19.10.2015
Transkript
19.10.2015
1 SÖYLEŞİ Umut Altınçağ’dan yeni albüm Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:74 19 - 25 Ekim 2015 S16 basnews.com Goran artık umut değil! Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Süleymaniye kenti ve ilçelerinde geçtiğimiz hafta PDK binalarını hedef alan Goran yanlılarının saldırıları sürerken, hareketin lideri Newşirwan Mustafa’nın ülke dışına çıktığı ve halen dönmediği bildiriliyor. Hükümetten azledilen Goran’ın parti içi kriz yaşadığı da gelen bilgiler arasında. Başbakan Neçirvan Barzani, Goran üyesi 4 bakanla gerçekleştirdiği görüşme ardından, Peşmerge Bakanı M. Seyid Qadir, Ekonomi ve Maliye Bakanı Rêbaz Hemlan, Ticaret ve Kalkınma Bakanı S. Serdar Mehmud ve Diyanet İşleri Bakanı Kemal Muslim’i görevden aldı. Kabinenin eksik s02 - 03 - 04 - 05 üyelerinin yerine vekaleten atama yapılacağı bildirildi. Kürd güçleri Rakka operasyonuna hazır Kürd güçleri Rakka operasyonu hazırlıklarını tamamladı. Kürd güçlerinin, ABD’nin desteği ile birliklerini Rakka’ya doğru kaydırdıkları öğrenildi. s06 - 07 Mafyacılık - ırkçılık - fanatizm Çatışma dönemi dersleri MESUT YEĞEN s09 BİLAL SAMBUR s11 Barış ve demokrasiye bomba AHMET ÖZER s05 Doç. Arzu Yılmaz: Goran hayalleri yıktı s08 - 09 Ankara Katliamı HAKAN TAHMAZ s07 02 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim 22015 MANŞET Newşirwan Mustefa ülkeyi terketti K ürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) Süleymaniye kenti ve bağlı ilçelerde geçtiğimiz hafta PDK binalarını hedef alan Goran yanlılarının saldırıları sürerken, hareketin Lideri Newşirwan Mustafa’nın Kurban Bayramı’ndan önce ülke dışına çıktığı ve halen ülkeye dönmediği bildiriliyor. Hükümetten azledilen Goran’ın parti içi kriz yaşadığı öğrenildi. KBY’de geçen hafta ekonomik kriz ile devlet memurlarının maaşlarını alamamaları gerekçesiyle başlayan eylemlerin Süleymaniye’nin Qelediz ilçesi ile diğer bazı yerleşim birimlerinde şiddete evrilmesi ve PDK binalarının yakılması ardından ortaya çıkan kriz hali, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin tüm siyasi ve toplumsal kesimleri aklıselime davet etmesi, PDK’nin kararlı tutumu ve YNK’nin de tehlikeyi sezip Goran ile arasına mesafe koyarak stratejik anlaşma çerçevesinde PDK’nin yanında yer alacağını beyan etmesi ardından yumuşama işaretleri gösterirken Goran Hareketi’nde dağılma krizi başgösterdi. Şiddet olaylarının sebebi olarak gösterilen Goran Hareketi, Cumartesi günü gerçekleşen gösterilerin kendilerini bağlamadığı açıklamasının ardından hükümetten çekilmeyip yasama döneminin sonuna kadar parlamentoda kalma kararı aldı. Kriz halinin devam etmesi ve suçlamaların hedefi olmasına rağmen gittiği yurtdışı gezisinden dönmemesi ‘Goran Hareketi Genel Sekreteri Newşirwan Mustafa “kaçtı mı?” sorusunu akıllara getirdi. Mustafa’nın Kurban Bayramı’ndan önce çıktığı yurtdışı gezisi bağlamında Almanya ve İngiltere’yi ziyaret edeceği açıklanmıştı. Öte yandan gırtlak kanseri olduğu iddia edilen ve tedavi amaçlı ülke dışına çıktığı bildirilen Mustafa’nın halen nerede olduğu bilinmezken, partisinin kaderinin sözkonusu olduğu bir süreçte ülkeye dönmemesi ‘kaçtığı’yolunda yorumlarına neden oldu. Bir taraftan 1500 kilometrelik bir alanda IŞİD’e karşı büyük bir savaş, öte taraftan Bağdat’ın ekonomik ambargosu, savaş giderleri ve milyonlarca mülteciyi barındırmasından dolayı içine düştüğü ekonomik kriz ve İran müdahalesiyle KBY’nin birçok kent ve ilçelerinde maaşlarını alamayan öğretmen ve memurun meşru talepleriyle başlayan, daha sonra Qeladiz ve diğer bazı ilçelerde PDK ve hükümet binalarını hedef alan şiddete evrilmesi ve ölüm ile yaralanmalarla sonuçlanması mevcut krizin tehlikeli boyutlara varmasına neden olmuştu. Goran taraftarlarının Süleymaniye bölgesindeki PDK binalarını ateşe vermesine rağmen başkent Erbil’de Goran Hareketi binaları güvenlik güçleri tarafından korumaya alınmıştı. Başta Maliye Bakanlığı olmak üzere hükümette 4 bakanlığa sahip olan Goran taraftarlarının ekonomik krizi bahane ederek PDK binalarına saldırması, olayın ardındaki esas faktörün memur maaşlarının verilmemesi olmadığı, amacın sokak şiddeti ile hükümeti devirme girişimi olduğu ve bu girişimin de arkasında İran’ın olduğu kuşkularına neden olmuştu. Hükümet ortağı olmasına rağmen, taraftarlarını sokağa çıkaran ve parlamentoyu kilitleyerek hükümeti iş yapamaz hale getiren Goran Hareketi hükümetten azledildi. Şimdi gözler yeniden kurulacak hükümette. 4 Bakan ve Meclis Başkanı görevlerinden azledildi Bütün bu olumsuz gelişmeler yaşanırken siyasi arenada da büyük bir hareketlenme yaşandı. KBY Başkanı Mesud Barzani’nin tarafları aklıselime davetinin ardından, Başbakan Neçirvan Barzani, Goran üyesi 4 bakanla gerçekleştirdiği görüşme ardından, Peşmerge Bakanı Mistefa Seyid Qadir, Ekonomi ve Maliye Bakanı Rêbaz Hemlan, Ticaret ve Kalkınma Bakanı Samal Serdar Mehmud, Diyanet İşleri Bakanı Kemal Muslim’i görevden aldığını açıkladı. Bakanların yanı sıra Parlamento Başkanı Yusuf Muhammed’in de görevinden azledildiği, bu bakanların yerlerine vekaleten 4 yeni bakanın atanacağı duyurdu. Siyasi kulislerde bunun doğruluğuyla ilgili çelişkili söylentilerin ortaya atılması ardından, BasHaber’e konuşan Planlama Bakanlığı Yöneticisi Zagros Fetah, olayı doğrulayarak Başbakan Nêçirvan Barzani’nin boşalan bakanlıklara vekaleten yeni isimlerin atanması talimatı verdiğini söyledi. Başbakan: Görevde kalmaları mümkün değildi Kürdistan Bölgesi Başbakanı Neçirvan Barzani de gelişmelere ilişkin açıklamasında ‘saldırılar ve güvenlik nedeniyle 4 bakandan görevi bırakmalarını istedim’ dedi. Başbakan Barzani, Goran üyesi bakanlarından son olaylardan dolayı görevi bırakmalarını istediğini belirterek şunları söyledi: ”Son birkaç gündür barışçıl olmayan ve siyasi krizi derinleştiren bazı gösteriler gerçekleşti. Bazı sorumsuz kesimler, Kürdistan Bölgesi’ndeki huzur ortamını bozmak istedi. Ancak çok küçük bir grubun bu çabası çoğunluğun sağduyusu ile başarıya ulaşmamaştır. Kürdistan Bölgesi çok hassas ve kritik bir süreçten geçmektedir. Bir grubun rahatsızlığı anlaşılırdır. Bizi mutlu eden en önemli şey Kürd halkı birlik mesajını tekrarlaması olmuştur.” Barzani sözlerini şöyle sürdürdü: ”Geçtiğimiz hafta gerçekleşen gösteriler hakkında açıkça şunları söyleyeyim; vatandaşlarımızın bazı şeylere tepki gösterme amacıyla yaptığı barışçıl ve demokratik gösteriler herkesin meşru hakkıdır. Ancak bir vatandaş ve bu ülkenin Başbakanı olarak Qeladizê, Kelar ve diğer ilçelerde gerçekleşen bazı gösterilerden çok rahatsızım. En içten duygularımla bu gösterilerde haksız yere şehit olanların ailelerine başsağlığı, yaralılara da acil şifalar diliyorum. Bu tür olaylar bizi parçalamak isteyenlere fırsat veriyor. Düşmanlarımızı sevindiriyor. Bu ülkenin bir vatandaşı ve sorumlu kişisi olarak bu hassas süreçte herkesi sağduyuya davet ediyorum. Herkesi sorumsuz, halk arasına fitne fesat düşüncelerden uzak durulmasını istiyorum.” Barzani, gelişen olaylar sırasında Peşmerge Güçleri’nin, memurların, öğretmenlerin ve din görevlilerinin sağduyulu yaklaşmalarından dolayı teşekkür ederek şunları ifade etti: ”Biz karşılıklı saygı ve güven temelinde bu kabineyi kurmuştuk. Ama maalesef daha önce demokrasi ve özgürlükler için güzel sözler söyleyenler, 4 yıldır huzur ve istikrardan bahsedenler ittifağın dışına çıkmışlardır. Kürdistan’daki sorunları çok abartarak, yanlış haberlerle körükleyerek bu sorumsuzluklarını en son raddeye ulaştırdılar. Gösteriler o kadar amacından uzaklaştı ve bölge istikrarını tehlikeye attı ki 4 bakandan görevi bırakmalarını istemek zorunda kaldım. İşin esası bakanlıklarla çalışmalarımızda hiçbir sorun yaşamıyorduk. Ancak parti başkanlarının tasarufunda hareket ettiler, hükümet ortaklığına zarar verdiler. Görevde kalmaları mümkün değildi.” Taraflar arası yaşanan krizden rahatsız olduklarını belirten Barzani, ”Partimiz bu yaşanan son krizi aşmak ve ara bir formül bulmak için elinden geleni yapmaktadır. Ancak bulacağımız çözümler başka krizlere vesile olmamalıdır. Ben halkın başkanlık seçimine ilişkin görüş belirtmesinden yanayım. Bu her vatandaşın en temel hakkıdır. Eğer bu hak halka sunulmazsa seçilecek Başkan’ın sorgulama hakkı elinden alınmış olacaktır.” Peşmerge, memur ve çalışanların son birkaç aydır maaş alamadıklarını ve bu durumdan kaynaklı bazı tepkilerin oluştuğunu belirten Barzani ancak hükümet olarak uygun bir kaynak bularak bu sorunu çözeceklerin kaydetti: ”Benim en öncelikli amacım Kürdistan Bölgesi’ni bağımsız bir ekonomiye kavuşturmaktır. Bazı siyasetçiler bunu engellemek için ellerinden geleni ardalarına koymadılar. Ancan biz tüm engellemelere rağmen amacımıza ulaşacağız. Önümüzdeki günlerde hükümeti oluşturmak için ikinci adımı atacağız. Biz bu konuda halkımızın birlik mesajını aldık onu uygulayacağız.” YNK’nin tavrı Olayların arkasında Goran Hareketi olduğunu suçlaması yapılırken, İçişleri Bakanlığı Goran Hareketi’ne bağlı vekil ve bakanların Erbil’e girişini engelledi. Bütün bu gelişmeler yaşanırken en çok merak edilen konuların başında YNK’nin tavrının nasıl olacağıydı. IŞİD’e karşı savaşta yaşamını yitiren Tümgeneral Sefin Abdülmecid’in kırkıncı gündönümünde YNK’nin tavrını açıklayan Politbüro Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Mele Bextiyar; “Hiç kimse PDK ile YNK’ye yurtseverliği öğretemez” demesine karşın, YNK içinden ‘İkili yönetim sistemi’ önerisi gelmesi ve bu önerinin de bizatihi Politbüro Üyesi Saadî Pirê tarafından reddedilmesi, Goran Hareketi’nde olduğu gibi YNK’nin içinde de gösterilerden medet uman kliklerin olduğu yorumlarının yapılmasına vesile oldu. YNK Genel Sekreter Yardımcısı Mele Bextiyar, açıklamasının devamında bütün siyasi partilerle görüşmeye başladıklarını ve bu görüşmelerin devam edeceğini, Goran Hareketi Genel Sekreteri Newşirwan Mustefa’nın yurtdışından gelmesini beklediklerini, kendisinin gelmesi durumunda sorunların daha da derinleşmeden çözmeye çalışacaklarını ve varsa, yapılan yanlışların düzeltilmesi gerektiğini söyledi. Bextiyar da ikili yönetime karşı olduğunu ve bu anlayışın karşısında duracaklarını söyledi. Goran: Hükümetten çekilmeyeceğiz Öte yandan Perşembe gününden beri Genel Sekreter Newşirwan Mustefa’nın yurtdışından talimatla yetkilendirdiği Ömer Seyid Ali başkanlığında yoğun toplantı zinciri gerçekleştiren Goran Hareketi Meclisi, MANŞET BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 3 SÖYLEŞİ Cuma günü sonuçlandırdıkları toplantılarının ardından yazılı bir açıklamada bulunarak, hükümetten çekilmeyeceklerini beyan etti. PDK’nin yoğunca eleştirildiği açıklamada, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin 19 Ağustos’tan beri yasal meşruiyetini kaybettiği gibi sert ifadeler de yer aldı. YNK’li Goran Azad: Soruşturma sonucuna dek kimse suçlanmamalı BasHaber’e konuşan YNK Milletvekili Goran Azad, sorunun bu radeye gelmesinin kriz halkalarının üst üste binmesi ve bunun halkta büyük bir tepkiye yol açmasından kaynaklandığını iddia etti. “Savaş, Bağdat’ın mali ambargosu, ardından gelen Başkanlık krizi üst üste binince, ekonomik darboğazdaki halkta büyük huzursuzluklar baş gösterdi” diyen Azad, olaylarla birlikte Parlamento Başkanı’nın da görevinden azledilmesi ardından, artık Parlamento Başkanı krizinin de var olduğunu savundu. İran’ın müdahalesi ve Goran Hareketi’nin kışkırtmalarının daha çok medya üzerinden işlendiğini dile getiren Azad, uluslararası temayüllerde, hata ulusal meselelerde bile bu tür suçlamalar yapıldığı zaman, suçlamaların haklılığını kanıtlayan güçlü delillerin olması gerektiği, aksi takdirde gülünç duruma düşüleceğini dile getiren Azad, gerekli soruşturmalar neticesinde, ortaya çıkacak soruşturma sonucunda yasaların öngördüğü işlemlerin yapılacağını, aksi durumda bunun istenmeyen sonuçlara yol açabileceğini söyledi. Temel hak olan gösteri hakkı ile şiddet olaylarının ayırımının yapılması gerektiğinin altını çizen Goran Azad, “son olayların da şiddete yöntemlerinin sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiğinin kanıtıdır ve biz YNK olarak her çeşit şiddet yöntemlerini redediyoruz. Meşru hak talebinin de demokratik yöntemlerle gerçekleştirilmesi taraftarıyız” dedi. Diğer parça Kürdistanlı kesimlerin çözüm taleplerinin anlamlı olduğunu da vurgulayan Azad şunları söyledi: “4 bakan ve Meclis Başkanı’nın Başbakan Nêçirvan Barzani tarafından görevlerinden azledilmeleri anti demokratik bir uygulamadır. Goran, Cuma günü hükümetten ayrılmayacağını açıkladı. Sorunların çözümü için mevcut hükümetin devam etmesi ve bu olumsuz olaylardan da dersler çıkartılarak krizlerin çözümüne odaklanılması gerekmektedir.” Sağduyu çağrıları Gösterilerin şiddete evrilmesi ve bütün kentlerde güvenlik tedbirlerinin had safhaya çıktığı günden beri hem Güney ve diğer parça Kürdistan’dan hem de dünyadan sağduyu çağrıları gelmeye başladı. YNK Genel Sekreter Yardımcısı Kosret Resul, krizle ilgili Kürd düşmanı karanlık ellerin Kürdistan’da varlıklarını sürdürmelerine izin vermeyeceklerini ve Kürdistan Bölgesi’nin birlik ve beraberlik içerisinde bu sorunlarını aşacağını dile getirirken, PDSK Genel Sekreteri Mihemed Heci Mehmud da tüm siyasi partilere çağrıda bulunarak, olaylar kontrolden çıkmadan toplanmaları ve krizi çözmelerini istedi. Süleymaniye’nin Qelediz İlçesindeki olaylardan duyduğu kaygıyı dile getiren Irak Türkmen Cephesi Milletvekili Aydın Maruf ise, tarafları derhal masa başına geçip uzlaşmaya davet etti. ABD ve BM’den uzlaşma çağrısı KBY dışındaki diğer parçalardan siyasi parti, hareket ve siyasiler de ortak açıklamalarda bulunarak Güney’deki tüm partilere ve özellikle olayların yatıştırılmasında sorumluluğu bulunan taraflara sorumlu davranmaları çağrısında bulunulurken, dış dünyadan da mesajlar gelmeye devam etti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Kürdistan Bölgesindeki tüm siyasi partilerin, IŞİD gibi gerçek bir düşmanları olduğunu görmeleri ve hep beraber o düşmana karşı mücadele vermeleri gerektiğini söyledi. Toner, Kürdistan’daki yaptığı açıklamada Kürdistan’ın istikrarına büyük bir önem verdiklerini ve Kürd partilerinden kısa süre içerisinde mevcut sorunlara çözüm bulmalarını istediklerini açıkladı. BM Sözcüsü Stéphane Dujarric de Kürdistan’daki gelişmelerden haberdar olduklarını, bu vesileyle bir BM temsilcisini temaslarda bulunmak için Erbil’e göndereceklerini ve bu temsilcinin raporu doğrultusunda BM olarak resmi bir açıklama yapacaklarını belirterek, yaşananlardan dolayı üzgün olduklarını ve meselenin diyalog kanalları ile çözülmesini umduklarını söyledi. 03 Barzani: Kriz aşılacaktır Demokrat Partili Başkan Barack Obama yönetimindeki ABD’nin Kürdistan’ın bağımsızlığı konusundaki pasif tutumunun aksine daha önce defalarca Kürdistan’ın bağımsızlığı konusunda destekleyici açıklamalarda bulunan Amerikan Cumhuriyetçi Parti lider ve temsilcilerinin Barzani’ye destek ziyaretleri devam ediyor. ABD’nin Irak’taki üst düzey askeri yetkilileri ve Bağdat ile Erbil Başkonsolosları ile birlikte Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud Barzani’yi ziyaret eden ve gelecek seçimlerde iktidar olmaları beklenen Cumhuriyetçi Parti yöneticileri Kürdistan’ın bağımsızlığının ilanı durumunda gerekli desteği vereceklerini açıklamışlardı. Selahattin’deki Başkanlık Ofisi’nde ABD Kongresi ve Senatosunun Cumhuriyetçi üyelerinden oluşan Amerikan heyetini kabulünde konuşan KBY Başkanı Barzani, Kürdistan’da yaşanan krizin çok olumsuz bir etkisinin olamayacağını ve krizin aşılmaya çalışıldığını söyledi. Peşmerge’ye verdiği destek ve hava kuvvetleriyle kurulan başarılı koordinasyondan dolayı Amerikan halkı ve devletine teşekkürlerini ileten Barzani, Peşmerge ile kurulan bu başarılı koordinasyon sayesinde şu ana kadar hiçbir sivilin yaşamını yitirmemiş olmasının bu işbirliğinin büyük bir başarısı olduğunu söyledi. Kürdistan Peşmergesi’nin Kürdistan’daki bütün etnik ve dini kesimlerin koruyucusu olduğunu da vurgulayan Barzani, IŞİD tehlikesini bertaraf etmesinin bunun göstergesi oldu- ğunu söyledi. “IŞİD’e karşı mücadeleye yoğunlaşmalıyız” Kürdistan’da ortaya çıkan krizin ekonomik boyutuna da değinen KBY Başkanı, Bağdat’ın KBY’ne uyguladığı mali ambargo, dünya ölçeğinde petrol fiyatının yoğun düşüşü ve milyonlarca mültecinin Kürdistan’a akın etmesiyle KBY’nin de büyük bir ekonomik sorunla karşı karşıya kaldığını vurgulayarak Kürdistan’daki siyasi taraflara da şöyle seslendi: “Kürdistan’ın ulusal güvenliği ve bu bağlamda IŞİD’e karşı mücadele tüm tarafların öncelikli görevi olmalıdır. Kürdistan Bölgesi’ndeki siyasi kriz muhakkak çözüme kavuşturulacaktır ve bu krizin Kürdistan’ın huzur ve güvenliğine zarar vermesine izin verilmeyecektir.” Görüşmede, Cuhmuriyet Partili Amerikan heyeti üyeleri de Peşmerge’nin IŞİD’e karşı verdiği mücadelenin takdire şayan olduğunu, bunun yanı sıra Kürdistan’daki gelişime şaşırdıklarını ve tüm dünyanın KBY’ye önemli bir rol yüklediğini vurguladı. “Musul’da demografik çeşitlilik korunmalı” İsveç’in yeni Irak Büyükelçisi Anika Mulian’i kabulünde de, yeni görevinde kendisine başarılar dileyen ve zor günlerde Kürdlerin yanında olduğunu beyan eden İsveç hükümetine bu dostane tavrından dolayı memnuniyetini dile getiren Barzani, görüşmede gündemdeki konulara da değindi. Musul’un IŞİD’den alındıktan sonra Ninova bölgesinin demografik yapısının değişebileceği konusunda kaygılarını dile getiren Barzani, operasyon planlamasında bölgenin demografik yapısının göz önünde bulundurulması ve bu çeşitliliğin zarar görmemesi için gayret gösterilmesi gerektiğini belirtti. Rusya’nın Suriye cephesinde IŞİD ve rejime muhalif diğer gruplara karşı başlatmış olduğu hava operasyonlarının bölgeye etkisi konusuna da değinen Barzani, Rusya’nın hava operasyonlarını Koalisyon hava kuvvetleri ile uyum içerisinde sürdürmesinin altını çizdi ve bu uyum ve işbirliğinin Suriye’nin geleceğini göz önünde bulundurularak sürdürülmesi gerektiğini söyledi. Mesrur Barzani: PDK’ye saldırılar planlıdır KBY Genel Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, ekonomik sıkıntılar gerekçesiyle başlayan gösterilerin bazı bölgelerde PDK’ye saldırı şeklini alması ve olaylardaki can kayıplarıyla ilgili Twitter hesabından yayınladığı mesajda Goran’ı ve YNK asayiş birimlerini suçladı. Goran Hareketi’nin, PDK binalarına gerçekleşen saldırıların sorumlusu olduğu suçlamasında bulunan Barzani, saldırıların planlı olduğunu söyledi. Süleymaniye, Halebce, Germiyan ve Qeledize bölgelerindeki PDK binalarına karşı gerçekleştirilen saldırıların Goran’ın planlamasıyla gerçekleştiğini vurgulayan Mesrur Barzani, Süleymaniye asayiş birimlerini de saldırıları engellememekle suçladı. Güvenlik tedbirlerinin alınmamasından dolayı biri PDK’li 5 vatandaşın yaşamını yitirdiğini hatırlatan Barzani, hayatını kaybedenlere başsağlığı dileğinde bulunarak bu saldırıları ve her türlü şiddet olayını kınadığını vurguladı. PDK üyelerinin çeşitli saldırılara maruz kaldığını belirten Barzani, bu saldırıların son bulması gerektiğini, aksine bunun Kürd düşmanlarını cesaretlendirdiğini ve Kürdlerin bundan zarar edeceğini söyledi. 04 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim 42015 MANŞET MANŞET BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 5 SÖYLEŞİ Kürdistani parti ve siyasetçiler: Güney’deki kriz bağımsızlık projesine zarar Ülkede ortaya çıkan sorunların boyutlanması üzerine, Kürdistan’nın her yanından Güney’deki krizin diyalogla çözüme kavuşturulmasıyla ilgili çağrılar da yükseliyor. G Azad Celikanî üney Kürdistan’da IŞİD’e karşı büyük bir savaş verildiği bir dönemde, milyonlarca mültecinin trajedisi, savaşın yarattığı ekonomik sorunlar ve Merkezi Bağdat Yönetimi’nin, Kürdistan Bölge Yönetimi’ne (KBY) vermesi gereken yüzde 17’lik bütçe payını kesmesi ile yaşanan sorunlardan dolayı başlayan protesto eylemleri şiddete dönüştü. Koalisyon ortağı olmasına ve Maliye Bakanlığı koltuğunu elinde bulundurmasına rağmen Goran taraftarlarının Süleymaniye bölgesinde PDK temsilciliklerine saldırması ve yakması üzerine, hükümetten çıkarılması ve yeni hükümet çalışmaları giderek içinden çıkılmaz bir karmaşaya neden oldu. YNK’nin yeni hükümette yer alma konusunda sorunlar çıkarması yaşanan siyasi krizi derinleştiriyor. Ülkede ortaya çıkan sorunların boyutlanması üzerine, Kürdistan’nın her yanından Güney’deki krizin diyalogla çözüme kavuşturulmasıyla ilgili çağrılar da yükseliyor. Perşembe günü KADEP, ÖSP, PAK, PAKURD, PDK-BAKUR ve Azadi Hereketi gibi siyasi parti, hareket ve oluşum, ortak bir basın açıklamasıyla sorunun çözümünde diyalogun şart olduğu vurgulayıp, Güney Kürdistan halkından da meşru gösteri hakkını kullanırken Kürdistan’ın bağımsızlığından rahatsız olacak dış güçlerin kışkırtması gibi görünen şiddet olaylarına prim vermemeleri istendi. BasHaber’e açıklamada bulunan çeşitli parti ve örgüt liderleri Güney’deki sorunların diyalog ve medeni yollarla çözülmesi çağrısında bulunarak, bu hassas dönemde herkesi sorumlu davranmaya çağırdı. Mustafa Özçelik (PAK Lideri): Tepki neden sadece PDK’ye? Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) Başkanı Mustafa Özçelik, Güney Kürdistan federe devletinin tüm Kürdlerin umut sığınağı olduğunu belirterek, yaşanan çatışmalı ortamın devam eden bağımsızlık yürüyüşüne karşı bir operasyon olduğunu söyledi. Üç tehlike odağından vurgu yapan Özçelik, IŞİD’in Kürd düşmanları tarafından bağımsızlığı engellemek için kurulan kanlı bir örgüt olduğunu, ikincisi Bağdat hükümetinin Kürdistan’a uyguladığı ekonomik abluka ve üçüncüsünün de Kürdistan’ın bütün düşmanlarının siyasal, stratejik ve diplomatik olarak yaratmış oldukları projeleri olduğunu söyledi. Kürdistan’ın bağımsızlığını engellemek için fiili bir saldırının gerçekleştiğini aktararak, parlamentoda 5 partinin de temsilcisi olduğunu ve dolayısıyla tepkinin sadece PDK’ye yönelmemesi gerektiğini söy- ledi. Özçelik, şunları söyledi: “Partilere, sivil kurumlara ve televizyon binalarına yapılan saldırıları doğru görmüyoruz. Halkın kendi sosyal, ekonomik sorunları için demokratik tepki koyma hakkı var; ama şiddete yönelmeden yapmaları gerekiyor. Başkanlık sistemiyle derinleşen bu krizler endişe vericidir.” Adem Geveri (Azadi Hareketi): Darbeci mantık kabul edilemez Yaşanan her çatışmada veya herhangi bir protesto gösterisinde Kürdlerin katledildiğini belirten Azadi Hareketi Genel Sekreteri ve HDP Van Milletvekili Adem Geveri, “Gerekçesi ne olursa olsun hiç kimse; hiçbir kurumu, partiyi, hükümet mensubunu, medya çalışanlarını zor, şiddet ve silah kullanarak protesto edemez, böyle bir hak yoktur” dedi. Güney’de demokratikleşme yolunda büyük adımların atıldığını dile getiren Geveri, “doğal olarak orada demokratik yollarla hak talep etme yolu varken, yakma yıkma, talan etme ve insanların canına kıyarak eylem yapmak meşru değildir. Herhangi bir halk isyanına karşı orada darbeci mantıkla demokrasinin önünü tıkamak, bakanları azletmek, meclisin işleyişini tamamen durdurmak gibi adımlar da demokrasi adına kabul edilmeyecek gelişmelerdir” dedi. Bir an önce sorunların çözüleceğine dair umutlarının olduğunu belirten Geveri, bu olayların Kürdlerin geleceğine çomak soktuğunu söyledi. Hemid Haci Derwêş (Pêşverû Partisi Lideri): Sorunlar aşılacaktır Kürdistan İlerici Partisi (Pêşverû) Genel Sekreteri Hemid Heci Derwêş ise Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelerin Kürdlerde derin kaygılara yol açmaması gerektiğini, her ne kadar normal siyasi didişmeleri aşmış ve can kayıplarına yol açmış olsa bile sorunun aşılacağını söyledi. Ayrık da olsa dünyanın süper güçlerinin IŞİD’e karşı mücadele yürüttüğünü, yerel düzlemde onların bu istemlerine karadan en büyük katkıyı sunabilecek gücün Kürdler olduğunu, dolayısıyla IŞİD’e karşı mücadelenin en önemli ayaklarından biri olan Kürdistan Bölgesi’nin böylesine bir krizle zarar görmesinin bu güçlerin de işine gelmeyeceğini belirtti. Sertaç Bucak (PDK Bakur Lideri): PDK bürolarının yakılması darbedir Kürdistan Demokratlar Platformu (PDK-Bakur) Başkanı Sertaç Bucak, Güney Kürdistan’da bir federe devletin olduğunu ve bu devletin bağımsızlığa doğru ciddi adımlar attığını belirterek, 20 yıldan fazladır 5 kez seçime gidildiğini, Kürdistan’ın bir parlamentosunun olduğunu ve 3 kez başkan seçildiğini söyledi. Kürdlerin bölgede ciddi bir güç olduğunu ve uluslararası güçlerin de bunu gördüğünü belirten Bucak, IŞİD’e karşı verilen mücadelede de, Ortadoğu’daki dengede de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başarıdan başarıya koştuğunu dile getirdi. Bucak, “Sayın Mesûd Barzani başta olmak üzere bölgede ve dünyada Kürdistan Bölgesi ciddi bir güç oldu. Savaşın henüz daha sona ermediği ve Ortadoğu’da yeni gelişmelerin yaşandığı dönemde çıkartılan bu fiili savunma Kürdistan’a hiçbir şey kazandırmayacaktır” dedi. Noşirvan Mustafa’nın ekonomiyi bahane ederek Kürdistan’ın içişlerinde karışıklığa neden olduğunu belirten Bucak, KDP bürolarına yapılan saldırıları, meydana gelen ölüm haberlerini ve şiddet olaylarını Kürdistan için bir darbe olarak yorumladı. Kürdistan zor koşullar altındayken Goran Hareketi’nin ileri sürdüğü taleplerin bugün için geçerli olmadığını dile getiren Bucak, “Halkın isyana teşvik etmek Kürdistan’ın düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektir” dedi. Yaşanan bu gelişmelerden kaygı duyduklarını belirten Bucak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Herkes aklı estiği gibi böylesi eylemlere girişirse bu Kürdlere zarar verir diyoruz. Çok kaygılıyız. KBY bağımsızlığa yürüyor ve Kürdlerin bin yıllık rüyası gerçekleşmek üzere. Dolayısıyla bu rüyayı kabusa çevirmek kimseye yaramayacaktır.” Sinan Çiftyürek (ÖSP Lideri): Bu kışkırtmalar Goran’ı da etkiler Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek, Güney Kürdistan’ın bağımsızlık sancısı çektiğini ve bu nedenle Irak hükümetinin kendisine ambargo uyguladığını söyledi. Güney hükümetinin bağımsızlık yolunda ilerleyebilmesi için ekonomik bağımsızlığı elde etmesi gerektiğini dile getiren Çiftyürek, ekonomik sorunların yanında Mesud Barzani’nin başkanlığı meselesinin de krize neden olduğunu söyledi. Barzani’nin Güney Kürdistan için önemli bir isim olduğunu belirten Çiftyürek, “Eğer başkanlık meselesi parlamentoda krize neden oluyorsa referanduma gidilebilir, bir kez daha halka başvurulabilirdi” şeklinde konuştu. Barzani karşıtlığı üzerinden siyaset yapmanın doğru olmadığını belirten Çiftyürek, Goran’ın haklı gerekçelerle sokağa çıkan eylemcileri kışkırtmasını doğru bulmadığını ve İran’ın organize ettiği bu kışkırtmaların parlamentoda söz sahibi olan Goran’ı da etkileyeceğini dile getirdi. Teymur Mistewfi (PDK-İ Yöneticisi): İran’ın parmağı var Kürdistan Demokrat Parti İran (PDK-İ) Politbüro Üyesi Teymur Mıstewfi de, Federe Kürdistan Bölgesi’nin tüm Kürdler için büyük ve değerli bir kazanım olduğundan dolayı meydana gelen bu hadiselerden son derece üzgün ve tedirgin olduklarını belirterek, bu krizin çözüme kavuşmaması durumundan bundan sadece Güney Kürdistan’ın değil bütün Kürdlerin olumsuz etkileneceğini söyledi. Krizin muhatabı olan Güneyli tüm siyasi partilerin demokratik temayüller gereği toplanıp bir an önce toplanıp bu sorunu ciddiye alıp çözmeleri gerektiğinin altını çizen Mistewfi, bütün Kürdistan’daki ve dünyanın en ücra bölgelerindeki tüm Kürdlerin de biran önce bu krizin giderilmesini istediğini belirtti. Gösteri ve yürüyüş eylemselliklerinin her insanın en meşru hakkı olduğu vurgusu yapan Mıstewfi, ‘bu hakkın kullanımında şiddet yöntemlerine başvurulduğunda, meselelerin ne derece tehlikeli boyutlara varabildiğini bizatihi Güney Kürdistan’daki son olaylarda da gördük” dedi. Özellikle IŞİD gibi bir bela ile 1500 kilometrelik bir hatta büyük bir savaşın verildiği bir dönemde bu olayların patlak vermesinin manidar olduğunun altını çizen Mistewfi, dost görünen veya görünmeyen Kürdistan’a hakim devletlerin de bundan medet umduklarını ve krizin boyutlanması için gayret göstermiş olabileceklerini de sözlerine ekledi. Özellikle İran’ın hadiselerin daha da büyümesi için girişimlerinin olduğunu vurgulayan Mistewfi, böylesine olağanüstü bir tarihi virajdan geçerken Kürdlerin birbirlerine daha çok kenetlenerek bu ve benzeri tehlikeleri atlatarak daha büyük kazanımlarla zafere ulaşabileceklerini ve kendilerinin de en büyük temennisinin bu olduğunu söyledi. Bradost Kemali (DAD Yönetim Kurulu Üyesi): Dış müdahaleye karşı halkın iradesi Suriye Kürd İnsan Hakları Örgütü (DAD) Yönetim Kurulu Üyesi Bradost Kemali de ekonomik ve siyasi krizlerin ardından Güney Kürdistan’da meydana gelen olayların olumsuz yansımalarını Rojava’da da hissettiklerini dolayısıyla, orta doğuda mevcut şartlarda artık Kürdistan parçalarının eskisine nazaran çok daha iç içi ve birbiriyle bağlantılı olduğunu ve bir parçadaki olumlu veya olumsuz her türlü gelişmenin diğer parçaları da yeterince etkilediğini söyledi. Sadece İran’ın değil diğer birçok komşu ve dış gücün de Kürdler arası çatışmaları tetiklemek için sürekli çaba sarf ettiklerini dile getiren Kemali, bütün her şeye rağmen Güney Kürdistan’da anayasa ve hukukun varlığını işaret ederek, “Anayasa ve hukuk, gereği gibi işletilirse bu gibi krizlerin yaşanma olasılığı çok azalır. Bunlar da yeterli olmasa en adil yöntem, krize sebep olan konuların halkın takdirine sunulmasıdır.” dedi. Olağanüstü değişimlerin yaşandığı, dünyaya yön veren büyük güçlerin akın ettiği ve Kürdlerle işbirliği yapmak için mekik dokuduğu, dolayısıyla Kürdler için altın fırsatların ortaya çıktığı böylesi bir zamanda Kürdlerin büyük emek ve bedellerle biriktirmiş oldukları enerjilerini iç mücadelelerle harcamasının akıl karı olmadığını vurgulayan Kemali, Kürdler kendi iç birliklerini gerçekleştirmeleri durumunda eldeki kazanımları korumanın yanında, daha büyük kazanımlar elde edeceğini ve bunun önünün alınamayacağını söyledi. İnsan Hakları aktivisti olduğu için bu konularda Güney’de yaşanan gelişmeleri de gözlemleme şansı bulduğunu sözlerine ekleyen Kemali, bu konuda yaşanan gelişmelerin çok olumlu olduğunu ve sekteye uğramaması durumunda Ortadoğu’da demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerinin yeşermesinin merkezi konumuna yükselebileceğini söyledi. Arif Sevinç (HAK-PAR Bşk Yrd): Barzani devam etmeli Ortadoğu özelinde Kürdistan’ın çok önemli bir dönemeçten geçtiğini dile getiren HAK-PAR Genel Başkan Yardımcısı Arif Sevinç, kaynayan Ortadoğu ve Kürdistan’ın istikrara ihtiyacı olduğunu söyledi. KBY Başkanı Mesud Barzani’nin başkanlığının bir süre daha devam etmesinin hem bağımsızlık yürüyüşüne, hem de mevcut gerginliğin bir an önce ortadan kalkmasına katkı sağlayacağını ifade eden Sevinç, Başta İran olmak üzere bölge devletlerinin Güney Kürdistan’ın iç işlerine karışmalarını ve Kürdleri birbirine kırdırma politikalarını kınadı. Sevinç şöyle konuştu: “Ortadoğu’daki bütün bu savaş ve siyaset hemgamesine rağmen, Kürd halkının yaşanan bu krizlerden demokrasi ve özürlük çıtasını yükselterek aşacağı inancımı sürdürüyorum.” M. Emin Kardaş (T-KDP Başkanı): Komşu ülkelerin parmağı var Güney Kürdistan’daki gelişmeleri üzüntüyle karşıladıklarını ve bunun Kürdlere yakışmadığını belirten Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) Başkanı Mehmet Emin Kardaş, bu yaşanan gelişmelerin Kürdlerin huzur içerisinde kendi ülkelerinde yaşamalarını istemeyen düşmanlar tarafından organize edildiğini söyledi. Kürdler birbirlerine sahip çıkmalıyken ve ülkesini imar etmek için el birliğiyle çalışmalar yapması ve bağımsızlık konusunda ısrarcı olması gerekirken böyle durumlarla karşı karşıya kaldıklarını belirten Kardaş, “Kürdlerin kendi ülkelerine sahip olmasını istemiyorlar. Barzani gibi köklü ve mücadeleci bir aileyi Kürdlerin gözünden düşürmeye çalışıyorlar. TKDP olarak Barzani’nin destekleyicisiyiz. Bize bu konuda düşen bir görev varsa bunu yerine getirmeye hazırız” dedi. Bu olayları başlatanlar arasında Kürdlerin bağımsızlığını sekteye uğratmaya çalışan komşu ülkeler olduğunu belirten Kardaş, “Bu olay, Süleymaniye ile sınırlı değildir” şeklinde konuştu. İmam Taşçıer (DDKD Başkanı): Gerginliğin nedeni komşu ülkeler “Kürdler, yeni yeni Kürdistan’la tanışmışken bu tür olayların baş göstermesi hepimizi kaygılandırıyor” diyen DDKD Genel Başkanı ve HDP Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, Süleymaniye ile Erbil arasında uzun zamandan beri bir problemin olduğunu ve bu problemin en azından IŞİD’e karşı verilen mücadelede sakinleştiğini söyledi. Kürdistan’ın hiçbir ailenin mülkü olmadığını ve tüm Kürdlere ait olduğunu belirten Taşçıer, tarafların bilinçli davranması gerektiğini, aksi halde Kürdistan’ın bağımsızlığına zarar verilebileceğini dile getirdi. Yaşanan gergin ortamda haklıhaksız aramak yerine Kürdlerin ulusal çıkarlarını düşünmenin elzem olduğunu ifade eden Taşçıer, “Kürdistan’daki bu gelişmeler kaygı vericidir. Bakanların azledilmesi de bir başka kaygı verici konudur. Kürdler bir an önce Kürdistan’da bağımsızlıklarına ulaşması gerekiyor. Eğer demokratik bir Kürdistan kurulursa sorunlar daha rahat halledilebilir” şeklinde konuştu. Taşçıer de, Güney’de yaşanan bu gerginliğin sebebinin başta İran olmak üzere Türkiye, Irak ve Suriye olduğunu dile getirdi. 05 Barış ve demokrasiye bomba AHMET ÖZER Bu bomba Türkiye’de demokrasi ve barış isteyenlere. Bu bomba; adalet, hak, hukuk isteyen, “artık yeter yapan hasabını versin” diyenlere. Bu bomba ‘Diyarbakır’ın, Roboski’nin, Ermeneğ’in, Soma’nın, Suruc’un hesabı sorulsun’ diye toplananlara. Bu bomba aslında hepimize.Hesap vermek yoksa demokrasi de yoktur. Eğer Roboski’nin hesabı sorulsaydı Diyarbakır ve Suruç katliamları olmazdı; Suruc’un hesabı sorulsaydı Ankara Garı Katliamı yaşanmazdı. Demokrasinin fazileti hesap sorulabilirliktir. Hiçbir şeyin yapanın yanına kar kalmamasıdır. Ama maalesef epey bir zamandır bizim ülkemizde yapanın yanına kar kalıyor. Katliamların, baskı ve zülmün, çalanın, çırpanın, hukuksuzluğun hesabı sorulmuyor. Bu nedenle yüzbinler Ankara Garı’nda toplandı. Hesap vermekten korkanlar hesap vermek yerine bombayla susturma yoluna gidiyorlar. Peki emellerine ulaşabilirler mi? Hindistan’ın kurucu barışçı Lideri Mahatma Gandi şöyle der: “Bazen vahşi katliamlar ve dayanılmaz zülüm karşısında yüreğim sıkışır, umudum kırılır, vazgeçme noktasına gelirim. Böyle zamnlarda hep dönüp geçmişe, tarihe baktım. Tarihte zülüm karşısında doğruluk ve hakikatın sonunda hep galip geldiğini; daima kazındığını, zalimlerin ise daima sonunda kaybettiğini görünce yüreğim tekrar umutla dolar ve yürüyüşüme öyle devam ederim.” Bu katliamları yapanlar yılgınlık istiyor, barış ve demokrasiden vazgeçmemezi, sesimizi kısmamızı istiyor. Ama yağma yok. Demokrasi, barış, hak ve adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesi devam edecek. Bu uğurda şehit olanlar boşuna ölmüş olmayacaklar. Sonunda kazananan mazlumlar, barış ve demokrasi olacak. Zülmedenler, katledenler hep kaybetti, kaybedecek. Dün olduğu gibi bügün de yarın da kaybedeceklerdir. Saldırının olduğu gün Ortadoğu medyasından bir gazetecenin sorularına verdiğim cevaplar aynı zamanda bu saldırıya ilişkin reel analizi de içerdiği için paylaşmak istiyorum. Ankara’daki saldırı nedir, anlayış olarak Türkiye’de demokrasi güçlerine karşı cihad başlatılması diyebilir miyiz? Diyebiliriz. Bu saldırı Suruç ve Diyarbakır mitinglerinde yapılan saldırılara benziyor, onların devamı gibi. O saldırılar aydınlatılıp hesap sorulsaydı belki de olmazdı. Çünkü demokrasi hesap sorma rejimidir. Ancak bu ülkede şimdilerde demokrasiye karşı kim bir saldırı yapıyorsa yanına kar kalıyor. Şimdilik. Bu da benzerlerini cesaretlendiriyor. Ayrıca her gün birçok yere baskın yapan tutuklama yapan devlet güçleri bunu neden önlememiştir? Bu soru herkesçe sorulmaktadır. Rusya, PYD ile beraber Türkiye-Suriye sınırında bir güvenlik kuşağı oluşturup, cihatçıları nefessiz bırakacak. Ankara’da patlama bu kuşağın Türkiye’den kırılmasının bir denemesi midir? Bu saldırıyı IŞİD ile bağdaştıranlar var. Eğer öyle ise bu dediğiniz olabilir. Ama IŞİD’e meydan veren, onu zımnen destekleyen gene bu hükümettir. Şimdi yaptığının karşılığını böyle ödüyor. Eğer öyleyse bile neden Türkiye istihbaratı bunun önüne geçememiştir? Eğitime sağlığa ve sosyal yardımlara göstermelik paralar ayrılırken MİT’in bu yılki bütçesi %36 oranında artırılarak 1,5 milyara yakın bir kaynak ayrıldı. O zaman yüzlerce cana mal olan katliamları neden önleyemiyor, iş olduktan sonra ilgli ilgisiz insanlar üstünde konuşarak teoriler üretiyor. Saldırının hedefi seçimin engellenmesi mi ya da yapılmaması mı? Başından beri seçimle ilgili üç senaryo olduğunu söyledik ve yazdık. 1- Hükümetin bu çatışma ortamında seçime gidip bir takım oyunlarla seçimi kazanması, ya da 2- Saldırıların dozunun artması halinde seçimin bir yıl ertelenmesi 3- Üçüncü senaryo ise; çözüm sürecine geri dönüp barış ortamında seçime gidilmesidir. Görünen o ki, birinci ya da ikinci senaryo ihtimal dahilinde; üçüncü senaryo için hükümet hiçbir şey yapmıyor, yapmak istemiyor. Nitekim “PKK tek taraflı ateşkes ilan ediyorum” dediği halde hükümet çok büyük zafer kazanmış gibi hiç oralı olmadı. Ateşkes bir insanın bile daha az ölmesine yol açacaksa bundan daha iyi ne olabilir? Ne isteniyor? Daha fazla insan mı ölsün isteniyor? Nasıl olsa ölen yoksul halk çocukları. Kılıçdaroğlu’nun sorduğu gibi “O bölgeye gidenler arasında hiçbir tuzu kurunun çocuğu neden yok?” Sabah akşam vatan deyip gezenler, cenazelerde boy gösterenler, şehit edebiyatı yapanlar neden orada sizin çocuklarınız yok? Bu yüzden mi bu savaşı bu kadar rahat sürdürüyorsunuz? Bundan sonra bu tür saldırıların devamı mümkün mü? Mümkün. Daha grift provakasyonlar olabilir. Demokrasi güçlerinin bunlara karşı dik durması esastır. Herkesin savaşa, çatışmaya karşı “Barış hemen şimdi” diye ayağa kalkması ve gereği neyse onu yapması gerekir. 06 ROJAVA BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 BasHaber ROJAVA 19 - 25 Ekim 2015 Rojava Peşmergeleri sınırda A Kürd güçleri Rakka operasyonuna hazırlanıyor A Mehmet Salih Batırhan BD’nin Ortadoğu’daki IŞİD ve diğer İslamcı gruplara yönelik yüzeysel operasyonları ve sonuç alıcı bir strateji geliştirememesi Ortadoğu’da Rusya ve İran’ın da karıştığı yeni ve karmaşık durum doğurdu. Cihatçı örgütlerin çiftliğine dönüşen Suriye’de ABD’nin Beşar Esad’ın kalması ya da IŞİD’in Suriye ve Irak’ta bitirilmesi yönünde başarılı operasyonlar gerçekleştirmemesi Rusya’nın öncülüğünü yaptığı, İran, Irak Suriye ve Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan Şii Mihverine kapı aralayarak, bu güçlerin bölgeye yerleşmesine ve yeni siyasi dizayda aktif rol oynamalarına neden oluyor. Rusya bir yandan askeri operasyon merkezleri kurarak Suriye’deki cihatçı grupları bombalarken, ABD ise iki yıldır Musul’da IŞİD’e yapacağı operasyonu erteleyerek Rakka’ya operasyon hazırlıkları yapmaya başladı. Başat gücünü Kürdlerin oluşturacağı Rakka operasyonunun hazırlıklarının sona erdiği ve ABD’nin desteklediği Kürd güçlerinin birliklerini Rakka’ya doğru kaydırdıkları öğrenildi. ABD yetkilileri son olarak Kürd güçlerine 50 tonluk mühimmat verdiklerini ifade ederek operasyonun kısa bir süre içerisinde başlatılacağına dair sinyaller verdiler. Bir süredir Kürdistan Bölge Yönetimi ile Roj Peşmergeleri’nin Rojava’ya geçişleri için de PYD ve KBY arasında koordinasyonun sağlandığı ve Peşmergelerin Rojava sınırında bekledikleri belirtildi. Bu bağlamdaki hazırlıklar için ABD ve Peşmerge yetkililerinin YPG komutanları ile görüştükleri öğrenildi. Salih Müslim: Operasyona hazırlık yapılıyor Rakka operasyonu hazırlıklarına ve ABD’nin Kürd güçlerine yaptığı yardıma dair değerlendirmelerde bulunan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, ABD’nin Rakka operasyonu için Kürd güçlerine 50 ton silah yardımı yaptığını söyledi. IŞİD’e karşı mücadele eden silahlı güçlerinin “Suriye Demokratik Güçleri” adı altında birleştiklerini belirten Müslim, “Daha önce Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte hareket eden Ceyş el Suvar (Devrimciler Ordusu), Burkan El Fırat, El Sanadid gibi güçler, YPG ile aynı şemsiye altında birleşti. Bunun adına da Suriye Demokratik Güçleri denildi. Bunlar, Raksa için hazırlık yapıyor. Silah yardımı da bunlara yapıldı” dedi. İran- Hizbullah- Şam ve Moskova’dan ortak operasyonlar Bu arada Hizbullah milisleri, İran askerleri ve Rusya savaş uçakları tarafından desteklenen Suriye rejim güçleri, Halep’e yeni saldırı başlattı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre Humus’ta rejim ve müttefiklerinin saldırılarında da 31’i kadın ve çocuk 72 kişi hayatını kaybetti. Suriye Ordusu ile müttefiklerinin operasyonlarının Halep kent merkezinden ziyade civarda muhaliflerin elinde bulunan bölgeleri hedef aldığını belirtti. Gözlemevi’ne göre rejim güçleri üç köyü muhaliflerden geri aldı. 17 muhalif ölürken, rejim ve müttefikleri 8 kayıp verdi. Ordu birlikleri kuzeydeki İdlib ile Hama kentlerine de yeni saldırı başlatırken, Rusya’nın da desteğiyle saldırıların Ürdün sınırındaki Deraa ile başkent Şam’ın etrafında da yoğunlaştığı bildiriliyor. “Rusya PYD ile çalışmak istiyor” Moskova’da bulunan gazeteci yazar Misto Sino Rusya’nın Rusya’nın Suriye müdahalesinin yeni bir durum olmadığını Rusya’nın öteden beri güçlü bir şekilde bölgede bulunduğuna dikkat çekerek, IŞİD’in ABD tarafından durdurulamaması ve 2 yıllık operasyonlar sonucunda Suriye’deki cihatçı grupların bitirilememesinin Rusya’nın elini güçlendirdiğini kaydetti. Rusya’nın PYD ile ilişkilerine de değinen Sino, PYD’nin denge siyaseti izlediğini ifade ederek hem Rusya hem de ABD ile ilişkiler kurduğunu ve bunun sonucunda PYD’nin IŞİD’i İdlib ve Azaz’dan çıkaracağını söyledi. ABD’nin Rakka operasyonu hazırlıklarına da değinen Sino “Rusya ve İran’ın da ABD’nin hamlelerine karşı hamleleri var. Humus ve Lazkiye civarı temizlenmeye başlandı. Rusya, şu anda Akdeniz sahili ile Şam arasında bağlantıyı kurmak amacıyla operasyonlar yapıyor” dedi. Uluslararası Af Örgütü: Sivil yaşam alanlarına zarar veriliyor Öte yandan Uluslararası Af Örgütü’nün PYD ve YPG’nin Arap ve Türkmen sivillerin yaşadığı bölgeleri kullanılamaz hale getirdiği şeklindeki raporuna Kobanê Yürütme Meclisi Eşbaşkanı Fewziya Evdo’dan tepki geldi. Af Örgütü’nün raporlarını yanlış kaynaklara dayandırdığını ve gerçeği yansıtmadığını aktaran Evdo, Rojava’daki, etnik ve dini farklılıkları olan halkların barış içerisinde yaşadıklarını söyledi. Rojava’daki demokratik özerkliğe karşı olan tarafların af örgütüne konuştuklarını ve gerçeği yansıtmadıklarını ifade eden Evdo, Rojava’nın ve Suriye’nin halkların toprağı olduğunu Kürd güçlerinin farklı etnik unsurlara mensup insanları IŞİD’e karşı tün koruduğunu herkes tarafından bilindiğini söyleyen Evdo raporun zamanlamasının manidar olduğunu ifade etti. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre IŞİD tehdidinden kaçmayarak bölgelerde kalan kimi siviller ABD’nin hava bombardımanına ve YPG’nin tehditlerine maruz kaldı. BD’nin öncülüğünü yaptığı koalisyonun dışında İran ve Rusya’nın da Suriye’deki savaşa fiili olarak müdahil olması, bölgede Suriye eksenli yeni bir soğuk savaş endişesi yaratıyor. Rusya iki haftadır Akdeniz’deki Tartus Limanı ve Hazar Gölü’nden havalanan uçaklar ve füzelerle kısmen IŞİD ve ABD’ye yakın rejim muhalifi grupları bombalıyor. Rusya ağrılıklı olarak ABD ve Türkiye’nin desteklediği “ılımlı muhalifleri” hedeflerken, diğer yandan da “Şii Mihveri” ile Bağdat ve Şam’da operasyon odaları kuruyor ve Kürd güçleri yanına çekmeye çalışıyor. Suriye’de mini bir dünya savaşı sürerken Kürdistan Bölge Yönetimi’nin (KBY) başkenti Erbil de diplomatik temaslara ev sahipliği yapıyor. ABD’nin, KBY üzerinden IŞİD’in merkezi olan Rakka’ya bir operasyon hazırlığında olduğu bildiriliyor. Öte yandan Irak Ordusu ve Peşmerge Bakanlığı arasında koordinasyon sağlanamaması ve ABD’nin Irak’taki Şii milislere mesafeli durması Musul operasyonunun şimdilik gündemden çıkmasına neden olduğu ve önceliğin Rakka’ya verileceği öğrenildi. KBY’de bulanan Rojava Peşmergelerinin de Rakka operasyonuna katılacakları ve bu amaçla hazırlıkların yapıldığı öğrenildi. ABD’li askeri yetkililerin bir grup Peşmerge komutanı ile birlikte Rojava’ya geçerek konuya dair YGP’li komutanlarla görüştüğü öğrenildi. Suriye ve Rojava’daki gelişmeleri, Raka operasyonu için yapılan hazırlıkları BasHaber Gazetesi’ne değerlendiren Kobanê Kantonu Dışişleri Sözcüsü İbrahim Kurdo IŞİD’e yönelik kapsamlı bir operasyonun yapılacağını ve bu operasyona Rojava Peşmergelerini de katılacağını ve geçiş için sınırda beklediklerini ifade etti. Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan tek gücün Kürdler olduğunu ifade eden Kurdo, Kürdlerin IŞİD ile mücadelesinin tüm dünya tarafından görülüp desteklendiğini belirtti. Rusya’nın Suriye’de IŞİD’e karşı yaptığı operasyonlara da değinen Kurdo, Kürdlerin IŞİD ve diğer İslamcı gruplara karşı birlik olmaları ve milli bir ordu kurulması gerektiğini etti. Öte yandan Kurdo, sınırda bekleyen ve hazırlıklarını tamamlayan Roj Peşmergeleri’nin Rojava’daki Kürd güçlerine büyük bir destek olabileceğinin altını çizdi. “Rusya’nın ların Rojava’da kurulan operasyonlarından demokratik yapıya destek verdiklerini ve kurdukları memnunuz” sistemin halklar tarafınRusya’nın Suriye’deki operasyonlarıdan benimsendiğini ifade na da değinen Kurdo, etti. Rojava’daki halkRusya’nın IŞİD ve El ların kendi kendilerini Nusra’yı bombalamayönettiklerini ve kendi sından memnuniyet meclislerini kurduklaİbrahim Kurdo duyduklarını vurgularını vurgulayan Kurdo, dı. Rusya’nın IŞİD ve Girêspi’deki yönetim modiğer İslamcı grupları hedef seçtiğini delini örnek vererek; “Girêspî halkın ve Kürdler ile iyi ilişkiler kurduğunu yüzde 20’sini Araplar oluşturuyor. belirten Kurdo bu operasyonların Diğer halklar da var. Herkesin kent Kürdlerin IŞİD’e karşı mücadelesini meclisinde temsilcisi var ve kende etkileyeceğini ifade ederek şöyle di kendilerini yönetiyorlar” dedi. dedi: “Rojava IŞİD’den temizleKürdlerin Rojava’da kurdukları nirken hiçbir uluslararası veya yönetim modelinin yeni bir model bölgesel güçle ilişkimiz yoktu. Ama olduğunu ve tüm halklar tarafınbugün Rusya tüm ağır askeri gücü dan beğenildiğini aktaran Kurdo ile Suriye’deki IŞİD’i hedef alıyor. “Kürdler Arap ve Türkmenleri göçe Bu önemli bir durumdur. Rusya’nın zorluyor” iddialarının gerçeği yanoperasyonları Suriye’de bulunan ve sıtmadığını ve bunun yalan olduğuIŞİD’e karşı mücadele eden güçleri nu vurguladı. Kürdlerin Rojava’daki de büyük oranda etkileyecektir.” demokrasi adımının Ortadoğu’yu da Rusya’nın Kürdler ile iyi ilişkiler etkilediğini vurgulayan Kurdo, “Biz kuracağını da iddia eden Kurdo, demokratik Suriye’nin bir parçasıIŞİD’in kısa bir sürede Suriye’den yız. Demokrasi adımımız Ortadoğu çıkarılacağını belirtti. başta olmak üzere komşu ülkeleri de etkileyecektir” dedi. “IŞİD’i Rakka ve Cerablus’tan çıkaracağız” “Planları tutmadı” Olası Rakka ve Cerablus operasAnkara’nın Rojava ve Suriye poliyonlarına değinen Kurdo, güçleritikalarına da değinen Kurdo, İslamcı nin buna savaşa hazır olduğunu, grupların Kürdlere saldırtıldığını, bu kentlerin zamanı geldiğinde Türkiye’nin Kürdlerin Rojava’daki IŞİD’ten alınacağını açıkladı. Tüm kazanımlarını ortadan kaldırmak terörist örgütleri Suriye’den çıkariçin IŞİD’e destek verdiğinin tüm maya kararlı olduklarını aktaran dünya tarafından bilindiğini ve Kurdo, Suriye halkının kendilerine Türkiye’nin IŞİD’in kurulması büyük destek verdiklerini ifade sürecinin başında olduğunu söyledi. ederek, Rakka ve Cerablus halkının Türk yetkililerinin IŞİD’i Rojava ve isteği üzerine buralara operasyon Türkiye sınır hattına yerleştirdiğini yapılacağını söyledi. ve IŞİD’in teknik ve lojistik desteğini Türkiye’den aldığını ifade eden “Rojava’da demokrasi var” Kurdo, Türkiye’nin tampon bölge Suriye ve Rojava’daki farklı etnik kurma planının da gerçekleşemeyeve dini gruplar ile kurdukları ilişkiye ceğini, Rojava ve Suriye planlarının de değinen Kurdo, Suriye’deki halkçöktüğünü açıkladı. 07 Ankara katliamı ve derin toplumsal kırılma HAKAN TAHMAZ Ankara katliamı dünyada bir ilk. Dünya, birçok kez “terör” saldırısı sonrası çeşitli barış veya terörü telin mitingine tanıklık etti. Ama ilk kez öncelikli tek istemi ve çağrısı barış olan bir mitingde katliam yaşandı. Bu mitingin çağrısını yapanların ve örgütleyenlerin memleketin en yaygın ve köklü emek ve meslek örgütleri oldukları, parlamento içi ve dışı birçok siyasi çevrenin destekçi olduğunu aklımızdan çıkarmamak gerek. Tarihimizin en büyük katliamı, ülkenin başkentinde gerçekleştirildi. Olası saldırının istihbarat raporlarının havada uçuştuğu ve öncesinden birçok belirtisinin olduğu bir zaman diliminde gerçekleşmiş olması konu etrafındaki tartışmayı şiddetlendirdi ve toplumun gelecek kaygısını derinleştirdi. Bu nedenle katliama toplumsal tepkinin dozajı yüksek ve yaygın oldu. Bunun önünü almak için devlet aklı, tarihinde ilk kez mağdurları sahiplendi. Mağdur yakınlarının ve mücadele arkadaşlarının katliam yerine karanfil bırakmalarına izin vermeyen devlet, bir gün sonra önce Başbakan ve kabinesi daha sonraki gün Cumhurbaşkanı olay yerinde tören düzenledi. Bununla da kalınmadı başka bir şey daha gerçekleşti. Devleti, savaş ve çatışma politikasına karşı uyaran mağdurlar “terör mağdurları” kapsamına alındı. Katliamdan zarar görenlere devlet yardım edecek. Yaşamını yitirenlerin birinci derece yakınlarına kamuda iş olanağı tanınacak ve maaş bağlanacak. Bugüne kadar polis, asker ve korucuların yararlandığı haklardan yaranacaklar. Devlet, toplumun tepkisini mağdurlara kol kanat geriyoruz görüntüsü yaratarak törpülemeye çalışırken aynı zamanda vakayı devletleştiriyor. Toplumsal tepkinin hedefini saptırmaya çalışıyor. Tarihimizin en büyük katliamındaki devlet ve hükümetin sorumluluğunu örtmeye/gizlemeye çalışıyor. Hükümetin ve devletin eleştirilmesini yasakladı ve suç saydı. Başbakan, Cumhurbaşkanı milli birlik, kardeşlik çağrısı ve vurgusu yaparak saldırının kendisine yönelik olduğu safsatasını yaygınlaştırma yoluyla faillerin ortaya çıkmasına mani oluyor. Bu oyunu bozan HDP lideri Selahattin Demirtaş büyük bir tehdit altında. Bunun bir nedeni vardır. Gerçeği bütün çıplaklığı ile haykırmasıdır. O gerçek, Ankara katliamının gerçekleşmesindeki devlet/hükümet sorumluğuna işaret etmesidir.Selahattin Demirtaş’ın “katil devlettir” ithamında en küçük bir kuşkuya yol açacak geçmişe sahip olmayan devlet yapısının, bu vaka öncesi de birçok olayda sabıkalı olması iddiayı güçlü kılıyor.Her şeyden önce devlet aklının eskisinden farklı çalıştığını gösterir bir emare yok. 5-6 Eylül’de bizzat MİT ve Özel Harp Dairesi’nin azınlık katliamı örgütlemiş bir ülkenin yurttaşlarının şimdi başka türlü düşünmesini gerektirecek gelişmenin zerresine rastlanmıyor. Aksine kısa süre önce yakılan HDP Genel Merkezi’nin varlığı, Diyarbakır, Suruç katliamlarının üzerindeki sis perdesi söz konusu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde tek bir vakada anlının akıyla çıktığı vaki olmamıştır. Devlet gölgesi her vakada çok fazla belirgindir veya bizzat devletin parmağı tetiği çektiği kesindir. Örneğin Hrant Dink cinayetinde son aylarda ortaya dökülen kanıtlar, güvenlik güçlerinin koruması altında cinayetin işlendiğini gün yüzüne çıkardı. Roboski katliamını soruşturan savcıların belgeleri devlet eliyle katliamın nasıl bir kin ve öfkeyle gerçekleştirildiğini gösteriyor. Ankara katliamı Türkiye için siyasal ve sosyal bir dönüm noktasıdır. Artık katliamdan önce ve sonrası olacak. Devlet, yasaklarla, gizleyerek, koruyarak veya bizzat mağdurları (HDP liderinin olduğu gibi) suçlayarak eski, çürümüş yapısını korur ve Kürdleri geriye dönüşü olmayacak bir biçimde kaybeder. Ankara katliamının toplumda yarattığı derin kırılmayı sezememe hali ve gerekli toplumsal, siyasal değişim cesareti gösterememek/tercih yapmamak felaketin habercisi olacaktır. Devletin eski yoldan yürüme iradesi ve halklarımızın bunun önüne geçme isteğinin baskılandırılması Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek önemli bir gelişme olacak. 08 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim 82015 SÖYLEŞİ Akademisyen Arzu Yılmaz: Bağımsızlık artık daha mümkün KBY’deki gelişmeleri yakından izleyen Uluslararası siyaset uzmanı Arzu Yılmaz, Goran Hareketi’nin ilk zamanlarda Kürd siyasetindeki yarılmaya alternatif olmak hem PDK hem de YNK’yi zorlayacak bir umut olarak ortaya çıkmasına rağmen, son olaylardaki tavrı ile hayal kırıklığı yarattığını ve artık pozisyonunu koruyamayacağını söylüyor. Kürdistan’da iç çatışmalara varan Yeter Polat Bağımsızlık hazırlıkları yapan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde son haftalarda yaşanan şiddetli gösteriler Rusya ve İran’ın Suriye’ye müdahaleleri ile eş zamanlı gelişti. Bunun anlamı nedir? Ortaya çıkan bu yeni gelişmeleri siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesi bugünün gündemi değildir. Hatırlarsanız IŞİD’in Musul’a saldırısı ertesinde gerçekleşebilecek bir gündem haline gelmişti. Hatta tarihler bile belirlenmişti; fakat son 1 buçuk yılda çok şey değişti. Dolayısıyla bu bağlamda en azından Kürdistan’ın iç politikası yönüyle baktığımızda en önemli değişiklik Kürdistan’ın KDP veya Mesud Barzani ile birlikte bağımsızlık ihtimali bu son bir buçuk yılda çok ciddi bir siyasi güç kaybına uğradı. Siyasi güç kaybına uğramasının, Şengal’de Peşmerge’nin yaşadığı yenilgi olduğu kadar Bağdat ile yapılan anlaşmadan kaynaklanan ekonomik sorunlarla da ilgisi var. İran ve Rusya’nın Suriye krizine müdahalesi ve IŞİD’in Musul işgali sonrası özellikle İran’ın, Kürdistan’ın iç siyasetinde daha etkili ve yön verici pozisyonuyla da çok ilişkilidir. Başta ABD olmak üzere, Türkiye ve İsrail istisnası dışında o dönemde Kürdistan’ın bağımsızlığına destek veren hiçbir ülke yoktu. İsrail bağımsızlığı destekleyeceğini söylemişti. Türkiye’den de bağımsızlığa karşı çıkılmayacağına dair bir açıklama yapılmıştı. Son noktada bugün yaşanan krizin dediğim gibi çok daha geçmişe dayanan kırılma noktaları var. Özellikle 1998’de Kürdistan iç siyasetinde bir güç paylaşımı, 2003’te tahkim edilen bir uzlaşmanın bozulmasından tutun da; IŞİD’in Musul’a saldırmasına ve daha sonrasında bugün Suriye bağlamında Rojava Peşmergesi’nin Suriye Kürdistan’ına geçişine kadar kronolojik bir silsile üzerinden takip edilmesi gereken meseleler olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Kürdlerin bağımsızlık konusunda ısrarcı oldukları görülüyor. Uluslararası dengeler ve şiddete varan son protestolar dikkate alındığında KBY’nin bağımsızlıktan uzak- şiddet eylemlerine rağmen Norşirvan Mustafa’nın ülkeyi terkettiğini ve Goran’ın politik tercihleri ve İran’ın etkisinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini söylüyor. Kürdistan’ın bölünmesinin mümkün olmadığını, KBY ölçeğinde, sosyolojik olarak Kürd tabanının birleşmeyi gündemine aldığını söyleyen Yılmaz, uluslararası aktörlerin de bölünmüş bir laştığı söylenebilir mi? KBY’nin bağımsızlığı sadece bir zamanlama meselesiydi. Bunun kaçınılmaz olduğu birçok akademisyen, diplomat ve uzman tarafından söyleniyordu. Hangi bölgesel ve uluslararası aktörün inisiyatifinde gelişeceğine bağlı olarak bir zamanlama problemi yaşanıyordu. Bunun Irak ve Suriye’deki gelişmelerle de ilişkisi var. Bunun bir buçuk yıl önce olmamasının en önemli nedenlerinden biri ABD’nin bu konuya olumlu yaklaşmamasıydı. ABD’nin, geçtiğimiz yıllarda Irak politikası net ve kesindi. Dolayısıyla da IŞİD’in Musul’a saldırmasıyla birlikte Barzani’nin “hemen bugün olmazsa da yarın ilan ederiz” şeklindeki bağımsızlık açıklaması rafa kaldırıldı. Bu dönemde İran karşı çıkmıştı; fakat şimdi yeni bir süreç var. Bu yeni sürecin en önemli stratejilerinden biri şu: Birincisi İran artık P5+1 ülkeleriyle birlikte uluslararası sisteme yeni bir entegrasyon sürecine girdi. İran’ı Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı çıkan en önemli bölgesel aktör olduğunu akılda tutmak gerekir. İkincisi, Abadi Hükümeti, Irak’ın birliği ve sürdürülebilir olmasa bile uluslararası ve bölgesel aktörler için bir zaman kazanma hükümetiydi. Öyle görülüyor ki onun da sonuna gelindi. Abadi Hükümeti’nden sonra ikinci bir hükümet ihtimalini çok düşük görüyorum. Irak’ın bütünlüğünün artık sürdürülemez olması bağlamında Kürdistan’ın bağımsızlığı dünden daha çok yüksek bir ihtimal. İkincisi ABD’nin Ortadoğu’daki planı değişmiş görünüyor daha doğrusu değiştirmek zorunda kaldı. ABD zamana yayan, hatta IŞİD’in yenilmesinin uzun zaman alacağı bilgisini paylaşan bir pozisyondaydı. Bütün aktörlerin mümkün olanı test ettiği bir süreç yaşadık. Rusya, Suriye’deki kontrolünün büyük bölümünü İran üzerinden sağlıyordu, fakat İran’ın P5+1 ülkeleri ile yaptığı anlaşma, Rusya’nın artık deyim yerindeyse “iş başa düştü” saikiyle hareket etmesini bir anlamda zorunlu kıldı. Bu da bir domino taşı etkisi yaratarak ABD’nin bugüne kadar ikircikli Suriye politikasında daha net bir pozisyon elde etmesine neden oldu. Bu net pozisyon tam olarak tarif edilmese de en azından Kürdler bağlamında ABD’nin artık Ortadoğu’da Kürdleri IŞİD’le Kürdistan değil, aksine Rojava’yı da içine alan güç paylaşımına dâhil eden ve dolayısıyla Kürdistan’ın birliğini temsil eden bir eğilim içinde olduklarını söylüyor. KBY’nin bağımsızlığının artık daha mümkün olduğunu ifade eden Arzu Yılmaz, bölgedeki gelişmeleri, Rusya ile İran’ın fiili olarak dahil oldukları Suriye ve Rojava’daki gelinen aşamayı BasHaber’e yorumladı. mücadelede “ortak” olarak gördüğü netleşmiş görünüyor. Örneğin NATO üyesi olan Türkiye ile işbirliği bu kadar net bir şekilde ifade edilmezken, Kürdlerle işbirliği daha net bir şekilde karşılık buluyor. Hal böyle iken, bu politik ortamda KBY’nin bağımsızlığı önümüzdeki günlerin en ciddi gündemlerinden biri olacaktır. Kürdistan’a ziyaretiniz olmuştu, sahadan nasıl izlemimlerle ayrıldınız? Kürdistan’da dikkatimi çeken bir iki nokta var paylaşmak istiyorum: Birincisi çok açık ki ABD, KBY’nin bağımsızlığını Rojava yönetiminin ABD ile işbirliğinden bağımsız bir değişken olarak değerlendirmiyor. Yani ABD, KBY’nin bağımsızlığını Rojava yönetiminin de aynı anda uluslararası alanda meşru bir aktör ve Suriye’nin yeniden inşasında bir oyun kurucu olarak formüle ettiğini görüyoruz. Güney Kürdistan-Rojava denkleminde ele alıyor. Bunun en önemli göstergelerinden birisini Güney Kürdistan’da eğitilen Rojava Peşmergeleri’nin Rojava’ya geçişi konusunda gösterdiği inanç olarak söyleyebiliriz. 5 bin kadar Rojava Peşmergesi’nin Rojava’ya geçişinde büyük ölçüde mutabakat sağlanmış gibi. Dolayısıyla bu çerçevede referansımızı yeniden Irak üzerinden, Süleymaniye ve Soran bölgesinde çıkan kriz üzerinden okumak gerekirse şöyle bir durumla karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek gerekiyor: Tıpkı 1995 yılında Washington uzlaşmasında Yekitî ve PDK arasında kurulan güç paylaşımı benzeri ve bu kez Rojava’yı da içine dâhil eden yeni bir Kürdistan ölçeğinde güç paylaşımı sürecinin içerisinden geçiyoruz. Öyle görünüyor ki Goran bu güç paylaşımında kendisine umduğu veya talep ettiği yeri bulamayacağı gibi bir sıkıntı yaşıyor. Bu bağlamda hiç şüphesiz hem başkanlık konusunda, hem yaşanan ekonomik sıkıntılar konusunda ortaya atılan talepler ve gösterilerin meşruiyeti tartışılmaz. Fakat ülkenin içinde bulunduğu güvenlik krizi hali hazırda Rojava’yı da içine alan yeni bir Kürdistan için güç paylaşım süreci göz önüne alındığında bu taleplerin haklılığına rağmen zamanlama açısından asıl mevzunun buradan koptuğunu görmek gerekiyor. Medyada gelişmeler “maaşların ödenmemesi” üzerinden yorumlandı. İçinde insanlarla birlikte KDP binaları yakıldı. Maliye Bakanlığı Goran Partisi’ne ait ama gösteri ve saldırılar sadece Süleymaniye’de PDK’ye yönelik yapılıyor. Bunun anlamı nedir? Goran, maalesef Güney Kürdistan ölçeğinde kendinden umulan politik performansı gösteremedi. Bu birçok uzmanın ortaklaştığı bir konu. Özellikle iki yıllık performansı göz önünde bulundurulduğunda bugün Barzani’yi tek adam olmakla suçlayan Goran, aslında 2011-2012’den bu yana Barzani’nin ya da KDP’nin gücünü tahkim eden bir pozisyon aldı. Bunu yaparken açıkçası Yekitî’nin kendi içindeki bunalımlarından faydalanarak -KDP ve Yekitî’ye alternatif bir politik parti olmak yerine- KDP’yle birlikte hareket edip, Yekitî’nin yerini almak gibi bir politik tercihte bulundu. Hal böyle iken bugün kalkıp da Barzani’nin ‘tek adamlığını’, ya da KDP’nin Kürdistan siyasetini domine etmesi konusunda şikâyet etmesini doğru bulmuyorum. Böyle bir hakkı da yok. Dolayısıyla bu aynı zamanda Maliye Bakanlığı görevini yürüten Goran’ın ekonomideki kötü gidişattan SÖYLEŞİ BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 9 SÖYLEŞİ KDP’yi sorumlu tutmasının işaret ettiği çelişki de aslında bundan kaynaklıdır. Kürdistanlı bir arkadaşıma atıfla şu örneği vermek istiyorum, arkadaşım şöyle demişti: “Süleymaniye’de bir protesto varsa Türkiye bayrağı yakılır, Hewlêr’de bir protesto varsa İran bayrağı yakılır.” Bu bize şunu gösteriyor, Süleymaniye’de olan olayları, özellikle IŞİD’in Musul’a saldırmasından sonra İran’ın etkisinden bağımsız değerlendirmek naiflik olur. İran çok açık bir şekilde Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı olduğunu ve KDP ile Barzani’ye karşı Goran’ı ve Yekitî’yi destekleyen bir pozisyon aldığı aleni bir gerçek. Hatta Peşmerge düzeyinde bile Peşmerge’nin bugün tek bir parça olarak hareket edememesinin en önemli etkenlerden biri de İran’dır. Hal böyleyken bu tutum, çıkan krizin çok meşru ve haklı gerekçelere dayanmakla birlikte vardığı kriz halinin, Goran’ın politik tercihleri ve İran’ın etkisinden bağımsız değerlendirilemez. Düşünün ki Güney Kürdistan’da iç savaş ihtimalinin ortaya çıktığı bir durumda, göstericilere sahip çıkan Goran lideri Noşirvan Mustafa Kürdistan’da değil. Nerede Noşirvan Mustafa? Almanya’ya gitmişti, şimdi de Londra’da olduğu söyleniyor, Güney Kürdistan’da olmadığı kesin. Şunun için diyorum: Goran hem Yekitî’ye, hem KDP’ye alternatif olabilecek, bölünmeyi de bir anlamda engelleyebilecek, birçok aksaklıkları da dönüştürebilecek, değiştirebilecek bir umut olarak ortaya çıkmıştı. Ama bu kriz gösteriyor ki Goran bu konuda büyük hayal kırıklıklarına neden olmuştur. Goran artık umut vermediği gibi bundan sonraki süreçte siyasi pozisyonunu koruyamayacağı ve bu gelişmelerin ardından büyük ölçüde minimum düzeye inecek bir sonuçla karşılaşacağız. Goran’ın bundan sonra denklemde güçlü bir aktör olarak yer alma yerine denklemden düşme riski ile karşı karşıya olan bir siyasi aktör konumuna düştüğünü görüyorum. Süleymaniye’de ortaya çıkan gelişmeler ışığında KBY’de orta vadede iki idareli bir yönetim biçimine geçileceğine dair senaryolara katılıyor musunuz? Evet istenen bu. Tekrar etmek istiyorum: Bu yeni bir gündem değil, özellikle IŞİD’in Musul saldırısı ertesinde bölgelerin büyük ölçüde KDP’nin kontrolüne geçmesiyle birlikte gündemleşen bir mevzu. 1998’deki güç paylaşımı bunun zeminiydi. Artık parametrelerin değiştiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Bu mümkün değil artık. Birincisi, Kürd tabanı birleşmeyi gündemine almışken, bir de Güney Kürdistan ölçeğinde bölünme, sosyolojik olarak mümkün değil. İkincisi, uluslararası aktörler bugün bölünmüş bir Kürdistan değil, bilakis tam tersine Rojava’yı da içine alan güç paylaşımına dâhil eden ve dolayısıyla Kürdistan’ın birliğini temsil eden bir eğilimin içindedir. İran tarafından organize edilen böyle bir düşünce var. Ancak bunun hayat bulma şansının, bugünkü konjonktürde mümkün olmadığını düşünüyorum. ABD çok açık ve net biçimde krizin aşılması yönünde çağrılar yaptı. Uluslararası konjonktürde Kürdistan’ın yeni bir pozisyon alacağını söylediniz, buna paralel gelişmeler var mı? Şu anda çok açık bir şekilde uluslararası koalisyon güçleri bir MusulRakka operasyonuna hazırlanıyor. Bu operasyonlarda öyle görünüyor ki Kürdler ön cephede yer alacak. Ne yazık ki aynı zamanda önümüzdeki orta ve uzun vadede bir Kürd-Arap çatışmasını tasdik edecek unsurlar olarak karşımıza çıkacak. Kürdler, en azından Güney Kürdistan için söylersek, bağımsız Kürdistan için Araplarla çatışmayı göze alıyor. Bağımsızlığın geçen yıldan daha fazla olarak gündemde olduğunu söyleyebilirim. Geçen yıl şöyle bir fark vardı: Mesûd Barzani “Kesinlikle Kürdistan toprakları dışında Peşmerge’nin çatışma içerisine girmesi düşünülemez” diyordu ve bu, bir kırmızı çizgiydi. Ama bugün Kürdistan’ın bağımsızlığının destekleneceğini ve fakat KBY’nin bu kırmızı çizgisinden feragat etmek zorunda kalacağı veya bunun için zorlanacağı bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Kürdler arası bu gerilimin ucu nereye uzanır? Rojava-Güney Kürdistan arasındaki gerilim için şu bilgiyi hatırlatmak gerekiyor: 2001-2002’de Soran bölgesindeki kısa süreli çatışma dışında 1998’den bu yana Kürd güçleri arasında silahlı çatışmanın yaşanmadığını, yani Brakûjî’nin olmadığını not etmek gerekiyor. Siyasi alanda Kürdler arasında bir çatışmanın savunulacak bir pozisyon olmadığının altını çizmek gerekiyor. Böyle olunca siyasi rekabeti eşgüdümlü ve uyumlu bir çalışmaya, yani Kürd partileri arası bir müzakere mekanizmasının oluşturulması gerekiyor. Kürdistan Ulusal Konferası’nı hatırlatmakta fayda var, Kürdler bunu beceremedi. ABD’nin geçen yıl Duhok’ta gerçekleştirdiği toplantı, geçtiğimiz ay Hewlêr’de gerçekleşen Mesud Barzani-Salih Müslim arasındaki görüşmelerde de bunun artık kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu ortadadır. Mesud Barzani geçenlerde Rojava’yı ziyaret edeceğini söyledi, bu ve Suriye’deki Peşmergeler’in Rojava’ya geçişi çok önemli gelişmelerdir. Kürdler arası iç savaş koşulları yok, peki uzlaşma olabilecek mi, nasıl olacak? Herhangi bir Kürd siyasi partisinin Kürdler arası silahlı çatışmayı savunabileceği bir pozisyon asla yokken, geriye kalan tek şey; uzlaşmanın, birlikte eşgüdümlü hareket etmenin mekanizmalarını yaratmaktır. Bu mekanizmaların da oluşturulacağı bir süreçten geçiyoruz. Bu bağlamda Türkiye’yi ele alacak olursak, bu anlamda İmralı Süreci, aslında Kürdler arasında giderek güçlenen bir uzlaşma ve birlikte hareket etme ağırlığına dâhil olmasıdır. Ne denmişti? Türkiye’nin hamiliğinde bir Kürd barışı projesiydi İmralı Süreci. Ama Türkiye, Kürdler içi barışı Türkiye’nin genişlemesinin bir aracı olarak formülize etti. Kendisini Ortadoğu’daki genişleme sürecinde yer almasının mümkün olamayacağını gördüğü anda da Kürdlerin birlikte hareket etmesine bir tepki olarak görmeye başladı. Bu haliyle Türkiye’nin sınırlarının ötesinde Kobanê krizi de Türkiye’nin artık Kürdistan ölçeğindeki politikaları ilkesini kaybettiği bir eşik olarak tarihe geçti artık. Dolayısıyla bugün Kürdistan ölçeğinde yeniden yapılanmada Türkiye’nin bir aktör veya bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum. Orta ve uzun vadede Türkiye’nin KBY veya Rojava’yı tanımadan veya onlarla uzlaşmadan ne Türkiye’nin Ortadoğu politikasını yürütmesi, ne de KBY ve Rojava’nın sürdürülebilir istikrara kavuşması mümkün değildir. Şu an Kürdistan ölçeğinde karılan kartlar içerisinde Türkiye yok. Bu yeni güç paylaşımının nasıl olacağı konusunda Türkiye belirleyici bir aktör olarak yer almıyor. Fakat orta ve uzun vadede illaki Türkiye bu sürece dâhil olacaktır; ama bu politikasıyla ve bu haliyle değil. Türkiye önce kendisinin ne olduğuna karar verecek. Bu kararı verdikten sonra Kürdlerle nasıl yaşayacağına karar verecek. Bu kararı verdikten sonra da yeniden Kürdistan ölçeğindeki sürece dâhil olup olmayacağını da göreceğiz. Bugün itibariyle bu anlattığım hikâye içerisinde Türkiye yok. 09 Çatışma dönemi dersleri MESUT YEĞEN Çatışmasızlık durumunun sona ermesinin ardından ortalığın kan gölüne döndüğü bu birkaç aydan herkes için çıkarılacak dersler var. İlk ders PKK’ye. Haziran’dan bugüne yaşananlar, yürüyen çatışma durumu, özyönetim ilanları, yürürlüğe konulan Devrimci Halk Savaşı vs. hepsi birden tek bir şeyi gösterdi: PKK’ye en ‘müzahir’ olanlar da dahil, Türkiye Kürdleri Türkiye devletine karşı ayaklanmak, isyan etmek niyetinde değil. Türkiye devleti yaygın ve sürekli bir biçimde Baas tipi bir devlet gibi davranmadıkça, Kürd kitlelerinin Devrimci Halk Savaşı’na icabet edeceği yok. Bu durumda Devrimci Halk Savaşı’nda ısrar etmek PKK’ye çok da müzahir olmayan Kürdlerde bir ‘soğuma’ yaratırken, PKK’ye en müzahir olanların canının çok yanmasından başka bir sonuç üretmiyor. PKK’ye düşen ders bu. Birkaç ders de devlet için var. Devletin payına düşen ilk ders şu: Evet, Kürdler ayaklanmıyor, isyan etmiyor ama PKK’ye (HDP’ye) de yüz çevirmiyor. Kürdlerin isyan etmeye niyeti yok ama PKK-HDP hattının kalıcılaştırdığı taleplerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan, dağdaki evlatlarından, kardeşlerinden vazgeçmeye de niyetleri yok. Devletin payına düşen ikinci ders biraz daha ağır. Türkiye devleti Kürdlere karşı Baaslaşma ihtimalinin henüz uzağında olmakla beraber devletin uzuvları, personeli zaman zaman ve yer yer Baas fotoğrafları vermekten geri kalmıyor. Çatışma bölgelerinde fetih orduları gibi davranan Esadullah çeteleri, çocukları, yaşlıları katletmekten, ceset sürüklemekten, güçsüzlere ‘Türkün gücünü göstermekten’ sakınmıyor. Bütün bu Baas manzaralarının çatışmasızlık durumunun birkaç hafta sonrasında yaşanması, çatışmasızlıkla geçen senelerde oluştuğu düşünülen devlet Kürdler barışmasının büyükçe bir balon olduğunu gösteriyor. Kürd yurttaşlar bir kısım devlet personelinin nazarında halen düşman, halen düşman. Bir ders daha var devletin payına düşen. Çatışma durumunun avdet etmesi sadece Kürdlere dair devlet (personeli) algısının pek değişmediğini göstermekle kalmadı, çözüm süreci boyunca atılan reform adımlarının da kalıcı olmayabileceğini gösterdi. Kürdçe konuşulmasına ve Kürdçe yayıncılığa karşı doksanlarda gösterilen huşunet devlet personeli eliyle bölgeye geri döndü. Kürdçe konuşmayı yasaklamak ve (eğer doğruysa) bir müddettir epey eskide kaldığını düşündüğümüz Kürdistan isimlilerin yolculuktan edilmesi gibi pespayelikler de yeniden başladı. Bütün bunlar övünçle duyurulan kimi temel reformların bile duruma göre kullanılabilir olduğunu, bu itibarla çözüm süreci diye bellediğimiz sürecin pek bir şeyi çözmediğini gösteriyor. Bir ders de bu. Bir de Suriye dersi var tabii ki devletin payına düşen. Suriye’de işlerin Türkiye devletinin arzuladığından çok başka biçimde seyretmeye başlamasının, YPG’nin Fırat’ın batısına geçme ihtimalinin oluşmasının ardından başlayan çatışmalarla beraber Suriye’de işler Türkiye için düzelmek bir yana, daha da kötüleşti. Son üç ayın verdiği bir ders de bu: Kürd meselesi bu kadar açık bir yara olarak kanamaya devam ederken Suriye’den de başka yerlerden de uzak durmak gerekiyor. Biz yurttaşların payına düşen de bir ders var: Barış, çözüm, her neyse, ancak biz gerçekten çok istersek ve birbirimize karşı adil ve dürüst olursak, bu da yetmez yakın olduklarımızı, devleti, PKK’yi, siyasi partileri, basını, STK’ları bu işe zorlayabilirsek mümkün olacak. Devlete ve birbirimize Kürdlerin kendi dillerinde eğitim görmesinin de kendi kendilerini yönetmesinin de en tabii hakları olduğunu, PKK’ye de bu tabii hakları elde etmek için çatışmaya değil siyasete ihtiyacımız olduğunu kabul ettirdiğimizde mümkün olacak barış ya da çözüm. 10 HABER BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 BasHaber HABER 19 - 25 Ekim 2015 Özyönetim ilanları Yıkım ve sükünet kardeşliği! G Berfîn Mijdar eçtiğimiz Haziran’da yapılan genel seçimler sonrasında başlayan çatışma süreci ile birlikte KCK, “Özyönetim ilanı” çağrısında bulunmuş, Silopi ile start alan ilanlar Nusaybin, Cizre, Batman, Bitlis, Hakkâri, Gever, Varto, Bulanık, Erdemit, Özalp, İpekyolu, Doğubayazıt, Sur, Silvan, Lice ve İstanbul’un Gazi’de ve Gülsuyu mahallerine yayılmıştı. Özyönetim ilanları ile çatışmalar kent merkezlerine yayılmış, çıkan olaylarda 113 sivil ile sayısı bilinmeyen polis/ asker ile YDHG üyesi yaşamını yitirmişti. Barikatların kurulduğu, hendeklerin kazıldığı mahallelerde yüzlerce ev ve dükkan yakılmış, yoğun göçler yaşanmış, büyük maddi zararlar meydana gelmişti. Bir ayı aşkın devam eden olayların ardından durum sakinleşti. Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Başkanı Emine Ayna, Özyönetim’in özerklik ile eş değer olduğunu ve bölge halkının bağımsızlığı değil devletle ortak yönetime katılmak istediğini açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise, “Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti’nin dışında bir devlet asla kabul edilemez. Bu açıklamayı kimler yapıyorsa ağır bir bedel öderler” diye yanıt vermişti. 2014 yerel seçimlerinde HDP/BDP’nin seçim sloganı “Özyönetim ile özgür kimliğe” idi. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da Özyönetim’in meşru olduğunu ancak bunun silahla yapılmasını tasvip etmediğini açıklamıştı. Ancak Özyönetim ilan edilen Silopi, Şırnak, Cizre, Varto, Gever, Silvan, Bismil, Sur, Lice ve Nusaybin’de bu ilanlarla birlikte önce silahlı gençler mahallelerde hendekler kazarak barikatlar oluşturmuş, ardından devlet güçleri sokağa çıkma yasağı ilan ederek mahallelerde operasyonlara başlamıştı. Çıkan çatışmalarda çoğu sivil onlarca insan hayatını kaybederken, evler, dükkanlar yakılmış, binlerce insan göçerek, Özyönetim ilanlarına katılan DBP’li belediye eş başkanları tutuklanmış bir çoğu da görevden alınmıştı. 2011 yılının Temmuz ayında da DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk yaptığı basın açıklaması ile Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik” ilan etmiş, ardından çıkan ve iki yıl süren şiddet olaylarında onlarca asker ve gerilla yaşamını yitirmiş, ardından Tuğluk “keşke o açıklamayı yapmasaydık” demişti. 2014 yılında gerçekleşen yerel seçimlerin hemen ardından da Diyarbakır Belediye Eş Başkanı Gültan Kışanak bölgede “Demokratik Özerklik” için çalışmalara başladıklarını açıklamıştı. KCK de Özyönetim ilanlarının ‘geç kalınmış bir adım olduğunu ve ödenen bedellere rağmen geri adım atmayacakları’ açıklamasında bulunmuştu. Kürdistan’a ağır fatura Özyönetim ilanları ardından meydana gelen olaylarda 113 sivil ve sayısı belirsiz asker, polis ve gerilla ile YGDH üyesinin yaşamını yitirdiği, onbinlerce sivilin göçmesi ve yüzlerce ev ile dükkanın tahrip edilmesi ve onlarca siyasetçinin tutuklanması ardından devlet güçleri mahallelere girerek, barikatları kaldırıp, hendekleri doldurdu ve yaşam nisbetten normale döndü. Geride korkunç bir fatura bırakan Özyönetim serüveninde yaşananları Şırnak Baro Başkanı Noşirevan Elçi, HDP Şırnak Milletvekili ve Hacı Lokman Birlik’in akrabası Leyla Birlik, PDK Bakur Başkanı Sertaç Bucak ve CHP eski parlamenteri ve TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu eski üyesi Rıza Türmen BasHaber’e değerlendirdi. “Özyönetim çatışmaların nedeni değil sonucudur” Özyönetimin ilk ilan edildiği Şırnak’ta Baro Başkanı Noşirevan Elçi Özyönetim’in haklı bir çıkış olduğunu savunuyor. Özellikle yazın Rojava’dan cenazelerin 13 gün boyunca geçişine izin verilmemesi ve Kürdistan’daki ormanların dağların ateşe verilmesini Özyönetim sürecini hızlandırdığını savunan Elçi, “Halk ve seçilmişler son dönemlerde muhattap bulamadı. Cenazelerin günlerce kapıda bekletildiği dönemde halkın iradesi sayılan seçilmişler durumu konuşacak bir muhattap bulamadı. Nitekim orman yangınlarında da aynı sorun yaşandı. Aslında Özyönetim çatışmaların nedeni değil sonucu olarak ortaya çıktı” değerlendirmesinde bulunuyor. Özyönetimin ilanlarının zamanlaması konusunu ise Elçi, şöyle değerlendiriyor; “Özyönetimin yaşamda gerçekten yer bulup bulmayacağı çatışma sürecinden sonra belli olacaktır. Barış Sürecinde ilan edilmiş olsaydı belki çok daha uygulanabilir olurdu. Aslında her iki tarafın kabulü ile geçerli olabiliecek bir yönetim. Özyönetim sadece Kürdistan kentleri için değil Türkiye geneli için gerekli bir yöntemdir. Ayrıca zamanlaması konusunda bir sorun olduğunu zannetmiyorum çünkü HDP/ BDP’nin yerel seçim beyanlarında da özyönetime dair ibareler vardı. Bu durum her zaman konuşulan ve tartışılan bir durumdu. Halkın kendi yönetime karar vermesi demokratik bir uygulamadır. Sırf özyönetim ilanlarına katıldı diye belediye başkanlarının görevden alınmasını, tutuklanmasını kabul etmiyoruz çünkü Özyönetim devletin bölünmüşlüğü demek değildir.” “Anayasal değişiklik olmadan olmaz” CHP eski parlamenteri ve TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu eski üyesi Rıza Türmen ise Özyönetim için anayasal değişikliğin şart olduğunu ve tek taraflı kabul edilemeyeceğini söylüyor. Halkın kendisini yönetmesi, ihtiyaçlarına karar verecek ünitelerin oluşması için öncelikle bu durumun tüm boyutlarıyla ele alınması gerektiğini belirten Türmen, gerçek ve katılımcı demokrasi için iki tarafın kabulu ile Özyönetimin ilan edilebileceğini söylüyor. Özyönetim ilanlarının “Kürdler bağımsızlık istiyor” olarak yorumladığını ifade eden Türmen, durumun gerçek Ademi Merleziyetçi sistemin konuşulmasına engel olduğu kanısında. Yanlış bir şekilde ilan edilen Özyönetim tartışmalarının yanı sıra bir de belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması ve tutuklanması durumu var. Bu konu için de Türmen, “Türkiye’deki baskıcı rejimin yansıması” diyor. Seçilmişlere oy veren halkın iradesinin hiçe sayıldığunı söyleyen Türmen, “Merkezi yönetimin yerel yönetimlere dokunmaması gerekiyor” değerlendirmesinde bulunuyor. “Kürd halkı için ulusal bir yönetim biçimi değil” PDK Bakur’un Başkanı Sertaç Bucak ise Özyönetimin Kürd halkı için ulusal bir yönetim biçimi olmadığı kanısında. Bu şekliyle ilanının kabul edilemeyeceğini vurgulayan Bucak, Tüm Kürd halkının önce süreç hakkında bilgilendirilmesi ve halkın her kesiminin katılması gerektiğini savunuyor. Bucak Özyönetime dair şu eleştiride bulunuyor; “Eskiden Demokratik Özerklik deniliyordu şimdi Özyönetim. Tüm Kürd halkı tartışmaya katılmadan “biz ilan ettik kabul edin” şeklinde yaklaşım ve şimdiki haliyle ulusal bir yönetim biçimi olmadığını gösteriyor. Bu bir siyasal taleptir. Çatışmalı dönem içerisinde gündeme getirilmesi Kürd halkının zararına oldu. Çatışmalı ortam bu işi mahvettiği gibi artık halk Özyönetimi değil kazılan hendekleri, sokak aralarındaki mayınları ve nasıl göç edebileceğini düşünüyor. Bu süreçte ortaya çıkan tablo ilerleyen dönemlerde halkın bu yönetim şekline negatif yaklaşmasıyla sonuçlanacak ve kimse özyönetim şekline itibar etmeyecek. Zamanlama ve ilan edilme yöntemi yanlış oldu.” “Özyönetim halkın kararıydı” Son olarak HDP Şırnak Milletvekili Sibel Bilir ise Özyönetimin halkın kararı olduğunu söylüyor. HDP’nin yüzde 90’nın üzerinde oy aldığı kentlerde 7 Haziran sonrası yaşanan “devlet şiddetinin”, Kürdistan’da dağların ve ormanların ateşe verilmesinin, Rojava’dan gelen cenazelerin Kuzey Kürdistan’da toprağa verilmesine engel olunmasının bu süreci hızlandırdığını savunan Bilir, “Halk ‘irademiz tanınmıyorsa gençlerimiz her gün gözaltına alınıp tutuklanacaksa biz de devletin resmi kurumlarını tanımıyoruz’ demek zorunda kaldı. Çünkü 7 Haziran sonrasında Kürdistan kentlerine dönük ciddi şiddet yönelimleri oldu. Halk Özyönetimi ilan edip Özsavunmasını geliştirmeye mecbur kaldı” diyor. Özyönetim şeklinin son anda ortaya çıkmadığını ve 2005 yılından bu yana tartışılır bir durum olduğunu savunan Bilir, “HDP’nin, BDP’nin ve DBP’nin beyannamelerinde de Özyönetim modeline dair ibareler vardı. Ayrıca Türkiye yerel yönetimler şartnamesine imza atmış bir ülke buna rağmen Özyönetime yönelik hukuksuzca tutuklamaları ve yaklaşımları doğru bulmuyoruz. Halkın iradesine saygısızlıktır. Yeri geldiğinde talep edilecek bir durumdu. Ve halk zamanı geldiği için bunu ilan etme gereği duydu” değerlendirmesinde bulunuyor. “Hacı’ya yapılanlar ne ilk ne de son” Şırnak’ta yaşanan çatışmalar sırasında öldürülen Hacı Lokman Birlik’in cenazesinin polis panzerleri arkasında Şırnak sokaklarında sürüklenmesine dair görüntü ve fotoğraflar Kürdlerde infiale yol açmıştı. Başbakan Ahmet Davutoğlu bu konuda soruşturma başlattıklarını söyledi. Hacı’nın yaralı ele geçirildikten sonra öldürüldüğü, otopsi raporunda 28 kurşunla öldürüldüğünü ortaya çıkması savaş hukukunun çiğnendiğini gösteriyor. Ana akım medyada bu vahşet, bomba düzeneğine karşı önlem şeklinde yorumlanmıştı. HDP’li Sibel Birlik Hacı Lokman Birlik için de şöyle konuşuyor; “Hacı’ya yapılanlar ne ilk ne de sondu. Kürd halkının 90’lı yıllardan bu yana yaşadığı zulmün vüvut bulmul haliydi. Kürd halkını korkutmak, iradesini kırmak ve sindirmek için o fotoğraf görüntüleri servis ettiler. Bu toplumsal infaali değil tam tersine mücadele hırsını arttırdı. Hacı’ya yapılanlara sessiz kalan herkes bu işin ortağıdır.” 11 Mafyacılık - ırkçılık fanatizm ittifakı BİLAL SAMBUR İki seçim arası savaş konsepti H DP’nin Diyarbakır mitingine 5 Haziran’da yapılan bombalı saldırının ardından gelişen çatışma, katliam ve operasyonlarda 600’e yakın kişin hayatını kaybettiği, yüzlerce kişinin gözaltına alındığı, binlerce kişinin göçtüğü ve çok sayıda ev ile dükkanın yakılarak kullanılmaz hale getirildiği bildirildi. İki seçim arası meydana gelen çatışmalı sürecin, seçimlerin kaderi ile ilgili olduğunu, şiddet aracı ile tarafların seçimlerde üstünlük sağlamaya çalıştığını vurgulayan siyasi gözlemciler, bir an önce savaş konseptinden çıkılmaması halinde durumun daha da ağırlaşacağı uyarısında bulunuyor. 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinden bu yana yaşanan gelişmeleri hukukçu ve Baro Başkanları, BasHaber’e değerlendirdi. Öztürk Türkdoğan: Suriye politikasından kaynaklı İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, 20 Temmuz’da Suruç’ta başlayan süreçten bugüne kadar devam eden gözaltların, katliamların ve çatışmaların nedeninin Türkiye’nin Kürd meselesine yaklaşımı ve Suriye politikası olduğunu söyledi. “Bu gelişmeler bize Sadabat Paktı’ını hatırlatıyor” diyen Türkdoğan, Sadabat Paktı’nın Kürd inkarı üzerine şekillendiğini ve o günden bugüne Irak, İran, Suriye ve Türkiye’nin Kürd politikasında hiçbir şeyin değişmediğini dile getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bedeli ne olursa olsun güneyde bir devletin kurulmasına izin vermeyeceğiz” sözlerini hatırlatan Türkdoğan, “Bu politika böyle olunca, içeride ve dışarıda Kürd karşıtı bir politika sürdürürseniz bu hep başa bela olur. Türkiye, Kürd meselesinde demokratik yollarla siyasi çözümlü bir strateji haline getirmediği sürece başı beladan kurtulmayacaktır. Ağır yaşam hakkı ihlalleri işlenmeye devam edecektir” dedi. Nuşirevan Elçi: HDP-AKP kavgasına dönüştü 7 Haziran seçimlerine kadar barış sürecinin ağır aksak işlese de var olduğunu belirten Şırnak Barosu Başkanı Nuşirevan Elçi, 7 Haziran seçimlerinde Kürdlerden oy almayan AKP’nin tek başına iktidarını kaybetmesinin sorumlusunun Kürdler olduğunu anladığını ve bu yüzden operasyonlar başlattığını söyledi. Elçi, ‘kamu güvenliği yok’ bahanesi adı altında birçok hak ihlali yapıldığını söyledi. Türkiye halklarının bu çatışmalı süreci başlatanın AKP olduğunu bildiğinin altını çizen Elçi, derhal barış sürecine geri dönülmesi çağrısı yaparak sözlerini şöyle sürdürdü: “Kamu güvenliği konusunda bir sıkıntı var diyorlar, eğer barış süreci ilerleseydi bu tür sıkıntılar müzakereyle çözülebilecekti. Bunun sebeplerinden biri de barış sürecinde hükümetin takındığı tutumdur. Yaşanan son süreçlerle birlikte ortaya çıkan tablo gösteriyor ki bir Kürd-AKP, ya da HDP-AKP kavgası göze çarpıyor.” Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de, Silvan’da, Yüksekova’da ve daha birçok yerde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının AKP’nin politikalarının sonucu olduğunu belirten Elçi, “Özyönetim meselesinde de durum böyledir. Elbette özyönetimi, demokratik özerkliği savunacaklardır, hatta şiddet gösterisi olmadıkça bağımsızlığı da savunabilirler. İnsanlar ölüme terk edildi. Günlük yevmiye ile ev geçindiren insanlar perişan hale geldi. Cizre virane bir haldeydi. Yakılan, parçalanan arabalar. Bunların hukukla hiçbir şekilde alakası yok” şeklinde konuştu. Murat Timur: Yargı, siyasi kararlar veriyor “Türkiye’nin en büyük sorunu Kürd sorunudur. Türkiye’de Kürd sorunu 100 yıllık bir sorundur. Türkiye’de demokratikleşme yolunda ciddi sorunlar var. Farklı inançlara sahip Türkiye içerisinde kendini ifade etme yönünde ciddi sıkıntıları var” diyen Van Barosu Başkanı Murat Timur, Suruç katliamından bu yana 500’den fazla insanın yaşamını yitirdiğini belirtti. Timur, “Bunların çok önemli bir kısmı sivil, sivillerin içerisinde de 30-40’a yakını çocuktu. 3 binden fazla insan gözaltına alındı, halkın seçtiği belediye başkanları tutuklandı. Son iki üç aylık tabloya baktığımızda ‘90’lı yıllarda dahi ortaya çıkmayan sonuçlarla karşı karşıya kaldık. Bu anlamda artık halkların birlikte yaşam arzusunu güçlendirecek insani, vicdani ve ahlaki yaklaşımlar göstermesi gerekiyor” dedi. KCK’nin ateşkes ilan etmesinin son derece önemli bir mesaj olduğunu belirten Timur, devletin de, hükümetin de savaş konseptinden vazgeçmesi gerektiğini söyledi. İç Güvenlik Paketi’nin ardından birçok sivil yurttaşın infaz edildiğini belirten Timur, AKP’nin yargıyı eline geçirmesiyle de son zamanlarda yargıda verilen kararların siyasi boyut taşıdığını dile getirdi. Tahir Elçi: Binlerce insan mağdur edildi Sokağa çıkma yasaklarının yasal ve anayasal çerçevede hukuka uygun olmadığını ve bu nedenlerden ötürü hem idari mahkemeye, hem de Anayasa Mahkemesi’ne şikâyette bulunduklarını belirten Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, sıkıyönetim uygulamalarından önce valilerin 100 bini aşkın nüfusu olan merkezlerde yasaları çiğneyerek sokağa çıkma yasaklarını uyguladığını dile getirdi. Sokağa çıkma yasaklarının insanları mağdur ettiğini söyleyen Elçi, “Örneğin Cizre ve Silvan’da 4 gün gibi, 8 gün gibi sokağa çıkma yasaklarının ilanı her açıdan toplumun sosyal yaşamlarını sıkıntıya düşürmüş, insanları mağdur etmiştir” şeklinde konuştu. Son zamanlardaki gelişmelerden dolayı sivil halkın ağır travmalar yaşadığını belirten Elçi, sivil ölümlerinin yaşanmasının, yürütülen operasyonların halk tarafından tepkiyle karşılandığını belirtti. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının farklı bir durum arz ettiğini dile getiren Elçi, Rojava’da Kürdlerin elde ettiği başarıyı buradaki sivil insanlara katliamla, vahşetle ve sistematik saldırılarla karşılık verdiklerini söyledi. Şiddet, Ankara’da onlarca insanın canını aldı, onlarca insanı yaraladı. Son dört ay içinde yüzlerce insanın, şiddet ve çatışma yüzünden hayatını kaybettiği bir dönemi yaşadık. 10 Ekim Kanlı Cumartesi Katliamı, ülkenin en vahşi terör eylemi olarak tarihe geçti. “Oluk oluk kan dökmekten,” “dünyanın şah damarını kesmekten” bahsetmeyi yiğitlik, kahramanlık ve gözü peklik olarak gören mafyacılığın toplumsallaştırılması, şiddetin, yozlaşmanın ve çürümenin varmış olduğu düzeyin vahametini ortaya koymaktadır. Vatan ve milliyet adına oluk oluk kan dökmeyi kendi hakkı ve imtiyazı gören mafyacılığın ve çeteciliğin, popülerleşmesi ve sıradanlaşması, demokrasi, hukuk ve özgürlük için çok ciddi bir tehdittir. Mafyacılığın milliyetçilik adına oluk oluk kan dökmekten söz ettiği günümüzde, DAİŞ adlı çete din adına yüzlerce insanın ölümüne neden olan bir vahşete 10 Ekim’de imza attı. DAİŞ Çetesi, Ankara’da “onlarca Komünist’in ve ateistin hayatını kaybetmesinden duyduğu mutluluğu ve ölü sayısının artması için ettiği bedduaları” kendi sosyal medya platformlarında açıklıyordu. Millet ve vatan düşmanı hainlerin kanını oluk oluk akıtmaktan söz eden, onlarca Komünistin ölümünden mutlu olan mafyacı ve DAİŞ’çi çetecilik, aslında birbirinin müttefikidir. Irkçılık, fanatizm ve mafyacılığın iç içe geçtiği korkunç bir çürümeyi Ortadoğu ve Türkiye yaşamaktadır. Demokrasi, hukuk ve özgürlük pratiği gerçekleştirilemediğinde, kaçınılmaz olarak mafya-milliyetçilik-fanatizm şeklindeki vahşi ittifak gerçekleşmektedir. Mafyacılık-Irkçılık-Fanatizm ittifakı, Ortadoğu ve Türkiye’de sürekli olarak hayali düşmanlar icat etmektedir. Dini, vatanı, milleti, bayrağı, bağımsızlığı koruma adına hep hayali düşmanlarla savaş içinde olduğunu söylemektedir. Ülkeye, dine ve devlete karşı sürekli tuzak ve komplolar kuran iç ve dış düşmanlardan bahsetmektedir. İç ve dış düşmanlara karşı savunmanın en kutsal görev olduğu insana ve topluma empoze edilmeye çalışılmaktadır. Sürekli iç ve dış düşmanlardan, ülkeye, devlete ve dine karşı kurulan komplolardan bahseden karanlık söylemlerin amacı, mafyacılığın, çeteciliğin, fanatizmin ve ırkçılığın tek çıkış ve çözüm yolu olduğunu insana ve topluma dayatmaktır. İnsan ve toplum üzerine iktidar kurmak isteyen mafyacı, kabileci, çeteci yaklaşımlar, devlete ve siyasete böylece tahakküm edeceklerini hesaplamaktadırlar. Aslında ortada düşman olmadığı gibi, yerine getirilmesi gereken kutsal bir görev de söz konusu değildir. Ortada olan, kirli ve karanlık güçler arasında gerçekleşen vahşi bir güç ve iktidar savaşından başka bir şey değildir. Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesinden ve 10 Ekim Kanlı Cumartesi Katliamından sorumlu olan, iktidar ve güç için vahşice mücadele eden ırkçı, mafyacı ve çeteci anlayış ve yapılardır. Bütün Ortadoğu’nun devlet, din ve milliyet adına mafyalaşması, yozlaşması ve çürümesi, yaşadığımız bütün kötülüklerin kaynağını oluşturmaktadır. Düşman dışarıda değildir. Bünyedeki çürüme ve yozlaşma, artık dış düşman kurgularıyla maskelenmeyecek kadar açığa çıkmış bulunmaktadır. 10 Ekim Kanlı Cumartesi Katliamını sadece 1 Kasım seçimleri üzerinden okumak mümkün değildir. Kanlı Cumartesi Katliamı, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye, Kürdistan’a, Suriye’ye, Irak’a, kısacası bütün coğrafyamıza çeteciliği, kabileciliği, mafyacılığı ve fanatizmi oluk oluk kan dökerek egemen kılma girişimidir. Her türlü ırkçılığa, fanatizme, kabileciliğe, fanatizme karşı durmadan şiddete karşı durmak mümkün değildir. Coğrafyamızda herkes kendi kabilesinin veya çetesinin şiddetini savunmaktadır. Herkes kendi şiddetinin milliyetçisi ve fanatiği olmuş durumdadır. İnsana düşmanlığı esas alan bütün anlayışlardan ve asabiyetlerden arınmadıkça, şiddet yerine barışı, mafyacılık yerine hukuku, baskı yerine özgürlüğü, otoriteryanizm yerine demokrasiyi ikame etmek mümkün olmayacaktır. 12 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim12 2015 HABER IŞİD, Rojava’yı destekleyenleri hedef alıyor A nkara Katliamı’nın Suruç ve Diyarbakır saldırıları ile benzerlikler taşıdığı, kullanılan bomba türünün benzerliği ve kimliği belirlenen saldırganların aynı gruptan olduğunun ortaya çıkmasıyla, eylemi IŞİD’in gerçekleştirdiği birçok kesim tarafından kabul gördü. Hükümetin olaya dair koyduğu yayın yasağına rağmen, birçok gazete ve internet sitesi, bombacıların Suruç ve Diyarbakır saldırıları ile bağlantılı kişiler olduğunu ve daha önce birçok kez emniyet birimlerine ihbar edildiğini yazdı. Saldırıyı kimin yaptığı hakkında resmi bir açıklama yapılmazken, Başbakan Ahmet Davutoğlu IŞİD ve PKK’nin “kokteyl” bir saldırı gerçekleştirmiş olabileceğini dile getirdi. IŞİD’e karşı mücadele eden YPG ve PKK’nin böyle bir saldırıya ortak olmasının mantık dışı olduğunu söyleyen uzmanlar ise bu açıklamayı failin saptırılması olarak değerlendirdi. Kürdlerin Rojava ve Güney Kürdistan’da IŞİD’e karşı verdiği savaş ve Ankara saldırısına hedef olan kitlenin Kürd ve sol kesimden olmasının manidarlığının Davutoğlu’nun açıklamasını çürüttüğü noktasında yapılan eleştirilere, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da dahil oldu. Demirtaş, Davutoğlu’nun kafaları karıştırmak için bu açıklamayı yaptığını dile getirerek, ‘IŞİD’in devlet içinde çok sağlam bağlantıları var. Onları koruyan kollayan bir yapı var. Davutoğlu, bunun ne kadar farkında bilmiyorum” dedi. “IŞİD, Rojava’daki güçleri destekleyenleri hedef alıyor” Bu olaylar ve perde arkasında neler olabileceğiyle ilgili, Ortadoğu siyaseti üzerine önemli çalışmalara imza atmış gazeteci yazar Mete Çubukçu BasHaber’e değerlendirmelerde bulundu. IŞİD’in Türkiye’de hedef aldığı insanların, Suriye’de kendisine karşı mücadele eden gruplara destek verenler olduğuna dikkat çeken Çubukçu, bu tespitinin de saldırıların direkt güvenlik güçleri veya devlete yapılmadığından kaynaklandığını dile getiriyor. Bir diğer nedenin ise İncirlik Üssü’nün açılması olabileceğini belirten Çubukçu, Amerika’nın burayı yoğun bir şekilde kullandığına ve TSK’nin de bu saldırılara katılmasının önemli olduğunu söylüyor. Türkiye’de IŞİD’in en büyük düşman olarak bu insanları gördüğünü ifade eden Çubukçu, “Özgür Suriye Ordusu ve Kürd güçlerinin de aralarında bulunduğu örgütler Rojava’da savaşarak, IŞİD’i en azından bulundukları bölgeden geriye püsKürdtü. Şimdi de Rakka operasyonlarının başlaması bekleniyor. Buradan bakıldığı zaman hem ideolojik olarak hem de alanda, en büyük düşman olarak, bu gruplar görünüyor. Türkiye’de ise Suruç’a, Diyarbakır’a son olarak da Ankara’ya baktığımızda burada da bu güçlere yakın olan ve bunları destekleyen grupları hedef alıyor. Çünkü ne güvenlik kuvvetlerine ne resmi binalara saldırılmıyor. Yani devletin kendisini hedef almak yerine Suriye’de kendi karşıtı olan güçlerin buradaki destekçilerini hedef alıyor” diyerek, saldırılarda bu grupların özel olarak seçildiğini belirtiyor. “Ankara saldırısı diyalog ihtimalini düşündürecek” Ankara’da yaşanan saldırı ile birlikte, yaşanan toplumsal infialin Türkiye’de kutuplaşmaya neden olduğu ve yaşanan toplumsal travmanın da PKK ve Türkiye arasında yükselen çatışma ortamını kaldıramayacağı gündeme geldi. PKK’nin yaptığı geçici ateşkes çağrısının kalıcı olması gerektiğine 13 Ankara Katliamı’ndan insan öyküleri Gazeteci Mete Çubukçu: Özcan Şahin HABER BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 13 SÖYLEŞİ vurgu yapan uzmanlar, hükümetin de bu çağrıya olumlu yanıt vermesiyle yeniden bir diyalog süreci başlayabileceğini dile getirdi. Ankara saldırısının, PKK ve devlet arasında devam eden çatışmalara etkisini sorduğumuz Çubukçu, dengelerin değiştiğini bunun da böyle bir ihtimal yaratabileceğini söylüyor. Daha önce Türkiye’de barışı sağlamak konusunda fırsatların değerlendirilmediğini, Suriye üzerinden oluşan imkanlara karşı da yanlış bir yaklaşım sergilendiğini ifade eden Çubukçu, “Suriye üzerinden Türkiye’de barışı sağlamak mümkündü ama Kobanê saldırısı ve o dönemde yapılan açıklamaların neden olduğu 6-8 Ekim olayları ve Türkiye’nin Rojava’ya yaklaşımını göz önüne aldığımızda bu ihtimal o zaman iyi değerlendirilmedi ve ortadan kalktı. Kobanê’nin Türkiye’deki yansımaları aynı zamanda buradaki çözüm sürecini de sekteye uğrattı. Normalde aslında Türkiye çözüm sürecini hızlandırıp, Suriye’de kendi önünü daha rahat açabilirdi. Ama bunu yapmadı ve bu olmayınca Suriye’deki denklem bu süre içinde çok değişti ve son olarak da Rusya’da işin içine girdi. Dolayısıyla Türkiye artık Suriye üzerinden bunu yapmak istese bile çok zor” diyerek, PKK’nin de hem Suriye’de IŞİD’e karşı savaşması hem de Türkiye ile çatışmaya girmesinin güç kaybına neden olduğunu ve bunun da böyle bir ihtimali düşündürebileceğini dile getiriyor. “Türkiye Ortadoğu’da inisiyatifini kaybetti” Ankara saldırısıyla ilgili yapılan değerlendirme ve analizler Türkiye’nin Suriye politikasını referans alıyor. Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki etkisini kaybettiği söylenirken, stratejler Suriye politikası konusundaki ısrarcı tutum ve Rojava politikasının buna neden olduğunu ifade ediyor. Çubukçu da bu konuda aynı fikirde olduğunu, Türkiye’nin, Ortadoğu’da olanlar konusundaki belirleyici inisiyatifini kaybettiğini söylüyor. Türkiye’nin, 4 yıl önceki pozisyondan geride olduğunu söyleyen Çubukçu, “Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü 2010’daki pozisyonunun çok altında artık Ortadoğu’nun bütün ülkelerinde politika üretecek durumda değil. Bunun tecrübesi de yok zaten. Özellikle Rusya’nın da devreye girmesiyle birlikte, Halep hattı ve Rakka’ya doğru giden ABD ve YPG hattında, Türkiye yok. Bundan sonra da olması zor görünüyor. Bundan sonra yakalaması zor olsa da ne olacağını kestirmek biraz zor görünüyor. Nitekim bir yalnızlaşma söz konusu ve bu yeni bir politika üretmek zorunda bırakabilir” diyor. Türkiye’nin Suriye konusunda yeni bir politika üretmesinin uzun yıllar alacağını söyleyen Çubukçu, yine de Suriye’de bir rol alacağını ama bunun Suriye içinde bir bölge niteliğinde olabileceğini belirtiyor. Türkiye’de 2 milyon Suriyelinin bulunduğuna dikkat çeken Çubukçu, “Yani 2 milyon Suriyeli’nin Türkiye’de olduğunu ve bu işin içine bu kadar girildiğini göz önünde bulundurduğumuzda rol oynayacağı kesin görünüyor. Ama şu belli ki Suriye’de artık birkaç bölge olacak, eğer muhtemel bir orta bölge veya Sunni bölgesi olacaksa, bu bölgede, Müslüman ve seküler demokratik özellikleriyle, yani Arap ülkelerindeki bugünkü durumdan önce, örnek almak istedikleri Türkiye modeli özellikleri nedeniyle, Türkiye yeni Suriye’nin orta bölgesinde önemli bir rol oynayacaktır diye düşünüyorum” diyerek, bunda radikal olmayan ve normal bir yaşam sürmek isteyen kesimlerin etkili olacağını ifade ediyor. Torununun adını Barış koymuştu A Zerya Nergis nkara Katliamı’nda yaşamını yitiren Fatma Esen, hem zorluklar içindeki yaşamı hem de barışa adanmış ömrüyle geride bıraktığı çocukları ve torunlarının hafızalarında ‘barış şehidi’ olarak yer aldı. Oğlunun “Keşke onun yerine ben orada olsaydım” dediği Fatma Esen’in uğruna yaşamını yitirdiği barış mücadelesinde, söylediği son söz yine ’barış’ oldu. Ankara’daki Barış Mitingi’ne yapılan bombalı saldırıda yaşamını yitirenlerin her birinin geride bıraktığı koca bir öykü kaldı. Kimisi daha yaşamının baharındayken hayalleri ve umutlarıyla Ankara’ya barışı haykırmaya gitmişti. Kimisi çocuk yaşta geleceğe dair kocaman hayaller kuran bedeni çocuk yüreği kocaman, yaşadığı ırkçı baskılarla boğuşurken, tek umudun, tek çözümün barış olduğunu anlamış ve gökyüzünü gördüğü son yer olan Ankara’ya ‘barış’ı ebeveynleri ile birlikte haykırmaya gitmişti. Üniversitesi öğrencileri, işçiler, yüreği yangın yeri analar, torunlar yitiren nineler, çocuklar, kadınlar, hayatlar, hayaller, isimler bir arada son kez taleplerini dile getiriyorlardı. Ankara’daki katliamın ardından hayatların yanı sıra hayaller de yok oldu, aileler yıkıldı. Çocuklar annesiz, babasız kaldı. Anneler ve babalar çocuklarını yitirdi. 7’den 70’e herkesi hedef alan Ankara saldırısının tanıkları büyük bir travma yaşıyor. Katliama tanık olanların hafızalarında, hayatları boyunca unutmayacakları ve hatta belki bir kısmının atlatamayacağı travmaları yaşayacakları kanlı bir Ankara Cumartesi’si kaldı. Büyük umutlar ve beklentilerle Ankara’nın yolunu tutan binlerden geriye kalanlar, yüreklerinde büyük bir acı ile tek tek evlerine döndüler. “Barış istediği için öldürüldü“ Türkiye tarihinin en büyük katliamı olan olayda yaşamını yitirenlerden Fatma Esen, geride büyük zorluklarla büyüttüğü bir kız bir erkek iki çocuk acılı bir eş ve kendisini görmek için ağlayan iki de torun bıraktı. 1990 yılında Siirt’tin Eruh İlçesinde köyleri boşaltılarak yakılan Esen ailesi, İstanbul’a göçmek zorunda kaldı. İstanbul’da yaşam sıkıntısı ve büyük ekonomik zorluklarla mücadele eden Esen ailesi barış mücadelesinde sesini duyurmaya çalıştı. Memleketleri Siirt’te yaşadıkları zorlukları başkaları yaşamasın diye çabalayan Fatma Esen, henüz 39 yaşında iken Ankara’daki katliamda yaşamını yitirdi. Eşinin çok istediği barış yolunda şehit olduğunu, sesi titreyerek ve gözleri yaşlarla dolu bir şekilde dile getiren Mehmet Esen, “Barış için gitti ve öldürüldü. Ne diyebilirim ki. Kürdler hep barış diyor ama hep öldürülüyor. Eşimin bu hayatta en büyük umudu barışın gelmesiydi. Tek istediği savaşın bir an önce bitmesi idi. Sadece Kürdler için değil, Türkler için Aleviler için herkes için gitti. Savaşa artık yeter demek bu kadar mı rahatsız eder katilleri. Barış talebinden rahatsız oldular. Barış isterken, barış için çırpınırken, barış mitingine giderken şehit düştü” diyor. “Adli Tıp’taki manzara vahşetti“ Eşinin cenazesini almaya giderken Adli Tıp’ta tam karşılaştığı manzaranın tam bir “vahşet” olduğunu kaydeden Esen, “Çok sayıda ceset poşeti vardı. Parçalanmış cesetleri poşetlere doldurmuşlardı. Bu manzarayı anlatabilmek çok zor. Vahşetti. Hepsi parçalanmıştı” diye konuşuyor. Adli Tıp’ta memur ve görevlilerin kendilerine sıkıntı çıkardığını belirten Esen, “Bize yaklaşımları kötüydü. Sorun çıkarıyorlardı. Cenaze hem morgda, hem cenaze arabasında çok uzun süre bekletildi. İşlemlerin hepsi çok uzun sürdü. Bizim zaten acımız çok büyük iken onların yaklaşımları acımızı ikiye üçe katladı. Cenazemizi alıncaya dek her yerde engellerle karşılaştık. Devletin polisi, savcısı, hakimi her açıdan bize sıkıntı çıkardılar” diyor. “Cenaze beklerken Ankara’da kutlama yapılıyordu“ Bombanın patladığı haberini alır almaz eşini aradığını ama bir türlü düşüremediğini ifade eden Esen, “Patlama saat 10 gibi olmuş. Ben Akşam 5-6’ya kadar aradım ama kimse cevap vermedi. Akşam hastane görevlileri Mersin’deki akrabalarımızı arıyorlar. Cenazenin yakını Ankara’ya gelsin diyorlar. Haber alana kadar bin defa öldük. Haber alınca daha beter öldük. En kötüsü de biz cenazeyi almayı beklerken, orada tepemizde havayi fişeklerin patlaması idi. Kutlama yapılıyordu. Türk bayrakları ile geziliyordu. Tekrar söylüyoruz. Eşim katledildi. Ama biz barıştan vazgeçmeyeceğiz. Canımız yandı artık başkasının canı yanmasın. Bizden bir parça gitti. Artık kimse ölmesin. Bu son olsun” dileğini ifade ediyor. “Annemin yerinde olmak isterdim“ “Benim annem bir melekti. Asla kalbinde küçücük bir kötülük hiç kimse için taşımazdı” diyen Fatma Esen’in oğlu Yusuf Esen, “Askerler, polisler, gerillalar, Türk ve Kürd gençleri daha fazla ölmesin diye gitmişti. Çünkü evlat kaybetmenin çok acı bir şey olduğunu bir anne olarak hissediyordu. Ben annemi kaybettim. Annemin yerine ben orada olmak isterdim. Annemin ölmemesi için her şeyi yapardım. Çünkü geride dört tane yetim bıraktı. O yüzden ben ölseydim hiç olmazsa onlara bakacaktı” diyerek kendi çocuklarının da annesinin katledilmesiyle yetim kaldığını belirtiyor. 5 yaşındaki büyük oğluna annesi tarafından Barış isminin verildiğine işaret eden Esen, “Oğlum Barış, annemin yokluğunu fark ediyor ve patlamada öldüğünü biliyor. Annem patlamada öldü diye sayıklıyor. Geceleri uyuyamıyor. Ölümle daha 5 yaşında tanıştı. Durmadan soruyor. Cevap veremiyorum. Ama ölümün daha Annem nerede diye ağlayarak soruyor. Cevap veremiyorum. Onu nasıl cevap vereceğiz bilmiyoruz. Biz barış istedik ama onlar savaş istiyor” diyor. “Kiri temizlemek” ya da sıradan kötülük FERHAT KENTEL Ankara katliamı, her geçen gün, “insan” olanın daha çok içine işliyor. Bu “insanlar” için memleket, gözleri delen haksızlıklar ve adaletsizlikler karşısında çaresizliğin acı dolu yurdu haline geliyor. Saf kötücül beyinlerin ürettiği iddialarla boğuşmak tabii ki zor; üstelik bu beyinler, düne kadar kurtulmak için fellik fellik yardım dilendikleri, bugün ise “kutsallaşmış” devletlerine, devletleşmiş reislerine halel gelmemesi için her türlü taklayı atıyorlar... 97 insanın ölümü, yakınlarının ve onlarla aynı “barış” duygularını taşıyan insanların acısı karşısında, “kendi kendilerini öldürdüler” diyen yaratıkları görmek ne kadar acı! Bu memleket ne kadar çok yaşadı bu duyguyu. Ne kadar çok dile getirildi bu acımasız ve aşağılık iddia... En azından yakın geçmişe baktığımızda, 1 Mayıs 1977’de kullanılmaya başladı bu “solcular kendi kendilerini öldürdüler” hazır cümlesi... (Lâf arasında: solculuğun o zamanki ve her zamanki halinin hiç iç açıcı olmadığına şüphe yok; ama bu cümle, yakın geçmiş bir zamanda da, kendi geçmiş kabızlıklarından adeta kirli bir şeyden sıyrılmak ister gibi, takıntılı bir şekilde temizlik arayan birileri tarafından da ısıtılıp kullanıldı.) Bu memlekette, derin devletin Madımak katliamına karşı becerdiği Başbağlar katliamı ya da içinden IŞİD gibi bir taşeronun geçtiği ve çok daha meçhul Reyhanlı katliamı gibi örneklerin dışında, neredeyse bütün toplu katliamlar hep Alevilere, Kürdlere, solculara ya da barış isteyen insanlara yapıldı. Maraş, Diyarbakır cezaevi, Fırat’ın ötesindeki faili meçhuller, Madımak, Roboski, Gazi, Gezi, Diyarbakır, Suruç... ve Ankara...Ama kötücül ve ezberci beyinlerin mantıklarında ters giden bir şeyler var sanki... Bu solcu milleti bu kadar çok kendi kendine katliamdan fayda sağlasaydı, şimdiye kadar bin kere iktidara gelmesi gerekmez miydi? Yoksa bu katliamlar bizzat onları sürekli olarak, “yanlarında durursanız, ölürsünüz!” mesajıyla marjinal kılmayı amaçlıyor olmasın? Paris Komünü’nden beri, sağcı (ya da Stalinist, Pol Pot türü solcu) devlet refleksi eşliğinde, korku salarak inşa olunan, “demokrasinin fazla geldiği” iddia edilen bütün devlet yapılarında ve bu devletlerin kontrol edebildiği toplumsal kesimlerde, birilerinin “öldürülebilir yaratıklar” olduğu bilgisi ve duygusu yaratıldı. (Lâf arasında: geçtiğimiz günlerde, sahibinin sesi nadide TV kanallarımızdan birindeki bir “Aparatçiklerden toplu ve solo aryalar” programında 12 Eylül generallerine rahmet okutacak bir sağcı mümtaz şahsiyet bu “demokrasi fazlası” analizini yapabildi...) TRT spikeri bir aklıevvel de (bu kelime, başkasını bulamadığım için burada sadece dolgu maddesi olarak duruyor) Ankara’daki bomba patladığında, oradan sadece geçmekte olan insanlar için üzülmüş: “Yani kurunun yanında yaş da yanmasın” diyormuş... (Lâf arasında: aslında, bombayı koyanları tanıyormuşçasına konuşmuş bu şahsiyet. Sanki onlara “bir dahaki sefere dikkatli olun; bizimkiler de öldü arada” demek ister gibi...) “Engin hoşgörü timsali Türklük” örneği bir sokaktaki vatandaşın “Bir tane bile Türk bayrağı yoktu; ben onların Müslüman olduklarına da inanmıyorum. Üzüldüm mü? Hayır üzülmedim” şeklinde demeçlediği gibi, ölmelerinde, çıtır çıtır yanmalarında, paramparça olmalarında hiçbir sorun görülmeyen insanlar, bırakın “bizden” olmayı, insan olarak bile görülemiyor bir türlü... Çünkü, insanlık tarihinin ilk zamanlarından beri, “düzen” şeklinde karşımıza çıkan bütün yapılarda, en bildik ve doğal referanslardan semboller üretildi. İnsan bedeninin salgıladığı ve temizlemeyi öğrendiği her şey; ter, sümük, sperm, dışkı ya da sidik ötekileri tanımlamanın aracı oldu. “Ötekiler”, temizlenmesi gereken “kir” olarak görülebildiği için kolayca yok edilebildiler. Aslında gayet “iyi” olup, “ilk insanların” referanslarıyla kolayca “kötü” olabilen sıradan insanlar tarafından... 14 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim14 2015 ARAŞTIRMA Frankfurter Zeitung Almanya’nın asırlık Kürdistan raporu 11 Reşad Ozkan Nisan 1915 yılında “Frankfurter Zeitung” gazetesinde Dr. M. Funck imzası ile Kürdler ve Kürdistan hakkında oldukça geniş bir makale yayımlanmış. Yazıda Kürd ve Ermeni halklarının günlük hayatları ve Osmanlı devletiyle olan ilişkileri genişçe yer almış. 1915 yılında yayınlanan “Frankfurter Zeitung” gazetesi halen Almanya’nın Frankfurt şehrinde “Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) adıyla çıkmaya devam ediyor. Kürdistan’nın “oldukça canlı bir yerleşim tarihi, geniş toprakları ve çok çeşitli etnik kökenlere sahiplik yaptığını yazan yazar Funck’un haberi “Kürdistan Raporu” başlığını taşıyor. Makaleyi BasHaber okurları için çevirdik. 1914-1918 yıllarında Türk ordusunda oldukça fazla Kürd askerinin görev yaptığını yazan Funck, Kürdler’in geçmişleri ve nereden geldikleri, hangi soya dayandıklarının Ermeniler’e kıyasla iyi bilinmediğini belirttip, şöyle devam ediyor: “Henüz Kürdler’in yazılı bir tarihleri yok. Kürdler hakkında bazı bilgileri Doğulu ve Yunanlıların dağınık notlarından bulabiliyoruz. Bu notlara göre Kürdler eski çağlardan beri şimdiki topraklarında yaşıyor. Büyük bir ihtimalle Kürdler, Asuriler tarafından “Karda” olarak adlandırılan halkın devamıdır. Antik Farslar da Kürdleri “Kurdraha” olarak adlandırıyorlardı. Bölgede gelip geçen çeşitli dönemlerde hüküm süren güçler ve sonraki dönemlerde bölgede hüküm süren Selçuklular ve Tatarlarla doğuştan tip ve karakterlerinden hiç birşey kaybetmeden karışan Kürdler, günümüze kadar bağımsız, dağlı ve şakî olarak kalmışlardır. Kürdler’in İslamlaştırılmasıyle birlikte, bunu takip eden bazı Ermeni dağlı kabileler onlara karışıp Kürd nüfusunun büyümesine neden olmuştur. Kesin olarak bilinen şey, Kürdler’in damarlarında epeyce Ermeni kanı dolaşıyor. Aynı Kürdler 20. yüzyılda Abdülhamid döneminde Ermeniler’in başına ifade edilmeyecek kadar bela olmuşlardır. Kürdlere soyları sorulduğunda sıkıntıya girer ve değişik cevaplar verirler; Bazıları Kürdistan‘ın asıl yerleşimcileri olduklarını, bir kesim kesin olarak atalarının İranlı Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Editör: Yeter Polat Haber Merkezi: Çimen Gümüş, Özcan Şahin Diyarbakır: Mustafa Turan, Emin Kan Ankara: Salih Batırhan, Adem Özgür olduğu söylerlerken, kabile reisleri ve çoğu şeyhler ise Arap soyundan geldiklerini iddia ederler. Konuştukları dile göre Kürdler de Ermeniler gibi Hint-Aryan denilen büyük bir aileden geliyorlar ve Arya dillerinin idiomu olan Ermenice Grubu’dan kabul ediliyorlar. Bugünkü Kürdler’in çoğu özellikle “Kurmanci” lehçeleriyle birlikte, Zazacayı da (özellikle Batı-Kürdistan da, Dersim’de yaşayan Kızılbaşlar) konuşurlar. Bu konuşulan lehçelerde oldukça fazla Türkçe, Farsça, Ermenice ve Arapça kelimeler olmasına rağmen, kendilerini yetersiz, sınırlı bir şekilde ifade edebilmektedirler. Kürdler’in kendilerine ait bir alfabeleri yoktur ve yazdıkları zaman (bu da istisnai bir durum) da Arap alfabesini kullanırlar. Kabile resileri ve şeyhlerin oldukça eğitimli oldukları göze çarparken, bunlar daha çok Arapça, Türkçe ve Farsça‘yı tercih ederken, büyük çoğunluğun ise ise yazılı bir bilgisi yoktur. Bazı halk ağıtların/yazıların dışında Kürdler’in sahip oldukları yazılı edebiyatları yok. Kürdler’in çoğu Sunnidir, ve bu dinleri Hiristiyan haçlar ile birlikte paganizmin kalıntılarını içerir. Bugün Ermenistan gibi Kürdistan da siyasi bir bölünmeden başka bir şeyi ifade etmiyor. Oldukça geniş bir alanı kapsayan Kürd toprakları yaklaşık olarak Erzincan-Erzurum-Ağrı, yani bir çizgi ile kuzeyde belirlenir Ararat Gölü Urmiye-Kermanşah (İran) bir çizgi ile ve Güney‘de ve Batı KermanşahKesari-Musul Diyarbakır-Harput-Erzincan bir çizgi ile Doğu‘da, Rus, Fars ve Türk topraklarının açısal sınırı içinde bulunuyor. Bu sınır hatlarına, Ermenistan’ın bir parçası da dahildir. Etnografik olarak Ermenistan ve Kürdistan arasında keskin bir çizgi çizmek pek mümkün değildir. Kürdler aşiret örgütlülüğü içinde yaşarlarken, Ermeniler ise, kimi uzun sürede canlılık kazanmış imparatorlukların içinde meşruiyete dayalı bir ulus oluştururlar. Bu topraklarda yaşayan diğer halklar gibi, Kürdler de, Asurlular, Persler, Makedonlar, Part, Sasani, Arap, Moğol, Selçuklular ve Osmanlıların egemenliği altında yaşamış ve ülkeleri de Ruslar tarafından fethedilmiştir. Ancak çeşitli imparatorlukların egemenliklerine rağmen izole edilmiş bir sekilde varlıklaİmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa İdare Müdürü: Esin Alp Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal rını sürdürebilen Kürd beylikleri kendilerini koruyabilmiştir. Tarih bize Suriye‘de Eyyubi hanedanlığının kurucusu olan Saladdin‘den, I. Selim’in, Türkler’in Kürdistan‘ın fethine yardımcı olan ve aynı zamanda Türk imparatorluğunun ilk genel tarihini yazan İdris’ten; Kürd tarih kitabı Şerefname‘yi yazan Bitlis Beyi Şerefhan‘dan bahseder. 16. YY‘da Sultan Selim, Kürdistan‘ı işgal edip onu Safevi Şah’ı İsmail’den aldı. Selim o zaman kan dökülmeden birçok Kürd kabile reisini tarafına çekebildi. İmparatorluk ve bölge yapılanması arasında İdris büyük rol oynadı, başlarına atandı. Kürd bölgesindeki siyasi beyliklerin başında aileden gelme ve neredeyse tamamıyla bağımsız hareket eden Kürd beyleri vardı. Bu beylikler vergi ve savaş dönemlerinde Sultan‘a asker vermekle yükümlü idiler. Ancak İstanbul’dan uzakta olan bu beyliklerin, kötü iletişim ve kötü bağlantılar da eklenince, kendilerini kanunlardan muaf tutarak ancak altındakilere karşı ölüm ve yaşam hakkında karar veremekle yükümlü görüyorlardı. Sultan bu durumu kabul etmediği anlarda ise Kürd beyleri İstanbul‘dan kendilerine gönderilen paşalara karşı ortak direniş gösteriyorlardı. Zamanla Sultan, imparatorluğun 19. YY‘ın yarısında itibaren sallantıya geçtiği dönemde, otoritesini özellikle 1843 yılında Botan Beyi Bedirxan’a karşı başlattığı askeri seferlerle güçlendirdi. Bu askeri müdahalenin sonucunda Merkezi hükümet Kürdistan’ın çeşitli bölgelerine valiler atamaya başladı. Bugün bu valiler sadece itibari olarak bir otoriteye sahiptirler. Kürd ve Ermenileri sosyal yapısı Kürdler siyasi ve toplumsal olarak aşiret ve rayalar (yoksul halk) arasında bölünmüşler. Birinci grub kabilelerden meydana geliyor: Başlarında feodal egemen rolünü oynayan ağalar veya beyler var. Oldukça az vergi öderler, düzenli askerlik yapmazlar ve Hamidiye Alayları‘ndan oluşurlar. Bu alayların subayları da ağa ve beylerden seçiliyor. Bu Kürd aşiret sınıfı tarım işlerinden nefret ettikleri için, bu işi Ermeni ve Kürd rayasına bırakıyorlar. Aşiretle kıyasyala, Kürd rayası kabilelere sahip olmadıkları için vergi öder, askerlik yapar ve Türk imparatorluğunda en Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. ARAŞTIRMA BasHaber 19 - 25 Ekim 2015 15 SÖYLEŞİ alt ve nefret edilen sınıfı oluştururlar. İstastik yokluğundan dolayı Kürd nüfusu 3 milyon olarak tahmin edilebilir. Bunun 2 milyonu Türkiye‘de, 700 bini İran’da ve 300 bini de Rusya‘da yaşıyor. Ermenilerle ilişkileri çok ilginçtir. Her iki halk eski çağlardan bu yana birlikte yaşamış olmasına rağmen, eski Ermeni tarihçileri Kürdler’den hiç bahsetmezler. İlk kez Osmanlı egemenliğinden beri Kürd-Ermeni ilişkileri hakkında tarihsel kanıtlara rastlıyoruz. Küçük Ermeni halkı, 5. YY‘da Hrıstiyanlaşmaları nedeniyle, izolasyona uğradılar ve Müslüman fetihçilerin acısını çekmeye başladılar. Kürdler, hararetli Müslümanlar olarak, Türkler tarafından Hrıstıyan Ermeniler’in başına atandılar. Tarımsal işlerde çalıştırmakla birlikte, Ermeniler, Kürd ağa ve beyleri tarafından bazı hayırhalık muamelesi de görüyorlar, evet, diğer feodal Kürd kabilelerine karşı sömürülmesinler diye bazen itinali bir şekilde korunuyorlardı. Denilebilir ki Ermeniler kaderlerinden memnun idiler. Maddi olarak da mutsuz değillerdi. Kürd ağalarına yıllık haraç ödemelerine rağmen, sorunsuz yaşayabilecek yeteri kadar paraları kalıyordu. 20 YY’in başında Kürdler ve Ermeniler Ancak Abdülhamid hükümetinin işbaşına gelmesi ve Türk hükümetinin Kürdistan‘a doğru sert şekilde harekete geçmesiyle, Hristıyan Ermeniler’in lehine olan gidişat değişti. Artık Kürdler’in ağır çalışmaya ihtiyaçları kalmadı ve oldukça geniş bir şekilde şakî aşiretlere karşı korumanın tadını almaya başladılar. Bununla birlikte birçok Ermeni büyük toprak ağasına dönüşüp yoksul Kürd rayasını kendi hizmetleri altına almaya başladılar. Bu dönem Kürd rayası ile Ermeni ilişkilerinin en iyi dönemi olarak kabul ediliyor. Ancak Abdülhamid Ermeni sorununu örtbas etmeye başlayınca büyük devletler ondan Berlin Anlaşması‘nda Ermenistan için şart koşulan reformların yapılması için sıkıştırmaya başlayınca, bu sefer kör bir hararetle Kürdler‘e yönünü çevirdi. Kürdler, Ermeniler‘in yavaş ancak ilerleyen yükselişlerinden hoşnut değillerdi ve bunun için Yıldız’da gelen gizli salahiyetlendirmeye çok memnun kaldılar. Sultan, Hamidiye Alayları‘nın kurulmasıyle birlikte Kürd aşiretlerine, Ermeniler’e karşı istedikleri gibi serbest haraket etme sinyalini verdi. Hırsızlık olayları başladı, seyrek cinayetler bunu izledi ve bu genele yayılmaya başlandı. Müslümanların dini fanatizmi öyle bir aşamaya geldi ki mollalar gibi şeyhler de Abdülhamid’ın sadık kulları olarak sözde Ermeniler’in, Sultan‘a karşı başkaldırısına karşı harekete geçttiler. Kısa bir sürede cinayet ve hırsızlık, katliam ve talan başladı. Devlet makamları da Kürdler‘e yardımda bulunuyordu. 1894 yıllarında Ermeni bölgelerini kana bulayan Van, Diyarbakır, Trabzon ve İstanbul’daki katliamlar, hala hafızalarda taze duruyordu: Böylece Abdülhamid, Ermeni ve Kürd halkı arasında başlayan nefret ve güvensizlikten istifade etmeye başladı. Jön Türk Devrimi Kürdler ve Ermeniler arasında yeni ilişkiler getirdi. Ermeni devrimcileri tarafından vaaz edilen eşitlik, kamuoyu tarafından takdir aldı. Gelecekte, Kürdler gibi gerektiğinde Ermeniler’in de silah taşımak hakkı yanı sıra kamu hizmetlerinde çalışma, özgürce seyahat etme ve parlamentoya girme gibi haklarını savunuyordu. Bilinçsiz, ancak canlı bir zekaya sahip olan Kürdler ilk önce bunların ne anlama geldiklerini kendisine sormaya başladı. Eğer güçlü olduğuna emin değilse, geride durmayı tercih eden Kürd, Ermeni’yi rahatsız etmekten vazgeçer. Ermeniler ise, birdenbire silah taşımaya başladıkları için, çok kibirlenip Kürdleri ‘eşkiya ve barbar’ olarak görmeye başladılar. “Çalınan arazilerini” geri isteyip, Kürdler’in daha önceden de yaptıkları keyifsiz suçlardan dolayı cezalandırılmalarını talep etmeye başlar. Bu arada da Kürdistan’da Pan-İslamizm’in propagandasını yapmaya başlayan Türk-Fars vaazcıları dolaşmaya başlar. Bunun sonucu da Jön Türkler’in engellemek istemediği yeni bir Ermeni soykırımı idi. Kürdler çeteler halinde Ermeni köylerine baskınlar yapmaya başladılar, Kürd rayaları da onların sürülerini kaçırır. Buna karşı Ermeniler ise eski fedailerin öncülüğünde toplanıp Kürd ağalarına saldırıp, yağmalıyorlardı. O zamandan beri Kürd aşiretleri ile Ermeniler arasındaki ilişkiler kesildi. İki taraf da iki düşman ordusu gibi karşı karşıya geldi. İyi silahlanmış kimi Kürdler kırsal alanda söz sahibi iken, iyi örgütlenmiş Ermeniler ise şehirlerde daha avantajlı idiler. Ermeni ve Kürdler’in Osmanlı makamları ile ilişkileri ise oldukça kötü ve yetersiz idi. İki tarafın da şikayetleri genellikle aynı idi. Yargıya itibar ve güvenleri yok, mahkemelerin sadece nufuzu güçlü olan kişilerle ilişkileri iyi. Bütün davalar gereksiz bir şekilde uzun sürüyor. Osmanlı mahkemeleri önünde şahidlerin olağanüstü bir rolleri var ve parası olan herkes kendisine bir şahid temin edebiliyor. Tutuklanan kişiler belli bir zamandan sonra, tutuklama sebepleri belirtilmeden serbest bırakılıyor. Mahkemeler yargının çok etkisiz olduğunu kabul ediyor. Ancak yoğun suçlar ve şikayetlerden dolayı zorlandıkları ve bu dağlık ülkede uygulanan kanunların Fransız yasalarından alındığını ve çok tesirsiz olduğuna dair çaresizliklerini dile getiriyorlar. Ancak gerçek nedenler başka şeylerden kaynaklanıyor. Özellikle hakimlerin kabiliyetsizlikleri, tarafgirlik ve tembellikleri dışında, satın da alınabiliyorlar. Jandarmada da durum aynı. Çoğunlukla yerel halktan geliyorlar ve onlara çok az para ödeniyor. Herhangi bir askeri disipline sahip olmadan, halkın sıradan bir hizmetini yerine getirmekten acizler. Hükümet daha kısa bir süre önce düzeni sağlamak için Avrupa yakasından Anadolu’ya iyi egitilmiş jandarma gönderdi. Nihayet son olarak halk dayanılmaz vergilere karşı çıkıyor, yol ve okul eksikliğinden dolayı hoşnutsuzluğunu dile getiriyor. Bu şikayetler özellikle Kürdler tarafından dile getirilirken, Ermeniler ise 10 yıldan beri eğitim için kendi paralarıyla birçok okul açmışlar. Tüm bu uygunsuzluklara rağmen ne Kürdler ne de Ermeniler Türk egemenliğini ve daha kötü olan Rus hakimiyeti ile değistirme hevesine sahip değiller: Birincisi din ve ruhlarını, sonuncusu ise ulusal gururlarını yasaklıyor. 15 Çanlar kimin için çalıyor SENNUR BAYBUĞA ‘Uzun gecelerin ve buzdan ayazların mevsiminde oldu. Bir sabah evimin bahçesindeki yasemin çiçek açtı, soğuk hava onun aromasını içine çekti; aynı gün erik ağacı da çiçek açtı ve kaplumbağalar da uyandı. Bir hata oldu ve kısa sürdü. Ama bu hata sayesinde yasemin, erik ağacı ve kaplumbağalar bir gün kışın biteceğine inanabildiler. Ben de:’ Böyle diyor Galeano, Yürüyen Kelimeler isimli kitabında. Latin Amerika faşist rejimlerinin tanıklığında bir ömür geçiren, kelimelerin ve kısa cümlelerin şövalyesi. Duyan, bilen gözü kulağı olan, hatta görmemezlikten gelmeye çalışan herkesin kendisi için bulabileceği bir yol var. Ankara’nın orta yerinde, -bu ifadeden maksat cumhuriyetin mabedine işaret etmek içindir yoksa sokaklarına çıkan genç yaşlı çocuk demeden hedef haline getirilip öldürülen, sürüklenen, çıplak bedenleri sokaklarda teşhir edilen insanların ülkesinden daha önemli bir yer değildir benim için- patlayan ve bugünün resmi rakamı ile 100 kişinin öldüğü bu patlamadan sonra hayata devam edebilmenin bir yolunu elbette bulacak bu insanlar ve biz. Yarın bir hafta olacak, ben Ankara’ya gitmedim, gidemezdim. Biz patlamayı, ölenleri, kalanların tanımlamalarını, acılarını, kurtulma acısı ile ölmeme utancını yan yana yaşamak zorunda bırakılan binlerce sevgilimizin acısını okuyarak, dinleyerek anlamaya çalışan tarafta, şehirdeydik. Ben şehirdeydim. Birkaç protesto gösterisi, birkaç intikam yemini birkaç öfke ve ama sonsuz acının yarattığı ağır tahribatlara tanıklık etmek dışında hiçbir yerde değildim. Ne yazıldıysa okuyan taraftaydım, buradan yeni bir siyaset çıkarmaya çalışanlardan değil, çektiğim acıları tarihle, bilimle açıklamaya çalışan tarafta. Sonra eve kapandım iki gün boyunca kesintisiz 24 saat geceli gündüzlü üçüncü sınıf bir dizinin bilgisayardan tüm eski bölümlerini izledim, izledim… Güneş çıktığında, kızımın grip olduğunu, okula gidemediğini telefonla öğrendiğimde, acıktığımda belki duruşmam olduğunda çıktığım dışarıda tanıklığımdan kaçarak yaşadım bir haftadır. Ne bir umudun ve ne de umutsuzluğun pençesi değil düştüğüm, herkes gibi belki. Biz kendini topluma anlatmakta ve belki de toplumu hakikaten anlamakta zorlanan insanlar için, bir nevi tutunamayan ve hiçbir yerin hiçbir şeyi olamayan insanlar için acının, acı gibi görünenin, öfkenin, öfkeye benzeyenin, kızmanın, korkmanın, çekilmenin, olamamanın ve ölememenin ama yaşayamamamın da, kenardan izliyor gibi görünen ama aslında sahnenin orta yerinde kimsenin göremediği zayıf çelimsiz ve belki gösterişsiz kız olmanın içinde büyüyen dünyanın küçük bir oylumunun bile dışarıda yer bulamamasının insanları olan bizlerin, artık şimdi diyorum sessiz çoğunluğun da diyebileceği sözler olacak. Ne dünyayı güzellik kurtaracak derken öfke ile bağırabilen ve ne de ölmüşlerin ve muhtemelen öleceklerin sessiz isyanı içinde iken, bağırarak, misli karşılığının verileceğini haykıran insanın karanlık kararlılığını anlayamamanın başkalığı var üstümüzde. Bizi hem karanlık ve hem aydınlığın adayı yapan da bu belki. Bu karanlığın içinden bir ışık çıkacak mı? Batıda, cumhuriyetin en büyük mabedinde insan yüklü bombanın patlamasına ve etleri dağılmış sevgililerimizin, dağılan etlerini, dostlarını toplarken üzerlerine gaz sıkan ve insanlıktan çıkmanın nasıl bir şey olacağını tümümüze gösteren bu meşum iktidar, memleketin doğusunda karanlık suratlı seri katilleri ile öldürdüğü gençlerin gözlerini oyarken, biz ölmeyenler ama ruhları paramparça iğdiş edilen sessizler topluluğu, bir gün artık çıkacak insanlığın da kalmadığın görüp, oturduğumuz yerden yaradılışımıza sahip çıkarak hep birlikte sessizce gürültüsüzce ayağa kalkacağız. Sessizce ayağa kalkacağız ve fısıltıyla birbirimize diyeceğiz ki ‘buraya kadar, kış bitti, buraya kadar kış bitti’ ve yürüyeceğiz, biliyorum. Kitaplar da böyle yazıyor, tarihte böyle diyor, devrimler canları yanmış insanların IŞİDir, bağıranlar sadece sabrımızı tüketir. 16 BasHaberSÖYLEŞİ 19 - 25 Ekim16 2015 MÜZİK Umut Altınçağ’dan yeni albüm geliyor D sanatçısını yarattığını kaydeden Altınçağ, “Dolayısıyla Avrupa’ya bizim gibi göç ettirilmiş, toprağından hikayelerinden koparılmış insanları yadırgamıyorum. Çünkü yaşadıklarının müziğini yapmak zorundalar.” Avrupa’da müzik yapmanın avantajlarının da olduğunun altını çizen Altınçağ, dünya müziklerini tanıma konusunda avantaj sağladığını kaydederek, “Halkların kendi enstürmanları ile müziklerini icra ettikleri yerlere gittiğinizde bakıyorsunuz ki bu tınılar birbirine yabancı değil. Bir sıcaklık oluşuyor ve bunu kendi coğrafyanın enstürmanları ile karıştırıyorsun. Ortaya melez bir şey çıkıyor. Başka halkların hikayelerini de şarkılarda dinlemeye başlayınca kulakların ve algıların açılıyor. Bu anlamıyla Avrupa’da müzikal gelişim sanatçılar için bir avantajdır” diyor. Çimen Gümüş ersim katliamından bugüne gelen suskunluğunun sesi olmaya çalışan Sanatçı Umut Altınçağ, 10 yıl ara verdiği müziğe yeniden dönüyor. Yaptığı albümlerde bir dönemin en çok dinlenen sanatçıları arasında yer alan Altınçağ, yeni albüm çalışması ile sevenlerinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Müzik öyküsü 12 Eylül’ün soğuk günlerinin ardından Dersim’de başlayan Sanatçı Umut Altınçağ, ilk müzik çalışmalarına ateş etrafında toplanan yaşlıların söylediği hikayeleri kilamlara dönüştürerek söylemesiyle başladı. Yaşadığı Mazgirt’te köy ahalisine söylediği şarkıları ve hüzünle sesiyle kısa sürede civar köylerinde en çok dinlenen kişilerine arasında yer alan Altınçağ, askeri darbeden sonra Dersim Belediyesi tarafında ilk defa organize edilen kültür sanat etkinlerine katılarak müzik çalışmalarına başladı. Önerilmesi üzerine bu etkinliğe katılan ve ilk olarak davul çalmaya ardında tiyatro ve koro ile devam eden Altınçağ, teşvik üzerine 1991 yılında İstanbul’a giderek ilk albüm çalışmasına başladı. Çıkardığı ilk albüm “Umut Yüklü Bahar’ın“ yanı sıra Arif Sağ Müzik Okulu’nda da müzik eğitimi alan Altınçağ, ikinci albümünün hazırlığını yaptığı sırada söylediği Zazaca şarkılar nedeniyle İstanbul’da hakkındaki suç duyuruları ardından Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) yargılandı. Uzun bir süre davası devam eden sanatçı çareyi Avrupa’ya gitmekte buldu. İkinci albüm hazırlığını yarıda bırakarak Avrupa’nın yolunu tutan sanatçı, bir süre sonra ikinci albümü “Düşler Vadisi’ni“ de çıkardı. 2001 yılında en çok dinlenen sanatçılar arasına girmesini sağlayan üçüncü albümü “Mevsimsiz Kar“ albümüne imza atar. 2006 yılında yeni albüm çalışmaları nedeniyle stüdyoya giderken trafik kazası geçiren sanatçı, 10 yıldır müzik çalışmalarına ara vermiş. Geçirdiği uzun tedavi süreçlerinin ardından yeniden müziğe dönmeye hazırlanan Umut Altınçağ, söz ve müziklerinin tamamının kendisine ait olacağı yeni albümüyle sevenlerinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Klamlarla gelen hikayeleri kilamlarla aktarıyor Umut Altınçağ, 12 Eylül döneminde geçen çocukluğunu ve müziğe başlamasını şu sözlere ifade ediyor: “O ara baktık, bütün sazlar, ırmaklar, masallar susmuş. Dil içerde kırılmış lal olmuş. Böyle bir çocukluk. Çok değer verdiğim masal diyarındaki insanlar duvar diplerine çekilmiş bıyıkları çekiliyor. Bir taraftan dersimiz Türkçe’yi öğrenirken öbür taraftan yaşlılarının bağırtıları geliyor. Çığlıklar birbirine karışıyor ve bu hengame içerisinde sende susuyorsun. Ve sözcükler kilamalara dönüşüyor” diyor. En çok da şarkı söylemeyi çok seven annesinin susmasının ardından kilamlara başladığını aktaran Altınçağ, “Yabancı olduğumuz bir durum değil bu susmalar. 38’den biliyoruz. Kilamlardan bize kadar gelen. Bende kilamlarımla oraya gitmek istiyordum. Yolculuğum suskunluklara idi. Orada sözcüğün ilk yalın haliyle çıkmasıyla gelip melodiye değmesi idi.” Altınçağ, yaşlıların 1938 Dersim katliamıyla ilgili hikayelerini ve darbeyi kilamlarla ifade ederken müziğinin yeşermeye başladığını söyledi. ‘Doğanın armonisine eşlik etmeye çalışıyorum’ Bir dönemin en çok dinlenen sanatçıları arasında yer alan Umut Altınçağ, kendi mü- Dersim’e konservatuvar 10 yıllık süreçte 5 albümlük eser biriktiğinin ve yakın zamanda ilk albümünü çıkaracağını belirten Altınçağ, yasal süreçlerinin tamamlanmasından sonra ilk fırsatta Dersim’e dönerek orada bir konservatuvar ve Açıkhava tiyatrosu kurmayı planladığını ifade etti. “Dersim’de bir sanat ordusu yaratmak istiyorum. Vesile olmak istiyorum. Minder onların her şey onların olacak. Ben nefesim yetene kadar bir şeyler söylemek istiyorum” diyor. Dinleyicilerinden çok olumlu tepkiler aldığını ve bu on yıllık zaman diliminde üzerinde çok büyük bir psikolojik baskı oluştuğunu kaydeden Altınçağ, “Bana hep üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen hala uzanıp dinleyebileceğimiz şarkılar verdin diyorlar” diyor. ziğini tarif etmek için herhangi bir arayışa girmediğini belirterek, “isim koymak gibi bir derdim olmadı. Doğanın var olan armonisine eşlik etmeye çalışıyorum. En büyük orkestraya, en büyük söz dizilişine, kainatın kendisine ondaki bütün seslere eşlik etmeye çalışıyorum. Bu nedenle tarzımla ilgili soruyu kendime hiç sormadım. Yarın da sormayacağım. Bu eşsiz armoni içerisinde sanatçıyım diyemiyorum. Sadece eşlik etme çabadır benimkisi” diyor. Herkes yaşadıklarının müziğini yapar 1996’dan bu yana Avrupa’da sürgün hayatı yaşayan Altınçağ, Avrupa’nın insanı kendi köklerinden ayrılmışlığı veya koparılmışlığı ile ilgili büyük sıkıntılar yaşandığını belirtiyor. Başta sanatçılar olmak üzere herkesin kendi toprağından kopması ve yeni bir sayfa açarak adapte olmasının zorluklarına değinen Altınçağ, Kürd müziğinin yaşadığı sıkıntıların başında kendi kültürel dinamiklerinden kopması olduğunu kaydederek, yapılan şarkılarında günü kurtarmak amacıyla yapıldığını ve bu nedenle kalıcı eserlere dönüşmediğini vurguluyor. Altınçağ şöyle devam ediyor: “Bir albüm çıkıyor üç gün sonra unutuluyor. Kalıcı değil çünkü senin yaşamın değil. Kulaklarda ezbere kalıyor, ruhen gidip içeri değmiyor. Kürd müziği de bundan nasibini almış durumda” dedi. Her toplumsal süreç ve zeminin kendi “Biz dili değil dil bizi koruyor“ Zazaca müzik yapan sanatçıların özellikle dil konusuna yanılgılı yaklaştıklarını aktaran Altınçağ, “dil konusunda ‘ben olmasam bu dil ölür’ diyenler var. Bu başlı başına sorundur. Sen olmasan da, o dil yaşar. Tersine seni yaratan o dildir. Bazen böyle bana göre ucuz laflar söyleyen insanları görünce üzülüyorum. Diyorlar ki ’biz bu dili korumak için şarkı söylüyoruz.’ Çok kızıyorum o dil olmasa sen türkü söyleyemezsin. O dil seni koruyor sen onu korumuyorsun. Tabiî ki kendi dilinde şarkılar söyleyeceksin. Söylemezsen sen eksik bir sanatçı olursun. O nedenle bence bu tersten anlaşılıyor” diye şikayet ediyor. “Her şeyin önünü tutmuş sanatçılar var“ Avrupa’daki müzik kurumları ve sanatçılar arasında büyük bir iletişim problemi olduğunu kaydeden Umut Altınçağ, “Sanatçılarımız yan yana gelmezler. Bu da bu sistemin gerçekliğidir. O kadar çok ego, birbirini duymama ve bencillik var ki herkes birbirinin peşinde ve kimse mutlu ve huzurlu değil. Sunduğun projelere sadece bir albüm daha gözüyle bakılıyor. O anlamda sanatla ilgili ciddi bir gelişmenin olduğunu düşünmüyorum. Estetiksel ve eserin içini doldurmaktan uzak, çok mekanikler” dedi. Yeni jenerasyonun bu konuda umut vaat ettiğinin altını çizen Altınçağ, “Herkes kendi stüdyosunu kuruyor. Aşağıdan gelen jenerasyonun ruh hali ve ilişkileri çok daha geniş. Paylaşımları bir yere oturuyor. Ama bunlara vicdanen ve sevgiyle destek olmak gerekiyor. Çok yetenekli gençler tanıyorum. Ama subaşlarını tutmuş bazı sanatçılarımız var. Her şeyi kendileriyle başlatıp kendileriyle bitiren bir noktaya gelmişler. Gençlerin kendilerini ifade etme alanlarına izin vermiyorlar. Müthiş bir doymamazlık var. Kürd müziği bu anlamda bir kısır döngü içerisinde gidip geliyor” şeklinde konuşuyor.