ANASTASİA
Transkript
ANASTASİA
ANASTASİA Zafer Erenuluğ © 2015 Zafer Erenuluğ. Tüm hakları saklıdır. Bu ekitap, Zafer Erenuluğ (yazar) tarafından publitory.com’da yaratılmış ve yazarın kendisi tarafından Creative Commons Attribution-NonCommercialNoDerivs CC BY-NC-ND lisansıyla (http://creativecommons.org/licenses/by-ncnd/4.0/legalcode) yayınlanmıştır. Bu ekitap dosyası, yazara atıfta bulunmak, içeriği herhangi bir değişikliğe uğratmamak ve ticari amaçla kullanmamak kaydıyla paylaşılabilir. Bu kitabın UUIDsi 04646b48-8f90-11e5-8110-9a11be57b7f6 İçindekiler BARDA 7 UYANIŞ 11 KISA BİR GEZİNTİ 20 KARARLARIMIZ HÜKMEDİLEN BİR BEDEN YALNIZ BAŞINA BEKLENTİ İSTEKLER SÜRPRİZ EGO VEDA SİYAH BEYAZ TANIŞTIRAYIM YAŞAYAN İNSANLAR AYYAŞ STALİN’E SOR, AYIK LENİN’E SORMA AKLIMDAN GEÇENLER HORANA GİDEN YOL İÇİME BİR KADIN KAÇTI MEZAR TAŞI ÇIRILÇIPLAK HİSSİYAT TAM KALBİNDEN DÜNYANIN EN MUTLU İNSANI YUVAYA DÖNÜŞ 13 16 24 30 35 38 42 48 55 63 68 74 78 81 83 90 95 98 104 107 114 BARDA “Soğuk bir gece, saat iki sularında hiçbir şeyin bir anlam taşımadığını ya da çok şey ifade ettiğini düşünür vaziyette yatağıma uzanmış, o anı düşünmekteydim. Dışarıdan gelen araba uğultusu haricinde etraf sessizdi. Bu nasıl bir histi ki beni kendimden alıkoyuyor diye sorguladım kendimi. Değil miydi geceyi önemli kılan ansızın sevdiğini hatırlamak ya da yanında olduğunu bilmek? Beni bu tür sorulara mahkûm eden umarsızın neler yapabileceğini seyretmekten öteye geçemiyorum. Özellikle bu son iki hafta, süregelen gerginliğimin neticesini belirleyecek sürecin de başlangıcı olacak sanırım. Etrafımda neler olup bittiğini anlamak istiyorum. Bir yanım ısrara sarıyor, diğer yanım bunun doğuracağı sonuçları hayra alamet olarak görmüyor. Bana sıra dışı gelen bir gelişmenin ardındaki gerçeğe yönelttiğim soruların cevabını öğrenme merakıyla sabahlamıştım. Ertesi gün dışarıda yağan yağmur gibi her şeyi akışına bırakmıştım fakat içimdeki huzursuzluğa engel olamıyordum. İpi çekilmeye hazır idam mahkûmu gibi bütün uğraşılarımın faydasız olduğunu bir ben bilirim. Zira onun elinden ipleri alabilmek imkânsızdır. Yok, yok, imkânsız olamaz. Gerçek olan benim başarısızlığım. Bana saygı duyuyor mu dersin? Hayır... Zengin miyim? Enerjik miyim? Yeri geldiğinde rahatlığım insanları güldürebiliyor mu? Masum olduğum kadar vahşi miyim? Acımasız mıyım? Özgür olduğum kadar özgürlük dağıtıyor muyum? Hata mı yaptım yoksa baştan 7 aşağı hata mıyım? Benden uzaklaşıyor ve ben bunun sebebini düşünürken uzaklaşacak kadar yakınlaşmadığı sonucuna varıyorum. İlişkimi hiç bu kadar sorgulamamıştım. Sorgulamak ta istemezdim aslında ama sorguladım bir kere. Beklediğim gün nihayetinde gelmişti, üç ay süren ayrılığımız sona erecekti. Kişinev Hava limanında Anastasia ile karşılaşacağım anı sabırsızlıkla bekliyordum. Gelen yolcuların kapısı açıldığında dikkat kesildim. Etraf birbirine sarılan insanların kavuşmaları ve sevinç gösterileriyle dolup taşarken, sıcak gülüşüyle bana doğru yaklaşıyordu. İki arkadaşın karşılaşması gibiydi her şey. Hatta bu yönümüzle bazen kardeş durumuna düştüğümüz zaman bile olmuştu. Yorgun olduğunu ve bir an önce eve gitmek istediğini söyledi. “Taksi! Taksi!” diyerek çıkış kapısı dolayında gezinenlere aldırmaksızın az önce müşteri bırakan takside yerlerimizi çoktan almıştık. Ancak eve geldiğimizde doyasıya sarılabildim ona. Belki yorgunluğundan, belki hava değişiminden belki de kendisinin bile cevaplayamadığı sorularla boğuşurcasına frijit bir kadını oynuyordu. Konuşurken gözlerinin içine içine bakıyordum. Başka türlü bir sevgiydi bu benimkisi. Korku vericiydi. Bir ara yüzü iki avucumun arasında belirivermiş, dudağına kondurduğum öpücükle ellerim poposuna kayıvermişti...” O ana geri dönercesine gözlerim üç beş saniye oturduğum masanın köşesine takıldı. Arkamdan gelen çivi topuklu çizmelerin sahibini izledim karşı masaya oturana dek. Manalı bir bakışla sigarasını yaktığı sırada garsonun gövdesi kızın cılız bedenini kaplayıverdi. Masaya konan içkimi bir hamlede almamla bitirmem bir oldu. Müdahale etmeden dinliyordu Cavit, fotoğraflarını oluşturduğum bir yapbozu tamamlamak istercesine. Az önce ıslattığı saçlarını yatıştırarak sol yanıma oturan Ahmet ise, “Seni çok ısrarcı görüyorum Volkan. Hep böyle misindir?” diye atıldı. 8 “Gerektiğinde hep böyleyimdir. Bu ısrarcılığın sebebi... İnatlığın, sabitliğin sebebi nedir ki?” “Büyük mutluluklar... Bilirsin, hata hatayı getirir. Kişinev’in tadını çıkar! Gitme vakti geldiğinde gitmesini bilmelisin.” “Biz senin kadar serinkanlı olamıyoruz Ahmet...” diye araya girdi Cavit. “...Senin karşına hiç çıkmadı mı böyle biri? Seni sevdiğine pişman eden biri yok mu?” “Bana en son, dünyada iki tip kadın olduğundan bahsetmişti. Biri seven, yani zayıf olan, diğeri de sevilen... Güçlüymüş, görüşmeyeli uzun zaman oldu. Dediğim gibi aşk meşk işlerinde acı çekmek yerine güzelliklerinden faydalanmayı düşünmek gerek.” O gün tanıştığım Ahmet’in de vurguladığı gibi Anastasia’ya olan aşkım ne hiçlikte ne de aşırı yoğunlukta barınabilirdi. O ikisinin arasına saklamıştı kendini. Bense onu bir hiç üzerine inşa etmiştim. Üniversiteyi yurt dışında okuyacak olmanın heyecanıyla uçakta yerimi aldığımda, hayatıma dâhil olan yeniliklerin ve de ilk olan her şeyin tadını almaya başlamıştım. Tatile gider gibi bir havam da yok değildi. Elimde ne bir sözlük ne de bir konuşma kılavuzu vardı... Nihayetinde Cavit ve Anastasia... Kaderin bu oyununda ilk hamleyi, cömertliği ve kadınlara olan düşkünlüğüyle tanıyacağım Cavit yapacak ve Nadya ile tanışarak o modeller modeli, rol yapmada üstüne olmayan, ilgi odağı olmaktan da gurur duyan kişiliğin en yakın arkadaşı Anastasia ile de bir süre sonra tanışmama vesile olacaktı. Gök Oğuzların “İlkiyaz” dediği ama bizim ilkbahar olarak bildiğimiz mevsim kadar canlıydı Anastasia. Mevsimlikti, öncüydü, sabırsızdı... Yükseliş, bol para ve ismini duyurabilme noktalarının oluşturduğu üçgen onun şeklini şemalini belirliyordu. Orada özlemle akıttığı gözyaşları vardı. Orada, içindeydi hazmedeceği ne varsa ama bünyesi elvermiyordu. 9 Çünkü o hâlâ çocuktu ve hep öyle kalacaktı. İşte bu yüzden ona günahı varmışçasına bakanlardan uzaklaşıyordu. Onun hakkında ne bir şey biliyor ne de ona karşı bir şey hissediyordum. İçgüdüsel olarak ağzımdan birkaç kelime çıktı. İlgimi çektiğini düşünüyordum ama ilgimi çeken hikâyesiydi. 10 UYANIŞ Sabah, gece kadar hızlı aldım soluğu üniversitede. Her ne kadar artık son sınıf öğrencisi olsam da, içimde o birinci sınıfa başladığım ilk günün heyecanından izler vardı. Tanıdık bir yüze rastlayıp, içimdeki o stres haline dönüşen yabancılık duygusunu atmak için etrafa her zamankinin aksine çok dikkatli bakıyordum. Hole geldiğimde fotokopi sırasında bekleyen İnna’yı fark etmemle yeni ve de son öğretim yılının ilk karşılaşmasını gerçekleştiriyordum. Temiz bir kalbi olmasına karşın sınıfta sevilen bir tip değildi İnna. Uzağı göremez, gözlük takar fakirliği giydiği elbiseden akardı. Tüm saflığıyla sarıldı. Ahh bir de o kokusu olmasa... Ayaküstü biraz lafladıktan sonra yedinci kata çıkmak üzere merdivenleri kat ediyorduk ki ikinci katta Vlad, sınıfın en arsız, şımarık ve kendini beğenmiş kızıyla fingirdiyordu. Uzun saçları arasından, insanı kendine hapseden bir bakış fırlattı ve o her zamanki gibi kendini bilmiş tavırlarıyla, “Nerelerdesin sen Anastasia! Çok güzel görünüyorsun, çikolata kadar tatlı.” diyerek sırıttı. Sempatisine karşılık veriyor, benimle yakından ilgilenmesi hoşuma gidiyordu. Grup ortamında ya da bir konferansta, sosyal alanlarda bana ilişmekten kaçınmazdı. Sıradan basit ve iticiydi aslında bunların hepsi ama o boş tenekenin ardında inanılmaz derecede kendine güvenen birinin olduğu gerçeği, daha esnek davranmamı gerektiriyordu. 11 Kapalı ortamda çalışmanın getirdiği stresli günlerden henüz sıyrılmıştım. Gelişimi kutlamak istemesi üzerine günün ikinci yarısında Restobus’a gittik. Daha önce yanından bile geçmediğim bu mekân, dışarıdan bakıldığında sıradan bir Restoran gibi görünüyordu. Öyleydi de. Yalnız burayı diğerlerinden ayıran özelliği, içeride bir otobüsün olmasıydı. Fiyakalı müşteriler orada ağırlanıyormuş. Ayağının tozuyla gelmiş öğrenciler olarak oraya değil de girişte gördüğümüz ilk boş masaya oturduk. Patlatılan şampanyadan aldığım bir kadehin eşliğinde yeni gelişmelerden üniversitede kaçırdığım konulara dek uzunca konuşuyorduk ki Volkan’ın yanımda bitiverdiğini sandım. Vücudum adrenalin salgılarken arkama baktığımda otuz yaşlarında esmer tenli, kumaş pantolon, gömlek ve kravatlı adam bir yandan güneş gözlüklerini çıkartırken bir yandan garsonla konuşuyordu. Açık olmak gerekirse hiç kimseye, en başta da Volkan’a hesap vermek istemiyor, yaşantıma müdahalesi olan tüm engellerden kaçıyorum. Bu sebepten olsa gerek, girişimciliğimi kullanarak yaptıklarımdan haz aldığımı söyleyebilirim. El üstünde tutulmayı yani pohpohlanmayı hangi hemcinsim istemez ki. Buna çıkarcı ilişki anlayışı da denebilir. Kim nasıl adlandırır ise artık. Vlad, sınıf arkadaşlığımızın ötesinde bir ilişki peşindeydi. Hatta benimle sevişmek bir yana evliliği bile düşünmüyor değildi fakat aradaki perdeyi aşmasına izin vermiyordum. Bunun ne sadakatle ne de başka bir şeyle ilgisi olabilir. Neden diye sormayın, belki mükemmeliyetçiliğimden belki de ilişkimi bir köşeye fırlatmanın kolay olmamasındandır. Akşam geç de olsa evime geri döndüm. Kafamda tarttığım o kadar çok konu vardı ki çalışmadığım gecelerde ya sanal âlemin içinde kaybolur, ya da biraz alkol alıp alışkanlığıma, Volkan’a sarılarak uyuyakalırdım. Bazen de o geç yatardı. Soğuk elleriyle uykumu araladığı o kış günlerinde yalnızlığı hissederdik. Bu bana nedense ne kadar güçlü olduğumu hatırlatıyordu. 12 KARARLARIMIZ O hafta tiyatro gösterisi izlemenin iyi bir fikir olacağı düşüncesiyle iki bilet aldım. Komedi türünde, Rusların sunacağı bir gösteriydi fakat teknik bir sorun nedeniyle oynatılmamasının üzerine bileti geri iade ettik. “Ancak bütün geri zekâlıların toplandığı Moldova’da olabilir böyle bir saçmalık.” demişti Anastasia. Planet restoranda akşam yemeği yemek, o an için verilen sıradan kararlarımızdan biriydi. Kararlarımız! Evet, kararlarımızdı bizi biz yapan. Onayını Anastasia’nın verdiği kararlarımız. Onun ülkesinde yaşıyor olduğum gerekçesiyle hazmetmem gereken bir takım kısıtlamalarmış sadece. Bazen sevgili, bazen de yabancı oluveriyorduk. Bazen sevgili olmanın ne kadar tatlı olduğunu bilir misiniz? Ya ne kadar acı olduğunu, bir hiç olmanın, bir hiç kimse olmanın... Yüzümde trajikomik izler... Şu sigaradan aldığım derin duman kadar tatsız bir gülümseme olabilir mi? Aynı evi paylaşıyor olduğumuz gerçeğinin gizli kalmasını ahlaki açıdan anlamak mümkün fakat çarşı pazarda o görür bu duyar endişesiyle birlikte insanlara gösterilmemesi, tanıtılmaması gereken bir yaratıkmışım gibi davranmasını hiç bir zaman sindiremedim. Dolayısıyla en yakın birkaç arkadaşımız, her ay ev kirasını ödediğimiz Andrey, 13 yan blokta yaşayan onun evli oğlu Michael ve eşi Daniyella dışında kalanlara oynuyoruz. O kadar eğlencelidir ki ummadığın anlarda tanıdık biri ya da birilerinin çıkagelmesiyle başlar oyunumuz. İyi bir oyuncu olamayışım onu her zaman zora sokar. Ne yapayım sevgilisi olamamayı beceremiyorum. Restoran’ın zemin katı otantik havasıyla daha çok çiftlere hitap eder. İnsanı geçmişe götüren egzotik tasarımıyla, özellikle işletme sahibinin Türk olmasının getirdiği alternatif damak tadını Kişinev’de yaşayan yerli ve yabancılara sunmakta önemli rol oynamasıyla bu soğuk şehrin doyumsuz insanlarına bir nebze memnuniyet anlayışı aşılayan gözde mekânların başında gelir. Gönül rahatlığıyla yediğimiz yemeğin ardından eve kadar yürüyüş, duş ve rahat bir uyku kaçınılmazdı. Sabah olduğunda telefon sesiyle uyanmıştı. Kuzeninin düğün töreni için istemeyerek de olsa şehir dışına çıkmak zorundaydı. Ablası Mariya’nın konuşması bitmeden telefonu kapatıp yere fırlattı. Soluğu mutfakta almıştı. Kahvaltılık bir şeyler atıştırıp başucuma yanaştığını hissetmemle gözlerimi açtım. Sırtına vuran sabah güneşi, karşıma kendisinden bir parça güzellik çizivermişti. Belinden sarılmış, o yeşil gözlerine uzun uzun bakıyordum. O anı hiçbir şeyle değişemem. Onu solumak, ciğerlerimde varlığını hissetmek gibisi yoktu. Sonra, alacağı küçük hediyenin en iyisini beğenmek üzere alışverişe çıktık. İstekleri doğrultusunda düşünceli bir yapıya sahip olan Anastasia, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, yaşadıklarıyla kendini yenileyen, çevresinden tam not alan, annesinden ve evli ablasından ayrı, başkentte birlikte yaşadığım öyle bir varlık ki; melekler ve şeytanlar dürtüsüyle salt yaşamı renklendiren biri. Hemcinslerini o sade güzelliğiyle kıskandıracak kadar alımlıdır. Yeşil gözleri ve dolgun dudaklarıyla başlar o güzelliği seyir, hafif dalgalı açık kestane rengi saçlarıyla devam eder ve bakışlar vücudunda son bulur. Aslına bakarsanız o kadar da güzel değildir. Ama insan âşık 14 olmaya görsün, dünyanın en çirkini de olsa o artık sizin kraliçeniz, sultanınız oluvermiştir. Akşam olduğunda aldığımız ürünlerle dalga geçercesine eğlenmiştik. Onunla geçirdiğim her anın ne kadar değerli olduğunu kendime ispatlamak istercesine o saatleri fotoğraflarla belgelemiştim. 15 HÜKMEDİLEN BİR BEDEN Kahvemi içerken bir bekleyişe dalmıştım. Yeşil çimler üzerinde koşturan minik bir çocuğu seyre duruyordum. Onu kovalayan hükmedilen, bir beden vardı. Yakalanmak üzereyken heyecanı çığlığa dönüşmüştü. Sonra yavaşladı arkadaki. “Yamaç!” diye seslendi. “Heeeyy, yakışıklı, şşşşiitt! Kime diyorum ben?” dediği anda birinin sol omzuma dokunduğunu hissettim. “Alparslan Bey!” dedi Ahmet. Beklediğim kişiler gelmişti. Hemen ayağa kalktım. Tokalaşmak için elimi uzattım ve “Hoş geldiniz!” diyerek karşıma oturmaları için buyur ettim. “Sizi bu güzel atmosferden uzaklaştıran sebep olmalı bizi buraya davet edişinizin nedeni.” dedi Ahmet. Piyano tınısıyla beslenen müzik eşliğinde bomboş masalarda gezinen bakışlarım, sipariş almak için bir işaret gözleyen beyaz gömlekli garson kızın bulunduğu yöne çevrildi. “Ne içersiniz?” “Kahve kokan bir yerde nane limon içmek olmaz diye düşünüyorum. Süleyman?” “Kesinlikle, kahve lütfen.” Bir işaretin ardından kahveler gelecek, Ahmet ve Süley16 man’dan ne istediğim dillenecekti. Gömleğimin cebinden çıkardığım resmi masaya koydum. “Ne görüyorsunuz?” “Çok güzel bir kız bu.” dedi Süleyman. “Neyiniz olur?”. Beni dikkatle süzen Ahmet’e bakarak, “Hiçbir şeyim, adı Anastasia.” dedim. “İsteklerini elde etme uğruna her şeyi yapabilecek kadar hırslı biri...” diyerek karşılık verdi Ahmet. “Ona istediğini verip, elde etmek istiyor gibi duruyorsunuz.” “Duygularımı kontrol altına alamıyorum artık. Bunun farkına vardığına sevindim Ahmet.” “Affınıza sığınarak soruyorum...” diyerek dâhil oldu Süleyman. “Sizin yaşamınızı maceralarıyla heyecanlandıracak birinden mi bahsediyoruz?” “Öyle de denebilir.” “Namus düşkünlüğü de diyebiliriz o halde. “ “Bir şey seni elde edemediği sürece, o şeyin düşkünü olamazsın. Elde edilmek, teslim olmak demektir. Beni anlıyor musun?” “Anlıyorum.” “Anladığını sanmıyorum. Mantıklı düşünenlerin ruhumu nasıl yok ettiklerini bilemediğin gibi, mantıksızlığın getirileri hakkında da yorum yapamayacak kadar gereksiz konuşuyorsun.” “Üzgünüm. Ben sadece, bizden istenilenin tam karşılığını nasıl verebiliriz demeye çalışıyordum.” “Zor ve detaylı bir eğitimden geçtin Süleyman. İnsan psikolojisi ve iletişimi, analiz yeteneği, hile ve aldatma teknikleri başta olmak üzere kime çalıştığını bilen birisin öyle değil mi? Şimdi, ukalalığı bırak ve istihbaratçılık adına bildiğin ne varsa onları kullanmanı ve bana Anastasia’dan haber getirmeni istiyorum, anlaşıldı mı?” 17 “Anlaşıldı hocam.” “Görüşme bitmiştir. Detayları daha sonra öğreneceksiniz.” Kendini bir Tanrı sanan ve o tanrıya tapan biri isteklerini ne denli gerçekleştiremeyecekse o bitmek bilmeyecek ayinlerde de bir o kadar yanında görmek isteyecektir bizleri.Belli vakitlerde, ya da her zaman zikredilme arzusunu yerine getirmeli. İbadetlerimi aksatmayan ehli takva bir kul olmalıyım ki kendine iflah olmaz bir aşkla bakan aynadaki o kadına en az onun kadar âşık olayım. Sizi bilmem ama ben üzerine karanlığı örtmüş boş sokaklarda ilerledim cesurca, inanarak. Zihnimi belki dinginleştiriyordu belki de yoruyordu o ama şiirlerin tadını belirliyordu. Kalbin derinliklerinden bir bir çıkardı o sözler. Sonra “Lafla gemi yürümez!” dendi buna. İşte bu yüzden meçhul bir hayalin üzerine sonsuz düşünceleri içtim yalnızlığıma karşı. İnsanlığın öğrenmekte direndiği ne varsa hepsini içime hapsedip, kendi saf gerçeklerimle yaşamaya mahkûm bırakıldığım bir zaman diliminde hükmedilen bir bedene sarıldı gözlerim. Zeren’in evleneceği akşam saatlerine girerken biri, kıvır kıvır saçları ve kocaman kara gözleri olan Yamaç’ı yorgunluğa sevk edecek bir ortama sürükleyerek piyasadan silmek istemişti. Şirin olduğu kadar yakışıklıydı o akşam ama gecenin akıbetinden mahrum bırakılacaktı. Ebeveynleri olan Özge-Evren çiftinin eğlencesini kursağında bırakmamak üzere hobidik gubidik koşturuyordu. “Dikkat et Yamaç! Yavaş, şişşştt! Kime diyorum!” gibi benzeri uyarılar takip ediyordu onu. Sonra bir çift el onu yerden kaptığı gibi kaldırdı. “Biz artık gidelim.” dedi dadısı. Çocuk ağlamaya başlamıştı. Evliliğin kimyasından sınıfta kalmış biri oluşum, kızım Ece’den sonra bir de oğlumun olamayacağı anlamına gelir miydi? Yalnız, benim için fasulye yetiştirir gibi olmalıydı bu iş. Ortamı elektriklenmekten büyük keyif alan, soruları saniyelerle yarıştıran, fıkra kavramını bir maddeyle özdeşleştir18 mede üzerlerine olmayan, dinlemeye koyulduğu bir konuyu alışveriş çılgınlığı hayalleriyle süsleyebilen birinden o kadar uzak kaldım ki bazen kendimi tanıyamaz, ne yaptığımı bilemez oldum. 19 KISA BİR GEZİNTİ Düğüne yaklaşık yirmi dört saat kala ablamla yaptığım telefon görüşmesinde her zamanki gibi istek ve sorularına maruz kalışım bir kez daha yıldırmıştı beni. Neymiş efendim, pazarda satış yapan hemşehrisinden yüklü bir miktarda para alıp, Komrat’a döndüğümde kendisine teslim edecekmişim. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Koşuşturanı, şemsiyelisini, karaltılarda bekleyenleri geçtikten sonra ilgili mekâna yaklaştığımızda beraber görünmek istemedim. O civarda daha sonra uğrayacağımız Olesa’nın çalıştığı döviz bürosunda görüşmek üzere ayrıldık.Olesa ile ilkokula başladığım günden bu yana sıkı bir arkadaşlığımız vardı. Parayı alıp büroya geldiğimde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatan bakışlarla karşılaştım. Önce Volkan’a sonra da Olesa’ya bakarak ne olduğunu sordum. Ağlamaklı olan Olesa, adeta kilise papazına günahlarından arınırmışçasına her şeyi anlatmaya koyulmuştu. Kısa bir süre önce Vasya ile nişanlanmış ve düğün hazırlıklarına başladıkları bir dönemde, Vasya’nın internet üzerinden karşı cinsiyle yazıştığı diyalogdu onu üzen. Bilgisayarını bana doğru çevirerek okumamı istediği satırları gösterdi. “Benim bilgisayarım senin tamirinden sonra daha yavaş çalışır oldu.” 20 “Ben oradan ayrılırken arızası giderilmiş bir bilgisayar vardı.” “Sen tekrar gelip bakabilir misin?” “Tabii.” “Buraya benim için mi, bilgisayar için mi geleceksin?” “Sen nasıl isterdin?” “Zoruma gidiyor Anastasia! Bana evlilikten bahseden adamın yaptığına bak! Yenilip yutulur şey mi bu Allah aşkına söylesene?” “Değil tabii ama kendini bu kadar üzmeye de değmez.” Belli ki güvenmiyordu ona. Olasılıkları kendince yorumluyordu. Yüzündeki bütün kan gözlerine çöküvermişti sanki. Sadece anlatıyor, ne beni ne de Volkan’ı duyuyordu. Kendi tavrında sabitlenmişti. Dışarıdan bakıldığında kendinden emin, sarsılmaz ve mesafeli görünen arkadaşım, içinde sevgi ve ilgiye özlem duyan hassas bir kişilikti. Toplu siyah saçları ve gözlüklü haliyle ciddi bir şirket çalışanı gibi görünür, hayata hep bir mesele olarak bakar ve bu yüzden hırslıdır da ama hep daha iyilerine koşma meylinde olan biri için aşırı duygusal davranıyordu. Bizimle konuşmuş olması onu rahatlatmış, bir nebze kafası dağılmış olmalıydı ki her zaman olduğu gibi oturduğu yerden güle güle demek yerine, bizi kapıya kadar uğurlamıştı. İçini kemiren bir sesle görüşmek üzere, Mariya’ya selam söyle dedi. Onun Vasya’da ne bulduğunu hiçbir zaman anlamadım. Evlenmelerini aklıma, hayalime sığdıramıyorum. Tamam, Vasya belki zengin sayılır ama bir o kadar da kabadır. Soğuk, sevgi nedir bilmez, ukalanın biridir. Evin yolunu tutup, terminale varana kadar saat on üç otuz olmuştu. Her zaman olduğu gibi uzaktan uzağa arkamdan geliyordu Volkan. Biletimi aldım ve “Komrat! Kagul!” diyerek bağıran adamın önünden geçip minibüsteki yerime oturdum. Çok geçmeden yanımda belirdi Volkan. Biraz oturdu ve göz21 lerime bakarak sessizce uğurladı. Bir saat sürecek yolculuğumun sonunda ablam Mariya’nın beni dört gözle bekleyen heyecanı olacaktı. Yüksek topuklu ayakkabıları, saçı, makyajı, çantası ve elbisesiyle siyahlara boğmuştu kendini ama çok şık görünüyordu. Bir an önce hazırlanmam gerektiğini söyledi. Öyleydi çünkü bir kaç saat sonra ablam ve eniştem eşliğinde geceye katılmak üzere yol alacaktık. Lenin Caddesi bir çifti daha dünya evine uğurlayacak olmanın şenliğiyle bir tempodur tutturmuştu. Salona girdiğimizde kimileri yerinde oturuyor, kimi coşmuş bir oraya bir buraya gidip geliyordu. Biraz ilerleyip, ayakta içkilerini yudumlayan gruplardan birine dâhil olduk. Amcam Vasiliy ile selamlaşıp, ikram edilen kadehler eşliğinde sohbete koyulduk. Salonda elit olduğumu söylüyordu etrafı süzen gözlerim. Keyifli bir sohbet almış başını gidiyordu, tâ ki yedi sene önce kaybettiğim babam konu olana dek. O an gözlerim yerini, onu ne kadar çok özlediğimi anlatan buğulu bakışlara bırakmıştı. Kendimi toparlamalıydım. Nihayetinde kapılar kuzenim için açıldı ve o dökülen gözyaşlarım artık mutluluktandı. Eğlence gece saat üç gibi biterken kimileri “Tekrar tebrik ederim!” diyerek, kimileri de evin yolunu bulmanın derdiyle salondan ayrılıyordu. Evli çiftin evinde kadeh kaldırılacağı hesapta yoktu. “İki kadeh!” demişti ablam. Şişenin dibine düşmek istediklerini anladığım an arabaya geçtim ve bir bekleyişe daldım. “Yoruldun!” dedi bacaklarım. Topuklular da sırıtıyordu aşağıdan. Koltuğu biraz geri çekip arkama yaslandım. Ayaklarımı göğüs hizama uzattım ve bacaklarımı gözden geçirerek dinlendirmeye başladım. Sonra, bomboş yolda gözlerimi gezdiriyorken arka çaprazımda bir araba durdu. Farlarını kapattı. Açılıp kapanacak bir kapı sesi bekliyordu kulaklarım fakat ne bir ses ne de dışarıda gezinen bir insan vardı. Evli çiftin evinden gelen kahkahalar dışında çıt çıkmıyordu. Hemen kapıları kilitledim 22 ve başımı koltuğa yasladım. Yarı uykulu saate baktığım an sabahın altısıydı. Eve dönüyorduk. Döner dönmez kendimi yatağa attım. Günün devamında ablam çocuklarına her zamanki gibi yeterli ilgiyi göstermiyordu, Mişa ve Lena ne kadar annelerinin dikkatini çekmeye çalışsalar da duvarlarda yankılanan sesle yetiniyorlardı. Bu ilgisiz ve sorumsuz davranışlar aramızda düğün gecesini de konu alan tartışmaya neden oldu. Güya ben çok içmişim ve yanlış hareketlerim olmuş. Bu tür yargılardan nefret ediyorum. Yüzünü yakın zamanda görmek istemezcesine Kişinev’e geri döndüm. 23 YALNIZ BAŞINA Haftanın ilk günü, neredeyse bütün gününü evde telefon görüşmeleriyle geçirmiş, zamanın su gibi akıp geçtiğini ancak akşam yemeğinden sonra anlayabilmişti. Yemeğin ardından “Biraz yürüyüşe çıkalım mı?” diye sordu. Tatil ve çalışma amacıyla Türkiye’de geçirdiği üç aylık süreçte bunu alışkanlık haline getirdiğini söyleyen Anastasia, Yamaç isminde on beş aylık zengin bir ailenin çocuğuna yaptığı dadılığın yanı sıra, yeni mekânlar gördüğünü, farklı insanlarla tanıştığını ve avlusu sahile bakan Didim sitelerinde karşılaştığı zorluklardan, keyifli yanlarından bahsediyordu. Edindiği bir takım öğretileri de uygulamaya koymakta kararlı görünüyordu. Onlar gibi yaşamak için onlardan neyi eksikti? Kendini görmek istediği yer orasıydı. Tek bildiği onlar gibi yaşamak istediğiydi. Hayatı iniş çıkışlarla dolu birinin Türkiye dönüşünde attan inip eşeğe binmesinden yakınmasıyla elde ettiği huzursuzluğu şüphesiz beni de rahatsız ediyordu. İstekleri konusunda onu hiç bu kadar kararlı görmemiştim. Karşımda ne istediğini bilen, daha mantıklı düşünebilen bir Anastasia vardı. İçimde ötekileştirilmiş bir gariban. Hep böyle midir? Sizin hep onu kazanmak istediğiniz midir doğru olan yoksa onun hep sizin üzerinizden kazanmak istediği midir yanlış olan? 24 Kişinev’de iki haftayı geride bırakan Anastasia, mide spazmı nedeniyle gece sık sık lavaboya kalkıyordu. Çantasından telefonunu çıkarıp kulağına götürdüğü an uykum aralanmıştı.“Affedersin, uyandırdım seni.” dedi. Sol yanıma döndüm ve sağ elimle yanı başımda duran kol saatimin kaçı gösterdiğine baktım. Saat ikiydi ve bir anda kafamda beliren sorulara esir düşüverdim. Sorgu suale yeltenmeden, o gece kendimi dinlemiş fakat rahatlatamamıştım. Sonra bir hamlede yatağımdan kalktım ve o son numarayı gizlice not aldım. Gün ortasında “Alo, ben bilmem kim. Şu sebepten aramıştım. Kiminle görüşüyorum.” diyeceklerimden ne çıkarsa ümidiyle telefona sarılacaktım. Haliyle, soğuk ve uyanık bir herifle on saniyeden daha fazla konuşamazdım. Bir süre olduğum yerde durakladım. Kendimi son kullanma tarihi yaklaşan bir mal gibi hissediyordum. Gerçekten öyle olmadığımın ispatı gerekiyordu. Kaldırım boyunca belli aralıklarla dizili banklardan birinde öylece oturuyordum. Nedense, sıradan biri, basit bir şey olamayacağı düşüncesine saplanmıştım. Ne fark ederdi ki kim olduğu? Âşık olmak, birileriyle yatmak, yapmak istediğin işi yapmak, mutluluğu aramak ya da paylaşmak bunları kim reddedebilir ki? Beni bu hale sokan neydi? Benim yanımda rahat konuşamadığı telefon görüşmelerini fark ettiğimde “neden?” diye sordum kendime, emin olduğum bir konuda yanıldığımın şaşkınlığı üzerine. Haftada bir gün yatılı bir okulda İngilizce dersi veriyor şu sıralar. Eve yorgun dönmüş ve çok sevdiği haber programının bitmesiyle uyuyakalmıştı. Ertesi gün bir hayli gergindi. Yüzünde belirginleşen lekelerle uğraşırken iştahla Olesa’ya cevap verdi; “Da Olesaçka!” Bir nevi, “Evet Olesa’cığım seni dinliyorum. Sesini duyduğuma ne kadar sevindim anlatamam. İyi ki aradın.” demek oluyordu. İçinde bulunduğu ruh halini benim dışımda kimseye yansıtmaz, güçlü ve pozitif yaklaşırdı dört bir yanına. Bir hayli uzun süren telefon görüşmesinden 25 sonra enerjisini çaldırdığından yakınıyordu. Pencere kenarına oturmuş tırnaklarını törpülediği bir an dizlerimi kıraraktan yüzüne baktım. Bir bakış attı. Tırnaklarını törpülemeye devam edeceği sırada aniden avuçlarını açtı ve yüzüme baktı; “Ne? Sıcak su yok! Banyo yapamıyorum. Bir Olesa eksikti. Ay Vasya ona neden öyle davranıyormuş, aman ben çok şanslıymışım, yok efendim kendisi altmış yedi kilo olsa ne yaparmış falan filan. Geldiği noktaya bakar mısın?” Gitmeliydim, uzaklaşmalıydım oradan ama yapmadım. Sonra bir anda Olesa’yı unutup kendimize dönüverdik. Sen, ben diye devam etti yarım kalan ne varsa. İzlenilesi bir savaşçı ruhu vardır. Didişmeden yapamaz. Esasında bunun hoşuma gittiğini de söyleyebilirim. Belki de o zıtlıktı bizi birbirimize yaklaştıran fakat oyunu kurallarına göre oynayan biriyle mücadele sıkıcı olur, bunu hepimiz biliriz. Talep ise kurallara uyan bir oyuncudur. Çelişkilerle dolu bir düzenekte yaşıyorken, bazen Anastasia’ya hak vermemek elde değil. Bu halimize ciddi anlamda çözüm getirmenin zamanı geldi geçiyor düşüncesiyle yeni kararlar peşindeydim. O an, karşımdakine göre benim kim olduğumu ısrarla öğrenmek istedim. “Hayatında neleri, kimleri, hangi tür insanları önemsiyorsun Anastasia?” “Sadece annemi.” dedi. “Anneni neden önemsiyorsun?” “Çünkü ne zaman onunla konuşsam uçuyorum ama seninle öyle değil, özgüvenimi kaybediyorum.” Hak etmediği mevzu bahsi dahi olmayacak saçma sapan konularla onu yoruyordum. Değeri paha biçilemez bir parçada kusur aranır mı? Pis bir cambaz gibi onu alıp cebime indirme peşindeydim. Neden bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki kabullendiğim bir takım şeyler zamanla beni yıpratıyordu ya da asla kabullenemediklerim. Geleceğe 26 yönelik kısıtlamaların bulunmadığı vaatlerin eşliğinde zamana bırakmaya çalışıyordum her şeyi, her seferinde. Bazen ruhumun yaşlandığını ve soğuduğunu hissediyorum. Dünya düzenine ayak uydurmanın sonucunda değil aşkla, sevgiyle sarıldıklarımdı dünyada kazanmak istediklerim. Aynı dünyayı paylaşamıyor olmak ise insanlığın en büyük kusuru olsa gerek. “Seni en az annen kadar önemsediğimi, desteklediğimi bilmeni isterim Anastasia.” deyişimle ellerinden tutup, seni çok seviyorum öpücüğüyle sözlerimi sonlandırdım. İletişim eksikliğinden kaynaklanan şüphelerin anlaşmazlıkları beraberinde getiriyor olması, birlikteliğin boyutunu etkiliyordu haliyle. Ama durun, birlikteliğin bir boyutu olabilir mi? Hayır, hayır, ortada ne bir anlaşmazlık ne de bir boyut olamaz. Belki sorun ya da olmayan sorunların sembolleri demeliydim. Dillendiremediğimiz o kadar çok şey vardı ki anlatmak imkânsızdı anlayan, anlamak isteyen olmadıkça… Sigara, alkol, müzik ve kitaplar ekseninde çürümeye yüz tutmuş bir asosyal olarak yaşadığım şu günlerin oluşumunda emeği geçen kişiye teşekkür etmeliydim aslında ama etmedim, etmeden kendimi sokağa attım. Biraz yürüdüm ve Polis Akademisi’nin önünden merkeze akan yüz on beş numaralı dolmuşa bindim. İçerisi parfüm kokuyor, şık ve bakımlı insanlar kendini ele veriyordu. On dakika sonra sokaktaydım. Bir podyum vazifesi gören yolda kasıla kasıla yürüyen genç hanımların keskin bakışları arasından geçerek dördüncü kata çıktığımda, insan psikolojisini derinden etkileyen o zaman aşımına uğramış zil çalıyordu. “Herkese selam!” dedikten sonra yerime geçtim. Bir kaç dakika geçmeden, “Adını Birleşik Krallığı’ndan hem de en güçlü dönemlerinde, on dokuzuncu yüzyılda seksen yıl kadar yöneten Kraliçe Victoria’dan alan tarihin en ilgi çekici periyotlarından birini konuşacağız bugün.” diyerek sınıfa giren öğretim meraklısı kadın, iki avu27 cuyla masaya yüklenerek “Peki nedir bu dönemi bu kadar ilgi çekici yapan?” diye sorduğunda bakışları üzerimdeydi. “Kadına ve cinselliğe olan bakıştır bu kadar ilginç olan” dedim. Sınıfın geneline bir bakış fırlattı ve bana doğru yaklaşarak “Evet, bu o döneme ait bir çelişki. Biraz açalım, nasıl bir bakıştır bu?” dedi ve durdu. “Her türlü duyguyu, aktiviteyi bastırmak, reddetmek temel eğilimidir o dönemin” “Mesela?” “O dönemin ideal kadını cinsel duyguları olmayan bir kadındı. Erkekler ise eğer bir şey onlara seksi çağrıştırırsa uyarılan varlıklardı. Bu yüzden tüm kaynaklar bunu önlemek için seferber edilmişti. Misal, hayvanat bahçelerinde hayvanlara pantolon giydirilirdi ki erkekler onların cinsel organlarını görüp, kendilerinde de ondan bir tane olduğunu hatırlamasınlar diye. Yine piyanoların, masaların alt taraflarına hep örtüler geçirilirdi ki altında sanki bir vücut yokmuş izlenimi vermeye çalışılırdı. Tavuk yerken göğüs yerine, boyun derlerdi. Göğüs gibi kelimeleri kullanmak nerdeee? Breast degil, bosom denilirdi kadınların göğüslerine, bacaklarına da leg değil, limb. İncil dahi, Shakespeare dahi, içindeki erotik çağrışımlı yerler atılarak, değiştirilerek yeniden basılmıştı. Mastürbasyon zaten direk veba demekti. Tehdit, ceza, nasihat fayda vermezse mastürbasyon yapan kişi hadım edilirdi. Buna kızlar da dâhil. Kadınlar da erkekler de bekâret kemeri takarlardı...” Sınıftakiler pür dikkat beni dinliyorlardı. Oksana, Galina ve Alina birbirlerine şaşkın gözlerle bakıyor, Alina’nın gözlerini kısarak dinlediği ve anlattıklarımın bir kısmını anlayamadığı bakışlarına karşılık, “Beni anladığınızı umuyorum.” dedim. “Bitti mi? Dahası var mı?” diye araya girdi Diana. Belli ki hoşuna gitmişti. Amerikan ağzıyla ders anlatım keyfinin nasıl 28 çıkartıldığını anlamak için Onun bir dersine katılmak kâfidir. Yüzünde, unutamadığı anılar kadar yalnızlık izleri vardı. “Elbette bir yerlerden çıkacaktı bu bastırılan cinsellik.” dedim. “Çocuklara yönelik cinsel taciz, pornografi, fahişeler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, hepsi arttı. İşte bu yüzden her sene, Aids testi gibi sağlık muayenelerine maruz kalıyorum.” “Saçmalama! Moldova’da bastırılan bir cinsellik yok ki.” diye karşılık verdi Oksana. “O zaman bastırılamayan cinsellikten olsa gerek.” ... 29 BEKLENTİ Sabah kahvaltısı, etrafın dağınıklığına aldırmaksızın atıştırılan birkaç lokmadan ibaretti. Volkan’ın üniversiteye gitmesinin ardından evde sessizlik hâkim oldu. Çok geçmeden kendime sürpriz bir elbise almak ve oradan Olesa’yı ziyaret fikriyle kendimi sokağa attım. Dolmuşların Tralleybuz’lara nazaran daha temiz fakat aşırı kalabalık olması “En iyisi yürümek” dedirtiyordu. Cadde ve park her zaman ki gibi hareketliydi. Paten, kaykay ve bisikletleriyle ortalıkta cirit atan enerji yüklü küçük insanları ve çocuk arabasıyla torununu gezdiren yaşlı teyzemi geçtikten sonra ışıklarda durdum. Rüzgârın şapkamı havalandırmasıyla etrafıma bakınmaya yeltendiğimde, iki adım solumda eğilmişti. Sonra doğrularak şapkamı uzattı. Ben teşekkür ederken yüzüme bile bakmadan karşıya geçen adamı bir yerden tanıyor gibiydim ama nereden olduğunu hatırlayamadım. O kalabalıkta kayboluşunu izledim arkasından. Biraz daha yürüyecek ve köşe başında eğlenecektim. Daha çok yerli ve italyan markalarının satıldığı mağazada, denemek üzere birkaç parça eşya seçtikten sonra kabine yöneldim. “Selam Anastasia! Seni burada görmek ne güzel.” “Sen burada mı çalışıyorsun?” diye sordum, biraz şaşkın. 30 “Evet, bir hafta oldu işe başlayalı. Burada çok güzel kızlar çalışıyor. Senin hayır diyebilme olasılığına karşılık alternatif gelin adaylarım.” “Ne güzel.” “Eee, ne haber? Nasılsın?” “İyiyim sağ ol. Her şey yolunda.” “Ben sana numaranı vereyim. Kaç parça? Bir, iki ...” “Teşekkürler.” Kabine girene kadar beni takip eden bakışların sahibi, uluslararası ikinci sınıf öğrencisi, sempatik ve bir o kadar da zekiliğiyle tanıdığım Nikolas’tı. Aldığım elbiseyle oradan ayrılırken keyfim yerine gelmişti ama Olesa’nın ardı arkası kesilmeyen soruları karşısında sıkılacaktım. Üzerinde nikâhına bir hafta kalmasının heyecanı vardı. Yaklaşık sekiz sene süren beraberliğin ardından nihayetinde evlilik kapıdaydı. İyisiyle kötüsüyle geçen sekiz sene, belki de Vasya’ya alıştığının bir işaretiydi ki karşısına çıkan fırsatları değerlendirdiğinden bahsediyordu. Yunanistan’da hayat kadını olan teyzesinden de konu açıldı. Parayla gelebilecek mutluluğu fanteziler takip etti. Konuştuklarımız saçma sapandı ya da olası doğrulardı fakat bizi ayrıcalıklı yapan en güzel yanı, bunları paylaşabilmemizdi. Kahvesini yudumlarken bir bakış fırlattı. Yutkundu ve aldığı derin nefesin ardından şımarık bir çocuk edasıyla atıldı, “Sevişmek istiyorum! Anastasia neden anlatmıyorsun! Kim bu Nikolas?” “Okuldan.” “Sınıf arkadaşın mı?” “Hayır. Kütüphanede tanıştık. Yan masadan soru sormuşlardı ve terslememle burcumu Onun ağzından duyuşum bir olmuştu. Bizim fakültede, muhabbet canlısıdır.” 31 “Yakışıklı mı?” “Akıllı biri. Bana yaklaşımı ve özellikle paslaşarak konuşma tarzı hoşuma gidiyor. Günlük stresimi azaltan eğlenceli bir tip o kadar.” “Volkan’dan ne haber?” “Bu sıralar üzerime çok düşkün. Nefesini ensemde hissediyorum. Muhtemelen bir dolaplar çevirdiğimi düşünüyor.” “Çevirmiyor musun?” sorusunu kıyafetler, renkler, fiyatları takip ederken mesai saatini bitirmiş ve uğradığımız bir butik çıkışında görüşmeyi noktalamıştık. Oradan üniversiteye geçtim. Volkan dahi herkes çoktan yerini almış olmalıydı çünkü biraz geciktim. Avrupa Güvenlik ve İstihbarat Teşkilatı’nın düzenlediği konferansın sonunda, iki yabancı gibi salondan ayrılmalıydık. Çıkış kapısı dolayında yağan yağmuru izliyordu. Hava kararmıştı. Ona yaklaşırken duraklamam ve geri dönüşüm bir oldu. Beklediği noktadaki kişilere temkinli davrandığımdan hiçbir şey söylemeden evin yolunu tuttum. Arkama baktığımda peşimden küçük adımlarla geliyordu. Yeterince ıslandığımdan bir an önce eve gitmek istiyordum. On dakika süren sessiz yolculuğun ardından eve gelmiş ve bir süre sonra rahatlamıştım. Özür diledim ve yatağa uzanmamla birlikte televizyon seyrine koyuldum. O sırada telefon zırladı. Rahat yoktu bana. Arayan İrina’ydı. Kısa boylu ve cılız bir yapıya sahiptir. Sempatik olmasına karşılık ruhen karmaşık duygularla mücadele eder. Sık görüşmelerimiz bu yüzdendir. İlk ve orta öğrenimden bu yana dertleşip, sevincimi paylaşabildiğim bir kaç kişi arasında yer alabilmiştir. Beraberliğime nasıl imrendiğini, görüşmelerimizde muhakkak dile getirir. Her zamanki gibi bir saate yakın konuştuk. Ekranda “Son Şov” adı altında varlığın içinde yokluğu yaşamış Rus ünlüleri konu alan bir program vardı. Sanki bir soluk kadar kısa sürmüştü. Odayı yalnızca televizyon aydınlatıyor32 du. Sonra koyu bir karanlık kapladı odayı. Yan yattığım anlarda hep arkamda olmasını istediğim adam, kolunu belime sardı ve dudağıyla ensemi mühürledi. Mazi bir makara kadar hızlı dönüyor, hatırladıklarım da bir o kadar dün oluyordu. Annem için yaşamamın ne kadar önemli olduğu gerçeğini gözyaşlarımla dillendiriyordum. Başta annem olmak üzere refaha kavuşma isteğimin sonunda her şeyin, sevdiklerimin yok olacağı düşüncesinden başka bir şey olamazdı beni hüzne götüren. Oysa şu sıralar moral depolamalıydım. Üniversite nihayetinde bitiyordu. Sınav telaşesinin yanı sıra hazırlamam, yetiştirmem gereken formalitelere odaklanacaktım. Volkan’ın Türkiye’ye erken dönüş yapacak olması ise belki de motivem açısından olumlu bir gelişmeydi. Bu geçici yalnızlık günlerimi Olesa ve İrina başta olmak üzere ancak komşum Daniyella unutturabilirdi. Muhabbet kraliçesi desem yeridir. Evli ve bir çocuk sahibi olması onu, alkollü gece muhabbetlerinden alıkoymuyor. Balıketli, renkli gözlü ve güler yüzlü bir anne o. Uzun süredir Danimarka’da çalışmakta olan eşinin ziyaretlerinden arta kalan zamanlarda yakın dostlarıyla kadınlığını besliyordu. Bu yeni süreçte onunla kanka oluvermiştik. “L” harfi şeklinde olan müstakil evin bahçesinde beraber güneşleniyor, temizlik ve yemek yapıyor, küçük sırlarımızı oyunculuk anlayışı çerçevesinde paylaşıyor, akşamları ise şarap tadında eğleniyorduk. Yakın arkadaşlarından Yuriy’in de aramızda olduğu bir akşam yemeğinde diskoya gitme fikri doğdu. Çok eğlenceli bir tipti Yuriy. Kırk beş yaşlarında, oto tamircisi ve benim takım elbiseyle görmeye alışık olduğum adam, o düzgün Rusçasıyla “Mezuniyetini kutlama vakti geldi.” derken saygıyla başını eğiyor, bakışlarıyla onayımı bekliyordu. “Evet.” dedim. “Zamanı geldi.” Gece partilerinde boy göstermeyeli uzun zaman oluyordu. Faraon’a renk katacak olan grubumuza gecenin ilerleyen saatlerinde İrina da katıldı. Herkes çok şıktı. Eğlence rengini 33 alıyor, dikkatler üzerimizden eksik olmuyordu. Dans pistine her çıkışımda yanımda bitiveren birilerinin olmasından büyük zevk alıyor, cesaretlerini kırıyor sonrada uzaktan uzağa nasıl kıvrandıklarını izliyordum. İlgi merkezini oluşturmak ve orada olmak kadar keyifli bir şey olamazdı benim için. Etrafımda pervane olmaktan öteye geçememeleri, kimilerine mundar dedirtiyor kimilerini de cezbediyor olmalıydı. Gecenin akıbetini çekilen fotoğraflarla ölümsüzleştirip bu harika, sohbet ve kahkahalarla dolu gece Yuriy’e teşekkür edilerek sonlanacaktı elbette. Bazen zaman su gibi aksın istiyordum. Çok değil, henüz iki hafta olmuştu Volkan gideli. İnternet aracılığıyla görüşüyor fakat ona dokunamıyor olmanın getirileriyle mücadele ediyordum. Yokluğunu derinden hissediyordum. 34 İSTEKLER Hayatımda aldığım “En” hediye idi bu: “Aşkım benim...” diyerek başlıyordu. “Hayatında istediğin bütün arzuların gerçekleşmesi dileğiyle sana kendimi hediye ediyorum” diyerek doğum günümü kutluyordu. İki gün önce yazmış olduğu o uzun mesajı yazarken nabzı düşmüş olmalıydı. “Hayatımın tamamını seninle yaşamak istiyorum. Nerede, nasıl hiç önemli değil; önemli olan senin yanında olmak. Canım benim! Tahmin edemezsin şu an hissettiklerimi, bu aşktan daha öte bir şey. Sana mutluluğu hediye etmek istiyorum. Anlayışlı olacağıma söz veriyorum. Pazartesi günü sigarayı bırakacağım ki ben anne olmak istiyorum. En güçlü aşk bizim aşkımız. Ben artık seni erkek arkadaşım gibi değil, çocuklarımın babası gibi hissediyorum. Deli gibi aşığım sana!» En son, uzun zaman önce birinin yine doğum günüme denk gelen bir hediyenin üzerine yazdığı notu okurken hissetmiştim o duyguyu. Akşam olduğunda eksikliğini o kadar çok hissediyordum ki aradığım bir bakış, gülüştü. Sarılmayı özlemiştim. Onu izlerken aldığım keyif gözlerimin önüne çekilen o beyaz perdede oynuyor, hayaliyle dinleniyordum. Cevap niteliğinde bir şey yazmalıydım: 35 Sebebi varlığımdır hayatımın, Ama ne yana baksam gitmez hayalin. Sensiz geçen gecelerin şairiyim ben, Yanımda olmandır en büyük romanım. Gözlerindir bana her şeyi unutturan, Davetlerin en güzelidir gülüşün. Bir tek sen varsın yarım olan, Bir de kahkahalarım, beni zamandan alıkoyan. Neden ayrıyken eksikliğimi hissediyor ve neden beraberken eksik olmak, gizli kalmak istiyordu? Sonraları bunu daha iyi anlar oldum. Tutkulu bir cinsel yaşam dışında, ayağımıza dolanan saçma sapan bir beraberlikti bu. Her şeyi denemeli ve söküp almalısın hayattan. Geriye dönüp baktığında pişmanlık duymadan yaşamalısın. Dürüstlükle kim ne kazanıyordu ki? Yeni yüzlerin yeni hayatlar demek olduğuna seyirci kalamaz olduk. O zamana tanık olmak hatta o başka hayatların içinde kaybolmak belki de o hepimizin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri arasındaydı. Tamamı Rus müşterilerden oluşan bir hotelde çalışmakla birlikte ilgilendiğim uğraşıydı bu; tanımadığım insanları karşılıyor, gözlemliyor ve hikâyelerini renklendirerek bir nevi sarraflığımı geliştiriyordum. Kuzey Rusya’dan, otuz yaşlarında, arkadaşlarıyla gelmişti; beyaz tenli, sarışın, olgun bir hanımefendi portresi çizen Olga. Tatili boyunca her gün biraz daha yakınlaşmamızın vermiş olduğu cesaretle, ayrılacağı akşamı benimle uğurluyordu. Sahil barın havuz kenarında biraz lafladık. Dinlenmek istediği, kulağına çarpan müzik ve insanların gürültüsüne ekşittiği yüzünden anlaşılıyordu. Ayağa kalktım ve elimi uzattım. Hazırda bekliyormuş gibi karşılık verdikten sonra kolumu omzuna sardım. Biraz yürüdük. Sonra, “Daha sakin bir yere gidelim!” deyiverdi. Sahili 36 aydınlatan balon lambaların geride kalmasıyla bizi, sessizliğe bürünmüş karanlık ve tek başına duran bir tekne karşıladı. Kelimeler tükeniyor, anlamlarını yitiriyordu. Sonra bir nefes kadar yakınlaştık birbirimize. Bizi sarhoş eden tenlerimizin kokusuydu. Hiçbir şey düşünmüyor, sadece o anı yaşıyordum. Başka bir hayatın içine girdiğim o saatlerin tadında bir dilim aşk vardı. Ve o aşk, masumiyetin gölgesinde işlenen günahın ta kendisiydi. O kadar tatlıdır ki önce “Hotele dönmesek mi?” dedirtir berbat bir espri kıvamını alarak. Sonra da koyduğu engelleri gösterir. Ve o kadar yüksektedir ki yedi kat göğe tırman der insanoğluna. İnsanoğlunun yapamayacağı hiçbir şey yoktur diyenler ona ulaşmasını bilir. Ben ulaşamadım. Bilmiyorum, belki de gerçekten ulaşmak istemedim. Transfer otobüsünün gelmesiyle hava limanına geçmek üzere hazırlandı ve vedalaştık. Geride kalan bir buruk hüzün sessizliği çağırdı. Sessizlik sıkıcıdır. Birine ya da bir şeylere sarılarak uzaklaşmak istersin. Çıkarlarımız doğrultusunda harcadığımız zaman, yeni yüzler, geride keşkeleri bırakmadan doyasıya yaşamayı Anastasia kadar beceremedim. Yirmi iki yaşında, üniversiteyi bitirmek üzere Nastya. Yeni bir sayfa, yeni bir dönem hatta yeni bir devrim niteliğinde olmalıydı atacağı adımlar. İki bin on iki değişimine çoktan hazır görünüyordu. Model olmak, dergi, sinema gibi alanlarda kendini göstermek ise en büyük hayaliydi belki de. 37 SÜRPRİZ İki aşamadan oluşan mezuniyet sınavımı başarıyla verdikten hemen sonra annemi aramış ve uzunca konuşmuştum. Artık Türkiye’ye döneceğim tarihi biliyordu. Valizim, çantalarım birkaç gün önceden hazır bekliyordu. Şarabı sevdiğinden alabildiğince hediye paketledim ve bir heyecanla yola çıktım. Beklediği günden bir gün önce çalan kapıyı açan annemin, karşısında beni görmesiyle göz pınarları iflas edivermişti. O an Ondan daha mutlusu olamazdı. Dört duvar arasında geçirdiği günler ve o kocaman yaşlı bebeğin verdiği sıkıntılar bir anda unutuluvermişti. Salondan yükselen ses yılların yükünü taşıyan, seksen yaşını geride bırakmış ve artık refakatçisi annemin desteğiyle hayatını devam ettiren Refet Hanım’a aitti. “Katrin! Kim geldi?” “Anastasia” dedi annem. Ayağa kalkmak istediği sırada karşısında beliriverdim. Kim? Nerede? Ne yapmışlar? Muhabbeti çoktan başlamıştı bile. Bir süre annemin yanında kalacak ve sonra yine Yamaç’a dadılık yapacaktım. Üç yaşını doldurmak üzere olan yamaç ve ebeveynleri, geldiğim haberiyle Refet Hanım’ın o ihtişamlı evinde konuşlanmışlardı. Geçmişin gölgesinde yapılan sohbetle keyifler tazelendi. Karşılıklı güven ve saygı bizi tekrar bir araya getirmişti. 38 İşimin ilk haftasında Yamaç’taki değişime alışmakta zorlanıyordum. Aksi ve kavgacı tavırlar edinen çocuk karşısında sabırlı ve bir o kadarda hırslı olmam, zorlukların üstesinden geldiğimin kanıtı olacaktı. Malumunuz üzere çocuk bakıcılığı benim işim değildir fakat bu çevreden gelebilecek ciddi fırsatlar söz konusu olduğuna inanmam, katlanmamı gerektiriyordu. Misal, Yamaç’ın annesi Özge Hanım’ın petrol şirketi yöneticilerinden olduğunu ve benim uluslararası ilişkiler mezunu olduğumu göz önüne aldığımızda, elbette elle tutulur bir sonuç ortaya çıkacaktır. Üstelik dadı-hanım ilişkisini geride bırakan yakınlığın belirmesi ve Türkiye’nin jeopolitik petrol faktörü tezi üzerinde çalıştığım gibi etkenler varken. Dahası, Cahit Tutam gibi bir zatın ağzından, hayallerin bir hayalden ibaret olmadığını iştahla dinlerken nerede olmak istediğimin yanıtlarını da bulur gibiydim. Geçen günler küçücük bir çevrede takıldığım gerçeğini yüzüme vuruyordu. Burada olmak, dadı olduğum halde davetlilerden farksız ağırlanışım, evli olup olmadığım, sevgili ya da yalnızlığımın sorgulandığı diyaloglar hoşuma gider oldu. İşte o soruları soranlardan biriydi Alparslan. Vücuduna oturan beyaz takım elbise ve lacivert gömleğiyle gösterdi kendini. Yaklaştı ve aileden biriymiş gibi sıcak tavırlarıyla önce Evren Bey’le kucaklaştı sonra sırayla herkesi selamladı. O, hal hatır sorup muhabbet kurarken, arada gözlerimi kaçıraraktan onu izliyordum ki “Beni küçük hanımla tanıştırmadınız!” diyerek bana yöneldi. “Aaa, evet.” dedi Özge, “Anastasia. Yamaç’ın ablası ama Moldova’da yaşıyor.” “Çok memnun oldum.” dedi gür bir sesle. Umursamaz fakat ilgi doluydu bakışları. İlerleyen saatlerde Yamaç’ın huzursuzlaşmasıyla biraz gezinmeye çıktığımızı gören Alparslan, bu dadı kılıklı kızı merak etmesi üzerine yalnız bırakmayacaktı ama bunu yaparken de merakını olabildiğince saklayacaktı. Sebebi ne Zeren’in düğünü ne de birilerinin bana asıldığını 39 düşünmesiydi. Sebebi, bu esrarengiz, hatta kimilerinin “Nereden geldin sen, Mars’tan mı?” diye sordukları kızın ulaşılabilirliğini test eden ilk adımı olmasıydı. İlkler hayatımda çok büyük bir öneme sahip olmasa da hep ilkleri yaşamak istiyorum sanırım. Onun da benden aşağı kalır tarafı yok gibiydi. “Daniyella, Olesa, İrina çok özlemişler beni. Sen yokken komşulara karşı İrina’yla mangal yapmıştık. Dönüşte disko partisi var!” diyordum Volkan’a, annemde dinlendiğim akşam. Elimle sağ kulağım arasında kalan telefondan“Ben davetli miyim peki?” sorusu geldi. “Evet...” dedim. “Olesa’nın düğün tarihi kesinleşti, üç ekim. Bizim üniversitedeki İsmail’le konuştum, bu sene de Ulim’de olacakmış. İş konusunda bana yardımcı olabileceğini söyledi. Çalıştığım yerden bir yığın hediye verdiler. Takılar, elbiseler, ayakkabılar, elli kilo olmuştur. Sen ne yapıyorsun? Neredesin?” “İki haftadır damda yatıyorum. Yıldızları sayıyorum. En parlak olanına bakarak seninle konuşmak kadar keyifli bir şey yok şuan için” “Bu son görüşmemiz olabilir, yarın beni almaya gelecekler. Sonra bir ay iznim yok. Didim’e gidiyoruz. Onların yanında konuşamam.” “Arkadaşlarınla, ne bileyim yakınlarınla da mı konuşamazsın?” “Hayır!” “O zaman Didim’e geleyim.” “Delirdin mi sen? Bu konuda beni anladığını sanıyordum.” “Seni anlıyorum ama görmek, konuşmak, dokunmak da istiyorum” “Olmaz! Bir kere İrina’yla konuştum, bin tane soru sordular. Neyse yarına kadar annemdeyim. Balkonda konuşuyo40 rum seninle. Caddeden gelen müzik sesini duyuyor musun? Diskoya gitmek istiyorum Volkan. Annem ve Refet Hanım çatladı içeride. Kapatmak zorundayım.” 41 EGO Haftalar geride kaldı. Neden sesini duymak istiyor fakat duyamıyorum? Acizlik mi bu benimkisi? Bencillik mi? Bağımlılık mı? Nasılda kahrolası, lanet olasıca bir duygu olduğunu anlayabiliyor musunuz? Bunlar, hiçbir şeyin karşılıksız olmadığı düzenin bana sunduğu sonuçlar. Başka hiç bir şey değil. Araban varsa benzini de olmalı değil mi? Ya da benzin varsa haliyle pompalanmayı bekleyen bir depo muhakkak olmalı. Sabah uyandığımda saat yedi otuzu gösteriyordu. Soğuk bir duş alıp, alelacele giyinmemle hotele vardım. Günaydın gibilerinden selamlaşma faslına değinmedim her zaman ki gibi. Giriş yapan turistlerin formlarını elime almamla resepsiyonun göz bebeği Arif ve restoranın dinamik siması Yakup, lobide beklemekte olan yeni turistin ihtişamlı güzelliğinden bahsediyorlardı. “Bugün shorttayız. Kızı bir gece patronun odasında yatırmamız gerekiyor ama bunu ona nasıl açıklarsın bilemiyorum.” dedi Arif, o her zamanki güler yüzünü takınarak. Otuz yaşında, olgun ve sempatik bir görünüme sahip olan tombul adam, “İsmi Darya.” diyerek beklediği noktaya baktı. O sırada safari turuna çıkmak üzere olan bir grup turist bilgi almak üzere bize doğru yaklaşıyordu ki bunu gören Yakup, kısık gözlerle izlediği hedefine odaklanıp konuşabildiği kadar konuşacaktı. Hal bu ki ne İngilizce ne de Rusça biliyordu ama üç gündür onu her görüşünde yanına yaklaşır, çalışır çabalar ve vazifesini yerine getirmiş birinin huzuruyla tabak 42 çanak toplamaya devam ederdi. Kem küm etmeler başladığında yardımlaşırdık ama bu kez o yardımı esirgeyecektim. Bunun üzerine istek ve ricaya dayanmadan temin ettiği kalemle peçeteye bir şeyler çizdi bir çırpıda. Dikkatlice baktığımda, bir çöp adamla bir çöp kadını el ele tutuşturduğunu, ikisinin ortasına da bir ev inşa ettiğini fark ettim. Son olarak gökyüzüne bir ay ve çöp adamla çöp kadının tutuşmuş ellerinden de eve doğru uzanan bir ok çizdi boyu posu devrilesice. Çizebilse kaşla göz arasında çöp adamla çöp kadını seviştirecek ama ne mümkün. O, aldığı red cevabının izini akşam saatlerine bırakırken ben, güneş gözlüğüyle lobide kitabını okuyan müşteriye yöneldim. Beni tur rehberi zannetmişti. Kim olduğumu ve mevcut durumu açıklarken dikkatle dinliyordu. “Bir kaç odayı kapsayan elektrik sisteminin çökmesinden kaynaklanan arıza sonucu seni bu akşam farklı bir numarada ağırlamak durumundayız. Gözlüklerini artık çıkarsan diyorum, gözlerini göremiyorum.” Tepki görmeyen ricaya aldırmadan “Klimanın çalışmadığı bir odada geceyi geçirmen senin için sıkıntılı olacaktır.” diyerek devam ediyordum ki temkinli bir yaklaşımla “Odayı görebilir miyim?” diye sordu. “Elbette!” Yeşil alana döşenmiş karo plaklar üzerinde biraz yürüyor, havuz kenarından geçiyor ve üçüncü katta soluklanıyoruz. Numarayı görmesiyle, oradaki eşyaların kime ait olduğu ilk sorusuydu. Geçiştirici cevaplarım üzerine çoktan bir bardak soğuk su içmiş olmalıydı. Çünkü oradan kaçarcasına ayrıldım. Endişeli geçirdiği gecenin sabahında gecikmeden ötürü odasının değişmeyeceği fikrine kapılan genç, acentesinin ana merkezi Moskova’yı bile aramış. Haberi duyduğumda, “Yürü be kızım kim tutar seni!” demeden geçemedim. Hotele döndüğünde değişim yapıldı. Bir memnuniyet yazısı imzalatıp bu kargaşaya son verilecekti ama öyle miydi? Gerçekten 43