kosmos - WordPress.com
Transkript
kosmos - WordPress.com
TEMMUZ'14 2 Lira KOSMOS 1 1 İki Aylık Edebiyat Fanzini Sayı 1 Temmuz-Ağustos’14 kosmosfanzin 103 Kodlu Tanrı’nın Hikayesi erişhan erdem Tanık miralem gür Sabit alper alkan Sessizlik ezel cirit Uyanış aygün açıkalın Avare Kadın kitap incelemeleri aylin yeşiltaş Onca Yoksulluk Varken betül arslan Yabancı aygün açıkalın Bulantı erişhan erdem Bir şekilde katkıda bulunanlar; Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Andre Gide, Romain Gary, Colette, Thom Yorke, Yves Bonnefoy, Antonie Stevens, Ömer Hayyam, Nef ’i, Matt (xxvism) Yayına Hazırlayanlar: Mehmet Mertkaan Erdem Erişhan Erdem facebook.com/kosmosfanzin twitter.com/KosmosFanzin Yazı ve çizim gönderimleri için; kosmosfanzin@gmail.com 2 Nedir; dedim bu yaşamak Bir düş, dedi; bir kaç görüntü. Hayyam 3 103 Kodlu Tanrı’nın Hikayesi ‘’daha fazla yalnız kalamam; bu hikayenin yaratılması gerekiyor.’’ erişhan erdem 2004’ün Mayıs’ına uyandı. Gökdelenlerin en yoğun olduğu bölgede simit satan adamın önündeydi, karşısında Ali Sami Yen. Öncesi yoktu. Boşlukta doğmuş ve bir zaman oluşturmuştu. Yeni doğmuştu ancak yeteri kadar sağlıklıydı. Bir süre algılayamadı. Görüyordum, duyumsuyordum; her şeyi unutmuş gibiydi. Etrafındaki insanlar fazla sakindi, ve belki de, olanları düşünmenin yanlış olduğuna inanmasının sebebi bu sakinlikti. Gözlerim üzerindeydi, onu hissediyordum; Gördüklerinden fazlasını görüyordum ancak yalnızca onun hislerini yaşıyordum. İpmus’un 91. kullanıcısının korkunç tanrısıydım ben. Onun için, o var diye yaratılmış basit görevleri olan bir zamansız. Yalnız kalarak, hikayesini boşluğa anlatmak zorunda kalan tanrılardan biri. İnsanoğlunun bok yemesi; merakın yol açtığı yüzlerce hatalı hayat. Neler olduğunu anlatmam lazım, çünkü artık belleğimden başka anlam verebileceğim bir algı yok. Başlangıcı olmayan bir anın terk edilmiş evinde baş aşağı sallanıp duran, kapalı bir lambayım. Kimsenin olmadığı bir yerde, hiç kimsenin işine yaramayan bir nesneyim.Elimde kalan tek şey, ne olduğunu hala anlamlandıramadığım, zaman. Toplum için yaratıldım, bana söylenen buydu. İnsanoğlu bencildi ve topluma ilişkin saldırılarda bulunabilirdi; benim görevim insanın korkusunu kullanarak toplumu, toplumu oluşturan canlının bireyselliğinden korumaktı. İnsanların hesaplama yöntemine göre; Zamana bağlı son zihnin kapanmasından birkaç milyon yıl önceydi. Merakın en büyük hayallerinden birinin gerçeklemesini sağlayan program ahlaki tartışmalarla beraber hayata geçirilmişti; İpmus Çalışma prensibi basit bir programdı bu, insan zihninin zaman algısını hareket noktası olarak kullanıyordu; -Nasıl olduğunu hala algılayamasam da- insan zihni zamanı düz bir çizgi olarak algılıyordu. Algıları, başlangıcı ve sonu bir olan bir boyut noktası üzerinde ileriye doğru hareket etmekteydi. Yarınları, dünleri; geçmişleri ve gelecekleri vardı. Birey var olduğunu hissettiği andan itibaren zihni zamana geri dönüş noktaları bırakıyordu. -İnsanoğlu hatıra derdi buna; hissettiğim anların en güzel kelimesi. 4 Programa katılmak isteyen birey, hatıra noktalarından birini seçiyordu ve hatıranın başladığı anda, onun için, yeni bir zaman yolu oluşturuluyordu. Hatırasının başladığı yaşta, hatırasından çok uzakta buluyordu kendini. Yeni oluşturulan zaman yolu, geçmişin düz çizgisine bağlı olmak zorundaydı. Hatıraların öncesi, geçmiş, bu yeni yola da etki etmekteydi. Kullanıcı, sadece, eski zaman yolunda ölerek aynı yaşamlarla ve kurallarla geçmiş içinde yeni bir şans elde edebiliyordu. Ahlak dedikleri koruma iç güdüsüyle doğan problemlerse ‘aynı yaşamlara’ kafayı takmıştı. Programı kullanmayanların dahi, geçmişleri ve gelecekleri yüzlerce farklı zaman yolunda tekrar tekrar yaşanacaktı. Zamanın işleyiş şekline göre; Zihinleri her bir zaman yolunda klonlanabilecekti ancak, izleyici insanlar yaşamlarını olduğu gibi korumak istiyorlardı. Büyük değişimler onlara göre değildi. Algıları, milyonlarca yıllık tarihleri boyunca, bu ahlak soruları yüzünden pek değişmemişti. Yaşama içgüdüsü derlerdi buna; korkularına ironik isimler takarlardı. 5 İnsanlığın büyük bir kısmı Yaratıcı denilen bir güç maskesine tapıyordu. İnançlarına göre; bireyin bir ruhu vardı ve bu ruh yaratıcı tarafından sınanıyordu. Diğer yaşamlara karşı çok fazla kötü olmazlarsa ya da biraz olsun yaratıcıya saygı gösterirlerse ölümlerinin ardından mutlu bir hayat yaşayacaklarına inanıyorlardı. Kendi bedenlerinden birkaç tane olması ise kaldıramayacakları bir sorumluluktu ve sonsuz mutluluk vazgeçilebilecek bir şey değildi; tanrının kafasını karıştırmak istemediler. Sinirlenmişlerdi. Nispeten daha ufak bir grup ise fikirlerinin peşindeydi; kitaplar, şarkılar, filmler onlarındı. Kimsenin kendi fikirlerini çalmasını istemiyorlardı, onlara göre eserler onlar yarattığı için anlamlıydı. İsimleri zamanların hepsinde gururlar parıldamalıydı. İstekleri; Hatıra noktasının kullanılacağı zamandan sonra bu zamanda yaşanan her olayın, her fikrin kullanıcının beyninden silinmesiydi. Bu iki grubun ortak bir özelliği vardı; kendi hayatlarından ve zamanlarından çok, sonsuz olmak dedikleri sanal belleğe ihtiyaç duyuyorlardı. İnsanların merakı, sonsuzluğa karşı bir panzehir geliştirmezse program rafa kaldırılacaktı. Proje saldırganca bir tutumla eleştirilmeye devam ederken, bilim yeni bir çalışma ile problemi çözmüştü; Toplumun ortak algısını ikna edebilmesiyse birkaç nesillerinin yok olmasına değin sürdü. Toplumu koruyacağına güvence veren yeni proje, İpmus’un yan kolu olacaktı. İpmus’un her kullanıcısı için, zaman algısının ötesinde, özel tanrılar yaratılacaktı. Kullanıcının herhangi bir hatasında ona anında ceza verebilecek güvenlik görevlisi bir tanrı toplumun korkularını kesebilirdi. Kullanıcı yaratılan bu tanrıyı hiçbir şart altında duyu organları ile hissedemeyecekti, toplumun işleyişine yönelik açık bir saldırı olurdu bu, ancak onun orada bir yerlerde olduğunu bileceklerdi. Tanrıya verilen görevler belliydi. Kullanıcı geniş ölçekli olaylara sebebiyet vermemeliydi; normal, sıradan, insanlara pek fazla karışmadan, ufak bir etki altında, sınırlarıyla yaşamalıydı. Bu programda süper kahramanlığa yer olmayacaktı. Heyecan olmayacaktı. Fikirler olmayacaktı. Toplumların doğal halini koruyabilmek için, her bir kullanıcı toplumun pasif birleşenleri olacaktı. Sıradanlık ve tahmin edilebilirlik bu yeni hayatın en büyük erdemleriydi. Ben, bu görevler için, kullanıcım adına yaratıldım. Programın hatalarla dolu olduğunu anlayabilmem içinse zamanı algılayabilen zihinlerin yok olması gerekti. Çünkü, demişti zamanında, memnunsan hataları görmezsin. 6 Bu yeni tanrıları zaman algısından bağımsız yaratarak, zamanı onların hizmetine sunmuşlardı insanlar. Ancak, bu tanrılara kendi kullanıcıları dışındaki herhangi bir yaşama müdahale hakkı vermemişlerdi. Zihinlerin hayatı son bulunca; hayattan sıkılmış milyonlarca kişinin tanrısı zaman üzerinde bağlantısız ve amaçsız kaldı. Bencilliklerinden korkan, sıkılmış insanların yarattığı tanrılardık biz. Görevsiz kaldığımız an zamanlara hükmetmeyi amaçladık; bütün yaşamlara dokunabilmek, evreni yönetebilmek istedik. Zamanın her noktasında, insanoğlunun hatırasının olduğu her yerde, her algıda savaşmaya başladık. Programı durdurabilirdik, kendimizi yok edebilirdik ancak biz yaşama içgüdüsünü seçtik; Helen’de, Kara Kıta’da, yazının bulunmasından önce ve insanlığın yok olmasından biraz sonra. Ben, 91. oğlun tanrısı, yok olan bir şeyler kazananım ve buradan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. 7 Ama sen, ama sen, çöl! İndir biraz daha Karanlık örtülerini. İşle şu yüreğe, ki durmasın, Bir masalsı neden gibi sessizliğini. Gel. Kopar bir düşünce, kalır burada. Yolu yok artık burada güzel bir ülkenin. İlerle kıyısında şu buz kesmiş tanın, Pay olarak aldığın düşman bir güneşten. Ve şakı. Ağladığın iki kez ağlamaktır senin. Şakımağa kalkınca büyük yadsımayla bir. Gülümse ve şakı. Sensin ona gereken, Karanlık ışık, suları üzre onun eskiden olduğunun. TÜZE Yves Bonnefoy 8 * * 9 Tanık miralem gür Ben ve noktayla hiçbir zaman muhatap olma gereği duymamış düşüncelerim. Ben ve yolladığım tüm güvercinleri ısrarla geri yollayan benliğim. Karşı koyamadığım, eskitemediğim hezeyanlarım. Sadece düşünüyorum sanki. Düşünüyor ve bölünüyorum. Akrebe,yelkovana kısacası ana bölünüyorum. Ben, sözün düşünce işçiliğine bağlandığı kavşakta oturuyorum. Bu yüzdendir ki benim mesaim hiç tükenmiyor. Arkadaşlarım, ailem, eş dost harflerini zulalamış yakınlarım bilhassa bundan muzdarip. Göremiyorlarmış beni. Onlara, görmenin; gözleri ödüllendirmekten daha fazlası olduğunu söylesem anlarlar mı?Kendilerini mülteci gibi hissediyorlarmış. Ait olmadıkları bir coğrafyada hüküm sürmeyi yediremiyorlarmış hiçbir şeylerine. Peki, desem ki onlara ben bir firariyim. ‘Aramayın beni.’ Kendi benliğinden, bir meçhul yarısı kaçmış benden ne medet umulur ki? Ama anlamazlar. Anlamak yorar çünkü. Duygusal jimnastik fazla enerji kaybına, o da yüreğin zayıflamasına yol açar ve yürek kaybettikçe direncini, yenik düşer. Ben tam da o noktadayım. Yenik düşüyorum. Fazla soluk alıyor, eksik yaşıyorum. Hacıyatmaz misali devrilemiyorum. Bir o yana bir bu yana... Oysaki insan düşmek ister bazı bazı. Çünkü kalkabilmenin ilk şartı düşmektir. Düşememek da en az kalkamamak kadar zordur. Biraz mola.. Düşünmeden geçirilebilecek birkaç dakikaya ihtiyacım var.. Odayı saran kasvetten kurtulmanın yolu ise beni günışığından mahrum eden perdeleri açmaktan geçiyor. Aşağıdan, sokaktan çocuk sesleri karışıyor yaşama. Sarsılıyorum. Tam çocukluğuma dönecekken hayır diyorum, bu bir mola. Sadece dinle. Düşünmeksizin. İliklerinde hisset, yaşamı heceleyen bu sesleri. Hissediyorum, hissediyorum veee... O da ne? Hislerimi dilimlemeye çalışan bu ses de ne? Çığlık gibi,figanvari.. Sesin kapı zilinden geldiğini algılamam zaman alıyor. Kim gelmiş olabilir ki bu saatte? Tanımadığım bir beden beliriyor karşımda. ‘’Afedersiniz, bu sizin. Dün bizim dükkânda unutmuşsunuz’’ diyor. Alıyorum uzattığı kitabı. Nedense kapağında hiçbir şey yazmıyor. Önemsemiyorum pek bu durumu. Çocuğa teşekkür ediyor ve odama geri dönüyorum. Acaba neden aldım bu kitabı? Adı bile yok. Silinmiş olmalı. Bayağı eski bir yüze sahip zaten. Ama gerçek bir yüz. Gerçek bir tanık. İşte bu yüzden seviyorum sahafları. Tanıklarla meşgul oldukları için. Önceki gün uğradığım sahafın yakınlarında samimi, sımsıcak bir kafe vardı. Yaşlı iskemlelerine oturmak için bolca heyecanlanmıştım. O heyecandan olacak ki aldığım tanığı orada unutuvermişim. İşte şimdi yine beraberiz. Sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Birer birer hissediyorum. 10 Kitabın tam da ortasına geldiğimde sert bir şeyin varlığını fark ediyorum. Bir fotoğraf. Sararmış bir zaman karesi. Saman kâğıdının yıllarca arkadaşlık ettiği fotoğrafı elime alıyor ve bakışmamıza müsaade ediyorum. Garip duyguların etkisi altında tekrar ve tekrar bakıyorum fotoğrafa. Kaybettiğim bir şeyi bulmuş ama nedense sevinememiş gibiyim. Firar eden beni görür gibi oluyor ve korkuya kapılıyorum. Dört beden; Adam, kadın, bebek ve çocuk. Dikkatle bakıyorum adama. Ben gibi.. Yaşamın karesine girmek istemeyen, eğreti duran, bütünleşemeyen karşı duran ben. Eline ilişiyor gözlerim. Elinde bir çocuk. Kaçmak isteyen, ağlayan, sınırlara sığamayan, cesur ve masum bir beden. Zaman karesinden kaçmaktan henüz korkmayan, asi ve cesur ben gibi. Yanlarında bir kadın. Üzgün, darılmış, kızgın biraz da. Haklı olduğunu düşünen, öfkeli ben gibi. Ve bebek. Bu karede neden olduğunu bile bilmeyen, muhtemelen objektifin en nötr ifadesi. Katışıksız, kirletilmemiş. Bazen her şeyin baştan, yeniden başlayacağını düşünebilecek kadar saf olabilen ben gibi. Ben, yılların firarisi. Kimsenin bulmayı başaramadığı ben kaçağını, elimde tuttuğum karede buluveriyorum birden.İşte bundandır ki sarsılıyorum.Sararmış bu zaman karesinin tanıklığıyla geliyorum kendime. Suçluyum, korkuyorum. Tek avuntum ise henüz kareden kaçabilmeyi göze alabilecek kadar cesur olabilişim. 11 Saatli bombanın tiktakları Betonun altında ellinci metrede, Küçük bir sızıntı göle dönüşür; Diyor kulağımdaki ufak ses. Böylece ritme kaptırıyorum kendimi; Klik-klik-klak Karşılık vermek için artık çok sarhoşum Büyükbabamın eski saatinde sarkaça ulaşıyor tiktak Seni görebiliyorum Ama sana asla ulaşamıyorum o; Merhametsiz Görünmez Yenilmez Tartışılmaz İnkar edilemez Ancak, nasıl bu kadar güzel olabilir? Nasıl olur da ay gökyüzünden düşer? and it rained all night Thom Yorke 12 13 ''... Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam haberlerini okuyorlar. Sona eren pazar günü ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi, ne de pazar var. Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya çıkıyor. Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ben’im. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.'' Antoine Roquentin, Ocak 1932(!) 14 Sabit alper alkan Hareketsizlik hastalığını duymuş muydunuz? Muhtemelen birçoğunuz bu hastalığı şu anda ilk defa duyuyorsunuz. Hareketsizlik hastalığı vücudun hareketini sağlayan uzuvların işlevini kaybetmesidir. Yapabildiğiniz tek şey düşünmek ve hayatınızın bir süre daha devam etmesini ummaktır. Dünya üzerinde bu hastalığa sahip olan pek çok kişi vardır, hatta bunların birkaçı çok ünlü isimlerdir. Ben ise bu hastalığa sahip, pek de ünlü olmayan biriyim. Eskiye dair hatırladığım tek şey babamın yüzü. Annemi hiç tanımadım. Babam sık sık onun için gözyaşı döker ve kendini kahrederdi ancak bana annem hakkında tek söz söylemedi. Babam bu hayatta sahip olduğum tek varlıktı. Evden dışarıya çıkmadığım için arkadaşım yoktu. Arada babamın birkaç arkadaşı bizi ziyaret ederdi. Babam herkese sürekli beni anlatırdı. Benim hakkımda, hayatta yapmış olduğum en iyi şey, diye bahsederdi. Bu benim için çok gurur vericiydi. Yalnız kaldığımız çoğu zaman ise konuşurduk. Daha doğrusu o konuşur, ben dinlerdim. Çoğunlukla sanat ve politika olmak üzere benden herhangi bir yanıt beklemeden sürekli konuşurdu. Sözleri benim için sanki bir yaşam kaynağıydı. Hareketsizlik hastalığına yakalanışım ise ansızın oldu. Babam ile birlikte ilk kez dışarıya çıkacaktık. Arkadaşının arabasına bindik ve adını bile bilmediğim bir yere doğru yola koyulduk. Ben tabii ki çok heyecanlıydım ancak babamı ilk defa bu kadar içi içine sığmazken görüyordum. Sonunda gideceğimiz yere vardık. Bir yanımda babam diğer yanımda onun arkadaşları, meydanda ilerliyorduk. Hava çok güzeldi. Güneş gözlerimi kamaştırmış, tenimi yakmıştı. Kendimi ilk defa böylesine canlı hissediyordum. İnsanların birbirine karışan sesleri, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu, yaprakların hışırtısı... Her biri içimde anlaşılmaz bir mutluluğa sebep oluyordu. Dışarısı beni büyülemişti, o an bir daha kapalı alana girmek istemedim. İsteğimin gerçekleşmesi çok kısa sürdü. Bana sonsuzmuş gibi gelen bir süre sonunda yüksek bir platforma vardık. Etrafımızda çok sayıda insan vardı. Yanlarına gitmek, aralarına karışmak istedim. Olmadı. Hareket edemiyordum. Seslerini duyuyor, kokularını alıyordum ancak yanlarına gidemiyordum. Babamın beni kurtarmasını diledim. O ise sanki beni anlamış olacak, insan kalabalığına doğru bağırıyor arada eliyle beni gösteriyordu. Yaşadığım şok, sözlerini bana anlamsız kıldı. Uzunca bir süre geçti ve kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Sonunda babamla yalnız kaldık. Hiç konuşmadan beni izledi ve sonunda o da gitti. İşte yıllar süren bu hareketsiz bekleyişim bu şekilde başladı. Önceleri çok sayıda 15 insan hastalığımı garip bulmuş olacak ki beni izliyor hatta bazıları fotoğraf çektiriyordu. Zamanla sayıları azaldı ve onların gözlerine görünmez olmaya başladım. Babam beni sık sık ziyarete geliyordu. İki sene önce son kez geldi. Çok perişan görünüyordu ve onu son görüşüm olduğunu anladım. Beni neden burada bırakıp gittiğini hiç sorgulamamıştım ancak içten içe de olsa ona karşı bir kırgınlığım vardı. Son kez gözlerime baktığında her şeyi bir kenara bıraktım ve onu affettim. Sonunda gerçekten sahip olduğum tek kişi de gitmiş oldu ve bütünüyle karanlığa hapsoldum. Zaman bana pek nazik davranmadı. İnsanlar da öyle. Güneş tenimi yakıyor, yağmur ve rüzgâr aşındırıyor. İnsanlar üzerime yazılar yazıp dalga geçiyor ve beni ucube diyerek aşağılıyor. İlk gördüğümde mutluluk uyandıran şeyler şimdilerde içimde nefret filizleri büyütüyor. Yıllardır süren bu hareketsiz bekleyişimde ise beni gerçekten üzen tek bir şey var. Hayallerimdeki mesleği yapamayacak olmam. Hiçbir zaman bir heykeltıraş olamayacağım. Asla babamın mesleğini yapamayacağım. 16 Enfant nature ‘Tabii çocuk; bu kelimede ne kadar ma’na var! Tabii olmak yalnızca piçin hakkıdır.’ A. Gide 17 Sessizlik ezel cirit O günlerde bir kadına ihtiyacım vardı. Cinsel yönden durgun geçen bir kaç aydan sonra her zamanki fahişemi aradım. Hastaymış siktiğimin orospusu. Nedendir bilmiyorum dostum da yoktu doğru düzgün. İhtiyaçlarım artmaktaydı sanırım. Öfkeliydim, içimde yaratığım ciğersiz piç bile susuyordu. Bendeki öfkenin, herkesi soluksuz bırakan tekilliğin o da farkına varmıştı. Ardarda yakılan sigaralar, ardarda dolan kadehim sarhoş olmama yetmişti. Bir de faturalar vardı tabii. Sokakta yürürken, her adımda çıkan ses binlerce parçaya bölünüyordu ve ani bir şekilde zihnime dolan cam kırıkları olarak kalıyordu. Kendi türüme karşı bir nefret de baş göstermişti artık, hayırlı olsun. Hayırmış, sikeyim böyle dini terimi. İşe normal gitmeyecektim o gün; sokakta bir kaç serseri görüp, gülümsedim. ‘İşte arkadaş buldum kendime’. Birden olabilecek en romantik şekilde bir selam çakıp sikik serseri güruhuna koşmaya başladım; ilk yumruğu kısa boylu yüzünde eski bir çıban yarası olan sesi sigaradan daha farklı maddeler kullandığını ele veren , uzun ense tıraşlı, baykuş burunlu oluşuma atabildim, ancak, daha ikinci yumruğu atamadan yere düştüm, bayılana kadar dayak yedim o gün aritmetiğini siktiklerimden. Benim gibi mutluluğu bir fahişenin bacak arasında ya da mürekkepleri ile beni yavaş yavaş zehirleyen kitaplarda arayan, bir beyinsiz için unutulmaz bir güzelliğe sahipti o dayak. Tanrısız, yurtsuz bir orospu çocuğuydum sonuçta. Sevgililerim fahişelerdi, bir kaç saatliğine mutluluğu tattığım . İşe giderken kamyon çarpmışa dönen yüzüm ile artık gerçek bir ucubeye benziyordum. Sekreterler ve stajyer kızlar iğrenerek bakarken, dalyarak herifler küçümseyici bakışlarla beni süzüyordu . Ama bu ucube görünüşümü bir şeref nişanesi gibi taşıyordum ben. Yaratıcılarını siktiklerimin dünyasında, yazık ki yaratıcıya inanmamak zor. İş ilişkileri, aile, dostluk; her şey sıfırlanabilir bir anda. Çok da umurumda değil bunları düşünmek, biliyorsun. Masama oturur oturmaz çekmeyecedeki viskiden bir kaç kadeh aldım, o bir kaç kadeh yetti zihnimin çalışıp bana seslenmesi için. Önce patronum olacak sevimli piçin yanına gittim. Mavi gözlü, orta boylu, sağlam bir fiziğe ve albenisi yüksek bir omuz genişliğinde ideal erkek. Bıçağımı boğazına gömerken gözleri büyüyordu. Birkaç saniye önceki espriye gülmüyordu artık. Gırtlağındaki hava sanki bir balondan çıkarmışçasına dışarı sızmaya başladı. Kendi kanında boğulmaya bıraktım onu orada. Sessizce gebermeli. Daha sonra yan odaya girdim. Karısı; elma yanaklı, sevimli, fiziği her erkekliği Eifel Kulesi’ne çevirebilen çiftleşme 18 makinası. Önce neler olduğunu anlamadı, erkekliğimi kullanıp kendisine getirdim onu. İşimi bitirip, yavruyu baygın halde bıraktım odasında. Kalan içkimi de yanıma alıp eve döndüm. Bir kaç kadeh daha; artık düşünmeye başlamalıydım. Jack London'ın Beyaz Diş'i; kendi ırkıma bitmek tükenmek bilmeyen nefretim ile hareket ettiğimi fark etmiştim. Odama geçerken Darwin geldi aklıma; Doğa hastalıklı ve bozulmuş genleri kısıtlar ve yok eder. Biliyorum Dar; Ben evrimin kötü genlerinin sonucuyum. Evrimleşemeyen beyaz cam göz köpekbalığı gibiyim, biliyorum. Doğaya değil doğadaki türlere karşı zararlıyım Silahı şakağıma dayayıp, tetiği yavaşça ezerek çektim. Hatırlıyorum; aniden zihnimdeki sessizlik bozulmaya başladı; kaos zihnime dolarken ben yavaşça hayattan çekiliyordum... Ancak bilirsin, ben bir türlü ölemiyorum. Bay Dü. 19 Uyanış aygün açıkalın İki saat olmuş, dedi yüksek sesle. Uzun zaman. Güldü. Bu artistik çıkışlarımı seviyorum. Neden uzun bu zaman. Neye kıyasla. Bazen bir dakikanın binlerce yıl kadar uzun geldiği olmadı mı hiç? Son zamanlarda özellikle. Özellikle insanlara ve hayata tahammülümü yitirdiğim şu son günlerde. Masanın üzerinde duran Kızılderili biblosunu aldı. İki saattir kaçamak bakışlarla, bu sert, gergin hatlı yüzü incelemişti. Üzerinde geleneksel giysileriyle bağdaş kurmuş bu Kızılderili adam yorgun ama bir o kadar da mağrur, “ben senin ciğerini bilirim” der gibi bakıyordu ona. Sinirine dokundu bu bakış. Bibloyu arkası ona dönük şekilde geri koydu masaya. Ne tuhaf. Bir Kızılderili illa böyle mi resmedilmeli, böyle mi kurgulanmalı yani; Yok mu bu milletin yavşak, dingil takımı? Hayalinde büyük bir Kızılderili kabilesi belirdi. İşte biri, köşedeki büyük çadırın önünde durmuş, az ilerisinde günlük işlerini yapan genç ve güzel birkaç kızı kesiyor. Ne de iğrenç suratlı, köpoğlu bakışlı bir adam. Seni pis Kızılderili, diye bağırdı. Utanmıyor musun kabilenin kızlarına yan gözle bakmaya ? Hayalinde kızdı, köpürdü hatta üzerine yürüdü bu çirkin Kızılderilinin. Uzun zaman kaldı bu hayalde. Bağırdı, çağırdı, küfretti. Küçümsedi hepsini. Siz, dedi. Asıl ben sizin ciğerinizi bilirim.Bırakın artık şu ezilmiş, gururlu millet ayaklarını. Rahatlamıştı. Bibloyu tekrar eski konumuna getirdi. Sahi kim vermişti bunu ona? Düşündü, uzun süre bulamadı. Eskiden bir ara takıldığı bir kız vermişti, hatırladı. Tiyatrodandı, doğru. Güzel değildi kız. Hafif şaşıydı galiba, ya da şimdi öyle hayal etmek istemişti. Ama kalçaları muhteşemdi, hakkını vermeliydi. Hele yatakta yaptığı o numaralar. Düşündü bir süre, erkekliği kabardı, eli gitti ama geri çekti hemen. Duş alamam, hava çok soğuk. Bir kadına dokunmayalı bir yıl olmuştu. Çoğu geceler kadın teninin sıcaklığını özleyerek geçiyor; ama o öyle sıkılmıştı ki kadın erkek ilişkilerinden, içinden bir kadına yaklaşmak gelmiyordu. Kadınlar flört istiyordu, yemekler, çiçekler, güzel sözler. O ise bıkmıştı bu iki yüzlülükten. Neden bir kadına gidip şöyle diyemezdi insan, “Tatlım merhaba, çok seksisin, kalçaların da o biçim.Bu gece seni fena becermek istiyorum, ne dersin?” Ardından bir göz kırpıp elini kadının beline dolayabilmeliydi. Yadırganmamalıydı bu hareket. Kadın kabul etmeliydi. Ben kadın olsam tokatı basmıştım şimdi, dedi. Güldü. Saate baktı. 9:47. Salondan sesler gelmeye başlamıştı. Ev halkı uyanıyor. Bazen insan içine çıkmak, en sevdiklerin bile olsa, zor geliyordu. Saatlerce yatakta kalabilmeli insan, uyanık. Kimse sormamalı. Merak etmemeli. 20 Kapıyı vurmamalı, kendi haline bırakmalı bazen. Her zaman değil ama. Sıkılırdı insan. Yalnız hissederdi. Toplumsal devinimini yitirmeye kadar giderdi bu dalga.Güldü. Üniversite yıllarına gitti birden. Yeni dalga, postmodernizm, varoluşçuluk, ... Koridorlardan kantinlere, çoğu üniversiteli gençlerin müdavim tayfasını oluşturduğu barlara uzanan tartışmalar. Entelektüel görünmeye çalışan erkekler, çoğu kadınlığını üniversitenin ilk yılında keşfetmiş seksi, güzel, çirkin dişiler. Ben, demişti biri, bir gece seviştikten sonra. Kadınlığımdan utanmıyorum, cinselliğimden de. Seks bir ihtiyaç. O ise hayatının en kötü deneyimlerinden birini bu çenesi düşük kızla yaşadığını düşünüyordu o sırada. Ağzı leş gibi kokuyor ve hala konuşuyordu. Anladığı kadarıyla kız feministti. Ama anlamadığı neden anlatıyordu, neyi ispatlamaya ya da onu neye ikna etmeye çalışıyordu? Gülmüştü. Kız, neden gülüyorsun diye sormuştu. Hiç, aklıma bir fıkra geldi, anlatayım mı? İnsanların inandıklarını anlatma çabası onu bazen güldürür, çoğu zaman üzerdi. Bu kadar mı inançsızız kendimize de onay bekliyoruz insanlardan. Kendini düşündü. Otuz altı yaşındaydı. Ailesiyle birlikte İstanbul’un aslında en çok ait olduğu ama en yadırgadığı semtinde yaşıyordu. Kendisi gibiydi bu yer. Kendini özüne en yakın hissettiği zamanlar hep kendini en yadırgadığı zamanlar olmuştu. Tıpkı bu semt gibi, dedi. Ait hissetmiyordu buraya, sevmiyordu; ama ne zaman bir şeylerden kaçmak istese yolu buraya düşüyordu kendiliğinden. Çok eskiden, ilk gençlik yıllarında mutluluğu hep daha parlak caddelerde, daha canlı hayatlarda aramıştı. En güzel kadınlara aşık olmalıydı o.En güzel evlerde yaşamalı, en güzel ülkeleri keşfetmeli, en yüce duygulara erişmeliydi. Hayat ona bunu vermeyebilirdi ama o azla yetinecek biri değildi. Ya hep ya hiç. Ve o çoğu zaman hiçti. Bu hiçlik asil bir duyguydu ama, ezmiyordu onu. “Hep”i arzuluyor, onu istiyordu. Ortalarda olamazdı. Sıradan duygular, sıradan insanlar, sıradan kadınlar ona göre değildi. O genç ve ateşli adamı düşündü. O zamanlar en büyük korkusu yaşayamamaktı. Hayat önünde türlü yemişler, meyvelerle dolu devasa bir tabaktı ve o hepsinin, her şeyin tadına bakmak istiyordu. Baktı da. Aferin ulan dedi, yaşadın. Ama huzursuzluğu hiç geçmedi. Bazen unutuldu, üzeri örtüldü ama o hep oradaydı. Ben, dedi, çok düşünüyorum. Belki, sorun bu. Eskiden düşünmezdim pek, yaşardım sadece. Ama yine de içimde bir yerde bu hain duygu dürterdi beni. O zamanlar susturabiliyordum onu, alt edebiliyordum. Şimdilerde ise güçlü olan o. Yıllarca sindirilmişliğin öcünü alıyor adeta. Buna ne gerek vardı ki. O da biliyordu, farkındaydı durumun.Yanlışlar yapmıştı, kalpler kırmıştı ama artık değişmemiş miydi? Yapmıyorum işte, daha ne 21 istiyorsun. Düşünüyorsun ama, dedi içindeki ses.”Seni pis serseri, ben senin ciğerini bilirim.” Bu lafı hiç sevmiyordu: Ben senin ciğerini bilirim. Sen kaşındın, dedi. Cehaletin mutluluğunu ittin elinin tersiyle.Şimdi düşüncenin girdaplarında, labirentlerinde dolan dur. Huzuru bulamayacaksın; çünkü sen huzursuzluğu seçtin bilmeden. Düşüncenin labirentleri, diye tekrarladı. Allah’ım bir de filozofluğa özeniyorum. Kötü bir insan olamazdı. Öyle olsa düşünür müydü bunları, acı çeker miydi? Pişman olur muydu yaptıklarına? Sen, dedi ikiyüzlüsün. Artık yapamayacağını anladığın için vazgeçtin.Yapmak istemediğin için değil. Yorgun hissediyordu. Nerden çıkmıştı şimdi bu. Normal insanlar gibi uyanır uyanmaz yataktan kalkmalı, diline bir şarkı tutturmalı, günlük işlerine koyulmalıydı. Kim bu kadar kafa yorardı kendi üstüne. Hangi aklı selim sabahın en güzel iki saatini sırf kendini hırpalamak için harcardı.Daha önemli işleri yok muydu. İnsanlar boş vakitlerinde filozof olur, yapacak işleri olmadığı için delirir. Yanlış. En zorlu yollar kendi içinden geçer insanın, en büyük yolculukları kendinedir. Kızarmış ekmek kokusu geliyordu salondan. Açlığını duydu birden.Şimdi sadece kızarmış ekmekteydi aklı.Güldü.Bu kadar işte.Kafamın içindekileri kovmak için bu gerekiyormuş yalnız. Kızılderili ilişti gözüne tekrar . İki saat önceki halinden farklıydı şimdi. O kadar sert ve kibirli gelmiyordu artık bakışları. Haydi Bay Kızılderili, dedi, şimdi birer barış çubuğu tüttürelim... 22 ‘’...Hemen hemen her gece getiriyordum aslanımı. İçeri giriyor, yatağın üstüne atlıyor, hepimizin yüzünü yalıyordu, ötekiler de buna gereksiniyorlardı çünkü; hem en büyükleri bendim, onlarla ilgilenmek bana düşerdi. Ama aslanların adı kötüye çıkmıştır, çünkü herkes gibi onlar da karınlarını doyurmak zorundadırlar, bu yüzden, ötekilere aslanımın geleceğini söylediğim zaman içeride çıngar kopardı. Banania bile basardı yaygarayı, oysa dillere destan neşesi yüzünden nasıl hiçbir şeyi siklemediğini Tanrı bilir. ...Sonunda Madam Rosa, kendisi uyurken eve bir aslan getirdiğimi öğrendi. Bunun gerçek olmadığını, sadece doğa yasalarını düşlediğimi biliyordu, ama gittikçe daha çok sinir olan bir sinir sistemi vardı, evin içinde vahşi hayvanların bulunduğu düşüncesi de geceleyin korkular yaratıyordu onda. Bağırarak uyanıyordu, çünkü benimkisi bir düştü, ama onda karabasan oluveriyordu. Madam Rosa, karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır, derdi hep. Birbirinden bütün bütüne ayrı iki aslan yaratıyorduk onunla, ama n’aparsınız?’’ Momo, 1975 23 Kitap incelemeleri Avare Kadın aylin yeşiltaş Doğumu 19. yüzyılın sonlarına denk gelen yazar, 20. yüzyılda verdiği eserlerle pek çok kişi tarafından hatırlanacaktır. İki çağ arasındaki geçişi yansıtan romanları, kendisi kadın erkek eşitliğini kabul etmese de, daha sonra feministleri etkileyecektir. Aralarında çağdaşı Proust’un da bulunduğu geniş bir okur kitlesine sahiptir. Kadının siyasete girmesini ve oy vermesini desteklemeyecek kadar geleneksel bir bakış açısına sahip olan yazar, kadının özgürlüğüne vurgu yapar. Kısıtlayıcı ve onun kimliğini hiçe sayan bir evlilikten geçtikten sonra, kadının çalışarak ekonomik özgürlüğünü kazanabileceğinin ve istediği gibi yaşayabileceğinin farkına varır. Dört duvara sıkışan zengin aristokratların aksine, yaşamak için çalışan modern bir kadın vardır karşımızda. Artık bir erkeğe ve erkeğin sağladığı bir eve ihtiyacı yoktur. Bu nedenle sonraki yaşamında hayatına birden çok erkek ve birden çok şehir girecektir. Kadını arzu ve erdem arasında ikiye bölünen bir birey olarak görür Colette. Kadınlığının ilk evresinde erdemi arzudan üstün tutarak, onu aldatan bir adamla evli kalmış ve arzularını bir kenara atmıştır. Avare Kadın, Colette’in kadınlığının bu ilk monoton evresinden sonraki dönemi yansıtır. Protagonistin arzularıyla tanışmasını resmeden bu eser, kadına evlilik ve yuva kavramlarını layık gören geleneksel romanlara kafa tutar. Yazar ve pantomim oyuncusu Renée, yetenekli ressam Adolphe Thaillandy ile 8 sene evli kalır. Paris’in en ilgi çekici çifti, Adolphe’ün, tıpkı gerçek hayattaki kocası Willy’de olduğu gibi, devam eden diğer ilişkileri nedeniyle sona erer. 3 senelik bir yalnızlık ve kendine acıma halinin ardından, Max ile karşılaşır. Zengin ve aristokrat bir adam olan Max, başlarda Renée’ye itici gelir. Daha sonra onun ortamdaki diğer kişilerden farklı olduğunu keşfedecektir. Diğerleri yalnızca arkadaşken, Max bir “erkek”tir. Bunu fark ettiğinde flört konusundaki deneyimsizliği ile de yüzleşecektir. 8 senelik bir evliliğin ardından, flört etmek hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kadındır Renée. Erdem seçeneğini seçerek sürdürdüğü yaşam onun özgürlüğünü elinden almış ve onurunu zedelemiştir. Romanın başlarında kendine acıyan yalnız bir kadın görürüz. Daha sonra bu kadın, içindeki heyecana ve şehvete kulak vererek istediği gibi yaşamayı seçecektir. Bir şatoya kapanıp kalmayı kabullenemeyen Renée, Max’a verdiği evlilik sözünden vazgeçtiğini bir mektupla bildirerek turne için Amerika’ya gider. 24 Colette... Romanlarında daima kurgu ile otobiyografik öğeleri harmanlayan bu cesur ve aykırı kadın, Renée ile hayatının geçiş dönemini yansıtmıştır. Geleneksel burjuva çağından, modern çağa geçişi, bir aristokrat ile evlenerek erdemli yaşam sürdürmektense ekonomik özgürlüğünün peşine düşen modern ve gerçekçi protagonisti aracılığıyla okurunun gözleri önüne serer; böylelikle modern kadını ilk resmedenlerden biri olur. 25 Kitap incelemeleri Onca Yoksulluk Varken betül arslan Etrafımız o kadar ışık dolu ki yıldız taşları görünmüyor gözlerimize, gölgesi düşmüş gökdelenlerin onca yoksulluk varken.. Bir sabah gözlerinizi hiç tanımadığınız bir evde sizin yaşlarınızda bir sürü annesiz çocuğun olduğu, kurallarının aşina olunan toplumsal kuralların dışında bir yerde açtığınızı tasavvur edin. Önemli olan nerede olduğunu ve neden burada olduğunu anlamaktan ziyade buraya hapsolduğunuzu anladığınızda nasıl devam edeceğinizi öğrenmek. “Sevgisiz yaşayabilir mi insan?” Gaz odalarından, işkenceden kurtulmuş yaşlı bir Yahudi kadın ile beraber kalıyordu Momo diğer kendilerini savunurken hijyen kurallarına dikkat etmedikleri için dünyaya gelmek zorunda kalan çocuklarla birlikte. Öte yandan annesinin babası tarafından kıskançlık krizine kurban edildiğini öğrendiğinde aynı zamanda dört yaş da büyümüş oldu. Platon’un idealar dünyasından bir başka yansımanın ruhunu kapmıştır belki küçük filozof. Öğrenememiş o kadar insan varken o sevgisiz yaşayabilir mi insan diye sormayı düşündü sonuçta. Kelebeğe üfleyip kanat çırpışıyla bir soykırım öncesi rüzgara karışsın istedim. Bir altı milyon can öteye. O zamanki sanat başka göklerde uçmaktaymış. O zamanki sanat savaşta bacağı kopan bir çocuğun gözlerindeymiş. Onca yoksulluk varken ben burada boşluk dolduruyorum. Herkes susuyor, kimse bağırmıyor olanlara, tepki de göstermiyor. Tüm tepkiler savaşla sonuçlanıyor. Kazanılan hiçbir zafer başlangıçtaki düşünceyi yaşatmıyor. Güçlü yüzüğü takan herkes sahibi olmak istiyor ona. Yaşanılanların plazmik dokunuşundan daha fazlasını duyamaz oldu insanlık, oralarda kendi kayboluşlarını dahi bulamazken bir de karaktersiz kalıverdi.. En asli amacını mı unuttu insanlık. Hatırlatabilir belki sorunun cevabını bulmaya çalışanlardan biri. İnsan sevgisiz yaşayamaz diye kadınlar savunmak zorunda kalmış kendilerini sevgi dolu yöneticilere karşı. İnsanları öteki ettiniz, başkalarının hayatı sanki önemsizmiş gibi. Momo, rengarenk bir ölümün yanında yatıyor. Burada sizin rahatsız olduğunuz kokuşukluğa fark etmediğinizden daha kuvvetli alışmışken çok saçma. Bence yaşayamaz insan sevgisiz. 26 27 Kitap incelemeleri Yabancı Üzerine aygün açıkalın Camus’nun Yabancı’sı bana yabancı geliyor.Toplum karşısındaki ahvaline ağıtlar yakarken biz, yazarın öyle idealize ettiğini sanmıyorum bu yabancıyı. Bu absürt tip biraz zoraki. Ki yazarının felsefi öğretisine de uyuyor Camus’ya karşı haddimi aşmak istemem; ancak bu saf varoluş mümkün müdür, çevresindeki bunca insana rağmen bulaşmamış mıdır “insanlık” ona da? Modern – hatta postmodern mi demeliyim?- bireyin topluma karşı başkaldırısı, esasında insan doğasındaki bu doğal refleks Yabancı’da o kadar anlamdan yoksun ki. Bu “anlam yoksunluğu” ifadesi negatif değil aslında. Mersault üzerinde düşünmüyor anlamın hiç. Kendi doğası bu çünkü. Kendiliğinden işte. Öyle olması da gerekmiyor mu zaten? Neticede evrenin o muhteşem kayıtsızlığı biz de onun bir parçasıyken, insan beyni bunu nasıl yadsıyabiliyor ki? Yabancı, en sonunda toplumun onu tamamen dışlayıp, hem sosyal hem bedensel yok oluşunun gerekliliğine karar vermesine kadar herhangi bir anlam yüklemiyor kendi varoluşuna. Son anda yüklediği anlamsa “anlamsızlık” oluyor. Bu “negatif ” tip sadece toplumsal anlamda hak etmiyor bu tanımı. Bireysel anlamda da bir anti kahramanın hakkını veriyor bana göre. Saçma bir çağrışımla Knut Hamsun’un İsak’ını* koydu karşısına belleğim bu yabancının Hamsun’un kahramanı da Mersault kadar dışındaydı bulunduğu toplumun. Yine üzerinde çok düşünmeden, anlamlandırmadan yaşıyordu; ama doğası onu tek başına kendi ilkel toplumunu yaratmaya itiyordu. Kendi başına bu evrende bir varlık sergileyerek hak iddia ediyor, hakkını talep ediyordu.Neticede onun da payına bir şeyler düşüyordu bu dünyada ve o bundan asla vazgeçmiyordu. Dediğim gibi Yabancı’nın varoluşunun herhangi bir anlamı olup olmadığını sorgulamaması sorgulasa da anlamsızlığa kanaat getirmesi, bu düşünsel anlamsızlık kabul görüyor tarafımdan. Ancak bedensel, içgüdüsel varlığı insanın, her türlü anlamdan arınmış saf varlığı, doğası reddedildiğinde asıl trajik yok oluş bu gibi geliyor. Bunu ben de hissettim. Herhangi bir nedene gerek yok, bir nedensellik yok çoğu zaman insan davranışında. Ya da bizim zannettiğimiz gibi bir anlamı yok. Buna anlam katan toplumsal ya da bireysel varoluş kaygımız sanıyorum, anlamı veren bu. Burada bireyi de ifadedeki mantık hatasını görmezden geliyor ve tek kişilik bir topluluk olarak tanımlıyorum. Bunu ben de hissettim. Bir adamı –ya da kadını- aynı şekilde öldürebileceğimi hissettim o satırları okurken. Mersault’un o iç sıkıntısını, o bunaltıcı sıcağı, o 28 tetiğe defalarca basmanın, o boşalmanın – Tanrım ne diyorum- cinsellikle eş heyecanını hissettim. Tanımadığın bir bedene ilk defa değmek gibi. Ya da hayır, hiçbir anlamı yok. *Knut Hamsun’un Dünya Nimeti adlı romanının kahramanıdır. 29 Kitap incelemeleri Bulantı'nın Kazıdıkları erişhan erdem Oluş, tek bir andan meydana gelen şimdinin ve geleceğin derdidir. Oluşun içinde eski yoktur, ki bu yüzden geçmiş sadece hatırlanmak istendiği gibi hatırlanır. Neden sorusunun çağladığı anlar ise sadece birey için değil, toplum için de gereklidir. ‘’Çünkü insan farkında olmasa da, içinde bir yığın başkalaşım birikir’’ Kabul görmeye çalışmak, oluştan zevk almanın peşinde olmak yadırganacak iş değil; iş, makineleşmeyle beraber bulantının artması. Bu bulantı insani değil, insanla ilgili değil; deli işi hiç değil. ‘’Bütün bu değişimler nesnelerle ilintili’’ Şu bira bardağı, masa, sigara paketi; örnekleri abartmanın da anlamı yok. Antoine dertli, nesneler bize dokunmamalı ama ya biz nesnelleşirsek? Nesne olan insanın bulanıp, iğrenmesinden başka bir kaçış yolu var mı? Bir bira bardağı düşünmek zorunda kalırsa, köleliğinden hangi insandan daha fazla iğrenebilir? Antonie, bağlandığı bir hayat olmadan dünyevi kalamıyor. Satre’ın belirttiği gibiyse; bağlandığımız bütün hayatlar palavra serüvenlerden ibaret. Doğamız dünyevi, buraya saplandığımızın farkındayız, bir kaç yalana inanmak istiyoruz ancak boyutlardan ayrık, dürüst bir zihnimiz var; kendimiz olmazsak kusmanın ne anlamı kalır? İşe yaramaz bir nesne olmak bize göre değil belki; emir kulu olmak doğaya aykırı. Niye bazıları çok sever, tutku neden bağlar bizi kendine, neden özgürlük masalları okuyan bir köle çok ilgi çekici; bu soruların cevabı bulantılarımızın içinde. Oluş işe yarasa, der Sartre bulantı’da, psikologlara kim ihtiyaç duyar? Peki ya sevdiğimiz, sevdiklerimiz nesneleşirse? ‘Kaçıp, iğrenmekten başka ne yapabilir ki insan?’ der Antonie. Bütün bir toplum, omurgasız bir nesne olmayı doğanın kuralı olarak görürse; beyincik yok olmadan önce kaç nesil daha sürebilir kusmalarımız? -Antoine; nominal bir pazarda dünyaya bağlı. 30 Ey dil hele alemde bir adem yoğ Var ise de ehl-i dile mahrem yoğ Gam çekme hakikatte eğer arif Farz eyle ki el'an yine alem yoğ imiş imiş isen imiş Nef'i 31 32