çözüm bulma sanatı - Turkcell Akademi Kurumsal
Transkript
çözüm bulma sanatı - Turkcell Akademi Kurumsal
ÇÖZÜM BULMA SANATI KÜRESEL PAZARIN EN BAŞARILI UYGUL AMAL ARI H A M I S H Dünyayı gezip gördükçe, başarılı kuruluşların ne kadar farklı görünümler aldığını fark etmeye başladım. Daha işin başında açıkça görünmeye başlayan şey şu oldu: Gerçekten iyi çalışan kuruluşlar, iki özelliği bir araya getirmek zorundaydı. 1. Derin bir misyon duyguları olmalıydı; daha iyi yapılmayı hak eden bir şeye karşı bağlılıkları, bu konuda onları harekete geçiren dürtüleri, bir vizyonları olmalıydı. 2. Pazara karşı çok yüksek bir duyarlılıkları olmalıydı. Bu kuruluşlar başarılıydı çünkü piyasanın akışıyla birlikte hareket ediyor, piyasanın işaretlerini dinleyerek gerektiği gibi yön değiştiriyor, piyasanın disiplinlerini uyguluyor ve kendilerini buna uygun şekilde yeniliyorlardı. İkisinin birliği şunu getirir: Tekrarlanabilir ve ölçülebilir bir başarı. Bu kitaptaki örnek olayların her biri bu iki özelliğin bir karışımıdır. Dünya sonraki zamanlarda tarihçilerin huşuyla bakacakları o dönüm noktalarından birinde duruyor. Ekonomik güç yavaş yavaş Avrupa’dan ve bir ölçüde de Kuzey Amerika’dan geri çekiliyor ve esas olarak Asya’ya doğru kayıyor. Bu Sanayi Devrimi’nden beri yaşanmış en büyük güç değişimidir. Bu değişim sadece ekonomiyle değil, aynı zamanda fikirlerle ilgilidir. Dünya ekonomisine yön veren fikirlerin çoğunlukla Batı’dan geldiği bir dönemi arkamızda bırakarak, pek çok fikrin Doğu’dan—ve yükselen dünyanın başka yerlerinden— geleceği bir döneme giriyoruz. M c R A E Bu kitabın amacı, Batı toplumlarından çıkan iyi fikirlere ve yeniliklere olduğu kadar yükselen ülkelerden çıkan benzerlerine de ışık tutmaktır. Bu yeni dünyada ideolojik açıklamaları ve ideolojik tepkileri kaldırıp atmak ve basitçe “çalışan fikirler”e tutunmak zorundayız. 1. Edinburgh Festivali: Dünyanın en büyük sanat festivali Dünyada başka bir sürü sanat festivali vardır, ama Edinburgh bunların her birinden üç kat büyüktür. Başka birçok kentin bir benzerini yaratmaya can attığı, olağanüstü, inanılması zor bir başarıdır bu. Edinburgh tek bir festival değil on ayrı festivaldir. Sanat festivali, caz ve blues festivali, kitap fuarı, film festivali televizyon festivali, video oyunları festivali de katılmıştır…Bunların her biri bütüne destek olarak, Edinburgh’a sarsılmaz bir sanatsal kritik kütle kazandırır. Edinburgh’u ilk günden beri biçimlendiren şey Fringe-serbest erişim-olmuştur. Davetli sanatçı yoktur—festival kesinlikle herkese açıktır; sanatçılar alışılmadık mekânlar kullanırlar ve tüm finansal riskleri üstlenirler. 2009 yılında, 265 mekânda gerçekleşen 2000’den fazla gösterideki 34.000 performansta yaklaşık 19 bin sanatçı yer al- 1 HAMISH McRAE mıştır. 1,9 milyona yakın bilet satılmış ve bu etkinlik kent ekonomisine 75 milyon sterlin kazandırmıştır. Fringe, orada gösteriler sergileyen (çoğunlukla) genç sanatçı ve yapımcılar için bir kariyer aracıdır. Daha ileri yaşlardaki eleştirmenler, menajerler ve sıradan ziyaretçiler içinse burası en son sanat olaylarını herkesten önce görme fırsatı demektir. Edinburgh, fiziksel olarak İngiltere’nin en güzel kentidir. Burası bir başkenttir ve—eğlence dünyasında önemli bir nokta olarak—konuşma dili İngilizce’dir. Ama bunlarnda ötesinde Edinburgh’un başarısıdan çıkarılabilecek üç ders vardır: Birinci ders, tamamen açık bir pazar yaratmaya ve buna izin vermeye hazır olmaktır. Bu, olacakları kontrol edemeyeceğinizi kabul etmeniz demektir. Bu aynı zamanda, kentin bir ay boyunca yılın geri kalanından çok farklı bir yer olacağını kabul etmek demektir. İkinci ders, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı örgütlenmeyi harmanlamaktır. Edinburgh’da ne olacağını planlayan bir tek beyin yoktur; önceden olduğu gibi bugün de bir sürü beyin vardır ve her biri farklı biçimlerde çalışır. Edinburgh festivalinin çeşitli düzenleyicileri, bir denge noktasını yakalamakta özel bir beceri göstermişlerdir: Planlama yapmış ama planlamada aşırıya kaçmamış, pazarın önünden gitmiş ama aynı zamanda onun taleplerini takip etmişlerdir. Bu da bizi üçüncü derse götürüyor: Dinlemenin önemine. Eğer ilk katılanlar arasında bazı davetsiz misafirler olmasaydı, belki de Fringe hiçbir zaman tutunamayacaktı. İkincisi, gelişiminin orta evresinde Edinburgh, pazar güçlerini bastırmak yerine bunların Fringe’i biçimlendirmesine izin vermiştir. Üçüncüsü, sürüye katılmak isteyen yeni festivallere her zaman kucak açılmıştır. Edinburgh ruhunun merkezinde duran iki şey vardır: İlki, sanatın farklı yüzlerini birbirine katıp karıştırmak çok önemlidir; tiyatro görsel sanatlardan ayrı tutulamaz—her şey aynı bütünün parçasıdır. İkincisi, başarısızlığa ihtiyacınız vardır; insanlar başarısız olma özgürlüğüne sahip olmalıdır. • Açık bir pazar yaratın • Yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı örgütlenmeyi harmanlayın ÇÖZÜM BULMA SANATI • Dinleyin ve başarısızlığı daha geniş çaplı başarının bir parçası olarak kabul edin 2. Londra: Dünyanın uluslararası finans merkezi Uluslararası finans faaliyetlerinin çoğu alanında Londra dünyanın en büyük merkezidir, dünyanın finans başkenti olarak anılmayı rahatlıkla hak eder. 1960’lı yıllarda Londra’nın sterlini kullanmak zorunda olmadığını, onun yerine başka para birimlerini kullanabileceğini keşfetmesiyle birlikte, kent yeni bir canlanma dönemine girmiştir. Yabancı kuruluşların bu yeni pazarlara akın etmesiyle birlikte Londra yeniden dünyanın bankacılık merkezlerinden biri haline gelmiştir. Bu planlanmış bir şey değildi—etkinlik dengesini bu yöne kaydırma kararı tek bir kişiden çıkmamıştı. Sadece, ticaret ve yatırımların finansmanı için oluşturulan bankacılık teknikleri, reel ticaretin kendisinden daha kârlı hale gelmişti. Londra’nın o zamanlar olduğu gibi bugün de çok iyi becerdiği şey, fırsatları ortaya çıktıkları anda yakalamaktır. Aslında Londra ruhunun en büyük özelliği, plan yapmamak ama pazardan gelen işaretlere inanılmaz bir canlılıkla karşılık vermektir. 1986’da Big Bang reformlarıyla yabancıların işletme haklarına kavuşmasına imkân tanındı. Londra hisse alım satımlarında küresel sisteme ayak uydurdu. Bunun arkasından, İngiliz finans kuruluşları yabancı finans kuruluşlarının kontrolüne geçti. Aslında bu fiili bir anlaşmaydı: İngiltere, uluslararası menkul değer piyasalarında hâkimiyet kazanmak uğruna yatırım bankacılığı faaliyetlerinin ulusal mülkiyetini elden çıkarmıştı. Bu pragmatik tutumun en son örneği, 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarından ve Enron enerji grubunun bir finansal skandal hortumuna yakalanarak çöküşünden sonra Londra’nın bu boşluğun ortasına atlayarak New York’ta daha fazla güç kazanmasıdır. Sonuç: Londra bir kez daha, bundan 100 yıl önce olduğu gibi, dünyanın en büyük finans merkezi haline geldi. Ancak bu kez kenti bu konuma taşıyan sadece Britonlar ve İngiliz parası değil, yabancılar ve onların yabancı paralarıydı. 2 HAMISH McRAE Londra’daki yetenek altyapısının kökleri çok derinlere gider. Ancak Londra başka bir şey daha yapmıştır: Aynı zamanda bir yetenek mıknatısı haline gelmiştir. Londra dünyanın her yerinden en üst dereceli yeteneği ithal etmiştir. Londra’daki ücret paketi New York’takinden daha büyüktür. Bir başka neden de kültürdür: Londra’nın yabancı yeteneğe karşı açık bir tutumu vardır. Yeni yeni gelişen bir finans merkezi için ilk önemli soru, insanları kendine nasıl çekeceğidir. Finans sermayesi bulmak zor değildir: Şirketlere vergi muafiyetleri vermeniz yeterlidir. İnsan sermayesinin bulunması ise çok daha karmaşık bir konudur. İnsan gücü, bir finans merkezi oluşturmanın kilit unsurudur. Kalıcı başarının bir başka unsuru da etkili düzenlemelerdir. Düzenleme bir amaç değil bir araçtır. Bu amaç da etkin, açık ve şeffaf pazarlara sahip olmaktır. Bu ruhun kuşaklar boyu hayatta kalmayı nasıl başardığını kimsenin tam olarak anlayabildiğini sanmıyorum. Herhalde bunun bir yolu, doğru kararların verilmesini sağlayan bir tür eş düzey baskısıdır. Bir diğer yolu da, bakışın sadece İngiltere’ye ya da Avrupa’ya değil tüm dünyaya dönük olmasını sağlayan kesintisiz bir açıklık ortamıdır. Ama ben Londra’yı yıllar boyu bir arada tutan en güçlü zamkın daha basit bir şey olduğunu düşünüyorum: Pazarın gücüne duyulan çok derin ve yerleşik bir inanç. Fazla düşünme—sadece pazarın yeni ihtiyaçlarla ilgili işaretlerine cevap ver: O zaman para kazanırsın. Ve para kazandığın zaman da, sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal bir amaca hizmet etmiş olursun. Elbette ülke ekonomisinin, eğitim, iletişim ve kültür gibi daha pek çok unsuru vardır. Ancak bunların hepsinin lokomotifi öteden beri Londra olmuştur. • Beceriyi mıknatıs gibi çekin • Yeteneğe karşı açık bir tutum geliştirin • Pazarın gücünü kavrayın Ben burada şuna dikkat çekmek istiyorum: Hiç kimse, dünya nüfusunun her zamankinden daha büyük bir kısmını içine alan şu anki küresel refah patlamasının sonsuza kadar süreceğini sanmamalıdır. Çünkü sürmeyecektir. Eğer şans yardım ederse, siyasi liderler akıllıca kararlar alır ve finans hizmetleri endüstrisinde duyarlı bir tutum öne çıkarsa, dün- ÇÖZÜM BULMA SANATI ya refahına yönelik tehditlerin önüne geçilebilir. Ancak önümüzdeki yıllar diken üstünde geçecektir. Bu geleceği bir ölçüde, çeşitli dünya başkentlerindeki bir avuç siyasetçi belirleyecektir, ama tüm dünyanın iş ve finans topluluklarındaki sayısız isimsiz oyuncu da bu süreçte belki daha da büyük bir rol oynayacaktır. 3. Kelt Kaplanı 1990’lı yıllarda İrlanda’da çok şaşırtıcı bir şey oldu. Bu onyılın başlarında İrlanda, Avrupa Birliği’nin en yoksul ülkelerinden biriydi. Yeni binyıla girerken, en zenginlerinden biri olmuştu. Aradan geçen zamanda İrlanda, sadece Avrupa’da değil tüm gelişmekte olan dünyada açık arayla en hızlı büyüyen ekonomi haline gelmişti. Avrupa’nın bu en hızlı büyüyen ekonomisi aynı zamanda Avrupa’nın en hızlı büyüyen iş pazarına dönüşmüştür. İrlanda Avrupa’nın tutkulu gençleri için bir çekim merkezi haline gelmiştir. İrlanda, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından 1990’lı yıllarda gerçekleşen küreselleşme patlamasından en çok yararlanan ülke olmasını sağlayacak neredeyse benzersiz bir konuma sahipti. İrlanda’nın başarısı dünya pazarına açıklık üzerine kurulmuştu. Birçok bakımdan potansiyel hazırdı, sadece doğru politikalara ihtiyaç vardı. Değişim politikadan başladı. Bu başarının birkaç unsuru vardır ve işin püf noktası, bunlardan hangilerinin vazgeçilmez, hangilerinin sadece memnun edici unsurlar olduğuna karar verebilmektir. İşin daha kolay parçası, yeni AB üyesi devletler tarafından da taklit edilmiş bir şeydi: “Şirket dostu” olmak. Bu düşük vergiler demektir. İrlanda dış yatırımları kendine çeken bir mıknatıs haline geldiyse, bu büyük ölçüde şirket vergilerinin düşüklüğü sayesinde mümkün olmuştu. Öte yandan İrlanda daha 1960’lı yıllarda eğitim sistemini reformdan geçirmiş, ikinci eğitimi iyileştirmiş ve üniversitelere oluk oluk para akıtmıştı. Öte yandan büyüme başladığında göç de geri dönmeye başlamıştı. Bu da hem yerel işgücü havuzunu güçlendiriyor, hem de insanların, ülke dışında çalışırken edindikleri pratik becerileri geri getirmeleri anlamına geliyordu. Araştırmacılar ayrıca AB yardımlarının daha etkin kullanıldığına dikkat çekerler. Hizmet sektörlerinin serbestleştiril3 HAMISH McRAE mesine, vergi avantajlarına sahip yeni bir finans merkezinin ortaya çıkmasına ve bunun gibi şeylere işaret ederler. İrlanda dünyanın en güçlü “marka”larından biridir; apayrı kültürlerden pek çok insanın İrlanda’yla gönül bağı vardır. Ama başka ülkeler birer İrlanda olamasalar da, İrlanda’nın deneyiminden bir şeyler öğrenebilirler. Başka ülkelere göç etmiş yurttaşlarıyla bağlarını tazeleyebilirler. Kendi kültürlerini ve kimliklerini destekleyebilirler. Her gün biraz daha homojenleşen bir dünyada kendi eşsiz özelliklerine değer verebilir, onları destekleyebilir ve onlardan yararlanabilirler. Ekonomik başarı sadece insanların zenginleşmesi değildir. Aynı zamanda, insanların yaşamak istedikleri bir toplum, içinde kendilerini mutlu hissettikleri bir yer yaratmaktır. İrlanda’nın başarısı zenginlikten öteye geçmiştir. • “Şirket dostu” olun • Kendi kültürünüzü destekleyin • Başarıyla başa çıkmayı öğrenin ÇÖZÜM BULMA SANATI bir yerden bir yere gitmekte kullanılan yolların parçaları olmaktan çıkıp başlı başına birer ziyaret yerine, birer etkinlik merkezine dönüştükçe, sokaklara daha güven verici bir hava sinmiştir. 1968’in tipik bir yaz gününde, herhangi bir anda merkezinde durağan etkinlik içinde olan ortalama insan sayısı 1750’ydi; 1986’ya kadar bu rakam 4500’ün üstüne çıkmış ve 1995’te 6000’e yaklaşmıştır. Bunun sonucu olarak kent merkezindeki sokaklar bugün çok farklı biçimde kullanılmaktadır. Sokaklar artık sadece bir yerden bir yere gitmenin yolu değil, başlı başına gidilecek yerlerdir. Ne var ki başka yerlerde arabaları ortadan kaldırmak, ticari faaliyetlerin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Kopenhag bu kadere yakalanmamak için birkaç önlem almıştır. İlk olarak, projenin kırk yılı aşkın bir zaman içinde, çok yavaş geliştirilmesi, her bir aşamada daha öncekilerden ders alınabilmesini ve gerektiği zaman da bariz hatalardan uzak durulabilmesini sağlamıştır. Şehirler insanlar içindir. Bir yaz akşamı Kopenhag’da dışarı çıkarsanız, sokakların insanlarla dolup taştığını görürsünüz. Bu kent kışın en karanlık günleri dışında insanların her gün sokak ve meydanlardaki kafeleri doldurdukları dokuz aylık bir yaz kenti olmayı başarmıştır. İkincisi, sokak mobilyaları ve yol kaplamaları iyileştirilmiştir. Hem resmi (örneğin, park bankları) hem gayrıresmi (yüksek kaldırım kenarları, basamaklar, çeşme duvarları vb.) biçimleriyle, oturma yerlerinin sayısı artırılmıştır. Göründüğü kadarıyla yol döşemesinin olağanüstü bir önemi vardır: Granit döşeli meydanlar etkinlikleri kendine çekmekte, asfalt olanlar ise çekmemektedir. Kopenhag bunu nasıl yapmıştır? Evet, iklimi terbiye etmek elinde değildir ama Kopenhag otomobili terbiye etmeyi başarmıştır. Üçüncüsü, Kopenhag cadde ve sokak cephelerine dikkat etmiş, mal sahiplerini ve kiracıları cephelerine dostane bir hava vermeye özendirmiştir. Kopenhag, yavaş yavaş, dikkatli bir şekilde ve kent sakinlerinin toplu desteğiyle, kentin ortaçağdan kalma çekirdeğini bir kez daha, insanların araba kullanmak ya da otobüse binmek zorunda olmadıkları bir yere dönüştürmüştür. Son olarak, kent belediyesi, kent içi ulaşımın bir yolu olarak bisikleti teşvik etmiştir. Özel bisiklet yolları yaptırılmış ve araba kullanımının azaltılması sürecinde kentin işlevini sürdürebilmesine yardım eden özel bir bisiklet kiralama sistemi geliştirilmiştir. 4. Kopenhag’da Trafik Yönetimi Bunun sayısız avantajı vardır. Bir araştırmada, kent merkezine yürüyerek, toplu taşımayla ya da bisikletle gelenlerin arabayla gelenlere göre çok daha fazla para harcadıkları görülmüştür. Bir başka avantaj da sosyaldir. Araba kullanımının caydırılmasına yönelik adımlar atıldıkça, kent merkezine gelen insanların yaş aralığı büyük ölçüde genişlemiş, kent merkezindeki çocuk ve yaşlı sayısı artmıştır. Ve sokaklar sadece Buradan çıkacak ilk sonuç, binaların kendisine değil, binalar arasındaki uzama bakarak, zamanla bir kentin yaşam kalitesinde radikal değişimler yaratmanın mümkün olduğudur. Buradaki en önemli ders, kentin tarihi çekirdeğini yeniden yayalara ait bir yere dönüştürmek mümkün olduğu sürece, bunu yapmanın çok büyük avantajları olduğudur. Ama eğer insanlar başka araçların da işlediği bir alanda yürüyerek yol 4 HAMISH McRAE ÇÖZÜM BULMA SANATI alacaklarsa, bu sürecin keyifli hale getirilmesi gerekir. Bu da ayrıntılara büyük özen göstermeyi gerektirir. derecede uyuşturucu bağımlılarında bile mükemmel sonuçlar yaratmıştı. Hepsinin içinde Kopenhag’dan gelen belki de en önemli ders, şehir merkezlerini farklı işlevlerin gelişimine olanak veren yerler olarak tasarlamanın en iyisi olduğudur. Bunlar uzun süredir ticaret, dinlence ve eğlence merkezleri olagelmiştir; ama aynı zamanda yerleşim merkezleri olduklarında, özellikle genç öğrenci nüfuslarını barındırıyorlarsa, daha iyi iş görürler. Programda yer alan herkes bağımlılıktan kurtulmamıştı; bu rakam yılda yaklaşık yüzde 4 civarındaydı, ama görünüşe göre bu program uyuşturucuya başlama oranlarını azaltmakta etkili olmuştu. Kaçınılması gereken şey, işlevlerden birinin diğerlerini ezmesine izin vermek ya da yeni projelerin geliştirilmesi sırasında çok katı düşünmektir. Yetkililer, eski kentin farklı bölümlerinin en iyi nasıl değerlendirileceğine karar vermekte sokağın nabzını dinlemiştir. • Süreci güzelleştirin • Sonuçlar üzerinde düşünün • Farklı işlevlerin gelişmesine izin verin İsviçre yönteminin bugün dünyada en yaygın olarak kullanılan unsurları, eczanelerde açılan enjeksiyon odaları ve şırınga takas programlarıdır. Modelin üzerine kurulu olduğu çifte fikir—zararın azaltılması ve uyuşturucu kullanımının yasal bir konu yerine tıbbi bir konu haline getirilmesi—tüm dünyada geniş çaplı olarak taklit edilmiştir. İsviçre’de, tıbbi yaklaşımın yanı sıra, uyuşturucuya karşı acımasız bir yasal mücadele verilmiştir. Yani İsviçre’nin yöntemi tatlı sert bir yöntemdi. Bu yöntem İsviçre’de son derece hoşgörüsüz yasalarla desteklendiği için burada başka yerlerdekinden daha etkili olmuştur. • Sertlik ve yumuşaklığı bir arada kullanın 5. Zürih’te Uyuşturucu Rehabilitasyonu Zürih yurttaşları muhtemelen dünyanın en yüksek yaşam standardına ve en yüksek yaşam kalitesine sahiptir. Zürih hiçbir derdi olmayan bir kente benzer. Ama bu hep böyle değildi. 1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların başlarında, bu düzenli burjuva kenti Avrupa’nın en berbat uyuşturucu sorununa sahipti. Bu sorunla baş etmek için Zürih önce liberal bir sosyal deneye kalkıştı. Uyuşturucu kullanıcılarının belirli bir yerde polis tarafından engellenmeden uyuşturucu satın almalarına ve kullanmalarına izin verdi. Sonuç tam bir felaket oldu. Zürih’in merkezi berbat bir hale geldi. Deneye polis kuvvetiyle son verildi. Ama o kadar çok tutuklama oluyordu ki cezaevi tutuklularının yüzde 60’a yakını uyuşturucu kullanıcılarından oluşur hale geldi. Sonra bir yaklaşım değişikliği geldi. Dört Ayak programı adını taşıyan bu girişim—bu ayaklar önleme, tedavi, zarar azaltma ve yaptırımdı—o günden bu yana dünyanın pek çok kenti için model bir uygulamaya dönüşmüştür. Ama belki daha da etkileyici olan, programın özel bir unsurunun getirdiği sonuçlardı: Eroin bağımlılarına ikâme bir madde yerine eroin reçetelerinin verilmesi. Bu yöntem, ileri • Arzı değil talebi etkilemeye çalışın • Aşırı uçlar arasında denge kurmaya çalışın Uyuşturucu kullanımıyla olan tüm tarihsel deneyimimiz bize bunun sonsuza kadar aynı yönde gitmediğini gösterir. Burada döngüsel bir hareket vardır. Madde istismarının bir türü ya da daha geniş anlamda belirli bir sosyal sorunlar kümesi gerilemeye başlarken onun yerini bir başkası alır. Burada ancak iyi tasarlanmış politikalar etkili olabilir. 6. Alman Endüstrisinin Güç Merkezi Almanya dünyanın en başarılı ihracatçısıdır. Peki, nedir Almanya’nın sırrı? Cevabın bir parçası, ülkenin sahip olduğu mükemmel şirketlerdir: BMW, Siemens ve Volkswagen gibi ünlü isimler. Ama başka bir parçası da, Almanya’nın binlerce orta büyüklükte işletmeye ev sahipliği yapmasında yatar —bunlar çoğu insanın adını hiç duymadığı, ama kendi alanlarında olağanüstü başarılı şirketlerdir. Genellikle aile mülkiyetinde ve yönetiminde olan, dolayısıyla arkalarında çok büyük kaynaklar bulunmayan bu işletmelerin her biri yaklaşık birkaç yüz kişi çalıştırır (ama kimilerinde personel sayısı binli rakamlara ulaşır). Buna rağmen faaliyet gösterdikleri pazarlarda liderlik kurmuş, dünya çapında çoğu kez birinci 5 HAMISH McRAE ya da ikinci sıraya yerleşmişlerdir. Bunlar Almanya’nın Mittelstand’ıdır. Mittelstand işletmelerinin birkaç ortak özelliği vardır. Bunlardan biri, ailelerin oynadığı temel roldür. Bazı durumlarda aynı aile kuşaklar boyunca şirketin mülkiyetini ve yönetimini elinde tutmuştur. Hepsinin ortak noktası, ailelerin işletmenin geleceğiyle ilgili çok uzun soluklu bir bakışa sahip olabilmeleridir—halka açık şirketlerdeki paydaşlara göre çok daha uzun. İkinci bir özellik, büyük kısmının hizmet sektöründe değil üretim sektöründe yer alması ve genellikle nihai mallar değil, üretim sürecinin parçası olan ve yüksek uzmanlık gerektiren ara ürünler üretmesidir. Yani bunlar tüketicinin göremediği ürünlerdir. Bu şirketler pazardaki küçük nişleri gözlerine kestirir ve o alanda dünya çapında bir numara olmayı hedeflerler. Bu da bizi üçüncü özelliğe götürüyor. Bu şirketlerin genellikle büyük çaplı stratejik vizyonları yoktur; daha çok, müşterileriyle son derece detaylı biçimde çalışarak pazarın ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlarlar. Almanya’daki teknik eğitimin kalitesi işlerini kolaylaştırır ve eğitimli, yaratıcı bir işgücünden yararlanabilmelerini sağlar. Görünüşe göre bunun getirdiği başlıca rekabetçi üstünlük, bu şirketlerin daha kaliteli müşteri hizmetleri sunabilmeleridir—ki baz maliyetlerinin daha yüksek olmasını da bununla açıklarlar. Son olarak, bu şirketlerin birçoğu büyük şehirleşmiş bölgelerde değil, başlıca işverenin kendileri olduğu küçük kentlerde kuruludur. Bu da çalışanları şirkete bağlar çünkü alternatif iş olanakları daha kısıtlıdır. Mittelstand herhangi bir politikanın sonucu olarak değil, teknik eğitimi ve ticari yetkinliği ekonomik refahın koşulu olarak gören bir tutumun uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Görünen o ki tutumlar politikalardan daha önemlidir. Tüm gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi Almanya da bazı dev şirketler yaratmıştır, çünkü bu ekonomik kalkınmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca Almanya, orta ölçekte kalmaları için şirketlerinin büyüklüğünü sınırlamaya çalışmamıştır. Ben burada birkaç mesajın saklı olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi, pazarda hâkimiyetin önemli olduğudur. Bu aynı zamanda nişlere hizmet etmek demektir ve ikinci mesaj da budur. Eğer orta büyüklükte bir şirketseniz ve kendi ÇÖZÜM BULMA SANATI pazarınıza ağırlığınızı koymak istiyorsanız, zorunlu olarak, sınırlı birkaç mükemmellik alanı seçersiniz. Fiyatla rekabet edemeyeceğinize göre, seçtiğiniz alanda herkesten daha iyi olmanız gerekir. Dünyadaki tüm potansiyel müşterileri bilebilmek gibi bir avantajınız vardır ve bu müşteriler de tüm potansiyel rakiplerin farkına varmanızı sağlar. Eğer müşterilerinizin istediği yeni bir ürün ya da hizmet varsa, onu sağlamak için herkesten daha avantajlı bir konumda olursunuz. Böylece üçüncü bir mesaja geliyoruz, üretilen katma değerin önemli bir bölümü ürüne hizmet eklemekten geçer. Bu şirketlerin çoğu son kullanıcıya değil başka şirketlere satış yaparlar, dolayısıyla alışılmış pazarlama becerilerine burada daha az gerek duyulur. Bu şirketler inovasyon konusunda aşağıdan yukarı bir yaklaşıma sahiptir: Zaten yapmakta oldukları bir şeyden yola çıkar ve sahip oldukları işgücünün gömülü becerilerini kullanarak ileriye doğru giderler. Ve son olarak bu şirketlerin işleyişi büyük bir disiplin ve kontrol içerir. Birleşmelere ve şirket devirlerine genellikle bulaşmazlar. Eğer başka bir şirketi satın alırlarsa, onu hızlı bir şekilde ana faaliyet alanlarına entegre ederler. Yöneticilerine çok büyük prim ödemeleri yapmazlar ve genellikle yönetim ekibini kendi içlerinden yetiştirirler. Kendi başarılarına dikkate değer bir alçakgönüllülükle yaklaşırlar—bu yerel şirketler tüm dünyaya satış yaparlar ama kendi dünya görüşlerinde hâlâ yerelliklerini korurlar. • Tutumlar politikalardan önemlidir • Pazarda hâkimiyet önemlidir • İnovasyon konusunda aşağıdan yukarı bir yaklaşımı teşvik edin 7. IKEA: Uygun fiyata özgün tasarım Yassı kutular Ikea’nın en önemli buluşlarından biridir ve bunlar milyonlarca insanın evlerini döşeme yöntemini değiştirmiştir. 1956’da, Ikea henüz İsveç kırsalındaki küçük bir postayla sipariş şirketiyken, Ikea’nın kurucusu Ingvar Kamprad ev eşyalarını monte edilmiş halde göndermek yerine yassı ku- 6 HAMISH McRAE tulara koyarak göndermenin bir dizi avantajı olduğunu fark etmişti. Bu elbette montaj maliyetini ortadan kaldırıyordu, ama aynı zamanda, taşınan parçaların küçülmesinden dolayı nakliye ücretlerini de düşürüyordu. Yassı kutular depoda daha az yer kapladığından burada da bir kazanç söz konusuydu ve paketlenmiş eşyaların taşıma sırasında zarar görme ihtimali daha azdı. Yapılacak tek şey, ürünleri sıradan bir insan tarafından birleştirilebilecek şekilde tasarlamaktı. Yassı kutu devrimi, 1950’li yıllarda Avrupa’da—özellikle İsveç’te—yaşanan sosyal değişimlerle çok iyi uyuşuyordu. Ikea bir sosyal değişim dalgasını doğru yerinden yakalamış ve bunun karşılığı olan ticari ödülleri almıştır. Ikea’nın genç insanların ekonomik bir konfor içinde yaşamalarına yardım etmekteki başarısı o kadar büyüktür ki, Avrupa’da bebeklerin tahminen yüzde 10 kadarı bir Ikea yatağında ana rahmine düşmektedir. Yakın bir zamanda aynı istatistik başka kıtalarda da geçerli olabilir. Her ne kadar satışların dörtte üçü hâlâ Avrupa’da gerçekleşiyor olsa da, Ikea dünyanın en büyük mobilya perakendecisi haline gelmiştir. Her başarılı şirket gibi Ikea yönetiminin de insanların ne istedikleri konusunda sezgileri güçlüdür—yalın, modern bir tasarım ve çok düşük fiyatlar—ve şirket bu isteği karşılamanın özel yollarını geliştirmiştir. Ancak Ikea yassı kutu gibi daha birçok yenilik yapmıştır. Bunlardan bazıları yeni malzeme kullanımıyla ilgilidir. Bazı yenilikler de tasarım zekâsıyla ilgilidir: Kolay montajı ürün tasarımının parçası haline getirmek, bütün olarak ya da parça parça satın alınabilen modüler mutfak fikrini geliştirmek gibi. Ikea üretimi düşük maliyetli ülkelere kaydırma konusunda da çok erken davranmıştır. Önce Doğu Avrupa’daki ve daha yakın zamanda da Çin’deki üretime öncülük etmiştir. Bununla birlikte Ikea hâlâ su götürmez bir şekilde İsveçlidir. Şirket logosu İsveç bayrağının renklerinde, yani mavi-sarıdır. Ikea’dan alışveriş yapan yüz milyonlarca kişinin bildiği gibi, bu mağazaların insanı kendine çeken bir havası vardır. Mağaza restoranlarında, yaban mersini soslu köfte gibi geleneksel İsveç yemekleri sunulur. Tasarımcıların büyük kısmı İsveçlidir ve Ikea’nın klasikleşmiş çizgisine uygun, sade, şık ve pratik tasarımlar yaratmayı sürdürürler. Bu İsveçlilik unsuru, az gelişmiş ülkelere yönelik bir duyarlılığı ve çevresel/sosyal sorumluluklara yapılan bir vurguyu da kapsar. ÇÖZÜM BULMA SANATI Fakat en temel düzeyde Ikea, güçlü bir İsveç kültürünü ticari gayretle birleştirerek ticaretin de ötesine geçen bir şey yapmıştır: Ikea Avrupalıların yaşam tarzını değiştirmiştir. Ikea belirli bir üretim dalında dünyanın en düşük maliyetli üreticisidir ve bu özelliği sayesinde küresel başarıyı yakalamıştır. Fiyat kesinlikle önemlidir, ancak şirketin değer önermesindeki diğer üç unsur da önemlidir: Tasarım, kültür ve eğitim. Bunların üçü de önemli dersler taşır. Ikea mobilya satmaz; bir yaşam tarzını satar. Şirketin büyüme hızına bakılacak olursa, bu yaşam tarzında, özellikle başka Avrupa ülkelerinin yurttaşlarına çok cazip gelen bir şeyler vardır. Ikea değer önermesinin üçüncü unsuru eğitimdir. Şirketin misyonu sadece müşterileri değil sağlayıcıları da eğitmektir. Yani Ikea aslında bir okuldur. IKEA deneyiminin gösterdiği, tasarımda işlev ve etkinliğin her şeyden önce geldiği düşüncesidir. Yetenekli genç tasarımcılara bu fikri aşılarsanız, yaratıcı ve çarpıcı ürünler belirmeye başlar. Bir diğeri ise, yeni tüketici kuşaklarının ihtiyaçlarını anlamak için bir toplumun gelişim çizgisine bakmanız gerektiğidir. Tasarım pahalı bir şey olmak zorunda değildir. Ama burada, belki hepsinden daha önce gelen bir mesaj daha vardır: Para önemlidir ama bazı şeyler paradan daha önemlidir. Gelişmiş bir ekonomide, nezih ve doyurucu bir yaşam tarzını toplumun büyük çoğunluğu için ulaşılır hale getirebilirsiniz. İyi örgütlenmiş, etik ve düşünceli şirketler, bunun için gereken maddi varlıkları yaratabilirler. Eğer Ikea dünyanın öbür ucundaki tedarikçilerini eğitebiliyorsa, geliştirdiği fikir ve tutumlar gezegendeki tüm ürün ve hizmet sağlayıcıları üzerinde etkili olamaz mı? Ve bunlar tüm dünya ülkelerindeki çocukların eğitimine yardımcı olamaz mı? • Ürün satmayın, yaşam tarzı satın • Müşterilerinizi eğitin, tedarikçilerinizi eğitin • Bazı şeyler paradan daha önemlidir 8. New York Hayırseverliği Amerikalılar yerkürenin en cömert insanlarıdır. ABD’de insanlar dünyanın her yerinden daha fazla bağışta bulunurlar. Amerika bu serveti kullanarak harika kuruluşlar yaratır ve pazar etkinliklerinin insan ilişkilerinde bıraktığı boşlukları doldurur. 7 HAMISH McRAE ÇÖZÜM BULMA SANATI Kişisel serveti daha iyi bir dünya yaratmakta kullanma arzusu dünyanın her yerinde vardır, ama her nedense, hayırseverlik ruhu ABD’de dünyanın her yerinden daha etkili bir şekilde hayata geçirilir. Yardımseverliğin toplum geneline olan faydasını belirlemek zor olsa da, yerel topluluğun gördüğü yararları saptamakta böyle bir zorluk yoktur. Bunları herkes açıkça görebilir ve New York’ta bu durum yerkürenin her yerinden daha açıktır. Bu bir ölçüde ülkenin organizasyon dehasının bir uzantısıdır. ABD’li kuruluşlar, kaynak yaratmakta olağanüstü bir yeteneğe sahiptir. Bu akımın merkezi kesinlikle New York’tur ve bu yüzden de hayırseverlik ruhunun özünü yakalamak için en iyi yer burasıdır. • Hızlı hareket edin Amerikalıların, başka ülkelerin yurttaşlarına göre, sadece mutlak olarak değil oransal olarak da çok daha fazla bağış yaptıklarını görebiliriz. Ve onları bu davranışa yönelten bazı nedenleri—vergi avantajları ve sosyal statünün güçlenmesi gibi—ayırt edebiliriz. Ama burada söz konusu olan şey kesinlikle vericiliktir. Bu da Amerikan toplumuna farklı bir hava kazandırır. Bu farklılık bir ölçüde dinden ileri gelir. ABD’de yapılan bağışların yüzde 35’ten fazlası dini kuruluşlara gider. Ancak ABD’nin başka bir ayırt edici özelliği de, burada kendini hissettiren küresel bir itkidir. Eğer New York’ta yaşıyorsanız ve şu ya da bu ölçüde ayrıcalıklı bir konumunuz varsa, kültürü desteklemeye ve “bir şeyler yaratmaya” yönelik kolektif sivil sorumluluk geleneğinin bir parçası olursunuz. Ayrıca kentte, özel sektörün bunu daha iyi başardığı yolunda güçlü bir anlayış vardır. Amerika’da bağışların genellikle çok büyük tutarlar halinde değil, daha çok, görece orta halli milyonlarca insanın yaptığı daha küçük bağışlar halinde geliştiğinin de altını çizmek gerekir. Hayır kuruluşlarına katkıda bulunan insanlar bunun karşılığında elle tutulmaz bir şey kazanıyorlardı, gönüllü çalışmaların ruhunu hissediyorlar. ABD’de, sosyal refahla ilgili tüm yardım harcamaları devletin sosyal harcamalarının onda birinden azdır; yani hayırseverlik hükümet önlemlerinin yerini tutamaz. Her durumda “bağış ilişkisi”nin erdemlerini savunanlar, hayırseverliğin demokratik olmadığını kabul etmek zorundadır. Zenginler neden paralarını kullanarak sosyal öncelikleri belirleyebilsinler? Bunun cevabı onların zengin oldukları ve paralarını istedikleri gibi kullanabilecekleridir. Her şeye rağmen, hükümet görevlilerinin başaramadığı şeyleri hayırseverlerin başarabileceğini ümit etmek mantıklı görünür. • İtki yaratın • Parayı doğru harcayın High Line New York’un en yeni kamusal alanıdır—kent merkezi yakınındaki et paketleme bölgesinden Manhattan’ın batı yakasına kadar uzanan eski bir demiryolunun üzerine kurulmuş ince uzun bir parktır bu. Proje tamamlandığında parkın uzunluğu 1,5 mili bulacaktır. Eskiden kentin oldukça pis bir köşesi olan bu bölge, yaratıcı tasarımıyla ve park alanında iyi vakit geçiren genç ve havalı insanlarla şimdi yeni bir ışıltı kazanmıştır. Peki bunun hayırseverlikle ne ilgisi var? İki genç New York’lu buranın bir parka çevrilebileceğini fark etmiş, bir eylem grubu örgütlemiş, başlangıç parasını toplamış ve süreci harekete geçirmiştir. Sonunda kent yönetimi de yanlarına katılmış ve projeye parasal destek vermiştir, ama eğer sıradan New Yorklular yurttaşlık görevlerini yerine getirmeseler ve Amerikan hayırseverliğinin başka bir mucizesini gerçekleştirmeselerdi, bugün burada hiçbir şey olmayacaktı. 9. Ana Cadde ABD “Ana Cadde ABD” yazısı, dünyanın çeşitli yerlerinde kurulu Disneyland’ların giriş kapılarında insanları karşılar. Yüz yıl önceki küçük bir Amerikan kasabasının idealize edilmiş bir yorumudur bu—mağazalar, tavernalar, resmi binalar ve evlerin bir karışımı. Ne var ki eskiden Ana Cadde’de gerçekleşen etkinliklerin çok büyük bir kısmı bugün kent çeperlerindeki alışveriş merkezlerine ve kimliksiz iş merkezlerine taşınmıştır. Dolayısıyla burada kutlanmaya değer olan şey bir yer değil, bir ruhtur: ABD’nin elli eyaletine yayılmış orta büyüklükte yüzlerce kent ve kasabanın ruhu. O yüzden bugün Ana Cadde’yi Disneyland’ın Ana Caddesi ya da Wall Street’in bir tür karşıtı olarak değil, ülkenin her yerindeki bu topluluklara ait değerlerin bir simgesi olarak görmek gerekir. İyi işleyen her toplumun en temel unsuru, haklar ve sorumluluklar arasında iyi bir denge kurma becerisidir. Bana göre, orta büyüklükteki Amerikan kentlerinin dünyamıza özel katkısı da budur. 8 HAMISH McRAE Bunun birçok nedeni var. Her şeyden önce bunlar, daha hızlı peyda oldukları ve çoğu kez de daha hızlı geriledikleri için, dünyanın başka yerlerindeki şehirlerin birçoğundan farklıdır. Amerikalılar hareketlidir. Bir yerde yeni bir iş alanı açıldığında, insanlar çalışmak için oraya koşarlar. Bir fabrika ya da bir maden ocağı kapatıldığında, işçiler ailelerini alıp başka yerlere gider. Daha maceracı bir toplum, bir göçmenlik geleneği, daha az planlama kontrolü, geniş topraklar ve daha zayıf bir sosyal güvenlik ağı: Bu bileşim ABD kentlerini Avrupa’dakilere göre çok daha akışkan varlıklar haline getirir. Bunların uyum yeteneği daha fazladır çünkü orada yaşayan insanların doğası budur. İşte hikâyenin özü de budur. Ana Cadde ABD’yi özel yapan şey özel olmayışıdır. Orta büyüklükteki ABD kentlerinin en iyileri, eski resimli kartpostallardan fırlamış gibi görünen yerler değildir. Ünlülerin cirit attığı ışıltılı piyasa yerleri de değildir. Bunlar insanların işlerine gidip geldikleri ve aileleriyle ilgilendikleri yerlerdir—bu kentlerde insanlar birbirlerini kollar ve hayatlarını yaşarlar, ama her şeyden önce, toplumdan aldıklarından daha fazlasını topluma vermeye çalışırlar. Ana Cadde’nin Disneyland versiyonu hiçbir zaman bir gerçek olmamıştır; temsil edilen şeyin aslı, ülkenin her yerindeki binlerce kentte hâlâ canlı ve sağlamdır. Öncelikle bunlar insanların kendi seçimleriyle katıldıkları ve ayrıldıkları topluluklardır. Yurttaşları birbirine bağlayan bağlar tümüyle rızaya dayalıdır. İnsanlar kendilerini başka kentlerle rekabet halinde görmeye, iyi yurttaşlar olacak ve toplumun işleyişine katkıda bulunacak yetenekli ve çalışkan insanları kentlerine çekmek için çaba harcamaya teşvik edilirler. Eğer başarılı olurlarsa çok iyi; olamazlarsa da insanlar ayrılıp kendi yollarına giderler. Bunun çok çeşitli sonuçları vardır. Bu ABD kentlerinde gücün yukarıdan aşağı değil aşağıdan yukarı olması anlamına gelir. Bunu yaratan şey sadece demokratik süreç—yani bir belediye başkanının ve bir kent meclisinin seçimle iş başına gelmesi—değil aynı zamanda ekonomik dinamiklerdir. Liderler başarılı olamazlarsa nüfus azalır ve kentin gelirleri azalmaya yüz tutar. Eğer bir kent iyi yönetilen bir yer olarak görülürse bu insanları oraya çeker ve böylece kent nüfusu artar. Bu da olağanüstü işlek politikalar gerektirir: Yöre halkı geriye çekilip ulusal politikacılardan yakınmak yerine politikanın içine karışır, çünkü bunu yapmak kendi çıkarınadır. Bu aynı zamanda siyaset dışı etkinlikleri de güçlendirir: Kilise, okullar, spor kulüpleri. ÇÖZÜM BULMA SANATI Tüm toplumların bireysellikle toplumsallık arasında bir denge kurması gerekir ve bu ikisi arasında her zaman bir gerilim vardır. Elbette, hemen tüm yetişkin bireylerin kent yönetiminde bir oy hakkı ve dolayısıyla ne kadar zayıf da olsa bir sesi vardır. Ama herkesin ortak noktası hemen hemen bununla sınırlıdır. Yaşamın başka alanlarında, insanlar kendi seçimlerini yapmak zorundadır. Kiliselerini ya da dinsel topluluklarını kendileri seçerler. Hangi kulüplere üye olacaklarını, ne için bağışta bulunacaklarını, hangi sporlarla ilgileneceklerini kendileri seçerler. Hiç kimse sizi golf oynamaya ya da bıldırcın avına çıkmaya zorlamaz, ama eğer bunları yaparsanız, topluluğun o parçasının bir üyesi haline gelirsiniz. Öte yandan insanlar, özel olarak özdeşleştikleri toplumsal etkinlikleri seçerek kendi bireyselliklerini tanımlayabilirler. Ve eğer sizin özel ilgi alanınıza yönelik bir etkinlik bulunmuyorsa, o zaman bunu siz başlatırsınız. Bu aynı zamanda toplumun birden çok karar noktasına sahip olması demektir: Eğer belediye yetkililerinden kaynak elde edemezseniz, belki özel sektör size yardımcı olabilir; eğer Rotary Kulübü yurtdışında okumaya gidecek bir öğrencinin masraflarını karşılamaya yanaşmazsa, belki dinsel gruplardan biri ona bir burs sağlayabilir. Bu da doğal bir iyimserlik eğilimi taşıyan toplumlar yaratır. Ortada bir sorun varsa, insanlar bir araya gelerek bir çözüm bulurlar. • Akışkan olun, rekabet edin • Toplumsallık ve bireysellik arasında bir denge kurun • Kimlik ve kontrol duygusu kazandıran katılım türlerini destekleyin 10. Harvard: Dünyanın en iyi üniversitesi ABD dünyanın en iyi üniversitelerine sahiptir ve bunların arasında en iyisi de Amerika’nın en eski yüksek öğretim kurumu, yani 1636’da kurulmuş olan Harvard’dır. Kuşkusuz dünyanın başka yerlerinde de çok iyi üniversiteler olduğunu ve bunlar bazı alanlarda Harvard’dan daha başarılı olduğunu kabul ederiz. Ancak hepsini bir araya toplarsanız, dünya üniversitelerinin neredeyse her kataloğunda Harvard birinci sıraya yerleşir. 9 HAMISH McRAE Burası 3,5 milyar dolarlık yıllık gelirle ve 2008-2009 krizinden sonra 26 milyar dolara yaklaşan bağış fonuyla dünyanın en zengin üniversitesidir. Başarı parayı getirir—özellikle mezunlardan—ve para da başarınızı pekiştirmenizi sağlar. Harvard bir numaradır çünkü orada kalmak için çok çaba harcar. ABD yüksek öğrenimde bu şekilde öne çıkmayı nasıl başarmıştır? Bugün bunu neredeyse doğal bir şey, Amerikan ekonomisinin zenginliğinin kaçınılmaz bir uzantısı gibi görüyoruz, ama on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında öğrenim dünyasındaki manzara hiç de böyle değildi: İngiltere insan bilimlerinde ve bazı kuramsal bilim dallarında başı çekiyordu; Almanya bilimsel teknik uygulamalarda öne çıkmış ve Fransa da tıp alanında sivrilmişti. Amerikan üniversitelerinin bu tabloda adı bile geçmiyordu. Bunu değiştirmekte bir kişinin herkesten çok etkisi olmuştur. Bu kişi 1869’dan 1909’a kadar Harvard’ın rektörlüğünü yapan ve orayı modern bir araştırma kurumu haline getiren Charles William Eliot’tu. Eliot daha 35 yaşındayken Harvard’ın başına getirildiğinde, Avrupa’nın en iyi akademik uygulamalarını hayata geçirmeye—ve daha ileriye götürmeye—çalışmıştı. Eliot aynı zamanda ABD’nin Avrupa’dakinden farklı bir finansman modeli uygulayabileceğini ve uygulaması gerektiğini fark etmişti. Avrupa üniversitelerinin ağırlıklı olarak hükümet parasıyla desteklenmesine karşılık o üniversiteye kaynak sağlaması için özel sektörü ikna etmek istiyordu ve çevresi geniş bir Bostonlu olarak bunu rahatlıkla yapabilecek durumdaydı. Harvard İkinci Savaş sonrasındaki yükselişini özgeçmişlerine bakmadan en iyi öğrencileri kendine çekmeye çalışarak ve daha sonra potansiyellerini gerçekleştirmeleri için onlara yardımcı olarak gerçekleştirmiştir. Bir başka güç kaynağı da Harvard’a bağlı okulların sayısı ve bunların yapılanış biçimidir. Bu okullar üniversitenin bağışlarıyla ayakta tutulmuyordu, varlıklarını sürdürmek için kendi kaynaklarını kendileri yaratıyorlardı. Öğrencilerden ve okula kaynak sağlayan dış birimlerden gelen gelir akışını sürdürmek için okulların entelektüel üstünlükleriyle tanınmayı sürdürmeleri gerekir. Bu arada kaynak akışları onlara en iyi öğretim kadrolarını oluşturma şansını verir ki bu da elbette entelektüel standartlarını korumaları için şarttır. Burada çok önemli üç ders vardır, ancak maalesef bunlardan ilk ikisini kopyalamak çok zordur. İlki yaşın önemli olduğu- ÇÖZÜM BULMA SANATI dur; büyük üniversiteler görünüşe göre yüzlerce yılda kurulmaktadır, iyi bir üniversite yaratmanın çoğu kez bir yüzyıla yakın bir zaman aldığı gerçeğini yok saymak olanaksızdır. İkinci önemli ders ise elmasın elmasla yontulduğudur. Daha düz bir ifadeyle, öğrencilerin ve üniversitenin kalitesi pozitif bir geri bildirim döngüsü oluşturur. Üniversitelerin yeteneği kendilerine çekmeyi bildikleri gibi onu ellerinde tutmayı da bilmeleri gerekir. Bu da bizi üçüncü önemli noktaya götürüyor. Kendinden hoşnutluk felaket demektir. Çok büyük bir saygınlığa ve muazzam bir bağış fonuna sahip olduğu için Harvard’ın kendini enikonu güvende hissettiğini düşünebilirsiniz. Bu doğru değildir. Harvard’dan gelen başka dersler de vardır—örneğin, kümelenmelerin önemi gibi. Bu yüzden Harvard, hemen Charles Irmağı’nın karşısında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü gibi dost bir rakibe sahip olduğu için şanslıdır. Yine o yakınlarda, Wellesley ve Brandeis gibi başka üniversiteler de vardır. Bunları bir araya toplarsanız, Boston bölgesi, akademik açıdan dünyanın en cazip noktalarından biri olarak öne çıkar. Bu da eleman alımlarında kolaylık yaratır, çünkü karı-koca akademisyen aileler için iş olanakları çok geniştir; Harvard eğer bir yıldızı kendine çekmek istiyorsa, yıldızın eşi de çoğunlukla kendine uygun bir pozisyon bulabilir. Bu aynı zamanda tüm bölgeye kültürel bir canlılık kazandırır. Ama geriye çekilip bakacak olursak, bence hepsinin içinde en önemlisi, mükemmelliğin kendinden hoşnutlukla değil rekabet ruhuyla kovalanması ve bu aralıksız mükemmellik arayışının sadece kuruluşun kendisine değil tüm topluma ve daha ötesine yararlar sağlamasıdır. • Yaş önemlidir—bu avantajı kullanın • Elmas elmasla yontulur • Kendinden hoşnutluk felakettir 11. Kuzey Amerika’nın En İyi Kayak Merkezi Doğal ve ekonomik bir çok nedenden Kanada’daki Whistler’dan bir kayak merkezi olarak önemli bir başarı bekleyemezsiniz. Oysa Whistler olağanüstü başarılıdır. Neden? Evet, yönetim becerikli ve düzgündür. Ama daha önemli olarak Whistler, az sonra üzerinde duracağım bir özelliğe sahip10 HAMISH McRAE tir—bu özel olarak Kanada’ya ait bir şeydir ve eğer şişelenip başka ülkelere satılması mümkün olsaydı, Kanada’nın tüm dünyayı önüne katmasını sağlardı. Whistler’da herkese göre bir şey vardır. Burası doğal olarak, bir kayak merkezinin temel hedefini karşılar. Ancak Whistler’ın en parlak fikri, dağ konukçuları bulundurmasıdır. Bunlar genellikle gönüllü çalışan emeklilerdir; insanları tepede karşılar ve onları en iyi karın olduğu yerlere yönlendirirler. Aynı zamanda günlük kayak turları yürütürler. Bu hizmet tamamen ücretsizdir ve konukçular da bunun için para almazlar. Tesiste belirli bir süre hizmet vermeleri karşılığında, teleferik sistemini bir yıl ücretsiz kullanma hakkı kazanırlar. Bir yıl ücretsiz kayak yapma olanağı yabana atılacak bir şey değildir ve konukçuların varlığı da emeklilik hayatının güzellikleri için etkileyici bir reklamdır. Burada, Kanada’nın üretmeyi ve yaymayı iyi bildiği bir şey daha vardır: Ülkenin en iyi yüzünü yansıtan özel bir görgü, cazibe ve terbiyedir bu. Kanada’nın şişeleyip satması gereken özellik işte budur: Kendiyle barışık bir toplumun o huzurlu cazibesi. Gururla karışık bir özgüven, oteldeki kapıcıdan Küçük Kırmızı Koltuğu (teleferiklerden en eski ve en yavaş olanı) işleten öğrenciye kadar her yerde kendini hissettirir. Ama en çok da, ziyaretçileri rahat ettirmek ve onlarda yeniden gelme isteği uyandırmak için samimi bir çaba görürsünüz. Yabancıları rahat ettirmeye yönelik içten bir arzunun yarattığı büyülü bir hava. Bu belki de, sert geçen kış aylarının konukseverliği teşvik etmesiyle ilgilidir—zorlu hava koşullarının doğurduğu bir hayatta kalma içgüdüsüdür. Ben burada belli başlı dersler görebiliyorum. Birincisi, ayrıntılara özel olarak dikkat etmeniz gerekir. Whistler’ın en dikkat çekici özelliği düzenli yapısıdır. Bu da tüm merkezde bir şenlik havası yaratır. İkinci ders altyapıya yatırım yapmaktır. Bu da bizi üçüncü noktaya götürüyor: İnsanlar ikonik yapılardan hoşlanırlar ve mekânların bunlara ihtiyacı vardır. Bugün Whistler ona bir kimlik kazandıran bir şeye sahiptir. İkon haline gelmiş olan özel teleferik sistemi, zaten büyük bir kayak merkezi olan Whistler’ı bir adım daha ileri taşımıştır. • Ayrıntılara dikkat edin • Altyapıya yatırım yapın • Kimlik oluşturacak bir şey yaratın ÇÖZÜM BULMA SANATI 12. Dubai’de Emlak Geliştirmeai’de Emlak Dubai dünyanın en hızlı büyüyen kentidir. Dünyanın en büyük kapalı alışveriş merkezi Dubai’dedir. Dünyanın ilk yedi yıldızlı oteli Dubai’de açılmıştır. Dünyanın en yüksek binası Dubai’de yapılmıştır. “Dünya”nın kendisi bile buradadır—bir dünya haritası çizecek şekilde oluşturulmuş yapay adaların üzerine yaşam alanları kurulmuştur. Tüm bu cümleleri birleştiren şey, Dubai’nin, emlaka dayalı bir ekonominin—tüm dünyadaki—en uç örneği olmasıdır. Ancak, emlaka dayalı çıkışların birçoğu gibi Dubai’nin yükselişi de 2009 sonunda ani bir şekilde sonlanmıştır. Diyebiliriz ki bu emlak alanında dünyanın en büyük fiyaskosu haline gelmiştir. Ama ben inanıyorum ki zaman içinde bu inanılmaz kent devleti bölgedeki ağırlığını geri kazanacaktır. Bir Ortadoğu çölünün kıyısındaki bu küçücük liman, iki kuşaklık bir zaman dilimi içinde, 1,5 milyon nüfuslu büyük bir kent devletine dönüşmüştür. Bölgenin doğal avantajları kısıtlıdır ve petrol kaynakları fazla değildir, ancak Dubai yola çıkarken daha başka bir şeye sahipti: Emlak geliştirmeyi bir ekonomik kalkınma yöntemi olarak kullanan kent yöneticilerinin sınırsız ve güç verici özgüveni. Dubai “inşa edin gelsinler” felsefesinin en çarpıcı örneğidir. Dubai kendi ekonomik işlevini kendisi yaratmıştır. Burası devasa bir şantiyedir. Ama bu dev şantiyenin bir özelliği de, ekonomik bir hinterlanda sahip olmamasıdır: Burada kenar mahalleler yoktur, çiftlikler ve bahçeler yoktur, sanayi bölgeleri yoktur. Sonu gelmeyen gökdelenlerin arkasında ise deniz ya da çöl arazisi uzanır. Yerli halkın nüfustaki oranı yüzde 20’den az ve dolayısıyla Dubai, oransal olarak, dünyanın en büyük göçmen topluluğuna sahip. İnşaat ekipleri genelde iki yıllığına gelir ve bu sürenin sonunda iki ay izin kullanırlar. Ailelerini arkada bırakarak lojmanlarda yaşar ve evlerine para gönderirler. Sonunda ülkelerine döner ve belki kazandıkları parayla bir iş açar, ama aynı zamanda bir emekli aylığına kavuşurlar. İnsan Hakları İzleme Örgütü bu işçilerin koşullarını “insanlık dışı” olarak tanımlamıştır ve kimilerine göre bu haklı bir yorumdur. Çok daha küçük bir topluluk olan İngiliz göçmenlerin yaşamı ise bundan çok farklıdır. Evlerinde yardımcılarla lüks dairelerde yaşarlar ve çocukları genellikle İngiltere’deki yatılı okullarda eğitim görür. 11 HAMISH McRAE Anacak Dubai’ye kalıcı olarak yerleşemezsiniz. Vizeniz süresiz olarak uzatılabilir, ancak bunun gerçekleşmemesi her zaman mümkündür. Ve elbette, yabancıların hiçbir siyasi gücü yoktur. Dubai daha şimdiden Ortadoğu’nun en önemli tıp merkezidir ve aynı zamanda bir medya ve finans merkezi olma yolundadır. Londra İşletme Okulu, 2006 yılı sonunda burada bir şube açmıştır. Önemli bir soru, çok küçük bir elitin kontrolünde yukarıdan aşağı yönetilen ve işleri kendi yurttaşlarına saklayan bir toplumun, hedeflerine ulaşmak için gerek duyduğu uluslararası yeteneği kendine çekmeyi sürdürüp sürdüremeyeceğidir. Yabancıların tamamen gücün dışına itildikleri—deyim yerindeyse, su geçirmez bölmelerde tutuldukları—bir toplum yaratmak ve aynı zamanda oraya sevgiyle bağlanmak, neredeyse Dubai’nin ekonomik başarısı kadar muazzam bir başarıdır. Kontrol onların elinde olduğu sürece ya da bir kontrol duygusuna sahip oldukları sürece, Dubai işleyen bir yer olmayı sürdürecektir. Derslerden biri gün gibi açıktır: Bir vizyona dayalı emlak geliştirme projeleri olağanüstü zenginlikler yaratabilir. Burada tüm yapsatçıların duyması gereken bir mesaj vardır: Bugün, aslında Viktoryen döneme benzer bir şekilde, insanların kaliteye para ödemeye hazır oldukları bir çağda yaşıyoruz. Bugün Dubai’de yükselen binaların birçoğu önümüzdeki otuz yıl içinde muhtemelen yıkılıp gidecektir, ama bunlar sanki sonsuza dek kalmaları gerekiyormuş gibi inşa edilmiştir. Bir başka ders de, emlak projelerini kullanarak hizmet sektörleri yaratmaktır. Temel talebin orada olması şartıyla, bir liman ya da havaalanı örneğinde bunu açıkça görebiliriz. Aynı şey alışveriş merkezleri için de geçerlidir ve bölgede bununla ilgili temel talebin yüksek olduğu çok açıktır. Ancak başka bazı yapıların ardındaki daha yenilikçi düşünce, gayrımenkulleri temalı hizmetler yaratmakta kullanmaktır. Buna uygun olarak Dubai, bir tıp kenti, bir finans kenti ve bir de medya kenti inşa etmektedir. Tıp kentinin başarılı olacağı daha şimdiden oldukça açıktır. Körfez bölgesinde üst kalite tıp hizmetlerine yönelik karşılanmamış büyük bir talep vardır ve Dubai bunları yerleştirmek için ideal bir yerdir. • Vizyona dayalı emlak geliştirmeyle büyük zenginlik yaratılabilir ÇÖZÜM BULMA SANATI • En iyisini yapın—ödün vermeyin • Emlak geliştirmeyi hizmet sektörleri yaratmakta kullanın Bu olağanüstü ekonomik ve sosyal deneyin nasıl sonuçlanacağına eninde sonunda pazar karar verecektir. Dubai’nin sergilenen özelliklerinden hangilerinin tutulup hangilerinin tutulmayacağını pazar belirleyecektir. Benim tahminime göre, tüm Ortadoğu’ya zarar verecek bir felaket yaşanmadığı sürece, Dubai Körfez bölgesinin başlıca finans ve ticaret merkezi olmayı sürdürecek ve tüm bölgenin en büyük finans merkezi haline gelecektir. 13. Afrika’da Cep Telefonu Hizmeti Bugün Afrika dünyanın en hızlı büyüyen cep telefonu pazarına dönüşmüş ve 2009 yılında bazı ülkelerin kişi başına cep telefonu sayıları neredeyse ABD ve Japonya’dakine ulaşmıştır. Cep telefonu teknolojisi Afrika kıtasını dönüştürmüştür ve Afrikalılar bugün dünyada cep telefonlarının en yaratıcı kullanıcılarıdır. Neredeyse diyebilirsiniz ki, bilgisayar dünyanın geri kalanı için neyse cep telefonu da Afrika için odur. Afrika dünyanın en yoksul kıtasıdır ama son derece yaratıcı ve girişimci insanlara sahiptir ve cep telefonu bu insanları özgürleştirmiştir. Bu süreçte cep telefonu operatörleri, bir yandan kendi işlerini yaparken bir yandan da Afrika kıtasına iyi iş uygulamalarını öğretirler. Ancak asıl ilgi çekici olan bu sistemlerin nasıl kullanıldığıdır. Bu bazen, insanların iletişim teknolojilerini kullanarak işlerini daha iyi yapmanın yollarını bulmalarıyla olur. Bunun dışında bir etki daha vardır. Bir bölgede yaşayan biri bir cep telefonu edindiğinde, arama başına küçük bir ücretle onu başkalarına kiralayabilir. Böylece cep telefonu sahibi olmak küçük bir işe dönüşebilir. Cep telefonlarındaki bu yaygınlaşma, insanların kendilerini toplumdan kopuk hissettikleri kırsal alanlarda özel bir önem kazanır. Bu insanlar için cep telefonu özgürlük demektir. Cep telefonlarının irili ufaklı başka birçok kullanımı vardır— küçük de olsa bunlar kullanıcılar için önemlidir. Bir örnek, hastanelerin insanlara ilaçlarını almalarını hatırlatmak için telefon mesajlarını kullanmasıdır. Ama belki de bugüne dek görülmüş en çarpıcı kullanım şekli, cep telefonlarının para transferlerinde kullanılmasıdır. 12 HAMISH McRAE Bugün bu fikir tüm Afrika kıtasına yayılıyor. Fikir çok basit: İnsanlar telefonlarında bir banka hesabı açıyorlar ve yerel aracılarda, banka ve mağazalarda bu hesaptan para çekebiliyor, para yatırabiliyorlar. Faturalarını ödemek ya da makineden para çekmek için bir banka kartı kullanıyor ve başkalarına çok küçük bir ücretle havale gönderebiliyorlar. Şu anda bu sistem esas olarak para transferleri içindir ama muhtemelen yavaş yavaş başka bankacılık hizmetlerini de içine alacaktır. ÇÖZÜM BULMA SANATI Afrika’daki en önemli yatırım projeleri, dünyanın öbür ucundaki yardım kuruluşları tarafından değil toplum tarafından finanse edilir. Bunların yönetimi hemen her zaman özel sektördedir, kamu hizmeti kuruluşlarında değil. Hükümet bürokrasileri tarafından planlanmaz, sadece tüketici talebine karşılık verirler. Ve bu yöntem çalışır. • İletişim ekonomik gelişimin anahtarıdır • Özel sektör yetkinliği, uygulamalı bir işletme okulu yerine geçebilir • Tüketicilerin paralarıyla ne yaptıklarına dikkat edin Olanaklar bölgeye yayıldıkça ve çok ucuz telefonlar gibi donanım yenilikleri ortaya çıktıkça, Afrikalılar, cep telefonu hizmetini başka ekonomik işlevler için kullanmanın yollarını bulmaya devam edecektir. Ama öyle sanıyorum ki, bunun sosyal ve demokratik içerimleri daha da önemli olacaktır. Bu elbette enformasyon devriminin bilinen özelliklerinden biridir. Enformasyon gücü dağıtır. Bu bakımdan Afrika dünyanın herhangi bir yerinden farklı değildir. Ancak bu kıtada yönetişim sorunları daha fazla olduğu için, cep telefonlarının yönetimlerin performansı üzerindeki etkisi daha büyük olacaktır. Evet, bu sadece marjinal bir etkidir. Ama yine de güç dengesini, başlangıçta çok az da olsa, seçkinlerden sıradan insanlara doğru kaydırır. Kilit nokta kullanım alanlarıdır. Cep telefonu teknolojisi küresel standarttır. Şebekeleri kuran ve yaratıcı kullanım alanlarına gelişme imkânı veren en iyi şirketler küresel standarttır. Bu kutlanmaya değer bir şeydir. Ama insanların kendileri için bulup çıkardıkları “aşağıdan yukarı” kullanım yolları ve bunların sonuçları da kesinlikle aynı derecede ilgi çekicidir. Burada öncelikli bir mesaj varsa, o da iletişimin ekonomik kalkınmanın anahtarı olduğudur. Bu da başka bir noktaya ışık tutuyor. Cep telefonu operatörleri, özel sektör yetkinliğinde dünyaya yol gösteren bir işaret ışığına dönüşmüştür. Bu şirketler, çalışan altyapılar kurar, bunların bakımını yaparlar. Eğitilmiş temsilci ağları oluşturur ve böylece muhasebe uygulamalarını ve yönetim tekniklerini yayarlar. Cep telefonu şirketleri, uygulamada, Afrika’ya işletme bilimini öğretirler: Fiyatlandırmayı, insan kaynaklarını, eğitimi. Bunlar aslında uygulamalı iş okullarıdır. Aynı zamanda yüksek vergiler verir ve böylece devlet hizmetlerine destek olurlar. Bu durumda belki şu nokta üzerinde düşünmemiz gerekiyor: Cep telefonu hizmeti sadece ekonomik bir araç mıdır, yoksa aynı zamanda değişim yaratacak bir sosyal ve politik güç haline gelebilir mi? Bu soru, başka çok büyük soruları beraberinde getirir. Cep telefonu demokrasinin yayılmasına yardım edebilecek bir araç mı? Sıradan insanlara, kendi insan sermayelerini daha iyi değerlendirme gücünü verecek mi? En azından dolaylı yollarla yönetişimi iyileştirecek mi? Eğitime katkıda bulunacak mı? Sağlığa katkıda bulunacak mıdır? Savaşları sona erdirecek mi? Belki sonuncusu hariç, belli bir noktaya kadar bunların hepsini yapacak. Bu basit teknoloji, Afrika toplumlarının sıra dışı yaratıcılığıyla birleştiğinde, Afrika’nın belki daha şimdiden içine girmiş olduğu yön değişikliğini gerçekten perçinleyebilir. 14. Mumbai’nin Varoşları Mumbai’ye giderken Dharavi’yi sol tarafınızda görürsünüz. Burası: Nüfusu 750 binle bir milyon arasında değişen, dünyanın en büyük gecekondu mahallesidir. Ve burası aynı zamanda, bana göre, dünyanın en iyi gecekondu mahallesidir. Dharavi Dünya Bankası’nın tanımına göre standart altı barınma koşullarının ötesine geçmiştir ve Batılı gözüyle burası felaket bir yerdir. Aynı zamanda çok kalabalık olduğu da kesindir çünkü insanlar bir buçuk kilometrekarenin içine sıkışmıştır. Ama orada yaşayan insanların gözünden bakarsanız, burası sefil bir yer değildir. Gerçekten çok zor koşullara sahip, ama sakinlerinin büyük kısmına düzgün bir hayat sağlamak için kendini örgütlemiş bir toplumdur bu. 13 HAMISH McRAE Hükümetler gecekonduları yıkabilir ve insanları yüksek apartman bloklarına doldurabilir—dünyanın her yerinde yapılan budur. Çok daha zor başarabildiğimiz bir şey ise topluluklar yaratmaktır. Ve göz ardı edilemeyecek tüm sorunlarına rağmen, Dharavi yaşayan bir topluluktur. Her yerleşim için, başarı kriterlerinden biri insanların orada yaşamayı seçip seçmedikleridir. Uzun süreli sakinler için, Dharavi kendi seçimleriyle geldikleri bir yerdir. Dharavi’de yaşayanlar bir derneğin yardımıyla kendi okullarını kendileri yapmıştır. Dernek öğretmenleri tutar, sınıfı kiralar ve öğretim malzemesini sağlar, ama ailelerden de, çok ufak da olsa bir katkıda bulunmaları istenir. İnsanlar verebildikleri kadarını verirler, dolayısıyla okulun yaptığı işi önemserler. Öğretimde onların da bir söz hakkı vardır. Bu uzaktaki bir eğitim bakanının yönettiği bir faaliyet değildir— öğretmenlere neyi nasıl öğreteceklerini anlatan yönergeler ve politika hedefleri yoktur. Bu okullar derneğin çabasıyla kurulmuştur, ama temelde yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı girişimlerdir. Her kentin vazgeçilmez hizmetlerinin bu önemli parçası, ilkokul eğitimi, Dharavi’de canlıdır. Aslına bakılırsa, Dharavi bir bütün olarak canlıdır. Burası bir arı kovanı gibidir. On kişiden dokuzunun bir işi vardır—bazıları Dharavi’nin içinde, buradaki binlerce küçük “fabrika”da çalışırlar. Bazıları da Mumbai bölgesindeki işlerine gidip gelirler. Kamu hizmetlerinin genelde çok yetersiz olmasına karşın, özel sektör bu boşlukları doldurmanın yollarını bulmuştur. Suçlar çok azdır ve kent büyük ölçüde kendi düzenini kendisi sağlar. Sağlık hizmetleri muhtemelen şehrin diğer yoksul bölgelerindekinden daha kötü değildir ve doğal olarak insanların günlük ihtiyaçlarına karşılık veren çok sayıda pazar oluşmuştur. Bu da bizi, Dharavi’yi anlamanın anahtarı olarak gördüğüm bir noktaya götürür: Burası büyük bir sanayi merkezidir— Dharavi’de çok büyük üretim gerçekleşir. Burası insanların hem yaşadıkları hem de çalıştıkları bir yerdir. Dharavi’de mikro girişimcilere ait 15 bine yakın küçük işletme vardır. Dharavi’nin aynı zamanda çevreye yararlı bir işlevi de vardır: On dokuz milyonluk Mumbai’nin atıklarının geri dönüşümü büyük oranda Dharavi’de gerçekleşir. Yığınlar halinde biriktirilen plastik, kumaş, metal, kâğıt, cam gibi malzemeler işlenerek yararlı şeylere dönüştürülür. Dharavi’nin geri ÇÖZÜM BULMA SANATI dönüştürme işlerinde 250 bine yakın insan çalışır. Ne var ki çöp toplama ve ayıklama işinin önemli bir kısmı ne yazık ki çocuklar tarafından yapılır. Çalışma ücretleri—en azından yetişkinlerin durumunda—bu işleri yapmak için köylerden gelen tarım işçilerine göre çok daha yüksektir, ancak sağlık ve güvenlik denetimleri yetersizdir. Dharavi’de kamu hizmetleri yok gibi bir şeydir. Burada hastane yoktur ve devlet okullarının sayısı çok azdır, ancak sınırın hemen ötesinde iyi bir belediye hastanesi vardır. İçme suyu on beş günde bir tankerlerle getirilir. Lağım suyu açık kanallara boşalır ve bu da tahmin edileceği gibi ciddi sağlık sorunları yaratır. Belediye otoritesinin yokluğunda, gayrimenkuller “varoş ağaları” tarafından yönetilir. Bunlar bir düzeyde, olmayan belediye hizmetlerinin sağlayıcıları olarak çalışırlar, ancak önemli olan bunların yasal ve etik standartlar içinde çalışan normal ticari işletmeler mi, yoksa mafya tipi örgütlenmeler mi olduklarıdır. Dışarıdan bakan birinin görebileceği kadarıyla, varoş ağaları emlak işini düzenli bir şekilde örgütlerler. Bununla birlikte, bana göre Dharavi’nin sosyal sorunları, gelişmiş Batı’nın benzer büyüklükteki birçok kentine göre daha başa çıkılır bir ölçektedir. Çoğu Batı kentinde, uyuşturucunun, suçun ve sefaletin yüksek düzeyde olduğu yoksulluk bölgeleri göz önüne alınırsa, Dharavi’nin “kötü” bir yer olduğu söylenemez. Dharavi’nin sorunları özünde sosyal değil fizikseldir ve fiziksel sorunların çözümü de daha kolay olsa gerektir. Dolayısıyla dünyanın geri kalanının bundan öğreneceği çok şey vardır. Buradaki daha genel mesaj ise şudur: Kaçak bile olsa çok karmaşık bir yapıya sahip bir kentin olağanüstü çapraşık ekonomik ilişkilerine müdahale etmek isteyen herkes, algılanan sorunlara karşı birtakım teorik çözümler üretmek yerine, pazarın işaretlerini dinleyerek insanların gerçekten ne istediğini anlamak zorundadır. Eğer insanların isteklerini dinlerseniz yapılması gerekeni yapabilirsiniz. Eğer dışarıdan bir çözüm dayatırsanız bu çözüm başka yerlerde başarılı olmuş görünse bile, hata yapmaya yatkın hale gelirsiniz. • İnsanların davranışları isteklerini yansıtır • Ekonomik faaliyet, sağlam ve kendine yeten toplumlar yaratmayı kolaylaştırır • Ayrıntılarla uğraşın 14 HAMISH McRAE 15. Bangalore’nin İleri Teknoloji Endüstrileri Hindistan’ın ileri teknoloji şirketleri deyince Bangalore’yi düşünürsünüz. Bangalore, 2009 yılında 6,5 milyona yaklaşan nüfusuyla Hindistan’ın üçüncü büyük kenti haline gelmiştir. Burası aynı zamanda ülkenin en hızlı büyüyen kentidir ve Hindistan’ın en zengin kentleri arasındadır. Neresinden bakarsanız muazzam bir başarı hikâyesidir bu. Ama aynı zamanda zorluklara karşı kazanılmış bir zaferin öyküsüdür. Bangalore’yi o kadar büyüleyici yapan da işte bu tuhaf paradokstur: Bangalore zenginleşmenin bir yolunu bulmakla kalmamış, bunu ciddi zorluklarla yüz yüze olduğu halde yapmıştır. Bangalore hakkında ilk anlaşılması gereken şey kentin konumudur. Burası en yakın liman kenti Çennai’ye 200 mil uzaklıktadır. Bangalore, üretimini ihraç etme olanağına sahip değildi—bunun tek yolu üretimin elektronik olarak ihraç edilmesiydi. Bangalore, dünyada sanal ürün ve hizmetler üzerine bir ihracat sektörü yaratmış ilk büyük kenttir. Anlaşılması gereken ikinci nokta, Bangalore’nin Hindistan standartlarında bile pek iyi yönetilen bir kent olmadığıdır. Bangalore’de yaşayanlar, yolsuzluktan, birçok kamu hizmetinin yokluğundan, trafik sıkışıklığından ve kentsel büyümenin çevreye verdiği zarardan acı acı yakınırlar. Ve anlaşılması gereken üçüncü nokta da bu kentin, yetenekli, eğitimli, enerjik genç insanlarla dolu olduğudur—aslına bakılırsa Bangalore belki de Hindistan’ın en kaliteli insan sermayesine sahiptir. Bangalore’nin bir de avantajı vardır: Burası akıllı insanların yaşamayı seçtikleri bir yerdir. Kent halkının 40 bin kadarı bir doktora derecesine sahiptir. Bağımsızlıktan sonra, Bangalore İngilizlerden kalma bir askeri merkez olduğu için temel Hint savunma sanayiinin gelişimi için doğal tercih olmuştu. Bu yüzden Hindistan’ın uzay ve nükleer programları Bangalore’de geliştirilmişti. Bütün bunlar, 1980’li yılların başlarında Bangalore’yi ileri teknolojide, araştırmada ve eğitimde Hindistan’ın başlıca merkezi haline getirmiştir. Sonra internet gelmiştir. İletişim devrimi Bangalore’ye birkaç dalga halinde çarpmıştır. ÇÖZÜM BULMA SANATI 1980’li yıllar boyunca, Hindistan’ın iyi eğitimli ama düşük ücretli üniversite mezunları kitlesi, daha çok büyük Amerikan şirketleri tarafından temel bilgisayar programlarının yazılımında kullanılmıştı. Infosys, Wipro ve Tata Danışmanlık gibi yerli şirketler, yabancı yazılım anlaşmaları üzerinden gelişmişti. Ardından 1990’lı yıllarda, çağrı merkezleri ve (muhasebe gibi) arka ofis hizmetleri dalgası geldi. Yeni binyıla girildikten sonra, Intel, Oracle ve Microsoft gibi şirketlerin gerçek Ar-Ge kapasiteleri geliştirmeleriyle, Bangalore beceri zincirinde daha yukarıya tırmanmaya başladı. En son dalga ise biyoteknoloji oldu. Sadece Bangalore’de, her yıl üniversitelerden 25 bin öğrenci mezun olur—bu neredeyse ABD’deki tüm üniversitelerden mezun olan öğrenci sayısına eşittir. Ancak en son trend, ABD’de yerleşik, çoğunluğu Hint asıllı şirket çalışanlarının, işlerini yapmak için Bangalore’ye gelmeleri olmuştur. Bunun sonucu olarak şehir merkeziyle bilim parkları arasında, tıpkı Silikon Vadisi’ndeki yerleşimlere benzer güvenlikli siteler ortaya çıkmıştır. Çeşitli unsurların bu hikâyedeki önemini anlayabilmek için şunlara da bakalım: Herkesin üzerinde birleştiği ilk nokta, çeşitliliktir. Bangalore, coğrafi olarak üç büyük dil bölgesiyle sınırdaştı: Telugu, Tamil ve Kannada. Dinler arasında sorunsuz bir ilişki vardı; camiler, tapınaklar ve kiliseler yan yanaydı. Son 200 yıldır kentte ne bir savaş ne de bir karışıklık yaşanmıştı. Burada Güney Hindistan’daki kıyı kentlerinin ticaret kültüründen bir şeyler vardı ve bir kıyı kenti olmamasına rağmen, burası insanların ticaret yapmayı doğal buldukları bir yerdi. İkinci unsur eğitimdi. Tata Enstitüsü elbette çok büyük rol oynamıştı, ancak daha genel bir nokta da vardı: Eyaletin bilimsel yatırımları Bangalore’ye yönelmiş ve burayı, kamu fonlarıyla desteklenen bilimsel etkinliklerde Hindistan’ın en büyük kompleksi haline getirmişti. Üçüncüsü kentin fiziksel konumuydu. Arazi yeterliydi ve en azından şu ana kadar kentte su sorunu yoktu. Söylenenlere göre, kentin başarısında rolü olmayan tek unsur hükümetti. Evet, ulusal hükümet burayı devlete ait ileri teknoloji endüstrisinin baş merkezi yapmıştı. Ama ne hükümet, ne eyalet yönetimi, ne de belediye, kenti Hintli ya da yabancı özel şirketler için bir merkez haline getirmekte bir rol oynamıştı. Çok şaşırtıcı bir şekilde özel şirketler, temel olarak kendi çalışanları için paralel hizmetler oluşturarak—elektrik, ulaşım, 15 HAMISH McRAE sağlık, hatta bazen barınma gibi—bu engelleri aşmayı başarmıştır. Bangalore’nin göz kamaştırıcı bir hızla Hindistan’ın bilgi endüstrileri başkenti haline gelişi büyük ölçüde planlanmamış bir gelişmedir. Özel sektörün ve kamu sektörünün katkıları bir şekilde birleşmiş ve beklenmedik bir sonuca yol açmıştır. Benim Bangalore’den öğrendiğim ilk önemli ders şu oldu: Bir kentin başına gelebilecek en iyi şey, kaliteli bir üniversiteye ve başka eğitim kuruluşlarına sahip olmaktır. İkinci ders de bunun bir uzantısıdır: Akıllı insanların, işbirliği yapmak, rekabet etmek, sosyalleşmek ve bazen de aile kurmak için birbirlerine ihtiyacı vardır. Bu yüzden de bir araya toplanırlar. İnsan sermayesinin en önemli sermaye türü olduğu bir dünya, tepeler ve düzlüklerden oluşan bir dünyadır. Bu da yaşamak için cazip hale gelen ve bu özelliğini koruyan yerlere değer kazandırır. Bir kent iklimini değiştirmek için fazla bir şey yapamaz, ama ekonomik büyümenin kentin cazibesine zarar vermesini önlemeye çalışabilir. • Akıllı insanları getirin—hareketi onlar yaratsın • Kritik kütle her şeyi değiştirir • Çeşitlilik yeteneği çeker 16. Şanghay belediyesi Şanghay fenomeni oraya giden herkesi şaşkınlığa düşürür. Çin’de hızlı bir büyüme içinde olan ve ülkenin ekonomik patlamasına yön veren daha birçok şehir vardır. Fakat hiçbir yer servet üretiminde Şanghay’la yarışamaz. Hiçbir yerde, dikkatli ve kararlı yukarıdan aşağı planlama süreçleri, aşağıdan yukarı yerel girişimcilik coşkusuyla bu kadar iyi birleşmemiştir. Şanghay’ı inanılmaz bir hızla uyuşuk bir balıkçı kentinden muazzam bir küresel metropole dönüştürüp ülkenin dünyaya açılan başlıca penceresi haline getiren şey, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki uluslararası ticaret olmuştu. 1949’da, Komünist Devrim’in hemen öncesinde Şanghay, New York ve Londra’dan sonra dünyanın üçüncü büyük borsasına sahipti. Şanghay’ın yeniden eski görkemli günlerine doğru tırmanışa geçmesi ancak 1992’den sonra, Deng’in kente yaptığı bir ziyaretle mümkün oldu. Ardından akıl almaz bir on yıl yaşandı. ÇÖZÜM BULMA SANATI Şanghay, kentin köhnemiş altyapısını baştan başa yeniledi. Sadece on yıl içinde, yeni çevreyolları, yeni yükseltilmiş otoyollar, bir yeraltı metrosu, yeni tüneller, yeni köprüler, bir opera binası, Batı tarzı oteller, yüzlerce yeni ofis binası ve yeni bir havaalanı inşa etti. Hepsinin içinde en inanılmaz olanı ise, kendi halinde bir yerleşim ve tarım bölgesi olan Pudong’un ileri teknoloji kentine dönüştürülmesi oldu. Eğer Şanghay sadece Çin’in yükseliş dalgasına tutunmuş olsaydı bu oldukça sıradan bir hikâye olurdu. Burası ülkenin en büyük kenti, en büyük limanı, anakaranın en büyük finans ve başlıca iletişim merkezidir; ülkenin çalışkan, hırslı ve girişimci insanları burada toplanmışlardır. Şanghay belediye yönetimi , burasını tüm Doğu Asya’nın başlıca finans merkezi haline getirmek gibi görkemli bir vizyona sahipti. Şanghay’da yaptığmı görüşmeler dört noktayı su yüzüne çıkardı: Birincisi, çok uzun dönemli birbakış geliştirmek gerekiyordu. Alınan kararların kentin geleceğini bir yüzyıldan uzun bir süre etkileyeceği anlayışı hâkimdi. Pudong açılımı, bu “büyük düşün” zihniyetinin harika bir örneğidir. İkincisi, nostaljiye yer yoktu. Her şey faydacı bir bakışla ele alınmıştı. Üçüncüsü, her büyük kentin sanat ve eğitimde öne geçmek zorunda olduğu anlayışıydı. Dördüncüsü ve sonuncusu, ayrıntılara dikkat edilmişti. Çin’in olağanüstü büyüme atağı Şanghay’ın yükselişine yardım etmiştir. Ama bana kalırsa, başarının bağlı olduğu iki unsur daha vardır: Altyapı ve pırıltı. Elbette, büyük kentler insanların oradan oraya rahat gidip gelebildikleri yerler olmak zorundadır. Ama bunun da ötesinde, kendi etraflarında bir hale, bir ışıltı duygusu yaratmaları gerekir. Kendini göstermek isteyen çalışkan ve hırslı insanlar için doğru bir adres oldukları hissini yaymalıdırlar. Biri olmadan diğeri işe yaramaz: İkisinin bir arada olması beklenir. Şanghay’a baktığınızda gördüğünüz şey, dünyanın hızlı büyüyen her kentinde göreceğiniz modern yapılaşmanın bir benzeri değildir. Burada gördüğünüz şey tutkudur, çünkü bu anıtsal manzaranın gezegenin hiçbir yerinde benzeri yoktur. • Vizyon kentin ruhu ve tarihiyle bağdaşmalı • Altyapı yeterli olmalı • Tutkunuzun büyüklüğünü gösterin 16 HAMISH McRAE 17. Hong Kong Jokey Kulübü Hong Kong’a geldiğinizde dünyanın en büyük havaalanlarından birine inersiniz. Hızlı trene binerek ya da otoyol ağını kullanarak kısa sürede kente ulaşırsınız. Dünyanın en iyi otellerinin birçoğu buradadır. Yediğiniz basit bir yemek bile birinci sınıf bir aşçılıkla hazırlanmıştır. Ve bir de insanlar vardır: Elbette başarılı, elbette çalışkan ve elbette kendilerinden emin. Ancak Hong Kong’da bunlardan başka bir şey daha vardır. Buraya geldiğiniz zaman onurlu, dürüst ve özgür bir toplumun içine karıştığınızı hissedersiniz. Hong Kong’un yedi milyonluk nüfusu, dünyada hiçbir toplumun sahip olmadığı bir ekonomik özgürlüğe sahiptir: Hong Kong bu kriterde yıllardır üst sıralardadır ve 2009’da da Singapur, Avustralya ve İrlanda’yı geride bırakarak birinci sıraya yerleşmiştir. Ne İngiliz sömürgeciliği ne de Çin Halk Cumhuriyeti böyle bir özgürlüğü yaratacak bir şey yapmıştır. Yine de bu ikisi birleşerek—sadece ekonomik özgürlük gibi dar bir anlamda da olsa—gezegendeki en özgür toplumu yaratmıştır. İlginç olan bazı şeyleri çok yakından—Avrupa’nın tipik liberal demokrasilerine göre çok daha yakından—kontrol eden, ancak diğer alanlarda insanları olağanüstü özgür bırakan bir yönetim tarzının egemenliğidir. Bunun en bariz örneği, tüm adanın devlet arazisi olmasıdır. Toprak mülkiyeti Hong Kong’un kamu maliyesinde çok önemli bir yer tutar ve bir bakıma, yukarıda sözü edilen ekonomik özgürlüğün dayanağını oluşturur. Ama diğer yanda, Hong Kong yetkilileri dünyanın en iyi bahis kuruluşunu, yani Hong Kong Jokey Kulübü’nü işletirler. Jokey Kulübü, dünyanın en iyi tesislerine sahip olmanın yanı sıra, Hong Kong hükümet gelirlerinin yüzde 6’lık bir kısmını üretir. Hong Kong yaşam beklentisinde sadece Japonya’nın gerisindedir ve daha da etkileyici olarak Singapur, Bermuda, İsveç ve Japonya’dan sonra dünyanın beşinci en düşük bebek ölüm oranına sahiptir. Bu oran genellikle sağlık hizmetleri kalitesinin bir göstergesi olarak kabul gördüğünden, Hong Kong hükümeti, kaliteli hizmetlerin sağlanmasında diğer gelişmiş ülkelerden daha iyi durumdadır. Ancak bu harcamanın önemli bir kısmı bir bahis tekeli üzerinden finanse edilir—ve vergi katkısının yanı sıra, Jokey Kulübü aynı zamanda Hong Kong’un en çok bağış yapan kuruluşudur. ÇÖZÜM BULMA SANATI Hong Kong’da yarışlar sakince yapılır çünkü burası bir tekeldir. Sadece müşterek bahis oynanır. Bahisçiler yoktur, bahis koyan biri yoktur; her şey elektroniktir. Tüm bahis dükkânları, kent devletindeki tüm diğer şans oyunları gibi, Jokey Kulübü tarafından işletilir. Bunun dışında kumar oyunları yasaktır—kumarhaneler ve kumar makineleri yoktur—çünkü Hong Kong, insanların şanslarını deneyebilecekleri yer ve etkinliklerin sayısını sınırlı tutarak sosyal sorunları en aza indirmeyi amaçlar. Jokey Kulübü aynı zamanda tüm dünyadaki futbol maçlarına bahis oynatır ve bir de piyango çekilişi yapar. Bu modelin iki yansıması olmuştur. Bir yanıyla, kumar oynamak gibi temel bir insan dürtüsü üzerine, yasalarla sıkı bir şekilde uygulanan bir tekel kurmak çok kolaydır. Eğer kumar oyunları özel sektörde olsaydı, kuşkusuz aşırılıklar daha fazla yaşanacaktı. Muhtemelen daha çok yolsuzluk olacak, belki daha fazla insan sefil duruma düşecekti; çünkü kumarın ucu gerçekten de buraya çıkabilir. Nasıl Jokey Kulübü insanlara tanımlı sınırlar içinde keyfine bakma özgürlüğü tanıyorsa, Hong Kong hükümeti de aynı şeyi insanların geçimleri için yapar. Ekonomik özgürlük, toplumun çizeceği sınırların dışına çıkmadan yapmak istediğinizi yapmak demektir. İş ve ticaret özgürlüğü, yeni işler kurmanın hızı ve kolaylığı, mal ve hizmetlerin ihracı ve ithaliyle ilgili sınırlamaların azlığı açısından Hong Kong’un notunun yüksek olmasını bekleyebilirsiniz. Aynı şekilde, hükümet büyüklüğünde ve vergilerin düşüklüğünde de Hong Kong’dan yüksek not bekleyebilirsiniz. Ancak bağımsız Uluslararası Şeffaflık Örgütü’ne ait değerlendirmelerde, Hong Kong’un yolsuzlukların önlenmesiyle ilgili notlarının çok yüksek olduğunu duymak sizi şaşırtabilir. Çalışan güvenliği de oldukça yüksektir, çünkü yasalar esnek olmalarına rağmen sıkı bir şekilde uygulanır ve bu da çalışanların işten çıkarılmasını maliyetli hale getirir. Belki de en dikkat çekici nokta, Hong Kong’un Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı hale gelmesinden sonra gelişimidir Hong Kong’da ekonomik özgürlük seviyesi düşüşe geçmek bir yana bir yükseliş yaşamıştır. Ne var ki kamu harcamalarının GSYİH’deki oranı açısından, Hong Kong yaklaşık yüzde 15’le çok düşük bir seviyededir. İnsanlar, sağlık hizmetleri gibi devletin desteklediği hizmetler için bile bir katkı payı öderler. Bunun sonucu olarak, ciddi 17 HAMISH McRAE ekonomik gerileme dönemlerinde işlerini kaybeden insanlar büyük sıkıntı yaşar. Yaşlılık günleri için para biriktiremeyenler zor duruma düşer. • Birçok farklı model iyi çalışır • İnsanları mümkün olduğu kadar sorumluluk almaya itin • Özgürlükler önemlidir 18. Tokyo’da Kamu Güvenliği Tokyo gezegenin en kalabalık insan topluluğuna sahiptir. Tokyo’nun kendisi, Yokohama liman kenti ve aynı düzlük üzerinde uzanan diğer çevre kentler, yaklaşık 35 milyon kişinin bir araya sıkıştığı bir bölge oluşturur. Ancak bu kalabalık nüfus alışılmadık bir uyum içinde yaşar, çünkü Tokyo dünyanın en güvenli mega kentidir. Tokyo, biri hariç tüm kriterlerde dünyanın en düşük suç oranlarına sahiptir. Japonya’da hiç değişmeyen şey, bireyin sorumluluğunun topluma ait olduğu anlayışıdır. Tokyo’ya giden herkes, sadece toplumsal nezaketin örnekleriyle karşılaşır. Yine de Tokyo suçtan tamamen arınmış bir kent değildir, çünkü dünyada böyle bir yer yoktur. Peki ya saldırıya uğrama tehlikesi? Tokyo’da bu tür olaylar o kadar azdır ki, neredeyse yok sayılabilir. ÇÖZÜM BULMA SANATI larımız yangında üstlerindeki kıyafetler dışında her şeylerini kaybettiler. Ertesi gün komşuları, semtte boş duran başka bir evi onlar için hazır etti. İçeride mutfak eşyalarından çocukların giysilerine kadar ihtiyaçları olan her şey vardı. Gereken her şey yapılmış, insanlar işlerine güçlerine dönmüştü ve bu aşamada ödemeyle ilgili hiçbir şey söylenmemişti. Aslında hiçbir şey yazılı hale getirilmemişti. Ama elbette ortada bir yükümlülük vardı: Sonraki aylarda, kendilerine ödünç verilen eşyaları iade etmeleri ve gördükleri yardımla orantılı hediyeler vermeleri ya da ödemeler yapmaları gerekecekti. Bunu başka toplumlarda da görürüz; bu bir hayatta kalma kalıbıdır ve sadece yakın toplumlarda görülebilecek bir şey de değildir. Örneğin, Arapların yabancılara karşı konukseverlik geleneğinin temelinde, sizin de her an başkalarına muhtaç hale gelebileceğiniz düşüncesi yatar. Fakat Japonya diğer gelişmiş ülkelere kıyasla sert bir ortam sayılır— depremler, tsunamiler—ve bu yüzden de bir arada kalmak için bu güçlü sosyal yapıştırıcıya ihtiyaç duyar. Tokyo aynı zamanda son derece eşitlikçidir. Japonya’da servet farklılıkları vardır, ama bunlar günlük yaşamda Batı Avrupa ya da Amerika’daki kadar kendini hissettirmez. Güvenlikli sitelere ihtiyaç yoktur. Tüm büyük bölge kentlerinde olduğu gibi, burada da daha zengin ve daha yoksul bölgeler vardır, ama aralarındaki güvenlik farkı yok denecek kadar azdır. Bu toplumsal bağlar, toplum polisliğiyle pekiştirilir. “Koban” sisteminde nöbetleşe çalışan üç ya da dört görevli yirmi dört saat küçük polis kulübelerinde hazır bulunur. Normal polis karakollarından ayrı olan bu sistemde Koban görevlilerinin ağırlıklı işlevi, yabancıların kentin anlaşılmaz sokak sisteminde yollarını bulmalarına yardım etmektir. Kentteki polislerin yüzde 20’si bu mini istasyonlarda görev yapar ve bu da Londra’daki yaya devriyeler gibi, polis varlığının görünür bir hatırlatıcısı yerine geçer. Devriye polisleriyle benzer şekilde, bunların görevi de etrafı tanımaktır, ancak bu uygulamanın farklı yanı, Koban istasyonlarındaki görevlilerin kendi bölgelerindeki her evi yılda iki kez ziyaret etmeleridir. Bu ziyaretlerde, evde kimlerin yaşadığı, yaşları ve savunmasızlık düzeyleri not edilir. Yani bu sistem, suçun önlenmesine yönelik alışılmış polislik anlayışı ile insanlara her biçimde yardımcı olmayı amaçlayan daha geniş bir sosyal hizmet arasında bir yerde durur. Peki Tokyo bunu nasıl başardı? Cevabın iki geniş başlığı var. Birincisi Japon toplumuyla, ikincisi de bu toplumun kendi güvenlik sistemiyle kurduğu ilişkiyle ilgili. Ancak işin bir de karanlık yüzü vardır: Meşhur yakuza çeteleri Tokyo’da son derece faaldir. Sokak suçları—örgütlü olmayan suçlar—ne kadar azsa, örgütlü suçlar o kadar fazladır. Japonya’nın karmaşık bir karşılıklı yükümlülük ve destek ağına sahip olduğu iyi bilinir. Bundan yıllar önce, Tokyo’da yaşayan iki arkadaşımızın evi bir yangınla yok olduğunda biz de bu ruhun nasıl bir şey olduğunu görebilmiştik. Arkadaş- Yakuzalar çok daha derin bir geleneğin, feodalizmin uzantısıdır: İnsanlar paylarına düşeni öder ve bunun karşılığında korunurlar. Bu hem bireysel hem ulusal düzeyde çalışır. Kobe depreminden sonra, destek operasyonunu büyük öl- Bu yumuşak atmosfer, kent yurttaşlarına müthiş bir özgürlük kazandırır. Çocuklar toplu taşımayla okula gidebilir ya da hafta sonları yakın yerlere yolculuk yapabilir. Gençler geceleri tam bir güvenlik içinde dışarıya çıkabilir. Ofis çalışanları, iş arkadaşlarıyla barda geçirdikleri bir geceden sonra, gecenin bir saatinde güvenli bir şekilde evlerine dönebilir. 18 HAMISH McRAE çüde yakuzalar yürütmüş ve resmi kurtarma ekiplerinden çok daha hızlı ve verimli hareket ettikleri yolunda olumlu yorumlar almışlardır. Yakuzalar, yarı resmi bir statüye sahiptir. Genel olarak hayranlık ya da saygı uyandırmasalar da toplumun bir parçası kabul edilirler ve onları savunmanın olanaksızlığına rağmen, “polislik” işinin bir ölçüde çeteler tarafından yürütülmesi genel suç oranlarının düşüklüğünde pekâlâ etkili olabilir. Japonya’da birçok kişi bunu şok edici bulacaktır, çünkü disiplini sağlamakta kullandıkları çoğu kez insanlıktan uzak tarzı bir kenara bıraksak bile, yakuzalar ticari etkinlikler açısından ciddi bir ayak bağıdır. İş hayatının normal akışına sekte vurma gücüne sahip olduklarından, bazı şirketler sorun çıkarmamak için haraçlarını ödemeyi daha akla yakın bulurlar. Japonların kendi toplumlarını güvenin yüksek olduğu bir toplum olarak görmeleri bir bakıma suçun bir sapma olarak ele alınmasını kolaylaştırır ve bu yüzden de suç tekrarlarına karşı etkili bir silahtır. İnsanları utandırabilirsiniz; kendilerine çekidüzen vermezlerse toplumun dışına atmakla tehdit edebilirsiniz ve suçluları tedaviye ihtiyaçları olduğuna ikna edebilirsiniz. • Güvenlik yerel düzeyde, hatta birey düzeyinde sağlanmalı • Kaynaşık toplumlar daha yüksek güvenlik düzeyleri yaratırlar • Suç davranışı tedavi edilebilir mi? 19. Avustralya: Büyük Bir Spor Ülkesi Avustralya dünyanın bir numaralı spor ülkesidir, spor bu ülkenin kimliğini tanımlayan bir yaşam biçimidir. Güçlü bir rekabet anlayışını sadece kazanma arzusuyla değil, yarışmanın kendi içinde önemli olduğu anlayışıyla birleştiren bir kültürel tutumdur bu. Ve bu da Avustralya’ya, bir açıklık, eşitlikçilik, dürüstlük ve ılımlılık kazandırır. Spor etkinliklerine yönelik ilgi ve katılım Avustralya’yı bir arada tutan zamktır. ÇÖZÜM BULMA SANATI muştur. AIS o günden beri neredeyse tüm dünyada elit spor eğitiminin modeli haline gelmiştir. AIS ülke genelindeki kampüslere yayılmış bir antrenörler ağını finanse eder ve gelecek vaat eden parlak sporculara burslar verir. 2008’de AIS’in bütçesi 56 milyon Avustralya dolarıydı. Mükemmellik ucuz bir şey değildir. AIS’in görevi elit sporcuları desteklemektir—en iyileri seçmek ve kendilerini geliştirmeleri için gereken tüm kaynakları sağlamaktır. Seçim prosedürleri çok gelişkindir. En önem verilen nokta, ulusal düzeye çıkacak potansiyele sahip hiç kimsenin parasızlık yüzünden yaptığı sporu bırakmak zorunda kalmamasıdır. Eğer gerçekten iyiyseniz, ihtiyacınız olan desteğe kavuşursunuz. Aynı zamanda tesisleri de kullanırsınız. Bu Avustralya’nın mükemmellik alanlarından biridir. Bunu havuzların ya da atletizm pistlerinin sayısıyla ya da sadece sporun her yerde oluşuyla ölçebilirsiniz. Tesislerin kalitesi ve daha genel olarak sporun bu ülkedeki konumu, tüm dünya tarafından ancak 2000’de, Sidney Olimpiyatlarının başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesiyle anlaşılmıştır. Olimpiyat altyapısı, bugün büyük ölçüde dökülmekte olan 2004 Atina tesislerinin tersine, tümüyle kullanımdadır. Burada bir sakınca varsa o da kaliteli tesisleri ayakta tutmanın maliyetli olmasıdır. Dünyanın büyük kısmı gibi Avustralyalılar da spor izlemeyi severler, ama onlar televizyonla yetinmezler: Nüfusun yarıya yakını yılda en az bir kez bir spor müsabakasına gider. Ayrıca Avustralyalılar hem izler hem de oynarlar. Nüfusun üçte ikiye yakını—15 yaş üstü on üç milyon kadar kişi—bir fiziksel aktiviteyle uğraşır. Ayrıca dört milyona yakın insan da en az haftada beş gün spor yaptığını söyler. Başka hiçbir ülke spor etkinliklerinde bu kadar büyük bir katılım ileri süremez. Bu iki parçalı bir hikâyedir: resmi örgütlü spor etkinliklerinde üstün bir başarı; ve ikinci olarak da sıradan insanların sokaklarda yaptıkları. Birincisinin geçmişi Montreal Olimpiyatlarına, ikincisininki ise çok daha gerilere dayanır. İlk ve en belirgin ders şudur: Bir ülke eğer kaynaklarını bir hedefe kilitlerse, o hedefe ulaşmakta dikkate değer bir yol alabilir. Avustralya tüm dünyaya elit sporunun nasıl yapılacağını göstermiştir. Avustralya’nın başarısı, belirli bir terbiye içinde sporcu yetiştirmek olmuştur: İlaçlar olmadan, sporcuların sağlığına zarar gelmeden, baskıcı ve zorlayıcı yapılar kurmadan. Avustralya’nın spordaki başarısındaki dönüm noktası, 1981’de Avustralya Spor Enstitüsü’nün (AIS) kurulması ol- Daha şaşırtıcı olansa, Avustralya modelini uygulamanın hiç de zor ya da pahalı olmamasıdır. Başka ülkeler de 19 HAMISH McRAE aynı dersleri kolayca öğrenebilirler; tek yapmaları gereken, Avustralya’nın ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu düzenli ve mantıklı süreci takip etmektir. Önce ülkeyi tarayın, okullara gidin ve doğal yeteneği en yüksek öğrencileri seçin. Sonra bu yeteneği geliştirmek için burslar, koçluk, tesislere erişim vb. olanaklar içeren bir çerçeve yaratın. Sonra da hem yetiştirme sürecinde hem de sonraki kariyerlerinde bu genç insanları kollayın. O zaman sadece en iyi yeteneği keşfetmekle kalmaz, yeteneğin programa doğru yöneldiği bir iklim yaratırsınız. Bana göre burada sporun ötesine geçen bir ders vardır ve bu da üstünlüğe ulaşmakla ilgilidir. Kuşku yok ki genel eğitim başarısı spor başarısından daha önemlidir. İşin doğrusu, Nobel ödülleri altın madalyalardan değerlidir. O zaman neden kaynaklarınızı insanların daha yükseğe atlamasına yardım etmeye ayırasınız? Neden bunun yerine, örneğin, milyonlarca insanın hayatını kurtaracak önemli tıp araştırmaları yürütmeyesiniz? Bunun kısa cevabı, her ikisini de yapabileceğinizdir. Nitekim Avustralya’nın elit sporuna ayırdığı kaynaklar, ülkenin tıp araştırmalarına yönelttiği paranın yanında oldukça küçüktür. Dünya ligindeki konumunu iyileştirmek isteyen bir üniversite de aynı şeyi yapabilir. Her türden sosyal ve ekonomik kuruluşlar da aynı şeyi yapabilir—ticari bir şirket, kâr amacı gütmeyen bir dernek ya da bir polis kuvveti. Evet, AIS’in amacı ve itici gücü mükemmellik arayışıdır, ama bu modelde bireylerin arzu ve ihtiyaçları da göz önüne alınır. AIS insanların başarısını istediği kadar onlara sahip çıkmayı da ister. • Kaynaklarınızı bir hedefe odaklayın • En yetenekli insanları bulun ve onları programa çekecek bir iklim yaratın • Performansı uluslararası düzlemde ölçün i 20. Uluslararası Bakalorya Uluslararası Bakalorya (UB) dünyanın en hızlı büyüyen öğretim programı ve sınav sistemidir—ve gerçek anlamda uluslararası tek üniversite öncesi diplomasıdır. Ama dahası da var: Uluslararası Bakalorya, gençlerin etkili, başarılı ve saygın küresel yurttaşlar olarak yetiştirilmelerine yönelik bir fikirler bütünüdür. Eğer giderek küreselleşen dünyamızda ÇÖZÜM BULMA SANATI insan sermayesi en önemli sermaye türüyse, UB de yeni kuşağın dünyayı yönetmesine yardım edecek fikirleri biçimlendiren en önemli güçtür. Her ülkenin kendi sınavlarına sahip olması bize çok normal görünür. Ne var ki dünya ekonomisi, ulusal eğitim sistemleri gibi hareketsiz değildir. Dolayısıyla mezuniyete yönelik küresel bir sınav sistemine duyulan gereksinim çok açıktır. UB’nin bu boşluğu hangi nedenlerle ve nasıl doldurduğu ise daha az bilinen bir konudur, çünkü UB bir öğretim programı ve bir sınav yaratmaktan çok daha fazlasını yapmıştır. UB, var olan tüm ulusal eğitim sistemlerinden daha yaygın, daha insani ve daha özenli—ya da kısacası daha iyi—bir eğitim anlayışı geliştirmiştir. UB programlarının genişleme hızı olağanüstüdür: Sadece 2007’de, 126 ülkeden yarım milyona yakın öğrenci UB programlarına kayıtlıydı ve okul sayısı daha o zamandan yılda yüzde 17 artıyordu. 1990’da UB programlarının sayısı 300 kadardı; 2008’de bu sayı 3000’e çıkmıştı. Üstelik bunun ardında UB’yi destekleyen bir hükümet ya da bir şirket yoktur. Programın bilinirliği büyük ölçüde kulaktan kulağa yayılır ve büyüme ivmesi tamamen okul ve ailelerin talebinden beslenir. Ekonomik anlamda UB dünyanın en başarılı eğitim programıdır; ama elbette, bu başarısını aynı zamanda sahip olduğu misyon duygusuna borçludur. UB hizmetleri tabii ki idealdir. En iyi üniversitelerin, gerek lisansüstü gerek lisans düzeyi öğrenci kabulleri için tüm gezegeni altüst ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bir avuç uluslararası okula uygun bir küresel sınav sistemi geliştirmeye yönelik bir girişim olarak başlayan UB, yabancı lisans öğrencilerinin sayısını artırmak isteyen üniversiteler için çok kullanışlı bir akademik başarı çıtası haline gelmiştir. Yani pratik anlamda UB başarılı olmuştur. Ancak ben onu etik açıdan da çok başarılı buluyorum, çünkü UB, ulusal kabul ve önyargılardan etkilenmeyen bir değer sistemi ve bir öğrenme yaklaşımı aşılar. Hikâye, 1924’te Milletler Cemiyeti’nde çalışanların aileleri için kurulan Uluslararası Cenevre Okulu’yla başlar. Okul İkinci Dünya Savaşı’nı atlatmış ve 1951’de, Cenevre’nin izinden giden bir grup eğitim kurumunu temsilen, Uluslararası Okullar Birliği adlı bir şemsiye örgütün kurulmasına yardımcı olmuştu. 1962’de, Cenevre’deki okulun düzenlediği küçük bir konferansta, aynı isim altında bir Uluslararası Bakalorya oluşturma fikri ortaya atıldı. 20 HAMISH McRAE 1968’de, temel UB eğitim programı, Tahran’dan Montevideo’ya kadar dünyanın çok farklı yerlerindeki dokuz okul tarafından kabul edildi. Arkasından iki yıllık bir deneme dönemi geldi ve 1970’te ilk yirmi dokuz UB öğrencisi, UB diplomalarını kullanarak çeşitli üniversitelere girdi. Böylece 1970’li yılların başlarında, dünyanın pek çok üniversitesi tarafından tanınan, oturmuş bir UB sistemi oluştu. 1977’de İngiltere ve Avrupa’da UB programını sunan yirmi dokuz okul vardı. Buna karşılık tüm Kuzey Amerika’daki okulların sayısı sadece on, dünyanın geri kalanında ise on ikiydi. Bundan sadece yedi yıl sonra, 1984’te, İngiltere ve Avrupa’da okulların sayısı altmış altıya, Kuzey Amerika’da ise 126’ya çıkmıştı. İşte bu çarpıcı değişimle birlikte UB, Avrupa’ya ait bir niş sistem olmaktan gerçek anlamda küresel bir sistem olmaya doğru bir dönüş yaptı. Bugün UB, genelde Avrupa’da yaşayan zengin iş insanlarının çocuklarına yönelik bir program olmaktan çıkıp, dünyanın her yerindeki parlak öğrencilere yönelik bir program halini almıştır. Temel fikir de zaten bundan başka bir şey değildi. UB giderek küreselleşen bir ekonominin ihtiyaçlarıyla bu son derece çarpıcı bir şekilde örtüşmüş bulunuyor. UB elbette, gençleri, iyi fikirlerin her yerden çıkabildiği çok kutuplu bir dünya hakkında düşünmeye teşvik ediyor. Ama UB genişliğin yanı sıra derinliği de teşvik ediyor ve bunu da özellikle, öğrencilerden kendi seçtikleri bir konuda kapsamlı bir araştırma yapmalarını isteyerek yapıyor. Sadece bilgi yetmez; sağduyu da gerekir ve bunu elde etmek çok daha zordur. UB deneyimini küresel dünyamız için çok uygun hale getiren, birbirinden oldukça farklı iki neden vardır. Birincisi öğretim programından ve diplomadan, diğeri de kuruluşun karar alma yapısından kaynaklanır. UB sadece üniversite öncesi bir diploma ve öğrencileri bu diplomaya götüren bir öğretim programı değildir; UB bir öğretim anlayışıdır. Programın eylem ve hizmetle ilgili bir unsuru vardır. Öğrencilerin toplumun içinde ve toplum yararına bir şey yapması beklenir. Derslik sınırları dışına taşan gerçek bir görevdir bu. Bu yaklaşım yanlış olamaz. Hizmet kavramı, yani kendi dar çıkarlarımızın ve olağan sosyal yükümlülüklerimizin ötesinde topluma yararlı bir şeyler yapmak, insan türünün evriminde çok kritik bir yer tutar. İşte bu yüzden, eğitimlerinin bir parçası olarak bu kavramı gençlere aşılamaya çalışmak ÇÖZÜM BULMA SANATI zorundayız. Ne yaptığınız o kadar önemli değildir, daha önemli olan bir şeyler yapmanızdır. Tüm kuruluşlar etkili kararlara imkân verecek bir yapıya sahip olmak zorundadır, ama kâr amacı gütmeyen bir kuruluşta farklı hedefleri dengelemek zor olabilir. Bunlar bir şirket gibi yönetilmek zorundadır, ancak amaç daha çok kâr etmek gibi açık seçik tanımlanmış bir şey değildir. Hem büyüme hedefleri standartları koruma zorunluluğuyla dengelenmeli; hem de ulusal organların normal olarak sahip olmayı bekledikleri hareket özgürlüğü kuruluşun temel ruhuyla dengelenmelidir. Elbette tüm uluslararası kuruluşlar bu sorunlarla yüz yüzedir, ama tahmin edersiniz ki bunlarla başa çıkmak UB kadar küresel bir kuruluş için çok daha zordur. Asıl önemli olan vrupa’yla sınırlı ve açıkçası oldukça elitist bir kuruluş olarak yola çıkan UB’nin, olağanüstü derecede açık erişim sağlayan, gerçek anlamda küresel bir kuruluşa dönüşmeyi nasıl başarmış olduğudur. Bu sadece bir Batı sistemi değildir. Sadece özel okullara yönelik bir sistem değildir. Bir seçkinler kulübü de değildir. Ve UB kuruluşundan bu yana kendini birçok kez yenilemiştir. Böylelikle, bir ulusal hükümetin engellemeleriyle karşılaşmadan ve belirli bir ülkedeki geçici eğitim modalarının baskısı altında kalmadan, öğretim programını gözden geçirmeyi ve güncelleştirmeyi sürdürür. • Kapsamı geniş tutun ve kişisel gelişime odaklanın • Dar kişisel çıkarların ötesine geçen davranışları teşvik edin • Gözden geçirmeyi ve güncelleştirmeyi sürdürün Sonuç Tüm bu öykülerde ortak olan bir dizi mesaj vardır ve bana en önemli görünen noktaların arasından on tanesini burada sıralamak yararlı olabilir. 1. İYİMSERLİK: GERÇEKLERLE DENGELENMELİ Her durumda, kötümserlik felç edicidir; hataları düzeltmek üzere harekete geçmeyi engeller. Hiçbir şeyin işe yaramayacağı inancıyla yola çıkmak son derece frenleyici bir tutumdur. • Kötümserlik felç eder • İlerleme hiçbir zaman düz bir çizgide gitmez Küresel refahın temelleri aslında hiç de Batı’da korkulduğu kadar zayıf değildir. Büyüme asası dünyanın bir ucundan diğeri21 HAMISH McRAE ne geçti, ama yarış devam ediyor. Belirli bir büyüme hızını koruyabildiğimiz ölçüde, dünyanın her yerinde yaşam standartlarını geliştirme gücüne sahip olacak ve aynı zamanda çevresel tehdit gibi zorluklarla başa çıkacak kaynaklara ulaşacağız. 2. MÜKEMMELLİK: ETİKLE YUMUŞATILMALI Yaşamın birçok alanında “idare eder derecede” iş çıkarmak için çok güçlü bir itki vardır. Ancak buradaki örneklerin büyük kısmı mükemmellikle ilgilidir: Bir şeyin olabilecek en iyi şekilde, hatta bazen saplantılı bir titizlikle yapılması. Elitizm ve erişim arasında her zaman bir gerilim olacaktır ve bunun ılımlı bir anlayışla yönetilmesi gerekir. Bu kitaptaki dersler bize daha dengeli bir yaklaşımın mümkün olduğunu gösteriyor. Eğer en iyiye ulaşma çabasında daha geniş sorumluluklarınızı ihmal ederseniz, rüzgâr ters estiğinde daha büyük güçlüklerle karşılaşabilirsiniz. • Mükemmelliğin peşinden gidin, ancak elit düzeyin altındakilerin istek ve özlemlerinin farkında olun 3. TOPLULUKLAR ÇALIŞIR—AMA İZİN VERİLİRSE Yukarıdan aşağı mı, aşağıdan yukarı mı? Liderlik olmadan olmaz, ama topluluk olmadan da olmaz. Bu kitaptaki örneklerin tümünde bir topluluk unsuru vardır—şu anda asayı taşımakta olan bireylerin çabalarını birbirine bağlayan bir grup etiğidir bu. Toplulukların gelişimi aşağıdan yukarı gerçekleşmelidir. Bu, sorunları taban düzeyinden görmekle ilgilidir. Eğer başarılı topluluklar neredeyse tanım gereği kendiliğinden oluşuyorsa, hiç kuşkusuz onlardan öğrenmek zorunda olduğumuz bir şey vardır. İnsanlar birleşirler, çünkü birleştiklerinde tek başlarına yapabileceklerinden daha fazlasını başarırlar. Hangi biçimi alırsa alsın grup etkinliğinin kendi değeri dışında hiçbir kazanç elde etmeden zamanlarını ve bazen de paralarını verirler. Bana göre burada en büyük ders toplulukların yüceltilmesi gerektiğidir. • Toplulukları yüceltin ÇÖZÜM BULMA SANATI 4. HÜKÜMETLER DE ÇALIŞIR Topluluklar sonuç getirir, ama hükümetler de getirir. Her türlü krizde insanlar yüzlerini hükümetlere döner. Modern devletin gücü hakkındaki tüm kuşkulara rağmen, bir şeyler ters gittiğinde sorunu çözmek için ön safta hükümetleri buluruz. Dünyanın her yerinde işlerini iyi yapan hükümetlerin örnekleri vardır ve biz de onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmak zorundayız. • Benzerleri karşılaştırın Hükümet performansını değerlendirmenin adil yolu, belirli bir görev bölgesinde gerçekleşen reel gelişimi başka yerlerdeki benzer bölgelerin gelişimiyle karşılaştırmaktır. Hükümetler çalışırlar; ama her zaman değil! 5. YETENEĞİ KENDİNİZE ÇEKİN Hükümetlerin sonuç alma yöntemlerinden biri, yetenekli insanlar için cazip ortamlar yaratmaktır. Bugün her zamankinden daha hareketli olan insan sermayesi, hem en önemli hem de en zor bulunur sermaye haline geldi. Üretim becerilerinin büyük kısmı, yeni bir fabrika açmak ya da bir lisans satın almak için gereken zamanda ulusal sınırları aşıyor; finansman ulusal sınırlardan ışık hızıyla geçip gidiyor. En “yapışkan” sermaye türü akıllı insanların beyinleridir ve dünyanın herhangi bir yerine gidebilecek olan insanları kendi ülkenize, kendi kentinize, kendi işyerinize çekmek için karmaşık bir paket gerekir. • Yeteneğin yeteneği çekmesini sağlayan bir ortam yaratın Ya da daha doğrusu şöyle diyelim: Yetenekli insanların verimli olması için, benzer yeteneklere sahip insanların arasında olmaları şarttır. Yeteneği kendinize çekmek için, hoş geldin paspasını kapıya koymanız gerekir. Pasaportun üstünde yazılı olanlara önem vermediğinizi mümkün olan her yolla anlatmanız gerekir. Sizin istediğiniz yetenekli ve çalışkan insanlardır—o zaman, onları saygıyla ağırlamaya ve el üstünde tutmaya hazır olduğunuzu gösterin. • Hoş geldin paspasını kapıya koyun Bir yetenek mıknatısı olmak istiyorsanız, yetenekli insanlara çabalarının karşılığını aldıklarını hissettirmelisiniz. Bunlar sadece işlerini yapıp maaşlarını alacak ve iş gününü saate bakarak geçirecek insanlar değildir. Sahip oldukları insan 22 HAMISH McRAE ÇÖZÜM BULMA SANATI sermayesini çeşitli yollarla artırma olanağı bulacaklarını, bir topluluğun parçası olarak—ona destek vererek ve ondan destek görerek—hem sert hem de yumuşak beceriler geliştirebileceklerini bilmeleri gerekir. O zaman sizinle kalırlar. Yeteneği kendinize çekmek istiyorsanız, ona katkıda bulunun: O zaman her iki taraf da gerçekten kazanır. 9. PAZARI DİNLEYİN 6. BAŞARISIZLIK KARŞISINDA DÜRÜST OLUN Pazar sadece para demek değildir. Evet, para kullanışlı bir ölçüttür; size çok zaman kazandırır. Ama bazen işaretler çok farklı biçimlerde ortaya çıkar. Çoğu zaman başarılı olmak için finansal sınavı geçmek zorundasınızdır, ama diğer sınavlar da onun kadar önemlidir. Başarısızlıkların başarıdan daha öğretici olduğu apaçıktır. Bunların hepsi başarı öyküleridir, ama her birinde, bir noktada birtakım başarısızlıklar yaşanmıştır. Ancak diğer bir ortak özellik de şudur: Her küçük sarsıntıda, tüm ilgili kişiler hata yaptıklarını kabul edebilmiş ve yönlerini düzeltebilmiştir. • Başarısızlıkla yüzleşin ve onu avantaja çevirin • Öğrenmeyi ve hata yapmayı sürdürün Başarısızlık her öğrenme sürecinin temel bir parçasıdır. Bağışlanamaz bir hata varsa o da hatalarınızdan ders almamaktır. 7. ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK ŞARTTIR Alçakgönüllülük düşüncesi, sadece rüzgârlar değiştiğinde zor durumda kalmaktan kaçınma isteğiyle ilgili değildir. Alçakgönüllü bir yaklaşımla, muhtemelen iyi zamanlarda da daha etkili olursunuz. • Sadece başarıya değil başarısızlığa karşı da duyarlı olun • Şansın rolünü teslim edin 8. ÇEVİK OLUN Bu örnek olayların çoğunda ortak olan bir tema, hepsinin de “rota düzeltmesi”nde başarılı olmasıdır. Ekonomik ya da sosyal arka plan değiştiğinde onlar da değişir. • Hızlı uyum sağlayın Şirketlerin hızlı tepki göstermesini beklersiniz, ancak kısmen büyük bürokrasileri yönettiklerinden, ama aynı zamanda eylemleri için siyasi destek yaratmak zorunda olduklarından, politikacıların rota değiştirmesi kolay değildir. Ne tam olarak ticari ne de tam olarak kamusal sayılabilecek “aradaki” kuruluşlara gelince, burada birkaç çelişkili örnek görürüz. Otorite dağınıktır ve böyle olması hem kaçınılmaz hem de doğrudur, ama bu aynı zamanda gemiyi döndürmenin ve yön değiştirmenin zaman alması anlamına gelir. Pazarın her sorunu çözeceği gibi kaba bir iddiada bulunmuyorum. Ama buradaki öykülerin her birinde, pazarın işaretlerine karşı bir duyarlılık söz konusudur. • Değişim için pazarla işbirliği yapın • Unutmayın, konu sadece para değildir Kaynaklar her zaman sınırlıdır. Ekonomistler, belirli bir şeye yatırılmış kaynakların artık başka bir işte kullanılamayacağını anlatmak için “fırsat maliyeti” gibi sevimsiz bir deyim kullanırlar. Bu elbette finansla ilgilidir, ama insanlara, mallara, enerjiye, suya ve hatta siyasi sermaye dediğimiz o elle tutulmaz şeye bile uygulanabilir. • Kaynaklarınızı dikkatli yönetin Yani pazarın işaretlerini her iki taraftan dinlemek zorundasınız. Bir yandan insanların istedikleri mal ve hizmetleri sağlamalı, ama diğer yandan bunu mümkün olduğu kadar verimli bir şekilde yapmak zorunda olduğunuzu bilmelisiniz. 10. BİR MİSYON DUYGUNUZ OLSUN Tek rehberiniz pazar olamaz. Buradaki öykülerin tümünde, bundan fazla bir şey vardır: Bir misyon duygusu—en iyiyi yaratma isteği. Misyon duygusu taşıyan insanlara rastlamak zor değildir ve bunların bir kısmı gerçekten de olağanüstü işler başarırlar. Daha ilginç görünen şey, bu misyon duygusunun içtenlikle korunması ve zaman içinde arkadan gelenlere aktarılmasıdır. • Gerçeklerden şaşmayın Misyonunuz gerçek olmalıdır. Bugün çoğu şirketin, sözde kurumsal değer ve hedefleri ortaya koyan misyon bildirileri vardır. Ancak bunların büyük kısmı tumturaklı palavralardır. Sorun sadece şirketlerin belirtilen bu değerlere uygun davranmamaları değildir; bu değerlerin ifade edilmesi neredeyse bunların uygulanmasının yerine geçen bir şeye dönüşmüştür. Oysa iş dünyasının en saygın liderlerinden bazıları en kötü suçlulardır. 23 HAMISH McRAE O yüzden, misyon bildirilerini misyonla karıştırmayalım. Burada su yüzüne çıkan şey, kökleri çok daha derinlere inen bir kavramdır—bir etkinliğin parçası olan herkesin sezgisel olarak farkında olması gereken, belki hiç dile getirilmemiş bir değerler bütününe sahip olma zorunluluğu. • Amaçlarınızı paylaşan insanlara karşı dürüst olun Misyonun resmi olarak ifade edilmesi ya da edilmemesi hiç önemli değildir. Önemli olan bu misyonun belirli bir oluşumu ayakta tutan insan nesillerinin zihinlerine ve ruhlarına işlemiş olmasıdır. Eğer işlememişse işler ters gittiğinde—ki işlerin ters gittiği zamanlar daima olacaktır—bu oluşumun kendini toparlaması çok zor olabilir. ÇÖZÜM BULMA SANATI Bu uzun bir oyundur. Bir misyonda saklı olan fikirlerin yeni kuşaklara aktarılması yeterli değildir; bunlar aynı zamanda inceltilmeli ve uyarlanmalıdır. Ama eğer temel bir hedefiniz yoksa, dümensiz kalırsınız. Bir misyon duygusu işte bu yüzden şarttır—her ne yaparsanız yapın, onu elinizden geldiği kadar iyi yaptığınızı bilmeniz gerekir. Evet, hepsi bu kadar. Elinizden geleni yapın. Ve eğer yaptığınızdan zevk alırsanız, bakarsınız amacınıza ulaşırsınız! Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Bir misyon duygusuna sahip olmanız, herkesin her aşamada bu misyonu destekleyeceği anlamına gelmez. Bir misyonunuz olması, topluluğun içinde yeterince insanın, standartların düşmesi halinde onu yeniden ayağa kaldırmaya hazır olmaları anlamına gelir. Hamish McRae: Dünyanın saygın ekonomi yorumcusu ve gazetecilerinden olan Hamish McRae, İngiltere’nin prestijli gazetesi The Independent’in editörlerindendir. 2006 yılında iş ve ekonomi gazeteciliği alanında British Press Awards ödülüne layık görülen yazar, Lancaster üniversitesinde misafir akademisyen olarak görev yapmaktadır. • Olaylara uzun dönemli bakın Çözüm Bulma Sanatı, 2011, Optimist Yayınları. 24