Eylul_Arkadaslari sevim ak1
Transkript
Eylul_Arkadaslari sevim ak1
Eylül Arkadaşlığı Bir yılı geçen aradan sonra ülkemin en batısından başlayacak İLKYAR 2008 Eylül yolculuğuna çıkarken heyecanım taptaze; elim-ayağıma dolansa da bende hala gün doğmadan güne başlamalara, uykusuz gecelere, koşturmacalara dayanabilecek fizik güç var mı, gizlice sınamak istiyorum. Eskilerden hangi dostları göreceğimi bilmemenin yürek çarpıntısı ise apayrı. İstanbul’da -Bostancı köprüsünün altındabindiğim Bilim Otobüsü’nün yolcuları Hüseyin, Haldun, Ata, Ali, Can, Salih’ten oluşan çekirdek ekibinin dışında tümüyle ilk kez karşılaştığım, genç gönüllüler. “Nasıl bu kadar özverili, sıcak kanlı öğrenci gönüllüler bir araya gelir, nasıl hiç tartışmadan ve bir an bile ‘öf demeden’ 15 günlük yolculuğu tamamlarlar,” sorularının ipuçları ekip ruhu içinde soluk alarak yakalanabilir ancak. Bu seferki grupta daha sıkı bir dayanışma ve eşitlik ruhu var; karşılaşmanın başında içime düşüp güven veriyor bu duygu. Günlerden 7 Eylül. Sıcaklık gölgede 35 derece. Defterime ilk aldığım not bu. Yaz boyu yüksek seyreden sıcaklık Meriç nehrini kurutmuş; köprülerin altında coşa coşa akan su beklerken çatlamış toprağa el sallıyoruz. Meriç’in kıyısı boyunca, su baskınından zarar gördüğü için onarılan tarihi yoldan ilerliyoruz. Yolun sonunda tarihi istasyon binası ve ötesinde Karaağaç YİBO var. Günlerden Pazar. Okulun müdürüyle yardımcısı yatılı öğrencilerle birlikte kapıda karşılıyor bizi. Her ikisinin de eğitimin gücüne inanmış, yatılı öğrencilerine baba olmayı başarabilmiş gönlü büyük idareciler olduğu kısa sürede seziliyor. Okul 1968’de eski istasyon binasında öğretime başlamış, şimdiki binaya 1972’de geçmiş, 1977 de pansiyonlu İ.Ö.Okulu olmuş. Okulun iki bahçesi var: Birinde futbol, basketbol, voleybol sahaları, ötekinde tarım uygulama bahçesi bulunuyor. 10 köyden öğrenci alan okulun öğrencilerinin başarı düzeyi pek parlak değil. Geçen yıl Fen Lisesine öğrenci girebilmişken bu yıl aynı başarıyı yakalayan çıkmamış. Yatılı okulda eğitimin iyi olmayacağını düşünen aileler merkezdeki ve taşımalı eğitim veren okullara çocuklarını yönlendirmişler. Ailelerin çoğu çiftçi ve az çocuklu. Kırklareli, Enez… gibi uzak yörelerden çocukların da geldiği okulun futbol, voleybol, kros, basket dallarında dereceleri var. Kışlar sert ve soğuk geçmesine karşın, kapalı spor salonu, öğretmen lojmanı, resim öğretmeninin bulunmayışı sosyal ve yaratıcı etkinlikleri kısıtlamış. Edirne’deki bir İ.Ö.Okulunun müzik öğretmeni haftada iki gün için YİBO’da görevlendirilmiş. Hafta sonu etkinliği olarak spor dalları ve satranç sunuluyor çocuklara. Sınıflarda 20-22 öğrenci var. Erkek yatılı öğrenci sayısı 80, kız öğrenciler ise yatılı kalmıyor. Okulun gündüzlü ve yatılı öğrenci toplamı 188 kişi. Anaokuluna bu yıl 21 öğrenci kaydolmuş. Beyaz yakalı, kıpkırmızı formalarının içinde ilk gün coşkusuyla, evden anneden, kardeşten ayrılmanın hüznünü bir arada yaşıyorlar. Batı Trakya Türkleri için açılmış okulda 10 yıl öncesine kadar ağırlıklı olarak onlar eğitim görmüş. Meriç nehrinin sıkça taşması, tarlaların, yolların zarar görmesi BTT’lerin yöreyi terk etmesine neden olmuş. Onların gidişiyle de Romanların yöredeki ağırlığı artmış. Bu yıl Mustafa Necati İ.Ö.Okulundan YİBO’ya nakledilen Roman çocukların ağırlıkta olduğu 6-7-8.sınıf öğrencisi 80 çocuk için de ayrı sınıflar açılmış. Gündüzlü olarak eğitimlerini sürdürecek, disipline girmekte, okula devam etmede sorunları olan bu çocukların çoğu profesyonel olarak müzikle uğraşıyor. Ailecek düğünlerde, eğlencelerde müzik çalarlar; müzikle yatar, müzikle kalkarlarmış. Okulun ilk günü öğrenciler firesiz, tertemiz formalarıyla, düzgün taranmış saçlarıyla geliyorlar okula. Batıdaki okulları doğudakilerden ayıran ilk gözüme çarpan özellik bu. Oraya buraya savrulmuş pet şişeler, kağıtlar, uçuşan çöpler okul bahçesinin uzun yaz tatilinde yörenin gençleri tarafından oyun alanı olarak kullanıldığının göstergesiymiş. Kütüphanede MEB yayınlarının 1955-65 baskısı yerli yabancı klasikleri, 100 temel eser ve dizi dizi ansiklopediler var. Kapkara ciltli, sarı sayfalı eski kitaplara çocukların ilgisini çekmek pek mümkün olmamış. Buna karşın bilgisayar oyunlarına ilgi her zaman yüksek olmuş. Notre Dame De Sion Lisesinin okula kurduğu İLKYAR kitaplığının rengarenk kapaklı öykü, roman, şiir kitaplarına sevgiyle sarılıyor çocuklar. Esin ve Ecem kardeşler pırıl pırıl giysilerle girmişler ilk güne. Biri beşinci ötekisi üçüncü sınıfta. Babaları açık cezaevindeki memurluk görevinden emekli olmuş; şimdi manav. Bir ağabeyleri askerde. Ağabeyi Diyarbakır’a davul zurnayla uğurlamışlar. “Çatışmada vurulmadan eve döner, bize yine sarılır di’mi abla diyor,” babaannesine çok benzeyen Ecem. ‘Hık demiş annesinin burnundan düşmüş’ Esin doktor, kardeşi öğretmen olacakmış. Öğretmen Karaağaç’ta, doktor İstanbul’da çalışacakmış. Şimdiden hayaller kurulmuş; hedefler hazır. Esin kaleminin silgisiyle dişlerini kaşırken “Doktorluğa şimdiden hazırlanıyorum,” diyor; kendinden öylesine emin ki. Deme. Nasıl yani? “Doktorculuk oynuyorum… oyuncaklarımı muayene aletlerinden seçiyorum. Tansiyon aleti, diş aynası, kerpeten, göğüs dinleme aleti…gibi…Hemşire ablaları ara sıra ziyaret ediyorum… onlarla hastane yaşamıyla, hastalıklarla ilgili konuşuyorum. Sağlıkla ilgili gazete haberlerini topluyorum. Başka ne önerirsin abla?” Başka? Kim…Ben? Hedef konusunda istikrarsız, maymun iştahlı bir ablaya çattı kızcağız, “kötü örnek” olmadan sessizce sıvışıyorum. Roman öğrenciler etkinliklerde sürekli gülüyor, anlattıklarımıza konsantre olmakta zorlanıyorlar. Sınıfın en sessiz anında biri sıranın kenarına vura vura ritm tutabiliyor, ya da “bir şarkı söyleyeyim mi abla,” diyebiliyorlar. Alabildiğine rahat ve neşeliler. “Tatilde kitap okudunuz mu, roman, öykü …” sorum yanıtsız kalıyor, çoğu okumamış. “Biz kendimiz Romanız…sor anlatayım romanımı?” diyor saçlarını jöleyle şövalye başlığına çevirmiş çocuk. “Aman bize kitaptan söz etme,” diyor, şişman, kalın dudaklı esmer çocuk. “Okul zamanı sürü sepet okunacak kitap varken tatilim bana kalsın…” 11 yaşındaki Aslan o sınıfa zembille inmiş gibi. Yalnız Efe’yi, Metin Kaptan’ı ve başka romanları okumuş. Babası su tesisatçısı. 5. sınıfta bir kardeşi var. Geceleri Samanyolu’nun yıldızlarına dalar, düşten düşe koşarmış. “’Bilim adamı’ düşüm uzakken yakınlaştı bugün,” sözünü alaycı arkadaşlarından uzakta, kulağıma fısıldıyor. Boş saatimde notlarımı düzenlemek için oturduğum banka kırmızı yüzlü, dallı güllü baş örtülü, gözlerinin içi gülen, beyaz tenine kahve lekeler düşmüş bir yaşlı kadın oturuyor. Terini başörtüsünün ucuyla silerken lacivert gözleriyle bahçeyi taramış, içini dökecek biri olarak beni seçmişti . Aslen Drama’lıymış. Sülalemin ninelerinin şivesinde, dur duraksız konuşuyor; kısık koyu mavi gözlerinde katışıksız sevgi ve karşısındakine duyduğu sonsuz inanç saklı. Sınır köylerinden gelmiş, torununu bekliyormuş. Torunu derslikte etkinliklerimizi izliyor şu sıra. Henüz zil çalmadı. Oğlu 20 yıl önce, yirmi yaşında kaybolmuş. Sınır köylerinden kaçakçılık yapan gençlerin kaybolduğunun haberi ara sıra duyulurmuş da onunki öylesi bir hikaye değilmiş… Yıllar içinde kayıp oğul dönmeyince Yunanistan’da sürdürmüş arayışlarını. Yunan makamlarınca bir mezar ve bir sürü evrak gösterilmiş anneye. “Burada yatıyor oğlunuz,” denmiş. Yılların umutlu bekleyişine son noktayı koymanın acısı doldurmuş göz pınarlarını. “Nasıl biri?”sözü dökülmüş ninenin ağzından, öylesine! “Kısa boylu bir gençti, zayıftı,” demiş gömenler. Yaşlı kadının o an yıldız yağmuru inmiş gözlerine. “Oğlum kısa değildi. 1.70’ di boyu…” diye haykırmış, sevinçle. Susmuş, taş kesilmiş adamlar. “Mezardaki oğlum değil, adım gibi biliyorum,” diyor şimdi bana da. Kaçamak bakışlarında dilinin ucuna getiremediği ne sorular saklı kimbilir! Benim yorumumu soracak, soramıyor; dolaylı yoldan ağzımı arıyor. “Günün birinde gelecek diye bekliyorum hala. Bu kalp durana kadar da beklecem,”diyor. “Sen neye inanıyorsan, doğru odur,” diyorum. Uzun süren özlemin kor sıcaklığıyla sarılıyor omzuma. Yanağıma minnet öpüşü bırakıyor; üç küçük. Kızı üç kez evlenmiş. Sivaslı bir askerden torunu Suat doğmuş. Ardından bir şoförle, sonrasında da bir Irak’lıyla evlilik yapmış kız. İkisi de çocuğu istememişler. Anne uzaklaşmış Suat’tan, kendi yaşamını sürdürmenin derdine düşmüş; anneanne torununa el uzatmış. “Kaybolan oğlumun yerine koydum onu. Oğlumun yaşına getirene kadar gözümü kapamaycam. Büyüdükçe kızanıma öyle benziyor ki…Sen hep burada mısın? Gelecek sefer getireyim sana oğlumun fotoğrafını.” Zil çaldı. Bahçenin gerisindeki tarım bahçesine bakan banklara doğru aydınlık yuvarlak yüzlü bir çocuk koşuyor. Suat. Kısa saçlı, kumral, çekik gözlü; yaşından önce olgunlaşmış belli. Nine torununun kısacık saçlı başını öpmeye doyamıyor, cebine elinde sımsıkı tuttuğu bozuk paraları sokuşturuyor. Çocuk direniyor, buruşuk, ince eli sürekli itiyor. Var param, der gibi. Yatılı okulda ikinci günü olduğunu kimse anlamaz; sanki yıllardır burada. “Uzunköprü’de linyit ocağında çalışan bir baba da çocuğunu kayda getirenler arasında bekliyor. Kendisi 12 Eylül 1980’de lise’den ayrılmak zorunda kalmış. Çocuklarını okutmaya yemin etmiş. 2 çocuğundan büyüğü de bu okulu bitirmiş, teknik lisede okuyormuş şimdi. Güreşte minikler Türkiye 2.si olmuş. Çocuklarının başarılarından söz ederken heybetli bir aslan gibi geriyor bedenini. Kendi hayallerini çocuklarında adım adım yaşamanın gururunu hissettiriyor. Koridorlarda bir anne dolaşıyor; yorgun ama hayal gücünü yitirmemiş. Kas özürlü oğlunu okula getirmiş, ders aralarında ihtiyaçlarını o karşılıyor. Akraba evliliği yapmış anne; üçüz doğurmuş. İkisi kız üç çocuk aynı sınıftalar. Kızlar gelişkin, uzun boylu, cıvıl cıvıllar; yerlerinde duramıyorlar. Oğlanın da şakacı, alaysı bir dili var. Kendi kullandığı özel bir bisikleti olsa da birinin desteği olmadan okula gidip gelemez, ders aralarında dışarı çıkamaz, ihtiyaçlarını karşılayamaz halde. Oğlan meraklı mı meraklı. Durmadan sorular soruyor bana. Nasıl yazıyor muşum? Hep yaşadıklarımı mı anlatıyor muşum? Nerede yazıyor muşum? Parkta mı, bahçede mi, evde mi? Onun da yazmaya merakı varmış ama sabırsızmış. Suskun suskun bizi dinleyen ninesi ansızın şaha kalkıyor: “Bilgisayar oyunlarından başını alamıyor…yazacak da problem de çözecek de, ah, o saatler süren oyunlar olmasa…” Çocuk gülüyor… gerçekte o hep yüzünde taşıdığı müstehzi gülüşü büyütüyor. Öğlen yemeğinde yanımda oturan kız çocuğun anne-babası ayrılmış. Anne İstanbul’da bir iş adamıyla evlenmiş. Kız bir yıl onlarla kalmış, gittiği okulda başarılı olamayınca Uzunköprü’ye anneannenin yanına gönderilmiş. Üvey babasının çocuklarıyla da pek anlaşamamış. Oradan da Karaağaç YİBO’ya gönderilmiş. 7. Sınıftaymış. Ağabeyi de bu okula 6. sınıfta gelmiş. Şimdi Şarköy’de liseyi okuyor, babaannesinde kalıyormuş. Babası Edirne’de kahvehane işletiyormuş.Tatilde bir ay babaannesinin yanında kalmış. “Hayat ne tuhaf! İki yıl önce aynı çatı altında bir aileydik. Ordan oraya sürüklenirken başımıza geleni film sandım önceleri ya, çok uzun sürdü be abla, başa sarmak için çok mu geç artık?” diye soruyor bana. Bahçedeki ağaçtan bir tas kara erik geliyor masamıza. Tatlarına ilk bakan benim. Aynı renkteki eriklerin biri buruk, biri çok tatlı, biri de tam kıvamında. Bahçeye çıkınca Kaan’la kesişiyor yolum. 6. sınıf öğrencisi. Bugün okuldaki ilk günü. En mutsuz olduğu gün ayrıca. Babası okula bıraktığından beni gözyaşlarını tutamıyormuş. Lüleburgaz’ın bir köyünden gelmiş. Köyünde lise bile varmış ama ailesi yatılı okulda daha iyi eğitim alacağını düşünerek oğullarının gönlü olmasa da onu buraya getirmişler. Babası emekli. Köyünde bir kardeşi köy okulunda okuyor Futbolu seviyor, matematiği sevmiyor. Göz yaşlarını parmak uçlarımla toplarken, o “Ben buradayım ve hayat devam ediyor,” diye iç çekiyor. Kim olduğumu öğrenince gözbebeklerinin donuk maviliği azıcık da olsa ışıyor. “Bende sizin en az 10 kitabınız var,” diyor. İlkini bir arkadaşından almış, sonra kitaplarımın peşine düşmüş. “Lüleburgaz’a her gidişimde birer ikişer topladım.” Onu Suat’la tanıştırmaya karar veriyorum. Umurunda değil; derdi bir an önce köyüne dönebilmek. Yatılı okula alışmayı, geri dönme umudunu köreltmeyi istemiyor. Köyündeki hayatı yaşıyor hala. Gözünün mavisini bile köyünde bırakmış oğlan. Bir sis perdesinin gerisinde mavilik. Benim uzlaştırma çabalarımı kibarca reddediyor. Sonunda fikrini almadan Suat’ı çağırıyorum yanıma, tanıştırıyorum. Kaan’dan bir gün daha fazla yatılı Suat, yılların yatılı öğrencisi havasında. Yüzünde hep aynı samimi, güven veren gülüşü. Kaan’ı öncede gördüğünü hatta aynı koğuşu paylaşacaklarını söylüyor ve dostça sıkıyor elini. Omzuna parmak uçlarıyla “sen de bizdensin şimdi,” vuruşu atıyor. Kaan gece eğlencesi boyunca da hala öteki öğrencilerden uzak durmayı sürdürüyor. Bir sandalyede tek başına, “köyümde olsam ne yapardım şu an” oyunu oynuyor. Yanına oturuyorum, beklermiş gibi, boynunu hafifçe okşamamla çıkıyor hayal oyunundan, şartsız şurtsuz konuşuyor benimle. “İyi ki ilk acılı günümde yanımda siz varsınız,” diyor. “Kovalarla gözyaşı dökerdim, kaçardım hatta… Sizi çok sevdim, biliyor musunuz?” Ona yatılı okumanın güzelliklerinden, yatılı arkadaşlığından, yirmi dört saat onlara ağabeylik, ablalık edecek öğretmenlerinin yoldaşlığından, Hüseyin’in yatılı okul yıllarından söz ederken usul usul da eğlenen çocuklarla yan yana getiriyorum. Başından beri “senin mutlu olmanı istiyorum,” diyen tavırlarımın şifresini çözdüğünü hissettiğim an geliyor sonra… Ürkek ve yıldız dolu kısacık bir bakışla kollarımın arasından kayıyor, müziğin ritmiyle salınan çocukların arasına karışıyor. . Gecenin sonunda Kaan’ı sisi çekilmiş, mavi bakışlarından yakalıyorum. Suat’ın yanında dans ede ede cesurca yatakhaneye giderken salladığı elinin esintisiyle kalıyorum; bir başıma, gözlerimde sisler… Sürecek…. Sevim Ak 24 Eylül 2008 ilkyar@ilkyar.org.tr www.ilkyar.org.tr Çocuklarımız ilk yar’ımız, ilk sevdiğimiz ilk yarı’mız desteklerinizle daha çok ilkyar’ları olacak kitaplar hediye etmek amacıyla 31 senedir köy çocukları için çalışıyoruz -