Sayı 76 Şubat 2015 - ATAUM
Transkript
Sayı 76 Şubat 2015 - ATAUM
ATAUM e-bülten Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Avrupa Gündemi... Yıl 7 - Sayı 76 ŞUBAT 2015 Göçmenlere Yeni Mekân! Vatandaşlıktan Toplama Kampına Bir süredir “mekân sorunu” olan göçmenler, önce Kuzey Ren Westphalia eyalet yönetimi tarafından Schwerte’ye yönlendirildi. Schwerte Belediyesi'yse, spor salonları ve yurt binaları da dolunca, yani “yoğunluk nedeniyle”, bazı mültecilerin eski bir Nazi çalışma kampında "ikamet etmesine" karar verdi. Mülteciler için "alternatif barınma alanı" olarak hazırlanan bina, Almanya’daki en büyük toplama kamplarından biri olan Buchenwald’a bağlı Schwerte-Ost kampı arazisinde yer alıyor. Naziler tarafından çalışma kampı olarak kullanılan alanda Avrupalı tutukluların, tren ve ray tamiratı işinde ağır koşullarda çalışmaya zorlandığı biliniyor. GÖÇMENLERE YÖNELİK DEĞİŞKEN RUH HALİ Elâ BİLGEN Paris’te yaşanan market saldırısında kendi yaşamını tehlikeye atarak 15 kişinin kurtarılmasını sağlayan Malili Lassana Bathily’ye, saldırıdan 11 gün sonra bu “kahramanlığın” mükâfatı olarak Fransız vatandaşlığı bahşedildi. 16 yaşında geldiği Fransa’daki yaşamı ikamet ve çalışma izni belgeleri peşinde, sınır dışı edilme korkusu ve tehdidiyle geçen Bathily, Fransız pasaportunu, kendisi için düzenlenen törende bizzat Başbakan ve İçişleri Bakanının ellerinden aldı. Bathily kendisine uzatılan her mikrofona saldırı sırasında yaptıklarının sıradan insanlara özgü bir davranış olduğunu söylese de, Fransa Cumhuriyeti tarafından kendisine addedilen kahramanlık vasfı sayesinde İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve’ün sözleriyle “rüyası beklenenden biraz daha hızlı biçimde gerçekleşti”. (devamı 3. sayfada) Avrupa Telif Hakkı Kanunu Yenileniyor Avrupa’nın GDO Kararı SİRİZA Hükümeti Dönemi Hırvatistan’da Tudjman Ruhu Onur HAZNEDAR sayfa 4 Damla ÜNSEVER sayfa 5 Christos TEAZIS sayfa 6 Emre YÜKSEL sayfa 7 İngiltere: Grev Hakkının Haksızlığı Arada Kalan Güç: Finlandiya Bedene Öldükten Sonra da Saygı Portre: James Joyce Damla ÜNSEVER sayfa 8 Aygün KARLI sayfa 9 Yasemin KARADAĞ sayfa 10-11 Recep AKANSOY sayfa 12-13 üyelik ve diğer talepleriniz için ataum@education.ankara.edu.tr 2 Fırsat Eşitliği ( 85 > 3.5 milyar ) Bilgesu BÜYÜKÇOLAK ŞUBAT 2014 ATAUM e-bülten Fırsat Eşitliği ( 85 > 3.5 milyar ) Bilgesu BÜYÜKÇOLAK Kapitalizmi eleştiren kişi ve hâlbuki. Son yıllarda hazırlakurumlarca uygulamada gö- nan raporlar, istatistikler ya rünmediği iddia edilse de, fır- da anketler çarpıcı gerçeğin sat eşitliği kapitalizmin her defasında nasıl kötüleştiolumlu bir hedefi olarak girdi ğini bize gösterir oldu. Buntarihimize. Fırsat eşitliği, en lardan birisi de İngiliz yardım sade tanımıyla, “ayrım yap- kuruluşu Oxfam'ın bu ay içemaksızın her bireyin sunulan risinde yayımlanan servet rafır sat lar dan ya rar lan ma poru. eşitliği” idi. Teorik eşitlik an- Oxfam, Oxford Üniversitesi layışına ya da dünyada ol- bünyesinde 1942’te kurulan ması umulan eşitlik normla- bir yardım örgütü. Daha önrına ters de olsa fırsat eşitliği ce UNICEF, BM, ILO, OECD eşitsizlikten iyidir diyenler ka- gibi uluslararası örgütlerin pitalizmi kolaylıkla benimse- de raporlarında belirttiği gidi. Kapitalist dünyada herkes bi, zenginin zenginleştiği aynı okullara, hastanelere fakirin fakirleştiği dünya sisgidemedi, aynı yemekleri yi- te mi ni gös te ri yor bi ze yemedi ama herkes eğitim, Oxfam. Rapora göre, 2016’ sağlık, mülkiyet gibi anaya- da dünya nüfusunun yüzde sal haklara sahip oldu. Her- 1'lik kesiminin sahip olduğu kes birer homo economicus mal varlığı, dünyadaki tüm olarak piyasada iş yapma öz- servetin yüzde 50'sini aşagürlüğüne de sahip oldu ve cak! Şu anki hesaplara gökapitalizm temel hak ve öz- reyse dünyanın en zengin 85 gürlüklere dokunmayarak ya- kişisi, dünya nüfusunun ni negatif özgürlük anlayışıy- yarısı olan 3.5 milyar insanın la insanlara eşitlik sunmuş gi- toplam servetinden daha fazbi gösterildi. Ancak bu güzel la servete sahip. 2009'da kühikâye her geçen gün fakirin resel servetin yüzde 44'üne daha da fakirleştiği gerçeği- sahip olan “en zenginler” buni kapatamadı. Günümüzde gün servetlerini yüzde 48'lik gelinen noktada fırsat eşitli- dilime yükseltmiş durumdağinin nasıl bir servet eşitsizli- lar. Geri kalan yüzde 52'lik ğine yol açtığını net bit şekil- servetin büyük çoğunluğude görüyoruz. İngiliz sosyo- nuysa en zenginlerden daha log T. B. Bottomore, fırsat az zenginler yönetiyor. Zeneşitliğinin ancak sınıfsız ve gin olmayanlara da küresel seçkinsiz bir toplumda ge- servetten yüzde 5.5 gibi bir çerlilik kazanacağını, aksi dilim kalıyor. Oxfam'ın daha halde fırsattan daha fazla önce belirttiği bir veriye göyararlananların seçkinler re, dün yanın en zengin olacağını söyleyerek sonuç- insanı Bill Gates her gün 1 ları bize çoktan belirtmişti milyon dolar harcasa tüm ser- vetini tüketmesi 218 yıl alıyor. Oxfam'a göre adil vergileme sistemi, asgari ücretten uygun ücrete geçilmesi, kamu hizmetlerinin ücretsiz hale getirilmesi gibi düzenlemelerle bile uçurum haline gelmiş bu eşitsizlik bir nebze düzeltilebiliyor. Vergi kaçakçılığını önlemekse acilen alınması gereken önlemler arasında bulunuyor. Dünya nüfusu her geçen gün hızla artarken yetersiz gıda ve sağlık koşullarından kaynaklanan ölümler de hızla artıyor ve bu ölümlerin büyük çoğunluğunu çocuk ölümleri oluşturuyor. Zenginlerden daha fazla vergi alınmasını sağlayacak adil bir vergileme sistemiyle dünyadaki açlık problemleri büyük miktarda çözümlenebiliyor. Ancak özellikle vergi cennetlerinde vergiden muaf tutulan yatırımlar nedeniyle, yasalarla halka ücretsiz götürüleceği vaat edilen kamu hizmetleri aksıyor. Yani zengin olmadıkları halde gelirlerine oranla zenginlerden fazla vergi ödeyen ve dolayısıyla kamu hizmetlerini daha fazla hak eden insanlar, bu kamu hizmetlerine ancak belirli bir ücret karşılığında ulaşabiliyorlar. Ulaştıkları bu hizmetlerse zenginlere sunulan imkanların yakınından bile geçemiyor. Kapitalizm, işte buna fırsat eşitliği diyor. Kolonyalizm döneminde sömüren ve sömürülen ülkeler arasındaki ilişki şu anda gayrı resmi bir şekilde bütün ülkeler arasında gözlemleniyor. Artık dünyanın her ülkesinde eşitsizlik farklı oranlarda kendisi gösteriyor. Bu oranlar gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkelerde daha fazla olsa da Avrupa ülkeleri de bu oranlardan nasibini alıyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü de 2014 ’te yayımladığı bir raporda durumun vahametini gösteren istatistiklere yer vermiş ve halkına karşı geleneksel anlamda eşitlikçi tutumuyla ünlü bir çok Avrupa ülkesinde de (Almanya, Danimarka gibi) eşitsizliğin gitgide arttığını belirtmişti. Yine geçtiğimiz günlerde yayımlanan ILO'nun “Dünya'da İstihdam ve Sosyal Bakış-Eğilimler 2015” raporuna göre de dünyada işsizlik hızla artmakta ve önümüzdeki 5 yılda da daha fazla artması bekleniyor. İşsizlik artıyor, eşitsizlik büyüyor, sendikalar zayıflıyor, şirketler genişliyor, ücretler azalıyor, vergiler artıyor. Araştırmacılara göre bu durum Yunanistan başta olmak üzere özellikle Avrupa'nın güneyini vuruyor. Ekonomi temelli bu durum ülkelerde siyasi, dini ve hatta psikolojik bir savaşa yol açıyor ve son yıllarda gitgide gerilim tırmanıyor. ATAUM e-bülten Gittikleri ülkenin vatandaşlığını elde edebilmek, göçmen ve sığınmacılar için ayrımcılıkla daha nadir karşılaşma olanağı, oturma ve çalışma imkânıyla eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim şansı sunan bir “rüya”. Çünkü çoğu za-man resmi kurumlarca ifade edilenin aksine misafirperverlikle karşılanmıyorlar. Bulundukları ülkede kabul edilebilir koşullarda yaşamlarını sürdürebilmeleri için sıradan insanlardan beklenenden çok daha “suskun ve masum” olmaları yeterli değil. Tıpkı Lassana Bathily ’nin kahramanlığı gibi “insan olmaktan” öte bir kutsiyet bağlamında tanımlanmaları gerekiyor. Paris’in 550 km kuzey doğusunda yer alan, Almanya’nın Schwerte şehrindeki mülteciler de misafirperverlikten uzak bir tutumla karşılaşan onlarca örnekten birkaçı. Ekim 2014’ten bu yana Kuzey Ren Westphalia eyalet yönetimi tarafından 64 mülteci Schwerte’ye yönlendirildi. Schwerte Belediyesi'yse yoğunluk nedeniyle mültecilerin zorunlu olarak spor salonları ve yurt binalarına yerleştirilmesi sorununa ilginç bir çözüm geliştirerek Gine, Fas, Mısır ve Bangladeşli 11 mültecinin eski bir Nazi çalışma kampında ikamet etmesine karar verdi. Onarım çalışmaları tamamlandığında 10 mültecinin daha buraya nakledilmesi planlanıyor. Belediye Başkanı Heinrich Böckelühr “yüksek borç altında bir belediye olmalarına rağmen zor yolu seçerek, Schwerte’ye sığınmış olan insanlara onurlarına yaraşır ŞUBAT 2014 bir barınma imkânı sunmaya çalıştıklarını” söylemekte. 46 bin nüfuslu şehrin tam kapasite çalışan üç geçici kurumunda hâlihazırda 173 mülteci kalıyor. Mülteciler için alternatif barınma alanı olarak hazırlanan binalarsa Almanya’daki en büyük toplama kamplarından biri olan Buchenwald’ a bağlı Schwerte-Ost kampı arazisinde yer alıyor. Naziler tarafından çalışma kampı olarak kullanılan alanda Avrupalı tutukluların, tren ve ray tamiratı işinde ağır koşullarda çalışmaya zorlandığı biliniyor. Belediye yetkilileriyse, kamuoyu ve medyadan gelen tepkiler üzerine yaptırdıkları araştırmaya dayanarak kamp alanı içinde esir ve gardiyanlarca kullanılan binaların çoktan yıkılmış olduğunu, mevcut yapıların tamamının 1950’lerin sonlarında inşa edildiğini ve daha önce kreş ve sanat atölyesi olarak kullanıldığını vurguluyor. Belediye Başkanı da entegrasyon anlayışlarının ve Schwerte’nin “canlı misafirperverlik kültürü”nün mültecilerin kalabalık barınaklarda, konteynırlarda veya spor salonlarında barınmasına izin vermeyeceğini ifade etmekte. Schwerte’ nin bağlı bulunduğu Kuzey Ren Westphalia Eyalet Başkanı Hannelore Kraft’ın savaş ve acıdan kaçan mültecileri eski bir Nazi kampına yerleştirmenin “iyiye işaret” olmadığını belirterek şehir idaresinden kararın gözden geçirilmesini istemesineyse yukarıdan gelen eleştirilere ihtiyaçları olmadığını söyleyerek cevap verdi. Başkan, karardan rahatsızlık duyuluyorsa, kendilerine mültecileri yerleştirmeleri için yeni bir yer önerilmesini istiyor. Spor salonlarına göre daha iyi olduğu söylenen yapılarsa eski bir sanayi bölgesinin ortasında bulunuyor ve kullanılabilir durumda görünmüyor. Bölgede yerleşim yeri, market ya da mültecilerin herhangi bir şekilde ihtiyaçlarını karşılayabileceği veya bölge sakinleriyle iletişim kurabilecekleri bir mekân bulunmuyor. Bu da Belediye Başkanı’nın önemini vurguladığı entegrasyon anlayışıyla bağdaşmıyor. Yakınlarında mülteci barınakları olmasını istemeyen bölge sakinleri karara destek çıkarken, itiraz edenler arasında da gerekçeler farklılık gösteriyor. Kimi yerleşikler kararı tüm dünyada Almanya’nın imajını zedeleyecek politik bir hata olarak yorumlarken, bazıları da mültecilerin yerleştirilecekleri binaların durumuyla ilgili bilgilendirilmedikleri ve kendilerinin onayının alınmadığı eleştirisini dile getiriyor. Kuzey Ren Westphalia Mülteciler Konseyi’nden Birgit Naujoks da herkesin aynı şekilde etkilenmeyecek olmasıyla birlikte yerleştirildikleri yerin durumunu öğrenmenin bazı mülteciler için travmatik olabileceği görüşünde. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre 2014 boyunca AB üyesi devletlere gelen sığınma başvurusu önceki yıla göre yüzde 25 artış gösterdi. En fazla başvuruysa Almanya’ya yapıldı. Fransa, İsveç, İtalya ve Birleşik Krallık da Almanya’yı izleyen dev- Vatandaşlıktan Toplama Kampına Elâ BİLGEN 3 letler oldu. Almanya göçmenler konusunda da birinciliği koruyor. OECD verilerine göre ABD’den sonra dünyada en çok göç alan ikinci ülke Almanya. Yine OECD’ye göre Avrupa’nın en büyük yaşlı nüfus payına ve ikinci en düşük doğum oranına sahip olan Almanya’nın Euro bölgesinin en büyük ekonomisi olması, iyi eğitim almış göçmenlerin de büyük oranda Almanya’yı tercih etmesine neden oluyor. Göçmenlerin Almanya’nın nitelikli işgücü ihtiyacını karşılıyor olmasına rağmen, düşük doğum oranları karşısında hızla artan nüfus Almanya’yı endişelendiriyor. Federal İstatistik Dairesi’ne göre Almanya’ya göç edenlerin, Almanya’dan gidenlerden yaklaşık 500 bin kişi daha fazla olması, Romanya ve Bulgaristan’ ın Ocak 2014’ten itibaren AB serbest iş gücü dolaşımı hakkından yararlanmaya başlaması, AB ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz ve işsizliğin göçü tetiklemesi ve dünyadaki savaş ve kriz ortamlarının mülteci sayısında artışa neden olması nüfustaki dramatik büyümenin nedenleri arasında yer alıyor. Avrupa’nın, insan hakları anlayışını sınır ötesine taşımakta yaşadığı bilindik güçlüğü ülke sınırları içinde de yaşamaya başladığı gerçeği, son yıllarda göçmen ve sığınmacı sayısındaki hızlı artışla birlikte belirginlik kazandı. Pasaport bahşetmekle, Na zi bacasını bir şekilde yeniden tüttürmek arasında gidip gelen değişken ruh hali de buna işaret ediyor. 4 Avrupa Telif Hakkı Kanunu Yenileniyor Onur HAZNEDAR ŞUBAT 2014 ATAUM e-bülten Avrupa Telif Hakkı Kanunu Yenileniyor Onur HAZNEDAR Hepimiz bilişim çağı adı verilen yeni bir dönemin içerisinde yaşıyoruz. Her geçen gün hayatımıza bir yenisini kattığımız teknolojik ürünlerle bilgiye anında ulaşıyor, paylaşıyor ve bu zincirin bir parçası olarak biz de bir şekilde bu sarmala katkıda bulunuyoruz. Artık gazetelerimizi, kitaplarımızı yeni teknolojik aletlerimizle okuyor, iletişimimizi internet üzerinden gerçekleştiriyoruz. Burada saymakla bitmeyecek yeniliklerle değişen ve dönüşen toplumsal ilişkilerimizin bir sonucu olaraksa bu sanal alanın hukuken düzenlenmesi gerekliliğini ortaya çıkıyor. Söz konusu bilgiye kolayca ulaşmak olunca da telif hakkı konusu, dönemin şart- larına ve tarafların isteklerine göre yeniden düzenlenmesi gereken alanların başında geliyor. Her türlü bilginin sahibinin izni olmaksızın kullanıldığı, korsan eserlerin internet ortamında daha çabuk yayılabildiği bugünlerde telif hakkı konusu farklı bir noktada Avrupa’nın gündemini meşgul ediyor. Avrupa Parlamentosu’nda Alman Korsan Partisi’ni temsil eden Julia Reda, geçtiğimiz ay sunduğu bildiride AB’de telif hakkı kanunu konusunda önerilerde bulundu. Reda, Avrupa’nın telif hakkı konusunda eskide kaldığını belirterek 2001’ deki kanunun dönemin şartlarına göre yenilenmesi gerektiğini önerdi. Zira Reda’ya göre bu kanun Youtube, Facebook ve Twitter gibi günümüz sosyal medyasının olmadığı eski bir dönemde oluşturulduğundan bugünkü hakları korumakta etkisiz kalıyor. Bunun dışında Reda’nın asıl vurguladığı noktaysa, AB ülkeleri arasındaki farklı telif hakkı uygulamaları. Mevcut yasayla her AB üyesi devlet kendi ulusal düzenlemeleriyle farklı telif hakkı uygulamaları getirebiliyor. Hal böyle oluncaysa Avrupa’da insanlar kendi ülkelerinden başka ülkelere seyahat ettiklerinde, kendi ülkelerinde serbest olan bir şey diğer ülkede yasak olabiliyor. Örneğin internet üzerinden müzik hizmeti sunan iTunes ve Spotify gibi uygulamalara bazı Avrupa ülkeleri izin verirken, bazıları bunları ya kısıtlıyor ya da tamamen erişime kapatabiliyor. Yine benzer şekilde tarihi bir yapının ya da bir sanatsal çalışmanın resmini çekmek ve bunu kendi sosyal hesabında paylaşmak bir ülkede yasal iken bir başka ülkede yasa dışı olabiliyor. Benzer örneklerin çoğaltılabileceğini belirten Reda, “‘bu video ülkenizde ulaşılabilir değildir’ mesajının artık geçmişe ait bir şey olması gerektiğinin” altını çiziyor. Bu nedenle de tüm AB ülkelerinde geçerli tek bir Avrupa telif hakkı yasasının oluşturulmasını öneriyor. çalışmalarına devam ediyor. Julia Reda da Avrupa Komisyonu’na ve de Oettinger’e önerilerde bulunan komitenin üyelerinden biri konumunda bulunuyor. Önümüzdeki altı ay boyunca Parlamento içerisindeki bu komite telif hakkı reformu konusunda çalışmalarına devam edecek. Reda’nın geçtiğimiz ay sunduğu raporsa 16 Nisan’da Parlamento’nun hu- kuki işler komitesinde görüşülecek, oradan da genel kurula gidecek. Kabul edilmesi durumunda da Günther Oettinger bu öneri üzerinde çalışmaya başlayacak. Avrupa Komisyonu’nun 2015 sonuna dek yeni bir telif hakkı yasasını hazırlaması bekleniyor. sında otorite sahibi kimi kişiler, Reda’nın tek bir telif yasası önerisinin işlerlik kazanmasının yıllar alacağı, en iyi ihtimalle on yıl içerisinde hayata geçirilebileceği, bunun üye devletlerin otonomilerini kısıtlayacağını, bu yüzden de uy gu la na bi lir li ği nin pek mümkün olmadığı noktasında eleştirilerde bulundular. Hatta bu önerinin “çöp sepetine” doğru yol aldığı, her şeyin bedava olması gerektiğine inanan birinin önerisinden ne beklenebileceği gibi Reda’yı yerden yere vuran açıklamalar da geldi. Görünen o ki, Reda, hem yol arkadaşlarını hem de kendisine karşı grupları önerisiyle pek memnun edememiş. Ama yine de Korsan Partili etiketine sahip birinin yeni telif hakkı kanununu yazılmasında ön planda olması şaşırtıcı olsa gerek. Reda şimdilik etkin bir lobi faaliyeti içerisine girerek önerisine destek arıyor. Kendisinin telif haklarını benimseyen biri olduğunu belirterek de destek sağlamaya çalışıyor. Bunun zor bir savaş olacağının bilincinde olan Reda’nın önerisine ne denli destek verileceğiyse önümüzdeki bahara belli olacakmış gibi gözüküyor. Dijital tek pazar girişimi Avrupa’da ve de Parlamento’da telif hakkı konusunun tartışılmasının arka planındaysa Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in ilk dönem öncelikleri arasında açıkladığı ‘Dijital Tek Pazar’ oluşturulması girişimi bulunuyor. Hem toplumun hem de ekonominin her geçen gün dijitalleştiği fikriyle hareket eden Juncker, gerek iş dünyası gerekse AB va- tandaşları için gelişimin önündeki engellerin kaldırılması için dijital bir devrimin yapılması gerektiğini savunuyor. İşte bu girişimin bir parçasını da AB’nin telif konusundaki yasal düzenlemelerinin modernize edilmesi oluşturuyor. Hâlihazırda Avrupa Komisyonu’nda Günther Oettinger, Dijital Ekonomi ve Toplumdan Sorumlu Komisyoner olarak bu yönde Öneriye tepkiler Avrupa Parlamentosu’nun şu andaki tek Korsan Partisi üyesi olan Julia Reda’ya ilk tepki Korsan Partileri’nin beşiği İsveç’ten geldi. 2006’da İsveç’te ilk kez kurulan, daha sonra birçok ülkeye yayılan ve de ilk katıldıkları seçimlerde Avrupa Parlamentosu’na üç vekil yerleştiren Korsan Partileri, kendilerinden birinin telif hakkı yazılması sürecinde olmasını olumlu karşılasalar da, Reda’nın önerilerinin kendilerini tatmin etmediğini belirtiyor. 2011 ila 2014 yılları arasında İsveç Korsan Partisi’ni temsilen Avrupa Parlamentosu’nda görev yapmış olan Amelia An- dersdotter, Julia Reda’nın Avrupa Komisyonu’ndan bile daha muhafazakar bir tutum sergilediğini, beklentileri yerine getiremediğini dile getiriyor. Dünyaca ünlü torrent sitesi The Pirate Bay’a yönelik saldırılara bir tepki olarak doğan Korsan Partileri’nin kuruluş mantığı gereği bilginin serbestçe paylaşılması yanlısı olduğu düşünüldüğündeyse, bu tepkilere pek de şaşırmamak gerekiyor. Reda’nın önerisine bir başka tepkiyse, söz konusu önerinin hayata geçirilmesinin mümkün olup olmaması konusunda oldu. Buna göre, mevcut yasanın uygulanma- ATAUM e-bülten ŞUBAT 2014 Avrupa’nın GDO Kararı Damla ÜNSEVER 5 Avrupa’nın GDO Kararı Damla ÜNSEVER Amerika ve Asya kıtalarında yoğun olarak üretimi yapılan ve tüketilen GDO’lu gıda ve yemler, Avrupa’da önemli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Düşük maliyetli olması ve seri üretimin sağlanması nedeniyle tercih edilen bu ürünler, ABD, Brezilya, Arjantin ve Hindistan başta olmak üzere birçok ülke tarafından artan dünya nüfusuna yeterli yiyeceği sağlamak için en ideal yöntem olarak görülüyor. Çevrecilerse hızlı bir şekilde yayılan ve modern tarımda en çok kul la nı lan yön tem o lan GDO’ların insan sağlığına ve ekolojik sisteme zarar vereceğini savunuyor. Rakamsal verilere baktığımızda, GDO’ lu ürünlerin dünya genelinde yaygın olarak kullanılması konunun önemini gözler önüne seriyor. Tarımsal Biyoteknoloji Uygulamaları İçin Uluslararası Hizmetler Enstitüsü’nün (ISAAA) yaptığı araştırmaya göre, GDO’lu üretim 1996’da ilk defa yapıldığında 1.7 milyon hektarlık alanı kapsarken, 2014 ’de bu rakam 181.5 milyonu buldu. Ayrıca 1996’da yalnızca 4 ülke GDO’lu üretim yaparken bugün bu sayı 29’a yükseldi. Bir başka açıdan baktığımızda, bu ürünleri yetiştiren ülkelerin nüfusu dünya nüfusunun yüzde 59’unu oluştururken, ihraç ve ithal eden kesim dünya nüfusunun yüzde 75’ini oluşturmakta. Genellikle gelişmekte olan ve yoğun nüfusa sahip ülkelerde tüketilen bu ürünlere karşı AB temkinli yaklaşıyor. Çevreciler ve biyoteknoloji uzmanları arasındaki görüş ayrılıkları ve Avrupa halkının isteksizliği, GDO’lu ürünler konusunda bir karara varılmasını zorlaştırıyor. Konunun açıklığa kavuşturulması için 2009’dan bu yana çaba sarf eden Fransa, Almanya ve İtalya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi genetiğiyle oynanmış gıdalara karşı çıkarken, İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere bir kısım ülkeyse bu yöntemi destekliyor. Dolayısıyla kesin bir karara varamayan AB, herkesi memnun edecek bir çözüm arayışında. Diğer bölgelere nazaran bu konuda daha fazla hassasiyet gösteren Avrupa’da Birlik, ilk defa 1998’de Monsanto şirketinin MON810 adlı genetiği değiştirilmiş mısırının üretimine izin vermişti. Günümüzde sadece İspanya, Portekiz, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Romanya’da yetiştirilen bu mısır, Avrupa bölgesindeki tek GDO’ lu ürün olma özelliği taşıyor. 2013’teyse Amflora adında bir patates türü Avrupa Komisyonu’ndan onay aldı, ancak Avrupa Genel Mahkemesi tarafından Komisyon ’un gerekli prosedürleri yerine getirmediği gerekçesiyle reddedildi. Konu üzerinde demokratik bir şekilde uzlaşıya varmaya çalışan AB, 2009’da bir taslak olarak oluşturulan ancak ülkeler arası görüş ayrılıkları nedeniyle bir türlü yürürlüğe giremeyen yasayı geçtiğimiz günlerde kabul etti. Bu yasaya göre, ülkeler GDO’lu ürünlerin üretilmesine Brüksel’den izin çıksa dahi kendi topraklarında bu ürünlerin yetiştirilip yetiştirilmeyeceğine dair kararı kendileri verecek. Yani artık ülkeler tarım, çevre ve şehir planlama politikaları, bu ürünlerin sosyo-ekonomik etkileri gibi gerekçeler sunarak kendi ülkelerinde GDO’lu gıdaları yasaklama ya da sınırlandırma yetkisine sahip olacaklar. Ancak uzun zamandır beklenen ve sonunda ilkbaharda yürürlüğe girecek olan bu karar, ne GDO destekçilerini ne de çevrecileri tatmin etti. GDO üreticileri çiftçilerin ne üretecekleri ko nu sun da özgürlüklerinin kısıtlandığını ve bu kararın yeni gelişmelerin önüne geçeceğini savunurken, çevreciler Avrupa halkının çoğunluğunun istemediği bir konuda böyle bir kararın çıkmasının Avrupa’yı GDO’lu ürünlere açacağını ileri sürdü. Farklı görüşlere sahip ülkeleri ortak noktada bir araya getirmek amacıyla bu şekilde bir karar aldığı düşünülen birlikse bu karardan bir süre önce onayladığı yeni etiketleme yasasında genetiğiyle oynanmış ürünlere de yer vererek tüketicilerin lehine bir adım attı. Aralık 2014’ te yiyeceklerin içeriği konusunda şeffaflık yaratmak amacıyla onaylanan yasayla, AB içinde satılan tüm gıda ve yemlerde GDO oranı yüzde 0.092u aşıyorsa üzerlerindeki etikette bunun belirtilmesi zorunluluğu getirildi. Ayrıca aynı dönemde yürürlüğe giren izlenebilirlik kuralıyla genetiğiyle oynanmış gıda ve yemlerin üretiminin tüm aşamalarının izlenmesi, yakın takibe alınması kararlaştırıldı. Bununla beraber, insan sağlığı ve çevreye zarar vermesi durumunda ya da ihtimalinde bu ürünlerin üretim ve dağıtımının durdurulması öngörüldü. Diğer taraftan, yeni yasayla birlikte geçtiğimiz yıldan bu yana tartışma konusu olan Pioneer 1507 adlı GDO’lu mısırın Avrupa’ya girip girmeyeceği yeniden görüşüldü. Ürünü haşerelere karşı dirençli kılan bir formülle geliştirilen bu mısır, Avrupa Gıda Güvenliği’nin onayını almasına rağmen 2014’de reddedildi. Gerekçe olaraksa haşerelere yönelik geliştirilen bu mısırın kelebek ve güvelere de zarar verebileceği ihtimali gösterildi. İngiltere’nin 2017’ye kadar kabulünü arzuladığı mısır, Almanya ve Fransa’nın tepkisini çekerken tüm bu görüş karmaşasının ortasında en “ideal” kararı almaya çalışan AB, herkesi tatmin edecek kararlar alabilecek mi? Bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz ancak uzman görüşlerine dayanarak şunu söyleyebiliriz ki, modern tarımda giderek yayılan ve her yıl hızlı bir artış gösteren genetiği değiştirilmiş organizmalar içeren ürünlere karşı durmaya çalışan ülkeleri zorlu bir mücadele bekliyor. 6 SİRİZA Hükümeti Dönemi Christos TEAZIS ATAUM ŞUBAT 2014 e-bülten SİRİZA Hükümeti Dönemi 25 Ocak 2015 tarihi Yunanistan için bir milat olabilir. Çünkü, Yunanistan’ın siyasi tarihinde sol bir parti iktidarda. Partilerin durumunu ele almadan önce, seçim sonuçlarına göz atalım: Seçimin tartışmasız galibi SİRİZA, aldığı yüzde 36.34 oyla 149 milletvekili çıkardı. (2012 Haziran seçiminde yüzde 26.89 oy ve 71 vekil). Yüzde 27.81 oy alan Yeni Demokrasi Partisi’yse 76 vekil çıkardı (2012’de yüzde 29.66 oy, 129 vekil). Altın Şafak, yüzde 6.28’le 17 vekil çıkarırken (2012’de yüzde 6.92 oy ve 18 vekil), seçime ilk defa katılan NEHİR yüzde 6.05 oyla 17 vekil çıkardı. Komünist Parti, yüzde 5.47 oyla 15 vekil (2012’de yüzde 4.5 ve 12 vekil), Bağımsız Yunanlılar ise yüzde 4.75 oyla 13 vekil çıkardı (2012’de 7.51 oy ve 20 vekil). PASOK, yüzde 4.68 oy ve 13 vekil (2012’de yüzde 12.28 oy ve 33 vekil) alırken, Yorgo Papandreou’nun Genel Başkanlığında seçime ilk kez katılan İDİSO, yüzde 2.46 oy aldı ve yüzde 3’lük barajın altında kalarak meclise girmedi. Sonuçlara göre, SİRİZA, güvenoyu için gerekli 151 milletvekiline ulaşamadığı için, Bağımsız Yunanlılar partisiyle koalisyon kurdu. Öte yandan, aşağı yukarı yüzde 2 oy kaybeden Yeni Demokrasi, ana muhalefet partisi oldu. Şu açıkça anlaşıldı ki, eski başbakan Adonis Samaras, insanları krizden çıkacaklarına, tünelin sonunda ışığın göründüğünü ikna edemedi. Altın Şafak’sa gücünü korumakta. İlk defa seçime giren NEHİR partisi, tepki oyları ve Christos TEAZIS Christos TEAZIS kararsızların bir kısmını çekerek büyük bir başarı elde etti. Komünistlerse gücünü korudu. PASOK’un seçimin mağlubu olduğunuysa rahatlıkla söyleyebiliriz. PASOK’un Genel Başkanı Vagelis Venizelos, ağır hezimetini kabul edip kurultaya kadar genel başkan kalacağını açıkladı. Yorgo Papandreu’nun partisiyse, meclise girmeyi başaramasa da, çok küçük çaplı bir başarı elde etti. Çünkü insanlar Papandreu’ya karşı bir öfke besliyor ve kendisini, ülkeyi ekonomik krize sokan kişi olmakla suçluyor. Seçimlerin asıl galibine gelirsek, SİRİZA aslında gerçekten bir milat olabilir. Zira ilk defa komünist partiden ayrılan yenilikçiler iktidara geldi. İlk defa Yunanistan siyasi tarihinde genç bir başbakan seçildi. Yunan başbakanı olan Aleksis Tsipras, 40 yaşında. SİRİZA’nın yükselişi, sadece sol oyların toplanmasından değil sağ partilerden oy alınmasından da kaynaklanıyor. Ve esas önemlisi, SİRİZA’nın başarısı Yunanistan’da yeni bir sayfa açıldığını aşikâr kılıyor. Bu yeni sayfanın ilk satırı da Başbakan Tsipras’ın yeminiyle başladı. Yıllardır Yunanistan’da geleneksel olarak Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, dini bir törenle başpiskoposun huzurunda yemin ediyorlardı. Bu, Yunanistan’da devlet-din birliğinin varlığından ileri geliyordu. Tsipras’ın sivil/laik yemin etmesi, devlet-din ayrışması sinyalini verdi. Aslında Tsipras’ın böyle bir harekette bulunacağı neredeyse bekleniyordu: Özel hayatı bunu çok net ortaya koyuyor. Tsipras kilisede evlenmedi; bir sözleşme imzalayarak evlendi. Çocuklarını da vaftiz ettirmedi. Bunun yerine, sadece isim verme töreni yapıldı. Siyasette takındığı bu tutumu, özel hayatındaki din-dışı tutumun bir yansıması olarak görebi- liriz. SİRİZA’nın sloganı “Umut Geliyor”du. İnsanlarda gerçekten bir beklenti, bir umut oluştu. Acaba sefaletten bizi kurtaracak mı SİRİZA? En azından bu ağır mali yükü hafifletebilecek mi? Zedelenen itibarımız onarılacak mı? SİRİZA hükümetinin ilk icraatları bu yönde gibi gözüküyor. Örneğin, devletin pahalı arabalarının satışa çıkarılacağı söyleniyor. Haksız bir şekilde işten atılanlar da işlerine geri dönecekler. En son Maliye Bakanı Varufakıs da “biz troykayı istemiyoruz artık” açıklaması yaptı. Avrupa’dan gelen mesajlarsa pek olumlu değil: “Reformlara devam ederseniz, biz size destek sağlarız. Yoksa....” şeklinde. Gelecek altı aylık süreç çok fırtınalı geçecek gibi görünüyor. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: ataum@education.ankara.edu.tr Editör: Erdem DENK Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK * Yazılarınızla katkıda bulunmak için denk@ankara.edu.tr adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Haziran 2014 ATAUM ŞUBAT 2014 e-bülten Hırvatistan’da Tudjman Ruhu Emre YÜKSEL 7 Hırvatistan’da Tudjman Ruhu Emre YÜKSEL Hırvatistan’da halk, yeni cum- kazanan ve Temmuz 2013’te hurbaşkanını seçmek için ül- AB’ye üye olan ülkede seke tarihinde beşinci kez san- çimlerin ilk turunda hiçbir dık başına gitti. 1991’de Yu- aday yeterli çoğunluğu sağgoslavya’dan bağımsızlığını layamadı ve ikinci tur seçim- leri yapıldı. Bunun turun so- turda Kitaroviç’in arkasında nucundaysa Kolinda Grabar kaldı. Kitaroviç ülkenin 4. Cumhurbaşkanı oldu. Seçimlerin favorisi İvo Josipoviç ise ikinci Gelenek ile gelecek 2010’da Cumhurbaşkanı seçilen İvo Josipoviç’in görev süresinin dolmasıyla Hırvatistan yeni cumhurbaşkanını belirlemek için seçimlere gitti. Josipoviç gibi geleneği temsil eden adaylar olduğu gibi geleceği vadeden Sinciç gibi bir adayın da bulunduğu ve ülke iç politikasında önemli yetkiler anlamına gelen bu görev için dört aday seçimlere katıldı. Ülkenin mevcut Cumhurbaşkanı olan İvo Josipoviç, ülkenin en önemli iki siyasi partisinden biri olan Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) adayı durumundaydı. 2010’da yüzde 60 gibi bir oy oranıyla seçilen ve 2015 seçimlerinde 17 partinin desteğini alan Josipoviç, seçimlerin favorisi durumundaydı. Ana muhalefetin adayıysa ülkenin diğer önemli partisi Hır- Seçimlerin ilk turu Bu dört adayın yarıştığı ve 28 Aralık’ta gerçekleştirilen seçimlerin ilk turunda hiçbir aday yeterli çoğunluk olan yüzde 50’yi sağlayamadı. Böylece yeni cumhurbaşkanını belirleme işi de yeni yıla kalmış oldu. Seçimlerin ilk turunda seçimlerin favorisi olan mevcut Cumhurbaşkanı Josipoviç, geçerli oyların yüzde 38.46’ sını alarak ilk turu önde tamamladı. Muhalefetin adayı Kitaroviç’se oyların yüzde 37.22’sini alarak seçimi ikinci sırada bitirdi. Bu sonuçlara göre Josipoviç ve Kitaroviç ikinci turda yarışacak adaylar oldu. İlk kadın cumhurbaşkanı Kitaroviç ve Josipoviç’in yarıştığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu yüzde 50.74 oy alan HDZ’nin adayı Kolinda Grabar Kitaroviç kazandı. Kitaroviç, böylece ülkenin dördüncü cumhurbaşkanı ve ayrıca bu göreve gelen ilk kadın siyasetçi oldu. Böylece Franjo Tudjman’ın kurduğu ve ülkeyi bağımsızlığa taşıyan Hırvat Demokratik Birliği (HDZ) tekrar iktidara gelmiş oldu. Diğer aday İvo Josipoviç’se oyların 49.26’sını alarak Kitaroviç’in arkasında kaldı. Seçime katılımın yüzde 59 olduğu ikinci turda iki aday arasındaki oy farkı yaklaşık 30 bin olarak açıklandı. Kolinda Kitaroviç göreve 19 Şubat’ta başlayacak. Ülkeyi AB’ye sokan ve seçimlerin de en önemli favorisi konumunda olan mevcut Cumhurbaşkanı Josipoviç’in seçimi kazanamamasının en önemli nedeni, özellikle ül- kede altı yıldır süren resesyonu sona erdirememesi olarak gösteriliyor. Kitaroviç de seçim kampanyası sürecinde Josipoviç’i bu nedenle eleştirmişti. Ayrıca ülkede yüzde 20’leri bulan işsizlik oranı da Josipoviç’in kazanamamasındaki önemli faktörlerden. Ülkenin müstakbel Cumhurbaşkanı Kitaroviç, zafer konuşmasında seçimi tüm Hırvatistan için kazandığını, Josipoviç’e oy veren seçmenlerin de ekibinin bir parçası olması gerektiğini belirtti. “Ben-sen” yok diyen Kitaroviç, “bu yolda beraberiz ve birlik olarak Hırvatistan’ı krizden çıkaracağız. Kendimize güveniyoruz” sözleriyle ülkeye birlik mesajları verdi. Kitaroviç, Hırvatistan’ı AB’ nin ve dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisi yapacağının da sözünü verdi. Bununla birlikte yolsuzluklara sıfır tolerans uygulayacaklarını, vat Demokratik Birliği’nden (HDZ) Kolinda Grabar Kitaroviç’ti. İyi derecede İngilizce, İspanyolca ve Portekizce bilen Kitaroviç, daha önce Dış İşleri Bakanlığı’nın birçok kademesinde görev almış, NATO Genel Sekreter Yardımcılığı yapmış, 20052008 yılları arasında ülkesinin Avrupa Entegrasyonu Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı görevlerini yürütmüş ve ABD Büyükelçisi olarak Washington’da görev yapmıştı. Kitaroviç ayrıca Trilateral Komisyon’un da bir üyesidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışan diğer iki adaysa arkasına altı partinin desteğini alan Hırvat Birliği’nden Milan Kuyunciç ve AB karşıtlığıyla bilinen Zivi Zid (Canlı Duvar) adlı siyasi hareketin adayı 25 yaşındaki öğrenci İvan Vilibor Sinciç’ti. İlk turda en büyük sürprizi yapan adaysa İvan Sinciç’ti. Sinciç oyların yüzde 16.42’ sini alarak seçimleri üçüncü sırada bitirdi. 25 yaşındaki aktivist Sinciç’in hem genç olması hem de hiçbir politik tecrübesi olmamasına rağmen böyle yüksek bir oy oranı yakalaması, seçimlerin en büyük sürprizi konumundaydı. Son aday Kuyunciç de oyların yüzde 6.30’unu alarak seçimleri son sırada bitirdi. Toplam 3 milyon 780 bin kayıtlı seçmenin bulunduğu ülkede seçime katılımsa yüzde 47.12’de kaldı. NATO ve AB’de hak ettikleri yere geleceklerini ve komşularıyla yıllardır süren sorunlarını çözeceklerini belirtti. Seçimleri kaybeden Josipoviç’se kampanya sürecinin zor olduğunu ancak nihayetinde demokrasinin kazandığını belirterek “demokratik mücadelede kazanan Kitaroviç oldu. Kendisini tebrik ediyorum. Az bir farkla kazandı ancak demokrasinin özü bu, daha fazla oy alan zaferi kazanır” diyerek Kitaroviç’i tebrik etti. Seçimin galibi Kitaroviç’in önündeyse uzun bir yol var. Ekonomik açıdan iyi günler yaşamayan ve yüksek işsizlik oranına sahip olan ülkenin ekonomisine yön vermek zorunda. Ayrıca yolsuzlukla da mücadele etmesi gerekiyor. Bu sorunlara çözüm bulamaması Josipoviç gibi kendisine de gelecek seçimleri kaybettirebilir. Bununla birlikte, Cumhur- başkanlı seçiminin ardından en çok merak edilen konulardan birisi de bu yıl yapılacak genel seçimlerin sonucu ve cumhurbaşkanlığı seçiminin genel seçimi etkileyip etkilemeyeceği. Hâlihazırda iktidarda bulunan Kukuriku Koalisyonu’nun iktidardaki geleceği tartışma konusu. Josipoviç’in seçimi kaybetme si Sos yal De mok rat Parti’ye bir uyarı niteliğinde. Ülkenin ekonomik sorunlarına çö züm bu la ma yan SDP’nin ve Josipoviç’in popülaritesi ülkede azalma eğilimi gösteriyor. Nitekim Josipoviç’in seçimi kaybetmesi de bunun göstergesi. Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan sağın genel seçimi de kazanması olası gözüküyor. Aradaki çok az bir oy oranına rağmen sağın yükselişe geçmesi Kukuriku Koalisyonu’nun yerini HDZ’ye bırakmasına neden olabilir. 8 İngiltere: Grev Hakkının Haksızlığı Damla ÜNSEVER ŞUBAT 2014 ATAUM e-bülten İngiltere: Grev Hakkının Haksızlığı Damla ÜNSEVER 2008 krizi tüm Avrupa’yı etkisi altına alırken İngiltere’yi de pas geçmedi. 2010 seçimlerinde 13 yıllık işçi partisi iktidarı son buldu ve yerine 36 yıllık aradan sonra liberal demokratlar ve muhafazakârların kurduğu koalisyon hükümeti geldi. Yeni hükümet kemer sıkma politikaları uygulamaya başlayınca da ülkede hoşnutsuzluk başladı. Bütçe açığı giderek artıp kamu harcamaları hükümet tarafından kısılırken hizmet sektöründe tam tersine büyüme giderek arttı. Yani, neoliberal politikaların bir sonucu olarak hizmet sektörü gelişirken kamu sektörü hüsrana uğradı. Gerek emeklilik yaşı ve emeklilik koşulları gerekse enflasyonun altında yüzde 1’lik ücret artışı kamu sektörü çalışanlarını sokağa döktü. 2010’dan bu yana her sene grevler düzenleyen kamu çalışanları, işçi sınıfıyla yönetici sınıfı arasındaki ücret farkının giderek açıldığını ve hükümetin bu konuda birşey yapması gerektiğini vurguluyor. Gelir farkı öyle bir duruma geldi ki, Birleşik Krallık Ulusal İşçi Sendikası’na göre ortalama bir kamu işçisi haftalık 50 Euro’nun altında bir ücrete çalışırken yönetici sınıfı ortalama bir işçiden yüzde 175 daha fazla kazanmaya başladı. Bu durum, işçileri greve zorlayıp hükümetten beklentilerini artırırken, aşırı muhafazakârlar genel seçimlere 3 ay kala, seçim beyannamelerinde de yer alacak olan yeni bir plan oluşturdu. David Cameron’ın genel başkanı olduğu Muhafazakâr Parti, Mayıs’ta yapılacak seçimleri kazanırlarsa kamu çalışanlarının grev hakkını sınırlayacaklarını ifade etti. Buna göre, oy kullanma hakkına sahip olan ve ulaşım, eğitim, sağlık gibi kamu sektörlerinde çalışan işçiler ancak yüzde 40’lık çoğunluğu sağlayabildiklerinde yasal olarak grev yapma hakkına sahip olacak. Ayrıca ajanstan işçi temin etme yasağı kaldırılarak grev sırasında günlük hayatın aksamasının önüne geçilecek. Dolayısıyla kamu işçileri her hoşnutsuzluklarında greve gidemeyecek ve günlük hayat aksamayacak. Yani, günlük hayatın can damarı olan kamu sektörü çalışanları artık kendileriyle ilgili olumsuz düzenlemelerde etkisiz eleman olma görevini üstlenecek. Planı demokratik bir hakkın açıkça çiğnenmesi olarak tanımlayan Ulusal İşçi Sendikası (TUC) Genel Sekreteri Frances O’Grady, muhafazakâr partinin seçimleri ka- zanması ve bu planı yasalaştırması durumunda geniş çaplı işden çıkarma ya da ücret kesintileri gibi durumlarda işçilerin seslerini duyuramayacaklarını ifade ederek karşı çıktı. Diğer yandan, Ulaştırma Bakanı Patrick Mcloughlin, üyelerinin küçük bir kısmının talepleri nedeniyle işçi birliği liderlerinin tüm ülkeyi esir almasının adil olmadığını söyledi. Örnek olaraksa, geçtiğimiz hafta Londra’da ulaşımda çalışan işçilerin eyleminin yüzde 16’lık bir katılımla gerçekleştiğini göstererek, bu kadar düşük bir katılımın yolcuları mağdur ettiğini ifade etti. Ayrıca sağlık, ulaşım, eğitim gibi hayati önem taşıyan alanlarda yapılan grevlerin ve iş durdurma kararlarının tüm halka zarar verdiğini söyleyerek planı savundu. Gelecek seçimler, gelecekten beklentiler Kamu çalışanlarının giderek ümütsizliğe kapıldığı ülkede tabiri caizse umut işçinin ekmeği oldu. Bu nedenle Mayıs ’taki genel seçimlerin önemi arttı. İngiltere’nin en büyük problemleri olan göç, ekonomi ve sağlık sorunlarının belirleyeceği seçim sonuçları, ülke vatandaşlarının gelecek beklentilerinde kritik bir önem arz etmeye başladı. Anket sonuçlarına göre Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi açık ara önde giden ilk iki partiyken onları Birleşik Krallık Bağımsızlar Partisi ve Liberal Demokratlar takip ediyor. Ancak her ne kadar Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi oyların çoğunluğuna sahip olsa da, bu partilere ve politikalarına karşı halkın güvensizliğinin giderek artması seçimlerin anketlerden farklı sonuçlanabileceğini düşündürüyor. 2008 krizi sonrası her iki partininde iktidar dönemlerinde uyguladıkları politikaları gören halk, 2010 seçimlerinde olduğu gibi bu seçimlerde de kararsız gibi görünüyor. Nitekim ülke siyasetinde yeni bir kan arzulayan bir kesim yeni alternatifler arayışına girdi. Örneğin, muhafazakârların oylarının bir kısmı Birleşik Krallık Bağımsızlar Partisi’ne (UKİP) doğru kaymaya başladı. Öyle ki, İngiltere’nin AB’den çıkması- nı savunan ve ırkçılığa varan göçmen karşıtı söylemlerde bulunan aşırı sağ parti UKİP, anket sonuçlarına göre yüzde 12’lik oy oranıyla üçüncü parti olarak bugünkü koalisyon ortağı Liberal Demokratları geçti. UKİP’in bu hızlı yükselişi Avrupa’da tedirginlik yaratmaya başladı. Durumdan hoşnut olmayan David Cameron, göçmen karşıtı söylemlerde bulunmanın yanı sıra 2017’ye kadar AB’den çıkma konusunda ülkeyi referanduma götüreceğini tekrarlayarak aşırı sağa karşı kaybettiği oyları geri almaya çalışıyor. Ancak halkın üçte ikisi Cameron’ın sıradan halkı anlamadığını, zengin ve nüfuslu kesimin lehine çalıştığını düşünüyor. Dolayısıyla hükümet her ne kadar son yıllarda ülke ekonomisinde önemli artışlar gösterse de Cameron ve partisine olan güvensizliğin muhafazakârların işini zorlaştıracağı düşünülüyor. Tüm bunların yanı sıra 2010 seçimlerinde yüzde 65’lik bir katılımın olması bu seçimlerde de katılımın düşük olabileceğinin sinyallerini verdi. Kısacası, seçimlere katılımın azlığı, işçilerin hoşnutsuzluğu ve halkın kararsızlığı İngiliz demokrasisini Mayıs’ta çözülecek bir düğüm haline getirerek hangi yöne evrileceğini belirsizleştirdi. ATAUM ŞUBAT 2014 e-bülten İskandinavya’da Yaşlı Olmak Aygün KARLI Arada Kalan Güç: Finlandiya Aygün KARLI Finlandiya Soğuk Savaş’tan bu yana Rusya ve ABD’nin müttefiklerine sınır olmanın sıkıntılarını çekiyor. Bu sıkın- tılar kendini kimi zaman NATO üyeliğinde kimi zamansa Rusya’nın bölgede egemen olma isteğinin sonuçlarına katlanma olarak gösteriyor. netmemeyi becerebildikleri Ancak Fin politikacıların den- söylenebilir. ge politikasını uygulamayı ve kendi ülke menfaatlerini çiğ- Fin-Rus ilişkilerine kısa bir bakış Finlandiya-Rusya ilişkileri, Rusya’nın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu döneme kadar uzanıyor. Finlandiya’nın tam anlamıyla bir Batı ülkesi olmaması ve bölgede diğer İskandinav ülkelerine oranla daha az itibar görmesiyse bu ilişkiyi da- ha ilginç kılıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Fin -Rus savaşı (“Kış Savaşı”), Finlandiya’nın gerek ulusal bilincini gerekse gücünü ortaya koyan bir savaştı. Özellikle kendini büyük bir güç olarak gören SSCB, Fin kuvvetlerinin büyük direnişi yü- zünden İkinci Dünya Savaşı’ ndaki emellerini daha geç ve sorunlu bir şekilde gerçekleştirdi. Fin kuvvetlerinin yenilmesine rağmen SSCB’ye verdiği en büyük zararsa, Kızıl Ordu’nun sanıldığı kadar güçlü olmadığını göstermiş olmasıydı. Ama Fin kuvvet- Fin-ABD ilişkilerine kısa bir bakış Finlandiya, Soğuk Savaş ve sonrasında ABD’nin özel ilgi alanlarından biri haline geldi. Bunun nedenlerinden birisi elbette ki Rusya’ya komşu olması ve NATO üyeliğinin bulunmaması. Bu, ABD’nin bölgedeki etkinliğini kırıcı bir nitelikte. Buna rağmen Finlandiya ihracatının yüzde yedilik bir kısmını ABD’ye yapıyor. ABD Küresel Liderlik leri savaşı kaybetti ve topraklarının küçük bir kısmını Sovyetlere verdi. Kısaca, SSCB bölgede artık mutlak bir güç konumundaydı. Şu ansa bu gücü Soğuk Savaş sonrası kırılmış olsa da bölgedeki birçok siya-sayı etkileyebilecek konum-da. Raporu’na göreyse Fin halkının yüzde kırk sekizi ABD’nin dünya liderliğini onaylıyor. Yüzde otuz dörtlük bir kesimse aksi görüşte. Kısacası tampon bölge olarak nitelendi- rebileceğimiz bir Fin coğrafyası hem ABD hem de Rusya’nın günümüzde de ilgisini hala çekmekte. da dikkate değer. Zira Rusya, Finlandiya’nın NATO müttefiki olmasının olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacağına dair bir açıklama yapmıştı. Bu Finlandiya tarafından tehdit görünümünde bir tavsiye olarak algılandı. Bu açıklamanın Fin Hükümeti üzerinde yarattığı etkiyiyse son aylarda ortaya çıkan açıklamalarda görebiliyoruz. Üçgen daralıyor Son beş yıllık tartışmalara baktığımızdaysa, bu üçgendeki çekişme kendini bir hayli belli etmiş vaziyette. Özellikle Finlandiya’nın NATO müttefiki olması yönünde çalışmalarını sürdüren ABD, bu ülkeyi Rusya’nın etkisinden çıkartarak kendi müttefiki yapma çabası içinde. 2014 yazında Finlandiya’da süren NATO müttefiki olma tartışmaları sırasında Rusya’nın yaptığı açıklama da bu konu- Finlandiya Rusya’ya daha yakın Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö, Amerikan basınına verdiği demeçte, RusFin sınırının canlı bir sınır olduğunu ve NATO’ya girilmesi halinde ülkeleriyle Rusya’ nın aralarının açılacağını belirtmiş. Sözlerine NATO’ya girmenin bir fırsat da olabileceğini ekleyen Fin Cumhurbaşkanı, seçimlerinin açık ve net olması gerektiğini vurgulamış. Finlandiya bu konuda denge politikası uygulamayı tercih edeceğe benziyor ancak özellikle RusyaUkrayna savaşında Rusya’ nın tarafında yer almaları ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların destekçileri olmamaları onları terazinin Rusya tarafına çekeceğe benziyor. Rusya tarafında bir gerginlik var Finlandiya özellikle Kuzey Kutbu sınırına yakın bölgede hak iddiasında bulunan ülkelerden biri. Bu iddiaların temelinde petrol meselesi yatsa da, son zamanlarda gelen haberler bölgenin yakın bir zamanda kızışacağını ve FinRus ilişkilerinin de bundan olumsuz etkilenebileceğini gösteriyor. Rusya, Finlandiya ’nın Kuzey Kutbu’na yakın olan bölgelerine asker ve mühimmat sevkiyatı yapmaya başlamış. Bu sevkiyat özellikle Fin-Rus sınırına yakın olan bölgelere yapılıyor. Bu Rusya ’nın Finlandiya ile olan olumlu ilişkilerine zarar verebilir ve Finlandiya’nın NATO müttefiki ülkelere yakınlaşmasına neden olabilir. Rusya hükümetinin yaklaşık bir yıl önce yaptıkları açıklamaların ışığında bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın kuzeyde başlamaması için hiçbir ne- den gözükmüyor. Ancak gerek siyasal konjonktür gerekse artık küreselleşen dünyada bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkması da açıkçası pek olası görülmüyor. 9 Öldükten Sonra da Saygı 10 Bedene Yasemin KARADAĞ ŞUBAT 2014 ATAUM e-bülten Bedene Öldükten Sonra da Saygı Yasemin KARADAĞ AİHM, 14 Ocak’ta Litvanya’ya karşı hükme bağladığı kararında öldükten sonra da insan vücuduna saygı gösterilmesi gerektiğine karar verdi. Elberte v. Latvia (Başvuru no. 61243/08) davasına konu olan olaylar, 1994-2003 arasında Letonya’dan Almanya’da bulunan bir ilaç şirketine yasadışı organ ve doku nakli yapıldığına ilişkin olarak 3 Mart 2003’te başlatılan soruşturma neticesinde başladı. Başvuruya konu olan başvurucu Dzintra Elberte’nin eşiyse 19 Mayıs 2001’de geçirdiği trafik kazasında ölmüş ve sonrasında ceset otopsi yapılmak üzere adli merkeze (Forensic center) götürülmüştü. Eşinin cesedini ilk kez cenaze merasiminin yapıldığı gün görebilen Bayan Elberte’nin karşılaştığı manzaraysa ilginçti. Ceset aileye teslim edildiğinde Bay Elberte’nin bacakları birbirine bağlanmış haldeydi ve törende de ceset o şekilde yakıldı. Olayların buraya ka- dar olan kısmı elim bir trafik kazasında hayatını kaybeden vatandaşın acı sonu gibi gözükmekte. Nitekim iki yıl boyunca Bay Elberte’nin ailesi için de olanlar, bu acı sondan daha fazlası değildi. Yaklaşık iki yıl sonra, Güvenlik Polisi (Drošības Policija) yasadışı doku ve organ nakline ilişkin başlattığı soruşturma neticesinde Bayan Elberte’ nin kapısını çaldı ve Elberte’ ye cenaze merasimi öncesinde adli merkezin kocasının vücudundan birtakım doku örnekleri almış olduğunu bildirdi. Letonya Hükümeti’nin onayı dâhilinde düzenlenen anlaşma çerçevesinde adli merkezin Elberte’nin vücudundan aldığı dokular biyolojik implant (bio-implant) yapılmak üzere Almanya’daki şirkete gönderilmişti. 2 Ekim 2003’te Ba yan Elberte “mağdur taraf” olarak tanındı. Letonya’da başlatılan soruşturma 2005 ve 2006’da olmak üzere iki kez, “Ölü İnsanların Bedenlerinin Korunması ve İnsan Organlarının ve Dokularının Kullanılmasına İlişkin Yasa”da 2004 ’te yapılan değişiklikler gerekçe gösterilerek durduruldu. Zira savcılara göre, ilgili değişiklikle birlikte, Letonya vatandaşı olan herkes, hayattayken organ ya da doku bağışı yapmak istemediklerine dair bir beyanda bulunmamışlarsa, “potansiyel donör” (presumed consent) olarak kabul edilmekteydi. Nitekim bu varsayıma dayanarak adli merkez de bireylerin hayattayken organ ve dokularını bağışladıklarına dair beyanda bulunma zorunlulukları olmadığına (informed consent) dikkat çekerek söz konusu işlemlerin herhangi bir ihlal yaratmadığını savunmaktaydı. 2006 ve 2007’de durdurulan soruşturmanın yeniden başlatılmasına karar verildi. Tekrar başlatılan soruşturma netice sin de, ad li mer ke zin 1999’da 152, 2000’de 151, 2001’de 127 ve 2002’de 65 ölüden doku ve organ aldığı tespit edildi. Dahası adli merkez, doku ve organların Almanya’daki şirkete göndermesi karşılığında, Letonya’daki tıbbi kurumlarda kullanılmak üzere tıbbi cihaz ve malzeme alımını da organize ediyordu. 27 Haziran 2008’de, adli merkez çalışanlarının ölülerden doku ve organ almadan önce yakınlarını bilgilendirme yükümlülüğü olmadığına karar veren Letonya yargıçları, soruşturmanın sonlandırılmasına tekrar karar verdi. Zira yargıçlara göre, ilgili yasa ölü yakınlarının böyle bir durumda bilgilendirme hakları olduğunu ancak bunun karşı taraf için bir “yükümlülük” doğurmadığını söylüyordu. Letonya iç hukukunda adli merkez yetkililerinin suçsuz olduğu tespitiyle sona erdirilen davayı, Bayan Elberte AİHM’e taşıdı. ATAUM e-bülten ŞUBAT 2014 Bedene Öldükten Sonra da Saygı Yasemin KARADAĞ AİHM: Ölü beden aşağılayıcı muameleye maruz kalmıştır Başvurucu, eşinin ya da kendisinin onayı olmaksızın, eşinin bedeninden doku alınması eylemi ve bu eylem neticesinde eşinin gururunun ve sahip olduğu değerlerin zarar gördüğü ve ölü bedenine saygısız bir şekilde muamele edilmesi nedeniyle AİHS’in özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını düzenleyen 8. maddesinin ihlal edildiği gerekçesiyle şikâyetçi oldu. Ayrıca başvurucu, yine kendi rızası ya da bilgisi olmaksızın doku alınması işlemi ve bacakları siyah bir bantla birbirine bağlanmış şekilde eşinin yakılması için zorlanması nedeniyle AİHS ’in işkence yasağını düzenleyen 3. maddesinin de ihlal edildiğini öne sürdü. Mahkeme değerlendirmesine başvurucunun eşinden doku alınmasının başvurucunun bilgisi dâhilinde gerçekleşmediğini ve uygulamanın Letonya’da oldukça yaygın olduğunu hatırlatarak başladı. Dahası Letonya iç hukukundaki uygulamaya değinen Mahkeme, her ne kadar adli merkez yetkililerinin ölünün pasaportunda organ bağışında bulunmadığına dair bilgi olup olmadığını kontrol ettikten sonra işleme başladıklarını iddia etseler de, başvurucu, eşi trafik kazası geçirdiği sırada pasaportunun evde olduğunu iddia etmekteydi. Dolayısıyla adli merkezin ilgili prosedüre uygun davranıp davranmadığı net değildi. Uygulamaların keyfiliğine karşı Letonya iç hukukunun yasal bir koruma sağlayıp sağlamadığını inceleyen AİHM, devletin onayı dâhilinde yapılan bir anlaşma neticesinde yüzlerce insandan alınan doku ve organlara ölü yakınlarının itiraz etmesi halinde ya da bilgilendirilmemesi halinde, iç hukukta mağdurları koruyan bir sistem olmadığına karar verdi. Dolayısıyla başvurucunun doku alınma işlemine karşı itiraz etmesi halinde iç hukukta ne şekilde korunacağını öngörememesi nedeniyle Mahkeme, Letonya Hükümeti’nin AİHS’ in 8. maddesini ihlal ettiğine karar verdi. 3. maddenin ihlal edilip edilmediğinin tespitine gelince, Mahkeme ilk olarak başvurucunun, eşinin ölümünden iki yıl sonra ortaya çıkan hadiselerden dolayı yaşadıklarının ihlal kapsamına girip girmeyeceğini değerlendirdi. Buna göre, başvurucu eşinin ölümünden kaynaklanan üzüntüsünün yanı sıra iki yıl sonra tekrar aynı acıları yaşamak zorunda kalmıştı. Dahası başvurucu soruşturma başlayana dek eşinin bacaklarının durumunun kazayla ilgili olduğunu sanıyordu. Oysaki eşinden alınan dokular bacaktan alınmıştı ve işlem gereği birbirine bağlanmıştı. Ancak başvurucu eşinin vücudunun hangi bölgesinden doku alındığını, dava AİHM önünde görülmeye başlanana dek öğrenemedi. Dolayısıyla başvurucu olay açığa çıkana dek, eşinin bacaklarının neden bağlı olduğu sorusuyla da kendini meşgul et- mişti. Bu çerçevede, AİHM başvurucunun süreç boyunca yaşadığı stres, üzüntü ve endişenin 3. maddenin ihlaline neden olduğuna hükmederken, ihlal kapsamına başvurucunun eşinin vücuduna öldükten sonra yapılan muameleyi de dâhil etti. Zira Avrupa Konseyi’nin 1996’da kabul ettiği İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’ne ve 2005’te kabul ettiği Ek Protokol’e göre, donörlerin organ ve dokularının korunması, bireyler hayattayken de öldüklerinde de garanti edilmiş durumda. Sonuç olarak Mahkeme, Sözleşme’nin en te mel amaçlarından biri olan insan haysiyetinin korunması göz önünde bulundurulduğunda, ölü bedene yapılan işlemlerin AİHS’in 3. maddesine göre “aşağılayıcı muamele” kapsamına girdiğine hükmetti. AİHM’in Elberte kararı, bu konuyla ilgili Letonya aleyhine vermiş olduğu ilk karar da değil. Mahkeme, Haziran 2014’te hükme bağladığı Petrova v. Latvia (Başvuru No. 4605/05) davasında da geçirdiği trafik kazası sonucunda yaşamını yitiren Olegs Petrovs’un organlarından bir kısmının ailesinin bilgisi olmadan hastanede alınmasının AİHS’in 8. maddesinin ihlali olduğuna hükmetmişti. Öte yandan, her iki davanın yargıçlarından Hâkim Wojtyczek, Elberte kararında verilen karara katıldığını belirtmekle birlikte, ayrışık oyunda kararın gerekçesine ilişkin katılmadığı birtakım noktalara dikkat çekmekte. Wojtyczek’e göre, başvurucunun eşinin organlarının alınmasına ilişkin söz söyleme hakkı otonom bir hak değil. Şöyle ki, eşin sahip olduğu bu hak, ölen eşinin kendi organları hakkında ne yapılacağına karar verme hakkından kaynaklanmakta. Dolayısıyla başvurucunun, eşinin organlarının alınması hakkında olumlu ya da olumsuz karar vermesi ancak bu kararın “eşinin dileği” olarak belirtilmesi halinde mümkün. Bu yorumun aksiyse, Wojtyczek’e göre, ölen eşin vücudu hakkında akrabaların keyfi karar verme yetkisine sahip olduğunu göstermekten öte bir anlam taşımamakta. Dahası Wojtyczek, eşin ölen kocasının arzusunu yerine getirme hakkıyla, ölen kişinin kendi vücudu üzerinde sahip olduğu hakkın Sözleşme’de farklı kapsamlarda korunması gerektiğini savunmakta. Zira aile hayatına saygı kapsamında ölen eşin arzusunu yerine getirme hakkının korunması çok boyutlu bir korumayı gerektirir. Çünkü bu hakkın içerisinde ölen eş adına korunan bir hakkın, ölen kişinin akrabalarının arzularının ve ölen kişiyle akrabaları arasındaki ilişkinin korunması yer almakta. Bu çerçevede kişinin kendi organları üzerinde söz sahibi olmasıysa, Wojtyczek’e göre, AİHS’in 8. maddesi kapsamında ayrıca değerlendirilmeli. 11 Portre Portre Recep AKANSOY James Joyce Romanın bazı bölümleri İngiliz ve Amerikan dergilerinde çıkmış ve müstehcen içeriği hararetli tartışmalara sebep olmuştu. Karakterlerden birinin erotik fantezileri ve tuvalet alışkanlıklarına dair açık anlatımlar nedeniyleAmerika’da söz konusu dergilere el kondu, editörlere ceza kesildi. Uydurma kelimeler, kinaye ve cinaslarla kendine özgü bir dil yaratmıştı James Joyce. Kendi icadı olmayan anlatım tekniklerini kendine mal etmeyi de dildeki bu yetkinliğiyle başarmıştı. Öte yandan, “dil oyunlarını fazla abartması nedeniyle” Joyce okumanın her defasında biraz daha zorlaştığı haklı olarak ifade edilecekti. Gerçi Joy ce eleştirilerinde en önemli hususun dil ve anlatım olduğunu söylemek de pek mümkün değil, çünkü eserlerinin içeriği Joyce’u hedef tahtasına oturtmaya fazlasıyla yetiyordu. Örneğin, İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesine odaklanarak modern insanın mitoloji, din ve tarihle ilişkisini ele aldığı “Ulysses” romanı, müstehcen içeriği nedeniyle yerden yere vurulmuştu. Öte yan- dan, aynı eseri bir dâhinin başyapıtı olarak görenler de vardı. Kısacası, 20. yüzyılın hem en saygı duyulan hem de en çok eleştirilen yazarlarından biriydi James Joyce. 2 Şubat 1882’de Dublin’de dünyaya gelen James Joyce, on kardeşin en büyüğüydü. Ayrıca, küçük yaşlardan beri kendini belli eden zekâsıyla babasının favorisiydi. Norveççeyi kendi kendine öğre- nen James, modern tiyatronun kurucularından Henrik Ibsen’i özgün dilinden okuyor, boş zamanlarını Aristo ve Dante’yle dolduruyordu. Çocukluğunun en büyük sıkıntısı yoksulluktu. 11 yaşındayken babası vergi dairesindeki işini kaybetmiş, varlık içindeki eski günleri bir daha geri getiremeyince alkole sarılmış, zaten sıkıntıda olan ailenin hayatını daha da zor- ATAUM e-bülten ŞUBAT 2014 Portre: James Joyce Recep AKANSOY 21 13 laştırmıştı. Aynı şeyleri ileri- günah çıkarmayı reddetti. 21 Artist as a Young Man) adlı ro- Amerikan yayınevine göndede James Joyce da kendi eşi- yaşındaki Joyce, özgür dü- manı otobiyografikti. Sıkı bir rilen kopyalar gümrüğe takıne ve çocuklarına yapacaktı. şünceli olmakla gurur duyu- Katolik ve sıkı bir İrlanda mil- lınca Ulysses yayınlanmasınTemel eğitimini İrlanda’nın yordu. Prensiplerini bir kena- liyetçisi olan babasının dinî dan on yıl sonra davalık olen iyi kolejlerinde Cizvit pa- ra bırakıp Katolik Kilisesi’ne ve siyasi görüşlerinin etkisi ro- du. İyi de oldu, çünkü mahpazlarından almıştı Joyce. Ai- geri dönecek hali yoktu. manda açıkça hissedilebi- keme Ulysses’in pornografik le çevresinde rahip olmasına Annesi öldükten sonra Dub- liyordu. olmadığına karar verince yakesin gözüyle bakılıyordu. lin’de çok kalmayacaktı. Bu Başyapıtı olarak kabul edilen sak kalktı. İki yıl sonra aynı şeHâlbuki daha ilk gençlik yıl- süre zarfında, müstakbel ka- “Ulysses” adlı romanıysa, se- kilde İngiliz okuru da kitaba larında İrlandalı aydınlarla rısı Nora Barnacle’la tanıştı, kiz yıllık çalışmanın ardından serbestçe erişebiliyordu. kurduğu temasların etkisiyle ilk öyküsü yayınlandı, sonra 1922’de Paris’te yayınlandı. “Finnegan’s Wake” (1939) ülkesindeki muhafazakâr- edebiyat eleştirileriyle çıktı Dublin’de geçen bir günü an- adlı romanı iktisadi açıdan lıktan rahatsız olmaya başla- dergilerde. Fakat bütün bun- latıyordu Ulysses. Joyce’un en az Ulysses kadar başarılı, mıştı. Özellikle de kiliseden. lar İrlanda’da kalması için ye- Nora’yla tanıştığı 16 Haziran edebi açıdansa ondan çok 16 yaşında girdiği Dublin terli değildi. Nora’yla birlik- 1904 gününü. Görünüşte daha ağırdı. Bazı eleştirÜniversitesi’nde ağırlıklı ola- te, o günlerde Avusturya- Stephen Dedalus’la Bloom menlerce “başyapıt” olarak rak modern diller üzerine ça- Macaristan İmparatorluğu çiftinin öykülerini işleyen bir nitelense de geniş okur kitlelıştı. İlk yayını, Ibsen’in bir ’na dâhil olan liman şehri şehir romanıydı. Fakat Tele- leri Joyce’un kendine özgü oyunu üzerine henüz öğren- Trieste’ye yerleştiler. Joyce machus, Ulysses ve Penelope anlatımı nedeniyle kitabı ciyken yazdığı bir makaleydi burada İngilizce öğretmenli- karakterlerini tanıyanlar, ro- “anlaşılamaz” bul muştu. ki, Ibsen’in kendisinden ğine başladı. Bir oğlu ve bir kı- manın Odysseia’nın modern Joyce’un son romanıydı bu. olumlu yanıt aldı. Şiir yazma- zı iki yıl arayla doğdu. Joyce bir anlatımı olduğunu kolay- Paris’e ilerleyen Nazi orduya da üniversitede başlamış- ve Nora bu sırada evli değil- ca kavrayabiliyordu. Gerçi e- sundan kaçarak ailece Zütı. 20 yaşında mezun olan lerdi, 27 yıl birlikte yaşadık- debiyat camiası Ulysses’ten rich’e yerleştiler. Yaklaşık on Joyce, tıp okuma ümidiyle tan sonra, ancak 1931’de habersiz değildi. Baskıdan yıldır mustarip olduğu göz Paris’e gitti, ama evdeki he- evleneceklerdi. Trieste’de bir önce romanın belli bölümleri hastalıkları bu arada iyice sap çarşıya uymadı. Artık ken- iş ayarlayarak küçük karde- İngiliz ve Amerikan dergile- ilerlemiş, neredeyse kör oldi geçimini kendi sağlamak şini de buraya getirdi, çünkü rinde çıkmış ve müstehcen muştu. Başka sıkıntıları da zorundaydı. Buna rağmen artık dört kişi olan ailesine içeriği hararetli tartışmalara vardı. Ülser tedavisi için 59 gazetecilik ve öğretmenlik- tek başına bakamaz olmuş- sebep olmuştu. Karakterler- yaşında geçirdiği bir ameliten kazandığı üç kuruşu bar- tu. Yine de hovardalığa ve den birinin erotik fantezileri yat, 13 Ocak 1941’de ölülarda harcıyor, Parisli hayat borçlanmaya devam etti. Bu ve tuvalet alışkanlıklarına da- müne sebep oldu. Ancak, kadınlarından fazla uzak arada yazmaya da devam ir açık anlatımlar nedeniyle hayranlarının da düşmanladuramıyordu. Derken, ölüm ediyordu tabii ki. Gerçi o ken- Amerika’da söz konusu der- rının da sayısı fazla olduğundöşeğindeki annesini gör- dini çoktan beri İrlanda’nın gilere el kondu, editörlere ce- dan eserleri hiçbir zaman ölmek için yaklaşık bir yılın ar- en iyi yazarı olarak görüyor- za kesildi. Kitap olarak ya- medi. İçeriği bir yana, iç dından Dublin’e geri döndü. du, ama yazarlıkta yükselişi yınlanmasından sonra da İn- monolog ve bilinç akışı tekAnnesi hastalıkla boğuşur- daha yeni başlıyordu aslın- giltere ve Amerika’da yıllar- niklerinin başarılı kullanıken Parislerde zevkusefaya da. “Oda Müziği” (Chamber ca yasaklandı. Elbette bütün mıy la da dik kat çe ken daldığı için ne kadar vicdan Music) adlı şiir kitabı 1907’ bunlar kitabın daha meşhur Ulysses, günümüzde tüm zaazabı çekmiş olabileceği ko- de, “Dublinliler” (Dubliners) olmasından başka bir sonuç manların en iyi romanlarınnusunda farklı görüşler ol- adlı öykü kitabı 1914’te ya- vermeyecekti. İngiliz ve dan biri olarak nitelenmekte. makla beraber, kesin olan şu yınlandı. 1916’da çıkan “Sa- Amerikan okuru da bir şekilki annesinin bütün ısrarları- natçının Bir Genç Adam Ola- de kitaba erişebiliyordu. Anna rağmen onunla birlikte rak Portresi” (Portrait of the cak, 1932’de bir gün bir DUBLIN Paris Hiciv dergisi Charlie Hebdo’ya Ocak’ta yapılan silahlı saldırıyla dünya gündemine bir kez daha oturan Paris, liderlerin ses getiren yürüyüşüne de sahne oldu. Banliyö bölgeleriyle birlikte yaklaşık 12.5 milyonluk bir nüfusa ev sahipliği yapan Paris’in kuruluşu milattan önce üçüncü yüzyıl dek geri gitmekte. Kentin kurucuları olarak kabul edilen Kelt kavmi “Parisii”lerin isminden mülhem Paris kenti yüzyıllardır dünyanın en önemli kentlerinden biri olma sıfatını sürdürüyor. Fransız Devrimi’nin, Aziz Barthelemy Katliamı ve Paris Komünü’nün sahne aldığı, modanın, finansın, bilimin, ticaretin, siyasetin ve tabii sinema ve edebiyatın dünyadaki merkezlerinden birisi olan Paris, dünya turizminin de başkentlerinden. Peki, Eiffel Kulesi, Kutsal Kalp Bazilikası, Notre-Dame Katedrali ve Louvre Müzesi’ne ev sahipliği yapan, Fransa’nın en uzun ikinci nehri Seine’in içinden aktığı “Işıklar Kenti”ni bu kadar özel kılan nedir? Salt içinde barındırdığı güzellikler mi yoksa bu güzelliklerin insanların ruhunda bıraktığı eşsiz etki mi? Fransa’nın Asya’daki, Kuzey ve Sahra-altı Afrika’daki eski sömürgelerinden gelenlerle, Türkler, Ermeniler, İspanyollar, Çinliler, İspanyollar, İtalyanlar, Polonyalılar, Ruslar, Portekizliler ve Fransızların bir arada yaşadıkları bu kentin dünyadaki tek kardeş kenti Roma. Tarih, sanat ve kül- MAİNZ LEICESTER PODGORİCA PALMA DE MALLORCA ZARAGOZAESPOO BERN LIVERPOOL WARSAW ANDORRA LA VALLA BELGRADE SALZBURGTIMIŞOARA MUNICH MANCHESTER LUBLIN DÜSSELDORF LONDON SOFIA MOSCOW COPPENHAGEN FRANKFURT MURSIA BRATISLAVA THESSALONIKI BERLIN OSLO GRAZ LEEDS MILAN LISBON ROME BARI PAMPLONA EUROPE TALLINN COLOGNE ATHENS LILLE BONN ZARAGOZA SAN MARINO LÜBECK NAPLESWUPPERTAL BRUSSELS EINDOVEN NAPLES AMSTERDAM KIEV SARAJEVO DEN STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7 HAGG VIENNA GENOA DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI KRAKOW MINSK TURN ZAGREB CHIŞINAU PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA Ahmet M. SÖNMEZ tür açısından karşılaştırabileceği tek kent de belki Roma. Dolayısıyla kardeş kent olmaları rastlantı olmasa gerek. Orta kuzey Fransa’da konuşlanmış olan kent, sadece insan yapısı değil doğal güzellikleri açısından da önemli. Boulogne ve Vincennes ormanlarıyla birlikte önemli bir yeşil alanı da muhafaza eden kent başkent kimliğini, Fransa’daki Merovenj Hanedanı’nın ilk kralı ve tüm Frankların Kralı olarak 508’ de başa geçen I. Clovis’e borçlu. Sonrasında sırasıyla Karolenj, Capet ve çok kısa süreliğine de olsa Bonapart Hanedanları ülke yönetiminde söz sahibi olmuşlar. Paris kentinin zenginleşmesi ve refahının artması Capet Hanedanı’nın yönetime geçmesine dek düşmüş durumda. Ayrıca Fransa’daki hanedanların tarihini insanın ve aklın özgürleşme tarihi olarak da okuyanlar da bulunmakta, zira Capet Hanedanına mensup XVI. Louis döneminde yaşananlar dünya siyaset tarihinde bir dönüm noktası. Modernizmin de başkenti olarak adlandırılabilecek olan Paris’in siluetini değiştirerek devrim çağı Parisi’nin çehresini silmeye çalışan isim, Paris Renovasyonu olarak bilinen projesiyle Seine Departmanı Valisi Baron Hausmann’dı. Orta çağdan kalma dar sokakların ortadan kaldırılarak gayet simetrik, nizami ve geniş bulvarların açıldığı, Paris’in nüfu- sunun dörde, yüzölçümününse ikiye katlandığı bu dönem, Bonapart Hanedanı’nın son temsilcisi III. Bonapart’ın İmparatorluk dönemiydi. 17. yüzyıl başından itibaren şehircilikte sınırlamaların getirildiği Paris’te bugün merkezi bölgelerde binaların yüksekliklerinin üst sınırı 50 metre iken bu sınır şehrin dış bölgelerinde 180 metre. İnşasının tamamlandığı 1889’dan bu yana Paris’in simgesi olarak kabul edilen, 1930’a kadar dünyanın en yüksek yapısı unvanını korumuş olan 324 metrelik Eiffel Kulesi’yse bugün Paris ’in en yüksek yapısı. Prusya-Fransa savaşı neticesinde kentin sahne olduğu halk olayları dolayısıyla da ünlü olan kent, Mayıs 1871’ in sonunda Fransız Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırılan Komün deneyimini görmüş ve Ekim Devrimi’nin erken bir provasını gerçekleştirmiş. Paris, sanat akımlarının coştuğu 19. yüzyılın ikinci yarısında Empresyonizm, Naturalizm ve Sembolizmin de laboratuarı idi. I. Büyük Savaş’ın muzafferi Paris, II. Büyük Savaş’ın mağlubuydu ve Nazi Almanyası’nın emirleri doğrultusunda Paris’te yerleşik, 4 bin 115’i çocuk 12 bin 884 Yahudi, Fransız kolluk kuvvetleri tarafından toplanarak Auschwitz’e gön de ril di. Çocukların bazıları komşuları tarafından ihbar edilmiş, bazılarıysa komşuları tarafından saklanarak kolluk kuv- vetlerine verilmemişti ama bir kere Auschwitz’e gönderilenler arasında hiçbir çocuk hayatta kalamadı. 1944’te Amerikan birlikleri tarafından kurtarılan kent, 1961’de yine kanlı bir şekilde bastırılan Cezayir kökenlilerin protestolarına sahne oldu. Kent, Sorbonne Üniversitesi’nin bulunduğu Latin Bölgesi’nde cereyan eden Mayıs 1968 Hareketi’ne de ev sahipliği yaptı. 2001’de ilk kez sosyalist ve eşcinsel bir Belediye Başkanı seçen kent sakinleri, 2014’ de de ilk defa kadın bir Belediye Başkanı’na kavuştu. Ayrıca kent Fransa’nın ekonomik merkezi olup Fransa’nın en büyük şirketleri olan Total, AXA, Societe Generale, Carrefour ve Peugeot’nun yönetim merkezlerine ev sahipliği yapmakta. Dünyaca ünlü sanat eserlerini içinde barındıran müzeleri, ünlü tiyatroları, kafe ve bistroları, her köşe başında insanın karşısına çıkabilecek sokak müzisyenlerinin çalgılarıyla insanları dinlendiren ve şenlendiren bu kent için ideal ziyaret gününün Bastille Hapisanesi’nin halk tarafından zapt edilerek mahkûmların serbest bırakıldığı 14 Temmuz günü olduğu söyleniyor. Ayrıca dileyenlerin katılım sağlayabileceği pek çok müzik, sinema, tiyatro ve hatta bahçe festivali seçeneği bulunmakta. Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (08-2011) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...