KUMRUCU
Transkript
KUMRUCU
52 KUMRUCU Celal İlhan Kira ödemeden oturduğu evinin derme çatma balkonunda; solunda Ankara Kalesi, karşısında ünlü “Hacı Bayram Külliyesi”, tıkınırken her zamanki gibi kumrularıylaydı Şaban. Balkon küpeştesi yerine uzattığı kirli tahta parçasının üstüne kuşyemini avuç dolusu döküyordu. Davetine aşkla uyulduğu kanat şapırtılarıyla duyuruluyordu ona. Yer sof-rasındaki kıymalı patlıcan, yeşil salata ve rakı bardağı; sert gagalardan, tepinen pençelerden sıçrayan yemle çoğalıyordu. Şaban, lokmaları ağzına attıkça dişine dokunan buğday tanelerini pırtlatarak sürdürüyordu muhabbeti. Onlarla söyleşisi, insanca olmaktan çok kumrucaya benziyordu. Kuşlarına kendi dilini öğretemeyince, bu onların dilini öğrenmişti belki de. Gözdesi kumruların arasına karışan, dağdan gelip bağdakini kovmaktan çekinmeyen güvercinlerle atışmayı ise düşünmüyordu bile. Ancak bu çağrısız konuklar, kursaklarını doldurup havalandıktan sona meydan kumrulara kalıyor, sohbet de ondan sonra koyulaşıyordu. İnanılmaz bereketli yem çuvalı da hep elinin altındaydı Şaban’ın. Karısı, “Bedava mı alıyorsun, az az atsan olmaz mı, döküp saçıyorlar görmüyor musun?” dedikçe, “Bereketini veren veriyor, sen karışma, attıkça çoğalıyor yem, bitmek bilmiyor” diye karşılık veriyordu. Dinleyecek kimse bulamamaktan mı, dinleyip de hiçbir şey yapmaya yanaşmayan, çevreci dostları yüzünden mi son zamanlarda kanatlı arkadaşlarından başka kimseye içini açmaz olmuştu Şaban. Öyle gümbür gümbür de konuşamıyordu. Sesi yatalak bir hastanın inlemesinden daha güçlü değildi. Ağaç ve kuş düşmanı Osman Bakkal’a çıkışmak için sesini yükselttiğinde, soluğunun kesilmesi, günde iki paket savuran Şaban’ı çok rahatsız ediyordu. ankarader.indd 52 ‘Aslın d önem a Börekç iŞ l gerç i bir öykü aban ö ykü ekte k arak n. O Anka teriy lerde ya nun ra iç di gö ş başk in ön lenm züm ayacak i ş i e d o ey m e l öykü i çoktan li bir ins duğu öy . Öyleyd k i leriyl a ü h n ler ak e dı ve et onun d kesin olmalıy la ilg anınan y iyordu. dı. likle Ed ili az varlığ ını d çabaları ar arkad ebiyatım belgeah nı aş bir te ız şekk a yeni ö ve yazdı ım Cela da işçi ğren ğı üç lİ ür bo ‘Kum dim rç öykü lhan’ın ru nün tanıy cu’yu, B luyum. Ö . Kendi abilm a ö y ek iç rekçi Şa külerind dıma Ce ban’ e in ya n birin lal’e ı yıml İnci i ıyoru daha de gürb rinle z. üzat mes ik ine Osman Bakkal bir kere, hem de karısının yanında, “Ulan Allahın köylüsü, bir deri bir kemik kalmışsın, kuşla, ağaçla, borbok işlerle uğraşacağına kendine bak biraz! Sizin gibilerin ormanını kesenin gözü kör olur inşallah!” diye azarlamış, beddua etmişti ona. Bakkal Osman, gözüne kestiriyor, küçümsüyordu Şaban’ı belli. Bu yüzdendi üstüne üstüne gelmesi. Aşağılan-masına bozulan Şaban, “Silah, bıçak diye bir şey olduğundan haberi yok bu puştun” diye söylenerek karısını korkutmuştu. Çocukluktan ilk gençliğe Ilgaz Dağlarında geçmişti. Çamın bulutu, bulutun çimeni okşadığı, saçlarını taradığı, dağ çiçeklerinin ve reçine kokusunun yeri göğü sardığı bir köyde büyümüştü. Bunun için mi suçlanıyordu? Ona göre, çocukluğunda orman havasıyla dolup boşalmayan ciğerler beş para etmezdi. Ömrünü öyle tüketmiş insanlar da suya dalmadan yaşamış ördeklere benzerdi. Her yıl, hiç olmazsa iki gece Ilgaz’a tırmanıp çam uğultularını dinleyerek uyumaz, orada sabahlamazsa kendini o yılı yaşamış saymazdı. Bu yoksunluk günlerinde ormanla, ağaçla kucak kucağa olamayabilirdi ama ormanı düşünmeden, gönlünde yaşatmadan asla. Bakkal Osman’ın zılgıtından sona’, Ilgaz’ın ayısı bile senden bin kez daha insandır yobaz herif, kentlilik de-diğiniz buysa, ben onun ta içine…’ diye söylenmişti. Muhabbetine doyamadığı, ötekilerden ayrı 04.05.2012 17:16:14 53 k ydi alıyd ı. geşçi n istasyonlarına mı? Kırk katır mı, kırk satır mı yani?” Tekçe, söylenenleri anlamazdan gelip tıkınmayı sürdürürken Şaban, “Ben yapabileceğimin fazlasını yaptım arkadaş, gerisi beni ilgilendirmez. O din tüccarı, yobazla hırlaşmak da istemiyorum artık. Bir gün başım belâya girecek bu yüzden. Üst geçitte önümü kesti. Namaza gidiyormuş. Açtı ağzını yumdu gözünü. Onu belediyeye ben ispiyonlamışım, ağaç kesiyor diye. Verdi veriştirdi. Ne ilgisi varsa, ‘Ağaçla, kuşla, böcekle uğraşacağına insan içine gir, camiye gel, alnın secde, dilin dua görsün, imansız herif’ diye üstüme yürüdü. Ağacı, kuşu, gülü, dalı sevmek dinsizlik oluyormuş, duyuyor musunuz?” “Tekçe, bana ‘Ne yapabiliriz?’ diye sorma, tamam mı? Yemen valisi Ebrehe’nin koca fil ordusunu yenen, minicik ebabil kuşlarından neyiniz eksik sizin? Taş mı bulamıyorsunuz Osman puştuna atmaya. O zaman, sıçın tepesine tepesine, boka beleyin hergeleyi.” Tekçe, yemden başını kaldırmadan dinliyor, Şaban konuşuyordu. “Sen hepsini biliyorsun; gazetecilere anlattım. Gelelim, görelim, yazalım, haddini bildirelim o herife dediler, gelemediler. Televizyoncular, film çektikleri, yayımlayacağız dedikleri halde yayımlayamadılar. Büyük, küçük tüm belediyelere başvurdum. Adı Ay-şen’di sanırım, bir o anladı beni. Bir şeyler yapabilmek için çok uğraştı kız. Amca, bunların tümü Bakkal Osman’dan beter herifler. Biraz daha sıkıştırırsam başım belâya girecek diyerek, o da pes etti sonunda. Öteki belediyeciler mi? Vatandaşın evini başına yıkmaktan bitkin haldelermiş, başlarını kaşıyacak zamanları yokmuş, hiç uğramadılar. Milletvekillerine, bakanlara bile gittim, memleketi yıkıp, Allah yolunda yeniden kurmaya çalışıyorlarmış. Çook meşgullermiş, ağaç-la, kuşla, ıvır zıvır işlerle uğraşamazlarmış, Tekçe kardeş. Peki, ne olacak şimdi, gözümün önünde her gün gencecik ağaçlar kesilecek, parçalanacak, yerinde yeller esecek, ben de bakacak mıyım öyle? Bu işten vazgeçmeyeceğimi herkes bilir. Tek tek dolaşacağım ayakta kalan gecekonduları, anlatacağım bildiklerimi. Gün ola, harman ola. mayıs ankarader.indd 53 2012 tuttuğu, ok-şamalarına bile ses çıkarmayan, gerdanı kuşaklı kör kumrusunun gelmesini bekledi bir süre. Önce, “Veysel” diye çağırdığı, haksızlık ettiğini düşünerek adını değiştirdiği dostunun tek gözü görmüyordu. Yandan çarklı dedi, Tekgöz dedi, Tekten dedi, sonunda Tekçe’de karar kıldı. Gençliğinde, filmini kaçırmadığı, en beğendiği ve en çok korktuğu artistin adıydı Tekçe. İstanbul’da çok aramış, görmeyi çok istemişti ünlü sanatçıyı ama başaramamıştı. Sağ ayağı bilekten kopuk kumrusunu da Edip diye çağırıyordu. Edip, kumrularının en ulaşılmaz, yaklaşılmazlarındandı. Şaban’a uzak noktalarda ürkek, korkak, tedirgin yemlenirdi. O geldi mi Şaban put kesilir, dakikalarca kıpırdamazdı. Tek ayaküstünde ustalıkla konup göçen, yetişkin bir kumruydu Edip. Adını koyarken esinlendiği, güneyli şarkıcıyı da çok seviyordu Şaban. “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz!”, diye attığı çığlıklar içini kanatırdı Şaban’ın. Derin bir soluk alır “Sen öyle san, bal gibi oluyor Edip kardeş” diye inlerdi her keresinde. Ağaç düşmanlığını iş edinen ve ibadetten sayan Bakkal Osman, uykularını kaçırıyordu Şaban’ın. Kavakların pamuğundan, akasyaların bitlenmesinden, meyve ağaçlarının çoluk çocuğu birbirine düşürmesinden yakınıyordu. “Eninde sonunda kesilmeyecek mi? Şimdi keselim de bir yoksulun işine yarasın, odun kömür ateş pahası”, diye başkalarını da kıyıma yönlendiriyordu soysuz. Güçlü, kuvvetliydi de üstelik. Şaban’a bir vursa, yarısı boşa giderdi. Çevresindekilere sözünü dinletmeyi de biliyordu. Arkasında karanlık, önünde tarikat, siyaset madrabazları vardı. Ona göre, her şey ticaretin hizmetinde olmalıydı. Ne güzellikten anlıyor ne yeşilin kıymetini biliyordu adam. Başvurmadığı yer kalmamıştı durdurmak için. Bunaldığı zaman kuşlarına sitem ediyor, “Neden bir şeyler yapmıyorsunuz, bu ağaçların dalında sevişen, cilveleşen ben miyim?” diye soruyordu. Belli ki ilerde, yuvalarını yapacak, yavrularını konduracak dal budak bulamayacaklarını düşünemiyorlardı bu kuş beyinliler. “Ben nasıl olsa bir yolunu bulurum yaşamanın oğlum, asıl ayvayı yiyecek sizlersiniz! Nereye konup göçeceksiniz arkadaş? Elektrik tellerine mi, baz 04.05.2012 17:16:15