2014 Ağustos Sayısı
Transkript
2014 Ağustos Sayısı
ISSN 1304-1517 Yıl : Ağustos 2014 Sayı : 136 Fiyat: 8 TL. Aylık Kadın Dergisi Kadın Yazarların Yeni Türkiye’si Gaziantep B. B. Başkanı Fatma Şahin Röportaj İslam Dünyasında Yaşanan Hadiseler Üzerine Prof. Dr. Mehmet Görmez Filistin Neyi Temsil Ediyor? Ahmet Taşgetiren Filistin Sorunu’nun Kısa Kronolojisi Gülfem Kıraç Keleş Doğu Türkistan Gezi 1 11. Yıl 2 11. Yıl 3 11. Yıl 4 11. Yıl 5 11. Yıl 6 11. Yıl ABONE BANKA H. NO : Vakıflar Bankası 1050 00158007293648413 TR470001500158007293648413 Posta Çeki: 11324174 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Canan Yayıncılık Ltd. Şti. Adına Zahide Ceylan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Zahide Ceylan Editör İrem Özal Kurucular Kurulu Halise Çiftci, Zahide Ceylan, Güzin Canan, Taciser İçyer, Nilgün Karabulut, Ayşenur Gün, Sema Karabulut Yayın Kurulu Merve Çetinel, Ümmügülsüm Tat, Zeynep Zelan, Vildan Özcan, Figen Koç, Zehra Yıldıran, Hacer Ünal, Hümeyra Tekalan Teoman, Latife Özbek, Büşra Karaduman, Hatice Ergin, Lale Ersoy, Elif Sanlı, Zehra Bayraktar, Gaye Ergezen, İrem Özal Hatice Bilici, Ayşe Uyar, Esra Aydınbaş İstanbul Sorumlusu Betül Şatır 05055239075 Bursa Sorumlusu Zehra B ayraktar 0506 535 72 65 Konya Sorumlusu Didem Küçükkök Tel: 0506 445 55 09 Yönetim Yeri Ufuk Üniversitesi Cad. No: 24/17 Çukuarambar Çankaya Ankara Tel: 0312 4739833 turuncudergisi@gmail.com Grafik Tasarım Tel: 0 312 384 00 85 www.mimdijitalbaski.com ISSN 1304-1517 Yerel Süreli Aylık Dergi Kurum ve kuruluşlar için kargo dahil fiyatı 13 TL’dir. Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı kabul eder. Sevgili Turuncu okurları, Umutlarımız, hayallerimiz, dileklerimiz vardı bizim. Öyle ağaca bağlayıp kabul olsun cinsinden değil. Hayalını kurduğumuz, iğne ile kazdığımız kuyumuz, karınca misali taşıdığımız suyumuz, bir var olabilme hedefimiz vardı bizim… Doğduğumuz anda yok sayılan bir nesildik biz… Sınıfı en düşük bir neslin torunları olarak dünya ya geldik. Dört kuşak bir arada yetiştik. Yer sofrasında yemek yedik, sofra duaları ettik, mahallenin camı hocasına kuran kursuna gittik, devlet okullarında okuduk, siyah onluk giydik, günde bir simit yedik yok sayılan bir neslin çocuklarıydık biz… Öğretmenlerimiz vardı bizim; devrimci, bizi sınıflandıran, kollara ayıran sonra da en aşağı kolu bize uygun bulan, devrimci hocalarımız… Bizim kolumuz hep temizlik kolları, devrimci çağdaşların çocukları sınıf başkan, sağlık kolu, kitaplık kolu falan filan… Bir neslin yok edilme hikâyeleri ile büyüdük biz… Hilafet devrimi, Şapka devrimi, Harf devrimi bunları dinledik biz. Bir gece de nasıl cahil olunur, nasıl sarıklılar direklerde sallandırılır, nasıl büyükannemin çarşafı yırtılır, nasıl kuranı kerimler saklanır bunlarla büyüdük biz … Ve büyüyorduk biz sessizce… Okullara alınmadık. Kapılardan kovulduk. Başörtülerimizin adı irtica, kafalarımız gerici ve ne kadar aşağılıktık biz. Bir kompleksin kıskacında nasılda yoğurdular bizi. Nasıl kaybolan nesil bir gece de cahil kaldıysa, bizler de var olan okulların kapısında bekletilirken cahil kaldık. Kayıp bir neslin kayıp çocuklarıydık biz. Ve büyüdük biz… Biraz hırsla, biraz kırgınlıkla ama büyüdük biz… Ve bugün yıl 2014… Cumhurbaşkanımızı kendi irademizle seçtik biz … Hayalini kurduğumuz, iğne ile kazdığımız kuyumuz, karınca misali taşıdığımız suyumuz, bir var olabilme, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.’ diyebilme hedefimiz vardı bizim… Sağılacakla kalın... lan Zahide Cey 16 Röportaj Fatma Şahin 38 İsrail Ahmet Fidan Türklerin Gazze’ye Gelişi Bülent Arı 32 46 Dijital Dünyada İnsan Olmak Doç. Dr. Sinan Canan 20 8 11. Yıl Çatışmayı Anlama ve Çatışma Yönetimi Aygül Fazlıoğlu / Sosyolog Sosyal Restorasyon ve Aile . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Seçim Kritiği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Kadın Köşe Yazarlarına Sorduk . . . . . . . . . . . . . . . 12 Röportaj / Fatma Şahin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Çatışmayı Anlama ve Çatışma Yönetimi . . . . . . . 20 İslam Dünyasında Yaşanan Hadiseler Üzerine 24 Filistin Neyi Temsil Ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 48 Filistin Sorununun Kısa Kronolojisi Gülfem Kıraç Keleş Bu Çuvalı Flistinlilerin Başına Kim Geçirdi? . . . . 30 Türklerin Gazze’ye Gelişi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 Röportaj / Tahir Sarıkaya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34 İsrail . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 Ah Fidan Rabia . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 Zevkperst Kulların Boykot Sorunsalı . . . . . . . . . . 42 Psikolojik Savaş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 Dijital Dünyada İnsan Olmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46 Filistin Sorununun Kısa Kronolojisi . . . . . . . . . . . . 48 Ben Kendime Ağlıyorum . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52 Gazze Açık Hava Hapishanesi Bombalanıyor . . 55 Gazze’de Feryat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 Müslümanca Duruş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 34 Röportaj Tahir Sarıkaya Hayatta Kalırlarsa Eğer . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64 Doğu Türkistan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 Gerçek Kurgudan Daha Tuhaftır . . . . . . . . . . . . . . 74 Sevgi Zulmü Yener . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 78 Amerikan Hapisanesinde Geçen Bir Ömür . . . . 80 Mutlu değil misiniz? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 82 Öldürmeyen Allah . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 84 Meyveden Yağa, Yağdan Medeniyete . . . . . . . . . 86 Ben Kendime Ağlıyorum Mine İzgi 52 Gezi Doğu Türkistan 66 11. Yıl Yeni Şeyler Söylemek Lazım… SOSYAL RESTORASYON ve AİLE Ayşe Keşir Ekonomik olarak her geçen gün daha da büyüyor ve güçleniyoruz… Refah düzeyimiz artıyor, hem bölgede hem de dünyada söz sahibi bir ülke oluyoruz. Diğer yandan, dünya ve özellikle gelişmiş ülkeler ise; çocuk, gençlik ve hatta yaşlılık dönemlerine ait çıkan tüm yeni sorunlar için yeni yeni çözümler arıyor. Bütün bunlarla birlikte, ekonomik büyümenin devamı olarak, Türkiye için özellikle sosyal yaşama ve sorunlarına dair “ yeni şeyler” ortaya koyma vakti gelmiş ve hatta geçmektedir. Bu, kadim bir tartışmadır. Bu aziz millet, genetik mirasından getirdiği tüm zenginlikle, bir ayağı gelenek, inançlarıyla birlikte köklerine sıkı sıkı bağlı, diğer ayağı ile de dünyayı dolaşarak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağazım” diyecek güç ve kudrettedir. Türkiye, Yeni Türkiye olacak ise, başta sosyal hayata dair soru ve sorunlara, diğer yaklaşım ve tecrübeleri, yenilikleri de göz önünde bulundurarak kendi özgün yaklaşım ve modellerini geliştirmek zorundadır. Bu, beklenti içinde olan diğer ülkeler için de önemli bir rol model olacaktır. Kadın ve aileye zaman içinde öyle anlamlar yüklendi ki, bu iki kelime bir anlamda farklı ideolojilerin sembolleri haline geldi. Kadını kutsarken aileyi, aileyi kutsarken kadını yok mu sayacağız? Ya da mutlaka birini kutsamak, seçim yapmak zorunda mı kalacağız? Sosyal yaşama ait sorunları ve çözümleri, bize dayatılan kodlarla konuşmaktan vazgeçmeli, kendi özgün model ve kavramlarımızla kendi “sosyal restorasyon”umuzu gerçekleştirmeliyiz. Başta aile kurumu olmak üzere, eğitim, sanat, kültür, şehircilik, yerel yönetimler, spor, medya… vb tüm alanlarda, popülizmden uzak, yeni ve özgün şeyler söylemeye ihtiyacımız var. Kadına yönelik şiddet... KADİM TARTIŞMA Sosyal yaşamın temelinde aile kurumu olduğundan “sosyal restorasyon” dendiğinde hemen tüm ideolojiler, aileye gözlerini dikerler. Aile ve aile içindeki soru ve sorunları, diğer tüm tecrübe ve yaklaşımları yok sayarcasına yaklaşır ve tanımlarlar. Oysa aileye ve beraberinde sosyal yaşama ait soru ve sorunları, çözüm bekleyen yeni durumları, ne eskinin katı tutum ve davranışları ile ne de bize dışarıdan dayatılan, aileyi küçümseyici hatta yok sayıcı bir üslup ve yöntemle çözebiliriz. 10 11. Yıl Aristo mantığı ile ve tutucu bir yaklaşımla eski ve yeni sürekli kavga eder olmuştur. Üstelik eskinin tutuculuğunu konuşanlar, yeninin tutuculuğunu ise görmezden gelirler. Köklerimiz, tecrübelerimiz, değerlerimiz kadar yeniliğe, yeni ufuklara ihtiyacımız olduğu gibi yenilenmek kadar tecrübelerimizi biriktirmeye ve aktarmaya da ihtiyacımız vardır. AİLEYE İADE-İ İTİBAR ZAMANI Şiddetin Yakıcılığı Şiddet öyle yakıcı, yok edici bir kelime ki, yanına konduğu her kelime ve kavramında yok edip içini boşaltıveriyor. Aile içi şiddet... Töre ve namus cinayeti... Kadın, aile ve töre kavramları neredeyse cinayet ve şiddetle özdeşleşti. Gençler aile kurmaktan korkar oldu, folklorik zenginliğin de ifadesi olan törenin, bizzat kendisi cinayete kurban gitti. Belki de tüm bu tartışmaların temelinde “ben” ve “biz” in kavgası yatmakta... Kim bilir? Ya Aristo mantığı ile “siyah ve beyaz” düşünmeye alışmışız, kodlanmışız. Ya “ben”in hakları için çarpışacağız, ya da “biz”in hakları için. Bu uzun, çok uzun bir tartışmanın konusudur aslında... Kadın ve aile konusunda kamplara bölündük. Bazılarına göre; kadın hakları için mücadele ediyorsanız, “ben” den yanasınız, “biz”i temsil eden aileyi ikincilleştirirsiniz... Bir başkasına göre ise; ailenin önemine vurgu yapıyorsanız, “kadının adı yoktur”. “Hem” , “hem de” demeyi unuttuğumuzdan seçim yapmaya zorlandık... zaman çözüm üretemesek, hatta anlamasak da dinlemek, dert ortağı olmaktır aile olmak... Hem kariyer, hem çocuk yapan, mutfakta soğan kavurmaktan imtina etmeyen, hem mesleki başarıyı yakalayan, hem de yuvasında anne ve eş olan o kadar çok kadın var ki... Zaman zaman fikir ayrılıklarına düşsek de, bir masada yemek yemek, zile basınca birinin mutlaka kapıyı açacağını bilmektir aile olmak... Pazar sabahı kahvaltıda yumurta tokuşturmak, TV kumandası için kapışmak, hasta olana ilacını getirmek, “ayaktayken bir çay da bana koy” diyebilmektir aile olmak... Kardeşinin kıyafetini ödünç almak, küçük sırlarını paylaşmak… Veya çocuğunun beslenmesini hazırlayıp sabah okula bırakmaktan, sofra kurmaktan gocunmayan o kadar çok erkek... Aile olmak, yuva sahibi olmak, eş veya ebeveyn olmak aslında bir tek kadın veya erkeğin görevi olarak tanımlanamaz. Yani, tek başına birinin üzerine yıkılamaz aile olmanın tüm sorumluluğu... Güçlü bir ailede erkek, kadın, çocuk her bir bireyin ayrı ayrı tanımlanmış hem hakları, hem de görevleri vardır. Zamana ve sosyal çevreye göre bazı görevler esner veya daralabilir; bu ayrı bir tartışma konusudur... Fakat aslolan, ailenin, birilerinin sadece verici, diğerlerinin ise sadece alıcı olduğu bir kurum olmamasıdır. Bir başka tartışmanın konusu olmakla birlikte; kadın ve erkeğin aile içindeki dengesini konuşurken, özellikle şehirlerde “çocuk erkil” aileye doğru gittiğimizi görmezden de gelemeyiz. İhtiyaç analizimiz değişince aile olmaktan vaz mı geçeceğiz? Yeni kavramlar ve kodlarla konuşmalıyız artık... Evlilik ve aile olmayı, nesnel ihtiyaçları karşılama üzerinden tanımlayarak yapıyoruz en büyük hatayı... İçinde sadece başlangıçta dahi olsa bir tutam aşk, empati, insaf, vicdan, muhabbet, güven, sorumluluk… hasılı insanlık yoksa her evlilikle yuva kurulmuyor maalesef... Her Evlilik Aile Değildir “Kendimiz için istediğimizi diğeri için de istemedikçe” her evliliği aile yapamayız. Kimin bulaşık yıkayacağı, çocuğu kimin okula bırakacağı kadar basit bir görev listesi bizi aile yapmaya yetmez... Kişilikleri, yaşları, cinsiyetleri ne olursa olsun, her bir sağlam parçanın oluşturduğu yeni sağlam bütünün adıdır aile... Aynı zamanda, yaralı ve/veya zayıf parçasını da dayanışma ve tolerans ile güçlendirmeyi bilmektir… Kendimize değer biçmeden evvel diğerine değer vermeyi öğrenmektir... Kadın ve erkek ile çocukların görev sorumluluk eğrisi her zaman aynı eşit değildir kuşkusuz. Hatta zaman ve şartlara göre farklılık, çeşitlilik de arz edebilir. Gece tuvalete kalktığında tüm odaları dolaşıp çocukların üstünü tek tek örtmektir aile olmak... “Merak edip beklemesinler” diye gecikeceğini yüksünmeden arayıp haber vermek, bireysel keyifler kadar birlikte yapılanlardan haz almaktır aile olmak... Özlemektir, karşısındakinin gözyaşını silmek, konuşmasa, anlatmasa da O’nu anlamak, gözlerinden okumaktır aile olmak... Sorun çözme becerisini birlikte geliştirmek, sağlıkta olduğu kadar hastalıkta da bir ve birlikte olmaktır aile olmak... Araya yollar, şehirler girse de ayrı olmamaktır aile olmak... Haklarımızı kutsarken, görevlerimizi de unutmamaktır aile olmak... Aslında aile olmak o kadar çok şeydir ki, satırlar ve sayfalarla anlatmaya çalışmak beyhude olur. Sadece iş bölümüne indirgemek, görev çetelesi tutmak, aile olmaya hakaret etmektir... Eğer sosyal restorasyondan aile kurumu nasibini alacaksa, kadim doğrulara sıkı sıkı sarılan, yeni durum ve ihtiyaçları gören, özgün bir üslup ve yöntem kullanmalıyız. Bas dayayacak omuzdur aile olmak... Her 11 11. Yıl Betül Şatır Seçimler açıklandı, sonuç tüm Türkiye’ye hayırlar getirsin. Son aylarda ülkemizde yaşanılan enteresan bir seçim coşkusu var. Yerel seçimlerin ardından çok geçmeden Cumhurbaşkanlığı seçimleri kapımızı çaldı. Gündemler üstünde hepimizi meşgul eden bir adrenalin oldu. Sıcağa rağmen oruca rağmen tatillere rağmen çay, fındık pamuk harman mevsiminde kucaklarımıza yuvarlanan bir süreç. Coşkusu azalmadan dolan boşalan meydanlar, tarafların vaatleri, cemaat liderlerinin destek açıklamaları, değişen Türkiye’nin daha fazla kalkınma çabaları, kimi zaman centilmen kimi zaman görmek istemediğimiz üsluplarla aktı gitti seçim ve öncesi süreç. Bayraklardan müziklerden reklamlardan istişareli gündemlerden sonra herkesin sakin bir yaza geçiş yapacağını umuyorum. Seçimlerin galibi Recep Tayyip Erdoğan oldu. Hamleleri önceden kestirilemeyen karizmatik bir lider. Biraz sonra ne yapacağının bilinmemesi Türk siyasetini de daima zinde tutuyor. Onu destekleyen ve desteklemeyen herkesin tek bir kanaati var. Siyasetin en güçlü ve başarılı figürü. Kararlı ve kendinden emin. Her akşam Türkiye’nin tüm bilirkişileri harıl harıl şimdi ne olacakların tahminlerini yürütmeye çalışıyorlar. Aday olacak mı olmayacak mı? Başbakan kim olacak? Ak parti bölünecek mi? Hiç bitmeyen bulmacanın şifrelerini çözmeye uğraşıyorlar tartışma programlarında. 12 11. Yıl Neyse seçim sonuçlandı yüzdeler açıklandı. Çok büyük bir sürpriz yok. Oy vermenin vebalini sorumluluğunu en çok tekrarlayan kimselerin oy kullanmama kararından başka bana sürpriz gelen bir şey yok. Milyonların reklam bütçelerine ayrılmasının, ev ev kapı kapı dolaşıp ikna toplantıları düzenlenmesinin, ele geçen yüzde oranlarını büyük oranda değiştirmediğini görmüş olduk… Zaten sağ partiler tarih sahnelerinden çoktan silindiler. Destekledikleri partilerin tatmin edemediği Ilımlı sağ partilerden Ak partiye geçen ve Erbakan hocanın davasının bir uzantısı olarak görenlerin toplamından oluşan bir Ak parti kitlesi var. Aynı yıllar önce olduğu gibi. Buna yapılan onca hizmeti inkâr etmeye insafı el vermeyen kararsız kesimi de eklemeliyiz. Sanat camiasından bazı kimseleri bu gruba dâhil edebiliriz. En çok da Kürt asıllı bazı sıra dışı gurupların ağzıyla kuş tutsa bile hizmet edenden yana olmayacağını büyük oranda göstermiş oldu grafikler. Belki de seçimin içerisinde Cumhurbaşkanlığına oynayan bir adayları olması değişik bir büyüye kapılmalarına neden oldu, bilemiyoruz. Demokrasinin geldiği boyut aslında en çok da Demirtaş’ın aday olmasıyla ispatlanmış oldu. Bu bir zamanların Türkiye’sinde hayali bile mümkün olmayan bir şeydi. Saadet partisinin oy kullanmama kararı bana çok kibirli ve kardeşlik hukukunu hiçe sayıcı geldi. Paralel yapının öfkesi de böyle bir şey değil mi zaten. Orada olmaya biz layıktık. Biz kalkınmalıydık. Biz yemeliydik. Biz aday olmalıydık. Sen bizim elimizin kirisin vs… Benzer bir refleks göstermelerine şaşırdım ve üzüldüm. Paralel tiplerin refleksine benzer bir ekâbir tepki onlara hiç yakışmadı doğrusu. Bir sürü kavramlar ve latifeler devşirdik milletçe bu süreçte. Her vesileyi bir mizah rüzgârına çevirme hızımız var ne zamandır. Çatı esprileriyle, eski-yeni Türkiye aforizmalarıyla, isimlerle sloganlarla vaatlerin reklam spotlarına yansıyan cümleleriyle, balkon ve köşk capsleriyle neşelerimize neşe kattık. Güldük eğlendik geçti gitti. İç içe aile bağları kuvvetli bayramlarda düğünlerde tebrikleşen görüşen insanlar olarak başarmamız gereken bir şey var. Değer verdiklerimizi siyaset yoluyla kırmayalım. Siyaset yol alırken bizim akrabalıklarımız tanışıklıklarımız durduğu yerde duracak. Birbirimize bakacak yüzümüz olsun derim ben âcizane. Sandıkta yapılan eylem her şey için yeterlidir. Başka polemiğe cevaba gerek yok. Kabullenmek ya da iradeyi koymak arasında saygı dolu bir tercih yaparak bu dosyayı kapatabilmeliyiz. İşimize bakmalıyız. Önümüzde gelecek günlerin güzelliğine enerji harcamalıyız. Vatan millet sevgisi bunu gerektirir. CHP ve MHP’nin sonuçları konuşurken başarısızlığı hiç kendine değdirmeden muhalefetlerini sürdürme gayretlerine şahit oluyoruz. Suçu milletin aptallığında aradıkça geride kalacaklarını müşahade etmek tuhaf bir tat bırakıyor ağızda. Ne gülebiliyor ne ağlayabiliyor insan. İstifa etmeyi hayalinden bile geçirmeyen ve araştırma şirketlerini kabahatli bulan liderler, suçu birbirlerinin ya da tatilde olan elit seçmenlerinin üzerine atıyorlar. Katılım oranlarının en fazla olduğu bölgelerde hezimet senaryoları yazıyorlar. Tabi tatil yapmaya müstehak tek kesim onları seçenler. Keşke öyle olsaydı da biz de bu gün zevkperest bir muhafazakâr kesim sıkıntısı çekmiyor olsaydık. Ak parti ne yapıyor peki, tüm adamlarını toplamış neden 58 yüzdesine ulaşamadıkları konusunda özeleştiriler yapıyor. Hangi illerde ve ilçelerde zayıf düştüklerini inceleyip kendilerine yapıcı dersler çıkarıyor. ‘Her başarı ter kokar’ demişti Hüseyin Çelik. Taban şımarmalara doyamazken onlar yeni stratejiler peşindeler. Allah çalışana muhakkak verecek olandır. Ama belirtmeden geçilmeyecek bir şey var. Başbakan! Yani Cumhurbaşkanı balkonda herkesin kazandığını söyledi. Kimse tedirgin olmasın dedi. Bu gelen tepkiler tedirginlik mi kıskançlık mı hırs mı tahammülsüzlük mü bilmiyorum. Gördüğüm şu ki Ak Parti başarısını kutlarken bu konuda istemeden fazlasıyla teminat verdi zaten. Zira başarıyı kimi taraftarları namazla secdeyle şükürle kutlarken kimi taraftarları da darbukayla göbek atarak kutladı. Secdedekiler göbek atanlara göbek atanlar secdedekilere saygı duysun yeter. Bütün çeşitliliğimizle yönetileceğiz. Güzel günlere Türkiye… 13 11. Yıl Kadın köşe yazarlarına Yeni Türkiye’yi, seçimleri, Erdoğan’ı k u d r o s İki soru yönelttiğimiz yazarlar, bakın gündeme dair neler söyledi? 1- Halk neden “Erdoğan” dedi? Sizce en belirleyici etken neydi? Ekonomi, dış politika, sosyal politikalar, paralel yapı ile mücadele vb... 2- Erdoğan’dan yeni dönemde ne bekliyorsunuz? Sizce, Yeni Türkiye’nin öncelikleri neler olmalı? Fadime Özkan Star Gazetesi Yazarı “Türkiye normalleşmek istiyor.” • 12 yıl boyunca yapılan her seçimde Türkiye, Erdoğan ve Ak Parti dedi zaten ve halk 10 Ağustos’ta da değişimin istikrarı sürsün istedi. Türkiye’de giderek büyüyen yeni bir orta sınıf var ve bu sınıfın siyasetten talepleri çok net. Demokrasi eksikliği giderilsin, vesayet sistemi tasfiye edilsin, hak ve özgürlükler teminat alına alınsın, farklı toplum kesimlerine karşı uygulanan baskılar kalsın, bu arada da çocuklarız bizden daha iyi okullarda okusun daha müreffeh ve huzurlu bir ülkede özgüvenle yaşasın gibi gayet rasyonel talepleri var. Bunu temin ettiği, kimlik siyaseti değil hizmet siyaseti yürüttüğü için destekledi toplum Ak Parti’yi. Kendi hayatlarına birebir dokunuşunu gördüler Erdoğan liderliğindeki hükümetlerin, sağlık alanında, eğitim yardımlarında, özürlülerin bakımında... Yıllanmış korkuların buharlaştığı, kangrene dönmüş meselelerin hal yoluna girdiğini gördü. Ayrıca verilen oylarda diğer vesayet yapılarının tasfiyesine verdiği destek gibi son vesayet girişimi olan paralel yapıyla hukuk içinde mücadele için de oy verdi seçmen bir kez daha. Türkiye normalleşmek istiyor ve bu yoldaki yürüyüşünü 1960 darbesiyle açılan vesayet parantezini 10 Ağustosta kapatarak önemli bir virajı daha 14 aldı. Bu toplum ne yaptığını gayet iyi biliyor. “Siyasi iktidarla uyumlu, müzakereci, kolaylaştırıcı toplumun tamamını kucaklayıcı bir liderlik bekliyorum.” • İcracı Cumhurbaşkanı nasıl olacak? Daha önce tecrübe etmediğimiz bir dönemi yaşayacağız. İdari sistemde bir değişiklik zaruri görünüyor, bu nasıl bir takvimle ne zaman olacak göreceğiz. Ama ben siyasi iktidarla uyumlu, müzakereci, kolaylaştırıcı toplumun tamamını kucaklayıcı bir liderlik bekliyorum. Çokluk içinde birlikten bahsetmişti seçilmiş cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan. Yeni paydamızı da Türkiyelilik olarak tanımlamıştı. Bu kavram sorunları çözerken anahtar işlevi görecek. Bu mayanın tutması için çaba göstermesini bekliyorum yeni cumhurbaşkanının. Ayrıca Türkiye’nin önünde hal yoluna giren sorunların çözümlerinin aynı kararlılıkla sürdürülmesini bekliyorum, çözüm süreci, paralelle mücadele, yeni anayasa yapımı gibi... Cumhurbaşkanı Erdoğan da seçim kampanyalarında olduğu gibi seçilmesinin hemen arkasında yaptığı konuşmalarda bu konularda… Halime Kökçe Star Gazetesi Yazarı “Gezi ve 17 Aralık sürecindeki tavrı da Erdoğan’ın liderliğinin pekiştirdi.” • “Erdoğan verdiği sözü tutan bir lider olarak temayüz etti. İnsanlar, “bu adam yapar” diye düşünüyor. Ayrıca Erdoğan’a yönelik yoğun karşı kampanya da bence ismi etrafındaki kenetlenmeye sebep oldu. Bildik memnuniyetsiz ve müzmin muhalif mecralar bu adamı taşlıyorsa demek bu memleket hayrına çalışıyor kanaati oluştu. Pek tabii 12 yıllık hizmet siyaseti de “Neden Erdoğan” sorusunun en önemli cevaplarından biri. Bir başka sebep de bence Erdoğan’ın vicdanı öne çıkaran dış politika vizyonunu öne çıkarması ve bunun temsilciliğini yapması oldu. Dünya sistemini o sistemin önemli bir aktörü olmasına rağmen eleştirebilen bir lider olarak Erdoğan, farklı bir liderlik sergiledi. Demokratikleşmenin derinleştirilmesi, vesayetin geriletilmesi Erdoğan’ın kararlı ve dik duruşu sayesinde mümkün olabildi. Bu da çok önemli bir başka etken. Gezi ve 17 Aralık sürecindeki tavrı da Erdoğan’ın liderliğinin pekiştirdi. Şahsına ve H. Hümeyra Şahin Tarihçi - Yazar Akşam Gazetesi hükümete yönelik darbe ve yıpratma girişimlerini, uluslararası güçlerle de destekli olduğu anlaşılan bu önemli saldırı dalgasını göğüslemeyi başarabildi. Bu başarı Erdoğan’ın zaten güçlü olan liderliğini daha da güçlü olarak bir üst seviyeye çıkardı. • Seçmen artık vermiş olduğu oya ve desteğe ihanet etmeyen siyasiler istiyor. Seçim meydanlarında verdiği sözü daha sonra unutmayan, darbecilere, vesayet güçlerine karşı boyun eğmeyen siyasetçi görmek istiyor karşısında. Erdoğan bunu başardı. Paralel yapıyla mücadele, çözüm sürecinin devamı gibi Türkiye’nin barış ve huzuru ve ulusal güvenliğini tehdit eden her türlü yapıyla mücadele edebilecek bir lider Erdoğan. Bu iradeyi destekleyerek barış sürecine ve paralel yapıyla mücadeleye de destek verdiğini göstermek istedi. “Erdoğan’ın milletle kurduğu kalbi bir bağ var.” • Erdoğan tercihinin en önemli sebebi, Erdoğan’ın şahsına duyulan güven ve 12 yıllık icraatları. Gayret, samimiyet, inanç ve sebat, keskin bir siyasal akılla birleşince de kaçınılmaz olarak tercih sebebi oluyor. Erdoğan’ın milletle kurduğu kalbi bir bağ var ve bu bağ reel politikanın tüm aşamalarında devreye giriyor. Halk 12 yıllık icraatın hata ve eksiklerini dahi bu güven duygusu içinde zaman zaman görmemeyi tercih ediyor. Erdoğan sosyolojiyi dönüştürme gücünü de buradan alıyor. Reel politik açısından bakıldığında ise, ekonomik istikrar çok önemli bir parametre. Keza sosyal politikalar insanların gündelik hayatına etki eden hususlar. Çözüm süreci ise bütün bu dinamiklerin diri tuttuğu bir konu... “Dünya 5’ten büyüktür” • Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin akışını değiştiren bir lider. Yeni dönemde bu değişimin kurumsallaşmasını bekliyorum. Bunların başında da sivil bir anayasanın yapılması geliyor. Sivil anayasa demek, pek çok konuyu kapsayan sistem sorunlarının halli, demek. Öte yandan Türkiye’deki vesayetlerle mücadelesini küresel ölçeğe taşımasını önemli buluyorum. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ sloganının dillendirilmesi küresel vicdanı harekete geçirmesi bakımından çok değerli. Bu dönemde ayrıca acil ve zor meselelerle geçen 12 yıllık siyaset hayatının ‘kreması’ denebilecek konularda, kültür-sanat gibi alanlarda daha çok destek bekliyorum. 15 Nihal Bengisu Karaca Habertürk Gazetesi Yazarı “Kadınlar Erdoğan’ı seviyor, çünkü... Adil ve hiçbir zümrenin malı olmayan bir ‘devlet’in inşaası için halk Erdoğan dedi.” • Yapılan hizmetin ve Türkiye’nin on iki yılda geldiği sürecin Erdoğan’a verilen oyda büyük bir etkisi var. Ekonomi her zaman en birincil etken. Türkiyelilerin sahip olduğu kültürel, dini, tarihi bağlar üzerindeki sultanın kalkması, oligarşik bürokrasinin tanımladığı ve milletin bir türlü benimsemediği sun’i değerler yerine, sahici değerlerin ve hassasiyetlerin özgürce savunulabilir hale gelmesi önemli. Milletin özgün dokusu içinden yetişmiş kimselerin artık taklit etmeden, başkası imiş gibi yapmadan da makbul vatandaş sayılabilir hale gelmesi, Erdoğan’ın içerdeki oligarklara karşı verdiği mücadelenin sonucu. Bu sayede başörtülü kadınlar özgürleşebiliyor, on yıllardır ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerinin yaraların sarabiliyor. Kürtler dillerini konuşabiliyor kültürlerini utanmadan ve sakıncalı yaftası yemeden savunabilecekleri bir zemin kazanabiliyor. Gayrimüslim azınlıklara ait kiliseler onarılıyor, vakıfların malları iade ediliyor. Kimlikleri bastırarak varolagelmiş Türkiye Cumhuriyeti tarihi makro demokratikleşme bağlamında ciddi adımlar atıyor, esneklik kazanıyor. Bunların da halkın Erdoğan demesinde etkisi büyük. Elbette sorunlar olmamış değil, bu dönem büyük kazanımlar elde edilirken ciddi yol kazalarına da sahne oluyor. Yargıdaki ve emniyetteki bir örgütlenmenin neden olduğu haksızlıklar, giriştikleri dostmodern darbenin herkesçe görünür olmasına imkan tanıdı. Millet artık kendi iradesinin çalınmasına müsaade etmiyor, o bakımdan Erdoğan’ın kağıt üzerinde yasal görünen ilişki –yetki biçimlerinin arkasında milli iradeyi rehin almaya çalışan bu türden yapılara tolerans göstermemesi kendisine rağbetin artmasına da neden olmuş durumda. Millet kendisini yöneteni seçtiğini zannedip, iradesine bürokratik yollardan haciz konmasından bıktı, o yüzden bu ‘paralel yapı’ meselesine şiddetle tepki verdi. Yolsuzluk rüşvet hukuksuzluk olasılığına onay vermedi, amacı hukuk olmayanların, hukuk sopasıyla siyaseti tanzim etme küstahlığına tepki verdi. Bu tepkiyi Erdoğan’ın yanında durarak gösterdi. 16 11. Yıl Ayrıca Kadınların neden Erdoğan’ı desteklediğine de dikkat etmek gerekir. Mütedeyyin camiada kadının hem laiklik ile ilgili baskılardan kurtulması, hem de kendi camiasının, cemaatinin, mahallesinin baskılarından kurtulmasında Erdoğan’ın özgürleştirici ideallerinin ve getirdiği yeni pratiklerin büyük katkısı var. Ak Parti’yi Müslüman mahallesinde olabilecek ölçülerde bir kadın hareketine dönüştürdü Erdoğan. Yetmez ama evet yani, bunu başardı ve hiç küçümsenemeyecek bir devrim yaptı bu alanda. “Türkiye’nin vaat edildiği gibi kanatlanmasını bekliyorum.” • TBMM’nin noterlik gibi çalışan, salt onay makamı gibi davranan, ülkeyi dış dünyada temsil etmekle ve rektör atamakla yetinen bir Cumhurbaşkanı olmasını beklemiyorum Erdoğan’dan. Şu sözün karşılığını bekliyorum, ne demişlerdir hatırlayın: Başbakanı da Cumhurbaşkanı da halk tarafından seçilip yetkilendirmiş bir Türkiye, uçar. Türkiye’nin vaadedildiği gibi kanatlanmasını bekliyorum. Ama bunun fiili durum yaratarak değil, gerekli yasal düzenlemelerin yapılması yoluyla, doğru bir şekilde ilerleyerek gerçekleştirilmesini istiyorum. Barış sürecinin devamını ve devletin milletin güvenine yakışır ölçekte adaletin ve hukukun tecessüm ettiği bir alan olmasının sağlanması en büyük temennim. Devlet, vatandaşların dini etnik grup –cemaat bağları nedeniyle giremedikleri bir yer olmamalı, ama hiçbir zümrenin kendi çıkarını gerçekleştirmek için araçsallaştırdığı bir aygıta da dönüşmemeli. Bu dengenin sağlanabildiği, toplumdaki melezliğin aynı oranda kamusal alanda ve devlet kadrolarında yansıtılabildiği ama nihai ölçünün liyakat ve başarı olduğu bir devlet mekanizmasının tesisi gerekiyor, Türkiye’de her kesimin kendisini mutlu ve güvende hissetmesinin yolu bu dengenin oluşturulabilmesine bağlı. İnşallah bu kez olur. Sibel Eraslan Star Gazetesi Yazarı “Erdoğan’ın hikayesi hepimizin küçük hikayelerine yakın, tanıdık, bildik bir hikaye.” • Erdoğan’ın 1994’te İstanbul deneyimi ile başlayıp sonraki zamanlarında da süren ‘’hizmet’’ eksenli çalışkan ve kompetanlığı öne alan siyaseti kadınlar için çok önemli. Çocuklarının geleceğini, şehirlerinin yarınını düşünen anneler devleti “çatık kaş’’ olarak değil, kolay ulaşılabilen ve sorun çözen olarak görmek istiyorlar... Evet ekonomi demokratikleşme sağlam irade, itibarlı dış politika gibi artılar da önemli ama kadınlar sahiciliği çok daha önemli olduğunu düşünüyorlar. Erdoğan’ın bir hikayesi var. Ve hepimizin küçük hikayelerine yakın, tanıdık, bildik bir hikaye bu. Erdoğan içimizden birisi dedirtebilecek kadar gerçek, samimi bir dil. Öfkesinde bile strateji kurmayan, mesafe inşa etmeyen bir siyasi... Devletin yüzünü insanlaştırdı Erdoğan. Vesayetin insansız halini yıktı ve yerine dokunabileceğiniz derdinizi itirazınızı yapabileceğiniz bir tarz getirdi devlet adına. Umut ilk kez edebiyat veya romantizm olmaktan çıkıp siyasetin sürdürülebilir bir yapısalı haline dönüştü. Erdoğan kadınlara yeniden hayal kurabilirsiniz dedi. Bir rüyanız olabilir çocuklarınız adına dedi. Anneler ağlamasın çocuklar ölmesin dedi ve kadınlar buna inandı. bunu des- tekledi. ve çözüm sürecine bu kadar içten ve sade bir cümleyle köprü kurdu Erdoğan. Kadınların evlerinin bir ferdi gibi evlatları, ağabeyleri kardeşleri gibi Erdoğan... İsmiyle hitap edilebilen tek siyasi figür. İnsanlar ama özellikle kadınlar onu kendilerine bu kadar yakın ve samimi buluyorlar işte… • Kendi ifadesiyle yeni, büyük, öncü Türkiye. Refahın toplumsal dayanışmanın insan onurunun önemli aşamalarını tamamlamış bahtı açık bir ülke... 17 11. Yıl Röportaj “YENİ TÜRKİYE’YE TORUNLARIMIZ İÇİN MECBURUZ.” Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin ilk kadın milletvekili, ilk kadın bakanı ve Türkiye’nin ilk kadın Büyükşehir belediye başkanlarından biri… Aslında sayarken dahi yorulduğumuz pek çok vasıf… Bu ay konuğumuz Sayın Fatma Şahin. Kendisi ile hem Ankara’yı, hem Gaziantep’i, hem dünü, hem de bugünü ve yarının Türkiye’sini konuştuk. 18 11. Yıl Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin T- Siyaset öncesi hayatınızı kısmen biliyoruz. Biraz okuyucularımızla paylaşır mısınız? F.Ş.- İşçi bir babanın, ev hanımı bir annenin ilk çocuğuyum. Liseyi bitirip İTÜ Kimya mühendisliğini kazandığımda, o günkü şartlarda okumak hele İstanbul’da okumak benim, ailem ve çevrem için büyük bir hayaldi. Devlet yurdu ve imkanları olmasa okuyamazdım. Çünkü iki kardeşim daha vardı ve onlar da eğitim çağındaydı. Okulu derece ile bitirdim. Bitirdiğim gün valizimi aldım Gaziantep’e döndüm. Hemen iş bulmam lazımdı çünkü kız kardeşim de üniversite okuyacaktı. Eve valizi bıraktım hiç oturmadan doğru İş ve İşçi Bulma Kurumuna gittim. İşi buldum ve akşam eve öyle geldim. Beklemek, oyalanmak gibi bir lüksümüz yoktu o zamanlar. Özel sektörde 15 yıl fabrika mühendisi ve yönetici olarak çalıştım. T- Peki siyaset nasıl girdi hayatınıza, ya da siz siyasete nasıl girdiniz? “Siyaset, şikayet ettiğimiz şeylere çözüm bulma sanatı.” T- Siz siyasetin hemen her kademesinde görev yaptınız. Milletvekili, komisyon başkanlığı, Genel Merkez Kadın Kolları Başkanlığı, Bakanlık ve şimdi de Büyükşehir Belediye Başkanlığı… Teşkilatçı bir yapınız olduğunu da biliyoruz. Görev yaptığınız hangi kademe, size daha çok heyecan ve motivasyon sağladı. “İnsana, insanın yüreğine dokunabildiğim her kulvarı çok seviyorum “ F.Ş.- Ak Parti benim için bir okul gibi oldu aslında. Daha seçim bile ortada yokken, kurucusu olarak çalıştığımız günler, milletvekili olarak herhangi bir köye giden bir hizmet veya bakan iken özellikle dezavantajlı kesimlere yapılan hizmetler, hepsi benim için tek tek kıymetli. Ben insana, insanın yüreğine dokunabildiğim her kulvarı çok seviyorum galiba motivasyonumu da artıran daha çok bu nokta oluyor. Ayrıca ben her bir görevimde Sayın Başbakanımız başta olmak üzere büyüklerimizden çok şey öğrendim. Siyasetin uzun soluk gerektiren bir maraton olduğunu, takım çalışmasının ne kadar önemli olduğunu hep yaşayarak öğrendik. F.Ş.- 2000’li yılların başında Türkiye değişim sancıları çektiğine hepimiz şahit olduk. Anayasa kitapçığı fırlatma, ekonomik krizler, erken seçim, o günlerin neredeyse rutini gibiydi. Ak Parti kurulunca eşim ve ben Gaziantep’te kurucular arasındaydık. Parti yeni biz siyasette yeniyiz. Ama özellikle yeni neslin, çocuklarımızın geleceği için bir iddiamız varsa, siyasetin içinde olmamız gerektiğini biliyorduk. Çünkü siyaset, şikayet ettiğimiz şeylere çözüm bulma sanatı bana göre… 19 11. Yıl T- Gaziantep’i konuşalım biraz, bir kadın olarak, yerel siyasetin, Ankara’da siyaset yapmaktan farklı olan yanları neler? “Kadına ulaştığınız zaman, topluma ulaşabiliyorsunuz.” F.Ş.- Bugün yerel yönetimler hem kalkınmanın hem de demokrasinin temel aktörü bana göre. Çünkü güçlü, iyi yönetilen yerel yönetimlerde ekonomik bir kalkınmadan, büyümeden bahsedilebilir. Yereli güçlendiren şey, katılımcı belediyecilik anlayışıdır aslında. İşte bu noktada kadının önemi yadsınamayacak kadar büyük. Toplumun en temel yapı taşı ailedir. Aileyi çekip çeviren, düzene koyan kadındır, annedir. Siyasete, topluma bir kadın elinin, bir anne elinin değmesini, toplumun değişmesini sağlıyor bence. Çünkü kadına ulaştığınız zaman, topluma ulaşabiliyorsunuz. Kadın, yaşadığı toplumu değiştirebilme gücüne sahip... Kadınların desteklemediği, onların omuz vermediği hiçbir değişim ve dönüşüm başarıya ulaşamıyor. Yerel yönetimlerin güçlenmesi için katılımcı demokrasiyi sağlamak adına yerelde kadını güçlendirerek Türkiye’nin demokrasisinin de güçlenmesini sağlayabiliriz. Yerel siyasetin kurumsallaşması ve güçlenmesi ulusal siyasetin güçlenmesi ile doğru orantılıdır. Yerel 20 yönetimler demokrasinin tabandan tavana yapılanmasını sağlayacak, demokratik toplumu oluşturacaktır. Bundan dolayı kadınların siyasal hayata katılımı, siyasal olayları izlemek ve bilgi edinmekten, siyasal eylemlerde bulunmaya, oy vermeye, adaylığa ve siyasal karar mekanizmalarında yer almaya kadar uzanan değişik biçim ve boyutlarda kendilerini göstermeleri çok önemli. Bu açıdan kadınların sosyalleşmesi, ekonominin içerisinde yer alması, üreten Türkiye’nin bir parçası olması, kamusal ve özel alanda olmaları gerekiyor. T- Belediyecilik biraz da erkek işi olarak algılanmıyor mu? “Başarılı çalışmalara imza atan bir kadınının, erkek siyasetçiler tarafından yadsınması mümkün değil.” F.Ş.- Bugün belediyeciliğin erkek işi olduğu anlayışında zihinsel bir dönüşüm yaşandı aslında. Hem erkekler hem de kadınlar açısından. Önceki seçimlerden de yakinen biliyorum. Başbakanımız, Genel Başkanımız, özellikle meclis üyelikleri listelerinde her dört kişiden birinin kadın olması yönünde çok çok titiz davrandı. Meclis üyeliklerinde bu sayıları aksi halde yakalayamazdık. Artık siyaset eril tahakkümünün egemen olduğu bir alan değil. Bu iş bir liyakat ve ehliyet meselesi olarak görülmeye başlandı. Gerçekten çalışan, kendisini ispat eden, başarılı çalışmalara imza atan bir kadınının erkek siyasetçiler tarafından yadsınması mümkün değil. Benim Türkiye’nin ve Gaziantep’in ilk kadın Büyükşehir Belediye Başkanı olmam Türkiye’de yaşanan değişimin en güzel göstergesidir. Anadolu kadını, benim şahsımda kendini gördü. Bir Anadolu kızının azimle çalışarak gelebileceği yeri gördü. Kadınlarımızın, kızlarımız kendilerinde var olan gücü fark etti. Bu değişim bizim hızımızı kesemez. Aksine bizi daha çok teşvik eder. Bu yolda nasıl daha çok çalışmamız gerektiğini gösterir. Bu umudun devam edebilmesi için daha çok çalışmalıyız. T- 30 Mart seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası Yeni Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Çünkü hem Ak Parti’nin hem de Sayın Erdoğan’ın son dönemlerde önemli bir argümanı bu Yeni Türkiye söylemi… “Yeni Türkiye’ye torunlarımız için mecburuz.” büyük darbe aldı. Biz hem ekonomide hem sağlık da hem de ulaştırmadaki pek çok hamlemizi bu vesayetçi anlayışa rağmen gerçekleştirdik. Ve milletimiz de bunu gördü. Girilen tüm seçimlerden birinci parti olarak çıkılmasının açıklaması bu, bana göre… Millet hizmet istiyor, dik duruş istiyor ve kendine güven istiyor, hem yöneticisinde hem de kendisinde. Ülke kalkındıkça vatandaşımızın, özellikle yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız, bunu ifade ediyor, özgüveni artıyor. Özellikle bölge ülkeleri, Afrika, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetlerinin gözleri üzerimizde… Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası bölge ülkelerden gelen tepkiler bir bakınız. Onların dahi Yeni Türkiye’den beklentileri var, umutları var. Kalkınma hamlesini gerçekleştiren ülkemizde artık bir medeniyet projesine ihtiyaç var. Yine söylüyorum hem vatandaşlarımız hem de bölge için. Yeni Türkiye demek, ekonomideki ivmesini devam ettiren, kalkınan, dik duran aynı zamanda örnek bir medeniyet projesi gerçekleştirebilen, vesayetçi anlayışı tamamen yok etmiş Türkiye demektir. Buna, torunlarımız için mecburuz. F.Ş.- Türkiye’de Ak Parti’nin varlığı, Sayın Başbakanımızın kararlı ve dik duruşu ile vesayetçi anlayış 21 ÇATIŞMAYI ANLAMA VE ÇATIŞMA YÖNETİMİ Sosyolojide topluma yönelik tanımlama ve açıklamaların içindeki temel kavramlardan biri de çatışma kavramıdır. Bazı sosyologlar toplumu uyumlu parçaların birbirleri ile uyum içinde bir bütün olduğunu, bazıları da toplumu çatışmaların var olduğu ve yaşandığı bir durumda olduğunu ileri sürerler. Çatışma yaşamın doğal ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Gerçek şu ki, çatışma yaşamın bir olgusudur. Bazen yıkıcıdır, bazen de yapıcıdır. Çatışma olmasa büyüme ve ilerleme gerçekleşmez. Çoğu kez çatışmanın sebebi iletişim eksikliğidir. Çatışmadan kaçınmak ne mümkündür, ne de arzu edilen bir durumdur. Çatışmayı yapıcı ya da yıkıcı kılan, bizim onu NASIL ele aldığımız ve NASIL yönettiğimizdir. İnsanlar için, sesini duyurabilmek, anlaşılmak ve paylaşmak temel bir ihtiyaçtır. Çatışma yaklaşımını benimseyen ve çatışma kuramcılarından günümüzde en çok bilineni kuşkusuz Dahrendorf’tur. Dahrendorf’a göre; “çatışma ve çelişki toplumun temel niteliği olup her zaman ve her yerde mevcuttur. Toplumlar her an değişmelerle karşı karşıyadır. Değişme her zaman söz konusudur ve toplumu meydana getiren öğelerin tümü önce toplumun çözülmesine, sonra yeniden bütünleşmesine hizmet eder, katkı sunar”. Dahrendorf çatışmayı tüm toplumla ilişkilendirmektedir. Çatışma, kişisel gelişmeye ve toplumsal değişime olumlu bir etki yapmaktadır. Eğer çatışma, sorunların incelenmesine ve yeni cözümler üretilmesine yol açmasaydı, ne bireylerde, ne de toplumda herhangi bir değişim, gelişme ve dönüşüm gerçekleşmezdi. Toplum, birçok öğeden meydana gelmiştir. Toplumdaki bireylerin beklentileri, potansıyelleri, ihtiyaclari, sevdikleri ve sevmedikleri, fikirleri ve istekleri birbirlerinden farklı olmaları nedeniyle, gereksinimleri ve gözettiği çıkarları da farklı olmaktadır. Birbirlerine yakın olan bireyler, birlikte yaşayan veya çalışanlar çatışmaya en yatkın olan bireylerdir. Toplumsal yapının temelinde insan ilişkileri vardır. İşte bir toplumu meydana getiren bütün birim ve öğeler birbiriyle devamlı bir etkileşim halindedir. Her bir öğe, ötekilerini etkiler ve onlar tarafından etkilenir. Bu etkileşme ve etkilenme zorunlu bir ahengi ve çatışmayı belirlemez. Bazı durumlarda bazı öğeler arasında çatışma olabilir, kiracı ve ev sahibi arasında olduğu gibi. Bazı durumlarda da ahenk olabilir, kent yönetimi ile kente yaşayanlar arasında olduğu gibi. Toplumsal değişimin ve farklılığın dinamiği ya da mekanizması bu 22 11. Yıl Aygül Fazlıoğlu Sosyolog Eğer çatışma, sorunların incelenmesine ve yeni cözümler üretilmesine yol açmasaydı, ne bireylerde, ne de toplumda herhangi bir değişim, gelişme ve dönüşüm gerçekleşmezdi. BİZ ve ÖTEKİ diye farklılıkları pekiştirmek yerine, farklılıkları tanımalı, kabul etmeli ve bunlar arasında yüzeysel anlaşma ya da uzlaşmanın ötesinde birliktelikler aranmalı, EMPATİ kurmalı, farklı toplumlar arasında köprü kurarak, ön yargıların, yanlış yorumlamaların ve anlamaların, kutuplaşmaların üstesinden gelmeliyiz. “Ben ü Sen”i görmeliyiz. etkileşim sürecinde yaşanır. Öte yandan, hangi öğelerin ne zaman ve ne şekilde, hangi öğeleri hangi ölçüde etkilediği, öteki öğeler üzerinde nasıl bir etki bıraktığının anlaşılması toplumsal değişimin, toplum düzeyindeki oluşumun haritasını ortaya koyar. Doğal olarak da bu harita farklı niteliklere sahip toplumlardaki farklı yapıları, özellikleri ortaya çıkarmaktadır. Nasıl ki renkleri harmanlayıp bir araya getirdiğimizde bize bir anlam ifade ediyor ise; aynı ebru sanatı gibi, tek bir renkten oluşmuyor. Ya da öyle bir mimari, öyle bir halı düşünün ki tek bir motifle ortaya çıkartılmış olsun, ikinci bir unsur barındırmasın. Toplumsal yapı dediğinizde de mutlaka farklılıklar olacaktır. Etkileşimin varlığı bütün toplumların, bütün değişme aşamalarında toplumsal bütünlüklerin korunmalarına yol açmaktadır. Toplumsal bütünlük, toplumun çeşitli kurum ve öğeleri arasındaki ilişkinin devamıdır. Bu ilişki ahenkli ya da çatışmalı bir şekilde devam ettiği sürece toplumsal bütünlük var demektir. Tarihsel süreç içinde bireyler, yaşadıkları sosyal gruptaki dokunun yansıttığı farklı roller ya da kimlikler çerçevesinde toplumsal ilişkiler kurup, bu ilişkilerdeki çatışma durumunu yaşayabilmektedir. Toplum birbirinden çok farklı sosyal gruplardan oluşmaktadır. Bu farklı sosyal yapıların her birinde farklı değerler ön plana çıkmaktadır. Örneğin bir sosyal grupta baskın olan değer ekonomik amaç ve çıkarlar olurken, bir başka sosyal grupta ise temel hak ve özgürlükler öncelik olabilmektedir. Çünkü toplumsal ilişkilerin temelini güç oluşturmakta ve toplum tarafından belirlenmemiş ama insanların hepsinde ortak bazı temel çıkarlar söz konusudur. Dolayısıyla farklı sosyal grupların ortak bir takım genel kabulleri olsa da kendi değerlerini ön plana çırkartabilmektedir. Her toplumun her medeniyetin değişik dönemlerinde kendilerine özgü “biz” ve “öteki” algılamaları ve düşünceleri olmuştur. İnsanın her zaman kendine ben kazandırması dolayısyla kendini farklı olarak görmesi kaçınılmazdır. Ancak bu kendisinden olmayan her şeye öteki gözü ile bakması anlamına gelmemelidir. Son yıllarda özellikle iç dinamiklerin etkisiyle İstanbul’da ya da herhangi bir büyük şehrimizde bir apartmana girdiğimizde bir katta Tokatlı, bir katta Sivaslı, bir başka katta Diyarbakırlı ve Samsunlunun yaşadığını görebilmekteyiz. Herkesin farklı gelir, eğitim düzeyi, tüketim alışkanlıkları, düşünce, inanç, etnik ve kültürel kimliklerinden kaynaklan farklılıkları kabul etmeliyiz. 23 11. Yıl Aksi durumda bu farklılıkların öne çıkarılması ve bu niteliklere göre ayrıştırılması bu nüfus gruplarının her hangi bir çatışmanın potansiyel taraftarı olarak ortaya çıkmasına neden olabilir. Belki burada bu farklılıklar içinde bizim duruşumuz nedir, ne olmalıdır, EMPATİ nasıl kurmalıyız? Bu sorulara cevap vermeliyiz. Sürekli değişen ve gelişen toplumsal hayat nedeniyle insanların ve toplumların sorunları ve ihtiyaçlarında da farklılaşmalar görülmektedir. Her insan farklı fiziki, maddî yaratılışa sahiptir. Aynı şekilde her toplum dili, tarihi, örf ve adetleri gibi unsurların etkisiyle birbirinden farklı kültüre sahiptir. Bu farklılıklar insanın ve toplumun her türlü maddî ve manevî kültürüne ve eylemlerine yansımaktadır. Ancak bu farklılıklar nedeniyle her insanın, her toplumun tamamen ayrışmaları içerdiği anlamına gelmemelidir. Çünkü İnsanların ve toplumların “ortak akıl” diyebileceğimiz ortak kabulleri bulunmaktadır. İşte bizi biz yapan bu ortak akıldır. Aynı topluluğa ait bireyler arasında, aynı sınıfa mensup olma durumu çatışmanın yoğunluğunu azaltmaktadır. Çünkü farklı kültürler çatışmasıyla karşılaştırıldığında, daha fazla karşılıklı bağımlılık yaşanmakta ve sık iletişim halinde olmaktadırlar. Hepimizin ortak amacı; farklı renkleri görerek, birbirimizin farklı lezzetlerini tadarak, farklı çiçeklerini koklayarak, farklı şarkılarını söyleyerek, dostluğumuzu büyüterek, toplum olarak, insan olarak birlikte gelişmek, katılımcı, harmanlayıcı ve eşitlikçi bir dünya içinde yaşamaktır. Osmanlı döneminde hemen her şehirde gördüğümüz farklı etnik ve kültürel yapıdaki insanların birlikte yaşama düşüncesini çok somut örnekleri olarak, cumbalı Müslüman Türk evleriyle, Rum evlerinin ya da Süryani evleri ile Türk evlerinin ya da Ermeni evlerinin aynı mahallede sırt sırta, yan yana durmasında görürüz. Manisa’nın eski Kula sokaklarını, İstanbul’un Heybeli ve Büyükada’sını, Mardin’in abbaralarını Antakya’nın sokaklarını dolaştığınızda iç içe yaşayan insanlara bizzat şahitlik ederiz. Aynı toprağın üzerinde, aynı havayı soluyup, duvarı olmayan bitişik bahçelerde oynayan, aynı meyveleri yiyen, mevsiminde aşureyi paylaşan, aynı pazardan alışveriş yapıp, aynı sokakları, aynı çeşmeleri kullanıp benzer kültürel ürünler ortaya çıkaran ve ortak ritüellere birlikte katılan insanlara rastlarız. Kimimiz Ramazan ayında, bazılarımız Muharrem ayında, bazıları da Şubat’ta 24 oruç tutarız. Cenazemiz olduğunda onlar evlerimize gelip başsağlığı dilerken ve/veya camiye gelip yanımızda olduğunu hissettirirken, biz de onları cenazesi için kiliselerine gideriz. BİZ ve ÖTEKİ diye farklılıkları pekiştirmek yerine, farklılıkları tanımalı, kabul etmeli ve bunlar arasında yüzeysel anlaşma ya da uzlaşmanın ötesinde birliktelikler aranmalı, EMPATİ kurmalı, farklı toplumlar arasında köprü kurarak, ön yargıların, yanlış yorumlamaların ve anlamaların, kutuplaşmaların üstesinden gelmeliyiz. “Ben ü Sen”i görmeliyiz. M. Luther King’in söylediği gibi “Kuşlar gibi uçmasını öğrendik, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama kardeşçe yaşamasını unuttuk.” Barış içinde birlikte var olmak ancak başkalarını sayarak birlikteliği aramakla mümkündür. Bunun yolu da tek bir bakış açısını ve hayat tarzını herkes için iyi diyerek evrenselleştirmek yerine, farklılıkları koruyarak, bireyleri ve hayat tarzlarını bir arada, çatışmaya dönüştürmeden yaşamasını sağlamak, empati kurmaktır. Çatışmayı yönetmenin birçok biçimi vardır. Bunların hepsinin bazı yararları ve bazı sınırları olabilir. Bunu bilmek ve hangisinin ne zaman yararlı, ne zaman zararlı olacağını farketmek önemlidir. Çoğu çatışma, bireyin ve/veya toplumun EMNİYET, AİDİYET, KENDİNE SAYGI VE BAŞKALARINDAN SAYGI ve DOYUM (KENDİNİ – TAMAMLAMA) ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması yüzünden çıkmaktadır. Dolaysıyla çatışmayı anlamak ve bu mücadeleyi iktidar mücadelesi olmaktan çıkarmak için orta yol aranmalıdır. Çünkü her iki taraf da kısmen tatmin eden bir çözüm için bir şeyden vazgeçmelidir. Anlasmazlık, incelemeye ve anlamaya çalışılmalıdır. Çünkü yeni fikirler üretmek ve her iki tarafı da tatmin edecek bir çözüm bulunmalıdır. Uçu açık ve yargı içermeyen sorular kullanılmalıdır. Çünkü insanlar kendilerini savunmak veya haklı çıkarmak zorunda hissetmemelidir. Tarafların dedikleri (hem duygular, hem de olgular) yeniden kaliba dokülmelidr. Çünkü tarafların birbirlerini olumsuz sozler kullanmadan ve kimseyi suçlamadan anlamaları sağlanmalıdır. Farklılıklar zenginlik olarak görülmelidir. Çünkü ”öteki”lerin yaşamın bir yansıması olduğu anlatılmalıdır. Tebessüm Çarşısı binlerce kişiye umut oldu Darda kalana, yoksula kısacası ihtiyacı olan herkese el uzatan Pursaklar Belediyesi Tebessüm Çarşısı, 10 yılda binlerce kişiye umut oldu. Çoluk çocuk genç ihtiyar herkesin yüzünü güldürdü. Pursaklar Belediyesi’nin Sosyal Yardım Müdürlüğü bünyesinde bulanan Tebessüm Çarşısı, 10 yıldır “Burada para geçmez. Bir tebessüm yeter” sloganıyla hizmet ediyor. Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin’in göreve gelmesiyle başlatılan uygulama kapsamında ilçe genelindeki ihtiyaç sahiplerinin yüzü güldü. Yıl içerisinde farklı projelerle halkın tebessümünü sağlayan müdürlük, birçok kampanya ile binlerce kişiye ulaştı. İhtiyaç sahipleri tespit ediliyor Tebessüm Çarşısı yetkilileri, ihtiyaç sahiplerini gerek Kaymakamlık gerekse diğer kamu kurumlarından araştırarak tespit ediyor. Böylelikle gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşılarak Pursaklar’da herkesin tebessüm etmesi sağlanıyor. Ramazan ayında olduğu gibi yılın diğer aylarında da ihtiyaç sahiplerinin taleplerini karşılayan Tebessüm Çarşısı bu hizmetiyle halkın takdirini kazanıyor. Her yıl Ramazan ayında yaklaşık 2 bin aile gıda yardımı alırken, binlerce kişiye de Ramazan ve Kurban Bayramlarında “bayramlık kıyafet” hediye ediliyor. Mobilya, beyaz eşya, “Hoş Geldin Küçük Hemşerim” kampanyası, sünnet ziyaretleri, kitap yardımı, tekerlekli sandalye, işsizler için kurulan iççi bankası gibi alanlarda binlerce kişiye hizmet veriliyor. İhtiyaç sahipleri birbiriyle karşılaşmıyor Tebessüm Çarşısı’nın en çok dikkat ettiği konuların başında ise ailelerin birbirini görmemesi geliyor. Yetkililer, düzenledikleri randevu sistemi ile ailelerin Tebessüm Çarşısı’na geldiklerinde birbirlerini görüp üzülmemesi için titiz davranıyor. Evleri uzak olanlara ise müdürlük personeli tarafından yardımlar iletiliyor. 10 yılda sünnet olan 3 bin çocuğa bisiklet hediye edildi Tebessüm Çarşısı kapsamında yürütülen kampanyalardan biri de Sünnet Çocuklarını Ziyaret. Bu kapsamda her yıl sünnet olan 300’ün üstünde çocuğu Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin, Ramazan ayında bizzat ziyaret ederek bisiklet hediye ediyor. 10 yıldır devam eden bu uygulama kapsamında Başkan Selçuk Çetin, şu ana kadar sünnet olan yaklaşık 3 bin çocuğa bisiklet, diğer aile fertlerine de değişik hediyeler verdi, hemşerileriyle birebir görüştü. Tebessüm Çarşısı’nın hizmetlerini değerlendiren Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin, “Hemşerilerimizi memnun etmek, onların tebessümünü sağlamaktan daha güzel bir şey olamaz. Bizler bu makamlara hizmet etmek için talip olduk. Çok şükür Pursaklar’ı Ankara’nın en gözde ilçesi haline getirdik. Ve en önemlisi de Pursaklar’ı yaşanabilir ilçeler arasında en üst sıraya taşıdık.” dedi. 25 İslam Dünyasında Yaşanan Hadiseler Üzerine Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Müslümanların referans değerleri olmalıdır. İslam’a göre mazlumun da zalimin de dinine ve mezhebine bakılmaz. 26 11. Yıl Gönül coğrafyamızda son zamanlarda yaşanan acı hadiseler bizleri hüzne ve üzüntüye boğmuştur. İsrail’in insafsız ve zalim saldırılarıyla Gazze’ye yağan bombalar masum insanların yuvalarını başlarına yıkmış, annelerin gözyaşları hiç dinmemiştir. Parçalanmış İslam dünyasının düştüğü halden güç devşirenler, yıllardır uyguladıkları ambargolarla açık cezaevine çevirdikleri Gazze’ye basit bahanelerle bombalar yağdırmakta, çocuk, kadın ve yaşlı ayırt etmeksizin masum insanları katletmektedir. Genel olarak Filistin ve özel olarak Gazze halkına yönelik saldırılar, yaşanan zor ve trajik koşullar Müslüman halklar ve dünya kamuoyu açısından dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştır. Bundan belki de daha acısı bazı İslam beldelerinde yaşanan krizler, siyasi ve askeri gerilimler, mezhep ve meşrep kavgalarıdır. Müslüman Müslüman’ı katletmekte, vuran “Allahüekber” derken ölen “la ilahe illallah” diyerek ölmekte, bu manzara hepimizi derinden üzmekte ve endişelendirmektedir. Bugün Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Nijerya’da ve benzeri yerlerde yaşanan adam öldürmeler, intihar saldırıları, masum kız çocuklarını kaçırmalar, camileri bombalamalar, kutsal mekânları tahrip etmeler ve milyonları yerlerinden yurtlarından etmeler sadece buradaki insanları etkilemekle kalmamakta, evrensel ölçekte İslam algısını tahrip etmekte, tüm dünyadaki Müslümanların başlarını öne eğmektedir. Bu durum bilhassa Müslümanların azınlıkta yaşadığı bölgelerde toplumsal dışlanmaya ve ötekileştirilmeye neden olmakta, Müslümanları bulundukları coğrafyalarda korku, dışlanma ve şiddet tehdidi altında yaşamayla karşı karşıya bırakmaktadır. Maalesef İslamofobiyi oluşturmak isteyen endüstri, İslam dünyasındaki ça- tışmaları ve yaşanan manzaraları iddialarına delil olarak göstermekte, Müslümanlar aleyhine acımasız bir propaganda yaparak yürekler İslam’a dair korku salmaya devam etmektedir. Bu açılardan bakıldığında diyebiliriz ki, bugün İslam’ın cahil müntesiplerinin din-i mübin-i İslam’a verdiği zarar azılı düşmanların verdiği zararı fersah fersah geçmiş bulunmaktadır. Batı medeniyeti İslam topraklarında yaşanan şiddet ve zulmün sebeplerini okumakta zorlanmaktadır. Bu vahşetin sebeplerini İslam dininin ve mezheplerin tarihsel köklerinde aramakta, İslamî referansları sorgulamakta ve önyargıyla yorumlayarak yanlış sonuçlara ulaşabilmektedir. Oysa bunlar dinden ve dinî mezheplerden kaynaklanmadığı gibi bu vahşetin köklerini asr-ı saadette, Hz. Peygamber’in hadislerinde, Hz. Osman’ın katliyle başlayan fitne döneminin akabinde yaşanan mezhep ihtilaflarında aramak da beyhudedir. Yaşanan bütün bu hadiseler, modern zamanların işgal ve sömürgelerinden sonra istibdatların gölgesinde, yoksulluk, cehalet ve esaretin ürünü olarak gelişen yaralı bilinçlerin ve ölümcül kimliklerin kin, öfke, ihtiras ve intikamlarını din ve mezhep görüntüsü altında meşrulaştırmaya çalışmasından başka bir şey değildir. Meydana gelen elim olayların sebeplerini dışarıda aramak en kolay açıklama yoludur. Suçu diğer mezhebin yaptıklarında aramak, hadiseleri İslam muhaliflerine, dış düşmanlara, şer güçlere, emperyalistlere, siyonistlere bağlamak da kolaycılıktır. Gerçek sorumluluk idrakinde olanlar, ilk önce kendi tarafına bakmalı, yanlışlığı öncelikle kendinde aramalı ve buna göre tahlil yaparak sonuca varmaya çalışmalıdır. Ayrıca hiç kimse bir başkasını İslam’ı kendisinin anladığı gibi algılayıp yaşamadığından ötürü tekfir etmemeli, Müslüman bir baş- ka Müslüman’ı müşrik görerek onunla savaş halinde olmamalıdır. Böyle bir çatışma durumu, İslam’ın en ulvi kavramlarından olan cihat ile beraber anılamaz. Toplumda kaos ve kargaşa çıkartma, insanları topluca öldürme, camileri bombalama, katliam yapmanın adı terördür ve terör cihat olarak kabul edilemez. İslam’ın cihat anlayışında asla terör ile özdeşleşen yöntemler kabul edilemez ve uygulanamaz. Bitkisiyle, hayvanıyla yeryüzündeki tüm canlılara merhamet etmemizi, sevgiyle yaklaşmamızı emreden İslam’ın, suçlu suçsuz demeden intihar saldırıları türünden toplu imha yöntemleriyle kan akıtılmasını teşvik etmesi veya buna onay vermesi düşünülemez. Cihat, terörün, vahşetin ve öldürmenin değil, diriltici bir gayretin, hayat veren bir mücadelenin adıdır. Bugün, Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihat, cehalete, taassuba, fitne ve tefrikaya karşı yapacakları cihattır. Hiç kimse, zulme karşı cihat iddiasıyla başkaca mazlumiyetlerin yaşanmasını meşru görmemeli; hiçbir âlim, zulmü meşrulaştırmak adına ilmini ve fetvasını kana bulamamalıdır. Bir insanın yaşaması, her türlü makam, mevki ve saltanattan çok daha değerlidir. Zulme, sömürüye, işgale, savaşa, baskıya, menfaate, korsanlığa, silaha ve güce dayalı egemen anlayıştan kurtularak adalete, dayanışmaya, bağımsızlığa, barışa, özgürlüğe, dostluğa, bilgeliğe, hukuka ve ahlaka dayalı değerler biz Müslümanların referans değerleri olmalıdır. İslam’a göre mazlumun da zalimin de dinine ve mezhebine bakılmaz. Müslüman toplumlar olarak köklü bir medeniyete ve zengin tarihî tecrübelere sahibiz. Bugün, tarihimizde de birkaç defa yaşanmış olan büyük bir fetret döneminden geçmekteyiz. Bu fetret döneminin getirdiği ıstıraplar umutsuzluğa yol açmamalıdır. Bu dönem arızidir, geçecektir; ümmetin huzur bulacağı, istikrar ve istikamet yoluna gireceği günler inşallah uzakta değildir. Hikmet ve aklıselim Allah’ın izniyle galip gelecektir. Kim hangi siyasal mühendislik veya çıkar hesapları içerisinde olursa olsun, çabaları boşunadır. Çünkü bu medeniyet havzasının kodlarında çatışma kültürü değil dayanışma kültürü, bir arada yaşama ahlakı ve hukuku vardır. Bütün bu hadiseler karşısında asıl olan, hiçbir zaman zalimlerin ve katillerin safında yer almamaktır. Asıl olan, Nemrutlara karşı daima İbrahim’in (as) yanında olmak ve Firavunlaşmış ruhlara karşı daima Musa’nın (as) tarafında yer almaktır. Hiçbir Müslüman, bölgemizde yaşanan sıkıntılar karşısında sessiz kalamaz. Başkanlığımız da Ramazan ayından on gün kadar önce tüm İslam ülkelerini sorunun çözümü için ortak hareket etmeye davet amacıyla yedi dilde “Sağduyu, Barış ve Kardeşlik Çağrısı” yapmış ve bu çağrımız olumlu yankılar uyandırmıştır. 10 maddeden oluşan çağrının hemen akabinde dünyanın birçok ülkesinden yüz elliyi aşkın bilgin, kanaat önderi ve gazetecinin iştirakiyle Başkanlığımızın ev sahipliğinde İstanbul’da “Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi” adıyla bir forum düzenlenmiştir. Toplantıda sadece karar almakla yetinilmemiş, yedi asil ve üç yedek olmak üzere on kişilik “Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Daimi Temas Grubu” oluşturulmuştur. Bu grup hükümetler, parlamentolar, uluslararası kurum ve kuruluşlar, dinî müesseseler, kamuoyu oluşumunda etkin olan teşekküller, bilimsel ve akademik çevreler nezdinde temaslarda bulunacak olup İslam Coğrafyasında kalıcı bir barışın sağlanması için atılması gereken adımları içeren bir öneri paketini ilgili çevrelere iletecektir. Aynı zamanda İslam dünyasındaki ulusal ve uluslararası faaliyette bulunan teşekküllerin katılım ve desteği için de bu delegasyon çağrıda bulunacaktır. Mübarek Ramazan ayında bölgemizde yaşanan vahşet ve katliamları durdurma adına Başkanlığımızın üstlendiği inisiyatif bütün Müslüman ülkelere bir umut olmuştur. Bizim milletimizin tarihte olduğu gibi bugün de mazlum ve mağdur milletler için bir umut olduğunu unutmamamız; birliğimizi, dirliğimizi, ahengimizi, kardeşliğimizi, tesanüdümüzü daima ayakta tutmamız gerekmektedir. Nitekim bu Ramazan’da da hastanelerin yaralılarla dolup taştığı, ölenlerin çoğunun çocuk, kadın ve yaşlılardan oluştuğu, şehirlerin enkaz yığınına dönüştüğü, binlerce insanın barınma, açlık, susuzluk problemi yaşadığı İslam beldelerine ulaşabilmek amacıyla yurt içinde ve yurt dışında yardım kampanyası gerçekleştirilmiştir. Umudumuz odur ki, acılar nihayete erecek, bir türlü istikrara kavuşamayan Müslüman coğrafyasında kardeşlik, dayanışma ve barış ortamı yeniden tesis edilecektir. Gerek fert gerekse millet olarak bütün varlığımızla inanıyoruz ki, İslâm ülkeleri yine ve yeniden ilim, medeniyet, huzur ve adalet diyarı olacaktır. 27 11. Yıl Filistin neyi temsil ediyor? Allah Rasûlü -sallellahu aleyhi ve sellem- “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyurmuştu değil mi? Evet, nasılsak öyle de yönetiliyoruz. O halde, 1.5 milyar civarındaki dünya İslam nüfusu nasıl bir görünüm sergiliyor ki, Filistin yarası, ya da benzeri acılar, onun bedeli olarak müslüman hayalinin birer parçası halinde bulunuyor? Ahmet Taşgetiren Bu noktada yapılacak ilk tespit, bugün dünyanın hiçbir yerinde İslam’ın, müslümanın hayatında kendi ölçüleri içinde belirleyici bir durumda olmamasıdır. Bunu, farklı sistem yapıları içinde yaşamak zorunda olan dünya Müslümanlarının İslam’la ilişkilerinde ortaya çıkan açı farklarını gözleyerek daha net görebiliriz. Bunun ibadet hayatından dünyaya bakışa kadar her alanda, Müslümanı kısıtladığı muhakkaktır. İslam’ın belirleyici olup olmaması, Filistin ve benzeri yaralar için çok mu önemlidir? Evet çok önemlidir. Çünkü bugünün müslümanı, atomize hale getirilmiş müslümandır, ümmet bütünlüğünü kaybetmiş müslümandır. Hatta cemaat bütünlüğünü. Dünyanın herhangi bir yerindeki müslüman için değil Filistin’deki yaraya el uzatmak, yanı başındaki müslümanın acısıyla ilgilenmek bile tamamen “ferdî” bir değerlendirme meselesidir. Oysa İslam öyle düşünmüyor. Şura Süresi 39. âyette, “O mü’minler ki haklarına, yurtlarına tecavüz edildiği zaman yardımlaşarak öç alırlar.” buyuruluyor. Demek İslam, müslümanı müslümana karşı sorumlu kılıyor. Kılıyor ama bu sorumluluk nasıl icra edilecek? İslam çağırdığı zaman kaç kişi kendisini “hayat”ın bağlayıcılığından kurtararak koşabiliyor? Filistin’deki, Afganistan, Eritre, Azerbaycan’daki Türkistan’daki bütün bu yerler müslümanların büyük kütleler halinde bulundukları yerlerdir-Müslümanların İslam’ı yaşayabilme kaygıları bizleri ne kadar ilgilendiriyor? Ya da çok çok ilgilensek “ferdî” olarak ne yapabilirdik? Demek İslâmın belirleyiciliğinin yok edilmesi, temelde ümmet gücünü ortadan kaldırıyor. “Biz nasılız?” sorusunun bir cevabı, “çarpık harita” kavramında ifade edilebilir. Bugünün müslümanları “çarpık harita”nın sınırladığı bir çerçeveye mahkum edilmişlerdir. Ne demek bu? Şu demek ki, 1.5 milyarlık nüfusu, siyasî ünitelere bölen haritalar, İslam’a düşman güçlü ülkelerin kaleminden çıkmıştır ve onların politikalarını yansıtmaktadır. 20. Asrın başında, İslam’ın merkezî gücü 28 11. Yıl dize getirildiğinde, İslam toplumlarını, bugün bulundukları coğrafi statüye sokan, kimini bölen, kimini birleştiren, kimine mandayı, kimine esareti, kimine de muvazaalı bir bağımsızlığı öngören politika, İslam’ın cihanşümul politikası değildir. İslam düşmanlarının politikasıdır. İngilizlerin, Abdülhamid’in hilafet politikasına nasıl öfkelendiğini, müslümanların birliğinden nasıl tedirgin olduklarını biliyoruz. İşte, 1. Cihan Harbi sonrasında Osmanlı Devletinin şemsiyesi öyle bir delinmiştir ki İngiltere, hilafet politikasının acısını, müslümanları parça parça ederek çıkarmıştır. Her kabileye bir devlet politikası, sadece İslam’ın büyük gücünü yok etmeye yönelik bir hareketti. Bunda da muvaffak oldular. Yalnız İngilizler değil, bütün Avrupa’nın politikası buydu. Rusya’nın politikası da öyle. Diyelim ki, Türkiye ile İran ve Araplar arasında kavim farklılığı vardı. İslam açısından bu farklılıkların problem haline getirilmesi de tartışılabilir. Ancak, diyelim ki, bu, farklı devletlere zemin olacak bir özellik olarak telakki edilsin. Peki bir Arap kavminden şu kadar devlet çıkarmak neyin nesi idi? Koca Türkistan, bölük pörçük edilmiş. Hepsi aynı soydan, hepsi aynı dinden insanlar arasında farklı ünitelere bölecek ayrılıklar icad edilmiş, ancak bunlar, bir tek sömürgecinin idaresinde birleştirilebilmişlerdir. tümü kavmî kaygılarca beslenmektedir. Bunu da, başta, haritayı çarpık çizenler özellikle hesaplamışlardır. Ta ki, müslümanlar arasındaki sürtüşmeler biteviye devam etsin. Olaya bu yönüyle bakıldığında Ortadoğu’da ve 1.5 milyar müslümanın yaşadığı topraklarda görülmesi gereken hesabın sadece Filistin gibi kanayan yaralar olmadığı sonucuna varabiliriz. Belki taaa, Osmanlı’nın son günlerinden, yani İslam toplumlarının haritalarının çizildiği günden itibaren, İslam’ın nihaî ideallerini göz önünde bulundurarak yeni bir muhasebenin yapılması gerekir. Bu muhasebenin, özellikle müslüman aydınlar, fikir adamları tarafından yapılmasıdır en önce gerekli olan... Realitenin bütün olumsuzluğuna rağmen, müslüman münevverlerde oluşacak fikrî aydınlıklar, geleceğin dünyasını etkileyecektir. Belki yukarıdaki sebeplerin bir sonucu olarak bugün, kaynayan bir dünya halindedir İslam toplumları... Düşünce hareketleri, sistem arayışları, bağımsızlık çabaları ve ülkeler arası ihtilaflarla İslam alemi, müthiş bir hareketlilik yaşamaktadır. Bu hareketlilikten güzel doğumlar da beklenebilir, hilkat garibeleri de... Bir anafor görüntüsü veren mevcut durum, İslam dünyasını şu anda zaaf içinde gösteriyor. Acaba yarınlarda farklı oluşumlar mümkün olabilir mi? Bu hareketliliğin içinde bizce o da saklı... Sonra her İslam ülkesinin birbiriyle bir toprak hesabı var. Aşağı yukarı bir asırdır, birbiriyle boğuşuyorlar. Oysa daha dün, Osmanlı delikanlısı, o topraklar için şehid düşmüş. Sırf İslam toprağı olduğu için. Sırf müslüman kanını savunmak için. Yemen’deki, Akka’daki, Trablus’taki şehid kanında kavmî bir kaygı yoktu. Ama şimdi verilen toprak kavgalarının 29 11. Yıl Sistem arayışları ve bağımsızlık hareketleri, İslam dünyası için beklenen bir gelişmeydi. Bir kimlik sorgulaması biçiminde gelişen bu çaba kaçınılmazdı.. Siyasî hürriyetini kazanamayan İslam toplumu, kimlik şuuruna erdikçe esareti tepecek, bağımsızlığı arayacak; siyasî hürriyetine sahip ancak İslam dışı bir çerçeve içindeki müslümanlar ise, kimlik şuurunu kazandıkça sistem arayışına girecekti. Şimdi aşağı yukarı bütün İslam ülkelerinde, İslam’ın bağlayıcılığını arayan bir bağımsızlık hareketi ya da sistem sorgulaması vardır. Bu, eğer İslam’ın aklı selimi çizgisinde büyürse, geleceğe güzel birikimler bırakabilir. İslam dünyasının en büyük problemi, ülkeler arası ihtilaflardır. Bugün kaç İslam ülkesinin birbiriyle ihtilaf halinde bulunduğu incelense, gerçekten acı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bu kavgaların arkasında, İslam yoktur. İslamî kaygı yoktur. İslamî politika yoktur. Müslümanca bir basiret de yoktur. Bu kavgalar bizim kavgamız değildir. Herkes, arkasındaki süper gücü devreden çıkarmalı ve imanlarıyla konuşur hale gelmelidir. Bu ihtilaflar, bizim dünyamızın, belki Filistin’den de büyük yarasıdır. Biz Filistin yarasını şehit kanlarıyla sarabiliriz. Ama müslüman ülkeler arası ihtilafların açtığı yaraları asırlar bile sarmıyor. Bu yazıya şu soruyla da girilebilirdi: -Acaba süper güçler nasıl bir İslam dünyası istiyor? Bu sorunun cevabı da, sanıyoruz yukarıdaki değerlendirmeler şeklinde olurdu. Bunun anlamı şudur: Bugünkü İslam dünyası, müslümanların şekillendirdiği bir dünya değildir. Siyasî sınırlarıyla, sistemleriyle, tamamen süper güçlerin politikasına uygun olarak 30 11. Yıl şekillenmiş bir dünyadır. Sık sık, Lozan’ın Ortadoğu’da kurduğu dengeden ve bu dengenin kalıcılığından söz edilir. Hatta bazı politikacılar, Lozan’ın bu özelliğini bir öğünme vesilesi gibi değerlendirirler. Oysa durum hiç de öyle değildir. Lozan dengesi denen hadise, süper güçlerin İslam ülkelerine biçtiği modelden ibarettir. Bugün bu modeli topyekün yaşıyoruz. Filistin’in acısı da o modelin içindedir, Müslüman ülkeler arasındaki derin kavgalar da... Bizim liberal kapitalizmimiz de, Suriye’nin Baas sosyalizmi de... ‘Böyle İslam dünyasına böyle Filistin...’ ifadesi doğru. Ancak bu, gerçeğin bir boyutu, İslam dünyasında, süper güçlerin modelini aşan duyguların ülke ülke dal-budak saldığını, İslam imanının sınırların ötelerinde birbiriyle buluştuğunu, kucaklaştığını, bunun geleceğe çok önemli sesler ilettiğini de belirtmemiz gerekiyor. “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Her zorluk iki kolaylık arasındadır.” Filistin’e ağıt yerine, o sebeple Filistinli mücahidin şahsında bütün İslam dünyasında gelişen cihad ruhu için neşideler yazmak lazım. Yıllar geçiyor ki Ya Muhammed Aylar bize hep Muharrem oldu. Allah için, ey Nebiyy-i masûm, İslamı bırakma böyle bîkes, İslamı bırakma böyle mazlum.. M. Akif ERSOY, Safahat, s. 231 31 11. Yıl FİLİSTİNLİLERİN BU ÇUVALI BAŞINA KİM GEÇİRDİ? Her şey bugünde dünyanın en güçlü ailesi olan Rothschild ailesinden İngiltere’deki Yahudilerin lideri olan Walter Rothschild’in (İngiltere ve İrlanda Siyonist Federasyonu Lideri) İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour’u ve İngiltere hükümetini etkisi altına alarak, İngiltere Hükümetince “Balfour Beyannamesi” yani Yahudilerin Filistin topraklarını ele geçirip orada Yahudi Devleti kurma amaçlarını ilan ettikleri resmi belgenin yayınlanması ile resmi olarak gün ışığına çıkıyor. İngiltere’de yaşayan Yahudilerin uzun süredir Filistin topraklarında bir büyük Yahudi devleti kurmak için gizliden çalışmaları vardır. Bu çalışmaların başını Baron Walter Rothschild çekmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde dağınık olarak yaşayan Yahudi Diasporası da bu emellerini maddi manevi desteklemektedir. Bu çalışmalarını İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour’un 2 Kasım 1917’de İngiltere Hükümetince deklere edilen Balfour Beyannamesi ile resmi bir nitelik kazanır. Bu beyanname İngiltere Hükümetinin Filistin topraklarında Yahudilere bir Devlet kurmaları için destek vereceğini resmen ilan etmektedir. Bu beyanname 9 Kasım 1917 de basılır ve daha sonra 1. Dünya Savaşının sonunda Sevr Anlaşmasının bir parçası olarak Osmanlı Devletine Filistin Şartnamesi olarak imzalatılır. Savaşın hemen ardından dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudiler akın akın Filistin’e göç etmeye başlarlar. Amaçları ileriki tarihlerde kuracakları Yahudi Devleti için “Biz zaten orada yaşıyorduk.” demektir. Zaten 1.Dünya Savaşının sonunda Filistin halkının bu yeni gelen Yahudilerin gelmesini önleyecek resmi veya askeri bir güçleri de yoktur, çünkü Filistin savaş sonunda İngilizlerin yönetimi altına girmiştir. İngilizler Belfour Beyannamesinde taahhüt ettikleri gibi her geçen yıl daha fazla Yahudi’yi gemilere doldurarak Filistin’e getirip bırakıyorlardı. Bu sırada Yahudi Diasporasının bir kısmı da Amerika’ya göçüyorlardı. Her geçen yıl Amerika’da da ekonomik ve politik güçlerini de arttırıyorlardı. Alev İşcen 32 11. Yıl Bu göçler 2.Dünya Savaşından sonra Nazilerin Yahudilere yaptıkları soykırımla iyice arttı. Dünya Savaşından sonra Filistinli halk Yahudilerle çatışmaya başladılar. Bu durum Filistin’de ciddi asayiş problemine dönüştü. Fakat 2.Dünya Savaşında zayıflayan İngiltere’nin Filistin’de asayişi sağlayacak maddi gücü yoktu. Yaklaşık yüz bin kişilik bir polis ve jandarma bulundurması gerekiyordu. Bu yüzden Amerika Yahudi Diasporasının tek umudu haline geldi. O sırada Amerika’da Başkan Harry Truman’dır. Başkan seçilmeden önce Yahudi ortağı Edward Jacobson’a Yahudilerin seçimlere maddi destek ve oy vermeleri karşılığında Filistin’de Yahudi Devletini kuracağına söz vermiştir. Harry Truman Amerika’nın Başkanı seçilince Jacobson Başkan Truman’a sözünü tutması için ciddi bir baskı kurar. Kendisi ve Yahudi Diasporasından adamları devamı Beyaz Saray’a gelirler. Siyonistler yufka kalpli olan Truman’a Almanya’da Nazilerin yapığı soykırımı kullanarak manevi baskı oluştururlar. Bu sırada Filistin 1948 yılında İngiltere’den Birleşmiş Milletlerin kontrolüne geçer. Fakat petrol yataklarından uzaklaşmayı da İngiltere hiç istemiyordur. Orta Doğudaki menfaatlerini sürdürebilmek için yeni dostu 2.Dünya Savaşındaki kurtarıcısı Amerika Birleşik Devletlerinin parası ve gücünü arkasına alıp Filistin’e yerleştirdiği Yahudilerin vasıtasıyla Yahudi devletini kurup Orta Doğudaki çıkarlarını korumayı amaçlıyordur. İşte bu sebepten İngiltere Dışişleri Bakanlığı da Harry Truman’a baskı yapıyordu. Fakat Siyonistlerin önlerine hesapta olmayan bir engel çıkar, bu kişi Amerikan Dışişleri Bakanı efsanevi General Marshall’dır. General Marshall ve bütün Dışişleri Bakanlığı yetkilileri Yahudi Devletinin Filistin’de kurulmasına şiddetle karşı çıkarlar. Bunun sebebi Petrol kaynaklarının üzerinde oturan Arap Devletleri ile Amerika Birleşik Devletlerinin arasının açılmasını istemedikleri içindir. Marshall Truman’a söyle der: “Bir tarafta 30 Milyon Arap diğer tarafta 600.000 Yahudi, ikisi bir savaş yapsa Arapların kazanacağı kesin, matematik ortada!” Bu görüşe Amerikan Savunma Bakanı Forrestal, Dışişleri Bakan Yardımcısı Lovett, C. Bohlen gibi kabinedeki diğer Bakanlar da karşıdır. Harry Truman yalnızdır! Harry Truman Filistin’de Yahudi Birliği ve İngiltere’nin istediği gibi iki ayrı devlet kurulmasını isterken, Dışişleri Bakanı, General Marshall, Savunma Bakanı, Forrestal, yardımcıları, ve bakanlık yetkilileri ise Birleşmiş Milletlerin sorumluluğuna geçen Filistin’in garantörünün Amerika Birleşik Devletleri olmasını savunuyorlar ve bu konuda Amerika temsilcisi Dean Rusk ve ekibi yoğun çabalar harcıyorlardı Birleşmiş Milletlerde. Fakat İngilizler Filistin’in yönetimini 14 Mayıs 1948’de gece yarısı 12’de bırakınca, Filistin’deki Yahudiler gece yarısını bir geçe Yahudi Birliği Başkanı David Ben Gurion liderliğinde Yahudi Devleti “İsrail”in kurulduğunu dünyaya ilan ederler. Ben Gurion’un İsrail’in Başbakanı seçildiği haberi Beyaz Saraya gelir. Başkan Truman, Beyaz Saraya kendisine destek olması için İçişleri Danışmanı olan Siyonistlerin temsilcisi Clifford’i çağırır, Bakan General Marshall’a ve Forrestal’a Lovette karşı yanında toplantıya girip destek vermesini ister. General Marshall Siyonist, Clifford’i görünce, “Bu adamın bu toplantıda ne işi var? O Dışişleri Danışmanı değil, İçişleri Danışmanı!’ der. Başkan “Ben İstiyorum onun için.” der. Tartışma başlar, Bakanlar ne derse desin Başkan Truman Yahudi Devletini tanıyacağız görüşündedir. Clifford Arapların Orta Doğuda demokrasi kuramayacaklarını halbuki Yahudilerin Filistin’de İsrail Devletini demokrasi olarak kuracaklarını böylece demokrasiyi Orta Doğuya Amerika’nın getirmiş olacağını, ayrıca Tevrat’taki ayetin de Tanrının buyruğu olarak yerine getirilmesi gerektiğini vurgular. Bu sebepten de Hristiyan Amerika’nın Yahudilere devlet kurmakta yardım etmesinin inançları gereği olduğunu savunuyordu. Çok dindar olan Harry Truman’ı böyle diyerek te avlıyordu. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin artık dünyanın yeni lideri olarak Orta Doğuyu kontrol edebilmesi için Arapların hakimiyetindeki bölgede dost bir İsrail Devleti’nin kurulmasının stratejik açıdan önemine dikkat çekiyordu. Saatlerce tartışmanın sonunda General Marshall çok sinirlenerek Başkan Truman’a “Eğer sen İsrail Devletini tanırsan seçimlerde ben sana karşı oy kullanırım.” dedi. Bu tartışmalar Beyaz Saray’da devam ederken İsrail halen Amerika’dan ses çıkmamasına kızmaya başladı. Ve Beyaz Saraya tanıyın diye baskı yapıyordu. Saat 5 sıralarında iki bakan Marshall ve Forestall köşeye sıkışmıştı. Başkan kararlıydı, ya istifa edecekler veya İsrail’i Amerika’nın tanımasına “okey” diyeceklerdi. Kararlarını verdiler ve “okey” dediler. Bunun üzerine Siyonist Cliffor zaten önceden Başkan Truman’ın okuması için hazırladığı metni Beyaz Saray’dan basın açıklaması ile dünyaya ilan ettiler. Haber Birleşmiş Milletlere vardığında Amerikan temsilcisi Dean Rusk’in haberi yoktu. İlk önce kötü bir şaka zannetti Birleşmiş Milletlerdeki temsilciler, çünkü Rusk Amerika’nın Filistin’de Birleşmiş Milletler adına yönetici olmasını kabul ettirmeye çabalıyordu o sırada. Sonra haberin doğru olduğunu öğrendiklerinde herkes şok oldu. Tam bu anda Filistinliler, Araplar, bütün Müslüman Dünyası kaybediyor, Yahudi Diasporası yani Siyonistler ve temsilcileri Clifford kazanıyor, Amerikan Başkanı Harry Truman yeni kurulan İsrail Devleti’nin ebesi oluyordu. Eğer Başkan Truman böyle davranmasa idi ne olurdu? İsrail Devleti asla Filistin’de başarılı olamaz hemen yıkılırdı. Arap - İsrail Savaşında Amerika’nın verdiği bedava son sistem silahlar ve para desteği olmadan İsrail savaşı kazanamazdı. Gelecekte yapacağı üç savaşı da kazanamazdı! Filistinliler ve Araplar Yahudileri denize dökerlerdi. O günden bugüne kadar İslam Dünyasının göbeğinde İsrail; bir koca çıban, huzursuzluk kaynağı olmayacaktı. Sonuç itibari ile Filistinlilerin başına bu çorabı 1917’den 1948’e kadar bir örümceğin ağını örmesi gibi İngilizler ve Siyonistler beraberce örüp ikinci Dünya Savaşının galibi Amerika Birleşik Devletleri olunca onu kullanarak Israil Devletini Arap Dünyasının kalbi olan Kudüs’e kurmuşlardır. 1948’den bugüne kadar da Amerika Israil’e trilyonlarca dolar nakit para ve silah yardımı yaparak sunî teneffüs ile yaşatmayı başarmıştır. Mısır’a sus payı olarak her yıl nakit para yardımı yaparken, İsrail Devleti’ni tanıyan Türkiye’ye de nakit para ve eskiyen silahlarını vermiştir. İsrail öz evlat, Mısır kıymetli üvey evlat, Türkiye her daim bastırılması gereken, kafasını suyun üzerine çıkartamaması için elinden geleni ardına koymadığı kıymetsiz üvey evladı olmuştur Amerika’nın. Hele şimdilerde ekonomisi, istikrarı, başarıları ile Orta Doğuda aktif bir oyuncu haline gelen Türkiye, Filistin’deki Hamas’ı desteklediğinden beri İsrail’in en sevmediği ülke konumundadır. Dolayısı ile Amerika’nın kontrolünden çıkan Türkiye, Amerika açısından büyük kaygı oluşturmaktadır. 33 11. Yıl Bülent Arı 34 11. Yıl Tarihimizde yaşanmış, millet olarak hafızalarımızda iz bırakmış önemli olayları bizlere hatırlatan bol miktarda hatıra mevcuttur. Yavuz Sultan Selim’in ünlü veziri “ Devlete bir can borcumuz vardır, ölmek ne gün içindir? Elimiz kılıç tutuncaya dek. Vuruşarak Rütbe-i Şehadeti ihraz eylemek isteriz..” diyen Vezir-i azam Sinan Paşa’nın Han Yunus Zaferi ile kazanılan Filistin tam 400 yıl sonra Türk askerinin kendisinden kat be kat üstün Britanya ordusuna ve onlara yardım eden“bağımsız büyük Arab Devleti” vaadiyle kandırılan yerli isyancılara karşı yürütülen çok sayıda muharebede gösterdiği cansiperane çarpışmalar ve fedakârane gayretlerine rağmen diğer bölgeler gibi trajik bir biçimde elden çıkıp gitmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın başında İngilizler, Basra’yı işgal ettiler. Altıncı Orduy-ı Hümayun, gittikçe büyüyen İngiliz- Hind ordusuna karşı Irak’ı müdafaa etti. Selman-ı Pak’da İngilizler’i yenen Osmanlılar, Kutül-Amare’de bir İngiliz tümeninin tamamını (13.000 asker), 5 generali ve bütün silahlarıyla esir aldılar. (29 Nisan 1916) Böylece 1915’de Çanakkale’de doğrudan Osmanlının kalbini ele geçirmeye çalışan İngilizler ummadıkları bir yenilgi aldılar. Osmanlının zayıfladığı tespiti onları yanıltmıştır. Ancak bu başarının ardından buradaki Türk kuvvetlerin mühim bir kısmı Ruslara karşı İran’a kaydırıldı. Bölgedeki yerli Yahudi casusların durumu İngilizlere haber vermeleri neticesinde yeni takviye birlikleri ile hazırlanan İngilizlerin tekrar saldırıları sonunda Bağdat düştü. (11 Mart 1917) 1917 yılında Rusya’da meydana gelen Bolşevik ihtilalı neticesinde Rusların savaştan çekilmesi müttefik kuvvetlerine bir darbe daha vurmuştur. Savaş Avrupa’da da almanlar lehine gelişmiştir. Bunun üzerine ABD İngilizlerin yardımına koşar. Yeni silah ve askeri destek sayesinde bu defa ittifak devletleri taarruza geçer. 1917 yılı sonbaharında işte bu değişen dengeler üzerine İngilizler büyük bir kuvveti doğuya kaydırırlar. Çünkü Osmanlı toprakları hem Hindistan yolunun güvenliği için hem de sanayide kullanım değeri gide- rek artan petrolün ele geçirilmesi amacıyla daha fazla önem kazanmıştır. Osmanlı genelkurmayı bu stratejik önemin farkında olarak hem ırak hem Filistin cephesinde taarruz halindedir. Nevar ki 1915 ve 1916 yılında Mısır’da Osmanlı hâkimiyetini yeniden sağlamak ve Süveyş kanalını ele geçirerek İngiltere’nin Hindistan yolunu kesmek amacıyla girişilen iki kanal harekâtı başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun yüzünden bu savaşın ağırlık noktası Filistin ve Suriye’ye kaydırılır. Bunun üzerine Mekke şerifi Emir Hüseyin ile anlaşan ve onlara Suriye-Irak ve Hicazı içine alan müstakil bir Arap Devleti kurma vaadinde bulunan İngilizler aynı zamanda Siyonistlere Filistin de bir devlet kurmaları sözünü vermişti. Böylece İsrail’in kurulması için zemin hazırlanarak Filistin meselesi olarak bilinen olayların zemini hazırlanmıştı. Birinci Gazze Savaşı: Şerif Hüseyin ayaklanmasının bastırılması için 4. Ordudan bir kısım birlikler hicaza gönderildi. Ordunun geri kalan kısmı ise Gazze, Şeria ve Birusseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler Gazze’ye saldırdı. 1. ve 2. Gazze savaşları yapıldı. İngilizler Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Takviyelerini arttırmaya başlayan İngilizlerin Filistin cephesinde toplanmaları üzerine cemal paşanın uyarısıyla yıldırım ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye cephesinde kullanılması kararlaştırıldı. Filistin cephesini Dördüncü, Yedinci, Sekizinci Ordular’ın oluşturduğu Yıldırım Orduları Grubu savunmaya geçti. İlk karşı taarruz, Gazze nin güneyindeki Türk siperlerine bir İngiliz tümeninin saldırısıyla başlamıştır. Daha doğudan Gazze vadisini geçen İngiliz birlikleri Gazze deki Türk birliklerini kuşatmış oldu. İngiliz generali Alen Bee, 27 Ekim 1917 sabahı Gazze’nin bombardımanıyla taarruza geçmiştir. Dehşetengiz bir hücum olan 1. Gazze muharebesi Filistin’de bulunan Çanakkale alayının direnişiyle püskürtülür. Hasta, yoksul ve yorgun 30 bin kişilik Türk ordusu, gelişmiş silah ve mühimmatla donanımlı 110 bin kişilik İngiliz ordusunu püskürtür. İngilizler çekilir. Gerçektende Çanakkale’den gelen alayın etkisi büyük olur. Çanakkale alayının varlığını haber alan İngilizler psikolojik olarak etkilenmiştir. Gazze Kentindeki Osmanlı savunmasının kilit noktası, güneydeki 84 rakımlı tepe idi. Tepeye yönelen İngiliz taarruzu, tepeyi almış idi, ardından Osmanlı karşı taarruzuyla yeniden aynı tepe Türklerin eline geçmiştir. Kente yönelik İngiliz taarruzları güney-doğudan, doğudan ve kuzeyden tertiplenmiş, kent gün boyu kanlı sokak çatışmalarına sahne olmuştur. Gazze de İngiliz kuşatması tamamlandığında, kenti savunan birliklerle Tellüşeria’daki Türk komuta merkezi arasındaki temas da kesilmişti. Bu andan itibaren Gazze yle ilgili tüm bilgi, 6 keşif uçağından oluşan Türk hava unsurlarınca sağlanmıştır. 300. Paşa Teyyare Bölüğü nün pilotları, tüm savaş boyunca keşif uçuşlarını sürdürmüştür. Çevredeki Türk birlikleri öğleden sonra Gazze yönünde yürüyüşe geçmişlerdir. Bir grup kuzey-doğudan, diğer grup ise güneyden Gazzeye ilerlemiştir. 27 Mart sabahı her iki grup da Gazze deki İngiliz kuşatmasına taarruz etmiştir. Hemen ardından kentin güney kesiminde savunmada olan Türk birlikleri 84 rakımlı tepeye süngü hücumuna girişip tepeyi işgal ettiler. Saat 11:00 dolaylarında İngiliz kuşatması yarılmıştı. 28 Mart sabahı tüm İngiliz birlikleri geri çekilmişti. Savaş alanlarında kalan 1.500 ingiliz ölüsü, Türkler tarafından gömüldü. Böylece Birinci Gazze Muharebesi İngilizler açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. İkinci Gazze Savaşı: Britanya güçlerinin Gazze- Beer Şeba hattındaki Türk direnişini kırmaya yönelik ikinci girişimidir. Birinci Gazze Savaşı Britanya güçlerinin başındaki General Charles Dobell in askerlerini zafer kazanabilecek bir konumdayken geri çekmesi nedeniyle fiyaskoyla sonuçlanmıştı. İlk zaferin verdiği cesaretle Osmanlı kuvvetleri Gazze-Beer Şeba hattında kalmaya karar vermişlerdi. Bu nedenle Britanyalılar ikinci defa saldırmaya hazırlandıkları sırada Gazze deki savunma hattı öncekinden de daha kuvvetliydi. Muharebe Britanya açısından yine bozgunla sonuçlandı ve Ocak 1916’dan beri Mısır ve Filistin deki harekâtı yürüten General Archibald Murray nin Mısır Sefer Gücü kumandanlığı görevinden alınmasına yol açtı. Üçüncü Gazze Savaşı: Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler 24 Ekim 1917’de 138 bin askerle taarruza başladılar. General Edmund Allenby nin kumandanlığında Britanya güçleri Türklerin Gazze-Bir Seba savunma hattını kırmıştır. Muharebenin kaderini belirleyen gelişme ise Avustralya’dan gelen atlı birliklerin ilk gün Beer Şeba yı ele geçirmiş olmalarıdır. 8 Mart 1917’de İngiliz kuvvetleri Gazze de saldırıya geçerek stratejik Han Yunus mevkiini işgal etti. 6 Kasım 1917’deki Üçüncü Gazze savaşı nda kesin bir üstünlük elde eden İngilizler, 17 Kasımda Yafa’yı (bugünkü Tel-Aviv), 9 Aralıkta da Kudüs’ü ele geçirdiler. 21 Şubat 1918 de Eriha düştü. Her şeye rağmen Türk ordusu Kudüs’ten savaşarak çekilmişti. Toprakları üzerinde yaşayan Milliyetler, dinler, mezhepler mozaiğinden müteşekkil toplulukları bir arada tutmasını başarmasını bilen Osmanlının bölgeden gidişi, hiç dinmeyecek savaşların, kan, gözyaşı ve kargaşanın da başlangıcı oldu. Nitekim Kudüs’ün elimizden çıkışı tarihin akışını tamamen değiştirmiştir. Tarihin en önemli olaylarından biri olan Türklerin Kudüs ve Hicaz’dan çekilişi ise destan gibidir ve sayısız hazin hatıralarla doludur. 35 Röportaj Beyaz Tv ekranlarının enerjik sabah haberleri sunucusu Tahir Sarıkaya ile programının detaylarından yeni döndüğü Gazze’de yaşadıklarına kadar dikkatle okuyacağınızı bir röportaj yaptık… Zahide Ceylan İrem Özal 36 Tahir Sarıkaya Beyaz Tv ekranlarında her sabah Uyan Türkiyem programını sunuyorsunuz. Programın detaylarına girmeden önce bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Örneğin kaç yıldır mesleğin içerisindesiniz? Ben yaklaşık 12 yıldır medya sektöründeyim. İhlas Haber Ajansı’nda başladım, kendimi orada çok iyi yetiştirdim. Bir gazeteci bir yerde başlayacaksa, bir yere gelmek istiyorsa kesinlikte ajans tecrübesi edinmeli, ajans mutfağından geçmelidir. Aslında ben çok büyük bir riske girdim ve yaklaşık 2buçuk yıl önce 8 yıllık çalıştığım yerden istifa ettim. Atv’nin Ana Haber sunucusu Cem Öğretir’den 8 ay sunuculuk eğitimi aldım. Ankara’da eğitim aldım, Prompter eğitimi aldım. Ardından da Beyaz Tv’de programımıza başladık. Programa biraz hareketli başladık. Ayşen Gruda’yla tartışmamız oldu, Zekeriya Beyaz ile bir tartışmamız oldu. Baya ses getiren haberlere imza attık ve böyle bir programın olduğunu tüm Türkiye’ye tanıttık. Ülkemizde 90lı yıllarda sabah programları çok daha magazinel boyutlardaydı. Şimdi ise halk siyasete, gidişata, dünyaya dair sözler duymayı daha çok önemsiyor sanırım. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tükiye’de tek partilik sistemden sonra siyasete biraz daha çok önem veriyoruz. Herkes sabah kalktığında bir haber açıyor, bir televizyona bakıyor. Çoğu kişi akşamları Ana Haber bültenini izlemese de her sabah işe giderken “Dün gece ben uyurken dünyada neler olmuş? Türkiye’de neler olmuş?” diye merak ediyor. Bizim kitlemiz de o kitle. Programınızın hazırlanışı ve içeriği hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Bu dönem biz sabahları biraz daha mizah programı yapacağız. Sabah 6:45’de yayınımız başlıyor. 6:45’den 8’e kadar haber sunacağız. 8’den sonra olayı biraz daha mizaha dökeceğiz. Çünkü 8‘den sonra genellikle kadınlar evde oluyorlar ve onlar izliyorlar. Kadınlar işe gidiyor, çocuklar okula gidiyor bu nedenle 8‘den sonra bayanlar hitap etmek istiyoruz. Tabi insanlar artık bıktı, Türkiye’de bir çok haber kanalı var her yerde aynı haber. Değişen hiçbir şey yok. Dünya’de ne varsa, Türkiye’de ne varsa bütün kanallar veriyor. Biz insanları bu zor dönemden kurtarıp daha renkli bir hayata taşımak istiyoruz, “renkli haber” yapmak istiyoruz. Çok güzel, değişik projelerimiz var biz tutacağına da inanıyoruz. Artık Beyaz Tv’de sabah haberleri mizah programı olacak. Özellikle sabah saatlerinde insanlar ekranda biraz daha samimiyet bekliyor. Sizin hitabetinizde uyandırma görevini üstleniyor sanırım. Haklısınız, bana da sesimin enerji verdiğini söylüyorlar. Mesela bana soruyorlar kaçta uyanıyorsun diye. Sabah haberlerini sunmak için gece 3:30da uyanıyorum. Akşam 9’da uyuyorum. Hiçbir özel hayatımız yok. 4-4:30 gibi kanalda oluyorum, ekibim zaten gece 12’de gelmiş haberlerin hazırlıklarını yapmış oluyorlar. Mesela çok fazla ölüm haberlerini girmiyorum. Çünkü sabah sabah insanlardan çok ağır tepkiler alabiliyoruz. Adam açıyor televiyonu, güne güzel başlamak istiyor. Bir bakıyorsunuz çocuk annesini öldürmüş, abi eşini öldürmüş, kadın kocasını öldürmüş… Bu tür haberleri çok fazla girmemeye gayret gösteriyoruz. Stüdyodan gelen acı haberleri yayınlamak dahi ağır gelecekken siz Gazze’ye gittiniz. Biraz oradaki atmosferden bahseder misiniz? Ekrandan gördüğümüzden çok farklı olsa gerek. Gazze, sizin Türkiye’de izlediğiniz gibi değil. Yıllardır bu savaşa oradaki insanlar çok alışmış. Hepimizi yaratan Allah’tır. Ben o sokaklarda gezerken daha birinci gün, bir saat olmamış ben Gazze’ye gideli ordaki insanlar hiç korkmuyorlar. “Allah bizim canımızı alırsa alır.” diyorlar. Ben de kadere inanıyorum, ama ben çok kortkum, batılı bütüm gazeteciler korktuk acaba bizim başımıza bomba düşecek mi diye. Belki de ölüm onlar için daha kolay olmuş olmasından dolayıdır. Canlı yayında sunucu olmak her şeye hazırlıklı olmayı gerektiriyor. Son dakika haberleriyle bölünmesi, yayına bağlananlar, sosyal medyadan gelen eleştiriler, hepsini birbiriyle uyumlu halde kontrol etmek büyük bir sorumluluk. Aslında çok kolay. Bizim en büyük destekçimiz halk. Ben programa başladığım zaman bana hiç kimse bir şey göndermesin şevkimiz kırılır ister istemez. Mesela bir gün biri aradı ben Şanlıurfa’dan arıyorun Hatay’da çok büyük savaş çıkacakmış, elimde de 80binTL param var dolar alsam mı? Dövizin çıkacağı söyleniyormuş dedi. Yani halk bizi soruyor, bu da doğal olarak bizim çok hoşumuza gidiyor. Olayı şuraya da bağlamak istiyorum. Bir spiker, ana haber bülteni için değil sabah program yapanlar, proptera bağlı kalmamalı. Ben programımda 5 ay prompter kullandım ve bıraktım. Çünkü halk doğaçlamayı daha çok seviyor ve kendi gibi görüyor doğaçlama konuşan insanı. Propterdan olunca biraz daha resmi oluyor. 1980li, 90lı yıllarda TRT spikerleri prompterdan okurdu, öyle biliyorduk biz. Ama herzaman söylüyorum promptera bağlı kalınmamalı. Ben de kullanmıyorum, bu yıl hiç kullanmayıp doğaçlama olarak konuşacağım. 37 11. Yıl Öyle ki çocuklar savaşa alışmış. Mesela bir anımı anlatmak istiyorum: Şifa Hastanesine gittim 7-8 yaşlarında bir kızçocuğunun söylediklerini Arapça tercümanımız çevirdi bizlere. Kızın sözleri bizi çok etkiledi. Nasıl yaralandığını sorduğumuzda “Buradan İsrail’e çağrıda bulunuyorum. İstedikleri kadar bombalasınlar! Ben şehit bile düşebilirim, bizim topraklarımızı alamazlar, alamayacaklar.” dedi. Biz hepimiz ağlamya başladık. 8 yaşında bir kız çocuğuna bu cümleyi söyleten ne acaba! Biz bu kadar uzaktan etkilenirken bizlerle aynı haberleri izlerken umursamaz durabilenler var. Oradayken de kayıtsız kalabiliyor mu insanlar bu duruma? Türkiye’den göründüğü gibi değil tabi orası. İsmini vermeyeyim bir gazetenin muhabiri de bizimle oradaydı. “Ben Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmiyorum, AK Parti’ye de Recep Tayyip Erdoğan’a da hiç oy vermedim ama burada insanları gördükten sonra Tayyip Erdoğan’ın Hamas politikasını destekliyorum.” dedi. “Türkiye Hamasa destek vermeli. Ben Sosyal Demokrat bir insanım ama Hamas burada olmalı. Hamas Radikal Dinci bana zıt ama bu insanlar 90lı yıllarda İsrail askerlerine taş atıyorları şimdi bir roketleri var bu insanların. En büyük gururları roket.” dedi. Hastane, okul, cami demeden bombalayan, hatta çocuk, kadın demeden keyfince tutuklayan ülkeler basın yayın bürolarını ve muhabirleri de hedef alıyor. Sizin başınızdan böyle bir olay geçti mi? Biz oradayken yalnızca bir defa böyle bir şey oldu. Bizim kaldığımız yer sahilde, Gazze’nin en batısındayız biz. Denizle aramızda 3-5 metre var. Sahilde 8 adet otel var ve otellerde sadece yabancı basın konaklıyor. İsrail Savunma Bakanlığına yazı yazıldı, burası basının kaldığı yerdir buraya bomba atmayın denildi. Bomba atılmadı fakat bizim döneceğimiz gece çok büyük bir ses bombası atıldı. Taciz bombasıydı. Artık bunu nereye çekerseniz çekin. Basına aklınızı başınıza alın, düz- gün haberler yapın mesajı verdiler. Tam denizin içine attılar bombayı. Oradaki basın olarak bizlerde bir taciz bombası olarak algıladık bunu. Dünyada İsrail ya da BM, Netenyahu ya da her nekadar İsrail kendi hakkını savunuyor dese de, oraya gelen yüzlerce gazeteci oradaki ölen masum insanların, masum çocukların neden öldürüldüğünü çok iyi görüyorlar ve anlatıyorlar da dünya ülkelerine. Bosna’nın işgali sırasında ablukayı kaldıramasa bile Türkiye’den gelen duaların onlar için öneminin anlatılamayacağını söylemişlerdi. Gazze’de Türkiye’nin çabaları karşılığını bulaniliyor mu? Tabi ki oldu. Hemen anlatayım bir gün lobide bir Arap Türk olduğumuzu duyunca yanımıza geldi. Tercümanımız bize söylediklerini şöyel aktardı; Tayyip Erdoğan’ın ayakkabısı çoğu Arap ülkelerinden daha değerlidir. Türkiye ve Katar’dan başka dostları yok. Mısır’a çok kızgınlar, çoğu Arap; İsrail, Mısır’dan daha dost diyor. Peki İsrail’de Türklere karşı tutum nasıl? Telaviv’de sokaklarda Türkleri çok seviyorlar. Netenyahu ve Tayyip Erdoğan’ın kavgası var, halkların bir kavgası yok diyorlar. Sizi orada etkileyen bir çok şey olmuştur tabi ki. Fakat en çok etkileyen neydi diye sonrsam? Çok fazla ceset gördüm. Bir bomba düşüyordu hemen arabalar atlayıp olay yerinde gidiyorduk. Ama hiç birinin fotoğrafını çekemedim. İnsanın için kaldırmıyor. Beni en çok etkileyenlerden olaylardan biri Şifa Hastanesinde gözüne şarapnel parçası gelmiş 3 yaşındaki bir kızın annesinin “Kız çocuğun yoksa al onu Türkiye’ye götür.” demesiydi. Oralara gidip dualarımızla yanlarında olduğumuzu Müslüman kardeşlerimize hissettirdiğiniz ve yaşadıklarınızı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. 38 39 Ahmet Fidan Hicrî bin dört yüz otuz beş / Milâdî 2014 Ramazan ayını, gelecek nesiller, kanlı harflerle yazılmış olarak tarih sayfalarında okuyacaklardır. Rahmet mevsimi Ramazanın başlangıcından beri kanla sadece Müslüman kanı emerek hayat bulan Siyonizm ayakta kalabilmek için Filistin’de kana doymadı kan içmeye devam etmektedir. Müslümanlar Ramazan ayının rahmet ve bereketini sadece kendilerine ait saymamakta ve tüm insanlığı, kâinatı kuşattığına inanmaktadırlar. Gerçek böyle iken Siyanist İsrail devleti, o rahmet ve bereket ayını Filistin’de yaşayan Müslümanlar kan gölüne çevirdi. Bir konunun altını çizmekte yarar var. Milletimiz cereyan eden olayları değerlendirirken günü birlik düşünmektedir. O sebeple doğru sonuca varmakta zorlanmaktadır. Ramazan ayı süresince Gazze’de cereyan eden Siyonist vahşetinin sanki bugün ortaya çıkmış ve sadece mazlum ve mağdur Filistinlileri ilgilendiren bir olay gibi algılanmaktadır. Gazze katliamı tarihin derinliklerine giden bir sürecin devamı. Kanla beslenen İsrail’in Filistin’de ortaya çıkışının kanlı bir geçmişi bulunmaktadır. Bu kanlı geçmişin iyi bilinmesi ve yeni nesillerin zihinlerine nakşedilmesi gerekmektedir. 2014 Gazze Katliamının geçmişi Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Bu ülkede yaşayan hiç kimse hadiseye sırtını dönemez. 40 11. Yıl Siyonizm ve amacının net ve doğru anlaşılması için öncelikle kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Yahudi eşkıyası gizli ve açık niyet ve amacı kalkınmış, lider ve ileri Türkiye’yi yok etmek ve İsrail Bayrağı’nın altında ve üstünde bulunan çizgilerin anlamını kavrayabilmekten geçmektedir. mışlar, çünkü İsrailli görevliler (!) tarafından kaçırıldığı ve Yunan adalarından birinde esir olarak tutulduğu duyumları alıyorlarmış... Katledilme şekline ve teknenin içinde rastlanılan kan lekelerine dâir -aslını tahkik imkânı olmayan- birçok şâyia daha varsa da kesin olan şudur ki bugüne kadar cesedi bulunamamıştır. Firat ve Nil arasını Arzı Mevut/ Vadedilmiş topraklar kabul eden Siyonizm söz konusu amacına tevhid akidesinden habersiz yaşayan Müslümanlar sayesinde adım adım yaklaşmaktadır. Mısırda işbaşına getirilen Sisi Yahudi asıllı olup, öncelikli amacı Siyonizm’e hizmet etmektir. Yani Nil’i temsil eden çizgi tamam. Siyonizm ve Türkiye, Siyonist lider Theodor Herzl’in (öl. 1904) yayımladığı ünlü hâtıratın (günlüğün), Osmanlı Türkiyesi ile ilgili bölümlerinin çevirisidir. Kutluay, doğrudan Türkiye’yle alâkası olmayan bölümleri özetlemekle yetinmiş, ilgili kısımları ise gayet açık ve temiz bir dille Türkçe’ye çevirmiştir. İçerdiği bilgilerin rahatsızlıklara yol açabileceği endişesiyle uzun süre sansüre tâbi tutulan ve eksik yayımlanan hâtırat, 1950’li yıllarda tamamlanmış, Kutluay da çevirisini bu tamamlanmış nüshadan hareketle gerçekleştirmiştir. Sırada Fırat bulunmaktadır. Ortak çatı namzedi Fırat için devreye sokuldu. Sözün burasında Cumhuriyet döneminde Siyonizm konusunda bir isimden ve o ismin bir kitabından söz etmek yararlı olacaktır. Yeni nesiller sözünü edeceğim ismi bilmiyorlar. Ansiklopedilerde de yer verilmemiş. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Rahmetli Doç. Dr. Yaşar Kutluay ve hayatına mal olan “Siyonizm ve Türkiye” adlı kitabı. Kendisi Ankara İlahiyat Fakültesi’nin ilk mezunlarından. 1948-1949 döneminde Fakülte’ye kaydını yaptırdı, 1952’de okulunu birincilikle bitirdi, İslâm Mezhepleri Tarihi’ne asistan olarak kaydını yaptırıp 1954’de doktora tezini verdi, 1964’de ise doçent oldu. Arapça, Farsça, İngilizce, İtalyanca, İbranice gibi birçok dile vâkıf olan Kutluay, hem 1960 İhtilali’nin ertesinde -askerlerin talimatıyla- Diyanet İşleri Başkanlığı’na 8-9 ay gibi kısa bir sürede hazırlattırılan Kur’an-ı Kerîm tercümesine emeği geçen, hem de İbranice öğrenmeleri amacıyla o yıllarda İsrail’e gönderilen iki kişiden biriydi. (Diğeri Hüseyin Atay’dır.) Tercüme ve telif olmak üzere ciddi eserlere imzasını atmış olan Kutluay’ın vefatının üzerindeki karanlık hâlâ aydınlanamamıştır. 1965’de İslâm ve Yahudi Mezhepleri, 1967’de ise Siyonizm ve Türkiye adlı eserlerini yayımlayan yazar 1969’da dinlenmek için Silifke’ye gitmiş, fakat 12 Aralık günü bir motorla çıktığı balık avı esnasında esrarengiz bir biçimde kaybolmuştu. Yakınları uzun bir süre döneceği umuduyla yaşa- Bu eserin Cumhuriyet tarihi açısından başlıca değeri, uzun yıllar Yahudilik ve Siyonizm hakkında piyasa kitaplarınca oluşturulan ve propaganda broşürleri seviyesini aşmayan bildik söyleme karşılık bu meseleyi akademik düzleme taşımış olmasıdır; bir diğer deyişle, siyonizm tarihinin en önemli belgelerinden birini tercüme etmekle Kutluay, bu sorunun ele alınış düzeyini yükseltmiştir. Peki devamı gelmiş midir? Hayır! Kutluay’ın âkibeti gibi uğraştığı konu da uzun yıllar karanlıkta kalmış, Türk efkâr-ı umûmiyesi bu hususta ciddi bilgi kaynaklarından mahrum olduğu için, piyasa, yine piyasa yazarlarının eline düşmüştür. 1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakınlaşmasıyla İsrail’e birçok araştırmacı (ilahiyatçı) gönderilmiş ve fakat bunların çalışmaları daha çok Yahudi İlahiyatına münhasır kalmış, meselenin siyasî boyutları yine eskiden olduğu gibi geriye itilmiştir. Siyonizm nedir? Ebedi ve ezeli bu düşmanın gerçek niyeti ve amacı ne anlam taşımaktadır? Siyon, Ahd-i Atîk’te Kral Dâvûd tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılan Kudüs şehri için kullanılmış bir isimdir (II. Samuel, 5/7). Zamanla kapsamı bütün İsrail topraklarını ifade edecek şekilde genişlemiştir. Siyon kelimesine dayanan siyonizmise yahudi halkının “tarihî yurtlarına dönüşü” mânasında Filistin’de Yahudi devleti kur- 41 11. Yıl mayı hedefleyen siyasî hareketi belirtir. XIX. yüzyıl sonlarında Doğu Avrupa yahudileri içinde ortaya çıkan, ardından bütün dünya yahudileri arasında yayılansiyonizmin siyasî, sosyalist, kültürel, revizyonist ve dinî-mesîhî olmak üzere çeşitli açılımları ortaya çıkmış, aynı zamanda karşıtları arasında günümüze kadar uzanan süreçte anti-siyonist, a-siyonist ve post-siyonist diye isimlendirilen gruplaşmalar doğmuştur. Hareketin Doğuş Süreci Batı Avrupa’da Fransız İhtilâli sonrasında farklı dinden olanların yasa önünde eşitliği fikri yayılmaya başlayınca bu coğrafyadaki yahudiler siyasî-idarî-kültürel haklar elde ederek bulundukları toplumlara entegre oldular. Doğu Avrupa’da ve özellikle Çarlık Rusyası’ndaki Yahudiler içinse gerek devlet temelli baskılar gerekse hıristiyan toplum temelli çatışmalar artış gösterdi; bu sebeple bölgedeki yahudilerde tarihteki ilk temelli göç düşüncesi ve teşkilâtlanması filizlendi. Bu bağlamda ortaya çıkan Hovevei (Hibbat) Siyon (siyon severler) adlı grup, artan Rus baskısı karşısında Yahudilerin Filistin’e göç edip yerleşmesi fikrini seslendirmekle kalmayıp siyonizmin doğuşundan önce Filistin’e ilk önemli Yahudi göçünü gerçekleştirerek dalgalar halinde devam edecek olan sistemli göç (aliyah) için örnek oluşturdu. Bu dönemde yahudiler arasında ağırlıklı göç hareketi Batı’ya ve Amerika’ya yönelse de siyon severler hareketinin siyasî siyonizmin doğuşuna öncülük etmedeki rolü önemlidir. Zira sistemli bir siyasî hareket olarak siyonizmin kurucusu bilinen Theodore Herzl’in tarih sahnesine çıktığı 1890’larda Avrupa’da ve diğer yerlerde Hibbat Siyon hızla şubeler açarak yahudiler arasında yayıldı; hareketin Avusturyalı önderlerinden Nathan Birnbaum ilk defa siyonizm terimini ortaya attı. Dolayısıyla Herzl, siyonizmin teorisini kurup teşkilâtlandırırken kendi hareketini üzerine kuracağı bir öncü hareketi ve belli ölçüde siyasî bilinçlenmeye ulaşmış bir kitleyi hazır buldu. Herzl’i Yahudi davasına eğilmeye ve Yahudilere ait bir devlet fikrini işlediği Der Judenstaat (1896) isimli kitabını yazmaya sevkeden olay Paris’te tanınmış bir gazetenin muhabiri sıfatıyla izlediği, bir Yahudi yüzbaşının casusluk suçlamasıyla yargılanıp mahkûm edildiği Dreyfuss Davası’dır. Bu davada o günlerin Avrupasında gittikçe yayılan yahudi aleyhtarlığını gözlemleyen Herzl, Yahudilerin genellikle dışlanmış azınlıklar 42 11. Yıl olarak yaşadıkları ülkelerin toplumlarıyla kaynaşamayacağı düşüncesinden hareketle söz konusu kitabını kaleme aldı. Kitap, Yahudiler arasında farklı tepkilerle karşılansa da çok geçmeden yahudilerin başta Avrupa olmak üzere diyasporadan “kutsal topraklar”a dönüşü ve Filistin’de bir yahudi yurdu kurma hedefiyle kurumsallaşacak olan siyonist hareket için bir işaret taşı oldu. Söz konusu kurumsallaşma kapsamında Dünya Siyonist Teşkilâtı, Herzl’in çabaları ve önderliğinde 29 Ağustos 1897’de Basel’de toplanan ilk Dünya Siyonist Kongresi ile kuruldu. Tartışmalar sonunda kararlaştırılan Basel Programı hareketin resmî çerçevesini şöyle çizdi: Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını amaçlamaktadır. Bunun için kongre Filistin’de Yahudi çiftçi, esnaf ve tüccarının anlamlı bir şekilde yerleştirilmesine, her ülkenin yöresel yasalarına uygun biçimde Mûsevîler’in birleştirilmesi ve örgütlenmesine, yahudi ulusal duygularının ve bilincinin kuvvetlendirilmesine, siyonizmin amacına erişebilme yolunda ilgili hükümetlerin onayını almak için hazırlık çalışmalarına girişilmesine karar vermiştir (Öke, s. 38). Herzl’in hâtıratında bu kongreyle ilgili söyledikleri önemlidir: “Ben Basel’de Yahudi devletini tesis ettim. Bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tûfanı kopar. Fakat bundan beş sene, belki elli sene sonra muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır” (Vital, The Origins of Zionism, s. 396). Dünya Siyonist Teşkilâtı, kapsayıcı kurumsal yapısı ve düzenli kongreleri yoluyla, programını çizdiği siyonist hareketi özgün hedefine götürecek olan Filistin’e sürekli göçü düzenleme ve siyasî, iktisadî, yerleşimci faaliyetleri yürütme yolunda en temel organ olma niteliğini o günden itibaren korudu. Yahudi’nin genelde Müslümanlara, özelde Türkiye’ye bakışı kin, düşmanlık ve kandan beslenmektedir. Yahudi bu gerçeği her fırsatta hayata geçirmektedir. Bizde ise demokrasi, insan hakları mavraları ile yeni nesiller yetiştirilmektedir. Dost dost, düşman düşman olarak tanınması gerekmektedir. En azından ticari hayatımızı yakından ilgilendiren ve bir elimi cebimizdeki Siyonist mallarına tavır koyalım ve içimizdeki kini asla köreltmeyelim. Çünkü bugün Gazze yarın Türkiye. Çok uzak bir ihtimal görünmüyor. Ah... Fidan Rabia Ey Filistin... Yürek yangınım benim. Rahmetli anneanneciğimin bir sözü vardı. Evlatlarından ayrı olduğunda güzel bir sofrada ağırlansa, yemeğe başlarken ‘’Ya karnım ambar olsa, ya oğul uşağım yanımda olsa’’ derdi. Bir sözü de ‘’gülerim oynarım ama sevdiklerim aklımdan çıkmaz’’ dı. İşte aynen öyle hissediyorum. Tatil yapıyorum sözde ama aklımda hep Filistinli, Mısırlı, Türkmenistan, Kırım, Arakanlı kardeşlerim. Yerken, içerken, gülerken hep aklımda. Lokmalarımı boğazımda düğümleniyor, gülüşlerim dudaklarımda donuyor. Annelik var ya serde. Orada yaşanan mezalim, ölen, yetim kalan yavrular geliyor gözümün önüne. Hiç bir şeyden keyif alamıyorum. Eminim çoğu anneler böyle hissediyor. Yaralı, kolu bacağı kopmuş bebeler gözümün önünde her daim. Elden bir şey gelmemesi ne acı. Dua dua yanlarındayız ama başka bir şey yapamamanın acısı eziyor yüreğimi. Sade Filistin mi? Dünyanın her yerinde zulüm gören Müslüman kardeşlerim. Hangi birinize dayansın ki bu yürek. O kadar gücüm olsa ki hepsinin imdadına yetişebilsem. Nasıl rahat edebilir ki insan. Nasıl zevk alabilir dünyadan. Biliyorum ki şer bildiğimiz şeylerde hayır, hayır bildiklerimiz de şer vardır bizler için. Mevla bu çekilen acıları hayırlara tedbirleri eylesin. Bir tatil beldesinde çay bahçesinde yazıyorum bu satırları. Etrafımda insanlar ne kadar da kör sağır. Televizyon haberleri izliyorum. Filistin, Gazze, Mısır, Türkmenistan’dan kötü haberler veriliyor. Yan masada oturmakta olan bir kaç hanım homurdanmaya başladılar. Ve sonunda garson çocuğa söyleyip kanalı değiştirttiler. Biri ‘’Ay biz tatilde de bunları dinlemek zorunda mıyız! Bir müzik kanalı açar mısın oğlum.’’ dedi. Garson çaresiz dediklerini yapınca pek bir memnun oldular. Hareketli müziğin ritmine uyarak eğlenmeye koyuldular. Ya Rab ne biçim bir toplum olduk. Acaba bütün bu yaşanan katliamlar kıyımlar bizim bu duyarsızlığımızın cezası mı diye düşündüm ister istemez. Plajlar, çay bahçeleri, restoranlar lebaleb insan dolu. Kimi sigarasını tüttürüyor keyifle, kimi çayını kahvesini yudumluyor. Burhaniye Ören mevkiinde normal nüfus beş kat artmış. Yaz tatili için gelenlerle. Öğle namazı için gittiğim camiinde yedi erkek beş bayan olarak namazımızı eda ettik. Mayo ile camiin önüne gelip pantolonunu bahçede giyen namaza giren beylere bakıp kaldım. Namazı kılar kılmaz yine aynı yerde pantolonunu sıyırıp denize koşmaları çok komik geldi.. Neyse hiç değilse namazlarını terk etmiyorlar dedim. Tesbihatı dahi bekleyemiyorlar. “Olsun be! O da olur inşaallah...” diyorum. Allah bu millete acısın. Hidayet nasip etsin. Sosyal medyada bir fotoğrafa rastlıyorum. 14 Ağustos Dünya Rabia gününüz umutlu olsun diye iki eli ile Rabia işareti yapmış bir Güzin Canan çocuk. Bu kadar işte. Başka bir şey keşke gelebilse elimizden. Ah fidan Rabia. Nasıl da yanmıştık sana be kızım. Yasinler Fatihalar yolladık peşin sıra. Şehitsin sen. Makamın çok yüce. Umarım şefaatinden nasiplenenlerden olabiliriz. 43 Dikkat! Bu yazıyı kan tutanların okuması tavsiye edilmez! Zevkperst Kulların Boykot Sorunsalı Betül Şatır 44 11. Yıl Sürekli ölüm sürersin kirpiklerine daha dolgun gözükmesi için. Bardaklara ölüm doldurursun, serinleyemezsin yaz akşamlarında. Külahlara yığılan ölüm soğukluğudur, yalarsın ama tat alamazsın. Helal mi? Sakın! Yoksa domuz eti mi? diye çekinerek yediğin fastfoodlarda kardeşlerinin etlerini çiğnersin umarsızca… Şampuanlar sana kan kokar saçlarını kepeklerinden arındırırken. Duş jeliyle fani bedenini şımartırken ‘mazlum teri’aroması bütün gün seninle gezecektir. Böceklere yem olacak vücudunu besler ve süslersin vebal dolu malzemelerle. Deodorantlar sürersin gözyaşı kokan. Bir de başını örtersin, kardeşlerinin kefen örtüsüdür aslında o renk cümbüşü. O eşsiz tasarım o canlı renkler Filistin’de bir zeytin ağacının yeşilinden, yeni öldürülmüş bir bebek kanının kırmızısından, ağıt yakan bir kadının misvaklanmış dişlerinin beyazından, tepesine bomba düşmüş bir okulun sıralarının kahverengisinden esinlenilmiş harika bir eşarptır! Öyle mi? Seni ne kadar da şık gösterir bohem davetlerde. Şık gözükmek, insan gözükmenin önüne geçmişse demek ki. Ne kadar hoş olursun açık büfe kahvaltılarda israf ederken. Güneş cildine zarar vermesin değil mi? En az elli faktör olsun bronzlaştırıcı kremin. Bombaların kızıllığında yanan halkların birkaç saniye yasını tutarsın kim bilir? Yüzüne sürdüğün hiçbir gençleştirici krem seni masum göstermeyecek, ne yazık. Eğer onurlu bir duruşa sahip değilsen. Kullandığın hiçbir kozmetik seni sevimli yapmayacak. Zalimlerle ortaklık kurmuşsan, piyasada en çok beyazlatan deterjan sadece çamaşırlarını beyazlatacak, kalbinin karasını değil. Çocuğunun poposunun pişik olmaması için alacağın ultra hassas bez, acılarını anlatamayacak kadar küçük çocukların alınlarından sızan kana fayda vermeyecek. Evet, artık senin şımartmalara doyamadığın bebeğin hiç sızdırmayacak ve deliksiz uyuyacak. Ama başka coğrafyalarda çocuklar delik deşik olacak katkılarınla. Bizim deliksiz uykularımıza inat. Saçlarına kullandığın renkler seni daha modern ve genç gösterecek belki ama vicdanında oluşan tahribat ve yorgunluk omuzlarını hep aşağı düşürecek. Sen nemlendireceksin yüzünü en gözde ürünlerle ama gözlerin nemlenmeyecekse acıların karşısında, bakımlı ellerin, pürüzsüz cildin, gözaltında gittikçe azalan kırışıklıklarınla muhteşem bir insan olmanın yanından bile geçemeyeceksin. Kusursuz bir ceset olacaksın belki ama kusurlu hasarlı ruhun güzelliğini ne yaparsan yap yansıtamayacak. Ben bu tuşlara basarken, sen bu yazıları okurken ve birileri çılgınca alışverişler yapar- ken, çocuklarımız dondurmalarını yalarken, hesapsız içilen kolaların sonunda ‘ohh’ lar çekilirken her saniye birileri ölüyor. Bizler bir zamanlar restoranda yemek yemenin ‘haram’ olduğuna içtihat etmiş hocaların talebeleriyiz. -Bir yerlerde masumlar onca zulümlerin altında inlerken ve gözetilmesi gereken bunca fukara varken- Sahillerde konfor avcılığı yapan, tatil hayalleri peşinde koşan zavallı öğrencileriz… Çok büyük veballerle verilmesi çok zor hesaplarla ahirete doğru gidiyoruz. Zevkperest kullarıyız Rahman’ın. İftar vakitlerinde bulgur pilavının üzerine yığılan masumların kanları var hepimizin ellerinde. Ve bu lekeyi hiçbir temizleme jeli geçiremeyecek. Ve kararmış kalplerimizi sevimsizleşmiş yüzlerimizi hiçbir kozmetik malzemesi güzelleştiremeyecek. Elimizde ki teknolojik aletlerle yapılan yer bildirimlerimiz hiçbir zaman cennete iğne ekleyemeyecek. Lezzetleri acılaştıran, ağızların tadını kaçıran Gazze’yi ve dahi Doğu Türkistan’ı ve dahi Irak’ı ve dahi Patani’yi ve dahi Suriye’yi çokça hatırlayınız. Asla unutmayınız. Boykot evet! Bulgur pilavı ile ayrana talim edecek kadar Boykot! 45 11. Yıl Psikolojik SavAS Dünya tarihinde savaşların ayrı bir yeri vardır. Tarihleri, yapıldıkları yer, sebepleri, sonuçları, dünya düzenine etkileri, çağ açıp çağ kapama itibariyle önemleri, dünya haritasını nasıl değiştirdikleri, en önemli olan belki de savaşların isimleri… Savaşlar önceden fethetmek, topraklarını genişletmek, yayılmak, gücü iktidarı ele geçirmek için gerçekleşirdi. Sebebi, sonucu, ismi net olmayan günümüzün fiziksel ve psikolojik savaşları yayılma ve genişlemeden ziyade yok etme amacıyla yapılıyor. Biz binlerce insanın savaşla ya da diğer bir ifade ile zulümle yok edildiğini düşünsek de savaşlar gerçekte yaşayanların insanlığını hedef alıyor. Dünya haritasını bilmem ama insan ruhunda vicdan merhamet ve duyarlılık sınırlarının, koordinatlarının, haritasının değiştiği kesin... Bomba, kurşun ve savaş dehşetinin çocuk masumiyetiyle kesiştiği kabus kadar korkunç, bir fotoğraf bir haber videosu kadar gerçek zamanlar yaşıyoruz. Yağmur yerine bomba yağıyor Orta Doğu’ya. Babalar, anneler, yaşlılar, gençler, nişanlılar, evliler, çocuklar hatta kırkı çıkmamış bebekler can veriyor zalimin zulmü altında. Atılan bombalar masumları öldürüyor. Ancak yaşanan acı, dünyadaki tüm Müslümanların yüreğini bombalıyor. Savaşın dehşetine rağmen acıda, duada bile birleşemeyen insanlar aslında insanlık mefhumuna açılan bu psikolojik savaşın kurbanı oluyor. Emel Nermin Temel Yürüyebiliyoruz, düşünebiliyoruz, yiyebiliyoruz, içebiliyoruz, gördüğümüz savaş görüntülerine günlerce üzülsek, dualarımızı savaş altındaki masumlara göndersek bile acaba gerçekte neyi ne kadar yaşabiliyor gerçekte olması gereken duyarlılığı ve söylemi eylemle desteklemeyi ne kadar başarabiliyoruz. Sanal alemde süslü sözlerle paylaştığımız acımızı duaya dönüştüğümüz dilekleri gösterişten uzaklaştırıp samimiyetle kararak kendi vicdanımızla baş başa kaldığımızda neyi ne için ne oranda hissettiğimizi ve gerçekte hissettiğimiz şeyleri ne kadar doğru ifade ile dış dünyaya yansıtabildiğimizi kendimize ne kadar söyleyebiliyoruz. Özce gerçekte kendimize bile samimiyetimizi ne oranda gösterebiliyoruz. Ülkemizde fiziksel bir savaş yok ancak deprem değil sel değil kasırga değil en büyük felaketi yaşıyoruz: Kitlesel kişilik erozyonu... Samimiyetsizlik kaosu, eleştiri bombardımanı, gerçekten söylenmesi dile getirilmesi gerekenleri yutma, kendimize ve topluma karşı dürüst olmama, büyük acılarda bile karşı kitlelerin birbirine laf atması, hakaret edebilmek için acıları bile malzeme yapabilmesi... Sapla saman daha ne kadar karışabilir ki... Bütün bunların ötesinde Ciddi bir sorunumuz var: Aynaya doğru gözle bakamıyoruz. Belki de kendi gözlerimizle doğru aynaya bakamıyoruz. Kıyasıya eleştirdiklerimizin kendi bünyemizde fazlasıyla olması büyük gaf. Gün geçtikte genişleyen kitlesel bir enaniyetin içindeyiz. Zamanımızı enerjimizi sosyal paylaşım sitelerinde siyasi konularda 46 11. Yıl ayrışmayı nasıl oluşturup birbirimizi hangi sözlerle ezeceğimizi düşündüğümüz şu toplumsal ortamda ne kadar umutlu konuşabilirim ki… Vücudu parçalara ayrılarak ölen bebekleri, sokakta yanı başında kardeşini, arkadaşını, bomba ya da kurşun etkisiyle parçalara ayrılarak öldüğünü gören çocuğun gözlerindeki korkuyu gördüğüm halde; durum bu kadar vahimken dua etmek yerine bu konuda hangi tarafın ne söylediğinin daha önemli olduğunu masaya yatıran, böylesine acı bir durum üzerinden bile kendi siyasi düşüncelerini ateşli ateşli paylaşıp kendi benliklerini tatmin etme noktasında olan insanların varlığını belki de çokluğunu gördüğüm halde ne kadar umutlu konuşabilirim ki… Suriye’de kimyasal saldırıda ölen bebeklerin, çocukların, insanların görüntüleri silinmedi hafızamızdan. Binlerce insan hem de Ramazan gibi mübarek bir ayın içerisinde vahşet görüntüleriyle şehit olmaya yürüdü Filistin’de. Ortadoğu’da birçok noktaya bomba yağdığı gibi IŞİD huzursuzluğu cabası… Myanmar, Doğu Türkistan… Savaşta ölmek kadar bu ortamda yaşamaya çalışmak da mesele… Hamile kadınların hedef alınmasının Filistin terörünün önünde duracağına inanan insanlığı tartışılır bir kadın milletvekilinin insafsızlığı… Diğer tarafta evladının kanlı cesedine sarılıp öpen kan kokusunu içine çeken annelerin çaresizliği ve acısı vardı. Sonra soykırımın yanı sıra soyu kirletme uğruna zalim askerlerin tecavüzüne uğrayan kadınlar. Belki de ölmek kolaydı öyle bir ortamda yaşamaktansa… Sadece Müslümanlara yapılan zülüm değil mesele. Haksız yere her insana yapılan zulmün karşısında durmak sağlam bir yürek, kuvvetli bir iman, sarsılmaz bir insanlık, temiz bir vicdan sürekli devam eden dua ve eyleme dönüşen söylem gerektirmez mi? Günümüzün en büyük sorunlarından biri gerçekten vicdanımızla dinleyebilmeyi gerçekleştirememek; anlamak için uğraşmamak. Bilakis her zaman konuşan ve haklı olan taraf olmak. “Sevdiklerinizle siyaset yapmayın. Siyaset dostlukları zedeler. Siyasetçiler yoluna devam eder; siz dostlarınızı kaybetmekle kalırsınız.” diyen Aristo ne de doğru ifade etmiş. Fiziksel savaşlardaki dehşetten ders alıp psikolojik savaşın insan kişiliğinde bıraktığı bölücülük virüsünden kendimizi korumalıyız. Çevresinde yaşanan tüm savaşlara rağmen güzel ülkemiz bunca zaman savaştan uzak durabilmeyi başardı. Ancak ülkemizde geçmişten bugüne hiç bitmeyen psikolojik savaş bireylerin iç dünyalarını bombalayarak ruh ülkesinde viraneye dönmüş şehirler bıraktı geri- ye. Yıllardır uygulanan böl parçala yut tekniği ile günümüze kadar gelen psikolojik savaş, kişilerin şiddet olgusunu fiziksel düzeyden söylemlerine çekerek kendi sahip oldukları düşünceleri savunmak ve haklı olmak adına kendileri ile aynı düşüncede olmayan insanlara hakaret etmek boyutuna vardırdı. Hakaret ve kaba üslup bireylerin birbirini anlamaları yerine birbirlerini nasıl nerden vurabilir aşağılayabilir hor görebilir gibi bir iletişim algısını yaygınlaştırdı. Öyle ki bu durumu eleştirenlerin bile eleştirdikleri hataya kendilerinin düştükleri trajikomik bir kaos ortamı, toplumsal bir yapı söz konusu. Elbette toplumsal hareketlilik olmalı; düşünce üretilebilmeli, kişiler birbirleriyle paylaşıp toplumu ve ülkelerini geliştirme yönünde olumlu katkılar sağlayabilmelidir. Ancak aynı ailede yaşayan bireylerin her gün gündemdeki konuları konuşurken kavga ettikleri bir devinim ve hareketlilik elbette ki ileriye değil geriye götürür. Yaradan Hucurat Suresi’nin 10. ve 11. ayetlerine insanlara sesleniyor: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tövbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.” Dünyadaki savaşlara dur diyebilmek için önce yüreklerimizdeki savaşı bitirmeliyiz. Yoksa biz kardeşlerimizin dinini imanını doğrularını sorgular, değerlerine hakaret ederken dünyadaki zulme karşı durmak şöyle dursun fiziksel anlamda yanı başımızda bombalar patlayınca kadar kendimize, çevremize topluma yansıyan psikolojik şiddetin zulmünü ve dünyada bebeklerin bile canına kastetmekten utanmayan zalimlerin zulmünün sesini işitemeyeceğiz. Cenab-ı Allah Enam Suresi 45. ayette “De ki: Düşündünüz mü hiç; size Allah’ın azabı apansız ya da açıktan geliverirse, zulme sapan kavimden başkası mı yıkıma uğrayacak?” diyor. İyi düşünmek ve zulmü yok etmeye çalışırken zulme sapan olmamak gerek. Kelebek etkisi kanunu ile ağzımızdan çıkan doğru ya da yanlış bir sözün belki yanı başımızda belki de bizden kilometrelerce uzakta patlayan bir bombaya dönüşebileceğini unutmayalım. Öyleyse kelimeleri toplamalı, cümlelerden ordular kurmalı. İnmeli doğru anlamın meydanına. Cehalete ilim bombaları, nefrete sevgi okları atmalı... Olacaksa bir savaş bilgi, iyilik ve sevginin zaferi için yapılmalı... 47 Dijital DUnyada insan Olmak - 1 Şimdiki gençler pek hatırlamayacaktır muhtemelen, ama bir zamanlar (yirmi-otuz yıl önce?) bazı araştırma merkezlerinde geliştirilen teknolojik alet-edevata dair haberler aldığımızda, tabir yerindeyse, adeta dudağımız uçuklardı. Mesela, 1980’lerin sonlarında, o zamanlar sıkı takipçisi olduğum Bilim ve Teknik Ansiklopedisi fasiküllerinden birinde adına ileride “Compact Disc” denecek olan “lazerli” bir veri depolama (o ne demekse?) sistemi hakkında bir yazı okumuştum ve yazının girişinde de manikürlü bir bayan eli, üzerinde gökkuşağının tüm renklerini yansıtan bir CD prototipi tutuyordu. O 256 renkli fotoğrafa otobüs durağında hayran hayran bakarken, “acaba...” dedim kendi kendime, “biz bunları görebilecek miyiz?”. Neredeyse bu büyülü andan on yıl sonra, çekmecelerimi dolduran müzik, film ve oyun CD’lerinden gına getirmiş haldeydim ve bu gün, gelişen bir çok yeni depolama teknolojisinin kullanıcılarından birisi olarak, o renkli diskleri artık neredeyse görmek bile istemiyorum! Analog (sürekli) verilerden, dijital (sayısal) verilere geçişimiz çok hızlı oldu ve bu gün dijital veri akışı dört bir yanımızı kuşatmış durumda. Artık televizyonlar, sinema salonları ve müzik konserleri dahi demode olma yolunda hızla ilerlerken, evdeki akıllı televizyonlardan, bilgisayarlardan, tabletlerden veya cep telefonlarından kolayca ulaşılabilen içeriklerin çağı başladı. Günümüzde artık bir parçayı dinlemek için albüm satın almanıza gerek yok; istediğiniz parçayı, yolda seyir halindeyken bir kaç parmak dokunuşu ile satın alabilir ve anında keyfini sürmeye başlayabilirsiniz. Yollarda gezinirken size internete bağlanma olanağı sunan GPRS/3G/4G gibi teknolojiler sayesinde (şimdilik biraz maliyetli de olsa) istediğiniz içeriğe anında erişme hürriyetine sahipsiniz. Aklınıza takılan bir çok sorunun cevabını, her an cebinizde yahut çantanızda taşıdığınız “Ulu Bilge Google”a danışmak gibi bir lüksünüz var. İnsanlığın internete yansıyan hali hazırdaki tüm bilgisini endeksleyen Google ve benzeri arama motorları, hepimize bilgiye ulaşmak anlamında sınırsız görünen bir gelecek vadediyor. Peki acaba beynimiz buna hazır mı? İnsan beyni, bu ka- 48 dar çeşitli, renkli ve hızlı veri ile başa çıkabilecek donanımlara sahip mi? Bu konu son yıllarında en önemli merak unsurlarından birisi ve henüz “dijital çağda doğmuş” çocukların yaşlılık dönemlerini gözlemleme şansımız olmadığından, dijital veri bombardımanının uzun dönem etkileri hakkında çok fazla isabetli tahminler yürütecek durumda değiliz. Fakat beyin ve insan fizyolojisi üzerinde yapılan bazı çalışmalar, bizi dijital kanalların kullanımı konusunda uyaran, önemli sonuçlar ortaya koyuyorlar. Oyunlar, e-postalar, mesajlaşmalar, sosyal ağlar ve biz Yukarıda sıraladığımız teknolojik imkanların “güzel” şeyler olduğuna dair şüphe duymamız için ilk bakışta bir neden gözükmüyor. Fakat her güzel ve keyifli şey, özellikle yatkınlığı olan beyinler için “bağımlılık” potansiyeli taşır. İnternet ve dijital ortamların sunduğu kolaylıklar da sıklıkla sosyal yalıtıma ve temel zihin yeteneklerinin zayıflamasına yol açan bazı olumsuzluklar gösteriyor. Bilgisayar oyunları İnsanı adeta kendisine yapıştıran ve bağımlılık yapan bilgisayar oyunlarının olumsuz etkileri konusunda neredeyse herkes hemfikir; fakat az bilinen olumlu etkileri de var: Görsel alanın çevre bölümlerine ilişkin dikkati artırıyor, karar verme süreçlerini hızlandırıyor, özellikle beynin ön (frontal) bölgesinde anlık karara vermeye dair yeni devrelerin oluşmasını kolaylaştırıyor ve gerçek hayatta da başta el becerileri olmak üzere, bazı becerilerin gelişmesine doğrudan katkı sağlayabiliyor. Elbette bu etkiler, oyunların tipine, oynama süresine ve kişinin bağımlılık geliştirme yatkınlığına göre büyük oranda değişebiliyor. Dolayısıyla yine her zaman olduğu gibi, bilgisayar oyunlarının etkilerini “toptancı” bir yaklaşımla değerlendirmek yerine, bireye özel yaklaşımlarla ele almak çok daha faydalı sonuçlar doğuracaktır. E-posta ve sosyal ağ programları Anında haberleşmenin büyüsüne kapılmamak çok zor. Fakat aynı ortamda bulunan iki arkadaşın, iki farklı cihaz kullanarak başkaları ile yazışmaları ve birbirleri ile iletişim kurmaya gerek bile görmemeleri, bu gün kafelerde ve toplu yerlerde sıklıkla gördüğümüz bir garabet. Böyle manzaralar artmaya başladığında, internetin sağladığı kolaylıkların gerçek hayatı baltaladığı sonucuna kolaylıkla ulaşabilirsiniz. İnternet üzerinden mesajlaşma, bedensel işaretlerden büyük oranda yoksun olduğundan yüzeysel ve uçucu bir karakter taşıyor. Bu yüzden “duygusal açıdan” düşük risk taşıyor ve beynimizin çok düşük bir faaliyet düzeyinde çalışması, böyle bir iletişim için yeterli oluyor. Fakat bu tarz bir iletişime ağırlık vermeye başladığımızda, özellikle gençlerde, bedensel sinyalleri ve beden dilini okumak konusundaki becerilerde hızla bir gerileme görülüyor. Bu da gerçek sosyal ilişkilerde başarısızlık ve tatminsizlikle birlikte, sanal iletişimin daha çok tercih edilmesine neden olabiliyor. Zihnimizin bedensel işaretlere olan ilgisi, internette de şaşırtıcı bir bulgu ile karşımıza çıkıyor. Yapılan beyin tarama çalışmaları sonucunda, internet iletişiminde temel duyguları belirtmek için kullandığımız “gülücük” (emoticon) işaretlerinin, beynimizde “yüz ifadelerini ve sözsüz iletişimi algılamakta” kullandığımız “inferior frontal girus” bölgesini çalıştırdığını gösteriyor. Yani beynimiz, doğuştan programlı olduğu üzere, bilgisayar karakterlerinden bile bedensel işaretler çıkartmayı başarabiliyor. Sanırım bu çalışma basit gülücük işaretlerinin nasıl bu kadar hızla yayıldığını ve popüler hale geldiğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Facebook hesabınıza girdiğinizde sayfanın üst kısmındaki kırmızı renkli bildirimler sizi heyecanlandırır mı? Bilimsel çalışmalar böyle olduğunu gösteriyor. Bildiğimiz gibi bir çok bağımlılığın altında, beynin iç-ön kısmında bulunan akkumbens çekirdeği ve hipotalamus arasındaki dopamin salgılayan hücrelerin büyük rolü var. Keyif ve ödül duygusu hissedildiğinde salgılanan dopamin, bu salgıya neden olan fiilin daha çok işlenmesini sağlamak üzere insanı o etkene bağımlı hale getirebiliyor. Benzer bir düzenek sosyal medyaya olan bağımlılığı da açıklayabilir. Zira, Facebook sayfasındaki bildirimler ve “beğenme”ler, kullanıcıların beyninde fazladan dopamin salgılanmasına neden olarak, insanların Facebook kullanımına bağımlı hale gelmesini kolaylaştırıyor. Aynı şeyin, örneğin Twitter’daki “retweet” veya “favori” bildirimleri için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kısacası tek bir tıklama yaparak takip ettiğiniz kişilerin beyin kimyaları ile böylesine etkili bir biçimde oynayabiliyorsunuz. Özellikle de çocuklarımız, internetin bu cezbedici etkisi karşısında büyük oranda savunmasızlar. Uzun vadeli olası etkiler Dijital dünyanın uzun dönemde zihnimizin işleyişine nasıl bir etki yapacağını henüz çok iyi bilemiyoruz. Zira “dijital dünyaya doğan” çocuklar henüz gençlik dönemlerindeler. Fakat beynimizin ve zihin çalışma sistemlerimizin bu dijital dünyaya uyum sağlamak üzere sürekli bir değişim geçirmesi kaçınılmaz. Sinirbilimlerinin son bulguları açısından baktığımızda benim gözüme en tehlikeli görünen uzun vadeli sorun, internet ve dijital ortamlarla büyüyen nesillerin uzun vadeli plan ve hedefler konusunda ciddi sıkıntılar yaşayabileceği gerçeği. Sinir sisteminin işlevsel anatomisinden bildiklerimize göre, kısa süreli ihtiyaç ve geçici tatminler, beynimizin derinliklerinde yer alan “limbik sistem” adlı bölüm tarafından kontrol edilirken, uzun vadeli hedeflere yönelik olarak anlık tatminlerin ertelenmesini sağlayan devreler beynimizin ön (frontal) ve üst-yan (parietal) bölgelerinde bulunur. Yine hepimizin bildiği gibi, limbik sistem yaşamsal açıdan doğduğumuz aylardan itibaren aktif olduğundan ve frontal-parietal bölgelerin yaşamla olgunlaşması gerektiğinden, çocuklar genellikle uzun vadeli planlar yapamaz ve anlık itkilerle yaşarlar. Fakat yetişkin bireyler olurken beynimizde gerçekleşen en önemli değişikliklerden birisi, frontal-parietal üst kontrol merkezlerinin gelişmesi ve bu devrelerin anlık “limbik” etkileri bastırma yeteneği kazanmasıdır. Bu sayede ileriye dönük planlar yapabilen, hazları erteleyebilen ve büyük işle başarmak üzere aylar, belki yıllar boyunca çalışabilen adanmış insanlar haline dönüşebiliriz. Fakat davranış çalışmaları maalesef internet ve dijital ortam kullanımının artmasıyla frontal korteks gelişiminin zayıfladığını bizlere göstermekte. Bunun uzun vadeli sonuçları ise oldukça iç sıkıcıdır: İtkisel ve anlık yaşayan, uzun vadeli planlar yapamayan, yoğunlaşma ve dikkat sorunları ile boğuşan ve sosyal iletişimde ciddi yetersizliklerden muzdarip bir nesil ortaya çıkması söz konusudur. Elbette bunun önüne geçmek için yapılabilecek bir çok şey, alınabilecek bir çok önlem var; fakat bu tehlikenin bir an önce farkına varmamız ve bu uyarıları ciddiye almamız gerekiyor. Kaynaklar: 1- http://www.idefix.com/kitap/modern-beynin-evrimi-e-beyin-gary-small/ tanim.asp?sid=E21DH6YVIB1BGMYDW3G0 2- http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/ecj.10311/abstract 3- http://thecerebralcortex.wordpress.com/2012/01/03/facebook-and-the-dopaminergic-response/ Daha fazlası için: www.nbeyin.com 49 11. Yıl FİLİSTİN SORUNUNUN KISA KRONOLOJİSİ Hazırlayan Gülfem Kıraç Keleş Yahudi Devletinin Temelleri Atılıyor (Basel Kongresi 27 Ağustos 1897) 1.Siyonist Hareketin mimarı Avusturya-Macaristan gazeteci Theodor Herzl’dir. 1895 yılında yayımlanan “Yahudi Devleti” (Der Judenstaat) adlı kitabı ile Hıristiyan Avrupa tarafından yüzyıllardır dışlanan Yahudiler’in homojen bir Yahudi devleti kurma hakkı olduğu düşüncesinin teorik alt yapısını oluşturdu. 2.Siyonist hareket; Siyon’a yani 1900 yıl önce Roma tarafından sürüldükleri kutsal toprak diye addettikleri Kudüs’e geri dönmeyi ve Süleyman tapınağını yeniden inşa etmeyi amaçlamaktaydı. 3. Herzl Filistin’de bir devletin kurulması için gerekli olan uluslar arası alanda mücadele edecek bir Yahudi Cemiyetinin kurulmasını sağlamış ve ardından Yahudilerin Filistin’e göçlerini ve orada yerleşmelerini sağlayacak ekonomik desteğin oluşması için girişimlerde bulunmuştur. Bu çerçevede Yahudi Ulusal Fonu (ki bu şirket Filistin Bölgesinde Yahudilere torak alımını sağlamıştır), ve İngiliz-Filistin Bankası (Yahudi işletmelerine ve çiftçilere kredi vermiştir.) gibi kurumların kurulması sağlanmıştır. 4.27 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Birinci Siyonist Kongresi toplanmış, “Shekel” adı verilen bir çeşit vergiyi veren her Musevi bu meclise üye olmuştur. Siyonist hareketin amaçlarının ve yöntemi ortaya konulduğu bu kongrede Yahudi Devletinin manevi temelleri oluşturuldu. I. Dünya Savaşı ve Filistin’de İngiliz Mandası (1917-1948) 1.I. Dünya Savaşının ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğunun Filistin Bölgesindeki hakimiyeti sonlanmıştır. Bölge Fransa ve Britanya’nın hakimiyeti altına girmiştir. 2.1920 tarihinde Milletler Cemiyeti bölgeyi İngiliz Mandasına terk etti. 3.II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar Bölgede yönetimi elinde tutan İngiliz Manda yönetimi Filistin topraklarına Yahudi göçünün önünü açarken Yahudi Devletinin siyasi temellerinin de atılmasını sağlamıştır. 4.Balfour Deklarasyonu: 2 Kasım 1917’de yıl İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour’un İngiltere’deki Yahudi teşkilatları federasyonu başkanı Lionel Walter Rothschild’e gönderdiği bir mektupla bölge Yahudi yerleşimine açık hale getirilmiştir. Balfour olarak da bilinen bu mektupla Yahudilerin Filistin topraklarında bir milli devlet kurmaları resmiyete dökülmüştür. Bildiri Fransa, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından kabul edilmiştir. 5. Bu dönemde bölgeye 25.000 Yahudi göç etmiştir. 50 11. Yıl 6. 1935 yılına gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfusu neredeyse Arap nüfusuyla eşit durumdaydı. 1939 yılında Almanya ile savaşın eşiğine gelen İngiltere Arapların desteğini kaybetmemek için (uygulamada hiçbir önemi olmayan) Beyaz Kağıt adlı bir siyasi açıklama yaparak bölgede iki toplumlu bağımsız bir Filistin Devleti kurulacağını duyurdu. Ancak İngiltere Yahudi toplumu üzerindeki desteğini geri çekmediği gibi Yahudi göçünü de engellemedi. 7.II. Dünya Savaşının başlaması ile bölgeye Yahudi göçü daha da artarak devam etti. 8.Bu süreçte Filistin halkı bazı topraklarını Yahudi şirketlerine satarken bazıları da Yahudi çete ve örgütler tarafından yurtlarından edildiler. Filistin halkı mülteci konumuna düşmeye başladı, diğer komşu ülkelere sığındılar. (Ürdün, Suriye, Mısır, Lübnan gibi) 9.14 Mayıs 1948’de Milletler Cemiyeti İngiltere ve Amerika’nın yönlendirmeleri ile bir Yahudi devleti olan İsrail’in kuruluşunu ilan etti. Filistinliler 15 Mayıs gününü “El Nakba” yani “Felaket” günü olarak adlandırdılar. Arap-İsrail Savaşları 1. 1.Arap –İsrail Savaşı 1948-1949; İsrail Devletinin ilanının ardından Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak’ın oluşturduğu Arap Birliği İsrail Devletine savaş açtı. Arap Birliği ülkeleri savaşı kaybetti ardından Filistin topraklarının büyük bir bölümü İsrail Devleti’ne bırakıldı. Birleşmiş Milletler tarafından çizilen İsrail sınırları daha da genişledi. 2. Süveyş Krizi; Bir Arap milliyetçi olan Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır (Fransa ve İngiltere başta olmak üzere) Batılı Devletlerin kontrolünde olan Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıkladı. Ardından Fransa, İngiltere ve ABD’nin desteğini alan İsrail Mısır’a savaş açtı. İsrail kuvvetleri Sina Yarımadasına kadar girdi, ardından yapılan anlaşma uyarınca, Birleşmiş Milletler (Milletler Cemiyeti) Mısır-İsrail sınırına birçok ülkenin katılımıyla oluşan barış gücünü yerleştirdi. Savaş sonucunda topraklarını genişleten İsrail’e Tiran Boğazı açılmış oldu. 3. 1967 Altı Gün Savaşları: İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye devletleri tarafından oluşturulan ve Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir devletleri tarafından desteklenen ittifak arasında başlayan ve İsrail’in başarısıyla sonuçlanan savaştır. İsrail savaşın ardından Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golon Tepeleri’ni ve Filistin’den Gazze Şeridi ile Batı Şeria’yı topraklarına kattı. Böylece İsrail Filistinlileri tam anlamıyla İsrail yetkine soktu. Daha sonra Sina Yarımadasından çıktığını ilan etse de İsrail günümüzde yaşanan bir çok sorunun temelini oluşturan toprak ilhaklarına devam etti. 4. 1973 Yum Kippur Savaşı; Mısır, Suriye ve İsrail devletleri arasında gerçekleşmiştir. Yahudilerin kutsal günü olan Yom Kippur gününde başlayan savaşın amacı İsrail tarafından işgal edilen Arap topraklarının geri alınmasıdır. Savaş sonrası yapılan Camp David’de gizli gerçekleştirilen görüşmelerin ardından bir anlaşma yapılmış İsrail Sina Yarımadasından çekmiş ve Mısır İsrail’i resmi olarak tanımıştır. İki ülke arasında ticari ilişki başlamıştır. Barış sürecine desteklerinden ötürü Menaham Begin (dönemin İsrail Başbakanı) ile Enver Sedat’a 1978’de Nobel Barış Ödülü verilmiştir. 5.Yukarda bahsi geçen hiçbir savaş doğrudan Filistin halkının özgürlüğünü ve dolayısıyla bağımsız bir Filistin Devleti kurulması amacıyla gerçekleştirilmemiştir. 6. Kaybedilen her savaş aslında Filistin sorununu daha da derinleştirmiş ve Filistinliler kendi toprakları üzerinde haklarını kaybederek mülteci durumuna düşmüşlerdir. 7.Bu durum Filistin halkının kendi içinde örgütlenmesine sebep olmuş ve farklı düşünceler çerçevesinde örgütlü mücadeleler başlamıştır. 51 11. Yıl Filistinliler ‘İsrail Devleti’ne Karşı Örgütleniyor 1. El-Fetih (Kuruluş 1959) Yaser Arafat’ın önderliğinde kuruldu. Arap sosyalizmi ve milliyetçiliği ideolojisine sahip olan örgüt Filistin sorununun sadece silahla çözülebileceğine inanıyordu ve tüm silahlı militanları bünyesine kabul ediyordu. Örgütün lideri Yaser Arafat artık Filistin halkının mücadelesinin bölgedeki Arap devletlerinin siyasi çıkarlarından kurtarılacağını söylemiştir. İlk büro Cezayir’de kuruldu. 2. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ); Filistin’in bölgede ulusal varlığını sürdürmek ve demokratik, laik ve ulusal bir Filistin devleti kurmak amacıyla kurulmuş çeşitli siyasal ve askeri kuruluşların tümünün oluşturduğu bir örgüttür. (El-Fetih’i de bünyesine alan şemsiye kuruluştur.) 3. El-Fetih’in lideri Yaser Arafat 1969’da örgütün başına getirilmiştir. 4. Yaser Arafat’ın çalışmaları sonucu örgüte “sürgün hükümeti” niteliği kazandırıldı. 5. FKÖ 1974 tarihinde Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve Birleşmiş Milletler tarafından Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak tanındı. 6.İsrail Devletini tanıdı. 7.İsrail ve diğer ülkelerle yapılan anlaşmalarda muhatap olarak kabul edilen tek örgüttür. 8.1987’de başlayan I. İntifada adı verilen sivil ayaklanmanın yönlendirmesini yapan örgüt, ilk defa silahsız bir mücadele örneği sergilemiştir. 9.1988 tarihinde Cezayir’de toplanarak bağımsız Filistin Devleti’ni ilan etmiştir. 10.Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS); 1987 tarihinde Şeyh Ahmet Yasin, Abdülaziz el Randisi ve Muhammed Taha tarafından I.İntifada’nın ardından kurulmuştur. 11.HAMAS kelimesi Arapça Harakat al-Muqawama al-Islamiya (İslami Direniş Hareketi)’nin ilk harflerinden oluşuyor.“Hamas” aynı zamanda Arapçada “hamiyet” ve “şevk” anlamına gelmektedir. 12. Mısır’da ki Müslüman Kardeşler örgütünün bir kanadıdır. 13. İsrail devletini tanımamaktadır. 14.Amacı İsrail’i 1967 sınırlarına çekmek, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni de içine alan bölgede bağımsız İslami bir devlet kurmaktır. 15. İsrail Filistin halkı üzerinde HAMAS’ın etkisinin arttığını gördüğü için daha laik ve kendine yakın bulduğu FKÖ’yü tanıdı ve onunla anlaşmalar yaptı. 16.25 Ocak 2006’da yapılan seçimlerde Haman 132 sandalyenin 76’sını alarak Filistin halkının kendisine duyduğu güveni pekiştirmeye başladı. 52 11. Yıl Filistin Halkının Bağımsızlık Mücadelesi 1. I. İntifada FKÖ’nün Beyrut’tan çıkarılması ve Sabra-Şatilla Katliamlarının ardından Aralık 1987’de Gazze Şeridi’nde başladı. ne bırakıldı. 2. İntifada; başından savma ya da başkaldırı anlamına gelmektedir. 11. 1996’da Benjamin Netenyahu başbakan oldu, İsrail-FKÖ anlaşmasına rağmen Netanyahu Filistin Devleti fikrine karşı çıktı. 3. Gazze İslam Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından ilk organizasyon yapıldı, bu öğrenciler HAMAS örgütü üyeleri idi. HAMAS dünyaya sesini duyurmaya başladı. 4. Ayaklanma Batı Şeria’ya da yayıldı. 5. İsrail Devleti’nin ağır silahları karşısında Filistin halkı taş ve sapanla mücadele etti. Bu süreç içinde sivil itaatsizlik eylemleri yapıldı; vergi verilmedi, İsrail ürünleri boykot edildi, grevler düzenlendi, 6. HAMAS içinde İzzettin Kassam Birlikleri adı altında silahlı bir kanat oluşturuldu. 7. Ağır sivil kayıplarının yaşandığı bu ayaklanma 1993 yılında yapılan Oslo İlkeler Anlaşması ile son buldu. 8. FKÖ bağımsız İsrail Devletini tanıdı. Anlaşmaya göre Filistin Ulusal Yönetimi kuruldu, Filistin polis gücü oluşturuldu. 9. Batı Şeria ve Gazze’deki toprak bütünlüğü bozuldu, bölge kantonlara ayrıldı. Haremü Şerif İsrail kontrolü- 10. İsrail 1948’de çizilen sınırlara hiçbir zaman çekilmedi. 12. II. İntifada, El Aksa İntifadası olarak ta bilinir, 28 Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron’un Kudüs’teki El-Aksa Camii’ne provakatif ziyaret sonrası başladı. 13. Amaç bağımsız bir devlet kurmak ve işgale son vermekti. 14. 2005 yılına kadar devam eden İkinci intifada ile birlikte İsrail’in uyguladığı tecrit politikası daha da arttı. 15. Temmuz 2014’de İsrail Hamas’ın İsrailli 4 genci kaçırarak öldürdüğü gerekçesi ile “Koruyucu Hat Operasyonu” adını verdiği bir askeri harekat başlattı. Ağır silahlarla karadan ve havadan Gazze Şeridi’ni bombalamaya başladı. 16. İki binden fazla insan ölürken ölenlerin çoğu çocuklar ve kadınlardan oluşmaktadır. 17. Devam eden harekat sonucu Filistin’in tüm alt yapısı yok edildi. Filistin Direnişine Desteğin Sembolü “Mavi Marmara” 1. İnsani Yardım Vakfı’nın organizasyonu ile İsrail ablukasındaki Gazze’ye yardım malzemeleri götürmek üzere bir grup gemi ile birlikte yola çıktı. Geminin adı Mavi Marmara idi. bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. 5. Olay sonrasında dünyanın birçok ülkesinden İsrail’e tepki yağdı. 6. Türkiye, vatandaşlarına yapılan bu kanlı saldırının ardından İsrail ile ilişkilerini “ikinci katip düzeyine” indirdi ve İsrail’e “özür”, “tazminat” ve “Gazze ablukasının kaldırılması” şartını öne sürdü. 7. İsrail 2013’te Türk Devletinden özür diledi. 2. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye yakın uluslararası sularda İsrail Ordusunun gemiye asker çıkarması üzerine organizasyon amacına ulaşamadı. 3. Olayda 10 kişi öldü, özellikle 19 yaşındaki Furkan Doğan dünya kamuoyunun dikkatini çekerek Mavi Marmara’nın bir sembolü oldu. 4. Saldırının, uluslararası sularda sivil, silahsız ve insani amaçlarla yola çıkan bir gemiye yapılmış olması 53 11. Yıl “Utanıyoruz Allah’ım! Nemlenmemiş bir gözle, yara almamış bir bedenle, Varmaya utanıyoruz! Ahde vefa gösteremedik, gösteremedik Allah’ım! Bunu biliyoruz...” Mine İzgi 54 11. Yıl Gayri ihtiyari kendini tutamayıp, gözyaşlarının yanaklarından kalbine doğru yol bularak akmasına mani olamadı. Bu gözyaşları mahzun bir çift gözden çıkıyor, yine mahzun bir kalbin derin labirentlerine sızıyordu. Tıpkı yeryüzünde buharlaşarak yükselen ve bulutlardan tekrar yeryüzüne inen yağmur misali... Bulutlar taşıdığı buhar için bir depo vazifesi görür. Fakat taşıdığı yük, depoya sığmayacak hale gelirse, bu yükten bir kısmını mecburi olarak boşaltır. Kalpler de öyledir... Hâdiselerin bıraktığı acı izlere bir zaman sabredilir; dişler sıkılır, dudaklar ısırılır, boğazda barikatlar kurulur. Fakat bir an gelir ki, bunların hiçbiri kâr etmez. Sağa-sola başvuran yaşlar bir çıkış yeri bulamayınca gözlerden fışkırır... Ben de şimdi ağlıyorum. Hem de hıçkıra hıçkıra... Çaresizliğime, yanlışlarıma, duyarsızlığıma ve bana ulaşmasını dahi hayal bile etmekten korktuğum durumdaki kardeşlerimi unuttuğuma, hafızamın zayıflığına, yaşadıklarımın anlamsızlığına, irademi parselleyenlere ses çıkarmayışıma ağlıyorum. Evet, ben kendi halime ağlıyorum... Biliyorum, Filistin’deki kardeşlerim, yaşadıklarının karşılığını Hak’tan fazlasıyla alacaktır. Ama ben... Onlar bu yaşadıklarıyla, imanlarını pekiştiriyorlar, fakat ben... Onlar çileye seve seve talipler, ya ben... Çile onların tadı-tuzu... Çile onların yaşam tarzı. Aynen Peygamberlerimizin yaşam tarzı olduğu gibi... Evet, Peygamberlerin çileleri... Ateşte yanmaktan, kurban olarak kesilmek üzereyken bırakılmaya kadar... Kuyulara atılmaktan, esir olarak kervanlara satılmaya ve zindanlara atılmaya kadar... Balık karnında kalmaya, testereyle kesilmeye kadar giden çileler... İşte bu çilelerle kavîleşen imanlar. Kolay iman belki inkâra dönüşebilir, benim ki gibi... Ama çile çekilerek ulaşılan inanç, inkârların acımasız fırtınasına dayanıklıdır. Sayısız depremler görmüş, sel baskınlarına uğramış, taş taş üstüne kalmayacak fırtınalar yaşamış bir kale mi, yoksa her türlü tehlikelerden muhafaza edilen villa mı daha iyidir?... Filistinli kardeşlerim, o sağlam kale gibi dimdik ayakta dururken, benim kaypaklığıma, zayıflığıma ve güçsüzlüğüme ağlıyorum. İrademi kullanamayışıma ağlıyorum. “İrade; çatallı bir yol ağzında, yapabildiği şuurlu tercihlerin ifadesidir”diyen Arvasî’nin bu tarifine uyamadığım için ağlıyorum... Belki de Nasreddin Hoca gibi iğneyi, kaybettiğimiz samanlıkta değil de aydınlıkta arıyoruz. Bekli de yanlışlarımızı, yanlış yerlerde ve yanlış şekillerde düzeltmeye çalışıyoruz. Beynimizdeki hormonları fazlalaştıramamakta, genetik haritamızın yanlış kodlanmasında ya da hücrelerimizin bir yerindeki düğmelerin kapalı oluşunda arıyoruz. Fakat asıl yanlışı, irademizde aramayı unutuyoruz. Ve bütün çözümün de orada olduğunu... İşte ben, unuttuklarıma ve unutkanlığıma ağlıyorum... Çünkü bu filmi biz, çok uzun zamandır izliyoruz. Onlar öldürmeye doymazken, biz ölmeye doymadık. Onlar zulmetmeye doymazken, biz de zulme uğramaya doymadık. Yaşamı ve unutmayı eş anlamlı kıldık hayat lügatlarımızda. Soyulmuş evlere döndük de, soyulduğumuzu anlamadık. En değerli eşyalarımız, kutsallarımız, saadetimiz, sevincimiz çalındı ve sadece dört duvarı kalan eve döndük de, halâ nelerimizi çaldırdığımızı tescilleyemedik. Çalınan mallarımızı tespit edip, onları nerede arayacağımızı da unuttuk. Kutsal topraklarda, Allah’ın düşmanlarının masum yavruların gözyaşı yerine kanlarını akıttığını, silahsız masumların, katil yahudilerce öldürülmesi “terörizm” olarak değil, “önleyici savunma” olarak adlandırılmasını, 40 günlük bebek Sarah’ın öldürülmesini, savunmasız Filistinli çocuk Ramis’in babasının gözleri önünde katledilmesini, “Uridu Ebîi” diye haykıran Filistinli küçük kızın acı feryatlarını ve daha neler neleri gördü de bu gözlerimiz... Unutmanın acısını ne yazık ki çok pahalıya ödüyoruz... İşte bu gerçeği geç anladığım için ağlıyorum... Bunları, aklımın en önemli bölümüne kotlayamadığıma ağlıyorum... Halbuki dedem hep bana, “Yaşadıklarını asla unutma yavrum, bir şey yapamazsan bile, öfkeni biriktir ve zamanı gelince, o öfkeyle kalkan yumruğunu, zulmün sırtına, bir daha kalkmayacak şekilde indir,” derdi. Ama ben ne yaptım? Her şeyi unuttum! Kudüs’ün önemini, Mirac’ın canlı şahidi ve Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Ömer’i, adil hükümdar Selahaddin Eyyubi’yi ve yakın tarihte yaşananları bana anlatan dedemi... Neler anlatmıştı dedem; “İngilizler, yerlerine yahudileri bırakarak 1947’de Filistin’den çekilmeye başladılar. Bunun hemen arkasından, yahudiler kendi devletlerini kurabilmek için bir çatışma başlattılar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947’de Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştırılmasına dair bir karar aldı. 181 sayılı bu karar, Filistin topraklarının %55’ini ve verimli kısımlarını Yahudilere, genellikle verimsiz ve çölden ibaret %45’ini de Araplara veriyordu. 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluş deklarasyonunu yayınladılar. İsrail’in kuruluşu ve bu kuruluşun 181 sayılı BM Genel Kurulu kararına dayandırılmasıyla 960 bin Filistinli arap evsiz, mülteci durumuna sokuldu. Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra İsrail’in henüz 50 yılı doldurmuş olan ömründe 6 büyük savaş vardır. Bunların birincisi, 1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte patlak veren savaş, ikincisi 1956’da bu ülkenin Fransa ve İngiltere’nin desteğiyle Mısır’a karşı açtığı savaş, üçüncüsü 1967’de ABD desteğinde Mısır, Suriye ve Ürdün’e karşı gerçekleştirilen savaş, dördüncüsü 1968’de Ürdün’e saldırı, beşincisi 1973’te İsrail tarafından başlatılan Arap – İsrail savaşı, altıncısı da, senin yaşındakilerin de çok iyi hatırlayacağı ve tarihe Lübnan katliamı olarak geçen 1982’deki Lübnan işgalidir. Bu ülkenin tek taraflı olarak komşularına karşı saldırıları da eklenince, İsrail’in, savaşsız bir gününün geçmediği söylenebilir...” 55 11. Yıl Evet, bunları hep dedemden öğrenmekle beraber, Suriye ve Mısır’da bulunduğum dönemlerde yakından yaşama imkanım da oldu. Ama dedemin anlattıklarını da, kendi yaşadıklarımı da hep unuttum. Eğer unutmasaydım, yurda döndüğümde, duyarsız ve kayıtsızlığımı sürdürebilir miydim?.. Gördüğüm hataları düzeltmez miydim?.. Dinin ve aklın kötü gördüğü şeyleri insanların işlemelerine engel olmanın gereklerini yapmaz mıydım?.. Abdullah bin Mübarek’ten rivayet olunan bir hadisi şerif yanlışımı ne kadar da açık olarak göstermekte... Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki: “Seyahate çıkmış bir kavim gemiye binerek, yer için aralarında kur’a çekerler. Herkes yerlerine yerleştikten sonra içlerinden biri, elindeki balta ile bulunduğu yeri deler. Arkadaşları, “yYhu ne yapıyorsun?” dedikleri zaman: “Sizin ne vazifeniz?.. Benim kendi yerim değil mi? İstediğimi yaparım. Siz ancak kendi yerinize karışabilirsiniz.” sözleriyle mukâbelede bulunur. Şimdi gemi ahâlisinin tamamı üzerine bu boş kafalının elinden baltayı almak aklen gerekli iken, “Adam sen de, nemize lazım. Yeri değil mi? Ne yaparsa yapsın.,” deyip, haline terk ederler. Aradan çok geçmeden hepsi birden denize gark olup giderler. Sonumuzun böyle bir gaflete düçâr olmasından korktuğum için ağlıyorum... Evet ben, tüm Filistinli kardeşlerimin bize verdiği dersleri iyi anlayamayışımıza ağlıyorum. Ben onların kırılan kollarına, kesilen ayaklarına, çıkarılan gözlerine değil; benim dua için bile kalkmayan ellerime, onlara yardım için yürümeyen ayaklarıma, onların yaşadıklarını görmeyen gözlerime, feryatlarını duymayan kulaklarıma ağlıyorum. Ben kendime ağlıyorum... İsrail, dünyada işkenceyi kanunlaştıran tek rejim. İsrail işgal yönetiminin çıkarmış olduğu kanunlara göre, iç istihbarat örgütü ŞABAK (Shin-Bet) elemanları, özellikle İslamî Hareket mensubu Filistinlileri bilgi vermeye zorlamak için işkenceye tabi tutabiliyorlar. Kanun, Şabak elemanlarına böyle bir hak verince onlar da bu haklarını(!) sınırsız bir şekilde kullanıyorlar. Bu işkencelere rağmen, dininden, imanından bir şey kaybetmeyen Filistinli kardeşimin direncine rağmen, benim rahat içindeyken bile, inancıma ihanet edişime ağlıyorum... Onlar işkence altında bile inançlarının gereğini yaparken, benim inançsızlık denizinde yüzmeme ağlıyorum. Ben, kendime ağlıyorum... Filistinli annelerin, biricik yavrularını ölüme seve seve göndermesine rağmen, benim, çocuğumun üzerine konan tozdan bile sakınıp, her türlü tehlikeden onu korumak için kendimi fedadan bile sakınmadığımı düşünüp de, asıl anneliğin ne olduğunu anlamayışıma ağlıyorum... O anne, şehadet şerbeti içen yavrusunu güllerle Hakk’a uğurlarken, benim, dünyevi düşüncelerim ve kaygılarımdan dolayı biricik yavrumun, gerçek dünyasını ihmal edişime ağlıyorum... Ben, kendime ağlıyorum... Bundan sonra, düne bakıp kendimi arayacağım, bugünde kendimi bulacağım ve yarın, hayatın ötesine cesurca adım atacağım. Artık biliyorum, her insan bir tarihtir ve başka hiç kimsenin tarihi ile aynı değildir. İşte bu da benim tarihim, onu unutmayacağım. 56 11. Yıl BİZ VE ONLAR Biz, muhabbet fedaileri, Onlar, husumet uşakları. Bizim şarkılarımızda barış, muhabbet, Onlarınkinde savaş, kin ve nefret. Bizim bahçemizde güller, sümbüller, Onlarınkinde zakkum ve dikenler. Bizim çabamız îmar etmek ve sevmek, Onlarınki yıkmak, yakmak, yok etmek. Bizim elimizde beyaz güvercinler, Onlarınkinde bomba, silah ve mermiler. Bizim dilimizde dua ve sevgi, Onlarınkinde beddua, küfür ve öfke. Bizim şehrimizde huzur ve saadet, Onlarınkinde kargaşa ve sefalet. Bizim evimizde sevgi ve saygı, Onlarınkinde nedâmet ve gözyaşı. Bizim yaşantımızda birlik ve bütünlük, Onlarınkinde kuyu kazma ve ayrılık. Bizim fikrimizde önce can, sonra canan, Onlarınkinde önce ben, önce ben. Bizim yönümüz gerçek olan Hakk’a, Onlarınki Batıla, yanlışa, sağa, sola... GAZZE AÇIK HAVA HAPİSHANESİ BOMBALANIYOR İsrail devleti Gazze’yi bombalamaya başladığından beri tanıdığım Baptist bir papaz olan Moris ile hergün iki medeni insan gibi tartışyoruz. O Yahudi-Hristiyan görüşüne göre İsrail’i savunurken ben de Müslüman olarak Filistin halkının haklarını savunuyorum. Tahmin edeceğiniz üzere oldukça kapsamlı, zor bir meseleyi tartışıyoruz. Sizleri de bu tartışmaya davet ediyor, ikimizinde argumanlarını dinlemenizi ve kim haklı karar vermenizi rica ediyorum. Şevval Ay Moris diyor ki; bu topraklarda Yahudilerin devlet kurmaya hakları var çünkü İngiltere bu toprakları 1948’de Yahudilere verdi. Ben de soruyorum; İngiltere Filistin topraklarını Filistin halkının rızası olmadan nasıl Yahudilere verebilir? Yani İngiltere kim oluyor da veriyor başkasının topraklarını Yahudilere? Madem Yahudilerin bir ülke kurmasını İngiltere Devleti istiyordu, niçin İngiltere’den bir toprak vermiyor da Filistin’i veriyor? Moris’e göre Yahudilere yurtsuz olduklarından dolayı iyi niyetleri ile yurt kurmak istemiş İngiliz hükümeti. Oysa işin aslı hiç de böyle değil. İngiltere Orta Doğudaki hakimiyetini devam ettirebilmek için bunu yaptı. Petrolün Hayfa’dan Akdenize taşınması boru hattını bedavadan kullanmaya devam etmesi, Süveyş Kanalı hakimiyetini sürdürmek, Mısır’ın önünü kesmek, olduğu yerde tutabilmek için Yahudi Devletini orada kurdurdu. Bu sebepten dolayı Yahudiler Filistin topraklarında işgalci bir ulustur. Moris yine der ki; Filistin toprakları iki bin yıl önce Yahudilerin yurdu idi. Bu sebeple O topraklar Yahudilere aittir. Ben de soruyorum; eğer sen haklıysan iki bin sene önce Kuzey Amerika Kıtası Kızılderililerin ana vatanı idi. Şimdi Amerika’lılar bu topraklardan gitsin yerine Kızılderili Devleti kurulsun. Türklerin ana vatanı da Orta Asya idi, biz de gidip Çinlileri Orta Asya’dan sürelim yerine Türk Cumhuriyetini kuralım. Her millet binlerce yıl önce yaşadığı ve terk ettiği topraklara geri dönüyor ise! Bunu Amerika’nın ve Türkiye’nin yapması nasıl kabul edilemez bir durum ise Yahudilerin de Filistin topraklarına binlerce yıl sonra bizim diye çıkıp orduları ile gelip işgal etmesi o kadar kabul edilemez bir durumdur. Yani İsrail işgalcidir! Bu defa Moris der ki; bizim kutsal kitabımızın Tevrat- Eski Ahit kısmında ki “Yasanın tekrarı 1:8 der ki: Bu toprakları size verdim. Gidin, atalarınıza, İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a ve soylarına ant içerek söz verdiğim toprakları mülk edinin.” Ben de diyorum ki; sizin gibi dinine bağlı Hristiyanları Yahudiler İsrail Devletini savunmanız için Tevrat’ın binlerce yıl önce geçerli olan (ki gerçekten Tanrı böyle bir ayet indirmiş miydi bizce meçul olan) bir ayeti ile kandırıp haksız işgallerinin maddi ve manevi savunucusu yapıyorlar. Bu ayet bugün için geçerli değildir. Artık Filistin de bu ayetin muhatabı olan uluslar yaşamıyor. Onların üzerinden binlerce yıl geçti, halen nasıl 57 11. Yıl bu ayetin hükmü ile Yahudi zulümüne yandaş olur arka çıkarsınız Hristiyan Amerikalı olarak? Ana yurda geriye dönme diye bir hak zaten olamaz. O zaman ki Yahudiler ölüp yok oldular bugünkü Yahudiler dünyanın her köşesinden gelmiş bambaşka insanlar. O zamanki Yahudilerin devamı oldukları iddasındalar. terorist Filistinliler. Halbuki gerçek Terörist İsrail, kurbanı Filistin. Filistinlilerin bu esaretten kurtulmak için savaşmaya hakları yok mu? Kimler kazar yer altı tünellerini? Hapishanedeki mahkumlar! Tabii ölmemek için tüneller kazıp ihtiyaçlarını bir parçada olsa oradan sağlayacaklar. Bebeğine içirecek süt yok, sütten vazgectim su yok. Hem eğer sen davanda haklı isen 1948’den beri Filistinden Yahudilerin sürdüğü Filistinlilerin ana vatana geri dönme hakkını versin İsrail. Bu mevzuyu İsrail tartışmaya dahi açmıyor, asla kabul etmiyor. Yani çifte standart! Roketlere gelince, gayet iptidai bir su borusundan oluşuyor ve sadece birkaç yüz metreye gidiyor ve kimseyi de öldüremiyor. Binlerce roket atıldı da binlerce İsrailli mi öldü? Filistin halkının ordusu yok! Hiç olmadı da. Ama karşısında dünyanın en güçlü ordusu, en akıllı roketleri, hatta atom bombası, hidrojen bombası, tankları, donanması, hava kuvvetleri binlerce askerleri, üstüne üsttelik yetmezmiş gibi kimse Filistinlileri İsrail zulmünden kurtarmaya yeltenmesin diye, Amerika Birleşik Devletlerinin Altıncı Filosu uçak gemileri ile her daim kuzu postuna sarınmış azılı kurt olan İsraili korumak için bekliyor. Sen de kalkmış bana yıkılan enkazdan çıkma su borusundan yapılmış en iptidai roket benzeri bir şeyin İsrail’in güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorsun. Yani iki tarafın askeri güçleri eşit değil! Moris der ki; İsrail güvenliğini sağlıyabilmek için bu bombardımanı yapmaya hakkı vardır. Şimdiye kadar iki bine yakın füze atılmıştır Gazze’den İsrail’e. Ayrca bak bir sürü de İsrail’in içine kadar giden tüneller bulundu buna ne diyeceksin? Gazze dünyanın en kalabalık toprak parçasıdır. 363 kilometrekare de iki milyon insan hapishane şartlarında yaşamaya mahkum edilmiştir, İsrail tarafından. Gazze İsrail’in toplama kampıdır, açık hava hapishanesidir. En başta Filistinlilerin özgürlükleri ellerinden alınıp, Gazze’ye hapsedildiler, yiyecek, su, ilaç, her türlü malzeme girişini yasakladılar. Ellerindeki medya ile bütün dünyaya tam tersi bir fotoğraf sergiliyorlar. Zavallı İsrail, 58 11. Yıl Suyu kesen, hapisanede iki milyon İsrailli’yi açlığa mahkum eden, canı istediğinde alıp işkence eden, sokak ortasında sivil halkı, çocukları katleden Filistinliler değil! İsrail 1948’de Filistinlilere saldırıp evlerinden attılar, katlettiler. Ama İsrail okul kitaplarında çocuklarına Araplar saldırdı, biz savaştık onları yendik, onlar kaçtı ganimetin üzerine biz oturduk diye beyin yıkıyorlar. 1967’de İsrail ordusu generalleri Araplara saldırıp tümünü katletmeyi istiyordu. Genç dinamik, kin, nefret dolu İsrail generalleri İsrail Başkanına ve Başbakanına söyle dediler: “Biz Filistinli Araplara şimdi saldırırsak Mısır şu anda zayıf olduğundan savaşmaya hazır değil, onun için kesin savaşı biz kazanır bütün Filistin topraklarını İsrail topraklarına çevirebiliriz.” Hükümetleri de saldırmalarına izin verdi. Altı günde önce Gazze’yi ele geçirdiler, doğuda Batı Şeria’yı Ürdün Nehrine kadar ele geçirdiler, kuzeydeki Golan tepelerini; verimli Galile ovalarını almak, su kaynaklarına erişmek ve stratejik olarak hakim tepe olduğundan Suriye’ye karşı askeri üstünlük kurmak için aldılar. Artık İsrail haritasını yeniden çizebilirlerdi. Yeni İsrail haritasında Filistin toprağı yoktu! İsraili doğu sınırı Ürdün Nehri, Batı sınırı Akdeniz, Güney sınırı Süveyş Kanalı, kuzey sınırı Golan tepelerinin arkası olmuştu. Bugün İsrail’in kendi bastığı haritalarda Batı Şeria ve Gazze, İsrail olarak görünmektedir. Altı günde on beş binden fazla Filistinliyi katlettiler, karşılğında sadece yedi yüz İsrail askeri öldü. Ele geçirdikleri Filistin topraklarındaki kasaba ve mahallelerin isimlerini İbraniceye çevirdiler, öldürdükleri Filistinli insanların evlerine Yahudileri yerleştirdiler. Bugün hiçbir Filistinli geri gidip babasının, dedesinin evini Batı Şeria’da, Kudüs’te, Betlehem’de, nerede olursa olsun geri isteme hakkına sahip değil. 1967 savaşında katlettikleri Filistinlilerin cesetleri günlerce öylece yerde kaldı, Filistinlilerin cesetlerini köpekler, vahşi hayvanlar yedi. Müslüman dünyasının merkezi olmaktan çıkartmaktır. 1967’den sonra iki devletli çözüm diye Filistin Kurtuluş Örgütü ile Yaser Arafat başkanlığında görüşmelere başlamak Müslüman dünyasını oyalayarak Batı Şeria’ya iyice yerleşmekti amaçları, sahnelenmiş bir oyundu bu. 1993’te Amerikan Başkanı Clinton PLO ve İsrail Hükümeti arasında Kemp David’de görüşmeler yaptı biz Müslümanlar umut ile iki devletli bir çözüm bekliyorduk saf saf, Clinton görüşmeler sonunda anlaşmaya varılamadığını, İsrailin çok fedakarlık yaptığını ama Yaser Arafat’ın yeterince fedakarlık yapmadığını ve Yaser Arafat’ın yüzünden barış anlaşmaşının yapılamadığını duyurdu. Yine bir oyun sergilemişlerdi bizlere. Suçu da Filistinlilere atmışlardı alışılagelmiş olarak. Zaten daha sonra Yaser Arafat’ın evinin etrafını İsrail ordusu sardı ve günlerce orada hapis tuttu, ta ki ölünceye dek. Moris der ki, Filistinliler intihar saldırısı yapıyor, onların hakkında ne diyeceksin? Suçsuz günahsız İsraillieri pazarın ortasında kendilerini havaya uçurarak katlediyorlar. Buna senin dininde izin var mı? Tabii ki pazar yerinde genç Filistinlilerin bellerine bomba bağlayıp hem kendilerini hem diğer sivil Yahudileri öldürmelerine taraf olamam. Fakat bu gencecik Filistinlileri bu kadar ümitsizliğe, çıkmaza, çaresizliğe sevk eden zalim İsrail devleti suçludur bu intihar eylemlerinde. Yoksa hangi genç beline bomba bağlayıp kendini imha eder? Yılların haksız İsrail zulümüdür sorumlu tutulması gereken. 1916’dan beri Filistin halkına sistematik işkence uygulamıştır Yahudiler, insanda sağlam psikoloji mi kalır, sağlıklı muhakeme mi? Şimdi asla bir metrekare dahi toprağı Filistinlilere verme arzusu olmayan İsrail devleti 1967’den beri Filistin topraklarına yeni Yahudi kentleri inşa etmiş, milyonlarca Yahudi göçmeni İsrail’e bedava ev bahçe vererek Filistin topraklarına yerleştirmiş, büyük otoyollar, iş yerleri inşa etmiştir. Koca bir yalandır İsrail’in iki devletli bir barış anlaşması istediği. Bu yalan ile elli atmış yıldır dünya kamuoyunu oyalayarak Batı Şeria’ya daha da çok yerleşebilmektir amaçları. Bu intihar saldırılarının durmasi için Filistin halkının özgürlügüne kavuşması gerekmektedir. Gazze’deki Batı Şeria’daki aşılmaz utanç duvarları sökülmeli, insan hakları iade edilmelidir. Kölelik kanunları Güney Afrika’da olduğu gibi yok edilmeli, İsrail diktatörlükten kurtarılıp gerçek bir demokrasiye kavuşturulmalıdır. Filistinlilere yaptığı soykırım, hava bombardımanı, ev eve girip herkesi katletmeleri son bulmalıdır. Bunlar savaş suçlarıdır. Milasoviç gibi, Netanyahu, generalleri ve hükümet yetkilileri tutuklanmalı, savaş suçlusu olarak mahkemeye çıkartılmalıdır. Yeter artık yaptıkları zulüm, katliam, soykırım, sürgün! Ayrıca 1967’den beri bölgede Arap ve Müslüman olan her şeyi yıkmış yok etmişlerdir. Amaçları Filistin’den Müslüman kültürünü yok edip Arap ve Bebek katilleri adaletin önüne çıkartılmalı, oyun olmayan gerçek bir uluslararası mahkemede layık oldukları cezaya çarptırılmalıdırlar. 59 GAZZE’de Feryat... işte hediyem Necati Çavdar Gazze can derdinde feryatlar yürek dağlıyor Mazlum çaresiz, kendi yanıp, kendi ağlıyor Ümmet; birbirini yiyip tefrikaya dalıyor Başsız, paramparça, çıkış yolu arıyor Zalimler; kimi para saçıyor, kimi korku salıyor Zırhlara bürünmüş tüm gücüyle ablukaya alıyor Tarih tekerrür etmiş, sanki hendek savaşı Zalim, meydan okuyor, insanlığa karşı Siyonist çok şımardı, çok seldi Kendini aleme bin bela bildi Cümlemize, kutsallarımıza hakaret edip saldırıyor İmkânlarımızı, sayıp nimetlerimizle alay ediyor Nüfusumuza bakıp, nitelikliliğimize gülüyor Yönetimler esir, halklar çaresizce bekleşip seyrediyor Küfür, hizmetçilerini; Başımıza birer kahraman diye sunuyor. Hendek Harbi’ndeki Medine gibi Gazze; kuşatmada, yanıyor Hendek kuşatmasındayız… Kahramanlar gönder, Ya Rab…! Yürekler paralıyor, can dağlıyor; Mescid-i Aksa’dan yükselen feryat Zalim; serbest… Mazlum; bağlanmış Umurunda değil ahlar… Vicdan dağlanmış Tek başına terk edilmiş, Mazlum pek zorda Yönetimler pısırık, Tüm insanlık darda …. İnsanla değil tüm kâinatla savaşıyor Pervasız… Sanki bütün cihanı test ediyor… ….. Kuzu postuna sarılmış kuduz kurt misali Saldırıyor ağzında salya, sözde barış(!) timsali Güçün maşaları; zalime taziyeye koşuyor Utanmıyor mazluma; “Kınama” geçiyor …… Şartsız “Teslim olun” diyor zulmün elçileri İmanla direniyor, Aksa’nın yılmaz bekçileri Dünyayı ele geçiren küresel eşkıya destekli zalimlere Donanımlı Küffara karşı Gazze çocukları, Ali misali... Mübarek Ramazan, Cennetle satıyor canları… Bebek, genç, yaşlı iman için akıyor kanları …. Dün destan yazdı Çanakkale’de “Bedrin aslanları” 60 11. Yıl Cihana gösterildi vahdetin güvencesi Hey hat… Hükümranlık kuşatmada… Gövdeyi lime lime edilip kesildi baş Beyin darmadağın, göz çıkarıldı yarıldı kaş Mülk; santim santim parçalandı, alem perişan Ortaya saçıldı o an sanki kitabın tüm hecesi Mazlum; sahipsiz. Zalime gündüz, garibin gecesi …. Ümididir “Esir” Aksanın “Kilitlenen” Ayasofya Vahdet çizgisi; Kabe, Aksa ve Ayasofya Haramiler yol kesip, dilim dilim dildiler Kendileri birleşirken, milleti bölük bölük böldüler BİZİ AFFET YA RABB! Ümmet, başsız, Küffar elinde oyuncak… Mazlum yardım arıyor, gelse kalkacak Saldırıyor durmadan koymuyor taş üstünde taş Can veriyor; korkmadan çoğu daha ham traş Parçalanıyor masumlar ne kol kalmış, ne baş Söndürür mü ki ateşi, gözden akan iki damla yaş..? Her yer toz duman, duyulmuyor mazlum sesi Yakıyor yürekleri, son verilen bebek nefesi Vicdanlar kanasa da cihanın çıkmıyor sesi Mazlumun tepesinde bi de maşa, zalim Sisi Güçlü yanında saf tutmuş fırıldaklar Korkuyor, siniyor tüm münafıklar Güçlerini boşa harçıyor kimi saflar Peygamber kabrini bombalıyor, ahmaklar Yağ peşinde uluslararası zavallı vakvaklar Zalim, ufak direnişe çıldırıp söndürüyor ocak Ödlek ve korkak, bir nefes üf desen uçacak Ufacık birliğe tahammülü yok, her an kaçacak Adeti o...Vahdeti görse; çıngı çıngı aleme saçılacak Ya Rab..! Coğrafya, param parça Ümmet bölük bölük Kalkamıyor sanki lök Yürekler, mahzun.. Türkistan’da ah var.. Afgan’da yangın Irak, Suriye ateş içinde Peygamberlere mesken kutlu Kenan diyarı Çağın zalimlerince tutsak, can çekişiyor… Analar feryatta, ataların parçalanıyor yüreği ………….. Ümmet, aciz Mazlum yaralı İnsanlık sukun Ezanlar mahsun Kandiller, cılız. Mabetler esir Zalimler cesur… Bakınıyor, can veren mücahit gelen var mı diye Aranıyor, mazlumlar halimiz soran olmuyor, niye..? …. Biz gelmiyor, gelemiyoruz Ebabillerini gönder Şu Kadir Gecesi’ndeki “iş” aşkına Esir Aksa şahit… Miraç’da olanlar hürmetine Kudüs önüne yetişir, Adalet timsali bir Ömer Ya Ali misali bir Er… Ya da Salahattin gönder Küfrün planlarını tümüyle tersine dönder …………. Ümmet, aynı gün oruç tutup bayram etmiyor Kardeşin derdiyle dertlenip ona yetmiyor Filistinli masum gencin kanı, bebenin son nefesi İhtiyar dedenin şahadeti, hamile ananın çığlığı Bir mukaddes dava ki bedeli; Şehit canı… ………. Katilin; kesmek, doğramak en belirgin sanatı Masum çığlığı milletlerin vicdanını kanattı Süleyman duvarına yamandı terörist Zevali yakın, mabede işedi Siyonist Sanma ki bu devran hep böyle döner Yeniden çizilir harita her şey aslına döner Siner zalim.. Durur ahlar, gözyaşı diner Sermayesi para, desise, aleme; tuzak Yolu yol değil İbrahim yolundan uzak Siyonistin planı, yalanı; Arz-ı Mevud Zulme razı olmaz ne Süleyman ne Davud Siyonist, meydana çıksa ödü patlıyor Duvarlar çekip kendini, hapsediyor “Açıkça çıkıp” toplu halde savaşamıyor Allah, tek tek vasfını saymış, ilan ediyor ”Tahkim edilmiş yerlerde/ duvar arkasından harp ederler” Diye hali, Furkan’da çoktan açıkça resmediyor. “Etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa” Hedefte taşı, toprağı, her canlı masum Hiçbir kural tanımıyor, edepsiz zalim Sadece insanla değil savaşı Allah’a mı yoksa? Sırlar içinde sırlar, sırları bürür Akılla çözülmez, işler o ana, yürür Evliya diye öne çıkanlar, aynı camiye gitmiyor Liderler; güce gerdan kırıp, halkın isteğine gitmiyor Elbete bilginler üstü Bileni bilir Her şeye gücü yeten Kadiri, görür Kimileri, ilahi ikazı bırakıp birilerini dost ediyor Mazlum yüzüstü, doğrudan zorbanın yanına gidiyor Dert bir değil… Yıllar varki başlayan bitmiyor Söner mi sanırsınız vahyin ışığı Varken can feda onca dava aşığı Ne kadar sürecek zillet, bu hal..? Parça parça edip kuşatılar Hilal’i Esaretteyim, halim harap, ne diyem? Yeşermesin diye budadılar Çınar’ı Sustu dil, kurudu göz pınarı Ya Resül… 21. asır, aylardan Ramazan Bu gün Kadir, indi kurtarıcı Kur’an Miraç diyarı Aksa’ya için doğranıyor can Ümmet; çaresiz… Duada, umarlar; rızan.. Bu asırda Bu ay Bu gün Bu saatte Divan’e der: Yüzüm yok, çaresizim başka ne diyem İkbal misali işte sana bir tek hediyem..!!! Bu dava kalır; sahipsiz öksüz; sanma Mevla; unutmaz… Erteler, amma Kibirli zalim… Güçlü sanır… azarda azar İnsan unutur Hak, unutmaz, yazar Kin denizini kabartıp, yürekler sızlar Kanla kendini boğacak mezarını kazar Zulüm artınca zalimin zevali tez gelir Unutma ki, Şem’ûne’l-Gâzî’ler var Belki Hak’ın biçtiği müdeti var Elbet zalime olur, yer yüzü dar Yakın olur, Hakkın vaat ettiği zafer Direnip sabretseniz, mutlak kazanacaksınız Kalsanız da, Şehit olsanız da kazanacaksınız. Dayanın güvenin yegâne kudret Allah’ın Vaadi, yakındır tek yardımcınız Allah’ın... 61 11. Yıl Müslümanca Duruş Yapay acılar çeken modern zaman müslümanlığımızın kulağını çeken üstadlardan yoksunuz. Tabiri caiz ise yitik bir nesiliz biz. Nuri Pakdil’in “Klas Duruş”undan nasibimizi alamadık. Rasim Özdenören’in “Müslümanca Yaşamak” kitabını günlerce yanımızda dolaştıramadık. Vampir, büyücü, kurtadam, cadı, hobbit, elf, cüce gibi mistik hikayelerin kurgularında kaybolduk. İlmihal okumak, fıkıh bilgilerini öğrenip bizi içten dışa kuşatan İslamiyetin esaslarını öğrenmek yerine olmayan dünyaların hülyasında gezindik. Yaşadığımız şehrin büyüklerinden dua almak yerine stres atmak için sinemalarda, adrenalin yükselten parklarda zaman geçirdik. Önüne sınavlar dizilerek dizginleri okula bağlanmış çocuklarız biz. Tabiri caiz ise toplu sınavlar nesliyiz biz. Dinlediğimiz kadarıyla anne babalarımızın çektiği sıkıntıların, tarih kitaplarından okumanın yerine dizilerden izlediğimiz darbeli dönemlerin tozu var yalnız üstümüzde. Kırklı yaşlarındakilerin canhıraş şekilde ettiği şükürlerin yanına ekledikleri “Allah bir daha göstermesin!” dualarını anlayamayız. Klişeleşmiş cümlelere saplanıp kalmışız; sürekli kınıyoruz, kabul edilemez diyoruz, bu kadarı da fazla, bir dur demek lazım diyoruz, demekle kalıyoruz. İrem Özal 62 11. Yıl Kendimizi donatamadığımız Müslümanlığın, televizyon programlarında yaşam felsefesi, iyi niyet formülü olarak yayılmasını izliyoruz. Tabiri caiz ise ekran nesliyiz biz. İçi boş hikayeleri değiştiğimiz menkıbelerin verdiği derslerden sınıfta kaldık. Umudunu bize bağlamış büyüklerimizin kendi hayatlarında ayakta durabilmek için edindiği tüm bilgiler bir tuş uzağımızda ama aklımızda hiç yerleri yok. Cumaları namaza gitmekten, kandillerde mevlüd dinlemekten öteye giden hiçbir ibadetin günlük hayatımızdaki yeri sabit değil. İslamiyet denizinden kovulmuş karada alabora oluyoruz. Kutsal mekanlarımız müze oluyor, camekanlar arkasından bakıyoruz “kutsal”ımıza. Tabiri caiz ise kültür nesliyiz biz. Kültür turları düzenleniyor Yemen’e, Halep’e, Endülüs’e, Hindistan’a ve işgal altındaki ilk mescidimiz Aksa’ya; Kudüs’e… Gezelim görelim programlarında öğreniyoruz devasa kapıların mermerlerine işlenen duaları. Biz bizi tanımazken yabancı kültürler tanımaya heves ediyoruz. Etrafımızdaki kalabalıklara baka baka geziniyoruz İslamiyetin köklerini saklayan diyarları. Hiç aklımıza gelmiyor özümüzle aramıza çektiğimiz camekanların kutsalımızı korumaktan ziyade bizi uzak tutmaya yaradığı. Kendini eleştirmek kolay… Şu yazdıklarımı okuyan herkes hafiften vahlanarak onaylayacaktır. Özeleştirimizi yaptığımıza göre artık hayatımıza geri dönebiliriz. Hiçbir değişiklik yapmaya ihtiyaç duymadan söylene söylene yaşıyoruz. Kendimizi temize çekip sonra da köşeye çekiliyoruz. Oysa apaçık bir yükseliş var dünyada. Ruhları sıkışan zalimlerin bomba olarak etrafa saçtığı bir öfke var. Tohumları, o okumaya erindiğimiz tarih sayfalarında atılmış, Türkiye’yi girdaplara sokup çıkaran, her başını doğrulttuğunda ayağına taş koyan bir öfke. Şimdi önündeki taşları temizlerken kaybolan değil o taşlarla yükselen bir Türkiye var. Hatta başını öyle bir kaldırdı ki artık etrafına bakabiliyor. El uzatılmasını bekleyenlere bakıp başını çevirmek yerine kucak açıyor. Peki onlarca yıldır yükselen zalimler Müslümanları mazlum hale sokarken kendi girdaplarıyla uğraşan bizler şimdi ne yapıyoruz? Neyi farklı yapıyoruz? Biz, bizden öncekilerin anlattığı yaşanmışlıkların tozundan silkelenmek için çırpınırken, mazlumların kanları sıçrıyor üstümüze. Bizden sonrakilere bıraktığımız şeyin tozdan daha ağır olacağından korkmuyor muyuz? “Hesap günü var!” “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye slogan atıyoruz. Yüreğimiz soğuyor mu? İçimizde bizi baltalayan bir his var. Yaşayışımızı hissiyatımıza göre şekillendirmediğimiz için bizi cezalandıran bir ruh var. Hesap günü yalnızca zalimler için dehşetli değil. Biz Müslümanların onlardan çok daha fazla korkması gerekiyor. Biz “bilmiyordum” diyemeyeceğiz, “bana kimse öğretmedi” diye yakınamayacğız. Elimizin altında her şey, gözümüzün önünde. Zalimle karşılaşanların imtihanı çok çetin olduğu halde onlar İslamiyetten vazgeçmezken, zulme uğrayan Müslüman kardeşini gören bizler imtihanımızı nasıl vereceğiz? Onlar “Bizim için üzülmeyin! Nefesimizin sonuna kadar Hakkı söyleyeceğiz, ölürsek de şehit olarak Rabbimize kavuşacağız!” derken, “hacı dede”lerimiz lal olmuş dillerimizi yanmaktan kurtaracak mı hesap günü? Hangimizin başı Gazze’de elinde kendi boyu kadar tüfek olan İsrail askerine çıkışan çocuklar kadar dik? Hangimiz elleri bağlanıp suya atılan Uygur Türkü çocukları kadar cesaretle haykırıyor müslümanlığını? Hangimiz her an yenisi bulunacak diye korku ve ümidi kursağında bekleten Bosnalılar kadar savunabiliyoruz teslimiyeti? Hangimiz Somali’de bir yudum su için üç gün yürüyen teyze kadar sadığız namazımıza? Yitik bir nesliz biz tabiri caiz ise... Görüp ibret almayan, görüp karşı durmayan, görüp feryad etmeyen, görüpte yalnız suçlamakla yetinen yitik bir nesliz. Onurumuzla itiraz etmeyi beceremeyip holiganlığa döküyoruz. Neden? Çünkü biz kendimizi İslamiyetle donatmak yerine bizi sindirmeye çalışanlarla uyumlu olmaya çalıştık. Biz, kendimizi Ehli Sünnet itikadı üzerine yetiştirmek yerine “dedem hacı” gösterişleriyle yetindik. Biz, kendimizi esen yelden sakınırken zalimler saldırmak için ilim başlığında bahaneler topladı. Toprağımızdan, adetlerimizden, aile düzenimizden, yaşam şartlarımızdan yani şah damarımızdan etti bizi. Onca kurgulanmış, çoğu umduklarından daha yüksek başarı sağlamış zehirlere rağmen, hala içimizde sürüklenip gitmeye direnen bir his var. İşte biz yitikliğimizden sıyrılırsak, ancak bu hisle sıyrılacağız. Ancak aklımıza yatmayan düzenin dışına çıkabildiğimiz an, suretimizdeki çarpıklığın farkına varacağız. 63 11. Yıl Peki ya “Müslümanca Duruş” ne demek? Bize Türk adetleriyle harmanlanarak aktarılmış, ayıp olur diye öğretilmiş, günü atlatmak için okutulmuş her İslami bilginin özüne dönmek demek. Yani aslımızla suretimizi kavuşturmak demek. Edebiyatımızın gözler dolduran, yürekleri sızlatan yürekli şairi Mehmet Akif’in, hasreti acıtan, her cümlesi güç katan kalemi Necip Fazıl’ın ahını yerde bırakmamak demek. Akif İnan’ın dizelerinden Kudüs’e uzanan eli tutmak demek. Selahaddin Eyyübi’nin, Abdülhamit Han Hazretleri’nin mirasını sahiplenmek demek. İçten dışa ömrümüzün her nefesini kuşatan İslamiyetle sarmalanmak demek. Önce her adımda Bismillahirrahmanirrahim demeyi öğreneceğiz yeniden. Abdestin farzlarından başlayacağız fıkıh bilgilerini öğrenmeye. Yunus Emre’nin ilahilerindeki manayı onlarca sene dümdüz kestiği odunlardan öğreneceğiz. Bir hadisi şerifin müjdesine kavuşabilmek için bedeninin yaşını dinlemeyip İstanbul suralarına dayanan Eyüp Sultan Hazretleri’nin şevkini bulacağız içimizde. Bey ve Şira yani alışveriş bilgilerindeki İslami inceliği katacağız her işimize. Kerahat vakti mahmurluğundan, sabah namazını kaçırmaktan, İslami değerleri hiçe sayan işleri övmekten, gıybet etmekten, yemeği pişirirken Liilafi okumayı unutmaktan, komşu hakkını umursamamaktan, her işe omuz çekmekten kurtulacağız. Sonra en başta bizi baltalayan, aklımızı kurcalayan her şeye tekrar bakacağız. Zaten arındığımız zehir berrak sudaki balçık gibi kendini gösterecektir. Olduğumuz yerden ona bağırmak, onu suçlamak yerine gireceğiz suya. Tüm müslümanlık bu balçıktan arınana kadar temizlemeye, temizleyene el vermeye, suyu berrak tutmaya devam edeceğiz. Kalbimizle buğz ettiğimiz, sloganlar atıp evimize döndüğümüz, söylenip söylenip değiştirmediğimiz her şeyin karşısına dikileceğiz. Kendimizle yüzleşebilirsek Gazze’de elindeki bayram harçlığıyla şehadete kavuşan 64 11. Yıl çocuğun yüzüne bakmaya cesaretimiz olur. Kendimizle yüzleşebilirsek açlıkla sınanan beldelerde çocuklarına orucu öğretmeye çalışan annelerin sırtında bir el de biz olabiliriz. Kendimizle yüzleşirsek bizimle uyumlu görünüp sonra çarpık fikirlerini empoze eden, “hoşgörü”yü bize öğretmeye kalkanlara karşı durabiliriz. Müslümanca Duruş’u ancak kendimizle yüzleşirsek sahiplenebiliriz. Eleştirdiğimiz benliğimizle sindiğimiz duvarların ardından değil karşısına dikilerek hesap sorarsak ancak Müslümanca Duruş sahibi olabiliriz. Dünyadaki Müslümanlara el uzatmak ancak onların işgal altındaki vakarlı duruşlarını aynı şekilde cevaplayabilirsek mümkün. Yoksa Arap Baharı ile Rabia meydanından özgürlük için nöbet tutan Mısırlı kardeşlerimizin düştüğü zindanları yıkamayız. Yoksa Hanzala’nın enkazlardan sıyrılmış bir geleceği olacağına düşünemeyiz. Yoksa yoksul halklara yardım ederek ancak yoksulluklarını sürdürmelerini sağlamış oluruz. Yoksa Elhamdülillah Müslümanım derken, Müslümanlığı ezmeye çalışanlara karşı duramadım da demiş oluruz. Yoksa mizanda günahlarımız tartılırken, Allah muhafaza, bir yetimin gözyaşı ile zalimlerin zümresine yazılır adımız. Kusurlu olan insandır, İslamiyet değil. Fakat Müslüman kusurlarını secde ile örter, sadaka ile saklar. Müslüman baştan başa edeptir. Edep perdesi yırtılmışların vahşet fotoğraflarına bakabilmesi, üçüncü sayfa haberlerini rahatça okuyabilmesi, katletmeyi, hırsızlığı, iftirayı hoşgörmesinde abes bir şey yoktur. Müslüman dediğinizin bunlardan gönlü incinir. Gönlü incinmiş Müslüman da ancak Hz. Ömer gibi hiddetle karşı durur. Müslümanca Duruş sahabe efendilerimizin halleriyle hallenmekle olur. Biz yitik bir nesiliz, ancak kulağımız çekilipte biz kendimizle yüzleşince İslam coğrafyası huzur bulur. Hesap günü boynumuzu eğip mazlum kalmak istemiyorsak, bugün mazlum olan Müslüman kardeşimizin yanında Müslümanca Duruş sergilemeliyiz. Yoksa vay halimize… 65 HAYATTA KALIRLARSA EĞER… ”Savaşın içerisinde geçen bir çocukluk ya da ergenlik dönemi geleceğe nasıl bir Ümmet profili çıkaracak ?“ Günümüzde yaşanan savaşların, terör saldırılarının ve politik çatışmaların masum kurbanları çocuklar... Sürekli hayatta kalma mücadelesi veren, her gün bomba seslerinin içerisinde uyanan, yakınlarının acılarını paylaşan, bire bir savaşın, kan ve gözyaşının o soğuk yüzü ile defalarca karşı karşıya kalan Ümmetin Çocukları... Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun, oyun oynaması ve hayal kurması gerekirken büyüklerin acımasız oyun bozan saldırılarına maruz kalan, an be an solan, minicik sırtlarına ezilesi yükler yüklenen, kamburlaşan belini her an dik tutma mücadelesi veren, dimdik yürekli Ümmetin Çocukları… Ölümün o soğuk nefesi ile defalarca karşılaşan ve defalarca ölüme meydan okurcasına dirilen bir davanın çocukları, Ümmetin Çocukları... Yani Ümmetin Geleceği, dinin sahiplenenleri, İslam’ı yarınlara taşıyacak olan, gözümüzün nuru, umudumuz, yarınlarımız Ümmetin Çocukları... Bu can havlinin içerisinde düşünemediğimiz, gözümüzden kaçan bir nokta olduğunu fark ettim. Savaşın içerisinde geçen bir çocukluk ya da ergenlik geleceğe nasıl bir Ümmet profili çıkaracak? Oldukça vahim bir tablo ile yüz yüze kalınca derinden irkildim… Hatice Bilici 66 11. Yıl Bu şiddet eylemlerinin çocuklar üzerinde yarattığı travmatik etkiler, onların fiziksel, psikolojik ve ahlaki gelişimleri üzerinde kalıcı zararlar bırakmakta. Çocuk ve ergenlerin travmatik deneyimler karşısında gösterdikleri tepkiler genel anlamda benzerlik gösterse de bu tepkilerin ortaya çıkış biçimleri, içinde bulunulan gelişim dönemleri açısından farklılaşabilir. Bu nedenle, savaş travmasının ardından yürütülen psiko-sosyal girişimler çocukların gelişimsel özellikleri dikkate alınarak planlanmalıdır. Bu çocuklar savaşlar bittikten sonra, her şey düzelmiş görünse de, savaşın izlerini hayat boyu taşırlar. Yaşamları süresince uzman bir çalışma ile destek alamazlarsa belki yetişkinlikleri boyunca, korkular, rüyalar, kabuslar, yaşadıkları olayların tekrar tekrar hatırlanması, ileri boyutta depresyon gibi olumsuzluklarla hayata devam etmek durumunda kalacaklar. Ümmetin Umudu çocuklar… Hayatta kalmayı başarsalar bile onları savaşın gölgesinde, depresyona itilmiş, korkularla süslenmiş, kabuslara yenik düşmüş bir hayat bekliyor. Elbette şu anda hayatta kalma mücadelesi içerisindeyken yarını düşünmeleri onlar için imkansız. Bizlerin ve sivil toplum örgütlerinin Ümmetin geleceği için savaş çocuklarının yarınlarını düşünmemiz gerekiyor. Savaş sona erdiğinde bu çocuklar için profesyonel ekipler tarafından destek sağlanmalı, bu konuda sivil toplum kuruluşları ile birlikte herkes elini taşın altına koymalı ve Ümmetin Geleceği çocuklara sahip çıkmalıdır. Zira yarınlara depresif bir bakışla yürüyen, öfke ve intikam duygusu ile sürekli hata yapmaya meyilli, kendine ve çevresine zarar verebilecek potansiyeli olan bir nesil kapıda. Maneviyatı güçlendirilmiş, profesyonel destek almış, ayakları üzerinde dimdik duran, öfkesine ve davasına sahip çıkabilecek, savaşın izlerini taşısa da yenik düşmemiş çocuklar, yani yarının büyükleri, yani “Ümmetin Geleceği” çocuklar ruhsal açıdan da sağlıklı ve yarına hazır olmalılar. Ekmek, su, giysi vermek kadar önemli onlara sahip çıkmak. Onlara çocuklarımız, yarınlarımız, geleceğimiz, Ümmetin Çocukları deyip sahip çıkmak... Dua edelim elbette buğz edelim her zerremizle ama harekete geçmek için geç kalmayalım. Ümmetin çocuklarına sahip çıkalım… Savaş yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da ciddi bir travmadır. Bu nedenle her yaştan insan travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterir. Belirtiler yaşa, bulunduğu ortama, travmanın şiddetine, çevre faktörüne göre değişir ancak ortak tepki özgüven kaybı ve öfkedir. Eğer hala eğitim alabilecekleri, gidebildikleri bir okulları varsa Okul Dönemi çocuklarda okul başarısızlığı ve okul fobisi gelişir, akademik başarısızlık, uyum problemleri, sosyal ilişkilerde bozulma, nedeni belli olmayan ağrılar ve depresyon görülebilir. Hayal dünyasında yaşayan bu dönem çocuklarının hayallerine dolayısıyla oyunlarına yansır savaş… Okul Öncesi çağda olan çocuklar yoğun korunma güdüsü ile hareket ederler. Bu dönem çocuklarında, savaş gibi büyük bir travma ile yüz yüze gelme, ailelerine iyice bağlanma, onlardan ayrılmak istememe, uyumama, yalnızlık korkusu gibi sonuçlar doğurur. Yakınlarını savaşta kaybeden çocuklarda içe kapanma, ilişki kurmama, sosyalleşme de ciddi problemler gelişir. Kabuslar görür ve maalesef bu kabuslar hayat boyu onun peşini kolay kolay bırakmaz. Zaten zor koşullarda atlatılan Ergenlik Döneminde savaş ortamında kalmak zorunda olan çocukların işi daha da zorlaşmaktadır. Bunalımları artabilmekte, hayata ve geleceğe dair umutlarını yitirebilmekteler. Kaybedecek bir şeyleri olmadığı kanısı ile hareket ederken kendine ve çevresine zarar verebilecek noktaya ulaşmaları mümkün olabilir. Henüz bir kimlik oluşturma mücadelesinde olan ergenler, savaş yaşantısı nedeniyle hazır olmadıkları bir yetişkin rolü üstlenmeye zorlanabilir ve bunun sonucunda kimlik karmaşası yaşayabilirler. Bura da inancın ve imanın ne kadar güçlü olduğu ve savaşa bir dava için mücadele verildiği düşüncesi ile yaklaşmaları kurtarıcı önem taşımaktadır. 67 11. Yıl Güneşin Doğduğu Yer: DOĞU TÜRKİSTAN Mehmet Sılay 68 11. Yıl Bundan kırk yıl önce siyah-beyaz televizyonda İpek Yolu üzerine hazırlanmış bir belgesel izlemiştim. Kaşgar şehrinin en büyük caminde bayram namazı kılınmıştı. Namazdan sonra caminin abidevi cümle kapısının üzerine çıkan davul-zurna ekibi neşeli bir yerel hava çalmaya başladı. Hoşumuza gitmişti ama asıl bizi şaşırtan bu geniş cümle kapısından çıkan başta imam olmak üzere küçük-büyük, genç-ihtiyar herkes bir sağa bir sola dönerek oynamaya başladı. Gülüşerek birbirimize “bakın, bakın!” deyip televizyon ekranını gösteriyorduk. Oyun, davul-zurna eşliğinde kollarını açarak iki yana dönmeden ibaretti. Bizdeki Mevlevi semazenlerinin tamamlanmamış ilk hareketlerine benziyordu. Mekân caminin önüydü ve taş döşeli geniş bir meydandı. Bayram Müslümanların en mutlu günleriydi. Biz memlekette bayram namazını kıldıktan ve iki tarafa selam verdikten sonra ilk yaptığımız cemaatten yanımızdaki Müslümanın elini sıkarak bayramlaşmak olurdu. Sonra da sıraya girerek mihraba doğru camiye gelmiş olan müftü, vaiz, imam ve uzayan sıradaki herkesle “bayramınız mübarek olsun!” deyip teker-teker ellerini sıkarak bayramlaşırdık. Ancak bayram ruhuna uygun olarak, sevincini, mutluluk ve memnuniyetini vücut hareketiyle dışa vurmaktan daha normal ne olabilirdi. O gün Kaşgar’da ve bayram neşesi içinde olan Müslümanların arasında olmaya o kadar özenmiş ve imrenmiştim ki: Allah bu gönülden isteğimi makbul dua olarak kabul buyurmuş. Kırk yıl sonra o camide on bin kişiyle birlikte mü’minlerin bayramı olan bir Cuma namazını kılmayı bize nasip ediyordu. Binlerce Müslüman birlikte mihraptan giriş kapısına kadar, sofa olduğu gibi ve kilimlerin serili olduğu, kenarlarından suların çağıldadığı geniş namazgâh dış kapıya kadar doluydu. Kalecikli Mehmet Doğan’la birlikte elimize geçen kilimi beton üzerine serdik, ayakkabıları kenara topladık ve böyle mahşeri kalabalığın arasında kendimize yer bulabildiğimiz için Allah’a şükrettik. Sonuna yetişebildiğimiz vaaz Uygur Türkçesiyle verildi. Azeri şivesinden sonra en kolay anlaşabileceğimiz ve Anadolu Türkçesine en yakın Uygur şivesi. Müezzin ezanı Bilal Habeşi gibi makam gözetmeden dümdüz okuyor. Hatip cemaate hutbeyi yalnız ayet ve hadisler okuyarak veriyor. Arabistan’da neredeyse bir saat süren hutbe, Kaşgar’ın bu en muhteşem camiinde on dakika sürüyor. Kurban ve Ramazan Bayram namazları hariç on sekiz yaşına kadar reşit olsa dahi camileri girmesi yasak. Din bilgisi eğitimi kesinlikle yasak. Kur’an kursu Çocuklarına evinde dahi Kur’an öğretmeye kalkan baba ihbar edildiği an cezalandırılıyor. O bir devrim karşıtıdır ve bilinmeyen bir çalışma-toplama kampına götürülür. Hangi kampta olduğu, evine geri gelip-gelmeyeceği veya ne zaman geleceğini aileden kimse bilmez. Dış kapıya yakın bazı kadın ve erkeklerin kapağı açık su şişeleriyle duruyor ve yanından geçen bazı Müslümanlar da şişeye doğru üflüyorlar. Dualı su niyetiyle evdeki hastalara götürülüyor. Bizim Ataköy Zuhurat baba kabrinde yapıldığı gibi. Temel din kültürü olmayan veya alamayan kesimlerde böyle uçuk inanış ve batıl davranışlar oluyor. Yıllar önce televizyonda gördüğümüz meydana çıkıyoruz. Dönüp İydgah camisinin büyük kapısına ve namazdan çıkan cemaate bakıyoruz. Allah’a hamd ediyor ve meydanda hatıra fotoğrafları çektiriyoruz. Meydanın sınırları içinde ve ana yol kenarında üç otobüs dolusu polisin muhtemel bir eyleme karşı namaz dağılıncaya kadar beklediklerini görüyoruz. Asırlardır süren baskılara rağmen, İslam mülkünün tapu senedi olan camiler böyle müminlerle dolduğu sürece Kur’an ahkâmı Şarki Türkistan’da kıyamete kadar var olacaktır. UYGURLARI TANIYALIM? Asya’nın geniş düzlüklerinde göçebe olarak yaşayan Uygurların vatanı Doğu Türkistan’dır. Uygurlar, Turani boylar içinde ilk önce yerleşik hayata geçen, şehirler kurup, şehirde diğer topluluklarla birlikte yaşama pratiğini başlatmışlar. Çinlilerle en yakın sınır komşusu olan Uygurlar, Çin baskı ve işkencelerinden korunmak için bir araya toplanmaya başlamışlar. Devamlı Çin baskısı onları birlikte yaşamaya ve şehir ve kasabalar kurmaya zorlamış. Hayvancılığın yanında toprağı da işleyerek tarıma başlamışlar. Mimariyle birlikte sosyal ve kültürel hayat hızla gelişmiş. On sekiz harften oluşan ilk alfabelerini, tahtadan yaptıkları klişelerle kağıt baskılar üzerine yazılan kitapları Türkistan’da okunmuş. Eğitime önem vermişler. İlim ve düşüncede asıl İslam’a ve İslami harflere geçtikten sonra atılım yapabilmişler. Dilde ve düşüncede bin yıl önce yaşamış Uygur Müslümanlarından geriye kalan eserler dünya klasikleri arasına girmiş. Hazar Denizinin kuzeyindeki Karaim Yahudileri İbrani değil Turani kökenlidir. Keza yine Turanilerden Bulgarlar, Macarlar ve Gökoğuzlar (Gagavuzlar) Ortodoks Hristiyanlığı benimsemişler. Uygurlar başlangıçta Mani (Maniehizm) ile Budizm arasında gidip gelmişler. Maniehizm’de reenkarnasyon-Tenasuh yani ölümden sonra başka birinin bedeninde doğma, yeniden dirilme inancı esastır. Bu batıl inancın tortusu Anadoluda ( ağaçlara, çalılara çaput bağlama vs.) günümüze kadar şaman alışkanlıkları içinde uzanabilmiştir. 768 den 807 yılına kadar Uygur Kağanı ile Çin imparatoru birlikte bu dini yaymak için şehirlere Mani mabetleri inşa etmişler. Ancak Maniahizm diğer dinlere karşı sert bir tavrı vardı. Diğer inançlara karşı tahammülsüzlüğüyle toplumsal kabul görmedi. Yün kumaş, pamuklu bez, keçe, halı ve ipek kumaşlar Uygur tezgâhlarında dokunurdu. Uygurların Talas savaşından sonra İslam’la tanışmaları tam bir devrim niteliğindedir. Dilde, sanatta ve düşüncede kalıcı eserler bırakmışlar. Çince, Farsça ve Arapça’dan yeni ve klasik eserleri Uygur lehçesine çevirmeye başlamışlar. Bugün Uygur lehçesi İslami harflerle-Arap harfleriyle yazılır. Talas zaferinden sonra iç dinamiklerin sevkiyle Turaniler Batıya doğru göçmeye başladılar. Türkler içinde yalnız Uygurlar Batıya yönelmeyip, Doğu Türkistan’da yaşamayı tercih etmişler. Çin Seddini aşarak yağma ve talan için büyük ordularla üzerlerine gelen Han Çinlileri Hıtaylara karşı daha fazla mukavemet edememişler. Bu arada hiçbir Türk veya İslam ordusu da yardım maksadıyla Çin üzerine yürümemiş. Emir Timur’un 1403 yılında ve yarım kalan seferi hariç Çin üzerine yürümek kimsenin ilgisini çekmedi. Müslüman Uygurlarla birlikte yaşayan Kırgız, Kazak, Özbek, Tacik, Türkmen ve Moğol Müslümanları da asırlardır kaderlerine ve Komünist Çin’in insafına terk ediliyordu. Bugün hepsi de İşgal altında fakat din ve kültürlerini korumaya özen göstererek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Okumayı seven, çalışkan ve gayretleriyle göze çarpan Uygurlar, kendi edebiyatlarını da geliştirdiler. Asırlarca bağımsız devletleriyle yaşayan Uygurlar en son 1944 yılında kurdukları bağımsız Doğu Türkistan Cumhuriyeti 1949 yılında Mao’nun iktidarıyla birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin işgali altına girmiş. Bugün Uygurlar, Çin baskısı altında dinlerini yeterince yaşayamadıkları ve dini gelenek, eğitim ve kültürlerini özgürce sürdüremediklerinden şikâyet etmekteler. ASYA’NIN KALBİNDEKİ ŞEHİR: URUMÇİ Emre, Ediz ve Altuğ beyler bizden önce Yeşilköy havaalanına gelmişler. Kucaklaşıyoruz. Yolculuklarda öncelik yol arkadaşlarıdır sonra yol. Kalecikli Doğan bize Arap atasözünü hatırlatıyor “Evvel refik bade tarik!” Gidişimiz Urumçi ve Kaşgar’da açılan bir Uluslararası Fuara rastlıyor. Ev sahibi programı hazırlamış, bize uymak kalıyor. Çin Havayolları uçağına “Bismillah”la biniyoruz. İstanbul ile Urumçi arasında beş saat fark var. Gece yarısı uçağımız kalkıyor. Sıcak bir gün ortasında yani öğlene doğru Asya’nın kalbindeki şehir Urumçi’ye ulaşıyoruz. Tarihi açıdan Urumçi, aslında bir garnizon şehir. Çin ordularının Batıya açılan kapısı. Geniş bir ova üzerinde kurulmuş sulak bir yerleşim yeri. Bizim Konya gibi yokuşu ve tepeleri olmayan düz caddelerde bol miktarda akaryakıtla değil akü ile çalışan binlerce motosiklet, mobiller ve bisiklet trafiği var. Gürültü ve hava kirliliği yok denecek kadar az. Bugün Doğu Türkistan’ın başkenti olan Urumçi, asırlarca Çin ordularının dinlenme, eğitim ve ikmal merkezi olmuş. Diğer tarafta Urumçi göçebe Uygurların yerleşim alanıdır. Bu şehre asırlar boyu Çin ipeğini Avrupa’ya taşıyan, İpek yolunun kuzey güzergâhı üzerinde doğal bir ulaşım merkezi görevi verilmiş. Günümüzde Urumçi, coğrafi konumunun kazandırdığı üstünlük ve avantajıyla siyasi başkent yapılmış. Kara, hava ve demiryolu ulaşım yollarının kesiştiği stratejik önemi olan bir şehir. Yarıya yakını Müslüman olan üç milyonluk Urumçi, Şincan’ın en kalabalık şehri. Pasaport kontrolü ve kriminal incelemelere taş çıkartan arama, yoklama ve x-ray sistemden geçtikten sonra gümrükten çıkabildik. Zor bir memlekete geldiğimiz kesindi. Yüksek tavanlı oldukça geniş 69 11. Yıl salonlu ve büyük bir havaalanındaydık. Dış hatlarda en uzağı İstanbul olan çoğu yakın Bişkek, Almatı, Karaçi gibi komşu ülke şehirlerinden gelen uçaklardan başka göremedik. Tabelalarda gördüğümüz Arap alfabesinin burada kullanılması bizi sevindirdi. Türkistan’da İslami yazının Uygur lehçesiyle yazılması bir kolaylıktı ayrıca bizim için. Kapıda bizi üç kişi bekliyordu. Genç bir Çinli hanımefendi elini uzattı: -Hoş geldiniz! Ben Dong Fangyuan, tercümanınızım. -Hoş bulduk dedi Emre bey ve bizleri takdim etti. -Dong soyadım, Fangyuan da adım. Ama siz bana Seçil diyebilirsiniz! Bu adı bana Ankara’da bulunduğum iki yıl boyunca Tömer’de Türkçe öğretmenim verdi. Bu arkadaş da kameramanımız Şin Şav Len. Kendisi Müslüman asıl adı Ebubekr. Siz ona Ebubekir de diyebilirsiniz, Bu da şoförümüz! Üçü de bize sempatik geldiler. Minibüsümüz otele doğru yola çıktı. Emre beyle aramızda Çinceye aşina olan Ediz beyler tercümana sorular sorarak sohbeti ilerlettiler. -Fangyuan’ın anlamı, güzel kokulu bitki yani kekik gibi bir şeydir. Nihaav: Merhaba Haav: Güzel Hıınhaav: Çok güzel Şiyeşiye: Teşekkür ederim Nidamın zi: adınız nedir? Dubuçi: Affedersiniz Ve otel yolunda öğrendiğimiz son kelime de: Cu nii have kav: Afiyet olsun 70 11. Yıl Ayaküstü not alıp kullanmaya başladığımız bu kadar Çince bize yeterli geldi. Kalabalık yollardan ve yoğun trafiğin içinden sıyrılıp bir otel önüne geldik. Eşyalarımızla birlikte inip içeriye girdik. Bizi asıl gurubun başı olan omuzunda çantasıyla tipik bir Uygur, Veli bey bekliyordu. Kucaklaştık. Biz onu oda bizi anlıyordu. Şive ve fonetik farklılıklarda da tercüman Seçil hanım araya giriyordu. Bavullarımızı odalara bırakıp programı uygulamak üzere tekrar aşağıya iniyoruz. HIIIN HAAV-ŞİYEŞİYE Memlekete hediye olarak, Hotan ipeği ve atlas başörtülerle Hotan’dan çıkarılan yeşim taşından bilezikler alalım istedik. Emre Beyle birlikte kapısı meydana bakan meşhur bir Çin bankasına giriyoruz. Niyetimiz iki yüz Euro ve yüz dolar verip yerine Çin parası Yen almaktı. Merhum Turgut Özal’dan önce Türkiye’de üzerinde yabancı para bulunan vatandaş cezaya çarpılırdı, hatta hapis yatardı. Şimdi Sakarya meydanında para bozduranlar dolaşırlar, ayaküstü dövizi verir ve anında paranızı alırsınız. Çin’de tam kırtasiyesi bol bir bürokratik işleme tabiymiş. -Nihaaav! Merhaba diyoruz. Yarım ağız ve yüzümüze de bakmadan, -Nihaav! Diyor. Değiştireceğimiz dövizi gösteriyoruz. -Haav!-Güzel diyor. -Şiye şiye-Teşekkür ederim. Meğer Çin muamelatta daha betermiş. Para bozduracağız onlar önce pasaportumuzu istiyorlar. Veznedar hanım başka bir görevliyi çağırıyor fotokopileri alınıyor pasaportlarımızın. Biz kuzu gibi bekliyoruz. Memure asık suratlı bir hanım. Çok ciddi bir bürokratik işlemi yavaş çekim sürdürüyor. Cam altından bize her yüzlük için üçer sayfa uzatılıyor. Boş yerleri dolduruyor ve sağ köşesine imzalarımızı atıyoruz. Tekrar umut ve sıkıntıyla bekliyoruz. Biz işlemlerin nihayet tamamlandığını Yenlerimizi alıp çıkacağımızı sanırken Bölümün müdürü geliyor. Mührünü çıkarıyor ve bizim doldurduğumuz evrakları inceledikten sonra mühürlüyor. Kasanın önüne çağırıyorlar. Veznedar verdiğimiz yabancı paraları son bir kere daha inceliyor. Nihayet Yenleri yavaş yavaş sayıp cam altındaki çukurluktan bize uzatıyor. Tam bir saatte yüz dolar gibi küçük bir para uzun bir işlemden geçtikten sonra karşılığı Yen olarak bize uzatılıyordu. Derin bir nefes alıyoruz. İllellah diyoruz ikimiz de. Serbest zamanımız heba oluyor. Yine de usulen teşekkür edip ayrılırken bizi uzun uzun bekleten şerefsiz veznedar alay eder gibi el sallıyor ve teşekkür ediyor: -Şiyeşiye! Şiyeşiye! -Şiyeşiye diyoruz. Hem de sülalenizi Şiyeşiye! Yanlış anlaşılmasın, doğru tercüme edelim. Adamın tüm ailesinin ayrı ayrı hatırını soruyor ve ona hasseten teşekkür ediyoruz. BALASAGUNLU YUSUF Türk-İslam Kültür Tarihinin ilk eserlerinden Kutadgubilik kitabının yazarı. Kutadgubilik, “Kutlu veya Mutlu olma bilgisi, Mutluluğun sanatı veya Mutluluğun Kitabı demektir. Yusuf Has Hacip, Kırgızistan’ın Balasagun şehrinde doğmuş. Temel eğitimini burada almış. 1077 tarihinde ve 60 yaşında Kaşgar’da vefat etti. Çağın ilim ve kültür dili olan Arapça ve Farsçayı öğrenmiş. İyi bir eğitim görmüş. Eserin ilk el yazması nüshası Uygurcadır. Eser mesnevi tarzında kaleme alınmış. 6645 beyitlik eser bir ilktir. İlk oluşuyla fevkalade önemlidir. O günden beri Türkçe yazan yazarların piri Yusuf Has Hacip’tir. Doğu Türkistan’ın 1949 yılındaki işgalinden sonra Mao Kültür Devrimi’nde Kaşgar şehir merkezinde cami ve medreselerden önce, kazma-kürek ilk yıkılan Yusuf Has Hacib’in Kabirgah’ı olmuştur. Kitabın önsözünde bizlere verdiği dersi yeniden paylaşalım: “Doğan ölür. Ondan eser olarak Söz kalır. Sözünü iyi söyle ölümsüz olursun!” Ondan günümüze nice İmparatorlar, hükümdarlar, cihangirler, Karun gibi zenginler, güçlüler gelip geçti dünyadan. Hiçbirinin adı hatırlanmıyor. Ama şüphesiz Kutadgubilik dolusu iyi sözleriyle Balasagunlu Yusuf kıyamete kadar yaşayacak. Çünkü yazılan her eser, önce yazıldığı Dil’e hizmet eder, sonra da Din’e hizmet eder. Hangi dalda olursa olsun maksat Kutadgubilik’ten alacağımız derse uygun olmalıdır. Eşsiz bir siyasetname ve nasihatname olan Kutadgubilik adlı eserin defalarca Arapça ve Türkçe baskıları yapılmış. 1077 tarihinde ve 60 yaşında Kaşgar’da vefat etmiş. Eski Kaşgar şehir merkezinde bulunan anıt mezarını ziyaret ediyoruz. Rehberimiz Kabirgah’a geldik diyor. Huzuruna giriyor, ruhuna bir aşr-ı şerif ve birer Fatiha ikram ediyoruz. Tarihi süreçte Yusuf Has Hacib’in mezarı Çin istilasında ve depremlerde defalarca tahrip olmuş. Her seferinde de Uygur Müslümanları Yusuf Has Hacib’e sahip çıkarak mezarını yeniden inşa etmişler. 1990 yılında da meydana gelen Kaşgar depreminde duvarları çatlamıştı. Fayansla döşeli mezarı, dış kapıda kalkanlı-sopalı askerler bekliyorlar. İki yanda salkımların sıralandığı asma ağaçları gölgesinde yürüyerek türbeden çıkıyoruz. İYDGAH CAMİİNDE Daha önce merak saikıyla gelip yoklamıştık. Cemaat henüz gelmeye başlamıştı. Mihrabın ve minberin bulunduğu iç bölüme kadar hazırlanan namazgâh müminleri bekliyordu. Kenarında gölge veren ağaçların yükseldiği arklar ve dar hendeklerden sular çağıldıyor ve tepemizde kuş sesleri. Kısa süren çarşı gezisinden sonra tekrar geldiğimizde neredeyse İydgah Camii’ne girmekte zorlanıyoruz. Kalabalık içinde grup dağılıyor. Doğanla birlikte içerilere doğru ısrarla yürümeye başlıyoruz. Aranıyoruz. Güneş çok sert ve yakıcı. Saçakların altına yaklaşırken önümüzde ince-uzun bir kilim görüyoruz. Bir ucundan biz diğer tarafından Uygur Müslümanlar tuttular. Beton seki üzerine ve safın sonuna serdik. Gölgeye gelecek şekilde saf olduk ve iki rekat da Tahiyyetul Mescid’inde kıldık. Hatip Kur’andan ayetler okuyarak açıklamalar yapıyordu. Eğer biraz da yavaş konuşsa cızırtılı mikrofona rağmen onu daha rahat anlayabileceğiz. Arkamızda bir saf daha oluşuyor. İmamın Euzubesmele çekince ayet, kale ya Resulullah deyince de hadis okuyacağı anlaşılıyordu. Kimse diğeriyle konuşmuyordu. Bakışlarımızla Müslümanlarla selamlaşabiliyor ve müminlerin bayramı olan Cumalarını tebrik ediyorduk. Hutbe kısa sürüyor. Hatip bizim alışık olduğumuz İslam dünyasındaki gelişmelere değinmiyor. Ne Suriye iç savaşı, ne Irak ve Afganistan işgali ne de Sudan ve Somali’deki açlık konuşulmuyor. Elbette kendi vatanı işgal altında olan bir imam diğer kardeş İslam ülkelerinin İstiklali için ne konuşabilir? Üstelik camideki ajanlar konuştururlar mı adamı? Yasak olduğu için camide babasının elinden tutup getirdiği bir tek çocuk göremiyoruz. 18 yaşını doldurduktan sonra Müslüman Uygur çocuğu camiye girebilir. 71 11. Yıl Dış kapıda kapağı açık şişelere namazdan çıkan Müslümanların bazıları uzaktan üflüyorlar. O sular muhtemelen evde yatan hastalara okunmuş su olarak şifa niyetine içirilecek. İydgah Camii’nin önündeki meydan, heybetli dış kapı ve dağılan Müslümanları bir noktadan seyretmeye başladık. Yol kenarında da üç polis arabası güvenlik(!) maksadıyla namaz sonlanıncaya kadar bekliyor. En az on bin kişiyle İydgah Camii’nde tarihi bir Cuma namazı kılmışız. KAŞGARLI MAHMUD’UN HUZURUNDA Türkistan’da erken dönem, İslam edebiyatının ilk ürünlerinden mütefekkir Yusuf Has Hacib’in Kutadgubilik eseri Uygurca, Arapça, Farsça ve İngilizce defalarca yayınlandı. Türk dilinin ilk sözlüğünü hazırlayan Kaşgarlı Mahmud’a karşı hizmetleri dolayısıyla özel bir muhabbet besliyoruz yüreğimizde. Kaşgarlı Mahmut, yıllardır sözlük üzerinde çalışan Mehmet Doğan için başka bir anlam taşıyor. Biri el yazması olan “Divanı Lugat-t-Türk” İstanbul’da ve Milet Kütüphanesinde koruma altında, kendisinin haber verdiği diğer kitabı “Kitabu Cevahiru’n Nahv fi Lügat-üt- Türk” yani Türk Dilinin Nahiv Cevherler. Bu Türkçenin ilk gramer kitabıdır ve fakat kaybolmuştur, günümüze kadar ulaşamamıştır. Kırgızistan sınırı istikametinde yola koyuluyoruz. Yol boyunca sulak vadiler ekili alanlarla dolu. Te- 72 11. Yıl pelere çıkıldıkça çölleşme başlıyor. Kaşgar şehir merkezine takriben 50 kilometre mesafede bir köye giriyoruz. Köyün adı Opal. Kaşgarlı’’nın doğduğu ve defnedildiği yer. Kaşgarlı Mahmut Karahanlı Devleti hanedanından bir aileye mensup. Devrin en mükemmel eğitimini veren Saciye ve Hamidiye medreselerinde tahsil görmüş, zeki ve gayretli bir insan. Bütün Türk beldelerini dolaşarak 1072-1074 yılları arasında tamamladı. Bakımlı asfalt yoldan yeşillikler içinde, sulak ve engebeli bir yamaca yaklaşıyoruz. Biz resmi heyetiz ya, telefonla haber verilen görevli Çinli hanım müdür bizi karşılıyor. Abidevi bir taş kapıdan bahçeye giriyoruz. Kaşgarlı Mahmud’un beyaz mermerden bir heykeli. Önünde fotoğraf çektiriyoruz. Bir merdivenin önüne gelip duruyoruz. -Efendim şimdi 97 basamak yüksekliğinde bir merdivenle yukarı doğru çıkacağız. Kaşgarlı Mahmud’un Kabri yukarıda. Basamak sayısının da bir anlamı varmış meğer. Kaşgarlı 97 yıl yaşamış. Yapılan 97 basamaklı merdivenle huzuruna çıkıyoruz. Türbesi, kendi eseri olan Mahmudiye Medresesi, cami, müze, iri gövdeli yaşlı ağaçlar ve soğuk suların coşkuyla aktığı çeşme ile tam bir külliye. Kaşgarlı Mahmut külliyesi 1986 yılında koruma altına alınmış. En son da 2006 yılında devlet eliyle yapılmış. Komünist Çin bu avantajla İslam ülkelerine açılıyor. Kabirgahına yakın, çevresi kuşatılmış ortada tek kökten çıkan ve zeminden itibaren kalın dallara ayrılan yaşlı bir ağaç, menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmud’un Opal’a ilk dönüş yılında ve 89 yaşındayken yere sapladığı asası veya bastonu imiş. Yerel tanımlamayla bu ağacın adına; “Hayhay Tirek” diyorlar. Mezarı başında önce Yasin-i şerif, sonra da birer Fatiha okuyoruz. Uygur geleneğinde erkeğin mezarı iki kademe olurmuş. “Nasıl geldiyse öyle gider” anlamında mezarlar beşiğe benzetilirmiş. Baş kısmında Kaşgarlı Mahmud’un doğum ve ölüm tarihleri yazılı: (1008-1105). Mehmet Doğan Bey Türk dilinin pirinin mezarı başında kısa bir konuşma yapıyor. Babası Muhammed Hüseyin, anası Bibi Rabia. Karahanlı Devlet hanedanına mensup bir aileden geliyor. İyi bir eğitim görmüş. 1057 yılında gerçekleşen bir saray darbesiyle babası ve yakınları zehirlenerek öldürülmüş. O da canını kurtarmak için Kaşgar’ı terk etmiş ve yeni çevrelerde kendini bir ilmi araştırmacı olarak tanıtarak bütün aşiret ve obaları dolaşmış. Günlük konuşma dilinden gramere kadar kaynağında bulduğu her belgeyi, sözü, deyimi, anlamlarıyla yazmış. Menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmut, yıllarca devamlı gezdi ve yazdı. 1072’den 1074’ kadar Divan-ı Lügatüt-Türk kitabını tamamladı. İlk nüsha ilim ve kültür dili olan Arapça olarak yazılmış. Kaşgarlı Mahmut, Abbasi Hilafet merkezinde Halife Ebul Kasım Abdullah’a kitabı hediye etti. “Türklerin saltanatı çok uzun sürecek, Araplar Türkçe öğrenmeli!” diyordu. Çok iddialıydı: “Türkçenin Arapça ile koşu atları gibi yarış edebileceğini, Türkçenin zenginliğini, duygu ve düşünceleri anlatmaya en uygun dil olduğunu ispata kalkmış. Kendisi Türkçenin bütün lehçelerini-şivelerini öğrenmiş. Arapça ve Farsça açıklaması ve başka dillere aktarması onun için kolay olmuş. Divanı Lugat-üt Türk, yalnız bir sözlük değil aynı zamanda Türk dilinin tarihi, coğrafyası ve folklorunu aydınlatan bir ansiklopedidir. Onun yaşadığı dönem, zor ve aydınlık bir zamandı. Abbasi Hilafetine İslamın yayılmasına ve Dünya İslam birliğine büyük hizmetleri olan Karahanlılara ve Büyük Selçuklu Devletinin en güçlü dönemine rastlamaktadır. Kaşgarlı Mahmut, 1041 yılında Müslüman Türklerle Budist ve Müşrik Türkler arasındaki savaşı heyecanla anlatır. Müslüman gazileri övmekten bitiremez. Kitabın Kaşgarlı Mahmut tarafından 1073-1077 yılları arasında yazıldığı ve sonra Halifeye takdim edildiği de rivayet etmektedir. Araplara Türkçe öğretmeye kalkan bir iddiası vardı Kaşgarlı Mahmud’un. Bu yüzden kitabı Arapça olarak kaleme almış. 7500 sözcüğün Arapça karşılığı verilmiş. Bu eserle Türkolojinin temelleri atılmış. Eseri on bin kelime bulunduran çok kapsamlı bir kitaptı. İslam’dan önceki Türklerin de sözlü edebiyatını aydınlattı. Ayrıca Uygurların hayatını da anlatıyordu. Yani folklorik bir eser niteliğindeydi. İslam âlemi Türkçeyi ve Türk kültürünü Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip sayesinde tanıdı. 1080 yılında Kaşgara döndü ve Opal’da Mahmudiye Medresesini kurarak öğrenci okutmaya ve ilim adamı yetiştirmeye başladı. Binlerce öğrenci yetiştirdi. 2008 yılı, Unesco tarafından “Kaşgarlı Mahmut” yılı ilan edildi ve başkent Pekin’de bir Uluslararası konferans yapıldı. Kitabında bir dünya haritası çizmiş. Mezarının karşısında koca bir toprak yığını: işte Mahmudiye Medresesi. Çevre çok sayıda yıpranmış, yıkılmış toprak yığınlarına dönüşmüş mezarlarla dolu. Moğollar Bağdat’ta kütüphaneleri talan etti ve bütün kitapları yaktılar. Kaşgarlının kitabının dünyada bir tek nüshası kalmıştı. Divan-ı Lügat-üt-Türk, bin yıl tarihin nisyan karanlığına gömüldü. Ancak 1914 yılında Ali Emiri Kaşgarlı’nın kitabını sahaflarda bir kadından satın aldı. Kitap Şam’da çoğaltıldı. Divanı Lügat-üt-Türk Kitabı büyük bir tevafukla İstanbul’da bulunmasaydı ne Kaşgar ne de Kaşgarlı bilinmeyecekti. Hatta belki bizlerin Kaşgar’ı görme arzumuz da olmayacaktı. Bugün Kaşgar, yazılı ilk Türk tarihinin ortaya çıktığı şehir olma onurunu taşıyor. Kaşgarlı yalnız bir dil uzmanı değil aynı zamanda folklor araştırmacısı ve bir harita uzmanıdır. Allah ona uzun bir ömür verdi. Vefat ettiğinde Medresesinin yanında uzayıp giden Mahmudiye Mezarlığına defnedildi. Eskiyen yapı dökülmeye başlayınca asırlar içinde günümüze kadar türbe dört defa tamir edilmiş. Ahşap ve yüksek tavanlı bir odada uzun boylu bir insan yüksekliğinde sandukasını saygıyla ziyaret ediyor ve ruh-u şerifine Fatihalar ikram ediyoruz. Mehmet Doğan Bey onun manevi huzurunda, rahmet ve şükran dolu kısa bir konuşma yapıyor. Külliyeyi gezmeye başlıyoruz. Yanda Kur’an okuma-Hatim indirme odası, yanında da Kaşgarlı Mahmud’un kitapları, makaleleri, el yazması ve basma Kur’anı Kerimler ve madeni para, süs eşyaları ve Kaşgarlı’nın bir yerli ressam tarafından çizilen temsili bir resmi. Mutlaka imkânlar zorlanmalı, Çin büyükelçiliğiyle görüşüp Kaşgar’a turlar ve kültür gezileri düzenlenmelidir. KARAHANLILAR ve SATUK BUĞRA HAN Karahanlılar, Doğu Türkistan toprakları üzerinde tam dört asır egemen olmuş bir Türk devletidir. (8401212) Daha doğrusu bizim için önemli olan, İslam’la şereflendikten sonra aldığı adıyla Abdulkerim Satuk Buğra Han. Buğra, deve aygırı demektir. Hükümdar olan Budist amcasıyla giriştiği mücadelede Fergana savaşıyla onu mağlup etmiş ve devletin başına geçmiş. Kırgızistan topraklarında bulunan Balasagun’u zaptetmiş ve başkenti de Kaşgara taşımış. Organik Hayatı (902-955) yılları arasındadır. Yani 53 yıl yaşamış fakat tarihi misyonu ve İslam Dinine hizmetleriyle unutulmayacak 73 ve Abdulkerim Satuk Buğra Han da diğer iki mütefekkir ve yazarlar gibi kıyamete kadar yaşayacak. Hayatı boyunca halkını İslam’a ısındırarak yeni Hak dinin yayılması için yoğun biçimde çalışmalarını sürdürmüş. Arap seyyah ve bilgin İbni Fadlan’ın yazdığına göre Onun telkiniyle bir günde İki yüz bin çadırlı Türkmen İslam dinine girmiş. Karahanlılar Devletinin üçüncü Müslüman Hükümdarıdır. Kaşgar Başkentli Karahanlılar da ilk Müslüman Türk Devleti olarak tarihe geçmiş. Devletin bütün vatandaşları da İslam dinini kabul etmişler. Abdulkerim Satuk Buğra Han, Topyekun İslam’la şereflenen milleti tarafından çok sevilmiş. Adına kasideler destanlar yazılmış. Tezkire-i Satuk Buğra Han bir destan türüdür. İslami dönemin ilk destanıdır. Bu destanda milli tarih ile İslam inanışları ve akideleri menkıbevi şekilde birleştirilmiş. Karahanlılar Uygur alfabesini benimsemiş ve Türkçeyi de resmi dil olarak kabul etmişler. Kaşgar’daki son günümüzde otelden ayrılıp ve bavullarımızla birlikte vasıtaya yerleşiyoruz. İki tarafı da yüksek kavak ve dalları kayısı yüklü meyve ağaçları arasından yola koyuluyoruz. Yol geniş beton-asfalt ve hava sıcak. Şehrin çıkışında sağımızda eski bir Budist mezarlığı, yamacı aşarken solda geniş bir alanı işgal eden ve havayı kirleten çimento fabrikası. Oto yolda polis kontrolü yapılıyor. Bizim özel ve resmi misafir olduğumuz bilgisi ile polis noktasında hiç durdurulmadan ve kontrol edilmeden geçiyoruz. ARTUÇ-ARDIÇ İLÇESİ Ülkede şehirlerarası yollarda sıkı denetim var. Otoban yeni yapımı başlatılmış. Artuç Çin Halk Cumhuriyetinde tek Otonom Kırgız İlçesi. Merkezde 53 bin, ama çevresiyle birlikte 540 bin nüfuslu. Abdulkerim Satuk Buğra Han’ı ziyarete giderken bir otonom Kırgız köyüne varıyoruz. On yıl önce yapılmış büyük bir ev. Geniş bir salon. Evin sahibi olarak resmini gösterdikleri Kırgız hayvancılık yapıyor. 7 bin Yen harcayarak ortasında büyük bir havuzun bulunduğu salon inşa edilmiş. Keza avluda verniklenerek parlatılmış iri ağaç kökleri modern heykel olarak sergileniyor. Bahçeler arasından Abdulkerim Satuk Buğra Hanın türbesine yaklaşıyoruz. Kapı girişinde büyük bir bakır kazan. Kazanda yıllarca Kaşgar pilavı pişer, fakirlere ve misafirlere dağıtılırmış. Geniş bir avlu yanında seramik kaplamalı çifte minareli bir cami. Burası Şincan’da ilk İslami eğitimin modern metotlarla başlatıldığı mekân olmuş. Temiz ve bakımlı bir türbe. Girişte siyah bazalt-vol- 74 kanik ve yassı bir taşa merakla dokunuyor ve okşuyoruz. Rehber Abdulkerim Satuk Buğra Hanın bu taşı zikir ve Kur’an kıraatinden sonra yastık olarak kullandığını anlatıyor. Biz tam aşr-ı şerife başladığımızda türbede görevli bir Uygur Hoca, nefes almak için bıraktığımız yerden ayeti alıyor tamamlıyor ve “Sadakallahulazim” diyor. Birlikte bu mücahit İslam kahramanının ruhuna Fatihalar ikram ediyoruz. SON SÖZ Mazlum ve mahzun Müslüman Uygur diyarından ayrılışımız hazin oluyor. Necip Fazıl’ın “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya!” tarifi sanki Uygur Müslümanları için söylenmiş. Çin hala Dünyaya kapalı bir toplum. İnsan tabiatına aykırı olan Komünizm ideoloji’si dünyada bitti ama Mao ve kızıl yıldız sembolleriyle sert uygulama Şincan-Şarki Türkistan’da devam ediyor. Sorumluluk Dışişlerimizde! Dış Türklerle ilgili masamız ne yapıyor? Stratejiler üreten Enstitümüz ne halde? Türkiye’de resmi ideoloji de “Çin’de yaşayan Müslüman Uygurları Türkiye ile Çin arasında yaşayan bir dostluk köprüsü olarak görüyor. Şincan-Doğu Türkistan Çinin bir parçasıdır ve Çin Halk Cumhuriyetinin toprak bütünlüğü önemlidir” Diyor. Siyasal ve diplomatik bir üslup kullanıyor. Şarki Türkistan Uygurların vatanıdır. 1949 yılından beri fiili işgal altındadır. Bağımsızlık istekleri üç defa büyük katliamlarla bastırılmıştır. Konu hakkında T.C. Dış işlerinin resmi görüşü: “Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletlerin beş daimi üyesinden biri de Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Onlarla siyasi ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi yararımızadır. Uygurların amacı aşan eylem ve gösterileri bayrak yakma ve polise ait arabaları devirme Müslüman Uygurların da yararına hizmet etmemektedir. Çin ile ilişkilerimizin zedelenmemesine özen göstermeliyiz.” El İnsaf! “Çin’deki İnsan Hakları konusu Çin ile yakın ekonomik, ticari ve askeri ilişkileri olan İKÖ-İslam Kalkınma Örgütü üyeler resmi bir tepki göstermediler. Sadece gazete ve televizyon haberi niteliğinde olayların üzerinde durulmuştur. Avrupa parlamentosu da 10 Nisan 1997 günü de örneği ilişikte sunulan “Doğu Türkistan’da İnsan Haklarının Durumu” başlıklı bir kararı kabul etmiştir.” Daha ne yapsın be kardeşim! Helal olsun! 75 “GERÇEK, KURGUDAN DAHA TUHAFTIR” Ayşegül Yıldırım Kara Gerçeğe dair Kanada’da yaşayan ikiz kardeşler Jeanne ve Simon’un oldukça sıradan hayatları. Batılı insanların rutini olduğu üzere, sancısız ve zahmetsiz süren yaşamlarını değiştirense, annelerinin ölümü. Ölümün ardından ortaya çıkan bir vasiyet ve bu vasiyet ile son derece sert, hazmı zor bir gerçeğe açılan kapı… Vasiyete göre annelerinin dileği; ölü zannettikleri babalarını ve varlığından habersiz oldukları erkek kardeşlerini bulmaları. Bunun üzerine çıkılan uzun bir yolculuk. Rota, Ortadoğu’nun efsunlu olduğu kadar kanla beslenenler için son derece mümbit toprakları… Kayıp babaları ve ağabeylerini ararken annelerinin hayatına dair öğrendikleri gerçekler, annenin hayatından kesitler. O gün ya da bugün, 100 yıl önce ya da 500 yıl. Değişen bir şey yok. Bu coğrafyanın kaderi, zamandan azade bir şekilde halkların kaderi olmuş. Çekilen acılar, işkenceler, göçler, ölümler, kayıplar, sebepler, sonuçlar… Arayışlarını yılmadan sürdüren iki kardeşin de sonunda vardığı netice, 1 artı 1’in bu topraklarda yine 1 edebileceği gerçeği. Bu çok acıtan gerçek, keskinliğiyle herkesi paramparça ediyor. Demir bir leblebi gibi boğazda sıkışıp kalıyor. 76 Ortadoğu’nun kendine has yapısı içinde Hristiyanı, Yahudisi, Sünnisi, Şiisi, Dürzisi, Yezidisi, dindarı, komünisti, milliyetçisi, liberali, radikali kendi hak ve hukuk mücadelesini verirken yukardan ipleri çeken ellerin farkında oluyorlar ya da olmuyorlar. Bu ellerin varlığı Ortadoğu’yu, Ortadoğu halkları için cehennem çukurlarından bir çukura dönüştürüyor. Hayatlar tıpkı Dennis Villeneuve’nin “Incendies” filminde olduğu gibi kurgunun kaldıramayacağı noktalara savruluyor. Her hikâye bir ağıt, her hikâye bir tragedyaya dönüşüyor. Savaş dediğimiz şeyin sadece atılan bombalar, parçalanmış cesetler, oluk oluk akan kan olmadığını söylüyor. Her savaşın bir hikâyesi oluyor. Savaşın içinde yaşayamaya çalışan herkesin, insan havsalasını alt üst eden de bir hikâyesi... “Gerçek, kurgudan daha tuhaftır.” diyen Edgar Allan Poe’nun bu coğrafya söz konusu olduğunda kendine bir kez daha hak verip, gururlanması gerekiyor. Hiçbir kurgu, hiçbir hayal gücü bu coğrafyanın gerçeğinin üzerine çıkamıyor… 77 “GERÇEK, KURGUDAN DAHA TUHAFTIR” Umuda dair Sıradan insanların sıra dışı hayatlar yaşadığı sıradan bir köy… Bir yanda işinde gücünde olan adamlar, dükkânlarını işletenler, tarlasıyla bağıyla bostanıyla uğraşanlar, diğer yanda çocuklarının peşinde helak olan, günlük ev işleriyle cebelleşen kadınlar. Öte taraftaysa toz toprak içinde oynayan çocuklar, düşen, kalkan, ağlayan, koşmaktan kan ter içinde kalan… Yeri geliyor birbirlerine yardım istiyorlar, yeri geliyor kafa kafaya verip dedikodu ediyor, arkadaşlarını çekiştiriyorlar, yeri geliyor kahkahalarla gülüyor, yeri geliyor birbirlerini kızdırıp, seyrine çıkıyorlar. Birbirlerine çok benziyorlar, tepkileri, refleksleri, gelenekleri kısaca her şeyleriyle o köyün halkı, o hayatın paydaşı bu insanlar. Onları ayıran tek bir nokta var. Dini ritüelleri. Bir grup Pazar günü süslenip püslenip gidiyor dini merasimlerine, diğer grup her Cuma tutuyor caminin yolunu. Bir grup Hz. İsa ve Meryem heykelleri önünde el bağlıyor, diğer grup Rabbine secde etmek için başını yere koyuyor. Binlerce yıllık kadim bir kültürün temsilcisi bu insanlar. Hz. İbrahim’in iki oğlu Hz. İshak ve Hz. İsmail’den ve dahi Hz. İsa’dan bu yana, aynı toprakları paylaşıyorlar, paylaşmak için mücadele ediyorlar, bazen bunu beceremeyip savaşıyorlar. Bunca sıradanlığın içinde sıra dışı 78 11. Yıl hayat yaşamalarının sebebi işte bu. Aynı toprağın insanları olarak onca benzerliklerinin yanı sıra, bir arada yaşamamak için bir o kadar bahaneleri var ki, her an kavgaya, düşmanlığa teşneler. Her şey sıradanlığın güvenirliliğine sığınmışken küçük bir kıvılcımla alevlenen ayrışma ve kutuplaşma ile sarsılıp, topraklarını vahşet, kan ve gözyaşının sulamasına izin veriyorlar. Kardeşin kardeşi kırmasına, kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden hayatların soldurulmasına ses çıkaramıyorlar. Din, mezhep, etnik köken gibi sebepler sıralanan savaşları kutsuyor, oynanan oyunların farkına varamıyorlar. Bu köyde de Hristiyanlar ve Müslümanlar birlikte yaşamayı tam da becerecekken tekere çomak sokanlar, hoyratlıkları ve kabalıklarıyla ne yazık ki erkekler. Şehirlerdeki karışıklığın haberini aldıkça diğer dinden komşusuna kin bileyen erkekler... Onları birada tutabilmek, yeni acılar ve kayıplar yaşamamak için girmedikleri kılık, kurmadıkları plan kalmayanlarsa Hristiyan ve Müslüman kadınlar... Pamuk ipliğine bağlı o barışın bozulmaması için evladını feda eden bir Hristiyan anne ve yine barışın devamı için eşine dininden vazgeçeceği tehdidi savuran bir Müslüman kadın. Olağanüstü çabalarıyla erkeklerini çatışmaya ve savaşa sokmamayı beceren bu basiret sahibi güçlü kadınlar da yine doğunun ortasından… Erkeklerin öldükçe ve öldürdükçe güçlenen nefretleri, kadınlarda eşleri, evlatları, babaları öldükçe vicdana dönüşüyor. Nadine Labaki’nin 2011 yılı yapımı “Et maintenant on va où?” filmi işte bu hikâyeyi anlatıyor. Alışık olduğumuz o kaosun içinde azim, sebat ve ferasetle nefes alınabileceğini vurgulayan, kadın sağduyusu ve annelik vicdanını konjonktürün, teamüllerin, her türlü siyasi ve dini çekişmenin üstüne koyan Ortadoğulu acı çeken kadınların hikâyesi “Peki, şimdi nereye?”… Gidecek, kaçacak yeri olmayanların, bir arada yaşamaya mecbur olanların hayatını seriyor önümüze. Kendi zayıf bedenleriyle kadim coğrafyanın gerçeğine başkaldırıyorlar ve bunu da başarıyorlar… Umuda dair bir filizle… Bu iki film, Ortadoğu hakkında hiçbir şey bilmeyen insanların dahi kanını dondurmaya yeten öğeler barındırıyor. Sadece kurgusal bu görüntüleri seyrederek, hem bu coğrafya hem de bu coğrafyanın insanları hakkında fikir sahibi olmayı mümkün kılıyor. Bu halkların hayatında acının dokunmadığı tek bir an kalmazken, her şeye rağmen insan umudunu yitirmek istemiyor. Bu coğrafya acının, gözyaşının, kanın sebil olduğu, bir artı birin rasyonel bir şekilde iki etmeyip mantıksal düşünce kalıplarının zorlandığı, üzerine oynanan oyunlarda ikiyüzlülüğün, riyakârlığın, sinsiliğin hâkim olduğu, çaresizliğin yaşattığı öfkenin boğazımızda düğümlendiği bir coğrafya… Her gün, hala, şimdi dahi, kuş gibi vurulan yüzlerce çocuk, aşağılamanın en travmatik yolu, tecavüz edilen yüzlerce kadın, binlerce evsiz, binlerce sahipsiz, yetim. En sağlam tragedyalardan dahi daha trajik. Filistin, Gazze, Suriye, Irak, Lübnan, Libya, Doğu Türkistan, Myanmar, Patani… Bir elin parmakları saymaya yetmiyor, say say bitmiyor… Çok iç karartıcı bir yazı olsun istemiyordum, içinde umut da olsun istiyordum, hani Allah’tan hiç kesmediğimiz umut... Lakin biraz iç karartan bir yazı oldu. Ne yapalım, olsun varsın, kalbimizin kararmasından iyidir. 79 “ Elif Nisa 80 ” Sevgi Zulmü Yener Allah dünyayı sevgi üzerine kurmuş ama insanların büyük bir kesiminin sevgiyi yaşamak bir yana, sevgiden söz ettiğini işitiyor musunuz? Dünya adeta bir nefret topu haline gelmiş. Ekmek parası, hayat şartları gibi sebeplerle insanlar, küreselleşen dünyada oradan oraya savruluyorlar. Genelde tartışıyorlar; ailede tartışma, toplumda tartışma, ülke genelinde tartışma, ülkeler arası tartışma. Saldırı, fitne, etrafa nefret saçma, hep nefret dolu, hep kin dolu cümleler, hep siyaset, hep öfke. Oysa kin ve nefret yerine sevgi olmalı. Ama insanların dilleri kilitlenmiş, konuşamıyorlar... Olmuyor; aşkı, sevgiyi, şefkat ve merhameti anlatamıyorlar. Allah, niyetlerine binaen onlara sevgiden bahsetmeyi nasip etmiyor. Ahir Zaman’ın en büyük belâsı sevgisizliktir. Bugün insanların yitirdiği en önemli duygu budur; ruhları boşalmıştır insanların ve bu en büyük nimetin kaybıdır. İnsanlar sevgiyi yaşamadıkları için Allah huzuru, dostluğu ve kardeşliği yaşamaya da izin vermiyor. Yeryüzünü bugünkü kaos ortamına getiren; kin, nefret ve sevgisizliktir. En yakın örnek Filistin’de yaşananlar. Sevgisizlik, kırk yıldır o bölgeyi harabe haline getirdi. Tıpkı insanların kalpleri gibi… Sevgi, dostluk ve kardeşlik esas alınsaydı, Filistin böyle parça parça olmazdı. Adım adım erimezdi. Aynı şekilde kinle, nefretle, düşmanlıkla, kavga ve savaşla devam edilirse, Filistin gözlerimizin önünde iyice yok olacak. Aynı peygamberin soyundan iki ayrı halk. Yaşadıkları topraklarda, amaçları hep sevgiyi yaymak olan peygamberlerin izleri var; halâ soğumamış. Ve Allah’ın arzı çok geniş, herkese yetecek yer var. Ancak herkesin gözü, bir diğerinin sınırında. Sebep; sevgisizlik. İnsan sevgi ve şefkatle yaklaşabilse, karşılığında da sevgi ve şefkat görür oysa. Her iki kesimde de vicdanlı insanlar sevgiye, barışa çağrıda bulunuyorlar ancak sesleri cılız çıkıyor; sayıları az. Gerçek anlamda Allah sevgisi yaşanmadığında vicdanlar ölüyor; şefkat, merhamet, sabır olmuyor, mutluluk olmuyor. Materyalist kafayla sevgisizliğin, bencilliğin acısı en şiddetli şekilde yaşanıyor. Bir olan Allah’a iman eden, samimi, vicdanlı ve sağduyulu Hıristiyan, Musevi ve Müslümanların sorumluluğu kötülüklerle mücadeledir; kötülere karşı birlik olmak, yardımlaşmaktır. Sevgi, saygı, şefkat, merhamet, anlayış, hoşgörü ve iş birliği prensipleri temeli üzerinde yükselen birliktelik, yeryüzündeki zulme tek çözümdür. Anlaşmazlıklar ve problemler baskı ve şiddet yoluyla çözülemez. Aksi görüşte olup, baskıcı ve despot uygulamalarıyla insanlara zulmeden kişi, grup ya da devletler, zulümlerini meşrulaştırmaya çalışırken, güzel ahlâklı insanların iş birliği yap-a-maması insanlığı kayba götürür. Çatışmaya, kavgaya ve savaşlara sürükleyen sebeplerin ortadan kalkmasına vesile olmak için birlik olmak zorunludur. Birbirimizi sevmemiz zorunludur. Mazlumu korumak zorunludur. Farklılıklar renktir, çatışma sebebi değildir. Bir olan ‘kelime’de birleşelim, beraberliğimizi o ortak inanç üzerine kuralım. Tevrat da, İncil de, Kur’an da “Öldürmeyeceksin!” der çünkü. Dileklerim ütopya gibi gelebilir belki. Ama Allah sebeplerden münezzehtir; kendi öngörümüzle en imkânsız gördüğümüz ‘şey’i, O, sebeplere bağlı olmadan yaratmaya kadirdir. Sebeplere bağlı yaşayan bizleriz. Sebeplere takılmamak, sebeplere sadece sarılmak doğru olandır. “Göz açıp-kapama süresi” kadar kısacık şu dünya hayatında her şey istediğimiz gibi de olsa, tümünün sonu gelecek, vakit geldiğinde ölüm tadılacak. Eğitim mekânı olan dünyada en güzel ahlâkı, en derin sevgiyi yaşamaya, ahlâkımızı güzelleştirmeye, anlayışımızı derinleştirmeye, dolayısıyla cennet ehlinin özelliklerine dünyadayken sahip olmaya çalışalım. Gerçek sevgi vefa, sadakat, fedakârlık ve samimiyet gerektirir. Kin, nefret ve düşmanlık nefse kolay gelir. Sussun nefsimiz, vicdanımız daha geveze olsun; biz onu dinleyelim. Sevgi sanattır; o sanatı öğrenelim ve en önemlisi yaşayalım. “Bütün kâinatın mayası muhabbettir.” diyor Üstad. Dünyaya sevgi hâkim olmalı; kin ve nefret değil. Allah dünyayı sevgi üzerine yarattı. Biz kullarından istediği de sevgi. Sevginin en önemli yanı, her yanda olması; Allah’ın Vedud ismi, kâinatın her santimetrekaresinde tecelli ediyor çünkü. O sevgi kalpte yoksa, dünyanın da bir anlamı yoktur. Ne zaman ki şefkat kötülüklere savaş açar, merhamet zulmü kovar, sevgi zulmü yener; o zaman dünyanın tüm pisliklerinden arınır, gerçek dostluk, huzur ve barışı tadarız. “Elim büyür mü anne?” diye soruyordu yaralı bir Filistinli çocuk. Elin büyümez belki çocuğum ama istenirse kalpler büyür; ‘yumruk’ büyüklüğündeki o kalbe, kâinat kadasevgi sığar. 81 11. Yıl Amerikan Hapishanesinde geçen bir ömür Fatma Kalkan Bazıları uçarak İslamiyet’e gelir bu hanım gibi, bazıları yürüyerek gelir, bazıları koşarak gelir, bazıları da emekleyerek gelir. Herkesin istidadı başka başkadır. 82 17 sene önce camideki hanımların şehirdeki Federal hapishaneye mahkumlara İslamiyet’i öğretmek için gönüllü olarak gittiklerini duyduğumda çok heyecanlandım. Giden hanımlardan bir tanesine bu programa dahil edilmeyi arzuladığımı bildirdim. Gelecek toplantıya beni de davet ettiler. Beş kişilik bir dava ekibiydi ve hepsi hanımlardan oluşuyordu çünkü bu şehirdeki hapishanede sadece kadın mahkumlar vardı. Yılda bir kaç kere gönüllüler için eğitim semineri verildiğini bunlardan ilkine gidebileceğimi öğrendim. Gerekli formu doldurup seminere katıldım. Hapishanenin kurallarını mahkumlara neyi verip veremeyeceğimizi, olası bir rehin alma durumunda nasıl davranmamız gerektiği, hapishaneye izinsiz hiçbir şey sokamayacağımız gibi mahkûmların bizi kullanarak dışarıya bir şey göndermeye çalışabileceklerini bunları da asla dışarı çıkartmamamızı seminerde öğrettiler. Nerede görev yapacaksak direk olarak o binaya gidip başka hiçbir yere gitmeye hakkımız olmadığını, kendi adresimizi, telefon numaramızı kişisel hiçbir bilgiyi mahkumlara kendi güvenliğimiz açısından vermememiz gerektiğini iyice tembih ettiler. Her odada telefon olduğunu acil bir durumda hemen telefonla gardiyanları çağırmayı da öğrettiler. Sonra seminere değişik dinlerden katılan bütün gönüllüleri parmak izlerini almak, resimlerini çekmek için başka bir binaya götürdüler. Yaklaşık kırk kişilik bir gruptuk, bu sebeple bu işlem için epeyce bekledik. Sonra bütün bu toplanan bilgiler FBI ya güvenlik araştırması için gönderildi. Aylar aylar geçiyor halen içeriye giriş için gerekli kimlik belgesi ve numarası gelmiyordu. Diğer hanımlar izinleri olduğu için gidebiliyor sadece ben gidemiyordum hapishaneye. Nihayet yaklaşık altı ay sonra güvenlik soruşturmamın bittiği ve içeri giriş kartımın geldiğini öğrendim. İlk bir yıl deneyimli bir arkadaşla beraber gidip geldim. İyice dava nasıl yapılır öğrendikten sonra ilk kez yalnız gittiğimde çok heyecanlıydım. Ekipteki arkadaşlar ile görev dağılımı yapmıştık. Zenci olan gazeteci arkadaşımız sadece onlarla dertleşecekti, beyaz arkadaşım Kuranı Kerim’i öğretecekti, bir diğer zenci arkadaşımız Peygamber Efendimizin ve sahabelerin hayatını öğretecekti, bana da Arapçası Akîda olan Allah’a iman nasıl olur, imanın esasları nelerdir, öğretme görevi verildi. Diğer bir arkadaş ta Namaz kılmayı ve diğer ibadetleri öğretiyordu. Gelen sisterların (kızkardeşler) sayısı her yıl değişir. Bazen yirmi kişiye kadar sınıfın çıktığını gördük, tabii bu ikiz kulelerin yıkılmasından önce idi daha sonra İslamiyet’i karalama kampanyası ile dinimize ilgi duyan mahkumların sayısı azaldı ve bizim bütün mahkûmlara erişmemiz engellendi. Fakat hiç bir zaman insanların İslamiyet’e teveccühü sona ermedi. 9/11’in olduğu hafta bile bir bey Müslüman olup Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olmuştu. Yine aynı yıl Kadir gecesinde hapishanede Kadir Gecesinin anlamını ve önemini yaklaşık 30 kişilik bir gruba anlatıyordum. Herkes etrafımda halka olmuş büyük bir dikkatle saatlerce beni dinliyordu. İçlerinden birisi ise başında balıkçı beresi üzerindeki parkasına bürünmüş yere adeta uzanmış benim dibimde idi öyle kıvrılmış idi ki uyuduğunu zannediyordum. Bazen dönüp bana yaslandığı da oluyordu. Sonra saat gece yarısı olduğunda bana verilen saat doldu. Yerde kıvrılmış parkasına sarılmış hanım yavaşça doğruldu ve bana dedi ki; “Ben senin anlattığın her şeye iman ediyor ve Müslüman oluyorum. Beni İslamiyet’e sok, hem de simdi.” Şok olmuştum! Çünkü onun beni dinlediğinden bile emin değildim. Bu düşüncemdem utandım. Herkes çok heyecanlanmıştı. Oracıkta Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu. Bazıları uçarak İslamiyet’e gelir bu hanım gibi, bazıları yürüyerek gelir, bazıları koşarak gelir, bazıları da emekleyerek gelir. Herkesin istidadı başka başkadır. Bize düşen Üstad Said-i Nursi Hazretlerinin sözünü aklımızdan çıkartmamaktır, Üstad der ki: Davaya en büyük ihanet aceleciliktir! Onun için biz Peygamber Efendimizin tebliğ misyonunu devam ettirenler olarak asla aceleci olmayız. Bazen bir insana tebliğ yapmak yıllar sürer. Bıkmamak usanmamak lazımdır. Peygamber Efendimiz de aynı kapıya defalarca gitmiştir. Biz de aynı insana defalarca hal dili ile, sabır ile, davete devam ederiz. Hidayetin Allah’tan (cc) olduğunu asla hatırdan çıkartmayız. Bu yıllarda artık yalnızım ekipteki arkadaşlarım taşındı, yerine yenileri gelmedi malesef, onun için İslamiyet’in her yönünü öğretme görevi bu fakire düşüyor. Alt yapım Genetik Mühendisi olduğu için yıllarca üniversitede araştırmacı olarak çalıştığım anlattığım her şeyi basite indirgeyip, tahtada yazarak, çizerek, örnekler vererek, soru- cevap şeklinde anlatmayı tercih ediyorum. Böylece birden fazla duyu organı, akıl ile birlikte çalışıyor ve öğrettiklerim daha kalıcı oluyor. Ezbere öğretime karşıyım. Tefekkür ile İslamiyet öğretilmeli. Size öğrencim olan bir hanım mahkumun hikayesini anlatayım. Dona, ellili yaşlarda idi, oğlu, gelini, kendisi tutuklanmış Amerika’nın değişik uçlarındaki üç ayrı eyalete cezalarını çekmek için gönderilmişlerdi. Dona bir an önce çıkmak, bakıcı ailelere verilmiş 12-14 yaşlarındaki torunlarını yanına almak istiyordu. Çünkü onun cezası oğlu ve gelininden daha azdı. 1,5 yıla mahkum olmuştu. Hayatımda böyle sünger gibi anlattıklarımı emen bir insan ile karşılaşmamıştım. Soruyor, hapishanedeki kütüphaneye camiden bağışladığımız kitapları çalışıyor, anlamadığı yerleri gittiğimde soruyordu. Namaza hemen başladı, ahlakı zaten çok güzeldi, üstelik suçsuzdu. Oğlu yüzünden hapse düşmüştü. Büyük bir sevk ile İslamiyet’i kana kana içiyordu. O İslamiyet’e uçarak girenlerdendi. 8 ayda mükemmel bir Müslümana dönüştü. Cenabı Allah’ın her işi muhteşemdir! Aynı aylarda oğlu da Müslüman olmuştu. Bir gün gelini de derse gelmez mi! Rabbim onu onca hapishane içinden Dona’nın olduğu hapishane ye sevk etmişti. Yani bütün aile bir yıl kadar kısa bir sürede İslamiyet ile şereflendi. Hapishaneden çıkınca planladığı gibi iki torunu yanına aldı. Ve İslamiyet’i onlara da öğretmeye başladı. Pastaneci idi ama o konuda iş bulamayınca eyaletler arası yolcu taşıyan Greyhound Otobüs şirketine şoför olarak girdi. Greyhound’daki müdürleri başının örtüsünü açması için baskı yapmaya başladılar. Dona o kadar muhtaç bir halde idi ki bu iş onun için çok çok önemliydi. Fakat başının örtüsünü açmaya yanaşmadı. Nihayet Greyhound Dona’yı işten attı. Dona beş kuruşsuz, iki torunu ile ortada kalakaldı. Fakat bu muhteşem kadın pes etmedi. CAIR denen Müslumanların haklarını bedava savunan avukat kurumuna durumu bildirdi. CAIR aracılığı ile Amerika’nın en büyük Otobüs şirketini dini haklar konusunda ayrımcılık yaptıklarını söyleyerek mahkemeye verdi. Aylar süren mahkeme sonunda Dona’nın dini hakkı olan başörtüsünün engellenemeyeceği kararını verdi ve Greyhound’u tazminat vermeye ayrıca Dona’yı yeniden başının örtüsü ile işe almaya mahkum etti. Cenabı Allah bu çok muhtaç olduğu halde yine de Rabbinin emrini uygulamaktan vazgeçmeyen kulunun imdadına yetişti. Hapishanede Müslüman olan ve İslamiyet’i 1 yıl gibi kısa bir sürede hazmedip uygulayan bir harikulade Müslüman olmuştu Dona. Amerikan hapishanelerinde binlerce mahkum her yıl Müslüman olmakta ve Müslümanlığın şartlarını derhal yerine getirmeye başlamakta. Onların arasında asla kendinizi mahkumların yanında gibi hissetmezsiniz. Camide arkadaşlarınızın yanında gibi rahat hisseder onlara karşı öyle kalbiniz ısınır ki tarif edemem. Bu da Rabbimizin bize büyük bir lütfudur. Bayramlarda hapishanede olur, onlarla birlikte Bayram yemeği yersiniz onların ailesi olursunuz. Her hafta yolunuzu gözlerler. Çoğu zaman bana ayrılan saat bittiğinde hapishaneden çıkmaz istemez gönlüm ayaklarım geri geri gider. Bırakıp gitmek istemezsiniz kardeşinizi orada. Kıldığınız, kıldırdığınız en güzel namazlar hapishanede olur. Hiçbir şey dikkatinizi dağıtamaz orada! Rabbinizin inayeti iner üzerinize, siz vermeye gitmişsinizdir ama alan olursunuz, ruhunuz bütün kirlerden yıkanır arınır tertemiz olur evinize dönersiniz. Hayatta hiçbir yerde olmayı hapishanedeki sınıfınızda olmaya tercih etmezsiniz! 83 Mutlu değil misiniz? Galiba sebebini biliyorum… Mutsuzluğun en önemli nedeni kanaatsizlik… Neye sahip olursanız olun kanaat etmeyi bilmiyorsanız mutlu olamıyorsunuz. Ayşe Uyar 84 Bu Ramazan iftara yakın bir saatte, yakın bir arkadaşım aradı. “Yemekler yaptım ihtiyaç sahibi olduğunu düşündüğüm bir aileye iftar açmaya gidicem, müsaitsen bana eşlik eder misin?” dedi. O gün benimde vaktim vardı, beraber gittik. Çok uzak bir mahallede ikimizin de daha önceden tanındığı aileye iftara yemeğine kendi kendimizi davet etmiş olduk. Habersizce çaldık kapılarını. Bizi görünce çok şaşırdılar, iftara on beş dakika kalmıştı. Kapıda bizi görünce büyük heyecan yaşadılar hemen buyur ettiler. Dış kapıdan girince ayakkabı çıkarılan küçük bir alan vardı sonra tahta kapıyı ince bir gıcırtıyla açtık zemini siyah beton dökülmüş salona girdik. Bu salona üç kapı daha açılıyordu; birisi mutfak diğer ikisi de oda. Beton zemin, ortada tüyleri tamamen dökülmüş bir Isparta halısıyla kapatılmış, kenarlar da el örgüsü paspaslarla desteklenmiş. Bir kenarda çocukluğumdan hatırladığım bir somya var, üstünde halı yastıklar ve kanaviçe işlenmiş bir yaygı var. Somya bölümüne hayranlıkla bakıyorum ve farkında olmadan dilimden kelimeler dökülüyor; “Ne kadar güzel görünüyor, somyalar hala var mıydı?” Evin hanımı açıklıyor; kızlardan küçük olan orda yatıyormuş kanepeler rahat olmuyormuş. Bu somyanın üstünde yün yatak varmış, senede iki defa çırpıp güneşlendiriyorlarmış o sebepten somya kullanıyorlarmış. Mutfağa yakın köşede fırınlı bir soba var. Gözlerimize inanamadık hepsimizin evinde klimalar çalışıyordu ama bu evde soba yanıyordu ama ilginç olan ev çok sıcak değildi. Yine evin hanımı mahcup bir ses tonuyla açıkladı; evde tüp bitmiş, yemekleri sobada pişirmişler. “Ama sıcak olmamış.” Dedim. Ev zaten toprak zeminde olduğu için serin oluyormuş, pencereler küçük olduğu için de nem kokuyormuş bu yüzden soba zaman zaman yanınca iyi olurmuş. Yerde bir sofra serili, onun üstünde anemin de hamur açarken kullandığı yuvarlak tahtaya benzeyen bir tahta var. Koca bir tabak salata koymuşlar, sobanın üstünde hala pişmeye devam eden bulgur pilavı var, sobanın fırın bölümünden de patates ve soğan çıkardılar. Bu arada iftar da çok yaklaştı, az sonra ezan sesi duyuldu, ortaya büyük bir tabağa bulgur pilavını döktüler ve büyük bir huzurla ilk lokmalar alındı. Bu arada arkadaşım da yaptığı yemekleri sofraya koydu ama onlar utandıklarından bizim yemeklerin sadece tadına bakabildiler. Bizse şu ana kadar yediğimiz en lezzetli bulgur pilavı ve fırında pişen patatesi bulunca, başka şey yiyemedik.... Evin hanımı yine duruma açıklık getirdi; yazın birkaç ay Yozgat’ın Çekerek ilcesine bağlı köylerine gidip, bulgurlarını kendileri yapıyorlarmış. Kışlık patates, soğan, tereyağı, yufka ekmek gibi yiyeceklerini yapıp getiriyorlarmış... Bu Ramazan içinde yaptığımız en huzurlu iftarımızı bu evde yapıyoruz Allaha ısmarladık diyip helallik istendikten sonra yola koyuluyoruz. Hiç konuşmadan yakındaki camiye teravih namazı için yürüyoruz ama galiba ikimizde aynı şeyi düşünüyoruz. Mutlu olabilmek için onca uğraş sonucu elde ettiğimiz makamlar, mallar, mülkler mutlu olmaya yetiyor muydu? Sahip olduklarımızı kaybetmeme telaşı tadımızı mı kaçırıyor acaba? Ama bazen fakir olup ta çok mutsuz olanlarda var. Demek ki fakir yada zengin olmak sağlıklı yada hasta olmak değil mevzu; bulunduğu duruma razı olmak, gayret etmek ama hırs yapmamak. Eğer hayatımızda rahatsız olduğumuz bir durum varsa; “Çok gayret ettim, çok uğraştım, dua da ettim demek ki benim için bu hayırdır.” diyebilmek. Galiba mutluluk sahip olduklarımızla alakalı değil. Anne babalarımızı, evlatlarımızı, eşimizi, işverenimizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, velhasıl içinde bulunmak durumunda olduğumuz hayatımızı olduğu gibi kabul etmekten geçiyor mutlu olmak. Her şeyle ve herkesle sürekli kavga etmek sadece mutsuzluk getiriyor ve çözümden gittikçe uzaklaştırıyor. Hadi sizde bizim gibi yapın, hayata şu ana kadar baktığınız pencereyi kapatın öteki pencereyi açın. Farklı taraftan bakınca olayların zorlukları kolaylaşabiliyor mu? Yine mi olmadı! Demek ki yanlış pencere, onu da kapatın, başka pencere açın. En doğru bakış noktasını bulacaksınız, eminim. Ha gayret… 85 Deli Kızın Bohçası Latife Özbek ÖLDÜRMEYEN ALLAH... 40 yıldır kalp hastası olan annemi; Kansızlığının sebebini araştırmak için Mersin’den Ankara’ya getirdim ve dokuz aydır birlikteyiz. Bir üniversite hastanesinin kardiyoloji, dahiliye, hematoloji, Nefroloji servislerini defalarca dolaştı. Ne hikmetse hiç bir doktor tansiyona bakmak, kalp dinlemek gibi herhangi bir münasebetli davranışta bulunmadı. Uzaktan eğitim gibi ,annem de göz yordamıyla muayenelerden geçti, kansızlığına çare yerine, tüp tüp kanı alındı. Yürüyerek geldiği hastaneden nerdeyse zekaret çıktı. Beş yıldızlı otele gittiğini mi zannediyordu bilemiyorum ama haftalarca süren yoğun bakım günlerinden sonra “ İnsan bulunduğu yerden memnun kalmalı, ben yoğun bakımdan hiç memnun kalmadım.” diyerek, yoğun bakım günlerine yeni bir felsefi yorum getirdi. Ameliyattan çıkan ama yoğun bakımdan servise çıkamayan hastaların hırıltılı son nefeslerine şahit olması, annemin zaten var olan ölüm korkusunu iyice depreştirdi. İstasyon karşısında ki evinin penceresinden geçen trenleri seyreder gibi, annem de hayata tutunamayıp, öbür tarafa gidenleri izledi. Kalp kapak değişim ameliyatı önerilen annem, ölüm korkusuyla ameliyatı kabul etmeyince , kalp pili takılarak taburcu edildi. Böylece 112 ile acil serviste sabahlamalarımız sona erdi. Pil takılınca “Deve gücü, tazı hızında” olacağını zanneden annem, hala kaplumbağa kıvamında olduğunu ve nefes almasında gelişme olmadığını fark edince, ameliyat için hep beraber hastane aramaya başladık. İnsan kendi karar veriyormuş gibi görünse de ilahi bir güç senin yerine karar veriyor ve yönlendiriyor. Bir gün Memorial hastanesinin önünden geçerken ‘’Bu hastaneyi beğendim, burada ameliyat olabilirim.’’ dedi .Memorial hastanesinde Prof. Dr. Cem Yorgancıoğlu’ndan randevu aldık. Bir kaç muayene ve tahlilden sonra, ameliyatta neler yapılacağını anlattı. Annem her seferinde “Ama diğer hastanede öyle değil, böyle yapacaklardı” deyince. Cem bey dayanamayıp “İsterseniz orada ameliyat olun.” dedi de annem sustu. 13 Mayıs’a ameliyat günü alındı. Ameliyatta öleceğinden emin olan annem, öbür dünyada en büyük azabın, ezberlediği surelerin unutulmasından olduğunu nerden duyduysa, ameliyat öncesi kendini ezberlere adadı. Eğer Hak’kın rahmetine kavuşursa yapmamızı istediği bir şeyler olup olmadığın sorduğumuzda, annemin “Benim adıma şu hayrı yapın, şu kadar parayı zekat olarak dağıtın, şunlardan helallik isteyin.” demesini beklerken, taziyeye gelenlere, eti malzemesi bol lahmacun yaptırmamızı ve bol yeşillikle ikram etmemizi istedi. Lahmacunun lezzeti, maydanozun, rokanın bolluğuyla bir süre daha gündemde kalmanın hesabını yapmış olmalı. 86 Annem 12 Mayıs’ta hastaneye yattı, 13 Mayıs’ta ameliyata alındı. Uzun süren bir ameliyattan sonra yoğun bakıma alındığını öğrenince huzur içinde eve geldik. Gece kanaması durmayan annemi tekrar ameliyata almışlar, yeniden göğüs kafesi açılmış, kanamanın yeri tespit edilemeyince, yeniden iğne ardı dikilmiş. Yoğun bakımdan servise getirileceğini duyunca çoluk çocuk odasında toplandık. Ameliyattan sağ çıkamayacağından emin olan anneme “Aramıza hoş geldin.” diyerek sevindirecektik. Annem iyi görünüyordu, 55 kg olarak girdiği ameliyattan bir hafta içinde 70 kg olarak çıkınca, ödemden yüzü doğal botoksla 15 yas gençleşmiş, gözler şişkinliğin içinde kaybolmuş, tatlı bir Japon kıvamındaydı ama bizleri ilk defa görüyormuşçasına boş boş bakıyordu. Gaipten haber verecekmiş gibi el işaretiyle beni yanına çağırdı. O kadar kişi arasından beni seçmesi haklı olarak gururlandırdı. Zar zor “Konuşmayacağını” söyledi, ameliyat sonrası toparlanması için makul bulduk ama durum bizim tahminimizden çok farklı çıktı. Vizite gelen doktorların sorularına, konuşmama kararından dolayı başını sallayarak cevap vermesi işleri iyice zorlaştırdı. Kardeşim iyice bunalmış olmalı ki “Doktorluğu bırakıp veterinerliğe başladık.” dedi. Annemin hiç konuşmaması, her gelene korkuyla bakması, devamlı kapıyı kitlememizi istemesi bizi çok endişelendirdi. Bir aksam konuşturmak için değişik metotlardan sonra “Allah de anne” dedim. Birden dili çözüldü, yoğun bakımda okuduğu sureleri, çektiği tesbihleri ,başına geldiğini zannettiği olayları anlatmaya başladı. Böylece konuşmama nedenlerini ve korkularını öğrendik. Uzun sure uyutulan ve yoğun bakımda kalan anneme karabasanlar gelmiş, hayalle gerçeği karıştırması nedeniyle çok sıkıntılı bir hafta geçirmiş. Bir doktor tarafından tacize uğramış. Benim banka hesap cüzdanını hastanede doktor ve hemşirelere göstermem sonucu, kararlaştıkları fiyatın 10 katını talep etmeleri, annemin olmayan şuurunu iyice bulandırmış. İnsan neye çok değer verirse imtihanı ondan olurmuş, annem de yoğun bakımda namus ve parayla imtihan olmuş. İyice konuşmayı ilerletip ameliyatın bütün safhalarını gördüğünü, her gün kalp kapağının birini tamir ettiklerini, ameliyatın üç gün sürdüğünü söyleyince endişelerimiz iyice katmerlendi. En fazla bir haftada taburcu olan hastaların arkasından el sallamaktan yorulduk. Annem gözle görülmeyen mikro iyileşme gösteriyordu. 25 günün sonunda yürütmeye başladık. Uzaya astronot gönderiyormuş gibi tam teçhizatlı yürütüyorduk. Sondası, serum askısı, sık sık ihtiyaç duyduğu oksijen cihazı ve beş adımda bir oturduğu sandalyesi… Israrlarımızla 38. günün sonunda nihayet taburcu olduk. Oksijen üreten cihaz aldık, annem oksijen bağımlısıydı artık. Baliciler gibi devamlı oksijen çekiyordu. Yatak odasında her şeyden tecrit, bir ayımızı doldurunca, ilk kontrollerini yaptırmak için hastaneye gittik. Sonuçları yüz güldürünce , bizlere Dikili yolları göründü. Annem yolda oksijensiz kalmaktan çok korkuyordu, araba çakmaklığına takılarak çalışan jeneratör almak istedi. Oksijene ihtiyacı olduğunda ilk benzincide durup oksijene bağlayacağım söyleyince rahatladı. Bizleri Dikili’ye götürecek olan yakınımız bir Cuma aksamı geldi. Annem, dört yastığı, (dokuz aydır oturur şekilde uyuyabiliyor) pikesi, oksijen cihazı, oturması için simiti, kedimiz Minnoş ve taşıma sepeti, valizler ve devasa bir çantada örmek için yünler. Her şey tıka basa kondu arabaya, benim terapi yün yumaklarımı doldurduğum torbaya sıra gelince yer kalmadı. Sıkıntılı, gergin anlarım da yünden bir şeyler örerek rahatladığım için arabanın arka koltuğunun sol tarafında ki ayak konacak yere zorla sıkıştırdım. Önde kızım, kucağında kedi taşıma çantası, arka sağda dört yastıkla oturur şekilde yatan ve en ağır uyku ilacı içirdiğim annem ve uzattığı ayaklarının altında sol kenara sığışmıs ben. Annem bunalıp oksijen istemesin diye klima en soğukta çalışıyor, Annemin ayakları vakit geçtikçe tuğlalaşıyor, ağırlığından bacaklarım uyuşuyor. Kedi çantanın içinde acı acı miyavlıyor, annem “Sus be iyice azdın” diyor. Evi toplamaya çalışırken nasıl terlediysem ,arabaya binince klimadan dondum. Bulduğum bir gömleği belime sardım. Annemin hırkasını dizlerime örttüm, ayaklarımı yün yumaklarının bulunduğu torbanın içine soktum. Yumuşacık yumaklar ayaklarımı şefkatle sardılarsa da, bademciklerim şişti, sistit oldum. Önde kızımın kucağında ki çantada korkudan ağlar gibi miyavlayan Minnoş ve buna ağlayan kızım… En sonunda dayanamayıp kediyi serbest bıraktı. İpi kopmuş uçurtma gibi Minnoş arabanın içinde bir öne bir arkaya koşuşturmaya başladı. Her geçiş de arabayı kullanan dostumuzun ensesine pati atıp taciz etti. Aşırı yağış, yoğun hafta sonu trafiği, Minnoş’un deli dana gibi sağa sola saldırması...Polatlı’ya geldiğimizde kediyi bir kasabın önüne bırakmama ramak kalmıştı. Arabayı kullanan dostumuz da “Ananı da, kedini de al da git!” demeyi içinden defalarca geçirdiğinden eminim. En sonunda annem ilacın etkisiyle sızıp kaldı. Minnoş’ da koşuşturup miyavlamaktan yorgun düştü de, ciddi iki sorun kendiliğinden çözüldü. Sabaha salimen Dikili’ye geldik. Annem 700 kilometrelik yolu oksijene bağlanmadan gelince, çok da ihtiyacı olmadığını anladı. Üç haftadır annem hiç oksijene bağlanmadı. Sorunun fizyolojik değil psikolojik olduğunu anladı çok şükür. Şimdilerde annem tuvalet haricinde simitli koltuğundan kalkmıyor, gak deyince kahvaltı, guk deyince yemeği, ilaçları önüne geliyor. Kız kardeşim bugün, “Artık seni günlük hayata hazırlamamız lazım.” dedi. El melekelerini geliştirmek için önüne gömlek koydu, düğmelerini iliklesin, geri açsın, tığ ve yün verdi zincir çeksin diye. Ama annem televizyon kumandasından başka bir şey almadı eline. Her sabah TV8’ de “Aramızda kalsın” adlı magazin programının müptelası oldu. Kim kimle seviyeli! beraberlik yaşıyor, kim şık, kim rüküş...İbadetlerine dört elle sarılmasını beklerken, tam bir magazin kumkuması oldu. Ağır ve riskli ameliyatlar kişilik değişmesine neden oluyormuş. Hemşirenin biri ,beş vakit camide namaz kılan dedesinin, namazı terk ettiğini söylemişti. Çok şükür annem teyemmümle aldığı abdestle farzından namazlarını kılıyor hatta kıldığını unutup yeniden kılıyor. Bu arada 86 yaşında ki babam, erkek kardeşimle dokuz aydır Mersin’ de Survivor hayatı yaşıyor. Annemin eve gelip kendisine yemek yapmasını dört gözle bekliyor. Annemin kendine ait çok özel ihtiyaçları dışında bir şey yapamayacağından henüz haberi yok. Dokuz aydır kız kardeşim de dahil, hayatımızı, evimizi annemize göre ayarladık. Uzun süre özel ihtiyaçlarını biz karşıladık, yirmi dört saat yanından ayrılmadık, hala da beraber yatıyorum. Yemekleri tamamen tuzsuz yapıyoruz, artık biz de alıştık tuzsuz yemeğe. Doktor ancak altı ayda kendini toparlar dedi, üç ayı geçti. Rabbimin verdiği sabırla, azimle bu günlere geldik. Allah inancı, ana baba hakkı... Ama artık iyileşmek için biraz caba göster Anneciğim… 87 Meyveden Yaga Yagdan Medeniyete Vildan Karaağaç Zeytinyağı denince aklınıza ilk ne geliyor? Küçük, kayık bir tabağın içindeki o muhteşem renkli sıvıya, taze ekmeği bandırıp ağzınıza atmak mı? Zeytinin, domatesin, salatanın, yoğurdun üstüne gezdirilip en güzel eşlikçisi olan sirke ile ittifakı mı? Daha ileriye gidelim…Akdeniz gelmiyor mu aklınıza? Göz alabildiğince uzanan plajlar, deniz, güneş, kum… Bir bahçe sofrası ya da, ailece toplanılmış, mor salkımlı çiçeklerin arasında, karpuzdan önce yenen, dolmalar, fasulyeler…Tatil geliyor elbette aklınıza, sorumlulukların bir süre geride bırakılması, basit hayatlar, basit yemekler, öğleden sonra birazcık kestirmeler. İşte zeytinyağı sadece bir besin maddesi değil aynı zamanda neredeyse kırk bin yıllık bir medeniyetin çocuğudur. Ege Denizi’ndeki Santorini Adası’nda yapılan kazıların neticesinde 39 bin yıllık zeytin yaprağı fosillerine ulaşılmıştır. Diğer tarafa, doğuya uzanırsak Kuzey Afrika’daki Sahra mıntıkasında M.Ö. 12.000. yıla ait zeytin ağacı bulgularına bakarak, eski insanların da ağızlarının tadını bildiğini düşünebiliriz. Ancak, ilk zeytin hasadını hangi medeniyetin, ne zaman yaptığını maalesef tam olarak bilmiyoruz, yoksa ona teşekkürlerimizi iletmek gerçekten önemli bir vazife olacaktı. Anadolu’nun Tarihinde Zeytinyağı Giritliler, zeytinyağının, Anadolu’ya gelmesinde ve Anadoludaki kavimler arasında yaygınlaşmasında en önemli rolü üstlenmişlerdir. Ege’nin bu tarafındaki ve Akdenizdeki zeytin üretimini yadsıyarak, bu medeniyeti batılı algılamak çok yanlış olacaktır. Homeros’un garbın kültürü üzerindeki baskın ağırlığı nedeniyle, zeytin üretimi ve ürünleri sanki sadece Antik Yunan’da başlamış ve onun mirasçısı olarak sadece batının devam ettirdiği bir kültür gibi görülmektedir. Ancak tarihi iyi bilenler Helen Medeniyetinin sadece karşı Ege kıyılarını değil Anadolu’yu da kapsadığını yadsıyamazlar. Akdeniz ve Ege insanı için zeytin ve zeytinyağı sadece bir geçim aracı değildir. Zeytini yetiştirmek ve ondan yağı çıkartarak üretimi devam ettirmenin her aşamasında önemli bir bilinç yatar. Toprak insanı etkiler, insan toprağa saygı duyar ve onu sahiplenir. Bu karşılıklı etkileşim, belki bilim adamları tarafından ispatlanamaz ama, önemli bir simbiyotik ilişki oluşmasını sağlar. Toprağın verdiği meyveye insan ruhunu katarken, o meyvenin tadı, ekşiliği, acısı, kıvamı, yararı, o toprağın inanının hamuruna sirayet eder. Bu yüzden Akdeniz ve Ege insanını sadece zeytin ve ürünlerinin yetiştirilmesi ve üretimine bakarak anlayabiliriz. Nasıl Yapılır? Zeytin ağacının oldukça narin bir yapısı vardır. Çok yavaş ve ilgi isteyerek büyümesine rağmen ömrü oldukça uzundur. Ortalama olarak 300-400 yıl yaşayabilen bu ağaçların üç bin yaşında olanlarına da rastlamak işten değildir. Asırlık varlıklarından dolayı bu gümüşi yapraklı ağaçlara mitolojide ve botanikte “ölümsüz ağaç” denilmektedir. Zeytin ağaçlarının kökleri oldukça güçlüdür ve toprağın derinliklerine kadar ulaşabilir. Yazları sıcak, kışları ılıman geçen iklimleri seven doğanın yeşil inci tanelerinden yağ çıkarma işlemi Ortadoğu’da halen, altı bin yıl önceki haliyle yapılmaktadır. Zeytinler silkeleme yoluyla toplandıktan sonra ezilerek hamur haline getirilir ve daha sonra bu hamurlar sıkılarak soğuk presten geçirilir. Ortaya çıkan zeytin meyvesinin karasuyu ve yağı birbirinden ayrılarak işlem sonuçlandırılır. 88 11. Yıl Zeytinin cinsine göre ortaya çıkan tat, uzmanlar tarafından, taze, yakıcı, acı, meyvemsi, tatlı, kekremsi, küflü, rutubetli vb gibi pek çok farklı parametreye göre değerlendirilir ve kalitesi tescillenir. Misafirleriniz için yapacağınız zeytinyağlı yemekleri ise, parmaklarını yemelerine göre siz, kolayca sınıflandırabilirsiniz. Bunun için size bir kaç tane tarif hazırladık. ı d l ı y a b m a im Malzemeler: ı Çam Fıstığı 1 Kahve Fincan es at 5 Adet Dom ker 5 Adet Kesme Şe n ğa 4 Adet Kuru So ş Üzümü Ku ı an 1 Kahve Finc on Yarım Adet Lim aydanoz M et m De Yarım n 6 Adet Patlıca k 12 Diş Sarımsa rabiber Ka ne Ta et 10 Ad z Tu 2 Tatlı kaşığı r 3 Adet Yeşil Bibe Zeytinyağı ı an nc Fi e 4 Kahv olacak şei iki santimetre liğ rin de e, rin bi ve her irken biz içini Yapılışı ar orada dinlen kilde soyuyoruz nl şe ca ak tlı ac pa ol ız a ım ac rleri ve attığ ımızı al nları, sonra bibe zlu suyun içine tu ğa Önce patlıcanlar ız so ım ce ığ ön ad e ırl in iç az yağın ltıp üstüne ıyoruz. H ını sağladığımız esi tavaya boşa as at kilde yarıklar aç m rm do za iz kı im re iğ sü r kavurdundeled vada bir -25 dakika kada lım. Bu sırada re hazırlayalım. Ta 20 ra . vu lim ka ye ka le ki ek da imiz patlıcandar tuzu atıp 5-6 tepsisine dizdiğ rini ve yeteri ka çam fıstıklarını ın le fır üm da üz ın ş as ku nr ri, so kadar pişirabibe e kızarttığımız ve fırında 30 dakika ed kesme şekeri, ka ış er nc nm la te r ar bi ay ile ye rece kletebiliriz. can yağ kaplayıp, 200 de dakika daha be ğumuz içi, iki fin 5 ile -1 o ly 10 fo r i bi rin da ze ın alım. Ü kızarması için fır ların içine doldur kartıp, üstünün çı u oy ly fo , iz en relim. Dilers ı s a m l o d r e ib b ı l ğ a y zeytin Malzemeler: u 1 Demet Dere Ot Dolmalık Fıstık ı şığ Ka a rb Ço 1 ık Yeşil Biber 12 Adet Dolmal Karabiber 1 Çorba Kaşığı yon 1 Tatlı kaşığı Kim ızı Toz Biber rm Kı ı 1 Tatlı kaşığ n 1 Kg Kuru Soğa ş Üzümü Ku ı şığ Ka a rb 2 Ço ç rin Pi 2 Su bardağı lça Sa ı şığ Ka 1 Çorba z Şeker 1 Tatlı kaşığı To nibahar 1 Tatlı kaşığı Ye ytinyağı Ze ı ağ 2 Su bard le üst kısımlater el maharetiy is a, kl ça bı r te is biz soğannra Yapılışı zel yıkayalım. So sularını akıtırken e gü r ird bi i vg iz ke r, rim rle rle be ğımız pirinci, lim. Bibe Önce dolmalık bi cak suyla yıkadı Sı mları temizleye . hu lım to ra ki vu de ka in r iç rin kada zümünü, rını alıp, biberle a pembeleşene yla, salçayı, kuşü nd sı ğı ra sı ya a in yt nr ze So . ıp ay ralım bir kaç dakika ları küp küp doğr olana kadar kavu ımız dereotunu ığ ne tt ta ka ne n ta so ve En . lim iğimiz biberleatalım soğanlara ekleye ın tepsisine dizd zu pirincin içine fır tu r ve Bi . rı lım tla ra ka ra ha ba leyip önceden maya bı dolmalık fıstığı, ak şekilde su ek ac eşten alıp soğu at ay i m ey aş er nu nc yu te a nr rını yemeyerin bo kavurduktan so lenizin parmakla doldurup, biberle ai le ve ey in m iz ze in al er m irl iç isaf ü, rin dörtte üçün kika pişirelim. M lik fırında 30 da ce re de 0 18 ış ısıtılm bilirsiniz. olup servis yapa ceğinden emin 89 11. Yıl 90 11. Yıl 91 11. Yıl 92 11. Yıl