HF124 - Hayatım Futbol
Transkript
HF124 - Hayatım Futbol
4Ni SAN2 01 4-SAYI 1 2 4 Fe r gus o n’ una r dı nda nk o l t uğao t ur a nDa v i dMo y e spe kpa r l a kbi rgr a fik ç i z e me di . El e ş t i r i l e ry ük s e l di , i s t i f a s ı i s t e ndi . İ s k o çme na j e rz o rdur umda . Ki mi negö r ez a ma nai ht i y a c ı v a r , k i mi negö r ei s eok o l t uk t ao l ma ma l ı Yayın Koordinatörü Şeytan azapta İlker Yılmaz Alex Ferguson 27 yıllık Manchester United kariyerine nokta koyup emekliye ayrılırken herkesin kafasında geride bıraktığı “muhteşem” bir kulübün âkibetinin ne olacağı vardı. ManU için bir teknik adamdan fazlası olan İskoç hoca da giderken bu endişeyi karşılayıp halefi olarak David Moyes’u gösterdi. Ancak Moyes için her şey kâbus gibi başladı. Etkisiz oyun, rakipler karşısındaki farklı mağlubiyetler, şampiyonluk, hatta Şampiyonlar Ligi biletinin imkansız hale gelmesi ve mabed Old Trafford’da daha önce görülmemiş yenilgiler camiada Moyes aleyhinde homurdanmaların yükselmesine sebep oldu. Biz de Hayatım Futbol olarak 124. sayıda, Manchester United’ın içine düştüğü bu durumu masaya yatırdık. Sezon başından bu yana azapta olan Kırmızı Şeytanlar’da tek sorumlu çoğu kişinin zikrettiği gibi Moyes mu? Ferguson onu göstererek hata mı yaptı? Yoksa zaman verilmeli mi? Bonus olarak da Manchester United efsanesi Denis Irwin’in röportajı da sizlerle… Editör Cantürk Temelli Yazarlar Egemen Yıldırım Fırat Topal Güner Çalış İsmail Şayan Mustafa Demirtaş Salih Demirci Taner Karaman Uğur Karakullukçu Ayrıca Süper Lig’de 6 Nisan Pazar günü oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin tüm ayrıntıları da bu sayıda. 1950’den sonra yeniden Brezilya’da düzenlenecek Dünya Kupası’nın başlamasına sayılı günler kaldı. 64 yıl önce ilk kez Samba diyarında düzenlenen kupadan unutulmaz 5 adamın hikaye serisi de bu hafta başlıyor. Juventus’ta şans bulamayan ama şimdilerde İtalya Milli Takımı’nda formayı kapan Ciro Immobile de bu sayıda karşınızda. Keyifli okumalar, Cantürk Temelli iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #124 BU SAYIDA ‘‘Emri ben verdim!’’ Alex Ferguson halefini kendi seçti ama neden Moyes? Gelenekten düşen seçilmiş kişi ‘Seçilmiş kişi’ Moyes’in hakkı daha dolmadı. Yüzyılın vurgunu Manchester United taraftarlarını sadece sahadaki başarısızlık değil, Glazer ailesi de düşündürüyor. Röportaj: Denis Irwin Manchester United efsanesi Irwin, Kırmızı Şeytanlar’ın bu sezonunu ve geçmişteki başarılarını anlattı. Sezonu kurtarma maçı Kötü bir sezon geçiren Galatasaray, derbide taraftarıyla nasıl barışabilir? En güzel bahar Fenerbahçe derbiyi ilkbahar rahatlığıyla daha önce hiç olmadığı kadar hazır. Bir zamanlar Brezilya sahillerindeydik #1 1950 Dünya Kupası’nda büyük bir mucizeye imza atan ABD’nin yıldızı Gaetjens’in hayatı pek de parlak olmadı. Büyüteç: Ciro Immobile Genç golcü milli takıma göz kırpıyor. Güner Çalış Manchester United Özel HF124 FERGUSON: EMRi BEN VERDiM! Alex Ferguson, emekli olmaya karar verdiğinde herkesin aklında tek bir soru vardı. “Halefi kim olacaktı?” Sorunun cevabı da Fergie’de saklıydı. İskoç menajer, Everton’ı çalıştıran David Moyes’u işaret etmiş ve koltuğuna onu uygun görmüştü. Manchester United’ı yoktan inşa eden bir adamın sözü de emir telakki ediyordu şüphesiz. Peki o kadar kişi varken neden Moyes’u seçmişti? “İskoçların çoğu inatçı, iradeleri çok sağlam insanlardır. İskoçya’yı terk etmeleri gerekirse, bunu yalnız bir neden için yaparlar. Başarılı olmak! İskoçlar, geçmişlerinden kaçmak için terk etmezler. Bunu, ancak daha iyi olmak için yaparlar. Mevzubahis meslekleri, emekleri olduğu vakit, en ciddi tavırlarını takınırlar. Bunlar, onlar için paha biçilemez değerlerdir. İnsanlar bana gelip, ‘Maçlar esnasında yüzünüz hiç gülmüyor.’ diyordu. Halbuki ‘Gülümsemek için değil, maçı kazanmak için oradaydım.’ David de bu özelliklerin bir kısmına sahip. Ailesini yakından tanıyorum. Babası David Moyes Sr., gençliğimde futbol oynadığım Drumchapel’de antrenörlük yapıyordu. Drumchapel’i 1957’de terk ettiğimde, David Sr. henüz genç bir adamdı; dolayısıyla David Jr.’la doğrudan bir karşılaşmamız olmadı. Ama onların hikayelerini biliyorum. Bu kadar önemli bir göreve getireceğiniz biri için, böyle temellere sahip olmak önemli bir değerdir.” Sir Alex Ferguson Sıradan değerlendirme ölçütlerini kullanarak, David Moyes’un daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu savunmak pek kolay değil. Her şey bir yana, onunla devam edilmesi gerektiği fikrini doğuracak bir potansiyele sahip değil. Hiç değilse, teknik açıdan bakarsak böyle. Alınan başarısız sonuçlar ve kötü futbolun, geleceğe yönelik umutların ışığında telafi edilebildiği yerde, Moyes’un vaat ettiği nedir? Onu, örneğin, Liverpool’daki yarım sezonu sonunda haklı bir biçimde kovulan Hodgson’dan farklı kılan ne? Sir Alex Ferguson garantisi mi? Ferguson’ın Moyes tercihi kötü, hatta berbat olarak değerlendirilirken, çoğu zaman Pep Guardiola, Jürgen Klopp ve en çok da Jose Mourinho gibi isimlerin niçin göz ardı edildiği üzerinden yorumlar yapılıyor. Dünyanın en büyük kulüplerinden biri olan Manchester United’a yakışan, bu isimler büyüklüğünde biri değil miydi? Bu karşılaştırmaya girişirken, David Moyes’ın taktiksel çıkmazlarını öne çıkarmak, açıkçası biraz yavan kalıyor. Zaten hiçbir vakit inovatif biri olarak parlamış değildi. Bu isimlere kıyasla, böylesine büyük bir iş için fazlasıyla tecrübesiz olan Moyes, Brendan Rodgers veya Roberto Martinez gibi yeni nesil hocalar arasında da sayılamazdı. Dolayısıyla, sebep bu da değildi. Ferguson’ın iş modeli, bu genelgeçer ölçütler içine sıkıştırılamıyordu ve varisini belirleme zamanı geldiğinde, bunun böyle olduğu en net şekliyle ortaya çıkacaktı. Onun aklındaki varis, United’ın kendine has dinamiklerini özümseyebilecek, bu geleneği devam ettirebilecek biri oldu. Peki ama bu ne demek? Moyes’un Everton günlerinden, Ferguson da Manchester United’ın başında. Halef-selef karşı karşıya… öncelikle birtakım teknik değerlerin idealize edilmesiyle en büyük olanların ise tamamen dışında. Manchester United’ın gücü, her şeyin üzerinde kesin ve tartışmasız ‘kontrol’e sahip olan Alex Ferguson’ın iş anlayışına dayanıyordu; ve bu anlayışın temelinde, Ferguson’ın biraz da gururla anlattığı, İskoç işçi sınıfı etiği vardı. Mesele, her şeyin Ferguson tarafından birebir görülmesi değildi. Ama işin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi ve organizasyonun tamamında kesin bir kontrole sahip olunması şarttı. Ferguson, antrenmanlarını dünyanın en iyilerinden olan Rene Meulensteen’e, basın toplantılarını Mike Phelan’a emanet etti. Vaktiyle de Carlos Queiroz ve nicelerinden fazlasıyla yararlanmıştı. Ferguson, en genel hâlleriyle olan biteni anlama, ve onları yönetme noktasında dünyanın en iyisiydi. Manchester tüm büyüklerden farklı Manchester United, tüm diğer elit kulüpler arasında apayrı bir yere sahip. Önemli bir ekonomik güçleri ve dünya çapında büyük bir taraftar potansiyelleri var; ama örneğin Real Madrid gibi, en başında bu yapı üzerinden tanımlanmıyor. Şeyh ve oligarkların ihtiraslı hamleleriyle türeyenlerden veya Barcelona gibi, Ferguson’un tercihine atıfta bulunan Manchester United’lı taraftarlar Moyes için “Chosen one” (Seçilmiş biri) diyor. ‘İşçi sınıfı” değerli bir başlangıç İşçi sınıfı, aslında bir metafor. Sir Alex Ferguson’ın Manchester United’ı, Bill Shankly’nin Liverpool’u ölçüsünde ‘kızıl’ bir takım asla olmadı. Olan aslında şuydu: Ferguson’ın gençliğinde, Glasgow’un sosyopolitik ortamı mükemmel bir okuldu ve iyi bir öğrenci olan Ferguson için, işçi sınıfının değerleri çok değerli bir başlangıç noktası olacaktı. Bazı şeylerin, örneğin klasik 4-4-2 oyun yapısının revize edilmesi gerektiği oldu. Sir Alex, 2000’lerin başında bu zorunluluğun farkına vardığını ifade ederken, Dwight Yorke’u takıma monte edişini örnek gösteriyordu. Bir başka zaman, Spaletti’nin devrimsel 4-6-0’ı ilgisini çekecekti. Fakat ‘işçi sınıfının değerleri’ olarak ifade edilenler, belki de en başından beri hiç değişmeden kaldı. Kulüp içinde oluşturulmaya çalışılan havanın en temelinde, sahiden bu vardı. Ferguson, 2011’de bir açıklamasında şöyle söylüyordu: Moyes’ın 2002’de geldiği Everton; küme düşme potasında, finansal olarak doğal kısıtlamalara tabi ve her anlamda krizde olan bir kulüptü. 10 sene sonra ayrıldığındaysa, her yönden gelişmiş ve kendi sınırları dahilinde modern bir kulüp bırakıyordu. “Biz işçi sınıfıydık. Bugünkü çocuklar değil. Bazıları öyle olduğunu düşünüyor olabilir, ama değiller. Onların babaları ve dedeleri belki öyleydi, fakat zaman değişti. Yine de yapmanız gereken, onları işçi sınıfı ilkelerine inandırmak; gerçekten de, sanki işçi sınıfıymışçasına hissetmelerini sağlamak. Onlara, çalışmanın ne denli ayrıcalıklı olduğunu fark ettirebilmelisiniz. Oyuncularıma tüm hayatları boyunca çalışmanın kolay bir şey olmadığını söylüyorum, ama buna değer.” Everton da mirası iyiydi Moyes’u herkesten bir adım öne çıkaran, kuşkusuz onun da bu ortamın içinden gelen biri olmasıydı. Moyes’in döneminde, Glasgow eski havasını yavaş yavaş kaybediyordu ve belki Moyes, Ferguson kadar iyi bir öğrenci değildi. Ama tüm bunların ne ifade ettiğini biliyordu, ve aynı Ferguson gibi, o da benzer bir anlayışla futbola yaklaşıyordu. Emekli olmasının ardından Ferguson, “Manchester United’a geldiğim anda, aklımda yalnızca bir şey vardı.” diyecekti. “Bir futbol kulübü inşa etmek! Tepeden tırnağa, en aşağıdan başlayarak.” Moyes’un Everton’ı dönüştürmesi, tam da böyle bir şeydi. 2002’de geldiği Everton; küme düşme potasında, finansal olarak doğal kısıtlamalara tabi ve her anlamda krizde olan bir kulüptü. 10 sene sonra ayrıldığındaysa, her yönden gelişmiş ve kendi sınırları dahilinde modern bir kulüp bırakıyordu. Ferguson’ın da, iyi bir miras bırakmaktan anladığı tam olarak buydu. “8 oyuncum iyi oynasın yeter” Ferguson, “bir kulüp yaratmak, istikrar ve tutarlılık getirir.” demişti. Çalıştığı yerlerde üç sezondan fazla kalamayan Mourinho’nun başardığı ise bundan farklıydı. O, çok iyi ‘takım’lar yaratıyordu. Önemli başarılar kazanıp ayrıldığı kulüplerin, o ayrıldıktan sonra girdiği kriz hâli ortadaydı. Ferguson’ın zihni bundan farklı işliyordu. Topu kaybettikten sonra 6 saniye içinde geri kazanma kuralı koyan Guardiola gibi, Sir Alex Ferguson’ın da sihirli bir sayısı vardı örneğin. Ona göre, bir futbol maçını kazanmak için yalnızca 8 oyuncunun iyi oynaması yeterliydi. Hatta daha ileri giderek, tüm kariyeri boyunca yalnızca altı maçta, 11 oyuncunun tamamının iyi oynamış olduğunu söylüyordu. Bir başka vakit, V şeklinde uçan göçmen kuşların bilindik hikayesini anlatmıştı. İlk sıradakiler kanat çırparken, ikinci sıradakiler bu işten muaftı ve daha sonra görev değişimi oluyordu. Bu, takım oyununu anlatmak için kullanılmış bir alegoriydi. Nicky Butt, John O’Shea gibi kısıtlı oyuncular, kadronun ahengine bu anlamda önemli bir hizmet etmenin yanında bir misyon daha üstleniyordu aslında. Böylesine oluşturulan bir takım, daha sonraki takımlara yapılacak geçişlerde uğranacak hasarı da en aza indiriyordu. Ferguson, asla geleceği düşünmeden bugünü kurgulamazdı. Başarılı takımların döngülerinin yaklaşık 4 sene içinde sona erdiğini söylerken, plânlarını buna göre yapmaları ve sürekli yeni ‘takım’lar oluşturmaları gerektiğinden söz ediyordu. Mourinho, sahiden de Manchester United’a onun kadar iyi bakabilir miydi? David Moyes, Glasgow okulunun henüz tarih sahnesinden çekilmediğini kanıtlamak zorunda. Ve bunun için hâlâ zamanı var. Mevcut durumda Moyes’un işi zor ama imkansız değil. Zamana ihtiyacı var. Salih Demirci Manchester United Özel HF124 GELENEKTEN DÜŞEN SEÇiLMiŞ KiŞi Moyes’i göreve getiren gelenek, şimdi de her şeye rağmen onu koruyor. ‘Seçilmiş Kişi’ zorda ama görünen o ki onu buraya çıkaranların ona verdiği bir hak daha var Old Trafford sakinleri yıllardır böyle maçlar görmemişti. Arada farklı yenilgiler oluyordu ama kaybetmekte istikrar alışık olunan bir şey değildi. Önce Liverpool’a, ardından da Manchester City’e farklı yenilince bardak taştı. Değişimin simgesi olan pankart (The Chosen One) tribünden kaldırılmaya çalışılırken, tepkiler doğrudan David Moyes’e değil tribündeki yerinde maçı izleyen Alex Ferguson’a yöneldi. Ne de olsa kaçınılmaz şekilde seçim ona aitti ve başka birini seçmesi de mümkün değildi. David Moyes’i ve Everton takımını takip edenler farkındadır, sıkıntılara daima bir çözüm bulunurdu. Takım sezona kötü başlasa bile bir zaman mutlaka her takımı yenecek güce kavuşur, üstelik o dönem sakatlar listesi uzun olsa da fark etmezdi. Daima bir yol bulunur, hem de hiç etkileyici olmayan bir yol bulunurdu. Alex Ferguson’un da tarzı buydu ve aynı durumun halefin ilk sezonunda da devam etmesi bekleniyordu. Ama öyle olmadı, Manchester United adeta fetret devrine girdi. Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale tutunan kulüp için sezon hala ölmüş değil. Ligde ise durum umutsuz ve yarım asırlık bir rejim, elbette ki bir günde ve sorunsuz değişecek değildi. Üstelik yeryüzünde Alex Ferguson’a en çok benzeyen kişi belki de David Moyes’ti ve kurulu düzene en iyi adapte olabilecek kişi de oydu. Öyle olmasa bile Alex Ferguson’un tercihine ‘hayır’ mı denecekti? Yine de Jose Mourinho ya da Pep Guardiola gibi çarçabuk etki yaratabilen madrabaz hocalardan biri tercih edilseydi şimdilerde zirve yarışının içinde olabilirlerdi; ya da gerçekten böyle mi? Tüm sezon sakatlıklardan ötürü sıkıntılar yaşayan Manchester United’da kadronun en önemli ismi Robin Van Persie, nisan ayının sonuna kadar oynayamayacak. İskelet ve sakatlıklar Alex Ferguson’un takımı, hocasının mayasını taşıyordu. Biliyorduk ki Manchester United’ın maçları asla 90 dakika değildir ve bu takım bazen sanki sırf galibiyet görkemli olsun diye işi zora sokuyor gibi görünürdü. Forma kazanıyor diye nitelenen öze sahiptiler; her zaman yüksek olan özgüvenleri ve doğruyu oynadıklarına dair inançlarıyla yarışa daima bir adım önde başlıyorlardı. Bu sayede oyuncuların çapı büyüyor, sürekli kazanarak yaşayan iskelete eklenenler de ya huyundan ya suyundan bir şeyler kapıp ortama ayak uyduruyorlardı. Mesela Federico Macheda, 2008/09’da Liverpool’u az farkla geçerek alınan şampiyonluğun en kritik gollerinden birini atmıştı ama şimdilerde o takım senin bu takım benim kiralık geziyor. David Moyes’in takımı ise geçen sezonlarda yüksek verim alınan oyuncuların sıradanlaştığı bir eşiğin altında kaldı. Sezonun erken dönemlerinde malum ‘havayı’ kaybettiler, artık maça tutunmaları için forma yetmemeye başladı. Akabinde peş peşe sakatlıklar, iskelet tümden bozuldu. Robin Van Persie, Nani, Michael Carrick, Wayne Rooney azımsanmayacak süreler takımdan ayrı kaldılar. Bunlara Rafael’i, Vidic’i eklersek takımın yarısını işaret etmiş oluyoruz ki, şu sıralar benzer şekilde ilk 11’inin yarısını kaybeden Arsenal’in zirve yarışının neresinde durduğu emsal sayılabilir. Ancak kritik soru eğer bu sakatlıklar yaşanmasaydı David Moyes’in takımı yarışın içerisinde olur muydu, olabilir. Buna İskoç menajerin lehine cevap vermek zor, fakat yine kendinden sebepler arka planda sayılabilir. Yıpranma payı Savunma tandeminden başlayarak bazı oyuncular, geçen sezondan itibaren cepten yiyerek oynuyorlardı. Ferdinand, Vidic ve Evra yaş haddinden ötürü yetersiz kalırken, Young ve Yaz transfer döneminde büyük umutlarla getirilen Fellaini bir türlü form tutamadı. Sonrasında yaşadığı sakatlık sebebiyle istenilen performanstan uzak kaldı. Aston Villa maçında, Manchester United’lı taraftarlar stadın üstünden geçirdikleri uçağa astıkları “Wrong one, Moyes out” (Yanlış kişi, Moyes istifa) pankartıyla İskoç hocaya tepki gösterdi. Kagawa’nın verimsizliği, Cleverley başta olmak üzere alternatiflerin güdük kalması David Moyes’in elini kolunu bağladı. Üzerine yatırım yaptığı Marouane Fellaini’nin ancak Mart ayıyla birlikte düzenli forma bulacak bir seviyeye gelmesi başlı başına büyük bir kayıpken, zaten United’ın geçen sezon da o mevkide oynatacağı ideal bir oyuncusu yoktu. Kadro açıkça son meyvesini vermiş ve kurumaya yüz tutmuştu, yeniden canlandırılmaya ihtiyaç duyuyordu. Hele ki Ferguson’un değil, başka birinin elindeyken yüksek hedeflere oynaması çok daha zordu. Tüm bunların yanı sıra Fulham’a karşı Old Trafford’da oynanan ve son yılların kenardan orta rekorunun kırıldığı maç, Manchester United taraftarının zihnine kötü bir anı olarak kazındı. İngiltere’nin 90’ların ortalarından itibaren değişime uğrayan futbol kültüründe sürekli kenardan ortalarla hücum etmek, büyük takımlara yakışmayan bir oyun biçimi olarak kabul edilirken Moyes’in kötü gidişe bulduğu çözümün fazla bilindik olması, bir başka sorgulanma sebebi olarak görülebilir. Ama tecrübeli teknik adamın dediği gibi, tercihler ve soyunma odasında yaşananlara dair spekülasyonlar kazanamamalarına sebep değil; tam tersine kazanamadıkları için bunlar yazılıyor. Bir hakkı daha var Büyük hedeflere talip olarak sürekli kazanmak için de güçlü, denk ve sağlam bir kadro gerekiyor. Oysa Manchester United’ın Juan Mata’dan önce ince işler yapabilecek bir oyuncusu yoktu. Elbette Wayne Rooney’nin ayrı bir klasmanı var ve Adnan Januzaj da hiç fena katkı vermedi. Fakat bir Eden Hazard, bir David Silva, bir Mesut Özil ya da Ramsey, Yaya Toure onların kadrosunda yok. Lider Liverpool’un ideal bileşimine yaklaşmaktan çok uzaklar; nitekim şampiyon olamamak değil ama Everton ve Tottenham’ın arkasında kalmak kuşkusuz gerçek bir başarısızlık. Başarısızlık mağduru David Moyes’i bu göreve getiren gelenek, her şeye rağmen onu koruyor. Anlaşılan Bayern’e elenmek de pek bir şey değiştirmeyecek ve İskoç hocaya en az bir transfer dönemi ve bir sezon başlangıcı hakkı daha verilecek. İsmail Şayan Manchester United Özel HF124 YÜZYILIN VURGUNU Ferguson’un son 8 sezonunda Manchester United’ın kasasından Glazer’ın borçlarını ödemek için çıkan rakam 690 milyon sterlini aştı ve daha da ödenecek... Aynı dönemde Ferguson transferlere bunun yalnızca beşte birini harcayabildi ve elde kale hariç her bölgede yenilenmeyi bekleyen yaşlı bir takım var Alt yapının çok güzel ve özel hediyeleri olduğunu inkâr elbette mümkün değil ama Sir Alex Ferguson, Manchester United hanedanlığını kurarken kadrosunu oluşturmadaki asıl gücünü, kulübün kasasından almıştı. İlk transfer rekoru Roy Keane oldu. 98’de Arsenal dublesi geldiğinde rekor transferle buna yanıt verdi. 3 yıl sonra VeronNistelrooy ikilisine 62,5 milyon sterlin yatırdı. Ertesi yıl Rio Ferdinand için Leeds’e ödenen 40,5 milyon sterlin defans oyuncuları için hâlâ dünya rekoru ve İngiltere için de 10 yıl boyunca transfer rekoru olarak kaldı. İki yıl sonra Rooney için Everton’a ödenen 32,5 milyon sterlin, o yaşta bir oyuncu için o tarihe kadar ödenmiş en büyük rakamı katlamaktan da ötesiydi. Sonra Glazerlar gelecekti... İngiliz kulüplerinin borsada işlem görmesi Tottenham ile başladı. Madde 34 nedeniyle profesyonel yönetici çalıştırmakta sıkıntı çeken kulüpler, federasyonun kısıtlamasından kurtulmak için birer birer borsaya açıldılar. Ancak bu, çoğu taraftar olan yatırımcılar için pek hayırlı olmadı. Sebebi basitti: Bir futbol kulübünün amacı kâr etmek değil, kupalar kazanmaktır. Gelirin büyümesi, rekabet nedeniyle harcamanın da büyümesi anlamına gelir. Özellikle transfer bedelleri ve oyuncu maaşları, gelirle beraber büyür. Bu, hemen hemen tüm kulüpler için geçerli senaryo oldu ama Manchester United, hepsinin bir sınıf üzerinde, acımasız bir ticaret makinesi olmayı başardı. Hem kazanıyor, hem harcıyor, hem de hissedarları tatmin etmeyi ihmal etmiyordu. Ferguson ve Kenyon İngiltere’nin Bayern’ini yaratmış, herkese tepeden bakıyorlardı. Edwards, 1989’da kulübü 20 milyona Knighton’a satmayı denemiş, başaramamıştı. 1991’de borsaya arzda 6,7 milyon toplanmış, kulübün değeri ise 18 milyon sterlin olarak belirlenmişti. Aslında “Manchester United Fırsatı”nı ilk görüp harekete geçen, 1998’de 625 milyon sterlin teklif eden Rupert Murdoch olmuştu. Satış engellendi çünkü Britanya Rekabet Kurulu, ligin yayın haklarını elinde tutan Sky’ın da sahibi olan Murdoch’un kulübü almasına izin verilmeyeceğini bildirmişti. 26 Eylül 2003 günü ajanslara Malcolm Glazer’ın, elindeki hisselerin %3,17’ye ulaştığını kulüp yönetimine bildirdiği haberi düştü. %3 aşıldığı anda yapılması zorunlu bir bildirim olduğundan sıradandı. Ancak sonrası pek normal gitmedi. Glazer’ın hisse oranı 20 Ekim’de %8,93’e, 29 Kasım’da ise %15 civarına yükseldi ve yönetici David Gill ile niyeti konusunda bir toplantı yaptığı haberleri yayıldı. 12 Şubat 2004 günü hisse oranı %16,31 olurken ertesi gün Financial Times, Glazer’ın Alman Commerzbank’a kulübün yönetimini devralmak için talimat verdiğini yazdı. Haber, hisse fiyatlarını bir günde %5 oranında artırdı. Haziranda Glazer’ın payı %19’a ulaşmasına karşın en büyük hissedar değildi. Kritik oran olan %30’a iki puan kalmışken kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştı. Ama öyle şanslıydı ki... At dostluğu tepince 1999’da İrlanda’da doğan bir at, her şeyi değiştirecekti... 2002’de Avrupa’da Yılın Atı seçilen Rock of Gibraltar’ın emekliliği yaklaşırken Manchester United’ın en büyük hissedarları John Patrick McManus, John Magnier, eşi Sue Magnier ve menajer Alex Ferguson, hiç beklenmeyen bir kavgaya girdiler. Atın sahipliği paylaşılamıyordu. Ferguson, McManus ve Magnier’i, onlar da Ferguson’u dava etti. Gerilim kulübe de yansıdı. Genel kurulda Magnier, Ferguson’a ağır ithamlarda bulundu ve ağır yanıtlar aldı. İrlandalılar, menajerin gitmesini istiyorlardı! Tribünler menajerin arkasındaydı ve Magnier’e büyük tepki vardı. Yönetim kurulu da tavrını Ferguson’dan yana Rock of Gibraltar’ın bir koşusundan sonra Ferguson koydu. Yıpranan Magnier için 4 milyar değer biçilen safkan üretim şirketinin yanında Manchester United’daki hisseleri çok küçük kalıyordu. 12 Mayıs’ta Magnier ve McManus, Glazer ile ellerindeki %28,9 oranındaki hissenin satışı konusunda anlaştı ve Amerikalı %57’ye ulaştı. Artık yasaya göre %30’u geçtiği için hisselerin tümü için diğer hissedarlara en son aldıkları hisse fiyatı üzerinden teklif yapmalıydı. Üçüncü büyük hissedar olan İskoç Harry Dobson’la başladı ve %62’ye ulaştı. Aynı gün bazı hissedarlardan %9,8 oranında alım gerçekleştirerek %71,8’i buldu. Kulübü limited şirket statüsünden ve borsada işlem görmekten çıkarabileceği oran olan %75’e 4 gün içinde, 16 Mayıs 2005 günü ulaşmıştı. 14 Haziran’da %97,3’ü elde etti ve 22 Haziran’da hisselerin borsada işlem görmesini durdurdu. Altı gün sonra, kulüp yönetiminin zorunlu olarak kendisine devri için gerekli oran olan %98’i buldu ve yönetimi devraldı. 800 milyon harcamıştı. Aileyi temsil eden halkla ilişkiler şirketi Smithfield, operasyonun merkezinde Joel Glazer’ın olduğunu ve bundan sonra da işleri onun yürüteceğini açıkladı. Taraftar gruplarının tüm karşı çıkmalarına ve çağrılarına rağmen dünyanın en çok kâr eden kulübü olan 127 yıllık İngiliz kulübü artık Amerikalıların olmuştu. Hatta düpedüz Amerikan malıydı... Sicil, derhal vergi oranlarının en uygun görüldüğü Nevada’ya taşındı. Bunun anlamı şuydu: Glazer, bir İngiliz kulübü olan Manchester United’ı sattığında, kulübü doğuran ve yaşatan İngiltere’ye tek kuruş gelir vergisi ödemeyecek. Çözümü Scholes oldu Glazer familyasıyla ilk iki yılda şampiyonluğu kaptıran Ferguson, 2006’da Tottenham’a Carrick için 24 milyon sterlin ödedi. Ama başta Real Madrid’e giden Ruud van Nistelrooy olmak üzere sekiz oyuncusunu satmak zorunda kalıyordu. Sekiz yıl önceki bu transfer, orta sahanın merkezine yapılan son işe yarar transfer ve üst üste üç şampiyonluk getirmişti. Geçen sezon şampiyonluğun tehlikeye düştüğünü anladığında yine orta sahanın merkezine takviye arayan Ferguson’un tek yapabildiği ise emekli Paul Scholes’u geri döndürmek oluyordu. Sülale boyu soygun Malcolm Glazer ilk iş olarak oğulları Joel, Avram ve Bryan’ı yönetim kuruluna atadı. Onları Kevin, Edward ve Darcie Glazer izledi. Ödenecek yüklü maaşlarla familyanın geleceğini garanti altındaydı... Manchester United, gerektiğinde bu ‘değerli’ yönetim kurulu üyelerine yüklü avans ödemeleri de yaptı. Tıpkı Tampa Bay Bucaneers’ta yaptığı gibi bilet fiyatlarına yani taraftara yüklendi. Ama bunlar, asıl soruna kıyasla bir hiç... Glazer, Manchester United’ı borçlanarak aldı ve bu borçları da kendi şirketine, yani Manchester United’a ödetiyor. Kulüp, Glazer’a geçişinden önce dev bir kâr makinesiydi. Kadro için para her zaman ve gerektiği anda hazırdı. Futbolun yarattığı gelir futbola gidiyordu. Artık futbolun ürettiğiyle finans şirketlerini besleyen, futboldan çalan dev bir borç ödeme makinesine dönüşmüş durumda. Yılda 90 milyon sterline yakın bir rakam Glazer’ın borçlarına ve faizlerine gidiyor. Ödeme aksarsa kulübün yönetimi, New York merkezli üç hedge fona geçecek. Ferguson bu şartlar altında ve yıllarca müthiş bir mücadele sergiledi. İngiltere’de Bayern olunabiliyor ama Bayern kalınamıyor... Her ne kadar hem UEFA’nın hem Premier League’in Finansal Fair Play kuralları ile artık önü önemli ölçüde kesilse de zengin kulüp sahipleri çıtayı hep zorladılar. Ferguson’un en büyük şansı, takımı yıllarca taşıyabilecek bir çekirdeğin Glazer kulübü satın aldığında zaten elinde oluşuydu. Ama o takım artık ölüyordu ve yenileme şansının olmadığının da farkındaydı... Yılda ortalama 50-60 milyon sterlin harcayabilenlere karşı rekabet gücünün her geçen gün eridiğini biliyordu ve üç Avrupa şampiyonluğu hayaline ömrünün yetmeyebileceğini anlamıştı. Son bir şampiyonluk hediye etti ve sessizce köşesine çekildi. Glazer’ın daha ödenmesi gereken en az 389 milyon sterlinlik borcu olduğu biliniyor. Elbette ki bu para kulübün kasasından çıkacak... Glazer tüm borçları ödettikten sonra kulübü satar ve 2 milyarı cebine koyup emekliliğin tadını çıkarır mı? Altın yumurtlayan tavuktan kurtulmasını ummak pek akla yakın görünmüyor. Tarih tekerrür ederken Ferguson’un yerine bizzat kendisinin tavsiyesiyle Everton’dan, küçük bütçeyle maksimumu yapmayı alışkanlığa dönüştürmüş David Moyes getirildi. Değişikliğin harcamak anlamına da geleceğinin farkında olan yönetim, New York Borsası’nda satılan hisselerin yanına bir de bono satışını ekleyerek kaynak yaratmaya çalıştı. Ancak bu para hiç de iyi kullanılmış görünmüyor ve CEO David Gill’in Ferguson’la beraber ayrılması bunda en büyük etken olarak gösteriliyor. Woodward, satın alma operasyonu sırasında danışmanlık yaptığı Glazer’la birlikte kulüp hiyerarşisine girdi ve 40 yaşındaki CEO, deneyimsizliğiyle özellikle sezon başı transferinde İspanya’da düşülen rezaletin baş sorumlusu olarak gösteriliyor. Elbette geçen sezonun şampiyonunun bu yılki durumunda menajer faktörü çok önemli ama olanlar Sir Matt Busby’nin 1969’daki emekliliğinin ardından yaşananlara çok benziyor. Busby’nin 68’de Avrupa Şampiyonu olduğu takım, ayrıldığı ilk sezonda ligi sekizinci bitirebilmişti ve yaşlıydı. Şimdinin kırkını deviren Giggs’i gibi o zaman 38’indeki Foulkes vardı. Brennan ve Charlton 30’lu yaşlarını sürerken Law da 30’u görmek üzereydi. Onlar da bıraktığında takım küme düştü. Büyük kaynak bekleniyor Bugünün Manchester United’ı için elbette bu derece kötü bir senaryo beklenmiyor. Ferguson, City ve Chelsea’nin üçte biri düzeyinde harcayarak yarışın içinde kalmayı başardı ama takımın çok ciddi bir yatırıma ihtiyacı olduğu ortada. Kaynak şu an için sorun olsa da yakın gelecek sağlam. Old Trafford’un 96 bine çıkarılması planı uzun zamandır hazır, yalnızca zeminde sorun olmayacağına dair kesin onayı bekliyorlar. Chevrolet ile yıllık 80 milyon dolarlık forma reklamı anlaşması yapıldı. Altyapı ve antrenman tesislerine bile sponsor bulundu. Ligin yayın gelirindeki muazzam artış bu sezondan itibaren devreye giriyor. Şampiyonlar Ligi’nin İngiltere yayın hakları 2015’ten itibaren geçerli anlaşmayla iki katından da fazla arttı ve bu da katılabilen İngiliz kulüpleri için havuzdan 15 ile 35 milyon sterlin arasında ek gelir demek. Sahada başarı gelirse Kırmızı Şeytanlar üç yıl içinde ‘dünyanın en çok kazanan kulübü’ ünvanına yeniden kavuşabilir. Devler Ligi’nden uzak kalmak tehlike Ne olursa olsun, Manchester United için Şampiyonlar Ligi katılımı mutlak hedef ve Moyes bunu en kötü ihtimalle gelecek yıl başarmak zorunda. Bir sezon Şampiyonlar Ligi bileti alamamak kulüp için zor da olsa ölümcül değil. Ancak iki yıla çıkması tam bir tehlike ve on yıla çıkmasına sebep olacak sürecin başlangıcı anlamına gelebilir. Yüzyılın soygununu yapan Glazer familyası için bunların para dışında bir anlamı var mı bilinmez. Futbola yatıran Araplar ve Ruslardan farklı olarak futboldan çalma modelini ortaya koydular. Onlara direnebilmeleri de Ferguson’un dehası ve bilgeliğiyle mümkün oldu. Aynı şeyi Moyes’in de yapmasını umdukları açık. Tehlikeyi gördükleri andaysa kulübü elden çıkarıp keyiflerine bakacaklardır. Uğur Karakullukçu Röportaj HF124 Manchester United’ın efsanevi oyuncusu Denis Irwin, kulübün şampiyonluk turu kapsamında geldiği İstanbul’da Kırmızı Şeytanlar ile ilgili sorularımızı yanıtladı ‘FERGUSON DA 5 YIL BEKLEMİŞTİ’ Manchester United’ı bugünkü Manchester United yapan şüphesiz 90’lar ve o dönemde elde edilen başarılardı. O takımda hiç ara vermeden yer alan, değerli isimlerden biri olan Denis Irwin, İstanbul’a gelince 1990’da Oldham’dan gelerek 2002’ye kadar 12 sene oynadığı bu takıma, bu formaya dair konuşma şansı bulduk. Manchester United’ı masaya yatırıyorken, her şeyi birinci ağızdan duymak çok daha doğru elbette. Kulübün bu sezonki beklenmedik derecedeki kötü durumunu açıklarken, öncelikle Ferguson’un ilk dönemine değiniyoruz. Efsane futbolcu, Sir Alex Ferguson’un o hanedanlığı kurarken geçtiği yolu şöyle anlatıyor: “Aberdeen’de çok başarılıyken Manchester United’a geldi ama onun için bile bu büyük bir adımdı. İlk kupasını 3.5 yıl, ilk şampiyonluğunu 5 yıl sonra kazanmıştı. Bu iyi oyuncuları bir araya getirmek, tecrübelenmek ve takım olarak hareket edebilme becerisi kazanmakla ilgili bir durum. O takımla Avrupa’da birçok yerde oynadık, fantastik başarılar elde ettik. O ekipte yer almaktan gurur duruyorum.” Bayern Münih finali özeldi Elde ettikleri başarılı dönemi anlatırken ise gözleri parlıyor Irwin’in, “99 finali harikaydı. 91’de de Barcelona’ya karşı Kupa Galipleri Kupası’nı kazanmıştık, 4-5 Premier Lig şampiyonluğumuz vardı. 97’de Şampiyonlar Ligi yarı finalinde elenmiştik, orada da kupaya çok yakındık. Çok bekledik o başarı için ama 99’da o harika finalle birlikte üçleme yaptık. Benim için harika bir 12 yıldı. Bayern Münih’i yenmek tabii ki bunların arasında farklı bir yere sahip, inanılmazdı” diyerek 99 şampiyonluğunu diğerlerinden biraz ayırıyor. Giggs beyniyle oynuyor Kendisinin henüz ikinci sezonundayken ilk maçına çıkan bir genç oyuncu olan Ryan Giggs’i sorduğumda ortam hemen neşeleniyor. “Bu adamın yaşı yok” diyor Denis Irwin ve şöyle devam ediyor: “Giggs kült bir oyuncu. 1991’deki o Everton maçında sakatlanmıştım, o da kulübeden benim yerime girmişti. Hala aynı kulüpte, aynı seviyede oynayabiliyor olması gerçekten inanılmaz. Futbola olan düşkünlüğü, en iyi olma arzusu onu bu noktaya getirdi diye düşünüyorum. Bu kadar fiziksel bir oyunda beyniyle var olmayı başarıyor. Bir kulüp için 24 yıl oynayabilmek, söylenecek daha fazla söz yok.” Bu yıl geçiş yılı David Moyes’un ilk sezonunda beklenen çizgiden uzakta kalmasını ise büyük ölçüde beklediklerini ifade ediyor United efsanesi. “Şüphesiz ki Alex Ferguson’un emekliliği sonrası sezonun çok zorlu olacağını biliyorduk” diyen Irwin, “Hala Şampiyonlar Ligi’nde devam ediyoruz ve bu harika. Kazanma şansımız var. Bunu geçiş yılı olarak kabul etmek lazım. Moyes oyunculara ve ortama alışacak ve umuyorum ki gelecek sezon şampiyonluk mücadelesi vereceğiz. Bu sezon Premier Lig epey ilginç, Chelsea, Manchester City, Arsenal, Liverpool çok iyi durumda, Everton da iyi işler çıkarıyor. Bu açıdan biraz hayal kırıklığı var ama gelecek sezon telafi edeceğiz” diyerek odak noktalarını gelecek sezona çevirdiklerini ifade ediyor. SAMİ YEN’İ UNUTAMIYORUM İstanbul’a ilk olarak 1991’de milli maç için geldiğini söyleyen Irwin, “Daha sonra 1993’te Manchester United’la İstanbul’a geldim. İstanbul dünya üzerinde futbol oynamaktan keyif alacağınız yerlerden biri. Burada taraftarlar çok ateşli ve tutkulu. Galatasaray’ın eski stadyumundaki o maçta taraftarın ateşini sahada bile hissedebiliyordum. Bizim için güzel bir gece değildi” diyor. Milli takım kariyerinin son maçına da Bursa’da çıktığını söyleyen İrlandalı efsane, “İrlanda’daki son maçımı da Euro 2000 playofflarında, Bursa’da oynamıştım. Bizi yine Sami Yen’deki gibi deplasman golüyle elemiştiniz!” diyerek espri yapıyor. İstanbul’a son olarak 2012’de bu kez taraftar olarak geldiğini ve Galatasaray ile United arasındaki maçı takip ettiğini söyleyen 48 yaşındaki futbol adamı ayrıca Türk taraftarların takımlarına olan desteğinin harika olduğunu ifade ediyor. Egemen Yıldırım Derbi Özel HF124 SEZONU KURTARMA MAÇI Galatasaray, son 2 yılda yaşamadığı derbi stresini bu sezon iliklerine kadar hissediyor. Uzaklaşılan hedefler ve takımın içinde bulunduğu durum, ezeli rakip Fenerbahçe ile oynanacak mücadelede iyi bir sonuç alınmasını zaruri kılıyor Son iki sezonun şampiyonu Galatasaray için bu yıl, beklenenin aksine tabir-i caizse ölü bir sezon oldu. Sezonun ilk 1.5 aylık döneminden sonra yaşanan teknik direktör değişimi, ligin ikinci yarısıyla birlikte hedeflerden bir bir uzaklaşılması ve son günlerde ortaya çıkan yönetimsel sorunlar… Bu verilerin hepsini bir araya getirdiğimizde sarı-kırmızılıların Pazar günü oynayacağı Fenebahçe derbisi son yılların aksine büyük önem arz ediyor. arasında oynanan 9 derbinin 4’ünü Galatasaray’ın, 3’ünü Fenerbahçe’nin kazandığını görüyoruz. Hatta bunların üstüne 2011/12 sezonunun son maçında Galatasaray’ın Kadıköy’de aldığı 0-0’lık beraberlikle şampiyon olması eklenince Fenerbahçe’nin 14 yıllık Kadıköy saltanatının son bulacağı öngörülmeye ve psikolojik üstünlüğün Galatasaray’a geçeceği söylenmeye bile başlanmıştı. Aslında Galatasaray-Fenerbahçe maçları, sonunda puan, kupa olmadan da oynansa gerginliğin, çekişmenin ve rekabetin yaşanmasının fazlasıyla muhtemel olduğu 90 dakikalardır. Ancak son 2 yıla baktığımızda bu rekabetin yönünün Galatasaray’a doğru ivme kazandığı söylenebilir. 2011-2013 yılları O dönemde derbilerdeki psikolojik üstünlüğün Galatasaray tarafına doğru geçtiği iddiası pek de gerçek dışı olarak nitelendirelemezdi. Çünkü sarı-kırmızılılar, ezeli rakibinin yaşadığı 3 Temmuz sürecini lehine çevirmeyi hem saha içinde hem de saha dışında başarmıştı. Bu durumun en büyük yaratıcısı ise Galatasaray’a 3. döneminde 2 lig şampiyonluğu, 2 Süper Kupa, 1 Şampiyonlar Ligi çeyrek finali başarılarını yaşatan Fatih Terim’den başkası değil. Ancak İmparator’un bu sezonun henüz 6. haftasında görevinden alınması Galatasaray’ın hem saha içi düzenini ve istikrarını etkiledi, hem de Fenerbahçe ile yaşanan psikolojik savaşın tekrar rakibinin tarafına geçmesine neden oldu. Bu durumu örnekleyecek olursak; sezonun ilk yarısında Kadıköy’de alınan 2-0’lık mağlubiyet ve oynanan silik futbol, ligde Fenerbahçe’nin 13 puan farkla önde olması ve Galatasaray’ın iç karışıklılıklarını sayabiliriz. Geçtiğimiz iki sezona baktığımızda Galatasaray’ın oynadığı Fenerbahçe maçları hedef maç görünümünden biraz uzaklaştı. Kazanılan şampiyonluklar ve alınan kupalar taraftar ve camianın nezdinde derbiyi bir nebze de olsa ikinci plana attı. Özellikle Kadıköy’de kaldırılan şampiyonluk kupası, bu düşünceyi doğrular nitelikte. Ancak bu sezonun başlamasıyla sarıkırmızılıların sürüklendiği kaos ve istikrarsızlık, işleri bir anda terse döndürdü. Terim’in gidip Roberto Mancini’nin gelmesi, akabinde sezonun ikinci yarısında Şampiyonlar Ligi’nden elenme, Türkiye Kupası yarı finalinde Bursaspor’a kaybedilen avantaj, Fenerbahçe’nin puan farkını çift hanelere çıkarması ve yönetimsel sorunlar Galatasaray için Türk Telekom Arena’da oynanacak derbiyi tek hedef haline getirdi. Kurtarma yazılısı Bir nevi kurtarma yazılısı şekline bürünen derbi Galatasaray açısından bu sezonun tek tesellisi olabilir. Türkiye Kupası’nda yarı finalin rövanşı olsa da ilk maçın Türk Telekom Arena’da 2-2 bitmesi, final umutlarını tükenme noktasına getirdi. Final ve şampiyonluk gelse bile son dönemde yaşanan sorunların ilacı derbi galibiyeti olmuş durumda. Bu vaziyet sarıkırmızılıların başına en son 3 sezon önce gelmiş, Türk Telekom Arena’da oynanan ilk Fenerbahçe derbisini 2-1 kaybeden Hagi’nin öğrencileri için sezon facia ile tamamlanmıştı. Peki Mancini’nin öğrencileri, ayaklarına gelen kurtarma yazılısından geçer not alabilecek mi? Sahada oynanan futbol göz önüne alındığında Fenerbahçe’nin biraz daha ağır bastığı aşikar; ancak maçın tansiyonu, ezeli rekabetteki önemi ve Galatasaray’ın Türk Telekom Arena performansı, bir tarafı favori yapmaktan alıkoyuyor. Sneijder kanatta mı? Asla! Galatasaray’ı taktiksel açıdan inceleyecek olursak olmazsa olmazı, sahaya tek forvet ve 4-2-3-1 dizilişiyle çıkma gerekliliği olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Fenerbahçe’nin tempolu oyunu ve kanatları son derece etkin kullanması, Galatasaray’ın beklerini hücumda kanat oynama özelliği olan isimlerle desteklemesini zorunlu kılıyor. Tabii kanatlarda oynayan isimlerden birinin Sneijder olmaması kaydıyla! Hollandalının son maçlarda sol kanatta gösterdiği performans, Galatasaray’ın kendi ayağına sıkmasına neden olan en önemli olgulardan bir tanesi. Aslında istatistiklere bakıldığında oynadığı son 11 karşılaşmada 2 gol 5 asistlik bir katkı verdiği görülüyor. Fakat burada önemli olan detay; attığı golleri oyun içinde gerçek mevkisi olan forvet arkasına geçtiğinde, asistleri de genellikle duran toplardan hanesine yazdırmış olması. Yani Sneijder’den derbide fayda almak için kanatta değil forvet arkasında oynaması elzem olarak görünüyor. Geri dörtlüye baktığımızda Eboue’nin istikrarsız performansı, formanın yeni transfer Veysel’e gitmesi gerektiğini gösteriyor. Özellikle Caner-Sow ikilisinden oluşan Fenerbahçe sol kanadını Veysel’in karşılaması, Galatasaray’ın savunmada daha diri kalmasını sağlayacaktır. Telles ve Semih’in yerleri garanti. Semih’in partnerinin ise Emenike varlığından dolayı Chedjou’nun olması gerekliliğini doğuruyor. Orta sahada Melo ve Selçuk’un forma giymesi kesin. Önlerinde Sneijder’in oynayacağını hesaba katarsak, sıra kanat ve forvette oynayacak isimlere geliyor. Kararı Mancini verecek Roberto Mancini Galatasaray’a geldiğinden bu yana ceza ve sakatlık dışında ileri hatta Drogba ve Burak ikilisinden vazgeçmedi. Ancak bu ikilinin aynı anda çift forvet olarak sahada bulunması, Fenerbahçe karşısında Galatasaray’a zarar verebilir. Çünkü rakibin tüm sezon boyunca kanat oyunlarından aldığı verim, şampiyonluğun kilidini açan en önemli unsur oldu. Bu durum da sarı-kırmızılıların kanat varyasyonlarını efektif bir biçimde kullanması anlamına geliyor; ancak Drogba ve Burak’ın sahada yan yana olması, Sneijder’in sol kanat oynamasına ve 4-4-2’den verim alınamamasına sebep oluyor. Şu an Galatasaray kadrosunda saf kanat özelliği olan tek isim Izet Hajrovic. Son maçlarda gösterdiği performansla formayı hak ettiğini gösteren genç Bosnalı, Galatasaray’ın tek forvetli düzeninde sağ kanatta oynaması en muhtemel isim. Sol kanata geldiğimizde ise büyük bir belirsizlik hakim. Burak’ın tıpkı Sneijder gibi sol kanatta hiçbir katkı sağlamaması, onun sağ kanatta denenmesini sağlayabilir. Bu da Hajrovic’in sola kaydırılmasını gerektiriyor. Hatta Burak yerine Umut da sağ kanatta denenebilir. Özellikle Trabzonspor’da Burak’la oynadığı dönemde Şenol Güneş tarafından sağ önde oynatıldığı çok sayıda maç var Umut’un. Sahip olduğu enerji ve savunma yapma özelliği, böylesine zorlu bir maçta sarı-kırmızılılar için avantaj sağlayabilir. Ama Mancini’nin Burak’a olan güveni, formayı ona daha yakın kılıyor. Üstünde durduğumuz sistem göz önüne alındığında Burak ve Hajrovic’in sürekli kanat değiştirmesi de alternatif olabilir. Son karar tecrübeli İtalyan’ın ama ibre Burak’tan yana. Hamit Altıntop ihtiyacı Galatasaray’ın sezon başından bu yana eksikliğini en çok hissettiği isim, hiç beklenmedik bir şekilde Hamit Altıntop oldu. Birden fazla pozisyonda oynayabilme özelliği ile Hamit, sarı-kırmızılıların geçen sezon kazandığı başarılarda önemli rol oynadı. Ancak sezon başında yaşadığı ağır sakatlık, onun sezonun neredeyse tamamını kaçırmasına neden oldu. Tecrübeli oyuncu şu an sağlıklı ve oynamaya hazır; fakat yaşadığı maç eksikliği derbide onun forma giymesini imkansızlaştırıyor. Sağlıklı bir Hamit Altıntop’un bu derbide büyük katkı yapması aşikar. Pozisyon bilgisi, çok yönlü oyunu ve tecrübesi Galatasaray adına büyük artı olabilirdi. Hatta Galatasaray’ın şu anki kadro yapısında Hamit Altıntop’a fazlasıyla ihtiyaç duyduğunu rahatça söyleyebiliriz. Belki Mancini onu 18 kişilik kadroya alarak maçın gidişatına göre son 10-15 dakika değerlendirebilir. Özellikle kanat oyununu oynaması zaruri olan sarı-kırmızılılar için bu maç özelinde Hamit Altıntop büyük fayda sağlayabilirdi. Karamsar havayı dağıtır… Tüm detayları masaya yatırdığımızda Galatasaray’ın elindeki bu son şansı iyi değerlendirmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Alınacak 3 puan, en azından sezon sonuna kadar saha içinde dolaşan kara bulutları sezon sonuna kadar dağıtacaktır. Olası bir kayıp ise sorunların artmasına zemin hazırlar. Eğer sarı-kırmızılılar, Fenerbahçe’nin rahat konumunu fırsata çevirebilirse, taraftarının da desteğini arkasına alarak sezonu derbi galibiyetinin oluşturacağı tebessümle noktalayabilir. Yeter ki sahaya çıkacak 11 maksimum verim alınacak pozisyonlarda değerlendirilsin. İlker Yılmaz Derbi Özel HF124 EN GÜZEL BAHAR Şampiyonluğunu ilan etmesine haftalar kalan Fenerbahçe için derbide Galatasaray’ı kendi mabedinde devirip mevcut puan farkını artırarak kupaya giden yolda baharın keyfini çıkarma düşüncesi var Kimine göre dünya, kimine göre de sadece bir İstanbul derbisi olan Galatasaray-Fenerbahçe mücadelesi son iki sezona göre bu sefer başka bir anlam taşıyor. Galibiyet, şampiyonluğu bekleyen boğazın lacivert yakası için kahvenin yanına nane likörü, boğazın kırmızı yakasına ise çayın yanına petibör tadında. Şampiyonlar Ligi’den elenerek sezonun geri kalanında hevessiz bir ikincilik yarışına kalan Galatasaray moral olarak oldukça zor durumda. Sorgulanan devre arası transferleri, medyanın Mancini’ye uyguladığı top atışı, neredeyse her hafta çıkan yerliler ile yabancıların arasının açık olduğu haberleri sarı-kırmızılıları oldukça baskı altına almış durumda. Büyük takımlar böylesi maçlarda bu baskıyı lehlerine kullanmayı başarabilecekleri gibi alınabilecek mağlubiyetle çöküşlerini de ilan edebilir. Sezonun ilk yarısında korkutan forvet hattı, tempolu orta sahası, akışkan kanat organizasyonu ve sert defansıyla Fenerbahçe bol pozisyon buluyor, motivasyonuyla maçı sonuna kadar kovalıyor ve çabanın getirdiği puan ve gollerle iddiasını her geçen gün arttırarak yoluna devam ediyordu. Lakin sarı-lacivertliler ikinci yarıya tek tek sakatlanan forvet elemanları, topu kontrol edemeyen orta sahası ve hatalarıyla alarm veren bir defans hattıyla merhaba dedi. Bunun yanında yapılan hakem hatalarına gösterilen tepki ve sonucunda oluşan oyundan kopmalarla puan farkı azalmıştı. Zor bir viraja girilirken forvetlerin dönmesiyle çarklar yavaş yavaş tekrar eskisi gibi dönmeye başladı. Emenike formunu artırdı, Sow haftalar sonra süren suskunluğunun ardından önce ağladı, ardından attığı golle toparladı. Kanarya, Aslan karşısına son derece kendine inançlı bir şekilde çıkacak. Bu seviyede ilk deplasman Ersun Yanal’ın Fenerbahçesini henüz Galatasaray kalibresindeki bir takıma karşı deplasmanda izleyemedik. En zorlu maç diyebileceğimiz Trabzonspor mücadelesi referans olmaktan çok uzak. Bu maçtan belki de çıkarılabileceğimiz tek sonuç sarılacivertlilerin verdiği pozisyonlar olur. Rakibin gole yaklaştığı iki pozisyonda da Kanarya hücuma çıkmak isterken yediği presi kıramamış ve topu kaybederek defansta hazırlıksız yakalanmıştı. Özellikle Gökhan Gönül ve Caner Erkin’in yaptığı çıkışlar sonrasında, orta sahada yapılan top kaybı neticesinde rakibi Mehmet Topal ve iki stoper karşılıyor. Ersun Yanal’ın belki de tek kulvarda yarışmasının neticesi olan bu riskli oyunu, rakipteki yetenekli kanat oyuncularına teslim olabilir. Tabi bunu yapabilmek için evvela Fenerbahçe’nin orta sahasını rahatsız etmek gerek. Oyununu eline alan Fenerbahçe korkutucu forvet elemanları, oyunu iki yönüyle oynayan kanat oyuncuları, yerine göre dirençli ve teknik orta sahasıyla bu ligde tozu dumana katacak kuvvette. Bu bakımdan ev sahibi de olma avantajını elinde bulunduran Galatasaray’ın sahaya nasıl bir taktik disiplinle çıkacağı oyunun kaderine etki etmede daha ön plana çıkıyor. Mancini kendini gösteremedi Dünyaca ünlü İtalyan Futbol Akademisi Coverciano mezunu Roberto Mancini’nin taktiksel yeteneklerine şüphe yok. Her ne kadar 6 aydır takımın başında bir transfer ve bir de kamp dönemi geçirmiş olsa da taktiksel olarak sahaya büyük meziyetler ortaya koyduğunu söylememiz biraz zor. Özellikle son iki sezona damgasını vuran Selçuk İnan ve gol kralı Burak Yılmaz’daki düşüşün temel sebeplerinden biri de sarı-kırmızılıların taktiksel açıdan henüz hocasıyla uyumlu olamaması. İtalyan hoca elbette sarılacivertlileri analiz ederek ve buna göre bir oyun planı oluşturarak takımını hazırlayacaktır. Lakin takımının buna nasıl bir refleks vereceği de muamma. İstatistiki verilere baktığımızda son 5 maçta 108 şut atan Fenerbahçe karşısında ligin en az pozisyon veren takımı Galatasaray olacak. İddiası düşük bir karşılaşma olduğunu varsaysak etliye sütlüye karışmayan bir derbi de izleyebilirdik ama özellikle Galatasaray’ın galibiyet ihtiyacı bize zevkli bir derbi vadediyor. Bir dipnot olarak da Fenerbahçe’nin dört golcüsü Kuyt-Sow-EmenikeWebo’nun 43 kez fileleri sarstığını, Galatasaray’ın da toplam 47 golü bulunduğunu ekleyelim. Maddi anlamı büyük Fenerbahçe karşısında alınacak galibiyet gelecek sezon da Şampiyonlar Ligi’nde olmak isteyen Galatasaray için maddi yönden de büyük öneme sahip. Yönetim tarzı her yönden eleştirilmeye müsait olsa da gözünü Avrupa’da başarılı olmaya dikmiş bir başkanın, bu yönde yaptığı/yapacağı yıldız hamleleri ve buna mükabil harcadığı paralar koltuğunu tehdit edebilir. Pek tabii ki taraftarla barışma maçı da olan derbi zaferi gelecek sezon için umut verecektir. Son yılların en rahat derbisine çıkacak olan Fenerbahçe açısından da bu sezon verilen mücadele taçlanacak. Matematiksel olarak tescillenmese de Kanarya’nın sezonu şampiyon bitireceği bir gerçek. Taner Karaman Derbi Özel HF124 RAKAMLARLA DERBi 6 Nisan Pazar günü nefesler tutulacak. Herkes dev derbiye odaklanacak. Bu önemli maç öncesi her iki takım için de bazı sayısal veriler öne çıkıyor. Futbolun istatistikleriyle işte Galatasaray-Fenerbahçe derbisinden notlar 6 7 6 43 108 80 1 13 29 15 Galatasaray ligin 17 haftasında ilk 4’te yer alan takımlar ile 6 kere karşılaştı. 3 maçtan galibiyetle ayrılırken, iki beraberlik ve tek yenilgi aldı. Bu mağlubiyet 2-0 ile ligin 11’inci haftasında Fenerbahçe’ye karşı. Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanan son altı derbi maçında 7 kırmızı kart çıkarken 14 gol atıldı. Her 2 gole, bir kırmızı kartın düştüğü derbilerde, Fenerbahçe 4 kere kızardı. Ligde Galatasaray 3 maçtır kazanamazken, Fenerbahçe toplamda 6 maçtır kaybetmiyor ve 4 maçtır kazanıyor. Galatasaray Süper Lig’de takım olarak 47 gol atarken, Fenerbahçe’de Emenike, Kuyt, Sow ve Webo 43 gol attılar. Bu sayı hem onları Avrupa’nın en golcü ilk 10 forvet hattından biri yaptı hem de ligin 13 takımından daha fazla gol atabilen 4 oyuncusu. Sarı-lacivertli takım son 5 maçta attığı 108 şutla Avrupa rekoru kırdı. Avrupa’da hiçbir takım son 5 maçında 108 şutluk performans sergileyemedi. Öte yandan Fenerbahçe, 159 pozisyon ile ligin en çok gol pozisyonuna giren takımı durumunda. Son zamanlarda galibiyete hasret kalan Galatasaray ise az gol yemesiyle dikkat çekiyor. Aslan ligin 80 ile rakiplerine en az gol pozisyonu şansı veren ekibi. Caner Erkin ve Gökhan Gönül ile kanatlardan ilerleyen Fenerbahçe, ligin en fazla isabetli orta açan takımları listesinde birinci durumda. Kanatlarda sorun yaşayan Galatasaray karşısında en etkili oldukları noktalar bu bölgeler olacak. Sarı-lacivertli takım lig tarihinin 27. haftalar itibariyle en farklı lideri durumunda. (13 puan fark) Fenerbahçe, Galatasaray’ı devirmesi durumunda iki rekoru kırmaya çok yaklaşacak. Kanarya şampiyonluğu 13 puan farkla ilan ederse en farklı şampiyonluğu hem de 3 hafta öncesinde şampiyon olursa en erken şampiyonluğunu ilan edecek olan takım olacak. 2013/14’ün en golcü ekibi olan Fenerbahçe, gollerinin 29’unu yani yaklaşık yüzde 50’sini ilk yarının son 15 (12) ve ikinci yarının son 15 dakikasında (17) attı. Galatasaray’da gollerin yoğun geldiği dakikalar ilk 15 dakikalar oldu. Karşılaşmaların ilk 15 dakikalarında 11, ikinci yarının ilk 15 dakikasında 10 gol atan Aslan, gollerinin yüzde 45’ini bu dakikalarda buldu. Fırat Topal Dünya Kupası HF124 BİR ZAMANLAR BREZİLYA SAHİLLERİNDEYDİK #1 JOE GAETJENS 1950 Dünya Kupası’nda ABD büyük bir mucizeye 1950 Dünya Kupası’nda ABD büyük bir mucizeye imza atmış. Kimsenin kendisine şans tanımadığı maçta İngiltere’yi 1-0 mağlup etmişti. O gün kadroda olan Joe Gaetjens alınan galibiyetle büyük bir sevinç yaşasa da kupa sonrası pek mutlu olamayacaktı İngilizler yıllar boyu “futbolun mucidi”, İngiltere de “futbolun beşiği” olarak anılsa da ilk 3 Dünya Kupası’na, FIFA ile aralarındaki anlaşmazlıklardan dolayı katılmadılar. 1950’de Brezilya’daki turnuvaya geldiklerinde ise favorilerden biriydiler. Bahisçiler onların kupayı kazanmasına 1’e 3 veriyorlardı. İngilizler kupaya 2-0’lık Şili galibiyetiyle başladılar. 29 Haziran 1950’de, Belo Horizonte’nin Independencia Stadyumu’nda İngilizlerin karşısında Amerika Birleşik Devletleri vardı. Maç bittiğinde tüm dünyayı şok eden hatta haber kanallarının inanmayarak yanlış haber verdiği maç, dünya futbol tarihinin en ilginç hikayelerinden birinin içinde barındırır. Birleşik Amerikalılar 1930’da savaş yıllarından önce düzenlenmiş ilk Dünya Kupası’nda gruptan çıkmayı başarmışlar ve son 4 takım arasına kalmışlardı ama savaş sonrası karneleri çok kötüydü. Son 7 milli maçlarını kaybetmişlerdi ve bu sürede 2 gol atıp 45 gol yemişlerdi. İtalya’ya 7-1, Norveç’e 11-0 mağlup oldukları maçlar aynı döneme rastlar. Bahisçiler onların turnuvayı kazanma ihtimaline ise 1’e 500 veriyorlardı. Oyuncuların bir çoğu yarı profesyoneldi... Örneğin defans oyuncusu Walter Bahr lisede öğretmenlik yapıyordu, kaleci Frank Borghi, cenaze levazımatçısı amcasının yanında cenaze arabasını kullanıyordu. Borghi kariyerine bir beyzbol oyuncusu olarak başlamış ancak sonra futbola geçiş yapmıştı. Ancak saha içinde hiç bir yeteneği olmadığı için ve beyzboldan gelen kabiliyetleri sebebiyle kalecilikte karar kılmıştı. Öyle ki kale vuruşlarını hiçbir zaman kendisi kullanmamış, bu görevi arkadaşlarına bırakmıştı. Diğer oyuncuların arasında posta teşkilatı ve çamaşırhanede çalışan oyuncular vardı. Turnuvadan kısa bir süre önce teknik direktörlük görevine atanan William Jeffrey maç öncesinde “hiçbir şansımız yok” şeklinde basına demeç vermişti. 3 oyuncu turnuva yolculuğundan 1 gün önce kampa dahil edilmişti. Joe Maca, Ed McIlvenny ve Joe Gaetjens...İşte hikayemiz bu adamların sonuncusu ile ilgili... Haiti doğumlu Joe Gaetjens... 1950 Dünya Kupası’nda ABD Milli Takımı 25 dolarlık futbolcu Joe Gaetjens, 1924 yılında Haiti’nin başkenti PortAu-Prince’de dünyaya geldi. Joe doğduğunda Bremenli bir iş adamı olan babası Thomas Gaetjens’in Haiti’de uzun süreli faaliyetleri sonucu elde ettikleri servetin değeri azalmıştı ama ülke standartları için yine lüks bir hayat yaşıyorlardı. Babası kendisini Alman büyükelçiliğine kayıt ettirmişti. Yani ne dünyaya geldiğinde ne de aile köklerinde ABD ile bir bağlantısı vardı. Gaetjens futbola 14 yaşında Haiti’nin Etoile Haitienne takımında başladı.18 yaşına geldiğinde takımla lig şampiyonluğunu kazanmıştı.1944’te 20 yaşındayken 1 şampiyonluk daha kazandılar ama oyuncu futboldan kazandığı paranın onun geçimine yetmeyeceğini anlamıştı. 23 yaşında futbol kariyerini boşladı ve hükümet desteği ile New York’a, Columbia Üniversitesi’ne gitti. Burada muhasebe okurken aynı zamanda ABD Futbol Ligi’nde de mücadele eden Brookhattan takımında da maç başına 25 dolara forma giymeye başladı ve ligde gol krallığı yaşadı. Ancak orada kazandığı para kendisine yetmiyordu ve bu yüzden bir ek işe ihtiyacı vardı. Bu yüzden Harlem’deki bir İspanyol restoranında bulaşıkçı olarak işe girdi. Hem futbol takımına hem de restorana girmesini sağlayan adam aynı adamdı. Eugene “Rudy” Diaz, kafenin ve Brookhattan futbol kulübünün sahibi. Amerika Birleşik Devletleri o yıllarda Kuzey Amerika Konfederasyonu’na dahil olan 4 takımdan birisiydi. 1950 Dünya Kupası’na gitmeye hak kazanmışlardı ama 1948 Olimpiyatlarında İtalya’ya 9-0 mağlup olmaları ve ardından aldıkları sonuçlar pek iç açıcı değildi. Federasyon yeni ve yetenekli oyuncuları aramaya girişti. 1948 ve 1949’daki kadrodan bazı oyuncular elendi. Ancak girişte ismini saydığımız ve başka mesleklere sahip oyuncuların programları da başa belaydı. Örneğin bir öğretmen olan Walter Bahr Meksika’daki elemelere gitme iznini okulundan zor almıştı ve Dünya Kupası’nın yeni öğretim döneminin kayıtlarına rastlaması onu daha da zorluyordu. Bazı oyuncular bu yüzden milli takımdan ayrıldılar. Takıma Brezilya’daki turnuvada haftalık 100 dolar ödenecekti. İşte Joe Maca, Ed McIlvenny ve Joe Gaetjens’in takıma dahil edildiği gün o gündür. Bu oyuncular aslında ABD vatandaşı değillerdir, sadece vatandaşlık işlemlerinin ilk basamağındadırlar, ama Futbol Federasyonu’nun kuralları gereği takıma alınırlar. Teknik direktörleri bile inanmıyordu İngiltere maçında Joe Gaetjens... Gaetjens, Brookhattan ile yaşadığı gol krallığının da etkisiyle milli takım kadrosuna seçildi. ABD 2. grupta, İspanya, İngiltere ve Şili ile eşleşti. 25 Haziran’da İspanya karşısında ilk maçı 3-1 kaybettiler. Aslında maçın 81. dakikasında 1-0 öndeydiler. 29 Haziran’da İngilizler Şili’yi ilk maçta 2-0 mağlup etmenin güveni ile Belo Horizonte’deki Bağımsızlık Stadyumu çimlerine galibiyet ve hatta fark parolasıyla çıktılar. Blackpool forması giyen Stan Mortensen ceza sahasına doğru süzülmüş, ancak o gün Amerikalılar adına sahanın en iyisi olan Charlie Colombo gole giden rakibini yaka paça yere indirmişti. Maçın İtalyan hakemi Generoso Dattilo, birçok İngiliz futbolcunun penaltı itirazına rağmen hareketin ceza sahası dışında olduğuna kanaat getirip serbest vuruşa hükmetti. Ancak İngilizler vuruştan yararlanamadı. Colombo o maçta o kadar iyi oynamıştı ki, turnuva sonrası Brezilya ligi takımlarından teklif almasına rağmen St. Louis’e dönmeyi tercih etmişti. Mortensen maç sonrası onun için “annesi sahaya gelip bizden oynasa onu da indirirdi” demiştir. Kadrolarında 16 yıl sonra onları teknik adam olarak dünya şampiyonluğuna ulaştıracak Alf Ramsey de bulunuyordu. İngiliz futbolunun gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından Stanley Matthews da aday kadrodaydı ama üst turlardaki önemli maçlar için saklanıyordu. Maç öncesi Birleşik Amerikalıların İskoç teknik direktörü William Jeffrey takımını “kesilmeyi bekleyen bir koyuna” benzetmişti. 12. dakikada İngilizler kaleye 6 şut atmış, bunlardan 2 ‘si direkte patlamıştı. İlk yarım saat sonunda İngilizlerin 9 müsait gol pozisyonu vardı ama skor hala 0-0’dı. 38. dakikada Walter Bahr 30 metreden kaleye bir şut attı, Bert Williams topa atladı ama top ona doğru giderken Joe Gaetjens hareket halindeki topa müdahale etti, bu müdahale topun momentumunu değiştirdi ve Williams ikinci hamleyi yapamadığı için top ağlarla buluştu. ABD, inanılmazı yapmış ve 1-0 öne geçmişti. Ayrıca stadyumdaki 10 bin Brezilyalı da güçlü rakiplerinin elenmesi için ABD’yi destekliyordu. İkinci yarıda İngilizler rakip kaleyi abluka altına aldılar doğal olarak. Umutların tükendiği anda, Ajanslar yanılmıştır Hakem Dattilo bitiş düdüğünü çaldığında tüm zamanların en büyük futbol sürprizlerinden birisi gerçekleşir. ABD, İngiltere’yi yenmiştir. Reuters haber ajansı maçın skorunu ajanslara bildirir ama kimse bu habere inanmak istemez. İngiliz gazeteleri bir yazım hatası olacağını düşünerek, İngiltere’nin 10-0 kazandığını duyurur. Maçta bulunan tek Amerikalı gazeteci, St. Louis PostDispatch yazarı Dent McSkimming, patronunun yol masraflarını ödememesi sonucu kendi cebinden para harcayarak turnuvaya gitmiştir. “Oxford Üniversitesi’nin bir beyzbol takımını gönderip Yankees’i mağlup etmesi gibi bir şey” benzetmesini kullanır maç sonu yazısında. Maçın tek golünün fotoğrafını da kimse çekememiştir, çünkü tüm fotoğrafçılar ABD kalesinin arkasında konuşlanmıştır. Turnuvaya veda ve sonrası İngiltere grubun son maçında İspanya’ya 1-0 kaybedip turnuvaya veda eder. ABD de Şili’ye 5-2 mağlup olur ve grup sonuncusu olur. İspanyollar 3 maçta 3 galibiyetle gruptan çıkarlar. ABD takımı 3 uçak değiştirerek St. Louis’e ulaştığında kimsenin onları karşılamaya geldiği yoktur. Hatta futbolcu eşlerinden birisi, kocasına kupadan geç döndüğü için fırça atmıştır. Oyuncular tatil yapma ya da ara vermeden işlerine dönerler. Örneğin Walter Bahr havalimanından çıktığı gibi yaz okuluna ders vermeye gitmiştir. Gaetjens turnuva sonrası Fransa’da Racing Club de Paris ve Olympique Ales formalarını giydikten sonra Haiti’ye döner. Vatandaşlık işlemlerini asla tamamlamamıştır ve hiç bir zaman Amerikan vatandaşlığına geçmez. 1953’te Haiti Milli Takımı formasını giyer. 1954’te ülkesine dönüp Colgate ve Palmolive firmalarının basın sözcüsü olur. Aynı yıl da futbolu sağlık sorunları sebebiyle bırakır. Bir kuru temizleme atölyesi açar ve genç takımlara antrenörlük yapmaya başlar. Önce seçim sonra idam... 1957’de yapılan Haiti Başkanlık Seçimleri’ni François “Papa Doc” Duvalie kazanır. Papa Doc askeri kadronun desteğini arkasına almış, seçim propagandasını Afrika kökeninin üzerine kurmuş bir popülist olarak tanımlanmaktadır. Karşısındaki iş adamı Louis Déjoie’yi aristokrasinin temsilcisi bir burjuva olarak tanımlar. Duvalie seçimi rakibinin 3 katı oy alarak kazanır. Sonrası 14 yıl sürecek bir tiranın yönetimi olur. Papa Doc, seçim sırasında Déjoie’yi destekleyen herkese savaş açar. Bunların arasında Joe Gaetjens de vardır. Gaetjens politikayla ilgili değildir ama ailesinin bir şekilde seçimle bağı olmuştur çünkü büyük dedesi, Déjoie ailesinden bir kadınla evlenmiştir. Bu yetmezmiş gibi seçim sonrası Gaetjens’in kardeşleri JeanPierre ve Fred, Duvalie’yi devirmek isteyen Dominikli isyancıların arasına katılırlar. 7 temmuz 1964 yılında Duvalie kendisini ömür boyu devlet 1957’de yapılan Haiti Başkanlık Seçimleri’ni François “Papa Doc” Duvalie kazanır. Onun iktidarı döneminde ülkede baskıcı bir rejim hakim olacaktır. başkanı ilan eder. Tüm Gaetjens ailesi ertesi gün toplumdan kendisini soyutlayarak emin bir yere yerleşir. Politikayla ilgilenmeyen Joe dışında. Ancak bu iyi niyeti ona pahalıya mal olacaktır. Duvalie’nin gizli polis teşkilatı Tonton, onu göz altına alır. Duvalie yönetimi sırasındaki insanlık dışı uygulamalarla ünlenen Fort Dimanche, hapishanesine götürülür. Sadece 2 gün sonra, 10 Temmuz 1964 günü hapishane bahçesinde, 40 yaşında iken idam edilir. İddialara göre onu öldüren silahı, yakın arkadaşı olan polislerden birisi ateşlemiştir. Ailesi yıllar sonra saklandıkları yerden çıkıp oğullarını ararlar ama hiçbir zaman ulaşamazlar. Cenazesinin de ne olduğu belirsizdir.. 1971 yılında Duvalier ona ne olduğuyla ilgili sırları da beraberinde alıp toprağa götürür. Onun istibdat rejimi sırasında tam 30 bin insan öldürülmüştür. Oğlu “Baby Doc” lakaplı Jean-Claude Duvalier zamanında da ülke içler acısı bir hal almış, oğul Duvalier hayatını kaybetmiş Haitililerin organlarını yurt dışına satmak da dahil hiçbir sapkınlıktan geri kalmamıştır. Bundan 64 yıl önce İngilizleri, Belo Horizonte çimlerine gömen ve hiçbir zaman bir Amerikalı olmayan, ABD futbol tarihinin kahramanı Joe Gaetjens’in başına gelenler bugün halen tam olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Mustafa Demirtaş Büyüteç HF124 KRALLIKTA SINIF ATLAMA ZAMANI CIRO IMMOBILE ZdenekZeman’ın Pescara’da parlayıp, yıldızlaştırdığı genç golcü artık adımlarını büyük atıyor. Ciro Immobile, “Serie B’de gol kralı olan bir sarışın çocuk vardı, ne oldu ona?” dedirtmemekte kararlı! 2006 Dünya Kupası’nda bir grup maçı. “Pek iyi durumda değiller ama İtalya, İtalya’dır be!” iç sesiyle favoriler arasında gösterilen Gök Mavililer’e Çek Cumhuriyeti karşısında kazanmak için Materazzi’nin golü yetecekken, Filippo Inzaghi son dakikalarda attığı golle galibiyetin üstüne beton döküyor. Gol sevinci tabiİ ki her zamanki gibi coşkulu… Sanki Materazzi’nin golü hiç yaşanmamış da onun son dakika golüyle maç kazanılmış gibi. TRT’de yorum yapan ağabeyimiz durur mu, patlatıyor cevabı: “Yahu bu kadar sevinecek ne var?” Inzaghi olmaya da gerek yoktu. Dünya Kupası’ydı orası! 6-1’lik maçta Kamerun’un tek golünü atan 42’lik RogerMilla’ya da mı “Ne seviniyorsun dayı?” deseydik; ardında bıraktığı kırılması güç rekora bakmadan? Ancak her şeyden de öte, bu İtalyan santrforlara gol atmak ayrı bir yakışıyordu. “Postacı mektubu adrese bırakırken seviniyor mu kardeşim?” diyen Balotelli hariç… O yüzden, mavili formanın altında yine “güzel sevinerek” golün hakkını verecek, moda tabirle “golcü gibi bir golcü” gerek. “Prandelli beni iyi tanır!” diyen Ciro Immobile olabilir mi? Kesinlikle! En başta Filippo Inzagi gerçeği var. Adamın yaşama amacıydı gol atmak… Ama zaten Dünya Kupası’nda gol attıktan sonra sevinmek için Aslında 24 yaşındaki golcü, biraz geç açılmış gibi gözükse de yüzünü erken gösteren bir yetenekti. Juventus formasıyla Alessandro Del Piero’nun yerine oyuna girdiğinde, henüz 18 yaşındaydı. Ancak daha sonra Juve’nin usta birliği için dağıtıma gönderdiği onlarca genç isminden biri oldu. Ne şanslıydı ki rotası, Zdenek Zeman’ın elleri olacaktı. Zeman, belki hiçbir zaman mantıklı düşünen bir kulübün ideal hocası olamadı ama bir özelliği vardı ki, yıllarca farklı emsallerle sabitti: O, genç yeteneklerin aşığıydı ve hele de ofansif oyuncuysa, biraz da potansiyeli varsa parlamaması için hiçbir neden yoktu. Ciro Immobile de bunu yaptı, 28 golle kral oldu. Bir Zeman kuralına riayet ederek ligin en çok golünü yiyip ama uzak ara en çok golünü atarak üst lige çıkan şanlı Pescara’nın üç özel yeteneğinden biriydi: Diğerleri, LorenzcoInsigne ve MarcoVerratti. Önce Genoa’ya oradan, Torino’ya Juventus, sonraki sezon harıl harıl santrfor arayışında olmasına rağmen Immobile’nin yüzüne pek bakmadı. 2.75 milyon euro karşılığında coowner anlaşmasıyla haklarının yarısını Genoa’ya sattı. Ciro, artık Serie A’da forma giyecekti ama biraz buruklaşmış hevesleriyle… Sezonu sadece 5 golle kapattığında herkes “Onu parlatan Zeman’dı, abartılmış oyuncu” gibi düşünmeye başlamış olsa da; aslında o sistemsizliğin dibine vurmuş Genoa’nın kurbanlarından biriydi. Juve, aynı miktar karşılığında Genoa’nın haklarını geri aldı ve aynı gün ezeli rakibi Torino’ya sattı. Sağına sezonun en formda oyuncularından biri olacak olan Alessio Cerci’yi alan Ciro Immobile’nin yeniden doğuşu böyle başladı. Ve o, bugünlerde krallığını Serie A’da da ilan etmeye çok yakın. Şansını da kendi yaratıyor Attığı 17 golle, Tevez’in sadece bir gol gerisinde ikinci sırada olan Ciro Immobile’in en önemli özelliği, sayıdan da belli olacağı üzere gol vuruşları. Açısı, topun geliş yönü, şiddeti ne olursa olsun çerçevenin tehlikeli bölgelerine ateş ediyor. Evet, son Roma maçında topun gelişine ancak Van Persie’nin sol ayağına yakışacak bir voleyle cevap veren Immobile için bu tabir en uygunu: Ateş etmek! Ayağının içiyle bile sert plaseler göndermeye başarabilen bir oyuncu. Ancak sadece “golü koklarım, önüme düşen topa yapıştırırım” gibi bir Mario Jardel modelinden ibaret değil. Bazen o şansını kendisi yaratıyor, rakibiyle birebir kaldığında adam eksiltmeyi çok iyi becerdiği oluyor. Bunun en büyük şahidi, Milan’ın krizden dolayı bir türlü kurtulamadığı kadrolu stoperi Bonera. San Siro’daki maçta Immobile sağ alt köşeyi bulmadan önce kendisine attığı feyk sonrası oyundan düşmemiş, direkt olarak stadı terk eylemişti… “Her gün kendime ‘Bugün neyi farklı yapmalıyım’ diye soruyorum” demişti bir keresinde. Gelişime açık bir oyuncu olduğu sadece cv’sinden değil, ağzından dökülen cümlelerle de belli oluyordu. Arsenal’in kendisini ciddi şekilde takip ettiği söyleniyor ki bu yeni bir şey de değil aslında. O henüz Serie B’deki sıçrayışını yapmadan önce de Londra scoutlarının ağına takılmıştı. Ancak bu Dünya Kupası’nda sonra “Ciro Immobile” demek, Avrupa turnesinden sonra Luis Figo’yu beğenip gelen Selim Soydan – Şadan Kalkavan ikilisinin scouting’iyle örtüşebilir.