. İki savaşın galibi de mikro milliyetçilik oluyor bir anlamda. Kulin’in Bosna’sı 1100’lerin sonundan 1990’ların sonuna kadar hep yara alan, dışlanan, arzulanan 59 Paradigma, Güz 2015 ve parçalanan bir Bosna portresi çiziyor. Kulin Ban’dan Bilge Kral İzzetbegoviç’e kadar geçen sürede Bosna’nın harita üzerinde komşularının iştahlarını kabartması ve Bosnalıların buna karşı verdiği özgürlük mücadelesi anlatılıyor. Titiz bir tarihsel çalışmayla yazılmış olan bu roman, Bosna’da yaşanan vahşeti sebep ve sonuçlarıyla çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Ayşe Kulin’in resmettiği ölüm ve tecavüz kamplarının acı gerçekleri hiçbir belgeselde bulamayacağınız türden maalesef. İngiliz tiyatro yazarı Sarah Kane’in 1995’te sergilenen “Blasted’’ adlı oyunundaki Ian ve Cate karakterlerinden yola çıkarak kadın, erkek ve savaş imgeleriyle beraber savaş ve cinsel şiddeti nasıl yorumlarsınız? “Blasted”, Suratına tiyatro (In-yer-face) türünün en çarpıcı örneklerinden bir tanesi. En genel tanımıyla “suratına tiyatro” seyirciyi ensesinin kökünden tutarak verilen mesajı alıncaya kadar silkeleyen oyunların tümüdür. İzleyiciyi birer suç tanığına çevirerek önce izleyicinin kendisini sonrasındaysa çevresini sorgulamaya zorlar. Ünlü İngiliz oyun yazarı Sarah Kane bu oyununda, Bosna’da yaşanan soykırımla İngiltere’de bir otel odasında yaşanan “basit” bir tecavüz olayı arasında bağlantılar kurarak şiddete, eril güce, etnik temizliğe aslında çok da uzak olmayan bir Batı resmi çiziyor. “Leeds’te bir otel odasında gerçekleşen tecavüzle Bosna’da bir savaş aracı olarak kullanılan toplu tecavüzün ortak noktası nedir?” sorusu bu oyunun başlangıç noktası. Oyun Eski Yugoslavya’da yaşanan Bosna Savaşı’nın fiziksel, duygusal ve cinsel boyutlarına batılı bir cevap niteliğinde. Leeds’te bir otel odasıyla Bosna iç savaşı arasındaki paralelliği sahnede “tecavüzü” açık bir şekilde sergileyerek gösterir ve Avrupa’nın merkezinde senelerce varlığını sürdüren tecavüz kamplarına açık göndermelerde bulunur. Oyunun üç karakteri vardır; Ian, Cate ve Asker. Ian 45 yaşında oldukça cinsiyetçi, ırkçı ve homofobik bir gazetecidir. Cate ise 21 yaşında orta sınıftan gelen genç bir kadın aynı zamanda Ian’ın eski sevgilisidir. Asker ise oyuna sonradan dâhil olan ve savaşı temsil eden bir karakterdir. Eski dostluklarının hatırına Ian ve Cate, Leeds’te lüks bir otel odasında buluşurlar. İlk perdenin sonunda Cate ve Ian arasında geçen güç ve cinsiyet savaşlarına tanık oluruz. İkinci perdeyse Ian’ın Cate’e tecavüzüyle açılır. Bir zamanlar onunla birlikte olması bu durumu kendinde hak görmesine neden olur. Nasılsa daha önce Ian’la birlikte olmuş; şimdi neden olmasın? Kane, otel odasındaki tecavüz sahnesi ve Ian’ın kendince uydurduğu mazeretleri “etnik temizlik” adı altında kadınlara ve çocuklara tecavüz edilen Bosna Savaşı’yla bağlamıştır. Bizi coğrafya ötesinde düşündürür Kane. Bir otel odasının dört duvarı dünyanın herhangi bir yerindeki dört duvar olabilir. Bu dört duvarın içindeki “tohum” dışarda süregiden savaşın ilk adımları değil de nedir? Bu tohum bir ağaca, bir savaşa dönecek ve bu dört duvar yıkılarak Ian ve Kane yani Batı da bu savaşa dâhil olacaktır. “Personal is political” yani kişisel (otel odası) olan politiktir (Bosna Savaşı) söylemiyle kadın ve erkek arasındaki “özel” bir mesele genel anlamda şiddete, isyana hatta savaşa kadar uzanacak bir döngüye neden olabilir. Tecavüz sahnesinden sonra otel odası bir an savaş bölgesine dönüşür. Üçüncü karakter olan Asker elinde tüfeğiyle o sırada sürmekte olan savaşın bir göstergesi olarak otel odasına girer. Kane bu sahneyle seyirciye hiçbir zaman tam anlamıyla güvende olamayacaklarını ve Bosna örneğinde olduğu gibi kendilerini bir savaşın içinde bulabileceklerini gözler önüne serer. Kane, bu güç savaşıyla ve sınırları kaldırmasıyla İngiltere’de 90’larda yaşanan ırkçılık söylemlerinin aynı şekilde bir gün kendi başlarına da bela olabileceğini gösterir. Bu dönemde Batı için “şiddet” çok uzaklarda kendini gösteriyordu. Eski Yugoslavya’da yaşanan savaş, Eski Sovyetler Birliği’ndeki etnikler arası çatışmalar, Ruanda katliamı gibi insanlık dışı şiddet eylemleri hep Hristiyan Batı’nın dışında vuku buluyordu. Onlar için bir otel odasında geçen “kadın-erkek” savaşı, kendilerinin de güvende olduğunun göstergesiydi. Son perdede Asker’in otel odasına gelmesiyle Cate’in tehlikeyi sezip kaçması bir olur. Ian şimdi odada bu sefer Asker ile beraberdir. Aradaki tek fark ise fallik bir sembol olarak tüfek Asker’in elindedir ve güçler dengesi Ian’ın aleyhine bozulmuştur. Bu dengenin Asker’in eline geçmesi sonucunda bu sefer Ian tecavüze uğrar. Sessiz kalır ve tepki veremez, Batı’nın Bosna’ya sessiz ve kör kalması gibi. Oyun boyunca dört tecavüz vakası işlenir, her biri cinsler ve güçler arasındaki dengenin birer sonucudur. Otel odasında kadın ve erkek bağlamında güçlü olan erkek “haklı olarak” kadına tecavüz eder. Odadan kaçan kadın savaş sırasında güçsüz (silahsız) kaldığı için askerlerin tecavüzüne uğrar. Sonrasında odada iki erkek baş başa kaldıklarında silah eril güce güç kattığı için asker erkeğe tecavüz eder. Askerin anlattıklarından yola çıkarak sevgilisinin diğer askerler tarafından tecavüze uğradığı ortaya çıkar böylece erilin erille savaşı boy gösterir. Kane adeta cebindeki bombaları seyircinin üzerine atmaktadır bu oyunda. 61 Paradigma, Güz 2015 Bosna Hersek’in en zengin koleksiyonunu barındıran milli kütüphanesinde Osmanlıca, Farsça ve Boşnakça el yazması kitaplarla birlikte 1,5 milyon kitabın imha edildiği kültürel katliamı nasıl yorumluyorsunuz? Saraybosna’da bulunduğum hafta milli kütüphanenin restorasyonu sonrası açılış törenine katılma şansım oldu. Görülmeye değer bir açılış töreniydi. Bosna halkının yoğun katılımı, filarmoni orkestrası, klasik müzik dinletisi, çok değerli sanatçılar ve devlet adamlarının varlığı, biz Bosnalılar olarak buradayız ve güçlüyüz mesajını veriyordu. Sırp komutanların JNA birliklerinden yapmalarını istedikleri şeylerin başında gelen kentleri ele geçirmeden taş üstünde taş bırakmamalarıydı. Öldürülen ve ya sürülen insanlardan arda kalan kentlerden de geride bıraktıkları kültür mirası açısından korkuyorlardı. Bir kenti bütün kültürel imgeleriyle harabeye çevirmeden o kenti teslim almıyorlardı. Ancak bu durum Saraybosna gibi büyük ve çok nüfuslu kentlerde zordu. Bu yüzden kültürel mirası tek bir hamleyle yok edebilecek noktalara yoğunlaşmışlardı. Milli kütüphane bu yerlerin başında geliyordu. Çünkü Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştirmek kesin ve net bir “etnik temizlikten” geçmekteydi. Ray Bradbury bile, 1953’te yazdığı “Fahrenheit 451” distopyasının Batı’nın gözleri önünde gerçekleşebileceğini düşünmezdi muhtemelen. Fahreinheit 451, kitap kâğıtlarının yanıp tutuştuğu sıcaklık derecesidir ve bu distopyada Bradbury, bütün kitapların yakıldığı ve bu yolla insanların tarihsel kimliklerinin unutturulduğu bir dünya resmeder. Bosna Savaşı’nda yaşanan bu etnik temizlik adeta bu kitabın bir uyarlamasına benzemektedir. Milyonlarca kitap, elyazması ve belge o yangında kaybedildi, Boşnak kimliği küllerle birlikte savrulup yok olmaya zorlandı. Can havliyle kitapları kurtarmaya çalışan halkın üzerine ateş açıldı ama hiçbir şey Bosna halkının 2014 Mayıs’ında o kütüphaneyi tekrardan açmasına engel olmadı. Bosna Hersek ziyaretiniz hakkında neler söylemek istersiniz, orada yaşadığınız ilginç bir olay ya da hafızanıza kazınan bir görüntü var mı? İlk aklıma gelen görüntü kesinlikle “Saraybosna gülleri”. Aklınıza hoş kokan ve rengârenk bahçelerde açan güller gelmesin tabi. Unutmayın burası Bosna Hersek, “bal” ve “kan”dan var olan topraklar. Kuşatma sırasında patlayan havan toplarının sokaklarda bıraktığı izleri kapatmak şöyle dursun bu izleri kırmızı reçineyle kaplayıp bir güle benzetmişler. Bir an üzerine basıyorsunuz ancak bu izin ne olduğunu anladığınızda kolayca geçmek mümkün olmuyor. O an, oradan siz ya da bir sevdiğinizin geçiyor olabileceği ihtimali Bosna Hersek ziyaretini hiç olamayacağı kadar anlamlı kılıyor. Boşnak kadınlar: “Bugün bizim hayatımız devam ediyor; ama onların hayatı devam etmiyor” diyorlar ve sizce adalet gelecek mi? Bugün bu acılara tanık olmuş hangi Boşnak kadınını bir mahkeme sonucuyla mutlu edebilirsiniz ya da onlara adaletin sonunda tecelli ettiğini inandırabilirsiniz tartışılır. Srebrenitsa katliamı ile ilgili bir belgeselde izlediğim ve BM askerlerinin çevirmenliğini yapan ancak şans eseri kurtulan Hasan Nuhanoniç’ın söyledikleri hala kulaklarımda. Hasan’ın ilk sorusu “aileme ne oldu?” idi. “Eğer onu öldürdülerse bedenleri nerede?” ve “ailemi kim neden öldürdü?” Bu soruların cevabını istiyorum ki suçlular yakalanıp cezalandırılsın diyordu. Boşnaklar için adalet kavramı oldukça yavaş işliyor bu bağlamda. Hala daha çoğu toplu mezarın açılmadığını ve geride kalan ailelerin kayıplarını bulamadığını düşünürsek suçluların bulunması ve yargılanması kat edilecek yolun çok uzun olduğunu gösteriyor. Yüzlerce tanık, on binlerce sayfalık tutanak ve delilden sonra Sırp lider Karaciç hakkındaki kararın savaş bitiminden neredeyse 20 yıl sonra verilmesi umutları her geçen gün azaltıyor. Tanıklar ya korkuyor ya kaçak durumunda ya da ölmüş. Geride kalanlarsa yorgun ya da kendi ölülerinden farksız durumdalar. Siz bu insanlara güvenli bölgede olduklarına inandırıyorsunuz ve geceleri rahat uyuyabilecekleri yönünde teminat veriyorsunuz ve sadece birkaç gün geçtikten sonra bu insanlardan 7500’e yakın erkeğin ölü ve kayıp olduğu ortaya çıkıyor. Artık hangi söz, hangi teminat ya da sonuç geride kalan kadın ve çocukları mutlu eder? Katliamdan dört yıl sonra yaşadığı topraklara dönen, bir oğlunu kendi elleriyle gömdüğü mezarın başında “dört koca seneden” sonra ilk defa dua eden, eşi ve diğer oğlu için gıyabında kılınan cenaze namazına “dört sene” sonra katılan ve onların bedenlerini “yine dört koca seneden” sonra bulmak için bir tünelde bekletilen içi kemik dolu yüzlerce çuvala bakmak zorunda bırakılan Srebrenitsalı kadına hangi cevap bir adalet göstergesi olabilir? 63 Paradigma, Güz 2015 Srebrenitsa Katliamı’nda ailesini kaybettikten sonra hayatını Srebrenitsa yaşanmışlıklarını ve gerçeklerini dünyaya duyurmaya adayan Hasan Nuhanoniç ile karşılaşmış olsaydınız ona neler sormak isterdiniz? Hasan Nuhanoniç olmasaydı, Srebrenitsa ile alakalı birçok gerçek gün yüzüne çıkmadan kaybolup gidecekti kuşkusuz. Birleşmiş Milletler askerlerinin tercümanlığını yapan Hasan’ı bir BBC belgeselinde izlemiştim. Bu katliamdan “her anlamda” sağ çıkabilen nadir sivillerden. Ne yazık ki ailesiyle birlikte binlerce kaybın arkasından sadece bakakalmış ve kendini bu vahşetin dünyaya duyurulmasına ant içmiş biri. Babası toplu mezarlardan birinden çıktığında anca kemiklerinin yarısından azını Hasan’a teslim edebiliyorlar. Kardeşinin cesedini 2010’da ona aldığı tenis ayakkabılarından teşhis ediyor. Ondan arda kalanlar bir kutu içinde eline tutuşturuluyor. Annesi yine aynı yıl Sırpların çöplük olarak kullandığı bir arazide bulunuyor. Yüreğindeki bunca acıdan sonra “insanlığı” gerçekten affedebilir misin, Hasan? Bosna Hersek iş gücü anlamında kadınların da işgücüne dahil olması gerektiğini anlayınca nasıl bir ülke yarattı? Bu bağlamda kadınların kamusal alanda çalışma şartları ve kadın emeği hakkındaki görüşlerinizi paylaşır mısınız? Savaş sonrasında kadınların iş gücüne katkıları göze alındığı zaman toplumsal cinsiyet rollerinin kalmadığını hatta kadın ve erkek kimliğinin ortadan kalkıp insanlığın öne sürüldüğünü söyleyebilir misiniz? Bir yabancı olarak Bosna Hersek’e baktığımda kadınların aktif olarak çalıştığını görmek beni gerçekten şaşırtmıştı. Hatta içten içe “acaba bir şeyler değişiyor mu?” diye heveslendiğim anlar çok oldu. Mesela ünlü bir pastaneyi çalıştıran anne ve kızları, Gazi Hüsrev Bey Camii bahçesine çay servisi yapan kadın işletmeci, Bosna sokaklarındaki sayısız dükkân hep kadınlar tarafından işletiliyordu. Tabii ki bunların hepsi bir turistin(!) gözlemleri ve objektif bir bakış açısı sağlamak için oldukça yanıltıcı olabilmekte. Kamusal alanda kadının rolüne sayısal açılardan baktığımızda, dünyanın geri kalanıyla karşılaştırıldığında kadın istihdamı açısından yüzdelik dilimlerin hiç de şaşırtıcı olmadığını görüyoruz. Bosna Hersek’te üç kadından sadece biri aktif iş hayatında maalesef. Çalışan kadınların karar verme mekanizmalarında rolünün olmaması kökleşmiş cinsiyetçi yaklaşımların bir kanıtı. Kadın istihdamının yiyecek ve içecek hizmetleri, tarım, el işleri, sağlık, eğitim, kültür ve sporla sınırlandırılması ataerkil cinsiyet rollerinin yerini sağlamlaştırarak devam ettirdiğini görüyoruz. Barış sonrasında ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel iyileşmesi “kadın ve istihdam” sorununu geri planlara atmış durumda. Özellikle eğitim seviyesindeki eşitsizlik kadının sosyal hayatta var olabilme savaşına yenik başlamasına neden oluyor. Çoğu Bosnalı kadın, temel eğitim seviyesinin ötesine geçemiyor. Kadın istihdamındaki bir diğer “engel” çocuk bakım olanaklarının yetersizliği olarak karşımıza çıkıyor. Yapılan bir araştırmada 20 ve 30’larındaki kadınlara iş mülakatlarında sorulan en yaygın sorunun “evli misiniz, çocuk planınız var mı, bu size engel teşkil eder mi?” olduğu ortaya çıkmıştır. Kadının biyolojik varlığı kültürel tanımlamalarıyla birleşince “kadın-eş-anne” üçgenine hapsedilmeye devam ediyor. İstihdam bağlamında yasalarla oldukça yol katetseler de, kamusal ve özel alanda kolay vazgeçilen taraf her zaman kadın oluyor. Ülkede cinsiyet bağlamında var olan gelir eşitsizliği de istihdamda var olmaya çalışan kadınların belini bükmeye yetiyor. Kadınların %10’u para ödenmeyen aile üyeleri; yani bahsettiğimiz o ünlü pastaneyi işleten anne ve kızlarını düşündüğümüzde bu kızların %10luk dilimde olma ihtimalleri, o turistin gözündeki güçlü kadın imgesini yerle bir edebiliyor. Yazmayı; unutmamanın, tanıklık etmenin, dünyaya müdahale etmenin, gündelik hayatın konformizmine taş fırlatmanın yolu olarak görüyor musunuz? Öyleyse, elinizde bir yazma aracı olsaydı Saraybosna sokaklarında ne yazmak isterdiniz? Kesinlikle! Bir mağara duvarına çizilen resim, bir taş üzerine kazınan yazıt ya da kâğıt üzerine yazılmış birkaç satır… Yüzyıllarca öncesinde yaşansa da kaybolmuş bir dilin kelimeleriyle anlatılsa da kaybolmuyor ve tarihe tanıklık etme zevkini ve acısını size yaşatıyor. Elimde bir yazma aracı olsa Bosna Savaşı sırasında fiziksel ya da ruhsal olarak katledilen insanların her birinin isimlerini kazımak isterdim Saraybosna sokaklarına. İnsanlığa karşı işlenmiş bu ayıbı gerek belgelerle gerek katliamlarla gizlemek isteyen her bir güce karşı dağına ve taşına bu isimleri kazımak isterdim; bayım burada bir katliam gerçekleşti hala mı görmemekte direneceksiniz? 65 Paradigma, Güz 2015 Sosyal Medya (Uyumluluk Modu) Şeyma ERDOĞAN Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Cihat Kaya 1988 yılında Bursa’nın İnegöl ilçesinde doğdu. İlköğretimini burada tamamladı. İnegöl Turgutalp Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra 2009 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümüne girdi. Buradan ise 2013 yılında mezun oldu. Şu anda TRT Haber’de Sosyal Medya Sorumlusu olarak görev yapmakta olan Kaya, Sosyal Medya alanında çalışmalar yapmaktadır. Öncelikle Sosyal medya hakkında bize kısaca bilgi verir misiniz? Sosyal medyayı, dijital özgürlük platformu olarak tanımlayabiliriz. Her kullanıcı, içeriğinin kendisidir. Dolayısıyla düşüncelerin yazı, fotoğraf, video gibi kalıplarda vücut bulması dersek doğru teşbih olur. Zaman, mekan ve fikir sınırlaması olmaması sebebiyle bireylerin sesleri, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü ve etkili çıkmaktadır. Aristo’nun eleştirdiği demokrasi, sosyal medya ile yeni bir kimliğe bürünmüştür. Sosyal medyanın politik eylemlerde kullanımı gerekli midir? Neden? Modern Siyaset Bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder. Yürütme, yargı, yasama ve medya. Sosyal medya günümüzde “Medya”nın bir kolu olmaktan çıkmış ve başlı başına ele alınan önem haline gelmiştir. Yönetimi etkileyen beşinci güç “sosyal medya”dır. Politik alan, beşinci gücün varlığını kabul etmiş, hatta ona birçok alanda teslim olmuş haldedir. Geleneksel medya gücünü haber şirketlerinden alıyorken, sosyal medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri internet gibi araçlar aracılığıyla ulusdevletlerin kontrol sahası dışında kalan alanlarda hareket ediyor olmalarından gelmektedir. Bu nedenle sosyal medya, politik eylemlerde vatandaşlara ilk müdahaleyi yapabilme gücü tanır. Sosyal ağların Türkiye’de gerçekleşen yerel ve genel seçimlere etkisi nedir? İsterseniz önce dünyadaki örneklerine bakalım. Sosyal medyanın seçimlerde iyi kullanılırsa nasıl fayda sağladığıyla ilgili olarak 2008 ABD Başkanlık seçimlerini incelediğimizde Başkan Obama’nın seçim kampanyası sürecinde mail listesinde 13 milyon kişiye, sosyal ağlar aracılığıyla da 5 milyon takipçiye ulaştığını ve 3 milyon çevrimiçi bağışçı bulduğunu görüyoruz. Obama, başarılı sosyal medya stratejisi sayesinde internet üzerinde 500 milyon dolar bağış topladı. ABD seçimlerinde sosyal medyanın Obama’nın oylarına 2008 yılında %8, 2012 yılında ise %10 etki ettiği belirtildi ki Obama’da 2012 seçim startını sosyal medya üzerinden Youtube videosu ile verdi. Obama, 2008 yılı seçimleri için sosyal medyaya 16 milyon dolar bütçe ayırdı. ABD’de seçim günü Twitter üzerinden 32 milyon mesaj gönderilerek rekor kırıldı. Obama’nın “Four more years” (Dört yıl daha) dediği tweet’i 1 milyon kere paylaşıldı ve paylaşım rekoru kırdı. Çin’de Twitter benzeri Weibo sitesinde ABD seçimleri ile ilgili 25 milyondan fazla mesaj yayımlandı. Rusya ve Çin gibi medyanın tamamen iktidar kontrolünde olduğu ve muhalif seslerin duyulmadığı ülkelerde de sosyal medya kilit rol oynuyor. Rusya’da halkın %60’ı sosyal medya araçlarından en az birini aktif kullanıyor. 2007’de oy oranı %64 olan Birleşik Rusya Partisi oyları 2011’de %49.5’e geriledi. 15 puanlık bu düşüşün sebebi muhalif Komünist Parti’nin sosyal medya etkinliği. Sosyal medya en güzel viral reklam örneğidir. Seçim stratejisi olarak ulaşılamayacak en ücra noktayı dahi ulaşılabilir kılması, gönüllü kullanıcılar yolu ile yapılması, yüksek bütçe gerektirmemesi gibi nedenler Sosyal medyayı yerel ve genel seçimlerin olmazsa olmazı haline getirmiştir. Birçok lider, sosyal medya verileri ve analiz rakamları ile seçim stratejisini belirlemektedir. Sosyal medya, Türkiye’de ilk defa 12 Haziran 2011’de TBMM 24. Dönem üyelerinin seçilmesi için aktif olarak kullanılmıştır. Yaklaşan seçimlerin yine en önemli aracı sosyal medya olacaktır. Türkiye’de sosyal ağların kullanımı ve bu ağlara olan genel bakış sizce nasıl bir konumdadır? Türkiye, sosyal medya kullanımı konusunda dünyada ilk sırada yer alıyor. İnternet kullanıcılarının sosyal medya kullanım oranı dünya genelinde %40 iken, Türkiye’de bu rakam %92. Türkiye’de sosyal medya kullanıcıları her gün çevrimiçi 67 Paradigma, Güz 2015 oluyor. En yüksek oran ise %84 ile 16-24 yaş arasına ait. İstatistiklerin bize gösterdiği gerçek şu ki, genç kesim arasında sosyal medya hayatın bir parçası. Birçoğu reel dünyada dile getiremediği ne varsa bunu sosyal medya aracılığıyla dile getiriyor. “Dijital Özgürlük Platformu” Türkiye’de sosyal medya kullanıcıları için “Ben de varım” demek. Türkiye’de özellikle 2008’den itibaren kullanıcı sayılarının artış göstermesiyle dikkatleri çeken sosyal medyanın bu denli yaygınlaşmasını siz hangi nedenlere bağlıyorsunuz? Türkiye’de kitlesel iletişim araçları artık herkes tarafından aktif bir şekilde kullanılıyor. İnsanlar video izlemek istediğinde YouTube’a, fotoğraf paylaşmak için İnstagram’a, iş başvurularında Linkedin’e, düşüncelerini yazmak için Facebook, Twitter ya da blog sayfalarına ihtiyaç duyuyor. Sosyal medyanın hayatımızın odak noktası haline geldiği düşünüldüğünde bu platforma karşı olmaya çalışan “Geleneksel Medya” anlayışındaki kesimin de yıllar geçtikçe direnci kırılıyor. Dünya’da gelişen son dakika olaylarının ilk olarak sosyal ağlarda paylaşıldığı, sosyal ya da siyasal hayatın simge isim ya da markalarının son gelişmelerini sosyal ağlardan duyurduğu, insanların birbirleri hakkında fikir sahibi olmak için “Dijital Özgürlük Platformu”na gereksinim duyduğu bir çağda, sosyal medyaya seyirci kalmak toplumsal nezdinde bireysel geri kalmışlık göstergesi olarak kabul edilmektedir. İnsanlar kendilerine toplum tarafından böyle bir etiket kondurulmaması için sosyal medya araçlarında aktifliğini her gün artırma gayesindeler. Sosyal medya Türkiye gençleri üzerinde bir kimlik krizi yaratıyor mu? Neden? Kısmen evet. Teknoloji toplumların elindeki en güçlü silahtır. Bilinçsiz ve yanlış kullanılması bireysel düzeyde psikolojik travmalara neden olabilir. Özellikle Facebook, Twitter ve İnstagram üzerinde takip ettikleri kişilerin hayatları ile kıyaslama yapılması durumunda kimlik krizi sorunu ortaya çıkıyor. Sosyal medya kullanım yaşının beşe kadar düştüğü göz önüne alınırsa kullanıcıların hayata bakış ve karakter oturtma dönemlerini kıyas yaptıkları hayatlarla eşdeğer tutacak olmaları, oluşacak bireysel ve toplumsal kimlik krizinin habercisi oluyor. Madalyonun diğer tarafında ise sosyal medyayı kişisel gelişimleri için temel gören Türkiye gençleri var. Kendilerine örnek aldıkları insanların hayat tarzları yerine çizdikleri pencereden bakmayı tercih eden bu kesim, kimliklerinde eksik noktaları bu sayede dolduruyor. Türkiye’nin sanal dünya denen bu küreselleşmeye ayak uydurabilirliği sizce önemli midir? Sosyal medya ve sanal dünya bambaşka iki tabir. Sanal dünya denen yapay platformda gerçeklikten bahsedilemez, her şey hayal ürünüdür. Sosyal medyayı ise siber dünya olarak tanımlayabiliriz. Sosyal medyada olan ve gelişen her şey gerçektir. İngiltere G-20 Zirvesi krizi, Arap Baharı, Tahrir Meydanı olayları, ABD’de ki “Occupy Wall Street” hareketi, ülkemizdeki Gezi Parkı olayı, İspanya’daki “Şimdi Gerçek Demokrasi” (Democracia Real Ya-DRY), Almanya’da yaşanan Hamburg ve Frankfurt olayları ve niceleri… Hepsi sosyal medya ile başlayan ve büyük krizlere yol açan olaylar. Sosyal medya gerçek dünyanın ta kendisidir. Türkiye, sosyal medyaya entegre olma sürecini bence yıllar önce gerçekleştirdi. Küresel dünyada beşinci güç kabul edilen “Sosyal medya” Türkiye’de kendi zeminini her geçen gün sağlam temellere oturtmakta. İngilizce’de “mediator” (ara bulucu) kelimesinin anlamı Türkiye’de politik yapı – toplumsal yapı – sosyal hayat üçgeninde görevini en iyi şekilde yerine getiriyor. Cumhurbaşkanı, başbakan ve muhalefet parti liderlerinin de yaygınlaşan bu sanal kimlikleşmeye ihtiyaç duymalarının nedeni nedir? Siyasal öğeler, çoğu zaman kendilerini ifade edecek platform bulmakta zorluk çekerler. Bulunan platformlar ise toplumun her kesimine hitap edemeyen kısmi mecralar olur. Sosyal medya ise zaman mekan sınırlaması barındırmayan ve her kitleye ulaşılma imkanı tanıyan tek ortamdır. Cumhurbaşkanı, başbakan, siyasi parti liderleri ya da milletvekilleri için sosyal medya en önemli araçların başında geliyor. Geleneksel medyada kısmilik filtresi olduğu için düşüncelerini sempatizan kesimden başka kimseye duyurma imkanı olmayan siyasal öğeler, sosyal medya yolu ile yazınsal, görsel ve viral yollarla tahmin edilemeyecek kadar büyük topluluklara ulaşırlar. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde seçim hakkında 10,6 milyon tweet atılmış olması Türkiye’de sosyal medyanın seçimler üzerinde ne denli etkili olduğunu gösteriyor. 69 Paradigma, Güz 2015 Sosyal medya Türkiye’de bir kimlik erozyonu mu oluşturuyor? Ya da aksine kültürel bir devrime öncülük mü ediyor? Türkiye’nin üzerinde bir görünmez gerçeklik geziniyor, “sosyal medya”. Bu görünmez gerçeklik alışılmışın dışında farklı ve yeni bir dünyanın dilini konuşuyor ve sanal dünyanın yapay ortamına inat sunduğu her şey gerçek. Görünmez gerçekliğin dokunduğu, etkisini hissettirdiği, buradayım dediği alanlarda yaşanan değişim sonrası geriye dönüşü çok zor olan bir süreç başlıyor. Türkiye’de bu görünmez gerçekliğin nerelere dokunduğu ve nasıl etki bıraktığı çok önemli. Sosyal medya ile fikirler gerçeklerden daha önemli olmaya başladı. Üstelik iletişim jargonu da bu değişime direnemedi, dilimize “Like, ReTweet, Share” gibi kavramlar eklendi. İnsanlarda yeni ve farklı olmak düşüncesi önem kazandı. Düşüncelerini yüz kırık karaktere sığdırıp en etkili mesajı vermek olgusu insanları sosyal medya temelli düşünmeye itti. Bunların yanında “Dijital Özgürlük Platformu”nda fikirlerini özgürce aktarabilen kesimler arasında kültürel etkileşim yaşandığı gerçeği de yadsınamaz. Fikirlerini özgürce aktaran bu grup, yenilikçi olmak ve yeniliklerde başı çekmek için adeta yarışır haldeler. Oluşan bu döneme “Katılım Çağı” diyebiliriz. Ay Dost Zehra Eda YAKALI Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi ‘İnsanoğlunun iki ruhu vardır. Birinci ruh sabittir, ikinci ruh gezgindir. İnsan düşünür, hayale dalar, rüya görür; döner dolaşır yerine gelir, o zaman uyanır ve kendine gelir. İşte bu gezgin ruhtur. Sabit olan ilk ruh ise bir kez insandan çıktığı zaman bir daha geri gelmez, o ruh Azrail tarafından alınmıştır.’’ İnsanoğlu aklını gözüne indirirken, yani insanları yalnızca beden olarak görürken, ruhları tanımaktan uzak kalırken işittiğimiz bu sözler Kırşehir’in yetim mahallesi Bağbaşı’nı mavi süveteriyle, 80’lerin bol paça pantolonuyla adımlarken gördüğümüz an, bizlere nostaljik dakikalar yaşatmaya başlamış olan misafirperver adam, Garip’in kardeşi Ali Ertaş’a ait. Türkmen-Abdal Geleneği’nden Türk Halk Müziği’ne unutulmaz eserler kazandırmış sanatçılardan Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş’ın mezarını ziyaret ettikten sonra her gün içinden geçtiğimiz Bağbaşı Mahallesi’nde Ali Ertaş ile konuşurken, Bozkırın Tezenesi’ni anmak, anlamaya çalışmakla ruhumuzun konuştuğunu ve dinlendiğini hissettik. 71 Paradigma, Güz 2015 Muharrem Ertaş’ın evinin arkasındaki bahçede semaverde demlenmiş çayı yudumlayan kadınlarla, sokakta oynayan çocuklarla cıvıl cıvıl olan Bağbaşı Mahallesi’nde unutulmaz bir misafirperverlikle karşılandık. Mahalle sakinlerinin çay ikramı sohbetimize eşlik etti ve öylesine içten davrandılar ki bir süreliğine röportajı unuttuğumuzu ifade etmeliyim ta ki mavi süveterli adamı görene kadar. Başı önüne eğilmiş, dalgın ve toprağı incitmekten çekinir gibi yürüyen Ali Ertaş’ı görür görmez sanki aramızda anlaşmışız gibi sustuk. Neşet Ertaş’ı hayattayken hiç görememiş olmamıza rağmen Garip’i, Ali Ertaş’ta hissettik. Yanımıza yaklaşıp içtenlikle ‘’hoş geldiniz’’ dediği an suskunluğumuz bozuldu. Konuşmasında ve davranışlarında farklı gelen ilgimizi çeken bir şey vardı. Dinledikçe anladık ki alçakgönüllülük Ertaşlar’ın ruhuna işlemişti. Muharrem Ertaş’ın evi önünde gerçekleşen röportaj esnasında üzüldük, hüzünlendik, utandık, öfkelendik ve tek bir kelimeye sığdıramayacağımız kadar “Garip” hissettik. Üzüldük, Muharrem Usta’nın beş evlat yetiştirmiş iki göz evinin kimsesizliğini haykıran bakımsızlığına… Hüzünlendik, konuşurken bir kez olsun babam demeyip her defasında “babamız” diyen, ağabeyim demeyip “o bir gönül adamıydı” diyen Ali Ertaş anlattıkça… Utandık, üniversitenin üç yılını geçirmiş olduğumuz şehrin en büyük zenginliğini bu zamana kadar anlamamış olmamıza… Öfkelendik, Ali Ertaş’ın babasına ait olan mülk hakkında karar verici ol(a)mamasına, ziyarete gelenlerin “koskoca Neşet Ertaş’ın kardeşi bu şartlarda mı yaşayacaktı?” diye söylenip yardım talebinde bulunmayan insanlara yardım sözü verip bir daha kapılarını çalmamalarına... Ve tek kelimeye sığdıramayacağımız kadar “Garip” hissettik. Schiller’e göre “Büyük ruhlar, ıstıraplara sessizce katlanırlar.” Neşet Ertaş; ayrılığı, yoksulluğu, ölümü derinlerde yaşayan ve hayatı boyunca ıstırap çeken ancak hiçbir zaman halinden şikayetçi olmayan büyük ruhlardan. Henüz çocukken söylediği dizelerden “Bir ruh iken girdim bir can içine, karıştım o an her can içine…” Stefan Zweig’e göre “Ruhunu geniş tutmayı erken öğrenebilmiş kişi sonraları dünyayı içine sığdırabilir.” Dünyayı içine sığdırabilen adam Neşet baba, Neşet dayı, Neşet emmi olmuş; Neşet Bey olmamış. İşte tam da bu sebepten değil midir, 2000 yılında Harbiye Açıkhava Konseri’nde “Bizimkiler dışarıda mı?” diye kasdettiği Kırşehirli’leri, abdalları sorması? “Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı görmedik ki, yoksulluktan şikayet edelim…” Bu sözlerin sahibinin konseri garibanların biletlerinin Neşet Ertaş tarafından karşılanmasıyla başladı. Yoksulu gözeten Neşet baba, Neşet dayı, Neşet emmi denmesinin sizce de bir anlamı yok mu? 2000’de yoksul olan abdallar 2015’te de yoksul. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölümle sonlanmıyor. Neşet Ertaş aramızdan ayrıldığında kimsesiz kalan abdallar, bizler Bağbaşı Mahallesi’ni ziyaret etmedikçe hala kimsesizlerse Neşet Ertaş için yoksulluk farklı boyutlara bürünüp devam etmiyor mu sizce de? “Ay Dost” diyince yeri göğü inleten Muharrem Usta’nın evi önünde yalan dünyaya ah etmenin tam zamanı dedik ve Türkmen-Abdal Geleneği’nin devamını sağlayacak olan Bağbaşı Mahallesi sakinlerinin havalandırdığı Neşet Ertaş türkülerine kulak verdik. Düşündük ki yalnızca bizim değil doğmamış çocuklarımızın bile başı sağolsun. Öyle bir can kaybettik ki tüm cananlar, tüm sazlar “Garip” kaldı. 73 Paradigma, Güz 2015 Neşet Ertaş hakkında burada aktarılacaklar sınırlı olacak ve yetersiz kalacaktır. Bu nedenle kapıları herkese açık olan Bağbaşı Mahallesi sakinlerinin eşiğini aşındırınız, hoş sohbetlerinin sıcak çaylarının hazır olacağını göreceksiniz. Biliniz ki, adı Neşet olan bir çocuğa rastlama ihtimaliniz yüksek ve şunun garantisini verebilirim Muharrem Ertaş’ın evi önünde Neşet Ertaş türkülerini çalıp söylemeye hevesli birçok veliaht orada sizinle birlikte olacak. Bağbaşı Mahallesi’nde her gün nefes tazeleyen Türkmen-Abdal Geleneği’ne gözlerinizi açınız. O an, orada dinlediğiniz bir Neşet Ertaş türküsü belki de hiç düşünmediğiniz kadar anlamlı ve unutulmaz olacak. Ve son olarak Neşet Ertaş’ı duyunca ruhunuza, dimağınıza yeni bir anlam kazandırmak istiyorsanız “Garip” yaşanmışlıklarıyla birlikte Bektaşi öğretilerine bir göz atın derim. Gelelim, mavi süveterli adamın gezgin ruhunun aktardıklarına. Neşet Ertaş’ın kardeşi olmak nasıl bir duygu? Neşet Ertaş’ın kardeşi Muharrem Ertaş’ın oğlu olmak benim için gurur kaynağıdır. Kimi kasetten dinliyor, kimi kendisini gördü ama dışarıdan görenler, kasetini dinleyenler onun nasıl biri olduğunu anlayamaz. Onu dinleyip, anlayıp, bilmek için birebir yaşamak gerekiyor ben onunla beraber on üç yıl İzmir’de aynı çatı altında yaşadım. Evinin bahçesi vardı, orada bahçe işleriyle uğraşmayı çok severdi. Hatta bir evi yıktırdı orayı bahçe yaptırdı. Meyve ağaçları dikerdik, çim ekerdik. Kamelyada vakit geçirirdik. Orada türkü söyler miydi dersen söylemezdi. Televizyonda, radyoda çıktığı zaman kendini dinlemezdi. Türk Sanat Müziği dinler, haberleri izlerdi. Mütevazi bir yaşantısı vardı. Sanatçıydı bu ayrı bir konuydu ama onun insanlığı tartışmazdı. 80’li, 90’lı yıllarda Türkiye konserlerine, davetlere beraber giderdik. Gezmeyi severdi. İzmir’i severdi. Aşiretler orada olduğu için orayı ayrı severdi. Kardeşlik ilişkiniz nasıldı? Babanızla muhabbeti nasıldı? Babasından çekindiği söylenmekteydi, doğru muydu? Babamızdan saygıdan, sevgiden çekinirdi. Kardeşlik değil de samimi bir arkadaşlıktı bizim aramızdaki. Rahatça konuşabilirdik, birbirimizden hiçbir şeyi saklamazdık. Küçükle küçük olur, büyükle büyük olurdu. Fazla konuşmayan, utanan kişiden pek hoşlanmazdı. İsterdi ki “herkeş” açık olsun rahatça konuşabilsin. Neşet Ertaş’tan bahseder misiniz? Günde bir kez yemek yerdi. Sabah kahvaltısı yapmazdı, bunun yerine kahve ve sigara içerdi. Hiçbir şeyden şikayetçi olmazdı. Birine bir şey verdiyse asla bahsetmezdi. Eli açıktı. Çok misafir gelirdi, ikimizin anlaşması vardı ben onlara çay demlerdim, hizmet ederdim o da gelenlere saz çalar türkü söylerdi. Evi dört katlıydı, her katı misafirle dolu olurdu. Bana işaret ederdi on on beş dakikalığına aşağı iner dinlenirdi sonra sabahlara kadar çalardı. Televizyondan, radyodan geldiği zaman bir şey anlatmazdı. Şakacıydı. Devlet sana koruma verelim dedi, istemedi. “Herkeş” beni televizyonda görüyor, kasetimi dinliyor, “herkeşin” beni şahsi olarak görmeye hakkı var dedi. Neşet Ertaş’a verilmek istenen devlet sanatçısı unvanını ayrımcılık olur diye kabul etmeyişini nasıl yorumlarsınız? “Ben halkın sanatçısıyım, devlet sanatçısı unvanını alırsam ne halkımın ne de aşiretimin yüzüne bakabilirim, aşiretler var, onca fakir fukara var onlara iş verin” dedi. T. C. Kültür Bakanlığı ile irtibata geçti. Anlaşmak için masaya oturdular, bazılarında şahit oldum. “Türkiye genelinde hiçbir ayrım yapılmadan her evden birer kişiye iş verin” dedi. İlk etapta her şehirden on beş kişiyi işe alalım dediler, ağabeyim on beş kişi yetmez ilk etapta otuz otuz beş kişiyle başlansın dedi ve devletle pazarlığa oturdu yirmi beş kişide anlaştılar. Daha sonra sayı arttı. İşte bu yüzden devlet sanatçısı unvanını almadı. Parmaklarındaki uyuşukluk nedeniyle kendi deyimiyle havayı çalıp bitiremez olmuştu, çocukluğundan beri zille, kemanla, bağlama ile iç içe yaşayan biri için sizce nasıl bir durum? Yıllar önce gazinoda çalarken parmakları alkolün etkisiyle uyuştu, rahatsızlanınca programı yarıda bıraktı. En büyüğümüz Necati ağabeyimiz Almanya’daydı o, Neşet ağabeyimi doktora götürdü. Almanya’ya gitme sebebi buydu. Tedavi oldu ve sağlığına kavuştu. Önceleri içen insanların karşısında içmeden saz çalıp türkü söylemenin sert geldiğini düşünürdü ama rahatsızlandıktan sonra bu fikri değişti. “Alkol almadan da hava çalınır” dedi. Bana kalırsa sakin kafayla daha güzel söylüyordu. Evde yalnızken saz çalma huyu yoktu. Benim kızıma saz çaldı o zaman dinledim, ağabeyim başka bir sesti. Siz de saz çalıp türkü söyler misiniz? Saz çalıyordum ama hayat şartları bıraktırdı, yaklaşık on beş senedir çalmıyorum. Belediyede çalışıyorum şehrin park, bahçe işlerini yapıyorum. 75 Paradigma, Güz 2015 Yeğeniniz Hüseyin Ertaş’ı dinleme fırsatınız oldu mu? O da güzel çalar, söyler. Orkestra ekibiyle Almanya’da düğünlere gider. Bir yandan da müteahhitlik yapıyor. Ağabeyim ona “Ben stüdyoya giriyorum ben çıktıktan sonra sen gireceksin” dedi ama Hüseyin istemedi ve babasına “Ben senin üzerine türkü söyleyip kaset dolduramam” dedi, çıkmadı. Çıksaydı o da babası gibi dedesi gibi tutulurdu. Hüseyin Ertaş’ı dinlerken Neşet Ertaş aklınıza geliyor mu? Yeğenim başka söylüyor, ağabeyim başka söylerdi. Ağabeyimi unutmak mümkün değil. Biz onun öldüğüne inanamıyoruz. Neşet Ertaş, dinleyicilerinden ve Kırşehirli’lerden hak ettiği değeri gördü mü? Tüm dünya ağabeyime gereken değeri veriyor. Aslında bir insanın değeri sağlığında anlaşılmıyor ama ağabeyimin değeri o hayattayken anlaşıldı ve kıymeti öldükten sonra da bilindi. Her sene dokuzuncu ayın, yirmi beşinde burada anma töreni oluyor. Siz öğrenciler, sanatçılar, siyasetçiler ve halk burada oluyor. Kırşehir’de eski sanayinin oradaki çarşıya heykelini yaptılar. Bu evi (Muharrem Ertaş’ın evi) müze yapacaklar daha doğrusu biz müze istemiyoruz ev istiyoruz, devlet müze yapacağız karşılığını alacaksınız dedi ama zaman vermediler bekliyoruz. Neşet Ertaş türkülerinde hep aşk var, sizce nedendir? Aşk onda hep vardı. Aşk onun içinden geliyor. İçinden geldiği gibi söylerdi hep sadece türküleri değil her şeyi. İçinden geldiği gibi yaşardı. Mesela birini görsün o kişiye anında türkü yazardı. Neşet Ertaş “Çalgıcı olduğumuz için bize kız vermezlerdi” demiş. Bu konu hakkında ne söylersiniz? Doğrudur, bu durum ağabeyimin Kırşehir’den gitme sebebi oldu. Eşi Leyla ile nasıl tanıştı? Leyla ile tanışmaları çok eskiye dayanır. Aslında onun ismi Leyla değil, soyadı da Ertaş değil. O, Bolulu. Ağabeyim Ankara Samanpazarı’nda saz dükkanı açtı. Leyla arkadaşıyla oraya gelip giderken muhabbet kurmuşlar. Ağabeyim onu görüyor, göze düşüyor, ona gönlü kayıyor. Aslında önceleri ağabeyim onu istemiyor, daha sonra Leyla zorla kendini beğendiriyor vazgeçmeyince ağabeyim de istiyor ve evleniyorlar. Geçinemediler, 1975 yılında da ayrıldılar zaten. Zorla evlenselerdi, o kadar türkü nasıl yazılırdı Leyla’ya? Ağabeyim ilk başta istemedi ama sonra sevdi, çok sevdi. Ta ki Leyla kendisine hata yapana kadar. En sevdiğiniz türküsü nedir? Hepsi ayrı güzellikte, ayıramam. Neşet Ertaş’ın gönül dağı sizce nasıldı? Gönülden gelirdi, samimiyetle yaklaşırdı. Herkesle rahatça diyalog kurardı, gönle dokunurdu. Küçükle küçük olan büyükle büyük olandı. Bir kimseyi incitmezdi, incitemezdi. Gönlü açıktı, gönlü toktu. Gönlünde herkesin bir yeri vardı. Anamın, bir de sevdiğinin sızısı vardı. Akrabalarıyla ilişkisi nasıldı? Yakınlık gösterirdi. Dargın, küs olduğu kimse yoktu. Aşirete saygısından İzmir’e gitti orada yaşadı istese İstanbul’da da yaşayabilirdi ama aşiretler orada olduğu için İzmir’i seçti. Bozlak geleneği için neler söylemek istersiniz? Herkes bozlak okuyamaz. Bozlağı söyleyip o yüksek perdelere çıkmak herkese nasip olmaz. Kolay kolay kimse beceremez bunu. Bir babam, bir ağabeyim, bir de Çekiç Ali vardı onlar yapardı. Şimdi yapanlar hem bozlağı, hem uzun havayı, hem türküyü bozdular. O perdeye çıkmak için gırtak lazım. Babanızın ve ağabeyinizin atışmalarına şahit oldunuz mu? Babam rahmetli olmadan önce bu evde (Muharrem Ertaş’ın evi) ağabeyim babamın, babam da ağabeyimin sazını eline aldı ama düzenleri değişikti birbirleriniz sazını çalamadılar. Babam kara düzen, ağabeyim re düzeninden çaldığı için birbirlerine uyamazlardı. “Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah.” Dizelerini Leyla’dan sonra mı yazmıştır? Leyla ile evlendiğine pişman oldu. Leyla’nın akrabaları ile ağabeyim arasında sorunlar yaşandı olaylar oldu. Ağabeyimi öldürmeye çalıştılar. Babamızın sözünü dinlemedi. O zaman cahildi, dünyanın rengine kandı. O yüzden yazdı bu türküyü. 77 Paradigma, Güz 2015 Neşet Ertaş: “Babamla aynı ruhun adamıyız” demiştir. Siz de Muharrem Ertaş’ın oğlu olarak böyle düşünüyor musunuz? Ruhlar aynadır, izdir. Ağabeyim o mesleği yürütebiliyorsa ruhu benzerdir. Ben öyle düşünmedim. Muharrem Ertaş’ta, Neşet Ertaş’ta, Ali Ertaş’ta olan güçlü hitabetin sebebi nedir? Bu hitabetin kaynağı yaşadıklarınızdan mı gönlünüzden geçenlerden mi? Bir söz vardır: Kul atadan gördüğünü işler, diye. Rahmetli babamızın sesi gençken daha gürmüş. Hatta jandarmalar babamızı dağa çıkartıp türkü söyletirmiş. Türküyü duyan eşkıyalar babamızın yanına gelince jandarmalar tarafından yakalanırmış. Kendisi öyle aktardı bize. Sizin sorduğunuz soruyu Kanada’dan gelen bir müzik öğretmeni de sordu. Araştırmış öyle gelmiş buraya. İçten gelen bir şey bu, benimseyerek söylediğimiz için. Muharrem Ertaş’tan bahseder misiniz? Babamız rahmetliyle ölene kadar beraber yaşadık sonra İzmir’e gittim. Pek konuşkan biri değildi. Düğünlere beraber gider gelirdik. Düğün sazı ayrıydı, şu an İzmir’de o saz. Misafiri severdi, ama gezmeyi sevmezdi evde oturmayı isterdi. Keklik avını severdi bir de. Hayatı pek ahım şahım olmadı. Peki ya, anneniz? Annemize sonradan bir hastalık oldu, Parkinson. Felç oldu kaybettik. Hayattayken hanım hanımcıktı. Çocuklarına bağlı, komşularına saygılı, gelen misafiri ağırlamasını bilen biriydi. Elinden geleni yapardı. Her zorluğa katlandı. Neşet Ertaş adına insanlardan beklentileriniz nelerdir? Beklentilerimin çoğu gerçekleşiyor. Herkes ağabeyime de bize de saygı gösteriyor. Törenler yapılıyor, müze açılacak. Muharrem Ertaş’ın evi ile ilgili bir beklentiniz var mı? Evin müzeye çevrilmesini istemiyorum; çünkü ben kiradayım ve eve ihtiyacım var. Ablalarımın evleri var, benim yok. Rahmetli babamız evin tapusunu kimseye vermemişti. Biz istyoruz ki devlet bu evi bize versin ya da müzeye dönüştürülecekse başka bir ev versin. Buraya geliyorlar benim yaşantımı, hayat şartlarımı görüyorlar yardım etmek istiyorlar. Söz veriyorlar ama bir daha gelmiyorlar. İki çocuğum Epilepsi hastası ve ilaçlarını karşılamakta zorlanıyorum. SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ Film Önerisi: Et maintenant on va ou? Gökçen Ergüvenç Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi "Çocuklarını korumak için silah ve fişek yerine dua ve çiçeklerle savaşan siyahlı kadınlar"ın hikayesi diye başlar film. 2011 yapımı, Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin filmidir “Peki şimdi nereye gidiyoruz?” Labaki hem yazmış, hem yönetmiş hem de oynamıştır bu filmde. Bir kadın olarak savaşı kadınların gözünden, hissettikleriyle ve yaşadıklarıyla apaçık ortaya koymuştur yönetmen olarak. Hikaye anlatıcısının kadını farklı oluru ispatlamıştır Labaki bu filmde. Hikaye bir de savaşı anlatıyorsa, analık vasfı doğuştan gelen kadının, çocuklarını korkutmak istemeyen ananın; savaşın kötülüğünü, kan, silah, patlama, bomba… kısacası madden savaş yerine o’nun ruhen açtığı yaraları ortaya koyarak nasıl gösterebileceğinin en güzel örneklerindendir bu film. İşte bu yüzden de yüzlerce ve hatta binlerce savaş filminin dışında tutmuştur kendisini ve hafızalara kazınan bir “peki şimdi nasıl barışacağız?”ın filmini çekmeyi başarmıştır. Kısacası, “erkekler silahların kadınlar duaların ardına saklanır savaslarda; erkekler öldükçe/öldürdükçe nefreti, kadınlar gördükçe/kaybettikçe/hissettikçe vicdanı kırbaçlar” der bu film özetle. Savaşlarda çocukları ölen, kocaları ölen, kardeşleri ölen, babaları ölen kadınların, ya öksüz, ya dul ya da yavrusuz kalışlarını anlatır. Sonunda onlar yaşayan ölülerdir artık der... Cesare Pavese’nin dediği gibi ''Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler? İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç bir fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümün hesabını sorar." 79 Paradigma, Güz 2015 Film Önerisi: Top Gun (1986) Abdurrahman Tekinsoy Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi 1986 yapımı film olan Top Gun, bir onur ödülüdür. Bunu elde etmek için bu alanda mücadele veren herkes heyecan içindedir. Pete Mitchell, yüksek düzeyde eğitim görmek üzere Miramar Donanma Hava Üssü’nde bulunmaktadır ve bu ödülün peşindedir. Aynı zamanda kıdemli pilot Tom Kasansky de bu yola baş koymuştur. İkisi arasında bir rekabet söz konusudur. Mitchell, diğer pilotlar tarafından çok sıcak karşılanan biri değildir; çünkü vaktiyle babası, bir kazaya neden olur. O kazada da hem kendi ölür hem de birçok asker şehit olur. Mitchell bir süre sonra Charlotte Blackwood ile tanışır ve onunla aşk yaşamaya başlar. Arkadaşın ölüm haberinin etkisi ile Mitchell, Top Gun ödülünü kaybeder. Ruhsal sorunlar yaşamaya başlar. Gerçek ve kalıcı bir başarı için bir şansı vardır. Yeni görevinin üstesinden gelmek zorundadır. Filmin yönetmenliğini Amerikan aksiyon sinemasının başarılı ismi Tony Scott üstlenirken, film başrol oyuncusu Tom Cruise için de kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Editörlerimizin yine özen ve nizamla seçmiş olduğu film ise bizlerden 8.1 IMDB puanı almış olup uçak ve Kara Şahin severlere şiddetle önerilir. Film Önerisi: Fury (2014) Abdurrahman Tekinsoy Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi 2014 yapımı olan Fury, 1945 yılının Nisan ayında, İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde geçiyor ve Komutan Wardaddy, topçu Boyd Swan, yükleyici Grady Travis, şoför Trini Garcia ve yardımcı şoför Norman'dan oluşan müfrezenin, 300 düşman askeriyle karşılaştığı ve tüm imkansızlıklarla savaşmak zorunda kaldığı 24 saati konu alıyor. Beş askerden oluşan küçük ekip, zırhlı tanklarıyla, Almanya'da savaşın ortasında kalır ve bu ekip bölgede kalan son Amerikan ordusu askerlerinden oluşur. Birlik az sayıda askerden oluşmasının yanı sıra cephane anlamında da bir hayli zor durumdadır. Grubu komuta eden Çavuş Wardaddy'nin Avrupa'nın tamamını yıkıma uğratan bu savaştaki son görevi, askerlerini Nazi birliklerinin kuşatması altında olan bu bölgeden sağ salim çıkarabilmektir. 20. yüzyılın en kanlı senelerinden biri olan 1945 yılında geçen ve müfrezenin geçirdiği bir günü ele alan savaş dramının yönetmeni ve senaristi David Ayer. Filmin başrollerini ise Brad Pitt, Shia LaBeouf ve Logan Lerman paylaşıyor. Editörlerimizin özenle seçmiş olduğu film bizlerden 8.2 IMDB puanı aldı. 2. Dünya Savaşı meraklılarının beğenisine sunuluyor. Makale Önerisi: Beyaz Savaş (Guerra Bianca) Gökçen Ergüvenç Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Birinci Dünya Savaşı sırasında 3600m yükseklikte, dondurucu soğukta -30 derecede yaşam savaşı veren askerleri anlatan bu makalede, okuyucular kendilerini dramın içinde buluyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve milliyetçilik duygusu kabarmış İtalya’nın Alpler’de verdiği mücadeleyi konu alıyor. Savaşın iç yüzü maalesef yüz elli bin insanın kaybedildiğini gösteriyor. Askerler sadece düşman orduyla savaşmıyor, zorlu doğa koşullarıyla da mücadele ediyor. Öyle ki, Beyaz Savaş Tarihi Topluluğu kurucusu ve başkanı Marco Balbi ölen askerlerin sadece üçte birinin savaşarak öldüğünü ifade ediyor. Savaşın zorluklarını bizlere gösteren bu makale, okuyucularını bekliyor. Kitap Önerisi: Türkiye'nin Yakın Tarihi (İlber Ortaylı) Gökçen Ergüvenç Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi Ahi Evran Üniversitesi Türkiye’nin değerli tarihçilerinden İlber Ortaylı, bu kitabında Türkiye’nin yakın geçmişini, Türkiye’nin yaşadığı değişimleri ele alıyor. İşte kitabın tanıtım kısmından birkaç cümle… "Osmanlı İmparatorluğu gürültüyle ve aniden ortadan imparatorluklar artlarında üç-beş yıllık değil, yüz yıllık sancılar bırakır." 81 Paradigma, Güz 2015 kalktı. Büyük "İttihatçılar vatanseverdi, bu onların hem gücüydü, hem de hatalarının bir nedeni..." "Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir." Kitapta, anayasa tarihimiz, dış politikamız, eğitim sistemimiz gibi birçok konuya değinen İlber Ortaylı akıcı lisanıyla “Türkiye’nin Yakın Tarihi”ni sizlere sunuyor.