Fundamenta Dergisi #7
Transkript
Fundamenta Dergisi #7
edebiyat kültür sanat dergisi www.fundamentadergi.com Yayın Yönetmeni: S.Betül İzgöer Editörler: Aişe Hümeyra - Samed Kahraman Dergi Tayfası: Bünyamin Kavrut, Batuhan Özyürek, Ayşe Gönenç, Esra Erdoğan, Payanda, Melahat Kahraman Tasarım: Cihad Kayaduman İÇİNDEKİLER Ayşe Gönenç Yusuf Aydın Deniz Dr.Ahmet Uysal Beyza Hilal Nur Dindar Bahattin Çeçen Betül Aydın Aişe Hümeyra S. Betül İzgöer Bünyamin Kavrut Hacer Gören - Süleyman A. Halil Kılıç Osman Curuk M.Gazi Delimehmetoğlu Yrd.Doç.Dr. Olcay Uçak Esra Toy İbrahim Çolak Payanda Bilal Yavuz Samed Kahraman Pınar Vardar Selman Kasım Yurtaslan Ayşe Büşra Erkeç Yrd. Doç. Dr. Hale Torun Cihad Kayaduman Esra Erdoğan Mine Korkut Melahat Kahraman Yuzuarsif Batuhan Özyürek Muhammed Çelik Babalar Tenha Yaşamın Anıtı Yorgunuz Avrupagörmüşgiller Balık Pullu Mektup Kafile Günaydın Vietna’m Bir Edebiyat Sürgünü Halil Cibran Nuayme’nin Göçü Küle ve Geceye Gölge Direnen Aşk Direniş Endülüs’te İslam Düşüncesinin Başkenti Kurtuba Geç oldu “Dağılalım’’ Genç Olmak Gone Girl; Aşkın Olağan Gelişimi Gözlerini unuttum Hace! Okyanus Karnıyla Gözcükleri Hayat Mey Ey Bin kabustan bir rüyaya ‘ Sırf saçı için severdim bu kızı’’ dedi şair Lanettayin Ötekiler Bir Hayalin Peşinde Gitmek Karanlık Sıkıştırır Bizi Yeryüzü Müziğin Mona Lisası, Sürgününde “Ağlatan Kafe” Acı Nerede Başlar ? Büyümekten Vazgeçeyim Rahatsızlık Uzunca Bir Aradan Sonra 2 3 4 7 8 8 8 11 12 12 13 15 17 18 19 20 20 21 23 24 25 26 27 29 31 33 34 35 36 37 1 Ayşe Gönenç Babalar Tenha Yaşamın Anıtı Yorgun şafakların hüzünlü bekçisi Göz torbalarında birikiyor günler Ruhunun gıdası sessiz saatler Baldırlarında; asırlık bekleyişin intikamı Ellerin,yarınları yoğurur; üzgün, telaşlı Bedenine sardığın zaman elbisesi Hangi terzinin arta kalan kumaşı Sokaklarda çocuklar dizili Acısı gizli, sevinç şekerlerinle oynaşmakta Kızılır mı şimdi, dizlerini inciten çocuğa Evlerin mutfağında bilinmeyen aşlar pişilir Annelerin terli teni, çocuğun sevgi talebidir Duvarlar eski, babalar tenha yaşamın anıtı Ölüm, savaşın en mazlum kanıtı Bahçelere mezarlar ekilir Sonbahar döker hiçlenmiş yaprakları Zaman büyütülür yorgun beşiklerde Yaşanmışlık değil mi seni bunca inciten Kıyametin habercisi, kiri ruhunda unutan insan 2 Yusuf Aydın Deniz Yorgunuz Malcolm x, sarışın bir kız ve bir kaç Türk lirası Burada telefonlar iyi çekmiyor Gül hasadı başlamadan vurdular tüm gelincikleri. .. İsyan edelim diyorum, dinlemiyor İsa beni Bizim silahımız yok, bir de televizyona çıkacak gücümüz. Bu kentin böyle bir yarası işte, Çocuklar, annelerinden ölü doğuyor. Anneler doğurmadan, ölüyor Mesela dün bir bebeği sezeryanla aldılar İsrail karar vermiş onu da öldürecek. Başbakan seçimlerle meşgul ayol Bizler olayı bir kac defa kınadık Twitter’dan Ambargoda koyduk kolaya. Ama paramız olsaydı tatile çıkardık senle. . Unuturduk parçalanan çocuk cesetlerini Ama yorgunuz üstümüze gelmeyin,.. Üstelik vicdanımız yok… Üstelik adam değiliz. . Üstelik utanmıyoruz.. Zarifin dediği gibi, Yorgunum başka türlü anlatmaya. .. 3 Dr.Ahmet Uysal Avrupagörmüşgiller Tanzimat Seyyahları ve Günümüze Yansıyanlar Entellektüel hayatımızda doğu-batı geriliminin önemli bir mesele olduğu bilinen bir vakıadır. Tanzimat romanlarından günümüz sosyal medyasındaki paylaşımlara kadar, en küçük bir mevzuda bile, özellikle, batı kavramına yüklenen anlamların değişebilmesi ve bu kavramın kendisinin izaha muhtaç olması da bilinen bir mevzudur. Peki bütün bu klişelere rağmen neden aramızdaki “Avrupagörmüşgiller”in üstenci ve biraz patolojik halleri hala değişmemiştir. Yani eli az kalem tutan okumuş yazmış tayfasında ya da hasbelkader yurt dışına çıkıp geri dönenlerdeki bu ruh hali öyle yaygındır ki konu mizahın alanına bile girmiştir. Elbetteki amacım genellemeler yapıp toptan hüküm vermek değildir ve öyle belli bir toplumsal halin “temsil”ilini ortaya koymak da değildir. Neticede, hikaye bizim hikayemizdir ve her hikaye gibi batılılaşmamızın yan etkilerine dair hikayeleri de anlama çabası değerlidir. Ki öyle bir çaba bile aynı hikayenin içinde dal budak bulmuş başka bir hikayedir. Bu bağlamda, Londra’ya ilk seyehat edip oraları bize anlatanların günümüze dair yansımalarını görme isteği bu yazının birincil amacıdır. Uzun bir modernleşme tarihine sahip ve doğu-batı gerilimini bir çok alanda yaşamış bir ülke olan Türkiye’den Londra’ya gitmeye karar vermiş bir entellektüelin daha gitmeden “modernleşme, batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesi, tek dişi kalmış canavar, geleneksellik, sömürgecilik, oryantalizm” gibi kavramlar zihninde vardır. Bu sorunlar köklü sorunlardır. Bir entellektüel ülkesinin uzun yıllar yaşamış olduğu tartışmaların ve rın fikirlerini destekleyen tali unsurlardır. Bu gerilimlerin cisimleşmiş bir hali olarak bir durumu Tanzimat dönemi Londra’ya gelmiş başka şehre adım atar ve yıllardır doğu-batı aydınların çoğunda görmek mümkündür. gerilimini yaşamış atalarının izinden giderek 1836 yılında İngiliz sefirliği yapan Mustafa kalkınma ve sömürü, modernleşme ve ge- Reşit Paşa, Osmanlı’ya ait olan meselelerin lenek gibi zıtlıkları kendi içinde barındırarak hallinin ancak İngiltere ile kabil olabileceğine Londra’yı kah bilim ve endüstriye katkıların- inanmıştır ve onun için dünyadaki bütün sidan dolayı bütün güzelliklerin merkezi, kah yasi meselelerin merkezi Londra’dır. Onun dünyayı sömürüp koloniler kurdukları için açtığı yolda ilerleyen Namık Kemal 1872 yıbütün şerlerin sebebi görüp havaalanına lında İbret Gazetesi’nde Londra’ya dair fikiriner. Kısacası, zihindeki lerini “Terakki” adlı makalesinde ifade Londra zıtlıkların buluşeder. Makalenin başlığından da anlatuğu; hayal ve tasavvur şılacağı gibi yazar için Avrupa terakedilen ama “bilinmeyen Seyyid ki demektir ve şehre dair gözlemler topraklar”dır. Ve bu bi- Mustafa Sami yazarın fikrini delillendiren unsurlardır. linmeyen topraklara her- Efendi, Seyyid Mustafa Sami Efendi, 1840 kes yine meşrebine göre yılında “Avrupa Risalesi” adlı eserinanlamlar yüklemiştir. 1840 yılında de bir süre kaldığı Londra’yı “geceleri Peki bu durum, ilk za- “Avrupa Risalegündüzden ruşen” bir şehir olarak ifamanlarda mı böyleydi?! si” adlı eserinde de etmektedir. Yazarın gözünde geceleyin sokakları aydınlatan gaz lam1839 yılında ilan edilen bir süre kaldığı baları bir medeniyetin mükemmelliği Tanzimat Fermanı ile Londra’yı “geceolarak cisimleşir. Mehmed Rauf, “SeAvrupalılaşma “devlet leri gündüzden yehatname-i Avrupa” adlı eserinde programı” haline geldik1851 yılında görevli olarak Londra ten sonra bir çok dev- ruşen” bir şehir Umumi Sergisine gittiği zaman “ötelet adamı, yazar, şair ve olarak ifade etden beri ilim ve irfanına, kültür ve meöğrencinin yolu Avrupa mektedir. deniyetine hayran olduğu Avrupa’ya şehirlerine düşmüştür. dair acizane bir yadigar bırakmak” Bu şehirlerden en gözde için bu eseri yazdığını belirtir. Yine milolanı Paris olmasına karletlerarası umumi sergiye gönderilen şın hemen onun peşineşyalarla birlikte giden bir memurun den Londra gelmektedir. Bu kişilerin Avrupa yazmış olduğu “Seyehatname-i Londra” şehirleri hakkında yazdıkları gözlemlerin en adlı eserde Londra’nın toplumsal hayatı dikkat çekici özelliği, bir şehre dair gözlem- daha objektif biçimde tasvir edilmiştir. Yazarı lerden ziyade soyut bir Avrupa fikrini ifade belli olmayan bu seyehatnamenin sonlarına edilmesidir. Yani şehre dair gözlemler yaza- doğru Londra’nın havasının sıkıcılığı, şehrin 4 “kasvetengiz” havasına tahammülün belli bir süre sonra katlanılamaz olduğu ifade edilir. Şehrin havasından şikayet eden bir diğer yazar ise Abdulhak Hamit’tir. 1885 yılında 33 yaşındayken Londra sefareti başkatipliğine tayin edilen Hamit, havadan her ne kadar şikayette bulunsa da şehrin kadınlarının güzelliği ve o an bulunmuş olduğu medeniyete olan hayranlığı Londra’nın sisli ve yağmurlu havasını şaire unutturmaktadır. Londra denilince bir diğer Tanzimat aydını olan Sami Paşazade Sezai, genç yaşında babasından izin almak için ona yazdığı mektupta, daha Londra’yı görmeden oraya dair hayranlıklarını ifade etmiştir. Mektubunda “Londra’ya gitmek istiyorum. Çünkü XIX. asrın kemalatı darü’l fünunda lisana gelmiş, ahalisinde teşahhus, ebniyesinde tehaccur, heyet-i umumiyesinde tecessüm etmiş... Londra’ya gitmek istiyorum. Çünkü yüz milyon nüfusun söylediği, yüz bin edibin asırlardan beri ihyasına çalıştığı bir lisanı öğrenmek sevdasındayım”. Sezai Bey’in gidişi ne ilk gidenler gibi görev gereği ne de Namık Kemal gibi mecbur olduğu için değildir. 1881-1885 yılları arasında Londra’da kalan Sezai Bey’in Londra’ya olan hayranlığını bütün yazılarında ve özellikle mektuplarında görmek mümkündür. Yazar Londra’dan ayrılırken “hür bir ülkeyi” geride bıraktığı için üzgündür. Bütün bu yazar ve şairler Londra’ya dair hayranlıklarını açık bir şekilde ifade etmelerine rağmen yine de yaşadıkları Londra’da hüzün ve can sıkıntısından kurtulamamamışlardır. Dolayısıyla, dönemin bu aydınları karışık ve çalkantılı bir zihin yapısı içindedirler. Cemil Meriç, Mağaradakiler adlı eserinde onların abartılı hayranlıklarını kıyasıya eleştirmiştir ve onlar hayal dünyasında yaşamakla itham etmiştir. Cidden de bu aydınların gözlemlerinin her ne kadar doğruluk payı olsa da kendi kafalarında yaratmış oldukları bir Londra’yı ya da Avrupa’yı yaşadıkları da bir vakıadır. Zira, bu dönemde ve sonraki zamanlarda başka bir çok yazar tarafından ifade edildiği gibi; sefalet ve fakirlik içinde yüzen bir öteki Londra vardır. Charles Dickens’ın “Müşterek Arkadaşımız” adlı romanının girişi başlıbaşına öteki Londra girizgahı gibidir. Bir kayığın içindeki adam ve kızının, nasıl Thames Nehri’ndeki cesetlerin ceplerinde para aradıkları etkliyici bir şekilde tasvir edilmiştir. Aynı zamanda diğer bölümdeki yüksek sosyete hayatının yapmacıklığına dair tasvirlerde hayatın bir başka yönünü gösteren başka öğelerdir. Oysa, Türk aydınları o dönemlerde birçok kişinin fakirlik yüzünden intihar etmek için uğradığı Thames Nehri’nin bu sefil yüzünü hiç görmemişlerdir. Nehir onlar için adeta cennet ırmaklarından birisidir. Geçmişten günümüze kadar sefaletin ve yokluğun bir merkezi olan Londra’nın doğusu ya da ağır çalışma şartlarına sahip işçilerin bulunduğu tersaneler bölgesi ve bir şeydir deyip daha önce gördüğüm bir fabrikalardaki işçiler dünya üzerinde bir karikatüre sığınıp meramı anlatayım: Teleçok yazar ve düşünürün ilgisini çekerken vizyonda Türkiye’deki bir olumsuzluğa dair Tanzimat dönemi aydınları bunların hiç bi- tartışma vardır. Sunucu birçok kişinin görürini görmemiştir. Jack London, “Uçurum/ şünü aldıktan sonra başka bir konuşmacıya Cehennem Halkı” adlı kitabında doğu Lond- döner ve şöyle der: “Evet, şimdi de ‘Avrura’yı “sefaletin dipsiz kuyusu’ olarak ifade padabunlaryokçu’ nun görüşünü alalım”. ederken George Orwel, “Paris ve Londra’da Beş Parasız” adlı kitabında sokak- Psikanalizin derin sularına girecek değilim. larda yatan binlerce evsiz Fakat bu “avrupagörmüşlük” denen insanı çok canlı bir şekilde şey öyle bir halet-i ruhiyedir ki bunun tasvir etmiştir. Üstelik bu iki için misak-ı milli sınırlarının dışına çıkyazarın yazdıkları dönem maya gerek yoktur. Bu hal bazen üniLondrasının şartları eskiye versiteye kayıt yapar yapmaz ortaya Bilgi ile ilk göre çok daha iyidir. Kısaçıkar. Bazı durumlarda ise, ilk okunan ezilen ve ilk cası, Londra bir rüya şehir roman ile hemen ilk belirtilerini gösbeğenilmeyen olmanın ötesinde zenginterir. Yazar ismi önemlidir. İlla yabancı lik ve yoksulluk, ticaret ve olacaktır. Kitabın kapağını herkesin ise genelde sömürü, kültür ve sefalet zavallı anne ba- gösterilme istenci semptomun en gibi zıtlıkları içinde barınbariz özelliğidir. Bazen kimselerin balardır. Halka izlemediği yabancı bir filmi ya da didıran bir şehir olmasına rağmen Tanzimat dönemi öyle genişler ki, ziyi izlemek bile kendini üstün göreaydınları ve onların açtığı zamanla bütün bilmek için yeter sebeptir. Dinlenen yolda ilerleyen bir çok aymüzik önemlidir. Vakıa ilk görüldüğü ülke ve toplum zamanlarda, klasik müzik avrupagördın gerçek olan Londra’yı yaşamaktansa hayallerinmüşlüğün en önemli göstergesi iken beğenilmez deki Londra’yı yaşamışlargünümüzde her türlü müziğin başına olur. İşte bu dır. Oysa sadece olanları eklenebilecek bir sıfat ile bu hal nüknoktadan sonra seder. Artık meşrebe göre, arabesk anlatsalardı yeterliydi, o dönemdeki başka ülkejaz; ilahiler new age adını alır ve böymızmınlanma re ait bir çok seyyah gibi. hali yerini de- lece diğer arabesk ve ilahi dinleyenlerden bir farkı olduğunu ispatlamış rin yaralara Bu durum, daha değişik olur. Hele bir de filmleri altyazısız ve boyutlarda günümüzde düblajsız izleyebiliyorsa “Oh my god, bırakır de devam etmektedir. Öryani”. Konu uzun. Kısaltmak gereneğin dokuz sene önce kirse, bu ruh haline sahip kişilerin Londra’ya göç etmiş ve doktorasını Lond- derinlerde iki sorunu var gibi geliyor bana. ra’da tamamlamış olan İlyas (39 yaşında) Birincisi, bilgiyi güç olarak kullanma isteği ve kendi tecrübesini şöyle ifade etmektedir: ikincisi buna bağlı olarak çıktığı yeri beğenmeme halleri. Derinliklerden yüzeye yansı“Buraya gelmeden önce Londra’yı kafam- yanlar ise; sürekli mızmızlanma ve şikayet da öyle büyütmüşüm ki sanki bir masal halleridir. Bilgi ile ilk ezilen ve ilk beğenilmeülkesine gidiyormuşum gibi. Geldiğim za- yen ise genelde zavallı anne babalardır. Halman büyük bir hayal kırıklığına uğradım. ka öyle genişler ki, zamanla bütün ülke ve Lonra bir balon gibi söndü gözümde. toplum beğenilmez olur. İşte bu noktadan Beklentilerimin çoğu benim abartımmış. sonra mızmınlanma hali yerini derin yaralara Gerçi Türkiye’den bir an önce kaçmak is- bırakır. “Artık bu ülkede yaşanmaz” söylemi tiyordum. Onun da etkisi olmuş olabilir” . takıntı haline gelen bir slogan olur. Ve ilk fırsatta dünyanın asıl cennetlerine gitmek için İlyas’ın da ifade ettiği gibi, Londra günü- ülke terkedilir. İşin ironik kısmı ise, bu genelmüz Türk entellektülleri için hala zihinde de ya ana baba parası ile ya da devlet bursu yaratılan ve mekana dair gerçekliklerden ile yapılır. Yani beğenilmeyen ebeveynlerin uzak birçok imaj ve hayallerden ibarettir. ve milletin imkanları ile bir garip yaratık olaLondra’yı ziyaret eden her Türk entellektüel rak ilk adım atılır. Hikayeler benzerdir. Dünaz ya da çok geçmişten günümüze kadar yada cennetin olmadığı tez zamanda görüyaşanmış ve hala yaşanmakta olan tartış- lür. Yabancı diyarlar zordur. Barınmak ömür maları ve gerilimleri bizzat kendi benliğinde alır. Bunu çoğu göze alamaz. Düğümün bu taşıyarak bu Avrupa şehrine adım atar. Bir noktada çözülmesi gerekirken tam da bu Türk entellüktüel hala bir yönü ile batılı bir noktada düğüm kördüğüm olur ve trajedi yönü ile doğulu ya da eş zamanlı olarak başlar. Nedamet yerine öfke daha da artar. geleneksel ve modern olmanın avantaj ve Tutunulamayan diyarlardan gerisin geri yurdezavantajlarını zihninde barındırır. Örnekleri da dönüş başlar. Suçlu yine en zayıf halkaçoğaltmak mümkündür. İnternet günümüz- dır. Yani öfkenin acısı anadan, babadan ve de aynı ruh haline dair zengin paylaşımlar- onlara benzeyen bütün bir milletten çıkarılır. la doludur. Lakin gereği yoktur. İroni güzel Ve bu kısır döngü yıllardır dönüp durur... 5 6 Beyza Hilal Nur Dindar Balık Pullu Mektup İçimizde kaçıncı kez boğuluyor Nuh tufanı? Seni şehadet parmaklarımı kesecek kadar çok severken, Seni kaybederek seveceğim. Yıkıla yıkıla… Haliç’te bir balık kadar yalnız, Yedi Tepe’de bir yılkı atı Dar boğaza karşı sigara yakmış nasırlı ve günahkar eller Eski bir bavul, yanlış iliklenmiş bir mintan Üryan gider yüreğim… Gözlerin Haydar Paşa’dır uğurlar beni Başka uzak bir semte Bilmediğim bir şehre Ben hep gitmediğim şehirleri özledim Trabzon’u mesela… Ayder yaylasını… Yeşilini gözlerin. Kaderimizi yazan bir terziydi Hep çift dikiş sevdalara mahkum olan ellerimiz Kefiliydim düşük faizli düşlerin İflas etmiş bir esnaf gibi kapalı, kara kaplı veresiye defteri Hep mi alacaklı bir sevdaya icra memuru yolladım mektuplarımda Oysa balık puluyla mektup yollanmazdı Gözlerin yeşildi Yeşildi gözlerin Ben yeşil göz der ismini unuturdum Ezbere bildiğim tek şarkının Sonra hiç yemedim yeşil zeytin Zeytin sevgilim zeytin kutsal bir kahvaltılıktır Travmatik yorgunluğumun alafranga saatleri gibi Namlu ucunda çocuk yaşlarıma kurşun Sevsem seni kime ne zararı olur bu sevmenin Gözlerindi çocuk yaşıma kuş uçuşu bakışı Anne olmuş bir güvercin gibi çırpınıyorum Boğuluyorum, boğuluyorsun, boğuluyor Çırpınıyorum kanat çırpınıyorum Aynı semtten ve aynı sebepten bir kovuluş öyküsü Pastel renklerin gökkuşağında bir hayal Küçük elleriyle Allah’ı soruyor bana Allah nedir? Sen Allah’ın ne olduğunu değil Ne olmadığını bilirsen gerçekten ona inanırsın Yalnızlık Allah’a mahsus değildir mesela O hep kulunun yanındadır Ve hep yalnızlığımızdır Yeşil göz, çiçekli bir entari bir genç kızın çeyizi Soğuk kışlar, sandık lekesi, evlat acısı Yangına körükle giden itfaiye eri Korku sarar etrafımızı İki elimiz cebimizde teslim Seni kaybederek seveceğim Yıkıla yıkıla 7 Bahattin Çeçen Kafile Kafileler gelir seher binitinde Koşarak rahmet tutar Silinmez bir iz biçiminde Bu kafileler hamallarında,kefelerinde Güne bakan,karanlığı batan Bir yıldız mızrağı saklar Kafileler gelir seher binitinde Ellerindeki bayrak ebede açılmış Başları gül üstünde Bülbülleri aşka boyanmış Kafileler gelir seher binitinde Kafileler içinde gizli ehramlar Zikir abideleri,sütunları taşır Kılıçları ölüm keser Burçları ötelerden haber taşır Pervaneleri mum gibi besler Kapıları cennet yoluna açılır Kafileler içinde gizli ehramlar Betül Aydın Günaydın Vietna’m Ruhu yaşatan eli aşırdı, Vietna Kabardı güçlü kimseliği. Ateşin etrafında kızışan tünel, Sonbahar köpeklerine boş veda. Çarşaftan bozma mendili, Çalındı cenaze töreni rüzgarında. Besbelli şakağına çakılı çivi, Toka olmamıştı saçlarına. Yavrucak sakindi; dökümsüz kumaş. İndi atından elsiz mahlukat gövdesi. Rüyalarında duyduğu vaat, Pis kokulu, karanlık sokaklara çevrildi. Üzüm salkımıydı, delirdi nefes Tortu oldu karınca incinmesi. Sanki tüm sabahlara çalındı bu ağıt Serpildi bulutlara inci tepsisi. “Vietna’m, sevgili Vietna’m” acılı bir ses Yankılandı sisli mezar taşlarında. Şehrin sakinliği kırıldı gencin peşinden, Aktı, ruhu yaşatan el, toprağa. 8 Aişe Hümeyra Bir Edebiyat Sürgünü Halil Cibran Cibran’ın 1923’te yayınlanan “Prophet/Ermiş” isimli eserinin günümüzde yayınlanan Fransizca baskısının önsözünde öyle diyor Amin Maalouf.“ Bir edebiyat sürgünü”… Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan “Kırık Kanatlar” ile Doğu’nun arabesk kadercilik üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan “Asi Ruhlar” isimli eserlerinden sonra aforoz edilip “Bir dağın değil,bir şiirin ismidir” dediği memleketi Lübnan’dan sürgün edilen Cibran’ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Maalouf.. “Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır.” Amerika’nın 28. Başkanı olan Woodrow Wilson’un da dediği gibi “O, Batı’yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır.” Mehcer edebiyatının öncüsü de Cibran olmuştur. Cibran’ın kaleminde hayat bulan El-Mustafa, hakikati işaret ediyor ve öğretilerini sıralıyorken, bu öğretileri barındıran “Prophet” isimli kitabı 1923’ten bu yana ABD’nin en çok satanlar listesine İncil’in ardından ikinci kitap olarak, bir daha çıkmamak üzere giriyordu. Öyle ki 20.Yüzyılın dünyasında Shakespeare ve Lao Tze’yle beraber en çok okunan 3. ozan olmuştur Cibran. Elvis Presley’in de sıkı bir Cibran hayranı olduğunu ve “Ermiş”in binlerce kopyasını dağıttığını biliyoruz. Türkçeye “Ermiş” ve “Nebi” isimleriyle çevrilen “Prophet” isimli kitabındaki El-Mustafa ismini, Hz. Muhammed’i işaret ederek kullandığı iddia edilir. Bu iddia belki doğrudur bilemeyiz ama neticede kitapta gerek Kuran’ı ve gerekse İncil’i anımsatacak yeteri kadar malzeme vardır. Nihayetinde “Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur” sözü de Cibran’a aittir. “İnsanoğlu İsa” isimli eseriyle de İsa’yı insan olarak farklı bir açıdan ele almış ve kitabın her pasajında farklı bir insanın ağzından anlatmıştır. Mehcer Edebiyatı’nın kurucularından olan Cibran, Antik Yunan düşünürleri Platon ya da Aristo’ya, Antik çağ düşünürleri Herak- lieitos’tan Phythagoras’a, çağına damga vuran filozoflar Hegel’den Karl Marks’a, Fransız matematikçi Descartes’tan Alman şair ve yazar Goethe’ye ya da büyük şair Pablo Neruda’ya kadar bütün ünlülerin hepsinden daha çok bizim kültürümüze, yaşamımıza, duygu ve düşüncelerimize daha yakın olan, yalın ve derin yaklaşımları ile bir edebiyat, şiir ve felsefe ustası olarak aslında yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Ortadoğu’nun nadide yazarlardan Cibran, Lübnan Bechari’de 1883 yılında doğdu. 12 yaşında iken ailesi ile birlikte Amerika’ya göç etti. Orta ve lise öğrenimini Boston’da tamamladı. Daha sonra ısrarı üzerine ailesi tarafından Beyrut’taki El-Hikmet medresesi’ne gönderildi. . .Yüksek öğrenimini burada bitiren Cibran,1902’de bir daha dönmemecesine ayrıldı anayurdundan.1902-1908 yılları arasında resim yaparak geçimini sağladı.1908’de Paris’e gitti; güzel sanatlar akademisi’ne yazıldı. Yaşarken sürekli olarak Nietzsche özentisi olmakla suçlanmış,gençliğinde uzun süre ciddiye alınmayı beklemiş,fransızca yazdığı dönemlerde yabancısı olduğu bu dilde kendini iyi ifade edememiş, resimler yapmış hayran olunası Cibran William Blake’e olan edebi benzerliğiyle ile de tanımlanmakta. Cibran 1908 - 1910 yılları arasında, hemşerisi ve dostu olan Youssef El-Hoveyyik ile geldiği Paris’te Rodin’le tanışmış olmakla beraber, bu süreçte Nietzsche’nin de eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiştir. Daha sonra bu etkilenmeyi “Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış” diyerek ifade edecektir. 25 - 27 yaşları arasında bulunduğu ve kendisine çok katkı sağlayan Paris döneminde her hafta sonu Louvre Müzesi’ne gitmeyi ihmal etmeyen Cibran, İngiltere’de bir müzede saatlerce izlediği bir kadın heykelinden sonra müzeden çıkarken “o saatlerce izlediği kadın heykeline saygısızlık olmaması için kafasını yere eğerek ve gözlerini kısarak çıktığından” bahseder mektuplarının birinde. “Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli ve dahi. Bu ikisidir, Allah’ın kalbine en yakın insan.” Üç yıl süreyle çağının en büyük heykeltraşı Auguste Rodin’den ders aldı.1911’de yeniden Amerika’ya döndü.1918’de ilk kitabı”The madman-deli”yayınlandı.1923’de “the prophet-ermiş”basıldı.Bu kitabıyla adı bütün dünyaya yayıldı.”Jesus,the son of man-insanın oğlu isa”ve”the earth gods-yeryüzü tanrıları”adlı kitaplarıyla bu başarısını pekiştirdi.1931 yılında new york’daki küçük bir çatı katında yoksulluktan ve birbiri ardısıra gelen hastalıklardan kurtulamayarak 48 yaşında yumdu gözlerini ve geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam 16 eser bıraktı. Hep bir şiire benzettiği Lübnan’da yaşamak istiyordu ileriki yıllarda. “Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.” Cibran’ın Nietzsche’ye olan ilgisinin yanında, her ikisinin de hayatı incelendiğinde, maalesef bu her iki müstesna insanın da rahatsız bir ruha sahip olduğunu ve hayatlarını sıkıntıyla ve hastalıklarla boğuşarak noktaladığını görebiliyoruz. Cibran, hayranlarıyla buluştuğu bir gün ansızın gelen ağlama krizinin ardından, bir süre sonra kanser olduğunu öğrenmekle birlikte doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine sebep olur. Öyle ki New York sosyetesi “Halil Cibran Şiir Geceleri” düzenleyip şampanyalar patlatırken o, “tapınağım” dediği ve hem sanatsal faaliyetleri için ve hem de evi olarak kullandığı dairede, başucunda Mihail Nuayme ile ölümü bekliyordu. “ ‘Hak edene vereceğim!’ dersiniz oysa bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. Onlar yaşayabilmek için, yok olmamak için verirler. Emin olun ki, gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak değerdedir.” not; M. Aytaç Arıbaş / 2008 makalesinden faydalanılmıştır. 9 10 S.Betül İzgöer Nuayme’nin Göçü “Ölümün olmadığı bir dünya sıkıcı bir şekilde var olan dünyadır. Çünkü ölümsüzlük ölümdür.” - Niye her şeyi öğrenmek istiyorsun? - Her şeyden azade olmak için... - Bilgisiz özgürlük olmaz mı? - Tam aksine kölelik olur. - Özgürlüksüz hayat olmaz mı? - Ölüm olur... Bundan belki on yılı aşkın bir süre önce şimdi hangi vesile ile olduğunu hatırlayamadığım bir kitap geçti elime. Okumaya başlayınca garip bir ruh akrabalığı bulduğum ve devamında da kahramanı ile özdeşlik kurduğum bu kitap geçen o seneler içinde tekrar tekrar dönüp sayfalarında gezindiğim bir yurt olmuştur bana. Yazarın diğer eserlerini merak ederek iki ya da üç kitabını da heyecanla okudum. Fakat ne yalan söyleyeyim bu kitabın verdiği tadı diğerlerinde bulamadım. “Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar.” Böyle söylüyor Arkaş ve bahsettiğim ruh akrabalığı tam da burada başlıyor işte. Susmak ve konuşmak üzerine oldukça sıkı laflar yazan Arkaş’ı kitap boyunca tuhaf ve anlaşılmaz tavırları olan bir genç olarak görüyoruz. Arkaş Suriye asılıdır ve New York’un kahvehanelerinden birinde çalışmaktadır. Tahmin edileceği üzere nadiren konuşan, sorulan sorulara kısa ve net cevaplar veren Arkaş sürekli yazmaktadır. Karanlık ve küçük bir odada yaşar. Yazdıklarını okurken bazen hemen hepimizin hissettiği fakat dile getiremediği şeylerden bahsettiğini görürüz. Bazen zihnimizde birden bir ışık belirir ve bunu daha önce fark etmediğimize şaşarız. Hayata, varoluşa, insana, insan ilişkilerine, doğaya verdiği veya vermeye çalıştığı anlam mücadelesine şahit oluruz sayfalar arasında. Mihail Nuayme Lübnan’lı bir yazar ve18891988 yılları arasında yaşamış. 2010 yılında Lübnan’a gidip de onun ve ‘Göç Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden aynı zamanda Nuayme’nin de yakın dostu olan Halil Cibran’ın yaşadığı yerleri görmek başıma gelen en güzel şeylerden biriydi sanırım. Lübnan dağlarının eteklerinde dolaşırken hep bunu duyumsamış onların hala yaşıyor olmalarını ne kadar çok istemiştim. Keşke bu iki ismin ilk gençlik çalkantılarım için ne kadar büyük önem taşıdığını anlatabilmek mümkün olsa. Doğudan Batıya göç eden ve bir akımın öncüleri olmuş bu isimlerin Türkiye’de az tanınıyor olması ise ayrı bir konu. Hâlbuki bu edebiyatın ürünleri oldukça fazla ve edebi ölçüleri zorlayan bir karakterde. İncelenmesi, üzerinde çalışılması gereken bir alan olduğunu düşünüyorum. Örneğin göç edebiyatı şiirlerinin özlem ve hasret duygularıyla işlendiğini hemen görebiliriz. Klasik Arap şiirindeki özlem ve hasret temalarından farklı olarak uzak ülkelere gidip farklı bir kültürden, farklı bir sosyal çevreden, tabiatından dilinden etkilenerek yazılan şiirler elbette edebi açıdan çok daha kıymetli olmalı. Mihail Nuayme Türkiye’de en çok ‘Kendini Arayan Adam: Arkaş’ kitabıyla tanınıyor. Mevcut diğer arayış kitapları gibi değil. Nuayme, kendi arayış öyküsünü, doğrularını, zihni keşiflerini Arkaş kimliği ile bize aktarıyor. Arkaş da onun gibi bir göçmen. İnsanın kendi vatanından uzakta iken yaptığı düşüncel seyir çok daha incelmiş bir şekilde akar. Her şey daha belirgin, daha duru olarak zihnimizde canlanır. Göç edebiyatının beni ilgilendiren yönü bu olmuştur. Nuayme Arkaş’ı konuşturarak kendi fikir dünyasına ayna tutmuş, doğduğu ülkeden farklı bir yerde bir göçmen olarak yaşamış, belki de insanın dünya üzerindeki gelip geçiciliği ile bu sırada bir bağ kurmuştur. da Afrika’dan bir zenci gelip bir köşesi benden istese, hepsini ona verirdim.” Bazı kitapları zamanında erken okuduğumu düşünürüm. Kendini Arayan Adam da bu kitaplardan biri. O yüzden hala karşılaşmamış ve okumamış olanlar için seviniyorum. Okuyabileceğiniz ve asla pişman olmayacağınız leziz bir kitap hali hazırda sizi bekliyor. Arkaş’ın güve yemiş gibi delik deşik olmuş yüzünün gerisinde susmayı unutmuşlar için asla anlaşılamayacak bir dünya var. “Sözler doğru ve yalandan ibarettir. Susmak ise hilesi ve yalanı olmayan bir doğrudur.” Mihail Nuayme yazıtlarının arasından en çok hangisini kendine yakın buluyordu veya en çok hangisiyle tatmin oluyordu bilemem ama bana öyle geliyor ki, Arkaş’ın dışında başka bir şey yazmamış olsaydı bile şu anki değerinden fazla şey kaybetmezdi. “Hüzün ve mutluluğun sonunun sadece kalp kırıklığı olduğunu öğrenemedin mi? Dünyada üzülmeye ya da sevinmeye değer bir şey var mı? Hayat ne hüzündür ne de sevinç. Hayat ebedi bir huzurdur. Öyleyse huzurlu ol!” “Eğer bir vatanım olsaydı, bir an önce ondan kurtulurdum. Çünkü ben, yer diye adlandırdığınız küçük bir geminin değil, uçsuz bucaksız dünyanın çocuğuyum. Bütün yeryüzü benim olsa, sonra 11 Bünyamin Kavrut Küle ve Geceye Gölge elmayı ikiye bölüyorsun böylece sessizlik kaburgasından başlıyor kanamaya ince ince dokuduğum sakinliğim hatta telaşım, endişem görmeden güneşi terini silmeden eteğine bir dağın baharın uykulu âşıkları gibi herhangi bir su kenarında küle ve geceye dönüşüyor geceyi ve külü anlatacak dil hani işte kalem işte kan, baykuşun süzülüşü işte ben işte kafes, denize koşar salyangoz yürürsün koridor boyunca tabiatın ayak sesleri kaderin dilinden konuşur zehir büyür ağzımda nahoş bir tat derhal bir sigara yakmalıyım çünkü kül çünkü gece her an zihnimde bakmıyorum tırnaklarım renk değiştirebilir görünen ve görünmeyen her şey seninle yorgun adam, geciken araç, sıradan bir kavga tekinsizim hem ayaklarım kayıyor inancım gereği diyorsun sen kal bir elime kül alıyorum diğerinde gece kaburgamdan başlıyorum içimdekini örtmeye Hacer Gören - Süleyman Aközel Direnen Aşk Duyalı beri çiçekli günleri fısıldayan kadınların sığındığı ana rahmini andıran o tapınağı ve o tapınağın yollarda arz-ı endam eden tüm fitnelere, saraylarda raks eden tüm çirkinliklere başkaldırdığını, bana bir ruh verildi ve çiçeklendim ben. Oysa biz hep ağlayan, boş odalarında ağlayan biz, küçük sahte tavırlı bacılar, Tanrı’nın tatlı şiiri bacılar, Tanrı’nın aşkı, adaleti ve ilmi fısıldadığı sahte tavırlı sırdaşı, şiirli bacılardık. Ve evet şiirli bacılara en çok yakışan aşk, aşka en çok yakışan Xece u Siyabend, Xece u Siyabend’e en çok yakışansa iki cihanda da kavuşmaktır. Kavuşmanın kavuşamamalarından ötürü şikayetçi olduğu Xece zarafeti ile Siyabend ise cesareti ve merhameti ile dillere destandır. Kavuşamazlar, Mammonun hükmü ile boynu bükülmüştür Siyabend’in. Çünkü partiyarka dünya toplumlarına egemen olduktan çok sonra filizlenen bu aşk Xece’nin dönemin en yüksek başlık bedeli ile engellenmiştir. Dengbej’dir ikisi de ve bir gün, ruhlarının bıçaklandığı bir gün, zarafet ve merhametlerinden ötürü tekleyen kelimele- rini de sırtlarına alır kaçarlar. Süphan dağının derin vadilerinin kendilerini koruyup kollayacağını bildiklerinden, O’na sığınırlar. Üç cennetli gün, herkesten uzakta kavuşmanın tadını çıkarırlar. Dördüncü gün güneşin en tepede olduğu vakit, çiçeklerle bezenmiş yemyeşil bir bayıra otururlar. Siyabend ‘in uykusu gelir ve başını huzur bulduğu tek yer olan Xece’nin dizine bırakır. Uykuda olan Siyabend’in saçlarını okşayarak hayaller kuran Xece’nin tam o esnada parıl parıl gözlerinden bir damla yaş, al yanaklarını aşarak çenesine süzülür ve Siyabend’in alnına düşer. Sıçrayarak uykusundan uyanan Siyabend şiirinin ağladığını görünce sorar; “Neden ağlıyorsun tatlıcık yoksa benimle kaçtığına pişman mısın? Eğer öyleyse Allah şahit ve eski yiğitlerin kavli olsun ki, şu ana kadar sana elimi sürmedim. Duyuyorsan pişmanlık seni hemen babanın evine götüreyim.” Xece , “Nasıl böyle bir söz sözlersin benim yeniden hayatım. Ben azrailin sineme çöktüğü güne kadar seninleyim.” Siyabend, “Öyleyse neden ağlıyorsun?” Xece, “Biraz önce çirkin bir geyik çok güzel bir geyiği önüne katmış götürüyordu. O kadar güzel geyikler vardı ki ardında lakin o çirkin geyik hiçbirini o güzel geyiğe yaklaştırmıyor. Hele içlerinden biri vardı ki tıpkı sana benziyordu. Bu yüzden ağladım.” Siyabend, “Söyle bakalım hangi tarafa gittiler?” Xece, “İşte şu taraf.” Xece’nin yeniden hayatı kılıcını kalkanını kuşanır, ok ve yayını alır ve Xece’ye der ki, “Güzellikler yaşayacak ve biz Afrika’ya çiçekler ekeceğiz.” İşte bu söylemi ekip, umudu döküp gider, gider ve gelmez ve gelmeyince Xece endişelenir gider, gider ve gelmez ve gelmeyen Siyabend ‘in sırtından girip göğsünden çıkan dal parçası Xece’nin de sırtından girip göğsünden cikar ve Xece yi de alır. 12 Halil Kılıç Direniş Her yanımız Kabil İken Habil Olmak mümkün mü? -Dogville namı diğer İt KasabasıKasaba denilince birçok insanında aklına geldiği gibi şirin, sessiz, sakin, gürültüden uzak, günaha bulaşmamış veya günaha bulaşmak için yeterince araç gerecin olmadığı küçük yerleşim yeri gelir. Aslında Kasaba, Cennet tasavvurumuzun yeryüzündeki karşılığıdır. Kasaba’dan Şehre yerleşenlere verilen ilk tepkilerden biride “o güzelim yerler bırakılır mı?” olur. Ama tatil dışında kimse o güzelim yerlerde yaşamak istemez. İt’e gelecek olursak diş gösteren, azılı saldırgan ve insanın nefsini sembolize ediyor diyebiliriz. İsminden de anlaşılacağı gibi -İt Kasabası- Lars Von Trier (Yazan-Yöneten)’in filmi beynimize balyoz darbeleri vurmak yerine işaret parmağıyla kafamıza sürekli aynı tonda dokunuyor. Film mafyanın adamlarından kaçan güzel ve kasabaya göre bakımlı Grace’in (Nicole Kidman), Kuzey Amerika’nın küçük Dogville kasabasına sığınmasıyla başlıyor. Grace, Dogville’de sırasıyla kasabaya adını veren köpek, mafyanın adamlarından saklanmasını sağlayan kasabanın filozofu diyebileceğimiz Tom ve kasaba sakinleri ile tanışır. Mafyadan kurtulan Grace yeni bir yaşam seçmenin zorluklarını kabullenip herkese iyi görünme çabalarına başlar. Kasabalılar yabancı kadının başlarına iş açacağını düşünür ve Grace’in kasabada kalmasına pek sıcak bakmazlar. Onları ikna etmek Filozof Tom’a düşer ve çabaları sonuç verir. Anlaşmaya göre Grace tüm kasaba sakinlerine günün belli dilimlerinde yardıma gidecektir. Başta yardıma ihtiyacı olmadığını düşünen kasabalılar zaman geçtikçe Grace’i ihtiyacın ana unsuru haline getirirler. Grace’i ilk uyaran Chuck şu ifadeleri kullanır “Kasabadaki insanları küçük bir yerde yaşamaya mahkum eden ve şehirdekilerden ayıran, onların sadece daha beceriksiz olmaları” Ne gariptir ki yine Grace’e ilk zararı dokunacak da Chuck olur. Grace eğitimli edasıyla kasabalıların yanlışlarını mazur görüp onlara iyilik dersi vermeye çalışsa da bu pek başarılı olmaz. İşkenceden tecavüze kadar her türlü itliğe göğüs geren Grace’i yıkan ise zamanla sevgilisi olacak Tom’dur. Tüm projeleri sarpa saran Tom filmin başında kurtarıcısı olduğu Grace’i mafyaya ihbar eder. Mafyanın gelmesiyle baş belası kadından kurtulacaklarını düşünen kasabalıları bir süpriz bekler. Mafya Babası aynı zamanda Grace’inde babasıdır. Grace’e, kendisinin kibirli olmadığını, merhametin ve alçakgönüllülüğünün en büyük kibir olduğunu söyleyen babasına kızar ve bir seçim yapmak zorunda kalır. Ya kendisine her türlü itliği reva gören kasabalılarla kalacaktır. Ya da babası ile şehir hayatına geri dönecektir. Habil ile Kabil arasında ince bir çizgi olduğunu gözler önüne seren film, Kabiller içinde Habil kalabilmenin pekte kolay olmadığını gösteriyor. Evet, direniş… Adım adım direniş… Grace babası ile gitmeyi tercih eder ama giderken kasabayı da beraberinde götürür ve tüm kasabayı yakmalarını emreder. Tom’un ve kasabalıların yalvarmalarına rağmen herkes yakılır. Emri veren kızını hayretler içinde izleyen baba kızının silahını istemesiyle irkilir. Ve Grace Tom’u kafasından vurur. Yerle bir olan kasabadan geriye köpek ve iyilik meleğinden bir anda şeytana dönen Grace kalır. 13 14 Osman Curuk Endülüs’te İslam Düşüncesinin Başkenti Kurtuba Endülüs toprağının büyüleyiciliği ve göğünün berraklığıyla Suriye’ye ikliminin yumuşaklığıyla Yemen’e, güzelim kokularıyla Hindistan’a kıymetli taşlarıyla Çin’e ve sahil şeridinin bitkileriyle de Yemen’e benzer. Ebu Ubeyde el- Bekrî Müslüman İspanyada olup bitenleri anlatmak şanslı bir ölüye mezar inşa etmek değil, aksine Endülüs’teki İslam düşüncesi ile Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin çarpıcı birlik ve beraberlik anlayışını, ruhunu günümüze taşımaktır. Avrupa’da Rönesans 16. yy İtalya’da değil 13. yy Endülüs’te başlamıştır. Müslümanların Endülüs’ü efsanevi sayılabilecek kısa bir sürede fethetmesinin birçok nedeni vardı. Bunlar arasında Hıristiyan dünyasında İznik konsülü (325) ile başlayan dini iç çekişmenin Batı dünyasında olduğu gibi Endülüs coğrafyasında da var olması en dikkat çekici olanıdır. Bu gibi dini ve siyasi çekişmelerden bunalan halk Müslümanların uzlaşmacı tavrı karşısında kolaylıkla şehirlerini teslim etmişlerdir. Fetih esnasında verilen hiçbir sözden cayılmamış, Endülüs’teki Gayrı Müslimlere gereken hak ve özgürlükler verilmiştir. Yani Endülüs’te İslam askeri zaferle değil de kültürel bir dönüşümle galip gelmiştir. Dini açıdan baktığımız zaman Endülüs’te Müslümanların fethi esnasında Katolik Hıristiyanlar, Aryanizm ve Prissillanizm’in sapkın birer mezhep olduğu şeklinde bir düşünceye sahipti. Bu fikir yüzünden halka baskı yapılıyor ve halkta yeni arayışlar içine girmişti. Ancak İslam, Endülüs’te 8. yy ortalarında fark edildi ve İslam Aryanizmin üzerine aşılandı. Daha sonra gelişen ve büyüyen Endülüs medeniyetine katkı sağlamış birçok unsur vardır. Bu medeniyetin oluşmasında halkın her kesiminin emeği ve katkısı vardır. Bu medeniyet çok farklı kültürlerin oluşturduğu bir mozaiği andırmaktaydı. “Dokuzuncu ve onuncu asırdan itibaren Endülüs’te İslam ilahiyatçıları bütün inanç ve ahlak meselelerini ince ve detaylı bir tahlilini gerçekleştirdiler. Bu çalışmalarla ilahiyat ilmi, Hıristiyan skolâstiklerin birçok yüzyıl sonra ancak erişebildikleri teknik bir mükemmel- liğe ve sistematik bir düzene kavuşturuldu.” Endülüs’teki İslam felsefesinin amacı İslami mesajının anlamını kavramak ve bu mesajın çizdiği hayat tarzı üzerine tefekkür etmekti. Bu sahada İbn Meserre, İbn Hazm, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Arabî gibi birçok düşünür yetişmiş ve özgün fikirler ortaya koymuştur. Endülüs’te ilmi alanda sadece Müslümanlar yoktu; Musa ibn Meymûn, Hudai b. Şaprut gibi Yahudi düşünür de fikirlerini serbestçe beyan edebilmişlerdir. Bu medeniyetin birikimleri sonucu Avrupa’da bir Rönesans meydana gelmiştir. Endülüs, felsefe ve düşünce alanında olduğu gibi şiir ve müzik alanında da öncü bir medeniyet olmuştur. Bunun en somut örneği İbn Arabî’nin Peygamber’in Gece Yolculuğu’nu anlatan eserinin Dante’nin İlahi Komedya’sına ilham vermesidir. Endülüs şiirinin 10. Ve 13. Yüzyıllar arasındaki güzergâhını çizmek Batı şiirinin kaynaklarına erişmek demektir. Endülüs şiirinin en büyük mesajı, altın çağ olarak değerlendirilen o üç yüzyıl boyunca, nasıl bir hayat tarzının söz konusu olduğuna yaptığı şahitliktir. Özellikle Endülüs’ün güzelliklerine yapılan vurgu dikkat çekmektedir. İşbiliyli bir şairin yazdığı gibi: Dört harikasıyla Kurtuba şehri Bütün Başşehirleri imrendirirdi: Guadalquvir üzerindeki köprüsü, O muhteşem Ulu Camii’dir ikincisi Zehra Sarayı onun üçünçü övüncü Kültürlerin en parlağıydı kültürü Edebiyat ve şiirde olduğu gibi müzik alanında ve bilim konusunda da Endülüs çağının öncüsü olmuştur. Müzik özellikle Ziryâb’ın Endülüs’e gelişinden sonra çok farklı bir boyut kazanmıştır. Ziryâb sadece müzik alnında değil giyim kuşam, konuşma adabı, yemek yeme adabı gibi birçok alanda birikimlerini Endülüs’e aktarmıştır. Endülüs’teki bilimsel çalışmalar da Avrupa Rönesansına ilham kaynağı olmuştur. Astronomide el-Mecrîtî ve Zerkelî, haritacılıkta el-İdrisî, tıp alanında İbn Zühr ailesi ve optik alanında İbn Heysem’in çalışmaları dünya medeniyetine büyük katkılar yapmışlardır. Endülüs medeniyetinin en önemli göstergelerinden bir tanesi de pırıl pırıl şehirleri ve sokaklarıydı. O dönemde Avrupa’nın birçok şehri karanlık ve çamur altındayken Endülüs caddeleri yağ lambaları ile aydınlanıyor, sokaklarsa mermerler içinde parlıyordu. Bugün hala ihtişamını koruyan iki önemli şehir Kurtuba ve Gıranada şehirleri, içinde barındırdıkları el-Hamra sarayı, Kurtuba Ulu Cami ve Medininetü’z-Zehrâ sarayı geçmişin birer canlı şahididir. Sonuç olarak, insani birlik ve birlikteliğin ve de evrenselliğin mesajını yeniden yaşatmak, hiç de hayaller diyarında bir serap oluşturmak değildir. Tam tersine bu bakış açısı İbn Hazmdan İbn Arabîye ve Ramon Lule’ye Endülüs’te bir bin yıllık bir ülküdür. Kurtuba ve de Endülüs bu evrensel medeniyetin mesajını dünyaya bir kez daha duyuracaktır. Endülüs edebiyatında sadece erkekler söz sahibi değildi; bu muhteşem medeniyet içinde kadınların da özel bir yeri vardı ve sosyal hayatın daima içindeydiler. Vellade, Ümmü’l-kiram ve niceleri şiirle duygularını açıkça belirtmişlerdir. 15 16 Muhammed Gazi Delimehmetoğlu Geç oldu “Dağılalım’’ Kaç gündür dağılmayı düşünüyorum, bilmiyorum. Dağılmak ne demek? İnsan ne yapar da dağılır? Niye dağılayım ki? Sahi niye dağılmak istiyorum? Dağılmamı niye yazıyorum? Bu kadar çok soruyu niye soruyorum kendime? Sorular yerine, dağılmak yerine oturup anneme, sevdiğim kadına -öldü, yaşamak yerine intihar etmeyi seçti-, dostlarıma, hani yakınken uzak olan dostlarıma mektuplar yazmak varken “dağılmak” üzerine yazı yazmaya nasıl geldim? Bilmiyorum. Haydar abinin suçu mu? Sabahattin’in, İbrahim’in suçu da olabilir. Belki de Nazım’ın: “Sessizce kimsesiz..” Tek başıma dağılabilsem, çoktan dağılırdım galiba. Bak, fonda Mohsen’den “Nameh“ çalıyor. Farsça bilmiyorum ama beni alıp götürüyor bu parça. “İki gözümün nuru dünyada vefa yok. “ Sonra da “Mimoza Çiçeği” çalacak galiba. İkisini de severim. Anılar.. Şimdi anladım ki insan yalnız dağılamıyor. Ya da yalnız dağılmak istemiyor. Hele de bir yanı, insanın bir yanı mı kaldı, Kafdağı’nın arkasında ise. Kendini, özünü eksik hissediyorsa. Sahi Kafdağı mı kaldı? Hadi dağılalım toplayacak kimse de kalmadı zaten. Dağılıyorum neredesiniz? Bak, fondaki parçalar bir bir geçiyor, “ Kadın sustu. daha iki cümle yazmadan ben. Haşmet Babaoğlu, Sezai Karakoç’un “Şahdamarım” şiirini okuyor. Okuduğu şiirin hakkını veren nadir adamlardan. Dur, bir şiir daha Sarıldılar. okusun. Şiir okunurken sessizce dinleyip, usulca dağılalım geç oldu. Bencil miyim biraz? Birazcık. Dağılırken, dağılmak isterken sevdiklerimi de yanımBir kitap düştü yere.. da isteyecek kadar. İnsan ya işte hep birilerini istiyor yanında. Dağılırken bile. Tamam, çok konuştum. Yeter, geç oldu dağılalım. Suçlu da üzerine söz söylen meyen, yaraları kanatan, özlemi hatırlaKapandı bir pencere.. mamıza neden olan şiirler yazan şairler, fondaki türküler. Suçu da başkalarına attığıma göre hadi dağılalım. Toplayacak kim kaldı ki? Kim kaldı ki Allah’tan başAyrıldılar.’’ Dizeleri suçludur. Bir suçlu var mutlaka. Kim bu suçlu? Susan kadın mı? Yere düşen kitap mı? Yoksa şairleri suçlamama neden olan dağılmam mı? Hadi geç oldu dağılalım demek istiyorum herkese. Niye herkese “dağılalım” demek istiyorum ki? Tek başıma dağılsam ya. ka. Kim kalır ki Allah’tan başka. Geç oldu dağılalım. Bize kalan bize yeter. Dağılalım. “insan yalnız dağılamaz mı? kimsesiz, sessizce..” 17 Yrd.Doç.Dr Olcay Uçak Genç Olmak Genç insan kendini ortaya koyma ve kişiliğini oluşturma aşamasında birçok engelle karşılaşışır. En yakınlarından ve hatta en sevdiklerinden başlayarak herkes onun ne olması gerektiği konusunda ve en az gencin konuşmaya hakkı olduğunda hem fikir gibidir. Toplumda gencin olmak istediği kişiye dönüşmesi ve hayattaki yaşam amacının doğrultusunda istediklerini yapabilmesi, bir mucizenin gerçekleşmesi gibidir. Gencin olmak istediği insanla toplumun olgun insan beklentisindeki çelişkili durum yüzyıllardır yaşanmakta olan bir çatışma halini yaratsa da ironik bir şekilde her genç insan kendisini tek başına, toplumdaki en şanssız ve çaresiz insanoğlu olarak hisseder ki bu içinden çıkamadığı karmaşayı daha da büyütür. Bazı çocuklar için her şey yolunda gider ailelerinin istedikleri, saygın bir meslek yapabilecekleri alanları kazanıp bu koşuşturmanın karşılığını alırlar. Burada o muzaffer gençlerin yarışı kazandıktan sonra mesela hukuk ya da tıp fakültelerini bitirenler gibi mesleğe adım attıktan sonra neler yaşadıklarını tartışmayacağız esas mesele diğerleridir. Diğerleri, yani ilk öğrencilik yıllarından itibaren bir türlü ailelerinin beklentilerini yerine getiremeyen, ilgi alanlarına göre ders çalışmak dışında her şeyi yapan gençler bu yazının esas konusudur. Dershaneye gidiyorum diye, maça, sinemaya, internet başına ya da konsere giden bu gençlere ne olur? Evet bundan bir kaç yıl öncesine kadar toplumun acınasıbir durumda gördüğü bu Gerçekten bu kadar çözülemeyecek ça- gençler için artık her ihtimalde girebilecektışmalar nasıl yaratılır ve genç insanın bu leri üniversiteler, vakıf üniversiteleri hizmehayatının en önemli çelişkisinden muzaf- te hazırdır. Vakıf üniversiteleri ailelerin son fer bir şekilde kendini oluşturarak çıkması umudu, gençlik hayallerinin yeşermesindeki mümkün müdür? Sorunlar ebeveyn son ihtimal olarak belirir. seçimiyle başlar dersek sanırım Normalde hayalini bile kuyanılmış olmayız. Hayatı boyunca Toplumda aramayacakları bölümlebir ekran karşısında oturup, asgari gencin olmak re yarı puanlarıyla ulaşıp düzeyde hareket ederek hayatını üstelik bunu yaparken de idame ettirmeyi amaçlayan genç istediği kişiye ekmek elden su gölden kızımız maalesef balerin olama şan- dönüşmesi ve aile parasıyla gül gibi yasını yakalayamayan muhasebeci bir hayattaki yaşam şayıp gitme imkanıdır bu. anne ile ilaç tanıtımı yaparak ailesini Ancak bu gençler hiç tahgeçindiren ve nadiren eve uğrayan amacının doğrul- min etmedikleri bir durumbir babaya sahiptir. Dolayısıyla genç tusunda istedikle- la karşılacaklardır. Liselerin kızın doğumunda sahip olduğu bu rini yapabilmesi, kalabalık sınıflarında öğretaile çatışmalarla dolu bir çocukluk menin masalarına koyduve gençlik döneminden sonra taraf- bir mucizenin ğu testleri cevaplayarak, ların pes edip, yani annenin kızına gerçekleşmesi çok sıkılınca arka sıralara “ne halin varsa gör, ne talihsiz bir in- gibidir. geçip muhabbet ederek sanmışım” diyerek hayatı yani kızını geçilen yıllardan sonra ıskabullenen mutsuz anne ve yorgun rarla ders anlatan, soru baba modeliyle sonlanır büyük ihsoran, ödev isteyen ve timalle. Yaklaşık olarak amaçlar ve “Türkçe önemlidir” diyerek şartlar değişse de gençler ve aileler sürekli klasik sınav yapan arasındaki bu çatışmalı ortam üç aşağı beş garip hocalarla karşılaşırlar. Önceleri sert yukarı benzer özellikler gösterir. çocuk olurlar, dayılanırlar, olmadık esprilerle dersleri sulandırırlar ama çare etmez. HocaGenç olmaktan pişmanlığın zirvesi üniver- nın mücadelesi daha çetindir. Sert çocukları siteye hazırlık noktasında, sonsuz sorunlar yumuşatacak, dayılananlara en sert cevapyumağı gibi taçlanır. Ne olacaktır bu ço- ları verecek ve en sulu esprileri yapabilecek cuğun hali? (genç 18-20 yaşına gelse de kadar inatçıdır. çocuk olarak adlandırılmaktadır). Anne ve baba çocuğundan son bir gayret istemek- Çünkü o hoca sınıftaki her bir öğrencinin tedir, sonra hakları helal edilmeyecektir. Lise keşfedilmesi gereken mucizevi bir yanı oldersleri, dershane saatleri ve özel dersler duğunu düşünür, eğer o yanını bulamaz bazı ailelerde dört sene sürerken, çocukla- ise sorun kendisindedir genç öğrencisinde rına daha gerçekçi yaklaşan bazılarında bir değil. Böylece her bir öğrencisi çözülmesi sene sürmekte, anne baba ile çocuk arasın- gereken bilmecelere dönüşür ama olsun daki ilişki olimpiyatlara hazırlayan antrenör- önünde çözmek için yıllar vardır, acelesi ler ile sporcu ilişkisine dönüşür. yoktur. Bekler, birinci dönemde okula alış- malarını, sistemi öğrenmelerini, nasıl bir dünyaya geldiklerini anlamalarını bekler. Bazıları kolay anlar, yakaladığı şansın farkındadır, ailesiyle omuz omuza elinden geleni yapar. Yüksek notlar alıp mezun olmanın yeterli olmayacağı öngörüsüyle daha birinci ya da ikinci sınıfta ilgili olduğu alanlarda yarı zamanlı işler yapar. Henüz okul bitmeden iş teklifleri almaya başlar. Diğerleri evet yine diğerleri, birinci sınıfın birinci döneminde İstanbul’un tarihi ve turistik yerlerini keşfedip, eğlenceli zamanlar geçirirler. Zaten paralı bir üniversite ne kadar zor olabilir ki? Lisede aile ve dershane baskısıyla yapamadıkları şeyleri birinci dönemde yaptıktan sonra ilk dönem sonuçlarını alana kadar mutlulukları devam eder. Dönem sonu notlar açıklandıktan sonra kurtaramayacakları puanlarla karşı karşıya kalırlar. Kendilerini zor bir hayatın beklediğini anlayanlar ikinci dönem sorumluluklarını yerine getirirler. Bazıları ise zorluğu gören ama ne yapacağını bilemeyen, umutsuz gözlerle bakarlar. Böyle umutsuzca bakan öğrenciler için son çare ulaşabilecekleri bir hoca olabilir. Nasıl baş edeceğini bilemediği bu durumu açacak, nereden başlaması gerektiğini gösterecek bir hoca. Durumun o kadar da umutsuz olmadığını, işe en çok sevdiği şeylerle en iyi yaptığı şeyleri anlayarak başlaması gerektiğini söylecektir. Hoca rehberdir, belki ışık tutacaktır ancak yolu bulacak olan gencin kendisidir. Çünkü her insan en çok kendisi bilir kendisi için neyin iyi olduğunu. Eğitim ya da hocalar gençlere seçenekleri gösterir, mutlu olmaları için umut verir. Böylece ulaşabildiği her bir öğrencisiyle ayrı bir bilmeceyi çözmekten dolayı mutlu olacaktır. 18 Esra Toy Gone Girl; Aşkın Olağan Gelişimi Gillian Flynn’ın 2012’de yazmış olduğu Gone Girl kitabı, ünlü yönetmen David Fincher tarafından sinemaya uyarlandı. 2014’ün şüphe yok ki en çok konuşulan filmlerinden olan Gone Girl, sinema çevresi tarafından bir ’Fincher filmi’ olamamak ile eleştirildi. Fight Club gibi bir uyarlamadan sonra, aynı kalitede iş yapamamasıyla eleştirilen yönetmen, yine de, sahne gerilimi ve şaşırtan kurgusuyla Gone Girl’de yetkinliğini gösteriyor. Evliliklerinin beşinci yıldönümünde Amy’nin (Rosamund Pike) ortadan kaybolmasıyla başlayan film, delillerin, şüpheli olarak kocası Nick’i (Ben Affleck) göstermesiyle devam eder. Amy’nin “Amazing Am” isimli bir kitap serisine ilham veren kişi olması sebebiyle, bu esrarlı kayboluş hikayesi birden medyatik de olur. Nick, girdiği bu çemberin karısı tarafından, onu aldatması ve kötü davranmasına ceza olarak verildiğini anlasa da bunu bir türlü söyleyemez. Çünkü, olayın medyanın alanına girmesi, artık ‘gerçek’ olanın değil de, en sansasyonel olanın söylenebileceği anlamına gelmektedir. “Kullanılıp atılabilecek bir şey, yokmuşum gibi hissediyorum. Bu akşam çaresizlikten zavallılığa terfi ettim.” Amy Dunne. Filmin ortasında anlarız ki Amy, tüm delilleri tek tek planlayarak bırakmıştır. Amacı, Nick’in kendisini öldürme suçundan yargılanması, hapse girmesidir. Filmin doruğa ulaştığı yerde ise Amy, “Cool girl” tiradıyla bize, çok dikkatli okunması gereken şenlikli bir sekans sunar. “Artık öldüğüm için çok daha mutluyum.” şeklinde başlayan tirat, Nick’in kendisinden sürekli alarak (şeref, onur, umut, para) kendisini tükettiğini ve bunun cinayetle eşdeğer olduğunu söyleyerek devam eder. Bu eşdeğerlilik mantığı ile Nick’in de ölmesi gerektiğini düşünür Amy; yani, ceza suça denk olmalıdır. Bu tarz suç-suçlu-ceza ilişkisi bugün geldiğimiz hukuk sistemi, adalet anlayışı seviyemizden pek anlaşılır olmasa gerek. Nietzsche’nin modern insan –ehlileşmiş insan- tanımı gereği, suç suçludan ayrılmış, hapishaneler çoktan suçluluk duygusu hissetmeyenlerle dolmuştur. Nietzsche, inceltilmiş adalet ile birlikte gelen trajik merhamet duygusundansa, adaletin dişe- diş gözegöz sağlandığı zamanları savunur. Roma Oniki Levha Kanunları’nda geçen, suçu işleyenden istediğiniz kadar parça alabilme –uzuv kesme- maddesini, Nietzsche, günümüzün hukuk sistemine göre daha az ikiyüzlü ve samimi bulur. Bu açıdan, Amy’nin Nick’e uyguladığı ceza bir bakıma ilkel sayılabilirken, bazı görüşlere göre ise adaletin kendisidir. Nick, –biraz soyut düşünmeyle- Amy’i öldürmüş müdür? Bu sorunun cevabı şüphesiz, evlilik içi ilişkilerin sağlam bir eleştirisini de gerektirir. Refleksif bir şekilde hemen, evliliğin yavaş yavaş can alan türden bir kurum olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu eleştiri, yetersiz ve anlıktır. Yine de bu tarz bir eleştiride ısrar ediliyorsa; twitter, instagram, facebook hesaplarındaki ilişkiler, gösterilen ‘ben’ ile gerçek -tabi varsa- ‘ben’ arasındaki o karanlık, nemli ve kesintili mesafe de konuşulmalıdır. Evlilik içi ilişkilerde kişilerin kendilerinden uzaklaşarak bambaşka birine dönüşmeleri sadece evliliğe has değil; bu illetli hal, hayatımızın birçok yerine sinmiş bir şekildedir. Yine de problemi sadece evliliğe has yapan şeyler mutlaka vardır, örneğin fedakarlık. Bir olma zannıyla abartılan iyilikler, gösterişli fedakarlıklar; bir süre sonra ayağa takılmaya, kini körükleyen gerilimler olmaya başlar. Yapılan her iyilik, zamanı geldiğinde muhatabın boynuna atılabilecek bir kemende dönüşür. Amy, Nick için beş yıl boyunca birçok şeyden vazgeçer; kariyer, yaşadığı şehir vs. Oysa ‘tüm bunlar gerekli midir?’ sorusu, önemlidir. En ilginci ise ‘diğer çiftlerden farklı olma’ adına harcadığı enerjinin fazlalığı, bir süre sonra Amy’i küçük düşürmesi. Amy’nin bu kibri, romantize edilen ‘kendinden verme’ süreci ile birlikte tam bir intihara dönüşür. Oysa Nick, ‘hımbıl’ bir şekilde otururken hatta düz bir fantezi sonucu eşini aldatırken bile minimum enerjidedir. Bu hikayede, kimse evliliğin kurbanı değildir; aksine evliliğin kendisi, insanların hırs ve hayal gücü yoksunluklarının kurbanı olabilir. “İki kafası karışık insan hakkındaki hikaye, nasıl sersem bir adam hakkında uzun metraj bir filme dönüşür?” Filmde çarpıcı sayılabilecek bir diğer nokta ise, medyanın yaşadığımız gerçeklik üzerindeki deformasyon etkisi. Kadına şiddet, aile içi sorunlar gibi mevzuların medya sayesinde görünür hale gelmesi her zaman bir kazanım mıdır? Bu görünürlük, meselenin aşkın tarafını bazen törpüler, yontar. Haberlerde basit olayların arasına böyle ciddi meseleleri sıkıştırmak, mantık gereği ciddiyeti de basitleştirir. Bir aile dramını ‘az sonra’, ‘reklamlardan hemen sonra’ larla izlemek, elbette henüz hesaplayamadığımız tehlikeleri yanında taşır. Nick’in bir programa çıkıp ‘show’ yapması sonucu işlerin değişmesi, medyanın kontrolsüz gücünün ne tür yalanları şık hale getirebileceğinin göstergesidir. Jean Baudrillard’ın Simülasyon Teorisi filmde ete kemiğe bürünür sanki. Mahrem kabul edilen ev, bir tür reality showa dönüşür. Yani, yaşadığımız değiştirilerek gösterilirken; bir yandan da gösterileni yaşamanın peşine düşer, kirli bir paradoksun içine gireriz. “Amy, kötü karakterli biri. Beni ürküten şey, kadınların doğuştan iyi olduğu fikridir.” Gillian Flynn The Guardian’a verdiği röportajda, kadınların karanlık tarafı ile daha fazla ilgilendiğini söyler. Bir kadının sadece cinsiyetinden ötürü ahlaklı, iyi, masum, fedakar, duygusal olması gerektiği fikri yaygın olmakla birlikte, kadınların şeytandan farksız olduğu düşüncesi de revaçtadır aslında. Yazarın, kadının kötü yanına duyduğu ilgi günümüz söyleminde çok da geri bırakılan bir mevzu değildir, bu açıdan yazarın fikri, pek orijinal bir nokta sayılmaz. Filmin radikal adımı şu olabilir: Bitch- nice girl ikiliğinden ziyade gone girl gibi bir üçüncü seçeneğe kapı açıyor. Feminist çevre, filmi kadın düşmanlığı olarak yorumlasa da, filmin kadına dair başka bir pencere açması olumlu sayılabilir. Maalesef, feministlerin, kadının eleştirildiği bir film ile kadın düşmanlığı yapan film arasındaki farkı anlaması için daha vakit var. 19 İbrahim Çolak Gözlerini unuttum Hace! Bu duyguyu daha önce de yaşamış sonra yanındayken unuttuğum gözlerine baka baka iyileştiğim zamanlar olmuştu. Gözlerine bakar, içten içe “Bu gözlerde bildiğim bir şeyler var, kuvvetle hatırladığımı sandığım, bütün ömrümce aramış olduğum güzel şeyler var.” derdim. Farklı şehir, kültür, okul ve sokaklardan geçerek bulmuştuk birbirimizi. Ne kadar konuşursak konuşalım, her zaman konuşulmamış bir şeylerin kalmasına bakarak çok konuşmaktan ziyade daha yoğun hissetmeye çalışmanın güzel olacağına varmıştık. Birbirimizi yanlış hissedecek olsak bile, bu; yersiz, gereksiz ve zorlama konuşmaktan daha az zarar verecekti. Konuşarak değil ellerimizle ve hissederek çamur ustası olabilirdik. Ayrıca hissetmeye çalışmak insanın kendini geliştirmesine de yarıyordu Hace. Hissetmeye çalışmak bütün farklılıklarımıza rağmen bizi daha fazla merhametli olmaya çağırıyor, hepimizin aynı toprak ve gökyüzünün evlatları olduğumuzu söylüyordu. Hepimizin kanı kırmızıydı! Birbirimize keyif bağışlıyor, birbirimizin gözlerini kamaştırmak ve hükmetmek için büyük cümleler kuruyor, oturduğumuz ırmak kenarında lütfederek, ‘Irmaktan su içebilirsin’ demeye getiriyorduk. Hüznün milli marşını dinleyen yalnız biziz havalarına giriyor, gizli bir hazine olduğumuz imasından da geri durmuyorduk. Oysa okyanus üzerinde konacak toprak parçası bulamayan kuşlar gibi sürgün bir yaşama asılı gibiyiz. Birbirimize borçlu, birbirimize merhametli, birbirimize insan olmaktan başka şansımız yok. Birçok güzel cümleyi okumadan ölmem mümkün ancak her gün –senin için- birkaç güzel cümle kurma şansım hep var. Yaşam, vurulduktan sonra yine de yaşayabilmek için çırpınan geyiğin sesidir. Sana yazıyor olmam da bu sestir Paşam. Payanda Okyanus Karnıyla Gözcükleri Hayat Seda Şengün’e Zaman isteniyor bulut kanından Sıksa bahardan çelenkler Vardiyadan işçiler Ölümün iri omuzlarını Öperek suya inecekler Su, kuşkunun kavmî Sarp taraklardan bir kız sevdim Kızıl okşanışlar içinde Hâlbuki dünya dönüyor içinde Ben durmak bilirim aşkı Ko koyuna yangın içinde. Gecelerin birinde ağzınla bir Tanımıştım eski yaralar ormanında Ağıtla, utançla kalbini kazıdım Toprak düşüyle gözlerine yattım Sensin çekiştiren şu canımı Bırakmıyorsun çocuklar oynasın Fenalaşıyorum göğüne değdiğimde S harfini çalınca kara piyanom Beyaz şarkılar içelim diyorum Tutulacak minnacık ellerin Isıt gemiyi, hüznü tüttür Bizi suya bırak Nasılsa okyanus ağlayacak Böyle mutlanmış kavuşunca dalga dalga biz. Bağışla, Rabbim Aşktır, eğilip Senden bir ruh üflenmiş düğümlü mum alevi yutkunsan geçer cennetinden dizlerimiz Ayırmamanı dileriz. Vahşi bir görüntü sanmıştım cehenneminde kendimi. Oysa sığınmaktır Önlem almamaktır sarılmak dediğimiz. 20 Bilal Yavuz Mey Ey kurb, havf, vecel, recâ ve hızır ilhâma kasem olsun ki tahallî be hey bahr bilâ-şâtî selam olsun kalbin, gözün Rahman bizi terketmedi! şirb ol, sussun reyn, ayn, qayn dehşetten döneceği güne remz, levâmi, gaşyet, vesm sensiz ben, bensiz sensem üns, itminân, yakîn, verâ ey örtüsüne bürünen ümmet ne Şiblî, ne Bağdâdî, ne Bistâmî andolsun sûfîye ve sılaya uyanış baygınlığıyla -kalk ve uyar! âşık biziz, mâşuk biziz, rakib biz kesb, vecd, seyr, intisâb mevt mevt büyüyen bir diriliş vardır! cem, dem, gem, sâkîyem ahdolsun ‘nazar berkadem’ ölene hemm, lâhz, mahv, akd ‘oku’ da, ‘yaz’ da aynı testide ilm-i ledün şairlere kevn, bevn, vasl, fasl, asl esresiz, ötresiz, şeddesiz bir cezm keşf-i ledün dizelere tams, rems, dems, kasm dört elif miktârının öremediği, bir fenâfillaha ve bekâbillaha hû bilâ hû, bâdî bilâ-bâdî gamla tutacak perçemimizden 21 22 Samed Kahraman Bin kabustan bir rüyaya Dönüşü yok, bir yola çıktım. Kendimi geride bırakıp. Kendimi bıraktığım yerde beni bekler bir yanım. Bir gün döneceğim ona diye. Git gide büyüyen bir özlem tırmanır içimde. Öncemi anar, önceme yanarım. Kendime gurbet, kendime sılayım da herşeyimi bırakıp da düştüğüm yolların sonu nereye varır bilemedim hiç. Bilmemenin değerini anlayamam. Neyi aldıysam yanıma -yoluma dost ettiğim- bana dost değil şüphe olur. Yolların sonu nereye varır, elbet bilemem. İnsan bilmediği yollarda yürümekle meşhur bir varlık. İçine girdiğim tüneller içimdeki karanlığı kıskanır. Bin hâset besler, bin düşmanlık peyda eder. Çıkışını bulamaz eder içinin, girdiğim yeri bile unutturur hep. Başa bile dönem. Nerden geldim, nereye gidiyorum bilemedim hiç. Bir kabustan hararetle uyanırım ve irkildiğimi gizlerim kendimden. Rüyayla karışır gerçek. Tüneller beynimin içindeki yollarmış derim, kabul eder, anlarım. Gerçekle karışır rüyam. Bir başka kabustan uyanır, yanağımı omzuma yaslarım. Karşıma çıkan herşey; karşımda olmak için karşıma çıkmışlar, öyle mi? Sorarım. Nerden geldin, nereye gidiyorsun? Diye sormaz bana kimse ya, Âh talihim. Ben kalbime bir kervan kurarım. Onu en ücra dağların zirvesine taşırım. Engebeli yalnızlıklar aşarım… Önüme çıkıp da sormaz kimse ‘bu kervan nereye gider’ diye, beklerim ama yolumu alırım. Sorsa da cevap veremem, versem de yalanımla kendimi aldatırım. Bilemem beni sırtımdan itekleyen dürtüler nereye taşır benliğimi, ama yolumu alırım. Sürekli sürüklenirken alelacele, kanımı azdıran duyguları tanıyamam. Kanımla çekilir kanımı azdıran şeyler yığılır bir yerde kalırım. Kervanım varamaz bir yere, susarım. Bir başka kabustan uyanırım. Üstümde tonlarca ağırlık, kıpırdayamam kalırım. Üzerime çökmüş ağırlığa kendimi teslim ederim. Koca dünyanın dönmekten yorulup bitâp düştüğünü sanırım. Gün ışır, gece biter anlarım, anlarım ki zaman durmazmış, sen kadar durursan, uzak kalırsın birşeylere. Sen ne kadar susarsan, kalbinin adına konuşurlar. Peşin hükümler dili olur içinin. Yargılar başka bir kabusun olur, bu sefer uyanamam kalırım. Çığlıklar sesini yitirir, koşup da ulaşamadığın yerler daha da uzaklaşır senden. Bir kabusta sesim kısılır ve diyemem ‘peşinden koştuğum herşey daha hızlı koşuyor benden’ Bir gün bir rüyadan uyanırım. bir yere… doğru. Alelade.. Alelacele… Dünyanın tüm maviliklerini üzerime giyerim. İçimi göğün tümüyle doldururum. Yeryüzüne sırtımı yatırırım. Rüyamla karışmaz, rüyamla bir olur gerçeğim. Ama bilemem, hangi yollar beni götürür bu rüyaya, hangi dürtü kanımı azdırır şimdi, benden hızlı koşanların peşine, koşasım gelir bir yerlere… Bir gün bir rüyadan uyanırım. Dünyanın tüm maviliklerini üzerime giyerim. Gökyüzünü bağrıma basarım. Yeryüzüne alnımı yatırırım. Ve lâkin bilemem, hangi yollar beni götürür bu rüyaya, hangi dürtü kanımı azdırır şimdi koşasım gelir bir yere... 23 Pınar Vardar ‘‘Sırf saçı için severdim bu kızı’’ dedi şair Kadın bir resim gösterdi şaire; “Sırf saçı için severdim bu kızı” dedi şair. Kadın, amber kokulu bir mektup gönderdi şairin vadilerine Hüthüt’le. İpek kuşu, kıvrık gagasındaki mektubu şairin avuçlarına bıraktı. Ak boynu yaralıydı. Şairin bal gözlerindeki mihraba baktı ve düştü avuç büklümlerine. Gecenin siyahından çıkan o mis kokulu, ebruli, ince yaprağı açtı şair. “Sırf münakkaş kanatlarımdaki sahralar için sever miydin beni?” yazmıştı kadın. Şair, Hüthüt’ün alacalı kanatlarını kapadı, taraklı tepeliğini okşadı ince parmaklarıyla, pembe sırtını öptü. Bir çukur kazdı tepelerin en tepesine. Toprağa hediye verircesine yerleştirdi, örttü üstünü. Kadın duymasa da “Itır kokular bağışlayan sabâ rüzgârların için severdim seni” dedi. “Koca dağın şairine bu sular yetmez, kendini benim pınarlarıma bırakmalısın” dedi kadın. “Gel gönlümüzü yıkayacağız derin sularda… Upuzun reyyan kavislerimden geç. Gelincik tarlalarıma, ışık huzmelerime dal. Özümün gül sularından iç kanana, gül sularını kokla.” Şair gözlerini kapadı. Çektiği tek nefesle, kadının gül kokusu tüm damarlarına yayıldı. “İçini serinleten, gül yüreğimin nefhaları için sever miydin beni? ” dedi kadın. Şair, hevesli figürler çizdi kadının ırmaklarında. Nevbaharlarından geçti. Sonra seyrana daldı tomur tomur güllerinden. Dokundu ardından tek tek eteklerindeki tüm şükufelerine. “Sırf nehirlerinde esen mevsimlerin için severdim seni” dedi. Kadın: “Okyanusun ortasına gözyaşı damlası olarak düştüğümden beri yitip gidiyorum sonsuzluğa. Her damlada köpük olup çığlık çığlığa sesleniyorum sana, duymuyor musun beni?” dedi. Şair “Okyanus da ürkermiş bazen kendi uğultusundan” deyip, büktü boynunu. Daldı gözleri ıssız maviliklere. Kadın, kırdı gözlerinin camını, soğuk damlaları silkeledi teninden. “Sırf şu hırçın okyanusa karışan tanelerim için sever miydin beni?” dedi. Şair, yürek yırtan çığlıklarına dayanamayıp, dik yamaçlarına çarpıp çarpıp bıraktığı parçacıklarına, tekrar tekrar sarıldı kadının. Tuzlu sularında yürüdü, köpüklerini avuçlayıp, yaralarına bastı. Etinde akışan acıya aldırmadı. “Tüm yitik hazinelerin için severdim seni” dedi. Kadın ağlıyordu. “Anlat bana gül goncası” dedi şair, “Anlat!” Kadın anlatamadı, lakin susamadı da. Daha çok hıçkırıklara boğuldu. Yürek makamına çoktan ulaşmıştı. Yaprak hafifliğinde titreyen sesiyle “Şu güllerimin arasındaki gülgün sularım için sever miydin beni?” dedi. Hilâl gerdanından ekşimikleri süzüldü. Yuvarlanırken geçtiği her yeri ala boyayan alevden katrelerdi onlar. Şair damla damla inen kalp tanelerini yudumlayarak iç geçirdi. “Ah!” dedi “Ah!” ... “İnsan sadece yürek makamından ağlar. “Sırf gönül sözünün gözlerindeki nakışların için severdim seni” dedi. Bir türkü tutturmuştu kadın. “Keşke burada olsaydın, yanımda, burnumda tütüyorsun” dedi. Şair “Yeni bir şiire başladım” dedi. Kadın, kırmızı yemenisini gönderdi şiirler dokuyan ozana. Bir köşesine bahar işledi, bir köşesine yaz. Bir köşesine güz işledi, bir köşesine kış. “Benimle süsler misin mısralarını? Her mısraında sever misin beni de? ” dedi. Şair, aldı kırmızı yemeniyi eline, sildi gözlerindeki nemi sessizce. Tek tek oyaları sevdi. Sümbülünü kokladı, lalesine sürdü yüzünü. Kırmızısından geçti, yeşilinden... Dalından geçti, yaprağından… “Huşuyla türküleri oyalara işleyen kalbin için severdim seni” dedi. “Gel, Binbir Gece Masalları’ndan geçelim seninle” dedi kadın. Önce çekinerek, sonra koşar adım geldi şair. Unuttu her şeyi bu yollardan geçerken. Yüreği kanatlanıyordu. Işık, renk, çiçek, ses… Gür çağlayanları vardı kadının. Sihirli bahçelerinde yediveren gülleri vardı. Pembe bir gül kopardı dalından, öptü ve şaire uzattı. “Sırf bu yitik gülüm için sever misin beni? ” dedi. Şair pembe gülü aldı, usulca öptü ve koydu kırk kat bohçasına. Sonra sihirli bahçelerinde dolaştı kadının. Bir elma kopardı Havva’dan kalan, dişledi. Tadını damaklarında, sonra ta yüreğinde hissetti. “Sırf bu tatlı suların için sever- dim seni” dedi. Mahmure çizgileri vardı kadının. Bir lalenin açış biçimi gibi dudakları. İçi dolu iki çukur kadehi, usulca sızan kan yaşları vardı. “Sırf şu ıstırap dolu hayallerimin dolduğu gamzelerim için sever miydin beni? ” dedi kadın. Şair, ala boyanmış gümrah zülüflerini öptü önce kadının. Gözlerinde çağlayan şelaleleri avuçladı. Süzülen çiy tanelerini topladı yüreğinin sarnıcına yudum yudum. “Sırf gelincik kokulu elem dudakların için severdim seni” dedi. Kırmızı kadifesini sürüyerek, bir bâde gelincik şerbetiyle çıkageldi kadın. Uzattı şaire. “Selâm sana güz yaprağım. Has bahçelerimi, saraylarımı, köşklerimi sana açtım” dedi. Şair, tüm sevdalarını giyindi, yüreğinden akan nehri, tam ortasına yerleştirdi Hasbahçe’nin. Her kapıya kırmızı bir gül bıraktı. Gelincik kokulu ağzından öptü kadının. Daha kadın sormadan sorusunu, “Sırf sinendeki lalezarların için severdim seni” dedi. Şairi gün batımına çağırdı kadın. Saçlarını saldı ve örttü üşüyen omzuna. Yüzerek geçti şairin denizlerini. Melek kanadındaki bir yıldız tanesi kadar mutluydu. Kumdan yastıklar yaptı. “Şu dalgalarla ıslanan düşlerim için sever miydin beni? ” dedi. Ay ışıdı gökte, gece ışıdı. Kumdan yastıklara uzanıp sere serpe, kapadılar gözlerini. Yıldızları saydılar düşlerinde, her birine bir isim koydular kendilerince. Deniz dibi cinlerinin şarkılarını dinlediler. “Sırf deniz dibinde çırpınan kanatların için severdim seni” dedi şair. “Benim şehrim sensin” dedi kadın. “Sokaklarım, ağaçlarım, kuşlarım sensin. Senin karanlık şehirlerinin kuytu köşelerinde bir tutam huzur, bir tutam sevinç var, biliyorum. Güneş doğarken gülümseyen gözlerimle, boz dağlarına tutundum senin. Can yeri kızıllıklarına tutundum.Sırf şu önünde kısalan gölgem için sever miydin beni?” dedi kadın. Şair, yorgun şehrinin enkazından kalktı. Her gün düştüğü dağın yamacından düştü son kez. Ve yine, her gün tırmandığı bin metrelik çukuru tırmandı. Yavaşça kadına yaklaştı. Bir eliyle aya uzandı, bir eliyle kadına. Parmağıyla can yerinin kızıllıklarından kadının dudaklarına sürdü. Kadın sustu. Gökyüzündeki bulutlar dağıldı. Ay altın rengini gösterdi ikisine de. “Sırf üzerime düşen gölgen için severdim seni” dedi şair ve gitti. 24 Selman Kasım Yurtaslan Lanettayin Kurtulmaya azmediyorum Bir keşmekeşin merkez kaçından ve kaça kaça kuvvetlerim kavuşuyor kılcal damarlarıma. Askerlerim gözlerimin kızıllığından buluyor cesareti ve tutunuyor damarlarımdan aşkımın yamaçlarına. Kolay olmayacaktı -kimseye tutamayacağım sözler vermedim. yamandır kalbimin çeperleri. yabancılara da yoktur iltimasın zerresi. Kavuşuyor insanlık denizlerden ötedeki bilinmeze. bir musa var yarıyor kalbimi bilinmezi aşikar kılmaya yetmiyor gözlerimin sönmüş ferleri. Bir adım ötede kabul buyuruyor seni çocuklar yemin etti çünkü ne kadar asi olsada dalgaların seni kabul buyuruyor çocukların matemi. Çünkü asra yemin etti havvanın sevdiği. çünkü kuşku yok adı gibi biliyor. Adı adem ve Kovulması bile yetmedi göstermeye sevgisini. 25 Ayşe Büşra Erkeç Ötekiler Herhangi bir yerde öylece ve nedensiz, ağlıyorsa melekler kim elini uzatırsa semaya, secdeye kapanır ayva ağaçları Ellerini elinin içine koymuş gibi sıkarsa kim yüreğinin içinde yüreğini Kim seçerse Pazar günü kiliselerde kraliçesini, yerlere döşenir bembeyaz mermerler Tahta yerleşir gibi, biri var der gibi, sızı gibi, ağıt gibi Asra uzanan ayağında yemeni gibi, kadınların sisli ağıtları gibi Biri var ellerine sığındığım peygamber rüyasında ipeğe sarılmış Aişe gibi hey; Aişe gibi Kim ölürse şimdi dünyada bir yerlerde, neden girer rüyama Nedensiz bir ölüm gibi, birden bire gecenin bir vaktinde yıldız kayar gibi Dövülmemiş kılıçlar gibi, ansızın gelip yerleşiveren aşk gibi İnanmam ben, kötü bir şeyler işitsem de, duysam da çiçeklerin sızısını hey; sızını Böyle güzel durmadı, değiştir hüznünü der gibi, Ellerine sığınan duaya, bir hayata bakar gibi heyy, bakar gibi Kutsanmış bir kitaba bak, içine güneş oturmuş gibi, sonra dalgalan bir akşam gibi Kim gülerse, Tanrı’ya bizden daha yakın değil, sığındım ellerine bağışla beni bir yağmur gibi, bir güneşin kucağına oturur gibi, başucunda erken öten zenci bir kuş gibi Meyveler olsun, hele güneş bir doğsun der gibi Bir kâseye çıkarıp koydum kalbimi peygamberim ol hey; peygamberim gibi Ben geldim, siz yoktunuz Hayyam gibi, Şeyh Galip gibi, bataklıkta yavaş yavaş ölen bir aşk gibi Aşk gibi hey; aşk gibi. 17.03.2012 / İstanbul 26 Yrd.Doç.Dr.Hale Torun Bir Hayalin Peşinde Gitmek 100. doğum günün kutlansaydı ne yapardın? Diyelim ki gördüğüne ve duyduğuna değil de senin gösterdiğine inanmış yüzlerce insan var bu dünyada. Sen onlara ne söylerdin Orson Welles olsaydın... Onun tüm zamanlara mal olmuş parçasını dinlerken aklıma geldi bu soru. “ I know what it is to be young. But you don’t know what it is to be old” . (Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin ). Sen ancak yaşlılığı hayal edersin ama ben yaşarken sana anlatırım dinlersin diyordu bir bakıma. Onun ilk sattığı hayal, hazırladığı radyo tiyatrosu programında kurguladığı 30 Ekim 1938’de ortaya çıktı. Bir bilim kurgu yazarı olan H.G. Wells’ın ünlü “Dünyalar Savaşı” romanını seçip hazırlayan Welles öyle bir efekt ve etkileyici ses tonuyla olayı aktardı ki ülke çapında bir paniğe yol açtı. İnsanlar bunun gerçek olduğuna inanıp sokaklara dökülünce büyük bir kriz yaşandı. “New Jersey’e Marslılar Saldırdı!” buna o gün inanan Amerikalılar muhtemelen savaşın da getirdiği toplu bir bilinçaltı histerisine kapılmış olmalılar, belki de Welles büyücüydü, kitle hipnotizması yaptı Amerikan halkına kim bilir? Onun büyüsü sinemaya o çok yakışan karizmasındaydı aslında. Olağanüstü ses tonunda , fiziğindeki Amerikan tarzında, düşlediklerini insanlara bir gizem zinciri içinde vermesindeydi. Onun auteur yönetmen kavramını haketmesi sinema tarihinin en iyi on filmi arasında gösterilen o unutulmaz “Yurttaş Kane”i yapmasıyla başlamıştı. Bu filmi yönettiğinde sadece 25 yaşındaydı. Gişede para kaybetmesine rağmen sinema tarihinde unutulmaz bir yer edindi Yurttaş Kane. Senaryosunun medya - para ve iktidar üçgeninden yola çıkarak Amerika’nın gittikçe kapitilizme yenik düşen hümanizmasını anlatabilmek için yapmıştı bu filmi. Filmde tek bir anahtar sözcükle olayı polisiye bir kurguya çevirmiş ve Kane’nin son kelimesinin peşinden koca bir yurttaşlık eleştirisi yaratmıştı. Onun son sözü olan “Rosebud”. Amerika için peşinden koşacağı bir paparazzi öyküsüne dönüşmüştü. Filmde yeni pazarlanmaya başlanan “Amerikan rüyası”, siyaset, halkla ilişkiler gibi pek çok eleştiri, bilinçli görgüsüzlük, kurban edilme kavramları birer ikişer seyircinin yüzüne vuruluyordu. Filmde kullandığı ışık teknikleri, alt açı, üst açı denemeleri, Dışavurumcu sanattan etkilendiğini gösteriyordu. Görüntülere yansıyan yüz deformasyon- Kullandığı gotik anlatı tarzı ciddi bir Kafka etkisinde olduğunu gösterir. Dava şimdiye kadar çekilmiş en iyi Kafka uyarlaması olarak kabul edilir. Welles’in bu filmde uzam kullanma dehası ortaya çıkar.Davada Joseph K’nın yaşamını açık hava hapishanesine çeviren bütün psikolojik algıyı mekanları küçülterek ve büyüterek bize yaşatır. Aynı uzam oyunları Macbeth’in karanlık karakterine kattığı düşsel imgeleri bize aktarırken karşımıza çıkar. Sanat tek bir araçla işlenemeyecek kadar ince bir mücevherdir. Tek başına oyuncu, yönetmen, yazar, tiyatrocu ve ilüzyonist olan bir adamdı Wells. Nasıl tek bir yönüyle incelenebilir ki? Onu ilk defa anlayamayan Amerikan sineması Avrupa’dan sonra keşfedecektir. Amerika’da aradığını bulamayınca Avrupa sinemasına döndü. Orada beklediği ilgiyle hemen karşılaşmadı. Zor yıllardı dünya için. Avrupa coşkusunu tıpkı Chaplin’e olduğu gibi ona da yavaş gösterdi. Kendisinden sonra gelen pek çok yönetmen için o bir deha aşılması gereken bir sur olarak kabul edilmesi ise ancak yaşamının son yirmi yılında gördüğü saygınlıktan anlaşılmaktadır. Bitirilmemiş projelerle eleştirilse de onun ustalığını kimse tartışmıyor artık. Kara filmin bu unutulmaz dahisini, sinema hiç unutmayacak. larını sağlayan çarpık kurgu- ki gerilimsel ögelerde ve sert karakterlerde bunu sinema diline aktarabilmek yeni bir akıma öncülük etmek demekti.- Daha sonra J. L. Godard’ın da kullanacağı Welles’in bana göre sinemada yarattığı bir tür yenilikti bu. 27 28 Cihad Kayaduman Karanlık Karanlığa (gece) ihtiyacımız var yıldızları görmek için. Karanlığa (dert) ihtiyacımız var Allah’ı hissetmek için. Aydınlığı yüreğimize doldurmak için. Uzaklara bakabilmek gönlümüzü, zihnimizi aydınlatır. Uzaklara bakabilmek karanlığa, kaybolmaya, kendimizi unutmaya bağlıdır. Kendini unutmazsan başkasını göremezsin, başkasını göremezsen kendine gelemezsin. Yapay aydınlatmalar bizi karanlıktan mahrum bırakıyor. Bu yüzden siyaha bulanamıyor ve beyaza hayran olamıyoruz. Yıldızlar uzaktalar. Ve biz onca mesafeye rağmen onları görebiliyoruz. Yıldızlar umuttur. Umutlarımızı sahte ışıklarla söndürüyoruz. Gözümüze tuttukları ışık gönlümüzde karanlık ediyor. Gönlüne yabancı ışıklar sokma kardeşim ! Işığın kaynağına bak, karanlıkta kaldım diye korkma kardeşim. Seni karanlıkta bırakan dünya gözüne fener tutan dünyadan evladır. Karanlıkta kaldım diye üzülmek yerine gökyüzüne bakmak aklına gelmiyor mu? Karanlıkta kal aydınlan, sonsuz aydınlığı doldur kalbine. Uzaklara bak rahatla, burnunun ucundan ne hayır gördün? Bazı bazı unut kendini hapsolma o küçük odaya. ‘Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme’ diyor ya Erdem Bayazit. Bakıp durma duvarlara. Sana bir şey anlatmayacak, senin anlattıklarını hiç anlamayacaklar. Bakıp durma duvarlara, senin ince gönlün razı olmaz kalın yapılara. Bakıp durma, bu sert, bu yüreksiz, bu duygusuz, halden anlamayan insanlara. Senin gönlün mahzun, boyası hüzündür. Derman atfetme ilk yağmurda boyası akanlara. Ne gönlünün ne de hüznünün devâsı var bu duvarlarda. 29 30 Esra Erdoğan Sıkıştırır Bizi Yeryüzü “Çatışma ortamında, çocuklar adam doğar.” Tevfik Zeyyad Mahmud Derviş (ö.2008)… Filistin’de bir Filistinli mülteci, bir sürgün ve dünyayı titreten bir direniş şairi… Akka’nın doğusundaki El-Birve’de 1941 yılında gözlerini açtığından beri peşini bırakmayan mültecilik mezara kadar bir insanı nasıl takip eder, belki de en çarpıcı örneğidir. Ailesi ile 1948’de tehcire tabi tutulduğunda vatandaşlığı da ülkesi topraklarından silinmiştir. Kendi ifadesiyle; “İşte buradayım: ama ne vatandaşım, ne de ikametim var! Öyleyse ben neredeyim ve de kimim? Var mıyım yok muyum?” Diye sorar şair. Sonrasında söylediği şu sözler ise aslında yok olarak görülmek istendiğinin en büyük kanıtıdır; “Var mıyım yok muyum diye İçişleri Bakanlığı’na başvuruyorsun. Bana bir filozof getirin, kendisine varlığımı kanıtlayacağım diyorsun. Felsefi açıdan var olduğunu, ama hukuken yok olduğunu idrak ediyorsun.” Bütün bunlar Derviş’in hayatında hep siyaset ile ilgilenmesini gerektirmiştir ama kendi deyimiyle asla bir siyasetçi olmamıştır. Bir gün Ramallah’a geri dönmüş olsa da sürgününün asla son bulmayacağını fark etmiştir, çünkü “en özgün sürgün, insanın kendi yurdunda yaşadığı derûnî sürgündür.” “Kaydet! Arabım Sen yağmaladın bağlarını atalarımın Benim ve tüm çocuklarımın sürdüğü toprağı sen yağmaladın Bana ve torunlarıma hiçbir şey bırakmadın şu kayalıklardan başka! Söylendiğine göre hükümetiniz Bunları da alacakmış, öyle mi?” Şiirleriyle ve söylemleriyle İsrail’i hiçbir zaman rahat bırakmamıştır. 1988’de Fransa’da yazdığı Yürüyenler Eğreti Sözler Arasında başlıklı şiirin El-Yevmu’s-Sâbi’ isimli bir dergide neşri ile İsrail Parlamentosu karışmıştır. Derviş İsrail’in yürüttüğü yıkım politikasına karşı direnişini şiirleri ve yazılarıyla gösterir. Sloganik şiirlerden hoşlanmaz, ancak şiirleri kitleler nezdinde birer slogana dönüşür ve zulmün yüzüne ağır darbeler indirir. Belki ona sadece “direniş şairi” diyerek alanını daraltmak bu bakımdan haksızlık olabilir, çünkü o özgün tarzı ve yenilik anlayışıyla zamana ve mekâna meydan okumuş bir kişidir. Mitolojinin yanı sıra İbrahimî dinlerin kaynaklarından da beslenir. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak okul yıllarında öğrendiği İbranice ile Tevrat’ı kendi özgün diliyle okumuş, işgalci topluma kutsal kitaplardan aldığı imgelerle karşı koymuştur. Mesela Yahudilerin Tanah’ta geçen peygamberlerinden Habakkuk’a Marş şiirinde şöyle dert yanar Derviş; Habakkuk ile: -Alo! Habakkuk orada mı efendim? -Evet! Siz kimsiniz? -Efendim ben bir Arab’ım Bir elim vardı, tohum saçardı Toprağım vardı, eliyle gözüyle gübrelemişti babam Adımlarım vardı benim ve de bir abam Fesim vardı, teflerim vardı Ve benim… -Yeter evladım yeter yüreğimi parçalıyor hikayeniz bıçaklar saplanıyor yüreğime! Acılar ve üzüntüler şiirlerde ölümden yeniden diriliş ve çarmıh öğesi ile anlatılır. Habakkuk’la beraber İsa peygamber üzerinden de Hıristiyanlara bir sesleniş vardır; “Mesih ile: -Alo! İsa’yla mı görüşüyorum? -Evet! Siz kimsiniz? -“İsrail” den arıyorum Ayaklarımda pranga Taşıdığım dikenlerden bir taç var başımda Hangi yolu seçsem acaba? Ey Tanrı oğlu hangi yolu seçeyim söyle bana! Tatlı kurtuluşu inkâr mı etsem acaba? Yürümeli miyim yoksa? Yürürsem ölür müyüm acaba? -Size tavsiyem: Yürüyün millet, ileri!” “Muhammed ile: -Alo! Arapların Muhammed’iyle mi görüşüyorum? -Evet! Siz kimsiniz? -Memleketinde tutuklanmış biriyim Ne toprağım var ne bayrağım, ne de evim! Sürgüne attılar ailemi Sesimdeki ateşi de satın almaya geldiler şimdi Çıkabilmem için zindanın karanlığından ne yapmalıyım söyle bana! -Zindana da meydan oku, gardiyana da! İmanın tatlılığı eritir acurun acısını!” Şiir her daim önemlidir Mahmud Derviş için, çünkü “Tanrı, şairler nezdinde, netice itibariyle şiirdir. O büyük bir yaratıcıdır. Şair, Tanrı’nın gölgesidir.” Bu önemi şiirlerinde kimi zaman Filistinli bir mülteci, kimi zaman karşısındakini eğiten bir âlim, aynı zamanda zihninin felsefi ve metafiziksel genişliği ile büyük bir arif, kimi zaman İsrail’i rahat bırakmayan bir direnişçi, kimi zaman bir Celile gecesi, bazen yaslı Yeruşalem, bazen hoyrat hayallerin Babil’i, bazen tümden yaralı Filistin, bazen kardeşleri tarafından kuyuya atılmış bir Yusuf, bazen ise ateşin ortasında bir İbrahim, ama hepsinde tutkulu bir âşık olarak gösterir. Bu kadar zenginliğiyle ve mirasıyla o; yeni nesiller tarafından anlaşılmayı ve takip edilmeyi bekleyen tam bir dava adamıdır. “Ama bir gün yükseldi sesim: Korkmuyorum! Gücünüz yetiyorsa onu kırbaçlayın Sesim ki hâlâ yükseliyor madem: Korkmuyorum! Düşün peşine yankıların!” Peki, Müslümanlara yönelik, belki onları o kendilerine tatlı ama kardeşlerine acı olan uykularından uyandırma amacı güden, hatta belki Derviş’in yaşamında gördüğümüz büyük iddiasına binaen, onları diriltme sözü taşıyan şiir parçaları yok mudur? Tabi ki vardır; 31 32 Mine Korkut Müziğin Mona Lisası, Sürgününde “Ağlatan Kafe” Türkiye’ye sığınıp değişik illerde yaşayan Çeçen vatandaşlar arasında suikast sonucu öldürülenlerin 7.si olan Çeçen Derneği Başkanı ve Çeçenistan Fahri Başkonsolosu Medet Ünlü’ye... Ruhu şad olsun… Bir gün gideceğiz. Hayali hiç yapılmayan taş binalar… Bir camiyi dolduracak kadar insan kaldı şimdi oralarda. Gözleri hep Kafkasya’ya bakarak ölen bu milletin şimdi tek edebiyatı Ağlatan Kafe. Destanları, göç hikayeleri yeterince hüzün doluyken neden ağlatan Kafe’ye yakıştırılan hikaye de en acı temalardan birine sahip? Daima mahzunluk vaktinde olmak bu milletin bir kaderi mi? Şamil’in umutsuz aşkı ve Kafe’nin notalarını mızıkasına değil, kamasından kalbine saplaması ile hayatına son vermesini anlatan bir Çerkes müziği ya da Gurina’nın son notayı Kafkas kıyılarına kendisiyle birlikte bıraktığı bir Çerkes ağıtıdır, Ağlatan Kafe. Janberk’in aklını aldırdığı son bestesidir. Ağlatan Kafe’de bazen Gurina, bazen Janset, bazen Gupse, bazen Şamil, Elfruz…Umutsuzluğun en saf hali bir mahzunluk vaktinde; farklı melodilerle buluşmuş, aynı hikayede farklı kahramanlarla yazılan en uzun olay örgüsü… Kahramanlar her dönemde farklı karakterlerle çıksalar da karşımıza, mesaj olabildiğince net ve bir o kadar da berrak. Yarım kalan bir sevdayı anlatmak için sözlere ne hacet… Bir gün Kaf Dağı’nın ardındaki yaylalarda bir çoban, güzel bir kıza aşık olur. Lakin bir daha onu göremez. Bizdeki kaval misali, bu çoban çok güzel mızıka çalmaktadır. Düğünlerin baş çalgısıcısı olan çoban, köylerden birinde bir düğüne gider ve ondan mızıka çalması istenir. Misafirleri eğlendirirken en son gelin kız görünür. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu kız çobanın aşık olduğu kızdır. İşte o anki duygularıyla doğaçlama çaldığı bu müzik çaresizliği anlatırken -Ağlatan Kafe - başka bir versiyonda nefreti dillendirir. Kominizim öncesi yoksulluk ve fakirliğin sınırların net çizildiği bu bölgede dünyanın bütün işçileri birleşmeden sevgililerde birleşemiyordu aynı diktelikle. Zengin ailelerin zengin kızları ancak kendileriyle evlenebilirlerdi. Kendileri, bu bir dil sürçmesi değildi, bu isimleri dillere bile alınmayacak kızların “nasıl kavuşulmaz” adlı senfonisinin prömiyeridir. Ağlatan Kafe’nin tarihselcilik meselelerinde de yeri farklı. Her yüz yıla göre farklı hikaye, farlı kahramanlar Çerkes gençlerin zihinlerinde yer buluyor.Çarın gölgesinde bu hain fark, Sovyetin elinde başka bir hal alacak bu sefer kavuşmalar göç yüzünden mahşere kalacaktır. “1864”… Tarih, “Büyük Çerkes Sürgünü” diye kayıt ederken, 1834-1870 arası insanlık tarihiyle beraber, modern çağın en acı savaşının en acı kayıplarına şahit olmuştur. I.Petro’nun sıcak denizlere inme hayali için ortadan kaldırılması gereken Çerkeslerin, Ruslarla girdiği bu savaşı, bu direnişi 21 mayıs günü kaybetmesi üzerine en az 3 milyon insanın ülkelerinden çıkarılmasına neden olmuştur. Kafkasya’yı Kafkasyalılardan arındıran bu proje, bir sürgünden çok daha fazlasıdır. Bir ulusun başka bir ulusu yok etme mefkuresi ile başlattığı işgal operasyonu milyonlarca çerkesin soykırıma hatta katliamına neden olmuştur. Zorunlu göçle Anadoluya mahkum edilen Çerkesler, kimi Karadenizde, kimi Kafkasya sahillerinde, kimi de Osmanlı sahillerinde canlarını verirken, bu milletin karaya ulaşanları ise başka coğrafyalara dağılmak zorunda kalmıştır. Yedi kardeşin üçü Ürdün’e, ikisi Suriye’ye birisi Osmanlı Devleti’ne diğeri de hiç bilinmeyen bir yere… Kafkasya’nın soğuk rüzgarlarından sonra özellikle İç Anadolu’nun sıcak iklimine uyum sağlayamayıp, ölenler de sanırım cennete. Osmanlı Devleti bu zulme karşı, Çerkeslerin hemen göçünü istese de, göçle gelen rakam sarayı da şaşırtmıştır. Çünkü Rusya bir gecede tüm Kafkasya’yı boşaltmış ve “bir millet nasıl vahşice yok edilir” adlı tezinin savunmasını yapmıştır. Kıyılar ölmüş, ölmek üzere olan donmuş vücutlarda süt arayan bebelerin çığlığına şahit olmuştur. Karadeniz’deki binlerce sandallara kıyılardaki cesetler öncülük etmiş. Bu millet sadece vatansız değil, aynı zamanda mezarsızlıkla da imtihan olmuştur. Soykırıma, katliama, bir milleti son temsilcisine kadar yok etme düzenine başkaldırmış bir hikayedir Ağlatan Kafe… Hem sürgün, hem parasız olmanın yanında geldikleri bu ülkenin de yok edilmeye çalışılması, ecnebi devletlerin “hasta” olarak gördüğü bu imparatorluk, tarihsel sürecinde en zor günlerini yaşarken, gittiği her yeri vatan bilen Çerkeslerin şimdi çok daha acı durumları vardır. Dilini bile bilmediği bu memlekete biat etme vakti için Çanakkale gibi İstiklal Savaşları’na katılmış ve şehit olmuşlardır. Yurtsuz kalmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen Çerkeslerin Kurtuluş Harbi’ndeki yetenekleri anlatmak için uzun uzun yazmak gerekir. Vefanın özünü etkili kılmak için devrik devrik cümleler gerekir. Başka bir ülkenin bayrağı devrilmesin diye mücadele eden Çerkeslerin oluşturdukları edebiyat gibi. Müslümanları yok etme fikriyle yollara düşürülen göçmenlerin yanında, dini, dili, milleti olmayan bir türküdür işte böyle Ağlatan Kafe. Göçün bestesinin de, güftesinin de, Mona Lisa’sı şimdi… Bir müzik bestesi değil, bir tarih, bir kültür, bir edebiyattır başlı başına. Bir milletin köklerinin son temsilcisi. “Nerelisin?” sorusuna verilemeyecek tek cevabın verilebilecek en sert halidir: “Ağlatan Kafe’liyim. Ağlatan Kafe’denim.” Kafe, ‘kaaafe’ değil yumuşak söyleyin kağfe. Nedendir bu ince takıntı, bu naif hareket diye düşünürdüm hep. Nereli olduğunu hala tam anlatamayan asimilasyon vb. söylemler içinde bir kimliğe oturamamış bu gençlerin, başka diyarlarda unuttuğu bu kültürde Kafe’ye verdiği önem nedendi? Ki verilecek cevap, bir sosyolojik göç tasvirinin her şeyi, göçün bütün anatomisidir. Tercümelere “Ağlatan kafe” şeklinde geçmeseydi bile, dinlediğiniz zaman siz de aynı adı verir, “bir hüzün ancak böyle ifade edilebilir” derdiniz. “Kafe” kelimesi “a” uzatılarak telaffuz edilir. Bu nezaket bir dakikalık saygı duruşu kadar değerlidir. Kulaktan kulağa değil kalpten kalbe aktarılan bir umran. Hiç veda edemediğimiz ilk ayrılığın, sürgünün, tüm acılarının ve hüznün müziğe dökülmüş hali. Sözsüz olması, sonucunu yorumcuya bırakan bir romandan ne farkı var ki Kafe’nin. Gönlün göçü, kalbin göçü... Kavuşmanın gökyüzündeki yıldızlar kadar uzak olduğu 12 Çerkes Boyu’nun hikayesi… Rengini Kafkasya’nın yeşilinden alan bayrağın milli marşı. Edebiyat nasıl toplumun aynası ise Ağlatan Kafe de Çerkeslerin hem edebiyatı hem de aynası… Ana vatan hasretini sevgilinin gözlerinde görebilme umudu, varoluş türküsü. Ortak yanımız sadece sürgün değil, Kafe de ortak noktamız bizim diyebilmektir. Bir millet, bir devlet böyle geçerken, yaşamlar yok olurken; geriye bir Ağlatan Kafe, bir de göçle oluşturulmuş hikayeler kaldı. Başka? Her biri başka bir yerde hayatlar… Sürgünün en güzel imzasını Çeçen Devleti ile gerçekleştirse de Ağlatan Kafe, Çerkesya artık yok. Sosyolojik olarak hiçbir göç teorisinin karşılayamadığı bir olay var karşımızda. Teori bile utanır sanırım böyle bir zulmün nedeni olarak açıklanmaya. Umarım, tüm dünya bir gün bu katliamı konuşur. Söyleyecek çok şey var... Bilmiyorum belki de yok daha ziyade başka bir şey söylemeye gerek yok;sürgün, zorla göç, soykırım hatta tarihin örtbas ettiği bir katliam işte! Ben Mine KORKUT Bugün Ağlatan Kafe’liyim. Dün Hanzala’lı olduğum gibi... Yarın Patani’li olacağım gibi... 33 Melahat Kahraman Acı Nerede Başlar ? Acı nerede başlar. İnsan acıyı hissettiğini nasıl anlar. Bunları sayıklamıyorum elbet. Ya da bunları sayıklamadığımı sanıyordum bir dürtüyle karşılaşıncaya kadar. Ağlamak doğamda yok ama ölebilirim. Yapabileceğim en iyi ya da fark edişimin en acısız hali olabilir. Fark ediş. İlk acı. Atamız Adem’den gelen bir hal. İşte burada bir adım öncesine kadar her şey normal iken sadece bir adım sonrasında gördüğüm bu manzara sonrasında gelişti her şey. Fark ediş. Acının başlangıcı. istemiyorum. Biliyorum şimdi oyunu oyna- muşa bindim. Etrafı izlerken parktaki sağır mak falan diyeceksin. Pardon amcanın bir sokağa saptığını diyemeyeceksin. Her neyse. gördüm. Ani bir şaşkınlık ve Bu oyundan değil işte. Yapaheyecanla dolmuşu durdurmıyorum abi ayıramıyorum dum. Burada ne işi olabilirdi ikisini. Neyin olması gerektiği ki. Evden çok uzaklaşmıştım, gibi yada neyin gerektirmek Sağa sola bak- bağlantıyı kuramıyordum. Arzorunda olduğunu ayıramıyo- tım ama nafile kasından onu takip etmeye rum. Geçen Ali de söylemişti. başladım. Çok loş ve pis koçıkmaz kan çıkmaz sokaktı burası. Hani bahsetmiştim. Olması burası gerktiği şeyleri savunup olması sokak. Caddeye Köşede en yıkık olan evin kagerektiği gibi yaşamayan tay- çıktığımda bir pısını çaldı. Kapıyı genç bir baÜniversite bilmem kaçıncı sınıfa gidiyo- fadan olan. Sen demişti, çok yan açtı. Gülüyordu. Bu halde rum. Evet bilmiyorum çünkü kendimi bil- biliyosun ama hepsi boş hiç dolmuşa atladım. bunu nasıl yaptığına şaşıramasorun dan bir çocuk koşarak sarıldı, dim bileli gidiyorum. Neden hala devam konuşmuyorsun, anlatmıyor- Demek ettiğimi mi de bilmiyorum. Tek bildiğim sun. Cami çıkışı demişti gali- düzende değildi kapıyı kapattılar. Ani bir boşlubir şey vardı o da bir gün ölecektim ve ba. Gülmeyip yine gitmiştim. ğun içine girmiş gibi hissettim. onun için bu oyunu bitirmem gerekiyor- Gülmek de doğamda yok. diye tekrar edi- Gerçi daha ne kadar boşluğa du. Üniversite de bu oyunun ilk kuralıydı. Neyi anlatacağım söyler misin. yordum. girebilirdim. İçimdeki bütün Gidip bitireceksin. Kurallara uyup ölecek- Özür dilerim hala alışamadım, sorularla geri dönüyordum ki; sin. Tabi eğer o konuşmayı yapmasaydı. söyleyemezsin. Anlatacaklakapı açıldı ve o bayan gülerek rımı herkes biliyor. Ve herkes içeri gelmemi işaret etti. Ruh Sessiz bir yapıya sahip olduğum için arka- kendine inanıyor. Benim yapagibiydim, bir tepki vermem ladaşım yoktu. Ve bu beni havalı yapıyordu cağım okyanusa su atmaktan zım fakat burada hangisi verilir farkında olmadan. Otobüste iki kişinin ya- öte nedir. Anlamıyorlar abi. Onlar gerekeni bilemiyordum. O adımı atmam gerekiyornımda, kulağımda kulaklık olmasına güve- gerektiği için değil zorundaymış gibi yaptık- du. İçeri girdim. Ev sokaktan da beterdi. nerek konuşmasından duydum. Halbuki ları sürece de anlamayacaklar. Oyun oyna- Amca beni gördü ve eliyle karşıya oturbu hiç havalı değildi. Her gün akşama mak çok mu kolay. Benim yerimde kim olsa mamı işaret etti. Babam dedi genç bayan. doğru parkın köşesinde, önüne peçete ile maaş taleb ederdi. Ama yok, çok nankörler. üniversite okumuş gençken. Hemde çok ‘Sağır ve dilsizim’ yazan bir kağıtla oturan Çünkü onlar bunun en büyük devrim oldu- uzun süre bitirememiş. Sistemin bir parçadedenin yanına gidip ağzıma ne gelirse ğunu biliyor. Oo naptın iyice uçurdun diye- sı olarak göremiyormuş kendisini. Düzenin söylüyordum. Çenem yoruluyordu ko- ceksin ama deme abi. Allah için bir şeyler ne olduğunu ve neler gerektiğini çözmeye nuşmaktan. Eve gittiğimde konuşacak bir söyle. Nereye gideyim. Nerede bu oyunun çalışıyormuş. Pek konuşmazmış. Evinin şey kalmıyordu. Bu sefer ailem bu çocuk sonu. Gel beraber gidelim diyeceğim. Yü- yakınındaki parkta oturan sağır bir amcaniye hiç konuşmuyor içine kapazüme bakmadan simitini ya anlatırmış hep derdini. Sonra düzeni nık hallerine giriyorlardı. Tabi o yemeye devam edecek- bozuk olmasının düzenden değil insandan gün kalkıp o adımı atana kadar. sin. Her şey aynı seyrinde kaynaklandığını anlayınca, o amcanın mesdevam edecek, insanlar leğini devam ettirmeye başlamış. Son üç Her zamanki saatte üniversiteden yine yaşayacak yine kaza- yıldır da bilemediğimiz bir nedenden dolayı Üniversitede çıkmıştım. Selvi yine görüşürüz nacak yine kaybedecek. kulakları işitmiyor. Bu gerçek olamaz diye bu, oyunun ilk Acıyı hissedemez oldum sayıklıyordum. Kadın hala gülümsüyordu. demişti ve ben yine bilmem belki demiştim ve yine her günkü uzun süredir. Simit susama Hızla evden çıktım. Sağa sola baktım ama kuralıydı. gibi anlamadan suratıma bakıp bulanmış ekmek parçasın- nafile burası çıkmaz sokak. Caddeye çıktıGidip bitiregitmişti. Ben de gülmeyip yodan öteye geçmiyor artık ğımda bir dolmuşa atladım. Demek sorun ceksin. luma devam etmiştim. İki simit gözümde. Sigara hiç bir düzende değildi diye tekrar ediyordum. Hiç alıp otobüse binmiştim. Parkın Kurallara uyup şeye çözüm değil. Her şey görmediğim yerlere gelince indim. Bir park başına geldiğimde dede aynı geçecek diyenler aslında buldum. Ve oturmaya başladım. öleceksin. yerindeydi. Yanına oturup simihiç bir şeyi geçiremeyenTabi eğer o din tekini ona uzatmıştım. Klaler içinde. İnsanlar tam bir sik bir ritüeldi bizim için bu. Ve yalan makinesi. Oyunun konuşmayı yine başlamıştım konuşmaya... dışına çıkıp oyunda kalmayapmasaydı. mızı söyleyen iki yüzlüler... Hacı abi bu Selvi neden bana her gün görüşürüz diyor anlamıyoHer zamanki gibi yatağıma rum. Bu da oyunun bir parçası mı. uzanıp tavanı seyrediyorBir kız ve bir erkek. Bütün düzen dum. Gri tavanlar. Hava bunun üzerine kurulmuş. Kuralları baya kararmıştı ve içimden belli fakat oynanması zor algılanan bir dü- bir ses dışarı çıkmam gerektiğini söylüyorzen içinde. Selvi de bu düzenin bir yerle- du. Çıktım. Önümden geçen herhangi bir rinde anlarım da ben neredeyim abi. Ya da dolmuşa bindim. Dolmuş son durağına Selvi beni nerede görüyor. İyi kızlar üzülsün gelince indim, bu sefer de başka bir dol- 34 Yuzarsif Büyümekten Vazgeçeyim Karanlık bir tarihin bulutlu gökyüzünde ve bir de fazla yıkanmamış yüzümde Annemi arıyorum, başka yer yok kaçacak. Annem… O saklar ürkek ruhumu ancak. Ölüm fısıltıları masallara karışıyor; bir varmış bir ölmüş, büyüdükçe eksiliyorum. Gidenin geldiğini kim görmüş? Artık canlanmaz annemin sesi. tek katlı kerpiç evlere imrenip çürük masal kokularından iğreniyorum. Karanlık bir tarihin bulutlu gökyüzünde aç yaşmağını koca kadın! Tozlu saçlarını helal et yağmura. et ki babamdan yadigar tokat izleri İşte bu, korkunun en çıplak hali. karanlık bir tarihin, Aldığım her yaş senden eksiltiyor. bulutlu gökyüzünde. teninden, gözlerinden. Ölüme ada kalbimi büyümekten vazgeçeyim. İyi bilirim güzel kadın, ben gitmezsem sen gideceksin. Bir avuç gül kurusu, gayrimeşru birkaç parça ot. Susma öyle, yakışıyor mu bedenine söyle! Kalk be koca kadın. Aç güzel gözlerini. aç da emzir ruhumu gözyaşlarınla. Vazgeçtim büyümekten. vazgeçtim, aksın yürümenin yasak olduğu yollara. en sevdiğim renkten, çiçekten büyümek. ve sensiz yürümekten. 35 Batuhan Özyürek Rahatsızlık Yolun her iki tarafında da irili ufaklı uzanan çıplak tepeler midir hiç görmediğin kente girerken ilk ilgini çeken. Ya da yer yer erimeyen karın coğrafyaya bahşettiği hastalıklı lekeler... Şehri bir yılan gibi deri değiştirirken yakaladığını mı düşünüyorsun? Ya da hastalıklı bir beden gibi dertlerini derisinden dışa vururken... Şehre doğru ,ince şeritlerle,siyah asfalttan saatlerdir yol aldığın için hiç ilerlemediğin kanısına kapılabilirsin. Bütün hayatını sadece bu şehre girmek için harcayacağını da sanabilirsin. Yeni durulmuş soğuk lacivert gökyüzünün içini kısa süre önce kusmuş bulutları gözüne çarpsa da bilirsin ki onlar da burayı terk etmekte. Deri değiştiren bir kentin havası da değişir elbet. Bunu bildiğinden bulutların kaçışını üzerine de alınmazsın. Sağda solda, gruplar halinde toprağa saplanmış sarı ışıklar, yanıp sönerek kenti tetikte olmaya çağırır. Şehrin pürüzsüz karanlık gecelerini aydınlatan bütün ışıkların yanıp söndüğü yanılsamasını yaşarsın bir an. Deri artıklarını kazımak için küreme araçları da geçmeye başlar. Şehir değişimini tamamlamadan seni kabul etmek istemiyor anlaşılan. Seni reddetmesi, geri tükürmesi gibi bir ihtimal aklından hiç geçmiyor. Teker teker veya toplu görünen bazı kırık dökük, renksiz gecekonduları, senin karşına buralardan korkup uzaklaşasın diye, bu masum şehrin çıkardığını düşünmüyorsundur herhalde. Bazen yolun kenarında dikilen bostan korkuluğu gibi kıpırtısız adamlar, sana bir şehre değil de sahibinin istemediği bir tarlaya girmek üzere olduğun gibi bir izlenim veriyor. Biliyorsun ki kolluk kuvvetlerinin biraz sonra, daha şehre girmeden karşına çıkacak olması, şehirde il dışından da katılımın olduğu bir gösteri nedeniyle. Bunu birisinden duyduğunu zannediyorsun oysa gazeteden okumuştun. Ama yine de korkuyorsun, bir trafik polisinin durdurup kimlik kontrolü yapmasıyla aslında nereye koyduğunu çok iyi bildiğin kimliği bir türlü bulamayacağından. Uzayıp kıvrılan, bir türlü şehre varamayan yollar, yanında horlayıp seni bütün gece uykusuz bırakan adam, üzerinde gittiğin tekerleğin içinden gelen gıcırtı ve gittikçe eriyen karla çıplaklaşan ve çirkinleşen tepeler... Hepsinin fısıldamaya çalıştığı şeyi susturamıyorsun. Bütün bunlar bir şeyler hissettiriyor sana ama sen pek çaktırmıyorsun. 36 Muhammed Çelik Uzunca Bir Aradan Sonra Uyku sersemliği ve gidiyorduk, uzunca bir süredir kendi varlığımı bu denli hissettiğimi hatırlamıyorum. Uykuyla uyanıklık arasında ve bir otobüsün arka koltuklarından birinde, en gıcır otobüste bile bulunan o yabancılık kokusunun kolonyayla karışık bizi… Dağınık saçlarımı yüzümden kaldırıp yanımdaki elemana baktım, ön koltuğun arkasındaki televizyonu kurcalıyordu: “iyi yolculuklar” dedim, alay edercesine güldü sadece. İçimden küfrettim “sana lavuk diyorum, başka da bir şey demiyorum.” Tavandaki kırmızı düğmeye basarak muavini çağırayım dedim; çağırdım, geldi, fakat yanımdaki kereste benden önce atılarak: “bir dokunmatik alabilir miyim?” Muavin genç ve yakışıklı, saçlarını özenle yana yatırmış, fakat nedense biraz gariban, biraz saf, köle ruhu sinmiş yüzüne: “Birazdan dağıtacağız efendim.” Hakikatten dağıttı birazdan, herkese bir dokunmatik verildi. Şimdi bütün yolcular hiç zaman kaybetmeksizin başlamıştık ve parmaklarımızla durmadan aşağıdan yukarı veya yukarıdan aşağı kaydırıp duruyorduk görüntüleri. Cam kenarını severim ama bu defa koridora düşmüşüm, yanımdaki şişman olunca da yolculuk işkence halini alıyor, dokunmak istemiyorum kimseye. İki saat kadar ilerledik, yeni yollar yapılmış, kaymak gibi mübarek. Kayarcasına gidiyoruz, nerede o eski yamalı asfaltlar, olsa da sarssa bizi biraz, midemiz bulansa, naneli şeker atsak ağzımıza, firene basılsa aniden kaykılsak öne doğru. Tünellerden geçtik, köprü altlarından. Yokuşa saptık, inişe geçtik, meleyen korun sürülerinin arasına daldık, kar siperlerinin çevrelediği tarlalardan süzüldük, kömür madenlerinin tabelalarını gördük, yol kenarında manav dükkânları, kirazlar Napolyon. Bütün bunları elimdeki dokunmatikten takip ediyordum tabi, öyle de bir seçenek vardı, otobüsün kamerasını seçerek yolu izlemeyi yeğledim. Sonra iki saat daha yol aldık, kimse kimseyle ilgilenmedi, herkes elindeki dokunmatiklerde sevdiği şeyi kaydırdı. Köpeklerin “Biz buranın sahibiyiz, siz yabancısınız ulan” dercesine dolaştığı bir mola yerinde ihtiyaçlar giderildikten sonra, yeniden sürdü şoför. Büyük bir kentin geniş iç caddelerinden geçtiğimizi gösteriyordu elimdeki ekran. Büyük gökdelenlerin gölgeleri birer birer geçiyordu arabanın üzerinden, bir aydınlık bir karanlık, bulutlar gökdelenlerin mızraklarına takılmış pamuklar. Durdu ve kalktı araç, muavinin anonsla duyurduğuna göre dokunmatiklerin yeni modelleri çıkmış ve ilk kez bizim firma bunu yolcularına dağıtacakmış, dağıtıldı. Herkes yeni modellere dokunmanın hazzını yaşamaya başlamış- tı şimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu, hatta o kadar konforlu bir yolda gidiyorduk ki biraz ıkınsak dokunuşların sesini bile duyabilirdik. Muavin duyuru yaptı: “Bu dokunmatikleri dilimizle de kullanabiliyoruz.” Hepimiz dilimizle dosyaları açmaya başladık, dilimizle bir sayfadan diğerine geçebiliyorduk, daha eğlenceliydi şimdi. Muavin mikrofonu eline aldı tekrar: “burnumuzla da” Şimdi herkes burnuyla… Muavin sürdürdü: “Onu öpebiliriz ve o da öpebilir bizi.” Herkes denedi, oldu. Tam yedi saattir yoldaydık ama yorulmadık. Ertesi gün yeni dokunmatikler dağıtıldı, herkes yeni çıkan modellerin nasıl çalıştığını biliyordu, ben de ayak uydurmuştum düzene, ustasıydım. Sonra daha yenileri geldi. Bizim firma çakal. Artık her yeni model geldiğinde elimdekini muavine uzatıp ondan yenisini alıyordum. Muavinin yüzüne bile bakma gereği duymuyordum. Muavin değişmiş de olabilir, o saf o gariban muavin gitmiş onun yerine sapık ve saldırgan bir hasta gelmiş de olabilirdi, belirsiz. Kuşlar tarlalara inip kalkıyordu, ne vardı bu tarlalarda? Ekranda şöyle bir yazı belirdi: “Bilmen gerekmiyor!” Neyi bilmem gerekmiyor acaba, neden bahsediyordu? Şöyle yazdı: “Muavinin kız mı erkek mi olduğunu bilmen gerekmiyor.” İyi de bunu merak ettiğimi nerden biliyordu. Başımı kaldırdım, yeni muavin kızla erkek arası bir şeydi, iyi de kız mıydı erkek mi? “İlle de biri olması gerekmiyor!” diye belirdi ekranda. Parfüm kokuları her yerde. Ve kuşlar tarlalara inip kalkıyordu, neden? On birinci model de dağıtıldı, iki gündür yoldaydık, kimi diliyle kimi orta parmağıyla, kimi özel kalemiyle dokunmatiklerde iletişim halindeydi. Muavin anons etti: “Şimdi hep birlikte şunu yazıyoruz: … ve elbette direniyoruz.” Yazdık elbette. Otobüsün ön camında “direniş” yazısı kırmızı mavi yanıp sönüyordu. Kırkıncı model dağıtıldı, sekiz gündür yoldaydık, bu model biraz daha geniş bir ekrana sahipti, tek elimle kavrayamadığım için koltuğun yanındaki kolluğa koyarak kullanıyordum. Tablet gibi bir şeydi yani. Herkes çok iyi kullanıyor, çabucak uyum sağlıyor elindekine. Bir ara arkamda oturan öksürüklü yolcu kafasını uzatarak “Bu otobüs nereye gidiyor acaba?” diye fısıldadı kulağıma. Nefesi rakı kokuyordu. Cevabını bilmediğim bir soruydu, yanımdaki yarmaya sordum: “Bu otobüs nereye…” Güldü, alay mı ediyor anlamıyorum. Kırmızı düğmeye basarak muavini çağırdım “Bu otobüs...” Yeni modeli tutuşturdu elime. Arkadaki adam da istedi aynısından, 37 ona da verdi. Herkes istedi, herkese verdi. Uzunca bir aradan sonra böyle bir yolculuk iyi gelmişti, bir sürü yer görmüş, kafamı dağıtmıştım. Esnedim. Uykuyu kovdum acı bir kahveyle. Uyku düzenleyici haplar dağıtıldı, ben de attım bir tane. Muavinin anons ettiği iletiyi girdik hep birlikte: “Tanrısal bir uçurum...” Bin beş yüz beğeni aldık her birimiz. Uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Yanımdaki serseri ilk defa konuştu: “Sana da iyi yolculuklar!” Uzunca bir aradan sonra bana cevap vermiş olması, az da olsa bir umut belirtisi oluşturdu içimde. “Peki” dedim, “yolculuk nereye?” Bunun cevabı için bir yedi sekiz gün beklemem gerekecekti herhalde. Bekledim. Cevap geldi: “O konuda hiçbir fikrim yok.” Benim de bir fikrim yoktu açıkçası. Arkamdaki sarhoş ayağa kalmış olay çıkarmaya çalışıyordu: “Böyle bir dünya yok, böyle bir dünya yok!” Polis çağrıldı, adam aşağı atıldı. Otobüs yoluna devam ediyor. Yaşlı bir amca ön koltukların birinde hafifçe başını yukarı kaldırarak: “Burada bulunmamızın amacı...” Der demez polisler otobüse doluştu ve ölümün eşiğindeki amca da derdest edildi o an. Firmamız her şeyde olduğu gibi bu durumda da krizin en erken farkına varanlardan olmuş olmalı ki, muavin kösnül sesiyle öttü: “Sorularınızı elinizdeki ürün üzerinden de gönderebilirsiniz.” Zaten kimsenin başını kaldırdığı yoktu. Ben de hemen bir arama motoru açarak şu cümleyi girdim: “Burada bulunmamızın amacı nedir?” Şu seçenekler çıktı: “Burada bulunmamızın amacı ne? | Toluna”, “Ağrıdan Kaçış Toplumu - Kemal Sayar”, “Rick Warren amacı olan bir yaşam üzerine | Talk Subtitles ...”, “CEZAEVLERİ ALT KOMİSYONU HATAY’DA ... - Milliyet”, “İnsan ne İçin yaşar? Siz ne için yaşıyorsunuz? - Forum TR”, “Şenlik Bitti Dağılalım Çocuklar Burada bulunmamızın amacı ...” Sonraki Sekmelerin üzerinden hızla sekerek, reklamlar tarafından köşeye sıkıştırılmış bir arama boşluğuna şunu yazdım: “Ben bu otobüsten inmek istiyorum arkadaş..” Az sonra muavin geldi, “Efendim” dedi, “birazdan sizlere ipeğe veya pürüzsüz bir tene dokunma hissini verdirecek dokunmatiklerimiz dağıtılacak.” Aceleci olduğu her halinden belli bir yolcu seslendi: “Namaz programı da yüklenebilsin.” Ve geldi, Hayber’in kapısı gibiydi gelen modeller. “Tarım yüzde 37 kadın, yüzde 17 erkek eliyle yapılıyor - Bugün”, “Çocuğum neden yemiyor? Hürriyet Magazin Hattı”, “H hiletisim – SlideShare”, “Samsunspor Taraftarı’ndan Tepki Yürüyüşü - Samsunspor. Biz”, “KAZIM YILMAZ İÇİN YÜRÜDÜLER - Hedef Halk”, 38