Moritos`un Düşleri , Haluk Levent`in Yabancı dergisi Ağustos 2002
Transkript
Moritos`un Düşleri , Haluk Levent`in Yabancı dergisi Ağustos 2002
MORİTOS’UN DÜŞLERİ Benim hiç çocuğum yok. Ben hiç baba olmad ım. Bir çocuk sahibi olmak, ondan "baba" lafını işitmek nasıl bir duygu bilmiyorum. O ise hem babayd ı hem de dokuz çocuğun babasıydı. Hatta karısı yedinci çocuktan önce bir de düşük yapmıştı. Yanlış hesaplamadıysam hemen ikinci dünya savaşından üç yıl sonra Sabrina ile evlenmiş ve bir yıl sonra da ilk çocukları Cevdet dünyaya gelmiş. Evlilik dediysem bugünkü anlamda bir evliliği anlamayın. O zamanlar karısının yüzünü ilk defa düğünden sonra gören erkek sayısı bile az değil. Ama bizim Moritos her fırsatta kız evine gitmek için bir bahane bulur ve Sabrina ile konuşurmuş. Hatta bir keresinde nişanlıyken kız evine baklava götürmüş. Poşeti alması için Sabrina'ya uzatmış. Kaynanası ise poşeti oraya bir yere bırakmasını söylemiş. Moritos ısrarla poşeti Sabrina'ya uzatmış ve Sabrina'nın poşeti kendi elinden almasını sağlamış. Düğüne de birkaç hafta var. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Damat adayı kız evinden büyük bir işi başarmanın gururuyla gittikten sonra gelin adayı güzel bir dayak yemiş. Neymiş efendim daha düğüne birkaç hafta varmış eğer nikahtan cayarlarsa artık onu kimse almazmış. Çünkü adı çıkmış bir kere. Bir çoğunuz bunları okuyunca şaşırdınız biliyorum. Ama aranızda önemli bir kesim için pek de kulağa yabancı gelmeyen şeyler. O yıllarda Moritos, Adana'na İncirlik askeri hava üssünde İsçi olarak çalışır. Anlatılanlara göre kendisini özellikle ağır koşullarda çalıştırmak isteyen ustabaşı ile kavga eder ve isten ayrılır. Sonrasında emekliliğine kadar çalışacağı çimento fabrikasının torba bölümü. Emeklilikten sonra da Adana'nın Karataş caddesinde manavlık yapar bir süre. Moritos'un yaşadığı yıllar günümüzden yüzyıl önce falan değildi. Gençliğinde ikinci dünya savaşı vardı. İlk çocukları doğduğunda bazı arkadaşları Kore'ye gitmişti. Orta yaşa geldiğinde ise Türkiye Kıbrıs'a çıkarma yapmıştı. O ise on bir kişilik bir ailenin reisi olarak hayatını devam ettirme savaşını veriyordu. Bugün bir kad ın ile bir erkeğin yan yana gelmesi ve çocukları ile mutlu bir evlilik sürdürmesi (özellikle büyük şehirlerde) ne kadar zor. Oysa daha bundan 30-40 yıl önce aileler böyle kuruluyordu. Kışın her zaman traşlı suratı ve ince bıyıkları, sırtında yerlere kadar uzanan pardösüsü ile ak şam iş çıkısı odun sobalarının sise buladığı sokağa bir girişi vardı ki; halen gözümün önünden gitmeyen bu heybetli görüntüsü onun benim çocukluğumun idolu olmasına yetmişti. Aksamları uyumadan önce çocuklarını karşısına alır ve gençlik maceralarını anlatırdı. Kendisini anlatmayı çok severdi. Çocukları onu ağzı açık dinlerlerdi. Neymiş efendim Kırıkhan'ı en güzel kendisi oynarmış. O oynadığı zaman dokuz köyün insanları durup onu izlerlermiş. Hatta cevre köylerden bir tanıdığın düğünü olacağı zaman; gelir özel arabalarla alırlarmış Moritos'u, sırf Kırıkhan oynasın diye. Sanırım güneyli insanların bir önemli özelliği de bu. Aslında çok sıradan gelebilecek konulan bile birkaç rötuş ile dünyanın en ilginç olayı haline getirebiliyorlar. Tanıdığım en gamsız ve saf adamlardan biriydi Moritos. Ne tek başına sigara içmeyi severdi ne de kızlarına (daha 17-18 yaşlarındayken) "sigara içer misin?" diye sorardı. Doğrudan sigarayı atar ve hiçbir şey yokmuş gibi kızları ve gelini ile birlikte sigara içerdi. Onu bir şeye inandırmak ise dünyanın en basit isiydi. Gelelim Moritos'un düşlerine. Pek çoğumuz gibi onun da zengin olma düşleri vardı. Ama biraz daha farklı. O küçücük dünyasına büyük holdinglerin veya futbol kulüplerin sahibi olmak gibi hayallerin sığmasını beklemek pek de mantıklı değil. Onun hayalleri erkek çocuklarının futbolcu olup yüklü transfer bedelleri ile aileyi zengin etmeleri idi. Özellikle 1980'den sonra artık futbolculuk Türkiye'de yükselen bir değerdi. Büyük oğulları o dönemde artık çoktan çoluk çocuğa karıştıkları için bu hayalleri gerçekleştirme görevi küçük oğullarına düşmekteydi. Oğulları da (sıska, uzun boylu olanı hariç) futbolda başarılı sayılırlardı. Hatta http://haluk-levent.8k.com - Gerçek GÜÇ üçüncü lig takımlarında bile oynamışlıkları vardı. Gider, oğullarının maçlarını İzlerdi büyük bir keyif ile. Yanlış bir şey gördüğü zaman da maçtan sonra basardı fırçayı. Ne yazık ki oğulları onu futbol konusunda mutlu edemediler. Hepsinde de bir okuma sevdası vardı. Gençlik yıllarının önemli bir kısmını üniversitelerde geçirmiş uzun boylu çelimsiz oğlu zaten futbolda başarılı değildi. Ama büyük oğlu Ali, o sene (89 veya 90 olması lazım) Kozanspor'u ligden düşmekten kurtarmıştı. Yine de hepsinin gönlüne okuma sevdası düşmüştü bin kere. En küçük oğlu ise Muğlasporda top koşturdu bir sene. Sonra okulda (Muğla-işletme) birinci olunca 9 Eylül'e yatay geçi ş yaptı. Sanırım devam etseydi onu geçtiğimiz ay Dünya Kupasında izleyebilirdik. Bunu sadece ben söylemiyorum. Onu tanıyan ve futbolunu izlemiş olan herkes söylüyor. O benimle beraber geldi ve şehir şehir dolaşıp gitar çalmayı seçti. Müziğin ateşi insanı sarmasın bir kere. Sonra..... Sonra Moritos öldü..... Ömrünün son yıllarında günde üç paket sigara içip doktora yalan söyleyen Moritos kalbine değil kendine yenik düştü. Hem de ne zaman biliyor musunuz? Hayat ındaki bütün sosyal ortamı kahvehane sohbetleri olan birisi olarak o ğlunun Adana'da beş bin kişiye şarkı söylediğini gördükten 10 gün sonra, 15 Haziran 1995'te bize veda etti Moritos. O tarihten yaklaşık 10 yıl önce serserinin biri bıçaklamıştı onu. Herkes öleceğini düşünmüştü. Ama o, zannediyorum ki ölmeyi istemedi. Çünkü o zaman gerisinde küçük yetimler b ırakmak istemedi. Her sıradan insan gibi sıradan düşleri vardı Moritos'un. Bir de kendini anlatmayı sevdiği hikayeleri. Çok ünlü bir futbolcunun babas ı olarak anılmak istedi hep ama talih ona Haluk Levent'in babası olarak anılmayı uygun gördü. Her şeyi şatafatlı olsun isterdi. Cenazesinde mutlaka bando olmas ı gerektiğinin esprisini yapardı. Ben hiç baba olmadım. Hele hele dokuz çocuğum hiç olmadı. Ama kaybetmenin ne demek olduğunu iyi bilirim. Ben hem bir evladın babasını kaybetmesini hem de bir babanın evladını kaybetmesini yaşadım. Sene 91 veya 92 idi. Bursa da adını vermek istemediğim bir baba ile insanlara derdimizi anlat ıyor, şarkı söylüyor ve onlardan para istiyorduk. Henüz benim ilk albümüm bile çıkmamıştı daha. Adamın kızı kanserdi ve ameliyat için para toplamaya çalışıyorduk. Yeterli parayı toplayamadık ve kız öldü. Ünlü olduktan sonra basında sıkça çıkan ve beni oldukça rahatsız eden "Yardımsever Haluk" profili hep o kızda başaramadığım eksiklik duygusunu giderme çabas ının bir görünümüydü. Yıllar yılı ne yaptım ne ettiysem bu duyguyu gideremedim. Sunu anladım ki kaybolan hiçbir şeyin yerini başka bir şey doldurmuyor. Kaybetmek konusunda uzman birisi olarak bunları söylüyorum. Beni yanlış anlamayın. Amerikan filmlerinden fırlamış içi bos duygusal sözcükler söyleyecek de ğilim. Sadece bir arkadaşımın bununla ilgili bir tasvirini aktarmak istiyorum: Bir gün artık sıkılmışsındır. Ve çıkmak istersin. Dönüşü olmadığını bildiğin halde "evi" terk edersin. Çıkarsın ve nasıl bir şeyin içinden çıktığını bilmeden yavaş yavaş uzaklaşırsın. Sen evden uzaklaştıkça arkandaki görüntü gittikçe netleşir. Ve görüntü netleştikçe aslında ne kadar güzel bir evde yasam ış olduğunun farkına varırsın. Ama artık geriye dönüş çok uzaktır ve Güneş eskisinden daha soğuktur. Hepimiz tenkit etmekte ve eleştirmekte ne kadar yetenekli isek sevdiğimizi, beğendiğimizi söyleme konusunda da bir o kadar yeteneksiziz. San ırım yapmamız gereken şey daha çok sevmek ve daha çok dışa vurmak. Moritos'un hikayesinde oldu ğu gibi aslında her hikayenin sonu aynıdır: ölüm.... Düşünün, bir film izliyorsunuz ve sonunu en bastan biliyorsunuz. Çok sıkıcı olurdu herhalde. Peki yaşam bu kadar sıkıcı değilse bu "sonu belli hikayeyi" bu kadar ilginç kılan nedir? İşte üstüne ciltlerce kitap yazılabilecek bütün soru da bu. Herkese kendi yanıtlarını bulma yolunda bol şans diliyorum. Sevgiyle Kalın Haluk Levent http://haluk-levent.8k.com - Gerçek GÜÇ