85. sayıya ulaşmak için tıklayın
Transkript
85. sayıya ulaşmak için tıklayın
Çanakkale yasağına karşı HKP harekete geçti HKP:Soma cinayetinin faillerinin peşini bırakmayacağız S oma Kömür İşletmeleri AŞ Eynez Kömür İşletmesi’nde 13 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleşen ve 301 işçi kardeşimizin yaşamını yitirmesine neden olan İş Cinayeti sonrasında, anılan işletmede daha önceden denetim yapan ve görevlerini ihmal/ suistimal eden iş müfettişleri hakkında yaptığımız suç duyurusuna ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının “soruşturma izni verilmemesine dair” kararı, Danıştayca ortadan kaldırıldı. Danıştay 1. Dairesi; aynı konuyla ilgili Partimiz HKP ile birlikte suç duyurusunda bulunan çeşitli kişi ve kurumun itirazlarını birleştirerek verdiği kararında; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 26.08.2014 tarih ve İTK-04 sayılı “soruşturma izni verilmemesine ilişkin” kararının eksik inceleme ürünü olduğuna ve bu nedenle kaldırılmasına karar verdi. 2’de 8’de Hikmet Kıvılcımlı: Kadın Sosyal “Sınıfımız” Türkiye’nin üç katlı sosyal piramidi 3’te Yıl: 9 Sayı: 85 2 Mart 2015 Siyasi Gazete www.kurtulusyolu.org 1 TL Zalimin zulmüne karşı mazlumun direnişi bir haktır Diktatörümüz çok iyi biliyor ki; ya iktidarın doruklarında kalıp bütün yetkileri elinde tutacak ya da kollarına geçirilmiş çelik bilezikle gideceği nemli zindanlarda bundan sonraki ömrünü geçirecek. Bu iki ucun ortasında bir yaşam söz konusu değildir artık kendisi için… İşte bu nedenden zalimin zulmü artacak, artmakta… Ancak zulmün olduğu yerde direniş de haktır. T ayyibistan Diktatörlüğü; adı “hukuk devleti” olan bir polis devletidir. Temel insan haklarıymış, demokrasiymiş, özgürlüklermiş; bu devlette hak getire… Bu devlette, bizzat diktatörün kendisi için özgürlük vardır. Başkaları için ise; sormama, sorgulamama, konuşmama, hakkını aramama “özgürlüğü” vardır. Tayyibistan Diktatörlüğünde; kimin kaç çocuk doğuracağını, genç kızlarımızın etek boyunu, okullarda okutulan kitapların içeriğini diktatör belirlemektedir. Resim-heykel gibi eserlerin “sanatsal” değerlendirmesi dahi diktatörün tekelindedir. 12’de Ayının oyunu armuda Parababalarının oyunu kıdem tazminatına 11’de Bir Seçim “İş”inde daha Bezirgân Partilerin kasaları doldu Abdullah Bin Mübarek, 700’lü yıllardaki sözünden beraat etti 2’de İki Vatan Partisi 14’te 16’da Türkiye Halklarının Büyük Ozanı-Dengbeji Yaşar Kemal’i Kaybettik! “Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”diyen Usta Yazar Yaşar Kemal’i bugün (28.02.2015) tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesinde 92 yaşında kaybettik. Kurtuluş Savaşımızı, halklarımızı, kültürlerimizi, işçimizi, köylümüzü, yoksulluğu ve ağalara ve patronlara İSYANI en güzel kelimelerle anlatan ve her zaman halkın sanatçısı olmuş Yaşar Kemal’in kalemi toprağa düştü bugün. Ama ölmezler halklarına bu kadar âşık olan, onların yüreğine böylesi bir sevgiyle seslenen, yazdıkları nesir de olsa gerçekte şiir olanlar… Ölmezler en verimli toprak olan halkların gönlüne sevgi tohumları ekenler, yüreğimize gömülenler… Halklar onların toprağa gömülüp yok olmasına izin vermezler, onları yüreklerinde sonsuza kadar yaşatırlar. İşte Yaşar Kemal o insanlardan biridir. O tüm dünya halklarının gönlünde yaşayacaktır. Çünkü kendisinin de dediği gibi “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.” 28.02.2015 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Başyazı İhanetlerinizden ve vurgunlarınızdan dolayı mutlaka yargılanacaksınız Şu matematiksel kesinlikte bir gerçektir ki: Sen ve ekibin ABD’nin BOP Projesi’ni hayata geçirmede ve Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmede taşeron olarak kullanılmak için efendileriniz tarafından devşirildiniz, bir araya getirildiniz, partileştirildiniz ve 12 yıldan bu yana da Türkiye’nin tepesinde tutulmaktasınız! M eselenin bu olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmıştır. Türkiye bugün Yeni Sevr’in eşiğindedir artık. Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’mızın ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti can çekişir haldedir. Onun yerine şu “Paralel Devletler” geçmiştir artık: 1- Tayyipgiller’in Paralel Devleti. Onlar buna “Yeni Türkiye”, diyorlar, bilindiği gibi. 8’de 2 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Abdullah Bin Mübarek, 700’lü yıllardaki sözünden beraat etti “Bu davada asıl yargılanan Abdullah Bin Mübarek’tir. Abdullah Bin Mübarek 736 yılında Merv’de doğdu. Dünya ve dünyalığa rağbet etmezdi. Merv’de ticaretle uğraşır kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. Sözü senetti. Böyle bir insanın sözüne karşı Recep Tayyip Erdoğan’ın müdahale talebinde bulunması halkımız ve ülkemiz için içler acısı bir durumdur. Burada yargılanan Hz. Muhammed’in din anlayışıdır.” B ilindiği gibi Halkın Kurtuluş Partisi bu ülkede hiçbir muhalefet partisinin yapmadığını yapmakta ve en büyük işleri halkımızı “Allah’la Aldatmak” olan Tayyipgiller’in ve tüm sömürücülerin işledikleri suçlarla ilgili suç duyurularında bulunmakta, soruşturmaları ve davaları takip etmekte, gerekli itirazlarda bulunmakta vb. birçok yolla bu suç çetesi ile mücadele etmektedir. Tape’lerden hatırlanacaktır ki, bu din bezirgânları hırsızlık yaparken bile “inşallah maşallah”ı, “Allah’a emanet ol”u ağızlarından düşürmüyor, Allah’ı hırsızlıklarına alet ederek, “Bakara/makara” diyerek halkımızın kutsal değerlerine en büyük aşağılamayı yapıyorlardı. Ancak tüm bu suç duyurularına kayıtsız kalan yargı, Tayyipgiller’in hukuk bürosu gibi çalışarak bunları kulak ardı etmekte, kovuşturmaya yer olmadığına karar vermekte fakat onlara karşı en ufak bir tepkiyi ise cezalandırmaktadır. Yıllardır halkımızın temiz dini inancını sömürerek din tüccarlığının alasını yapanlar cezalandırılmazken buna karşı çıkanlar hem de 700’lü yıllarda söylenen bir söz üzerinden yargılandılar. 08.02.2014 tarihinde yerel seçimler dolayısıyla, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin Kartal’da düzenlediği mitingde konuşma yaparken, Halkın Kurtuluş Partisi Kartal İlçe Örgütü’nün pencere camına “İNSANLARIN EN ALÇAĞI DİN KİSVESİ ALTINDA DÜNYA MENFAATİ SAĞLAYANDIR. Abdullah Bin Mübarek” yazılı pankart asılıp, anlaşılamayan sloganlar attıkları ve böylece Başbakan’a hakaret suçunu işledikleri kanısıyla”, ilçe yöneticisi 4 arkadaşımıza kamu davası açılmıştı. Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları ise suçtan zarar gördükleri iddiası ile Kartal 60. Asliye Ceza Mahkemesine başvurarak davaya katılma talebinde bulunmuşlardı. Davanın ilk duruşması 23.09.2014 tarihinde görülmüş Recep Tayyip Erdoğan’ın katılma talebi mahkemece kabul edilmişti. O duruşmada HKP Kartal İlçe Başkanı ve yöneticileri ifade vermişler, ifadelerinde bu pankartın Parti binasında 1 yıldır asılı olduğunu ve pankartın içeriğine aynen katıldıklarını beyan etmişlerdi. Kurtuluş Partili Hukukçular yaptıkları savunmalarla aslında yargılayanları yargılamışlardı. Savunmalar özetle şöyleydi: “Abdullah Bin Mübarek 700’lü yıllarda yaşadığı halde 1300 yıl sonra Türkiye’de yargılanıyor. Bu söze kim itiraz edebilir? Katılanlar acaba Mahkemenin Abdullah Bin Mübarek’e de tebligat çıkartmasını talep etti mi? “(…) Pankartın içeriği kanunda öngörülen kutsal değerlere birebir atıf yapmamaktadır. Bu eleştiri içerikli pankart dini siyasal çalışmalarına alet edenlere ve bu yolla da servetlerini kat kat büyütenleri eleştirme amaçlıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla Müslüman olduğunu düşündüğümüz Tayyip Erdoğan’ın inandığı İslam dinine göre kul hakkı yemenin, fitre ve zekât vermemenin, israfın günah ve haram sayılan fiiller olduğu bilinmektedir. Bu kapsamda Abdullah Bin Mübarek’in sözü suç konusu yapılamaz. “Bu davada asıl yargılanan Abdullah Bin Mübarek’tir. Abdullah Bin Mübarek 736 yılında Merv’de doğdu. Dünya ve dünyalığa rağbet etmezdi. Merv’de ticaretle uğraşır kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. Sözü senetti. Böyle bir insanın sözüne karşı Recep Tayyip Erdoğan’ın müdahale talebinde bulunması halkımız ve ülkemiz için içler acısı bir durumdur. “Burada yargılanan Hz. Muhammed’in din anlayışıdır. “Sanıkların 1300 yıl önce bir İslam âliminin sözünden dolayı yargılandıklarını ve bu sözün doğruluğu tarihsel bakımdan hiçbir tereddüt duymadığımız gibi hukuksal olarak ifade edilmesinde de hiçbir yasaya aykırılık görmemekteyiz. AKP’lilerin şikâyeti üzerine kolluk harekete geçmiştir. Bu yaklaşımla ülkede hiçbir siyasi parti hiçbir propaganda yapamaz” “Burada HKP siyasi parti faaliyeti nedeniyle yargılanmaktadır. Dinlenen tanık ifadelerinden HKP’nin bu faaliyetinin iktidar partisi tarafından beğenilmediği ve ona göre işlem yapıldığı görülmektedir. Burada mağdur olan siyasi faaliyetleri engellenen parti üyeleridir. “Abdullah Bin Mübarek’in bu sözü bir boy aynasıdır. Biz ve müvekkillerimiz neden bu sözden rahatsız olmuyoruz. Çünkü “din kisvesi altında dünya menfaati” sağlamıyoruz. Müvekkiller “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir” diyerek 17 yaşında Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda savaşmış Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıdır. Bu tür davalarla HKP yıldırılamaz.” Duruşma 12 Şubat 2015’e ertelenmişti. 12 Şubat günü görülen davada Kurtuluş Partili Hukukçular suçlamayı kabul etmediklerine dair önceki beyanlarını tekrar ederek müvekkillerinin beraatlarını talep etti. Mahkeme, sanık avukatlarının açılan pankart içeriğinin dini bir düşünürün sözü olduğu ve müşteki Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik bir ibare ve yazı olmadığı ve pankartın buraya olay tarihinden çok önce asıldığı gerekçesi ile tüm sanıklar için ayrı ayrı BERAAT kararı verdi. Yargılayanların yargılanan olduğu bu dava da Tarih sayfasındaki yerini aldı. Tayyipgiller ne kadar susturmaya çalışırlarsa çalışsınlar Halkın Kurtuluş Partisi susmadı, susmayacak! Gerçekleri haykırmaya devam edecektir! 12.02.2015 T aile, dinleyiciler ve avukatlar; duruşma başlamadan önce beş dakika mahkemeye sırtını dönerek yaşanan bu engellemeleri ve hukuksuzlukları protesto ettiler. HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak da duruşmayı takip eden avukatlar arasındaydı. Mahkeme heyeti ilk duruşmada ailenin reddi hâkim talebinde bulunarak heyetin değiştirilmesini istemesine sebep olan hukuksuz ve keyfi davranışlarını sürdürdü. Avu- H alkın Kurtuluş Partisi, Çanakkale Valiliği tarafından, Çanakkale Zaferi’nin 100’üncü yılı kutlamalarının yasaklanması kararının iptali için başvuruda bulundu. Ardından Çanakkale Adliyesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Ardından “AB-D Emperyalizminin Uşağı Ortaçağcılar; Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı Kutlamalarını Halka Yasaklayamaz” yazılı bir ozalit, “Çanakkale Zaferi Tüm Mazlum Ulusların Emperyalizme Karşı İlk Zaferidir” yazılı dövizler ve flamalarla Çanakkale İdare Mahkemesi önüne yürüyüş yapıldı. Yürüyüş boyunca “Çanakkale Geçilmez, Geçilmeyecek”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganları atıldı. Çanakkale İdare Mahkemesine yürütmenin durdurulması için dava açıldı. HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak’ın Çanakkale Adliyesi önünde yaptığı basın açıklamasının metni: AB-D Emperyalizminin işbirlikçisi Ortaçağcılar; Çanakkale Zaferi’nin 100’üncü yıldönümü kutlamalarını halka yasaklayamazlar Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Valiliğinin 31.12.2014 tarihli bir genelgesi ortaya çıktı. Bu genelge ile Valilik; Çanakkale Savaşları’nın 100’üncü yıldönümünde; 18 Mart ve 24-25 Nisan 2015 günlerinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu Gelibolu Yarımadası’nın ziyaretçilere kapatılacağını açıklamakta. Çanakkale Valiliği; yaptığı rezaletin farkında olacak ki, yazının girişinde Ça- “25 Nisan 2015 günü ise tören yapılacak bölgelere ziyaretçiler alınmayacağı açıklanmaktadır. Böylece yasak bölge büyütülmektedir. Neymiş; T. Erdoğan’ın ev sahipliğinde yapılacak törenlere yurtdışından gelecek konuk sayısında artış olacakmış.. İyi de törenlere yurtdışından binlerce-on binlerce insan mı geliyor ki? Bundan önceki yıllarda da dışarıdan törenlere gelenler oluyordu. Halkımız da Çanakkale Zaferi’ni akın akın kutluyordu. Peki, bu yıl niçin yasaklıyorsunuz? Çünkü sizler; Halktan korkuyorsunuz. Çünkü sizler; aslında Çanakkale Zaferi’ne düşmansınız. Bu zafer kutlamaları sayesinde, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Emekçi Halklarımızın bilincinde canlanmasını istemiyorsunuz. Dahası sizler, Çanakkale Zaferi’nin Kahraman Komutanı Mustafa Kemal’e ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’e de karşısınız. Çünkü siz; Vahdettin’lerin, Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin torunlarısınız. Davet ettiğiniz “konuk”ların büyük çoğunluğu, 1915’de Çanakkale önlerine gelen ve Boğazı geçebilselerdi İstanbul’u dolayısıyla tüm ülkemizi işgal etmek isteyen Batılı Emperyalistlerin temsilcileridir. Oysa Çanakkale Zaferi; Mazlum Ulusların Emperyalistlere Karşı İlk Zaferidir. Bu nedenle Çanakkale Zaferi Kutlamalarını Halka yasaklayamazsınız. Bu “yasağı” tanımıyoruz. Bilindiği gibi Partimiz, yıllardan beri her yıl 18 Mart’larda Çanakkale’de Alternatif Kutlamalar düzenlemektedir. Çanakkale Zaferi’ni; “mezarlarından kalkıp gelen evliyaların kazandığı” yalanını yayan Ortaçağcı gericilere karşı, zaferin sınıfsal, askeri ve tarihsel özelliklerini, Mazlum Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır! Halkız Haklıyız Kazanacağız! Kurtuluş Partili Hukukçular Abdullah Cömert duruşmasına yine hukuksuzluk hâkim aksim Gezi İsyanı sırasında Hatay’da polis A. K. tarafından başından gaz kapsülüyle vurularak katledilen Abdullah Cömert’in ikinci duruşması 3 Şubat tarihinde Balıkesir Adliyesi’nde görüldü. Ailelerin ve avukatların duruşma salonuna girmesi engellenmek istenince daha mahkeme başlamadan gerginlik başladı. Yoğun bir mücadele sonunda duruşmaya giren Çanakkale yasağına karşı HKP harekete geçti katların, olay Hatay’da geçmesine rağmen mahkemenin Balıkesir’e alınmasına, sanığın ise Mersin’den SEGBİS (Sesli ve Görüntülü Bilişim Sistemi) yöntemiyle sorgulanmasına yapılan itirazları da kabul edilmedi. Bunun üzerine mahkeme heyeti protesto edildi. Duruşma boyunca avukatlar ve heyet arasındaki tartışmalar sürdü. Mahkemece dava dosyasının Dizi Pusulasına bağlanmaması nedeniyle, Abdocan’ın katilinin çapraz sorgusunda sorunlar yaşandı. Bu nedenle çapraz sorgu ilerleyemeyince, avukatların da istemi doğrultusunda mahkemece dosyanın dizi pusulasına bağlanması için duruşmaya ara verildi. Bir sonraki duruşma 1 Nisan 2015 tarihine ertelendi. Ancak duruşmanın bitmemesi halinde aralıksız devam etmesine karar verildi. Adliye önünde sabah saatlerinden itibaren duruşmayı takip etmek, Gezi Şehitlerinden Abdullah Cömert’e sahip çıkıp ailesini yalnız bırakmamak için toplanıldı. Partimiz de sabahın erken saatlerinden akşam duruşma bitimine kadar Balıkesir Adliyesi önünde Abdocan’a sahip çıkan ve ailesine destek verenler arasındaydı. Gün boyu sürekli olarak; “Abdullah Cömert Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek”, “Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak” sloganları atıldı. Ege Bölgesi’nden Kurtuluş Partililer nakkale Zaferine “övgü”ler düzmekte. “Çanakkale Savaşları’nın 100. Yıldönümü ilimizde büyük coşku ili kutlanacaktır.” demekte. Ancak hemen altında ise; Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve Valilikin koordinasyonunda hazırlanan tören programları çerçevesinde; “18 Mart 2015 tarihinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu bölgenin ziyaretlere kapatılacağı, “24 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanı bölgesi halkın ziyaretine kapatılacağı, Halkların Batılı Emperyalistler karşısındaki destansı direnişlerini anlattık Halkımıza… Bu yıl da anlatacağız. Halkın Kurtuluş Partisi; geçmişte nasıl Çanakkale’ye gitmişse bu yıl da aynı şekilde 18 Mart’ta Çanakkale Zaferini Kutlamaya gidecektir. Yasaklamalar, engeller bizleri yolumuzda döndüremeyecektir. Varsın bundan gayrısını halkından korkanlar düşünsün. 05.02.2015 HKP Genel Merkezi Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! İsmet Demir (1925-16.03.1979) Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Süreli 43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 Faruh Sur (1942-14.03.1999) Sıtkı Şaplak (1949-16.03.1990) web: www.kurtulusyolu.org e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz 3 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Kadın Sosyal “Sınıfımız” Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Piramidi lu şöyle bir levha gözlerimiz önüne dikilir: Başka ülkelerde bu çeşit sömürü ilişkilerinin hiyerarşisi ayrı konudur. Türkiye Sosyal yapısı ve Politikası üzerine elle tutulur fikir edinmek ve şaşırmadan yönelmek istenildi mi, yalınkat Proletarya-Burjuvazi ayrımı yanında, yukarıdaki tabloyu hiç gözden kaçırmamak büyük önem taşır. Türkiye’nin özel sosyal ve politik yapısında Köy-Kasaba-Şehir ayrımı basit bir mekanizma değildir. O üç sosyal piramit katı tam diyalektik bir tükenmez karşılıklı etki-tepki ilişki ve çelişkisi içinde bulunur. Her kat, bir yandan birbiriyle etle tırnak olmuş ayrılmazlık içindedir. Öte yanda, (Fizik dilinde “hermetiquement clos”: zerre sızdırmazca kapalı, deyimine uygunca) birbirine karşı kapalı, yabancı, hatta bir hayli düşman bulunur. Bizde Kadın Probleminin Yozlaştırıcılığı B atı’da, yani ileri kapitalist ülkelerde, Sosyal Sınıf çelişmeleri ve çekişmeleri, aşağı yukarı iki yalın kata bölünmüştür. Onu her çocuk kolayca ezberleyebilir: 1- İşçi Sınıfı, 2- İşveren Sınıfı... Bizde Sosyal Piramit başlıca üç katlı bir Bâbil Kulesi’dir. Sosyal katlardan her biri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sunturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz: 1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası, diyebiliriz. 2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi’dir. Orta dünyamız Antika Tefeci-Bezirgân dünyası olarak adlandırılabilir. 3- Alt kat: Köyler Türkiyesi’dir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi Dünyası sayılabilir. Tekrar edelim: Bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi Konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrı’dırlar, hem birbirleriyle aynı yerde bulunurlar. Bu 3 sosyal katın üst üste yığılı lânetlenmiş yomsuz piramidi göz önünde tutulmadıkça ve piramit içindeki her katın ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye’nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz. Sosyal 3 Katın Karakteristiği Her katın ayrı ayrı: 1- Özel Ekonomi temeli, 2- Özel Üst ve Alt sınıfları, 3- Özel birer Sömürge halkı... vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlendirmedikçe, çevremizin somut kör dövüşünü içyüzü ile anlayamayız. En Altta: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisi’dir. Bu ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri’dir; alt sınıfı ne denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için “sınıf” adını alabilecek ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı’dır. Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge Halkı, bütünüyle Köy Kadını’dır. Türkiye’de azıcık yaşadığını Hikmet Kıvılcımlı düşünebilen hiç kimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz. Ortada: Taşramızın Kasabalılık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci-Bezirgân ekonomidir. Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu Bezirgânlar ve onların derebeyleşmiş “Ayan”, “Eşraf”, “Agavat”, “Hanedan” adlı elemanlarıdır. Kasabalılığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye’mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm kadın-erkek Köylülüktür. En Üstte: Modern merkezleşmeli Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle “Modern” adı verilebilecek olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında Finans-Kapitalizm biçimiyle ağır basar. Bu ekonomi temelinde egemen üst sınıf, Meşrutiyet ve Cumhuriyet çağlarına göre değişir: Meşrutiyet çağında: Yerli Komprador Burjuvazi ile yabancı Finans-Kapitalistler egemen sınıftır. Cumhuriyet çağında: tahakküm, Kompradorların yerine yerli Finans-Kapitalist zümresinin tekeline geçer ve bu tahakküm, yabancı Finans-Kapitalle ortaklaşa ayarlanıp yürütülür. Mahkûm alt sınıf her çağ için daima Modern İşçi Sınıfı olur. Büyük şehir bankalarının, kumpanyalarının, kodaman sanayici, tüccar ve büyük emlak ve toprak sahiplerinin iç sömürgeleri: genellikle bütün Türkiye Halkı’dır, özellikle tüm kasabalısı-köylüsü hep birden Taşra’larımızdır. Sosyal Yapımız Yukarıdaki kısa açıklamamızın ne bir şema, ne bir abartma olmadığını içimizde yaşayanlar iyi bilirler. Ekonomik, Sosyal, Politik alanlarımızı mahşer yerine çeviren karamboller ancak o gerçekliğimiz açısından açıklanabilir. Bu somut realite ayrı bir önem taşır. Onun için Batı’da sosyal sınıflar üzerine yapılmış genel tanımlamalar, genel olarak elbet Türkiye için de bütünü ile yürürlüktedir. Ancak, o genel gerçeklik ışığı altında Türkiye’nin özelliğini gözden yitirmemek zorundayız. O zaman, sosyal yapı bakımından, bütün Türkiye haritasını, coğrafyası ve insanı ile kaplamış üç sütun- Türkiye’nin öteki Sosyal ilişki ve çelişkilerine girebilmek için ve girmeden önce, başlı başına bir alt mahkûm Sosyal Sınıf durumunda olan en büyük mazlum sınıfımız, en büyük sömürülen sınıfımız: Kadın yığınımız üzerinde çok durulmalıdır. Sosyal Stratejimizin hem en sonuncu, hem en birinci gelen katı: Kadın-Erkek Sınıflaşmasıdır. Bu sınıflaşmanın en açık ve keskin olanı Köy katında görünür. Ama gerçekte Kadının ezilen-soyulan bir mahkûm alt sınıf oluşu, Türkiye Toplumunun Köy-Kasaba-Şehir: bütün katlarında en yaygın bir sosyal ve orijinal trajedimizdir. O sosyal sınıf trajedimiz üzerinde birkaç tarihçil kesit yapıp, aydınlığa kavuşmadıkça, öteki ne Modern Üst Sosyal katımızı, ne Ortaçağ artığı Orta Sosyal katımızı derinliğine kavramak olağanlaşamaz. Düşünce ve davranışlarımızda, boyuna takıldığımız bir boşluk ve eksik kalır. Bütün sosyal yapımızı, bütün sosyal katlarımızı, bütün sosyal ilişkilerimizi iliklerine dek zehirleyen, soysuzlaştıran hep o boşluğun gizlediği acı gerçekliktir. Her insanımızla birlikte kadınımızın da değil yalnız yaşantısını, bütünü ile insanlığını, hele bütünüyle mutluluğunu kankıranlaştıran en ağır karmaşık ufunetlerimiz5: Kadın-Erkek Sınıflaşmasının yarattığı Kölelik durumundan ve tutumundan ve psikolojisinden kaynak alır. O nedenle, öteki Modern Çağ Sosyal Sınıflaşması ve Ortaçağ kalıntısı Sosyal Sınıf ilişki ve çelişkisi konusundan önce, büsbütün ayrı ve ayrıcalı bir önceliği, kadın konusuna vermemezlik edemeyiz. Çünkü Kadın-Erkek Sınıflaşması: bir vuruşta, milletimizin yarısını hem sömürge mahkûm sınıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna sokuyor, hem Topluma ve İnsanlığa yabancılaştırıp yitiriyor, yok ediyor. 24 Ekim 1965 günü Türkiye’nin 31 milyon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bunun 15 milyon 445 bin 439 kişisi, kadın adlı Toplumca her şeysi örtbas edilen Alt mahkûm sınıf insanımızdır... Yarısı yadlaşmış, altlaşmış, var iken yok edilmiş bir milletten hayır gelir mi? Dün olduğu gibi, bugün de Türkiye’nin bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel vb... problemlerini daha doğmadan boğan, bütün insancıl ilişkilerini son derece yozlaştıran, soysuzlaştıran birinci sakatlığımız burada toplanıyor. Ana-Kadın’ın Tarih ve Toplumdışı bırakılmasından doğan dilsiz trajedi, dönüp dolaşıyor, Türkiye’nin, topal eşekle bile Kervana katılamayan Uygarlıkdışı kalış dramına karıyor. Onu kavramadıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık gezemiyoruz. İster Modern İşçi-İşveren ilişkilerimiz olsun, ister Ortaçağcıl Tefeci-Bezirgân ve Köylülük ilişkilerimiz olsun, bütün sosyal yapımızın özünde: Kadın-Erkek sınıflaşmamız yüzünden içinden çıkılmaz duruma düşmüşüzdür. Hepsinden korkunç yanı ise, bu düşüklüğümüz ve çarpıklığımızın gübresi içine boylu boyumuzca yatıp problemin dehşetini bir türlü milletçe kavrayamayışımızdır. Bir yol da onu kavrayamadık mı: “Yak çubuğunu keyfine bak” esrarkeşliği içinde, Amerikan zencisinin isyanı kadar olsun toptan mahkûm köleliğimizden silkinememişizdir. Olimpiyatlara “erkek” koçlardan baş “pehlivanlar” süreriz. Uluslararası: Bilim, Teknik, Kültür, Toplum, Politika vb... yaratıcılığında “dokunulmaz” paryalık durumumuza boyun eğeriz. Ve düştüğümüz uçurumu biraz daha derinleştirmek isterce, gene kadını biraz daha köleleştirmekle dinlendirmeye çabalarız. Çünkü madde moral yükünü kadına çullandırmakta bir “üstün erkeklik” şanı sayarız. Erkekler arası her haltı, her kaltabanlığı6 sineye çekmekten sıkılmayız. “Bizbize”yiz, “erkek erkeğe” ne utanacak? Acısı nasıl olsa elsiz, dilsiz, belsiz kadından çıkarılmayacak mı? Tarlamızda, İşyerimizde, Evimizde, Okulumuzda, Kışlamızda, Devletimizde, Kültürümüzde hatta Dinimizde ve İnsanlığımızda bütün sonuçlu ülkücülüklerimizi yarım, piç bırakıp çürüten, bozan baş illetimiz orada koygunlaşır [yoğunlaşır]: Kadın-Erkek ilişkilerimiz, bir Sosyal Sınıf çelişkisi kertesinde ortalığımızı kasıp kavurarak katmerlenir. Bizde cinsiyet savaşının Sınıflar savaşı kılığında çıbanlaşması, kadın-erkek her insanımızı bilinçlice yiğit sosyal düşünce ve davranışta yaya bırakır. Bu gerçekliği göze batırmak için, Türkiye’nin başlıca iki hareketli çağından yapılacak birer basit kesitle örnekleyelim. Gericiliğin Kadını Sömürüşü Türkiye’de olanlar, belki Dünyanın hiçbir yerinde demeyelim isterseniz ama, pek az yerinde görülür. Halkı sömürüp ezen gerici sınıflar, ezip soydukları alt sınıfları her yerde aldatarak yönetirler. Ama, hiçbir yerde bu aldatış, bizdeki kadar hep en utanmazca ve hayvanca gerekçelerle Kadın öne sürülerek yapılamaz. Türkiye’de, alt sınıfların herhangi bağımsız bir düşünce ve davranışı daha ilk adımını atmaya görsün… Gericiler o saat, Kadının saçlarını ellerine dolayıp, halkın karşısına, daha doğrusu vicdanına, ruhuna kazık gibi dikilirler. Çalışan insanımızın ruhça, maddece sömürülmekten kurtulmaya doğru yönelmeyi denemesini felce uğratmak için kadını zehir gibi kullanırlar. Sömürenler, Dünyanın hiçbir yerinde gericiliklerini mahkûm kadın sınıfı’nın durumu ile maskeleyerek bizdeki kadar utanmazca ve hinoğluhince Kadın adlı ırz ve namus demagojisinden en namussuzca yararlanmayı beceremezler. Örnek mi aradınız? Tümenle, her gün, her yerimizi sarmış türlü türlü örnekler sonsuzdur. O alçak demagojinin Tarih sayfalarına geçmiş bir klasik ve bulantı veren, kusturucu açık biçimini “Hürriyet Devrimi” çevresinde buluruz. Egemen Üst Gerici Sınıflar -bugün Sosyalizm için yaptıkları gibi- “Hürriyet Nedir?” diye soranlara, sistemlice şu tanımlamayı yapmışlardır: “ -Hürriyet, herkesin karısını birbirine peşkeş çekme serbestliğidir! Koca, akşam işinden evine gelip şapkasını kapısı ardına takarken, orada başka bir erkek şapkası görürse, zamparayı içerde kadınla başbaşa bırakmak üzere, kendi şapkasını başına geçirir ve kapıdan dışarıya geldiği gibi çıkıp gider!” Gerici demagoji Abdülhamit istibdadı zamanı Meşrutiyet için, Meşrutiyet zamanı Hürriyet için, Cumhuriyet zamanı Demokrasi için, en sonra Sosyalizm için bıkmadan, usanmadan yalnız bu temayı işlemiştir. Geniş halk yığınları içine hep o “Avrat elden gidiyor!” fobisini umacılaştırmıştır. “Volkan”lı Derviş Meşrutiyet’in ilk yılı soyguncu gericilik “Derviş” kılığına girmiştir. Yarı kaçık, yarıdan aşırı pompa ile şişirilerek şımartılmış “Derviş Vahdetî” adlı birisi ansızın türer. Şimdi camii duvarına siyen [işeyen] benzeri itler gibi, ele alınmayacak her satırı birkaç kez satılmış bir paçavra kağıdı Gazete çıkarmaya girişir: “Volkan!”. Artık “Hürriyet” var ya... kim engel olabilir meczup derviş adama? Derviş Vahdetî kimdir? Soran bile çıkmaz. Türkiye’nin Sermaye Ortaçağı dün Tefeci-Bezirgân ve Komprador, bugün Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân her geriliğe yatkın, bulanık suda balık avlayıcıdır. Her zamanki gibi, güvendiği kökü dışarıda iken, kazığı içeride halkın bağrında burgulanan sinsi bir zorbalıktır. Onun halkı intihar keşi yapmak ve öylece kendi alçakça soygun arabasına afyon yutturulmuş beygirler gibi bağlamak için kullandığı esrar-haşiş: İrtica’dır, gericiliktir. Gericilikte en başarılı aygıt tipi, binbir Saltanat soysuzluğu günlerinde İslamlığın Hulefâ-i Râşidîn geleneğini çamura boğmakta parayla, çıkarla uzman yetiştirilmiş “sofu” görünüşlü yobaz softa, sözüm ona “Din adamı”dır. İslamlık 14 yüzyıllık Tarih ötesinde kurulmamış mıdır? Muhammed Dini, kendi çağı için yeryüzünün en devrimci, en ihtilalci hareketidir. Ama Tarihin önüne geçilmez çarkları altında ezilerek geri kaldığı için, her İstibdat, hele Finans-Kapital Zorbalığı, İslamlığı bir “Gericilik” mekanizması gibi gösterip kullanmayı pek becerir. Ve Müslüman kılığı sayılan Softa ve Derviş biçimliler, “Gericiliğin” anadan doğma sözcüsü ve yetkilisi durumuna kolayca getirilebilirler. Derviş Vahdetî, öylesi softalardandır. İslamlığın kutsal ihtilalciliği ile en ufak ilişki bilmez. Tam tersine, Müslümanlığın Hulefâ-i Râşidîn çağında bıraktırılmış bütün devrimci prensiplerini ve geleneklerini tersine çevirmenin usta demagogudur. Muhammed’in ruhaniyetini derebeyvari karşıdevrimciliğe alet eden uluslararası Finans-Kapitalin sistemlice yetiştirilmiş kurnaz uşağıdır. Finans-Kapital, o seçme provokatör ajanlık rolünü iyi becerebilmesi için, Derviş Vahdetî itini, Türkiye fukarası biçiminde, kendinden geçmiş, deli deryalı bir baldırı çıplak maskesi altında ortaya atar. Tıpkı “Said-i Nursî” gibi, Vahdetî’nin başına bir “Şıh”lık yuları takıp gezdirir. “Nur” saçan bir ahir zaman Peygamberi çalımında “seçim” bölgelerinde “oy davarları” içine son sistem, son model Amerikan arabasıyla kapılıp koyverilen “Şeyh Said-i Nursî” gibi, Derviş Vahdetî de, Din, Ahlâk, Tanrı adına ağzından “Vol-kan”lar saçar. İçyüzünü bilmeyen herkes, onu görünce, Devlet otoritelerine metelik vermeyen Kıyamet alameti bir Evliya ile karşılaşıldığını sanıp ürperir! Açlık Anıları Derviş Vahdetî, kendi elyazısı ile kendisini zamanın Hakan’ına (Abdülhamit’e) şöyle tanıtır: “Babam, pabuççu esnafından, Kıbrıslı Mahmut Ağa. Babam bütün gün çalışır. Ufak bir evcikte, hepimiz yorgan altında kışın titrerdik. Bir sıcak çorba bile içemezdik.” Ve bu açlıktan nefesi kokmuş, müflis esnaf tohumu zibidi, Osmanlı İmparatorluğu’nun astığı astık, kestiği kestik yetkiler yaşamış son müstebiti “Kızıl Sultan”a, kökünü anlatır anlatmaz, arsız arsız sırıtarak, senli benli soruyor: “- Gördün mü hayat nedir?” İşte Finans-Kapitalin sömürgeci eli böylesi aç köpeklerin üstünde duruyor. O kursağı “kışın sıcak bir çorba” hasreti çeken zavallı küçükburjuva bile değil, onun süprüntülüğe [çöplüğe atılmış] döküntüsü kadar, fakir Türkiye Halkını duygulandıracak, can evinden vurmayı bilecek başka kim bulunabilir? Ondan daha aşağılık, daha ezik, bitik, soyuk, yenik, çaresiz yarısömürge paryası olamaz. Batı kapitalizminin en kahredici rekabetiyle Şark topraklarını doldurduğu acıklı, satılık esnaf yoksulluğunun eşantiyonudur Vahdetî. Sömürge yaşantısının kaynar katran kazanı içinden fışkırmış aç Vahdetî ne yapacaktır? Arttıranın üstünde kalmak için bütün çökkün Küçükburjuva yavruları gibi, çıktığı kabuğu inkâr etmekten başka çıkar yol bulamayacaktır. 4 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Esnaflığı inkârın yolu: çırak olmaktansa, okula gitmektir. Vahdetî “Harika Çocuk”tur. 4 yaşında okula başlar. Başlar da ne okur Osmanlı sömürgesinde? Emperyalizmin her sömürgede bol bol açtırdığı “Kur’an Kursları”nda Kelam-ı Kadim okur. Vahdetî, 6 yaşında Kur’an-ı Kerim’i hatmeder. (Bir yol baştanbaşa okur.) Vahdetî, 14 yaşında Kur’an’ı ezberlemiş, “Hafız olmuştur” bile... İngiliz Intelligence’ına İt Seçiş Kıbrıs, İngiliz Emperyalizminin Hint yolunu gözetleyen batmaz zırhlısı. İngiliz casus teşkilatı, Intelligence Service, el altından devşirme arayıp koltuğu altında yetiştirir. Finans-Kapitalin çöplüğünde geçindirilip kullanılacak köksüz, yoluk insandan bol ne vardır? Emperyalizm o tümen tümen baldırı çıplak başıbozuklar içinden, böyle en “Harika” olanlarını ayırt eder. Seçtiklerini, kendi özel tezgâhından geçirerek, her utanç duvarının ötesine aşırtmanın yolunu yordamını parayla bulur. Kışın ana, baba, beş altı kardeş tek yorganın altında titreşmiş Vahdetî için, İngiliz ajanlığı: “Devlet Kuşu”nun başına konmasıdır. Vahdetî, İngiliz aslanının gölgesi altında, habezan7 çevresine ve sarsılmış Ulu Hakan’a nasıl etki yapacağını öğrenmiştir. Gördüğü ve sürdüğü saltanatı övünerek şöyle açıklamaktan çekinmez: “Kraliçe adına verilen balolarda, redingotla, eldivenli bir adam olarak göründüm” der. Daha ne söylesin? Artık “ufak evceğiz” zindanının kabuğu kırılmış, Vahdetî’ye Emperyalist sarayların kapıları açılmıştır. Çünkü, İngiliz Intelligence Service’i ona: “Yürü, ya kulum!” demiştir. Yoksulluk Cehenneminden, Balolar Cennetine Redingotlu eldivenle giren Vahdetî, ajanlık stajını çabuk bitirir. Ansızın Kıbrıs’tan kalkar (kaldırılır) İstanbul’a gelir (getirilir). “Binbir kocadan kızoğlan kız olarak dul kalmış” İstanbul’da, önce İngiliz memurluğu yaparak, Intelligence uzmanlığını bütünler. Oradan, besbelli (bugünkü “Amerikan Dostu” gibi) “İngiliz Muhibbi” geçinenlerin görünmez elleriyle, hiç basamaksız (Gökten İngiliz Intelligence zembili ile) Türkiye Intelligence’ı (Hafiye Örgütü) içine indirilir, yahut çıkarılır. Zamanın İçişleri Bakanı Memduh Paşa’ya kapılanır. Bir yandan -işsizler Türkiye’sinde başka adam kalmamış gibi- Göçmenler Komisyonu’na memur edilir. (İmparatorluğun haşır neşir oluş zembereklerini izler.) Öte yandan -softa kıtlığına kıran girmişçePaşa’nın yalısına Vahdetî “imam” yapılır. (Bütün gizli servislerin subaşını keser.) İtin İngiliz Yapısı Kahramanlığı Düşmanları” gibi, göğsünü kabartarak, zulme kurban gitmiş son sistem kahraman pozunda kollarını sallayarak İstanbul’a döner. Böylesi bir adamın bedeni muayene edilmiş midir? Bilmiyoruz. Yaptıklarıyla açıklanan bütün ruhu: herhangi Galata genelevinde etini parayla satan “Kötü kadın”dan farklı mıdır? Galata orospucuğu hiç değilse utanır. Göze çarpmamaya çalışır. “Derviş” abasını uydurarak sırtına geçiren Vahdetî’nin utanabilmesi için, belki Intelligence Service’ten emir alması bile yetmez. Neden utanmaz? Çünkü nüfus kütüğünde “Erkek” yazılıdır. Türkiye’mizin üstün cinsiyet sınıfı’ndandır. Ülke böyle imtiyazlı doğmuş “Erkek”lerle doludur. Onların bütün “Namus”ları belden yukarıya çıkamaz. Belden aşağıdaki “Namus” ise yalnız kadınlarda yoklanır. Utanılacak ne var ki? Elle gelen düğün bayram. Madem “Erkek”iz: bir şeycikten utanmayız. Kadın olsaydı, Vahdetî’yi gören yüzüne tükürürdü. Vahdetî “Erkek” sayıldığı için, Politika sahnemizde “mutlak çoğunluğu teşkil” eden nice benzerleri gibi, göbek atmaya fırlayıverdi. Türkiye, Hürriyetle iktidara çıkan Komprador vurgunu yüzünden, İrticanın mumla arandığı, gericiliğin afili afili kol gezdiği, sözde din çengiliği ile göbek attığı ortamın en elverişli çağlarından birisini daha yaşamaktadır. “Meşrutiyet” tragedyasında da “Hürriyet”, gene “Kadın” kılığına sokulduğu zerre [bile] yararlanmamıştır. Umutlanıp kıpırdayan körpe İşçi Sınıfı, en hayvanca baskılarla ezilip susturulmuştur. Aldatılan susmuş, tiksinmiş, küsmüş yığınlar önünde Meşrutiyet özgürlüğü: davul zurnalı bir karnaval alayı gibi gelmiş geçmiştir. Çalışan fakir fukara insanlarımızın ne madde yaşantılarında, ne ruh evrenlerinde en ufak bir olumlu değişiklik izine “müsaade” edilmemiştir. “Yaşasın Hürriyet”. Kimmiş o? “Adalet”, “Müsavat”, “Uhuvvet”9 gibi hep Arapça dişi anlamlı bir “kadın” sembolü. Demek kadınlar sokağa mı dökülecek?.. Dehşet! Sonraları, Efendi-Ağa’larımızın “komünist” diyeceklerine yakıştıracakları “Avrat” hikâyesi: bütün “Mektepli” Subaylara, devrimci gençlere sıvanacaktır. “Hürriyet”, kafes ardındaki karını sokağa çıkarıp, rast geldiğine teslim etmektir. Koca, yorgun argın akşam evine döndü mü: kapının ardına bakacak. Orada yabancı bir fes (“Şapka İnkılâbı”ndan sonra fes: “Şapka” olacaktır.) görür görmez, kendi fesini anlarlar. Ve hepsi birden “şahlanır”lar! 17 Ekim günü, Fatih Camii’nde Kör Ali ve İsmail Hakkı adında iki Hoca, isyan bayrağını çektikleri gün, hangi parolayla yola çıktılar? Önce “kutsal sıfat” takınmalılar. Dokunulmaz kalmanın maskesi odur. Sanki “Din” elde ve cepte duran bir elle tutulacak “nesne” imiş gibi haykırdılar: “- Ey Ümmet’i Muhammet!.. Din elden gidiyor!” Halk, bu kerte soyut parolalara kulak Bizde gerici yobazlık, niçin Kadın’dan daha elverişli geri tepen silah bulamaz? Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın, Tarlanın-Toprağın Kölesi’dir. Ama, evde ailede Kadının “Efendisi”dir. Alt sınıf ve tabakaların erkeği: dışarıda: pazardan, ağadan, beyden yediği dayağın acısını, aile yuvasına dönünce karısına attığı dayakla çıkarır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezilip soyulan özellikle her köylü ve her esnaf, genellikle her züğürt çalışkan halk: evde, kırda, mahallede çoluk çocuğunu, hele “avratı” soyup ezmekle, en sancılı iç kompleksine ilaç arar. için, şimdiki “Özgürlük” gibi, parayı verenin rahat rahat ırzına geçebildiği bir komedyaya çevrilmişti. Hâlâ Çekoslovakya’da bile özlemi çekilen “Özgürlük” adına gericiliğin bütün gerizleri uluorta sokağa boşaltılıyordu. Yetmez. Herifçioğlunun gözü İngiliz Finans-Kapitalinin özüdür. Türkiye gibi geri ülkenin İçişleri Bakanı da kaç para eder? Vahdetî “Letafetmeâb Kraliçe Hazretlerinin ajanıdır”. Görevi Saraya, Ulu Hakan’a sızmaktır. Namaz kıldırdığı Memduh O zaman Türkiye, her kapitalistin bir parça et kopardığı bir ikvanodon.8 Bulgaristan, Bosna-Hersek, Girit, İmparatorluğun Hıristiyan kesiminden cımbızla çekilerek ayrılıyor. “Vatan” görevli Ordu kimin Paşa’yı Abdülhamit’e jurnaller! Ama Paşa’nın şanlı hafiyeleri de uyumuyorlar. Vahdetî’yi jurnalı ile elense ederler. Ajan Diyarbekir’e sürülür... Şimdi ne oldu İngiliz casusu? Müstebit Padişah Abdülhamit’in zalim idaresine karşı, tıpkı Hürriyet fedaileri gibi kafa tutmuş, de ki Meşrutiyet ihtilalcisi Kahraman! Vahdetî “mağdur”. Gaddarlığı yapan Hamit’in başhafiyesi Paşa... Kahramanlık bitmez. Vahdetî “Bektaşi Babası” kılığına girip sırra kadem (gizliliğe ayak) basar. Ve bu sahte kıyafet, ajan Vahdetî’ye ondan sonraki rollerinin damgasını vurur: bir madalya gibi göğsünde taşıyacağı, herkesi hele cahil halkı aldatmakta kullanacağı “Dervişlik” payesini bağışlar. Arada yakayı ele verir. Çok sürmez, “Hürriyet” güneşi, Abdülhamid’in “Meşrutiyet”i ikinci kez ilân etmesiyle doğar. O zaman, Vahdetî Derviş, değme “İstibdat eline geçecek? “Alaylı” denilen okuma yazma bilmeyip, beş vakit namazında “Padişahım Çok Yaşa!” dedikçe terfi eden Subayları gericilik ele almış. “Mektepli” diye bıyık altından üstlerine tükürülen ülkücü genç Subaylar ister istemez “devrimci”leşmiş. Binbir Emperyalist casusu, öyle bir ortamı kaçırır mı? Ülkenin her yanı ve her katı, yıllar yılı yetiştirilip subaşlarına yerleştirilmiş “Muhip” (dost) adlı yabancı ajanlarıyla dolu. O sayısı ve saygısı çok yerli ajanlar, hafiyeler, “Hürriyet”le birlikte Türkiye’yi büsbütün dizginsiz bir tımarhane çarpıntısı içine sokmuşlardır. Türkiye ne denli çok zıplayıp kanarsa, Kumpanya (Şirket) ve Komprador kasalarına o denli çok altın akar, toprak parçaları kolay aşındırılır. O anacık babacık günlerinde “Türkiye yığınları” ne âlemdedirler? Halk, sözde Devrim’den hiç mi hiç, bir “Hürriyet” Zamparalığı tepesine bastırıp gerisin geri!.. “Hürriyet”, (tıpkı şimdiki “Gomonizlik” için yayıldığı gibi) hemen “aile”nin kaldırılarak, bütün kadınların bütün erkeklerle alabildiğine düşüp kalkma serbestliği’dir. Kim mi yutar bu martavalı? Türkiye erkeklerinin yüzde 99’u. “Hürriyet”in bir tek harfini görse mertek sanan o “erkek”lerin hepsi “Fâsık-ı mahrum”durlar:10 Hepsinin içinde, gördüğü “Karı”nın ardına balta olmak şeytanı yatar. “Hürriyet” herkesin “istediğini yapması” olunca, elinden başka hiçbir türlüsü gelmeyen fukaranın zamparalıktan başka yapacak ne “özgürlüğü” kalır?.. Hepsi “Hürriyetçi... Gomoniz”... Vurun gomonize, vurun hürriyetçiye! O “Hürriyet havası” içinde Batılı casusların kafalarını değil, baş ve şahadet parmaklarını azıcık oynatmaları yeter. Hele maddi manevi mastürbasyonla imanı gevremiş Medrese kubbesi altındaki “Talebe-i Ulûm” (Bilimlerin Öğrencileri) fesleriyle, sarıklarıyla göz önüne getirilsinler. Geçim ve kafa yapıları fodlacılıktan11 öteye geçememiş “Hoca”larıyla birlikte, yarı Arapça, yarı Türkçe hangi “bid’at” (icat) üzerine ahkâm kesip, istenilen fetvaları yağdırmazlar? Artık, Türkiye’nin geri ve kör politika harmanında dilediğin hergeleliği dörtnala koşturabilmenin yolu ne olabilir? Tek tutamağı evdeki “Namahrem”i (haram edilmemişi: Karısı) kalmış züğürt takımını ayaklandırmak mı istiyorsun? O son tutamağına dokun. Yüzde yüz etkili, biricik araç ne olabilir?.. Kadın! Ekmeğe-Avrata Oruç: Sömürge Afyonu Türkiye’nin Bâbil artığı geniş ayaktakımı: “düşük” esnaf ve köylü döküntüleri Başkent kaldırımlarını sonsuz yoksullukları ile doldururlar. Hepsi de, eğer bir “ufak izbecik” bulurlarsa, aynı “Yorgan altında titreşerek kışın sıcak çorba dahi içemezler”. Batı Uygarlığının, makineden çıkmış malların uyuşturucu rekabeti ile aşındırıp köklerinden yolduğu o kalabalıklar, rast geldiklerinin boğazına sarılacak durumdadırlar. Ne var ki, kendi başlarına, kendi kurtuluşları için tek adım atamazlar. Önlerine modern İşçi Sınıfı çıkıp balta girmemiş Bezirgân ormanında yolu açmadıkça; o sakar yığınlar, miskin illetine tutkun inmelilerdir. Toplum probleminde dünya batsa kıllarını kıpırdatmaktan çekinirler. Ama önlerine bir “Avrat” (Kadın) meselesi atın. Bak onu kabartmakla kalır. “Dinin” nasıl elden gittiğine somut örnek bekler. Din, elden niçin gidiyormuş? Yobaz, iki yüzü kesen iki sebep öne sürer: 1- “Sokaklarda alenen oruç yiyorlar!” Yani mesele “Oruç tutmamak” değil, “Sokakta alenen (açık seçik) oruç yemek” suç. Bugün DP’yi imrendiren AP farmasonlarının “Maneviyat” spekülatörlüğü (vurgunculuğu) başka türlü kahramanlık mı? Bütün Taşra kasabalarında “alenen” (herkes önünde) oruç tutturma kampanyası için, göze görünmez bir Hacıağa sıkıyönetim zılgıtı estiriyorlar. Orucu yeme değil: git evinde ye. Açlar seni görmesin... İşin içyüzü “oruç” değil, “Açlar” gibi görünmek! Kör Ali Hoca da, İsmail Hakkı Hoca da o kaygıdalar: “Alenen”, “Sokakta” yenmesin oruç. Yoksa, kendileri oruçlu mu? Softa sesleri aç açına böyle sıtma görmemiş tonda zor çıkar. Bu ikiyüzlülüğü Halkımız da epey sezecek denli “arif” (anlayışlı)dır. Maksat Allah’ı değil, kulu aldatmak. Aç fukara önünde aç dur: git evinde gizlice ne halt yersen ye! Orası pek iyi bilindiği için, kara yığının bamteline basacak asıl isyan gerekçesi hemen ardından şöyle bayraklaştırılır: 2- “Kadınlar, yüzleri açık geziyorlar!” İşte buna, kursağı “sıcak çorba” görmemiş bütün yorganlı baldırı çıplaklarımız hiç dayanamazlar. Konu, “Avrat” diye alt mahkûm tuttukları düşman “sınıf”: Kadın-insandır. O dişi köle nasıl olur da gözünü yerden kaldırıp yüzünü açabilir? Ekmeğe de, Avrata da oruç “alenen” bozulamaz. Kadına karşı, Efendilerden önce ve erkence erkek köleler çevik davranıp bir yağlı: “Aferin!” kazanmalıdırlar. Avrat kısmının, hep “eksik etek”i uzatılmalı, iflahı kesilmelidir. Yalnız bu Yaradan’a sığınık savaşlarında köleler efendilerinden teşvik görürler, Namaz safında imişçe kadına vuruşta Efendileriyle birleşik cephe kurarlar. Allah, Allah!.. Öyle kör dövüşüne girene ne mutlu: bütün Üst-Soyguncularla çıkabilecek Sınıflar Savaşı, beygirin nalı altında kalır. Tüm çalışan erkekler, gönülleriyle solda sıfıra düşüp, ülkeyi uşaklıktan köleliğe iterler. Ve “Elden gidiyor” denilen “Din”, tam İngiliz-Fransız-Amerikan-Alman vb… gâvurcuklarının istedikleri gibi sömürge afyonunun macununa döner. Sosyal Patlayıcı Madde Kadın Bizde gerici yobazlık, niçin Kadın’dan daha elverişli geri tepen silah bulamaz? Esnaf-Köylü halk Dükkânın-Pazarın, Tarlanın-Toprağın Kölesi’dir. Ama, evde ailede Kadının “Efendisi”dir. Alt sınıf ve tabakaların erkeği: dışarıda: pazardan, ağadan, beyden yediği dayağın acısını, aile yuvasına dönünce karısına attığı dayakla çıkarır. Başka çıkar yol bulamamış bilinçsiz yaratığın yaşamaya dayanması bu çelişkiyle dengelenir. Bir lokma ekmek pahasına ezilip soyulan özellikle her köylü ve her esnaf, genellikle her züğürt çalışkan halk: evde, kırda, mahallede çoluk çocuğunu, hele “avratı” soyup ezmekle, en sancılı iç kompleksine ilaç arar. Böyle bir Ekonomi ve Toplum ortamında: “Din elden gidiyor!” çığlığının anlam dayanağı: “Kadın elden gidiyor!” demek olur. Yoksa, hele Sümerlerden beri soysuzlaşmış Doğu’da, Sokrates’lerden beri homoseksüelliği: “Eflâtûnî Aşk [Platonik Aşk]” diye ülküleştirmiş bulunan Kadın düşmanı softalıklar, Medrese ve Tekke köşelerinde en yıpratıcı cümbüşlerin esrarkeşi iken, normal “Kadın Aşkı” uğruna hiç isyan çıkarır mı? Ondan başka, egemen sınıflar hayvancıl içgüdüleri ile sezmiş ve gelenekleştirmişlerdir ki, Kadın: “Cinsel İçgüdü” demektir. Cinsel içgüdü kadar sosyal patlayıcı madde ise güç bulunur. Parya erkekleri, istediğiniz denli aç bırakın, kırbaçlayın, tahkir edin: “Alınyazısı”, “Mukadderat” böyleymiş bilirler. En gaddarca eziyet, angarya, işkence çeşitlerine boyun eğerler. Olan biten haksızlıklar, aykırılıklar önünde en uyanıkları: “- Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor!” katlanışına cankurtaran simidi imişçe sarılırlar. Gel, en kara cahil ve en beyinsiz erkeği, uçkuru, peşkiri yanından azıcık gıdıklayın: o saat, gözlerini dört açacak, ilk fırsatta “şahlanacak”, umulmaz “aslanlıklar”la orman kanununca kükreyecektir... Kadın, her batağa gömülü ayaktakımı erkeği, bir anda, itilip boğulduğu yerin dibinden göklere doğru çıkartıp, fırlatır. Gerici Yobazlığın, Ekonomi-Politiği Marks’tan, Derinlikler Psikolojisini Freud’dan öğrenmeye ihtiyacı yoktur. 7 bin yıllık egemen sosyal sınıflar denemesi, anadan doğma kadın düşmanlığı eğilimini beslemeye yetmiş artmıştır. Modern derebeyliğin en azgın gericiliğine yaslanan Finans-Kapital, o eğilimi son kertede itçil (sinik: kelbî) metotlarla sömürür. Bütün beden ve ruh kültürü alanlarına (Sinema, Spor başta gelmek üzere, Edebiyata, Güzelsanata, Romana, Şiire) her gün tonlarla pornografi (açık saçık uçkur öyküsü) yağdırır. Şu en koyu “mutaassıp [bağnaz]” Müslüman geçinen bizim Babıâlî sağcı gazetelerine göz atıla. Muhammed’in Ayetleriyle Amerikalı ve yerli kancıkların asma yapraksız kalçaları yan yana, yarış haline sokulmuştur. Sapıkların şehvet cinayetleriyle ayıcıların çıplak güreş serüvenleri, evliyaların kerametlerinden daha önemle kabartılandırılır. Çünkü, Pornografi ve baldır bacak gösterisi, Antika gericiliğin de Modern gericiliğin de Kadın düşmanlığını tersine çevirip daha ince yollardan sergilemesi ve aşılamasıdır. Onun için, Kör Ali Hoca’ların, Yıldız Sarayı’na dek kışkırtıp sürükledikleri kalabalık “yüzü açık kadın” düşmanlığı ortamını hazırlamıştı: “Birkaç gün sonra, Beşiktaş’ta Todori adındaki Rum Bahçıvana kaçan bir Müslüman kadın yüzünden olaylar çıktı. Karakola götürülen Todori için Halk ayaklandı. Bahçıvanı polisin elinden alarak linç etti.” (Süleyman Kani İrtemOsman Selim Kocahanoğlu, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, Abdülhamit’in Selanik Sürgünü) Bugün ne görüyoruz? 5 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Amerikan Filosuyla gelen Con “Todori”ler, “Komünizmle Mücadele” Dernekleri ve “İmam Hatip Okulluları” tarafından tekbir getire getire kanat altına alınarak savunuluyor. Gâvur’cukların Beyoğlu’nda Müslüman kadınlarıyla rahat rahat eşleşebilmeleri için Babıâlî’de çıkan buram buram baldır bacaklı “Mukaddesatçı” Hür Basın, Solculuğa karşı “Cihat” açıyor. Amerikalılara ve uşaklarına “Yuh!” çeken Teknik Üniversitelileri Toplum Polisi yatakhane penceresinden baş aşağı atıp öldürüyor. Amaç? Gene: “Din elden gidiyor!”, “Namus elden gidiyor!” parolaları altında saklanıyor. Sonra, Amerikan Tuslog binasında bir otomobilin yakılışı üzerine, bir provokatör bahane edilerek Öğrenci Yurduna baskın yapılıyor: “Bar karıları!” diye tahkir edilerek yataklarından kaldırılan Türk ve Müslüman kızların kadınlık organlarına sokulan kanlı coplarla övünülüyor. Ne Allah’tan korkuluyor, ne Peygamber’den utanılıyor. n Bütün cinayetler, baldırı çıplak bilinçsiz cahil yığınları, şehrin açık yüzlü , kadını bahanesiyle geriye doğru teptirip e Tefeci-Bezirgân Hacıağalarının kucağına e düşürtmek. Çarşaf zindanına sokulamayan - kadınların namuslarına kuşku kondurarak e erkeği kadına karşı kışkırtmak. Gericiliği a ilericiliğe karşı daha saldırgan ve utanmaz - kılmakta şehvet azgınlığına itelemek... - Nereden kalksak, düz veya ters yanıyla - “Dişi” elemandan daha yararlı gericilik sir lahı bulunamıyor. Kara yığınları her zaman : kolayca kışkırtıp, körü körüne coşturan en , sosyal patlayıcı madde kadın oluyor. ç cek şekilde” göstermekle, her ileri adımı, halkın gözüne bir namussuzluk gibi sokmaya çalışıyorlardı. Bu tutucu role en elverişli tipler, casusluklarını derviş ve hoca maskesi altında gizliyorlardı. O gündüz külahlı, gece silahlı kişiler, Milli Mücadele yıllarının Molla casusları gibi, zanaatlarını ve çevrelerini iyi tanıyorlardı. Türkiye’nin ezilip soyulan züğürt yığınlarını, ateşe düşmüş akrep gibi, kendi kuyruğu ile kendini zehirleyip öldürmeye götürmenin en sınanmış yolu: Kadına karşı saldırı kışkırtmaktı. Sömürülen erkek, altında ezdiği “yumuşak” cinsiyeti biraz daha yıldırmak uğruna kolayca kabadayılaşır ve ayaklanırdı. Güdücü egemen sınıflar o şaşkın saldırıları, ağızlarını kulaklarına vardıran sırıtışlarla alkışlıyorlardı. “Kadın da erkek kadar insandır” mı? Onu söylediğiniz gün, Türkiye’nin bütün erkekleri, bir merkezden kumanda almışça tek cepheli olurlar, katır katır direnirlerdi. Bu erkeklerden hiçbirisi -en homoseksüelleri bile- anasız dünyaya gelinemeyeceğini, kız kardeşsiz, eşsiz, kadınsız yaşanmadığını bilirlerdi. Ancak: “Kadın da sokakta gezebilir, ister bastonla ister pantolonla... Size ne oluyor?” diyemezdiniz. Yedisinden yetmişine erkek cinsiyeti daha kundakta iken o çalımla eğitilmişti. Başkentin ortasında, Toplum Polisinin göz göre göre, öğrenci kızın pantolonu içine avucunu sokup, ayıp yerini, bağırtıncaya dek koparıp kahkaha atması, tek bir soysuzun sadizmi, yahut satılık bir amirin emri ile nedenlenemez. Bir Kıbrıslı kızın: “Yunan saldırganlarında bu canavarlığı görmedik” diyen gözlemi yalan değildir. “İslamlık” ve “Namus” o mudur? m k Kadının Modern toplumdaki “Hiç”liği, tıpkı Antika toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer. Kadın, mai k dem sosyal çelişkinin “Hiç”e indirdiği gerçekliktir, bu n - “Hiç”liğin diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç oln maktan geri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve ” saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun kritik “Hepliğe” varan momentleri toplumda kaçınılmaz olabilir. e l O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında, a gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür. a n r - Kadına Hücumİlericiliğe Saldırı , 31 Mart olayını kışkırtan Volkan gaze: tesinin paçavra düşünce yazılarını bir daha a okuyalım. Orada hep, açıkça, hatta azgına ca işlenen tek gericilik tezi: Kadın’dır. 24 , Ocak 1909 günü Volkan’ın Şehabettin imr zalı satırları şöyle sıralanıyor: “Bugün, Avrupa’da birçokları DİNSİZLİKLERİNİ ilan ediyorlar. Bunun içindir ki KADINLARININ birçoğu i çıplak denecek şekilde umumî yerlerde 7 geziyorlar.” (Majüskülleyen Hikmet Kı, vılcımlı) i Gerici yobazın, görmediği, hele hiç anlamadığı “Avrupa”ya dudak büküşü n “DİN” perdesi altında “KADIN”dan gel çiyor. Avrupa kapitalizmi büyük sanayi n kurmuş. O mekanizmayla gelip Türkiye’yi , sömürgeleştirerek parçalıyor. Onlar olağan, önemsiz şeyler... Madem Avrupa Kadını a herkesin ortasında çarşafsız geziyor: Yaşasın kadına burnunun ucunu göstertmeyen Avrat kölesi gericiliğimiz... Var olsun ba” şımızdaki Kızıl Sultan müstebit-hürriyetçi ı Abdülhamit Han!.. Aynı “Volkan”ın kurucusu, İngiliz a balolarında Intelligence madamlarının elini e öpmüş Derviş Vahdetî, Tiyatro’nun” “Ahlâk”ımızı nasıl bozduğu üzerinde dururken , şöyle diyor: e “Bir İslam kadını ile bir Avrupalı e madamı göz önüne getirirsek görürüz e ki, birisi çarşıda-pazarda açık saçık, ı elinde bastonla gezer. Birisi başından tırnağına kadar örtünmüş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile görmekten bezer. Biri sokak süpürgesi, i biri ev kadını.” ı Bunu kim yazıyor? Çarşıda “açık saçık”, “pazarda bastonlu” gezdiğine göre “sokak süpürger si” olması gereken “İngiliz Kraliçesi”nin Derviş Vahdetî’si! k Gerici Doğuda zalim üst sınıfların tün kenmez isyan kışkırtıcı konuları kadın olur. Vahdetî’nin yazdığı günlerde “Avruı palı madamlar” denize fistolu paçaları tok puklarına dek inmiş pijama-mayolarla giriyorlardı. Batıdan gelecek her ileri düşünce ve davranışı baltalamakla görevli gerici ajanlar, Avrupalı kadını “çıplak dene- Muhammed’in ilk Gazvelerinde, kadınlar da erkekler gibi, savaşa katılırlardı. Kadının insan eşitliği önünde, Hacıağasından, Marabasına, Beyinden Yanaşma Çeri-Çobanına dek Türkiye’nin bütün bıyıklı manyakları, namuslarına dokunulmuşça, kasıla kasıla kararırlar. Kadını insan sayana karşı silahlı silahsız birleşmeye kalkışırlar... Neden? Kadın Düşmanlığının Ekonomik Temeli O “neden?” üzerinde ne denli basarak durulsa azdır. Kadın altlığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü, Toplumumuzun Üretim geriliğinden kaynak alır. Onun için durum sanıldığından daha korkunç ve kahredicidir. Ekonomik temele dayanan sosyal ve psikolojik baskı, büsbütün dayanılmaz ölçülere varır. En karanlık “ayaktakımı” her gün, ağasından, efendisinden, beyinden 24 saat çalışmasına karşılık yalnız hak yiyicilik, hakaret ve işkence görür. O durumun yarattığı aşağılık kompleksi ile patlayacak kertede dolar, şişer. Çatlamadan yaşayabilmek için, evindeki cariyeye, parayla satın aldığı dişi köleye işkence yapabilmenin boşalışlarına sık sık başvurur. En mazlum erkeğimiz, hiç değilse eline geçmiş savunçsuz kadına zulüm yapmakla, kendi yürekler acısı sancılarını bastırmaya özenir. Bir dişi insana, haklı haksız “Saldırı Hürriyeti ve Hakkı” elinden alınırsa, başka bütün insanlık hakları ve hürriyetleri yok oluvermiş gibi gelir ona. Gerçi Bâbil çağından arta kalmış Tefeci-Bezirgân Hacıağa, Kasaba Eşraf ve Âyânı, Firavun-Nemrut stilinde “Asilzade” adlı kapalı soyu çürümüşler, elbet kadın düşmanlığının en kör ve onmaz sadizmiyle kaşarlanmışlardır. Ancak, kadının alt görülüp ezilişi ve soyuluşu yalnız gericilerin, tutalakların, asalakların gelenekçil anlayışlarında çöreklenip kalmaz. Antika Tarihin başımıza bela ettiği “Karakoncolos”ların12 “Ölü ruhları”ndan tutulsun, en erkekliğini yitirmiş Modern Kapitalistimize dek; en kara cahil kızıl züğürt köylüden, en yüksek kültürlü aydına dek, herkes, Toplumumuzun o önlenemez eğilimi ve ağır baskısı altında yamyassıdır. Kadına karşı şartsız kayıtsız bütün er- keklerimiz: maddeleri yazılmamış, ama herkesçe ezbere bilinen ve her gün saksağan gevezeliği ile tekerlenen bir “Anayasa”nın adsız fedaileri olarak sözbirliği ve işbirliği etmişlerdir. Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisinde daha yeğnikçe veya cilalıca görünebilir. Toplumumuzun her sosyal sınıf, tabaka, zümre, grup ve kişilerinde Kadın: ilk fırsatta gözünden vurulup, uçtuğu göklerden çamurlu er avcı ayaklarının altına yaralı düşürülmekle övünülen bir avdır... Niçin? Çünkü, o azgın erkek sadizmini besleyen kök, ekonomik geriliğimizin tabulaştırılmış derinliklerinden benliğimize fışkırıp dal budak salmıştır. Bırakalım Tefeci-Bezirgân Hacıağanın kadın getto’su dilsiz cehennem harem dairesini. Bırakalım kozmopolit burjuva züppeliğinin boynuz tokuşturan salon flörtlü metres ticaretiyle kadını süslü kir paçavrası durumuna sokuşunu. En aşağı kul kölenin, evinde, tarlasında tepe tepe sömürüp ezdiği, etini ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi kulu, ev kölesi, cariyesi vardır. Geri üretim toprağında başka türlüsü de olamaz. Sözde en “modern” burjuva üretiminin zina çocuğu olan gecekondu varoşları nedir? Ekonomi bakımından: resmen kanunlarla emlak sahipliğine her imtiyazı bağışlayan sermayenin, el altından, gizli gizli, illegal yollarla toprak iradını tırtıklama, çalışanları bir de o yoldan hırsızlığa ortak edip haraca bağlama oyunudur. Bu oyunda erkek işçi, sahte belgelerle “Mülk sahibi” olmak sevdasından bunalır. Arada, emeğiyle, sağlığıyla, insanlığıyla, haysiyetiyle kurban edilen varlık: İşçi Kadın’dır. Çalışan şehir kadınının kaç türlü soyguna, ezgiye, bunalıma uğratıldığını burada saymaya kalkışmayalım. Bitiremeyiz. Ötede, en “komünist”inden, en faşistine dek bütün “aydınlarımız” toptan “Köylücü” geçinirler. Hiç değilse yılda bir öğün, iş veya politika tezgâhlamak üzere İstanbul’dan Ankara’ya yahut felekten gam alıp sefa sürmek için Ankara’dan İstanbul’a gidip gelmeyenlerimiz pek azdır. Kör değilsek, yollarda hep neyi gördüğümüzü görmezlikten gelemeyiz. Kesici ayaz yahut yakıcı güneş günleri, kara toprakta bunaltıcı toz, boğucu batak içinde uğraşanlar kimlerdir? Elde çapa, orak, gelberi, kıyasıya çalışan insanların inanılmaz büyük çoğunluğu her zaman kadınlardır. Kadınların yanında, sözüm yabana “Erkek” olarak bir tek saksı boyunda bir çocuk varsa, ona karşılık ağır tarla işini köle katlanışı ile göğüslemiş sekiz on kadın sıralanmıştır. O nazar boncuğu “Erkek tohumu” tarlada çalışmakla değil, dişi köleleri gözetmekle görevli gibidir... Nüfus istatistiklerinde sayıca kadınlara eşit bulunan erkekleri merak eder misiniz? Bindiğiniz araç bir köy içerisinden geçerse, bütün yiğitleri kahveye kümeleşmiş bulursunuz. “Eksik etek avratlar” (Avrat: gözle görülmesi suç sayılan, demektir.) açık yerlerde toprakla güreşirler. O cennetle müjdelenmiş “üstün cinsiyet” yaratıkları: bir yanda ağır aksak söyleşir, iskemle sefası sürerlerken, “Avrata göz açtırmayacak” politika demagojilerini geviş getirirler. Köy erkeği hiç mi çalışmaz ve ezilmez? Anası ağlar. Ne var ki, bütün o kır ve kahve kabadayılarının hepsi kafa dengidirler. Kadın cinsiyetine yukardan, delici, zehirli oklarla bakarlar. Soluk aldırmamacasına baskı yaparlar. Avratın insanlık hakkını sıfır saymakta en doğal işbirliği ve oybirliği içinde bulunurlar. Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci-Bezirgânının toprak esiridir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna Avrat-Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci-Bezirgân politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle olarak çalıştıracak? Türkiye “Köylü memlekettir”. Ne şüphe? “Şehir” adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi “ağırlığını” bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: “Namus” meselesi yaptığı kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği “Namus” sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir. Onun için, geri üretim şartları tümüyle kalkmadıkça: kadının kurtuluşundan söz etmek gibi, serbest oylarla “Hür Seçim”den konu açmak da, kadınlı erkekli bütün insanlarla düpedüz alay etmek olur. Kadın “Hiç”in Hep Oluşu Türkiye’de kadın cinsiyetinin neredeyse Antika çağlar artığı bir “Alt Sömürülen Sosyal Sınıf” oluşu gerçekliğinden hangi ekonomik-sosyal sonuçlar çıkar? Antika Tarihteki kölelerin durumu ile Modern Tarihteki kadınların durumu arasında ana çizgisiyle benzerlik vardır. Antika Tarihin köleleri: hiçbir zaman Bilinçli Bir Sosyal Sınıf olarak herhangi tutarlı bir Sosyal Devrim’i başaramamışlardır. Marks’ın pek güzel söylediği gibi, bir alt sınıf: “Eğer devrimci değilse, hiçbir şey değildir.” O bakımdan koca tarih boyu, Sosyal Devrim bilincine ve davranışına eremeyen Köle sınıfı, bir büyük “Hiç” olup gitmiş sayılabilir. Doğrudan doğruya Köle sınıfının kendisi, Efendi sınıfını kaldırıp, başka bir düzen kuramamış ve tutunduramamıştır. Irak latifundialarında çalışan köle Karmıtlar Devleti bile, sosyal tutarlı bir çözüm getiremediği için çelişkileri azarak çöküp gitmiştir. Efendilere isyan eden köleler, iktidara geçer geçmez, kendileri efendi kesilmekten kurtulamamışlardır. O zaman, Anadolu içlerimize pusmuş kötümserlik felsefesi: “Gelen gideni aratır” deyimini gerçeklik kertesine çıkartmıştır. Ancak, Devrimci olmayan alt sınıfın hiç oluşu gerçekliği, belirli bir uygarlık çerçevesi içinde mutlak gerçektir. Medeniyetlerin birinden ötekine geçilirken, her atlayışta görüldüğü gibi, diyalektik inkârlar ve inkârların inkârları kaçınılmaz bir başka gerçeklik olur. Belirli Medeniyet içinde Sosyal Devrimci olmayan alt sınıf, yalnız kendisini değil, bütünüyle Toplumu, Medeniyeti de hiçe indirir. Bir Medeniyetten ötekine sıçrayış basamağında, olayların önüne geçilmez diyalektikliği o “hiç”liği “hep” yapmaktan geri kalmamıştır. Antika Tarihte köleliğin kendi sosyal sınıfı ile birlikte Medeniyeti de “Yok” edişi sırf olumsuz bir olay değildir. Kölelik yok olurken, kendi Medeniyet biçimini yok etmekle ve yok ettiği için, gelecek yeni bir medeniyetin doğuşunu hazırlar: Barbar akınlarıyla bir Tarihçil Devrim doğması için tabanı olgunlaştırır. Köle isyanlarının kör gücü, karanlık davranışı, her türlü Sosyal Devrim olanaklarını yok etmiştir. Ama, Sosyal Devrimin yerine geçen Tarihçil Devrimin olanaklarını var etmiştir. Köleliğin sessiz ve dilsiz direnişi, en sonunda, Çürümüş toplumun üzerine gürbüz Barbar akınlarını mıknatıs gibi çekmiştir. Demek, Tarihin en olumsuz güçleri bile, eğer gerçekten güç ve olumsuz iseler, yani olumsuzluk bir gerçek olay ise, er geç ve ister istemez bir olumluluğa sıçrayabilirler. Kadının Modern toplumdaki “Hiç”liği, tıpkı Antika toplumdaki Köleliğin “Hiç”liğine benzer. Kadın, madem sosyal çelişkinin “Hiç”e indirdiği gerçekliktir, bu “Hiç”liğin diyalektik tepkisi önüne geçilmez bir güç olmaktan geri kalamaz. Kadını, erkekler tahakkümü ve saltanatı istediği denli “Hiçe” saysın, onun kritik “Hepliğe” varan momentleri toplumda kaçınılmaz olabilir. O tepki, bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.” (Nurullah Ankut’un, Kadınların Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir, Derleniş Yayınları, 2. Baskısının 29-55. sayfalarından alınmıştır. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Kadın Sosyal ‘Sınıfımız’, Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Piramidi”, adlı makalesinin tamamıdır. ) 6 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Kadın cinayetlerin sorumlusu Ortaçağcı Tayyipgiller iktidarıdır A KP’nin kadını yatak odası ile mutfak arasına hapsetme zihniyetinden beslenen sapkın ideoloji gün geçmiyor ki yeni bir trajik olayı gözler önüne sermesin. Geçtiğimiz hafta yine bu sapkın ideolojiden beslenen, nasıl olsa hiçbir caydırıcı cezaya çarptırılmayacağın- Kent Meydanında Basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Basın Açıklamamızı “Katillerden Hesap Sorulacak” , “Tecavüzcülere İdam” “Kadına Uzanan Eller Kırılsın” gibi Sloganlar atarak sonlandırdık... Bizler hep demişizdir “Kadının Kurtuluşu Sosyalizmden Bağımsız De- dan emin olan sapıklar, Genel Başkanımızın dediği gibi bizim hiçbir canlı sınıfına dahil edemediğimiz insan müsveddesi, paçavralar ömrünün baharında gencecik bir canımıza daha kıydılar. Özgecan Aslan… 20 yaşında, gençliğinin baharında gencecik bir üniversite öğrencisiydi. Kayboldu 2 gün önce, ailesi canlarından can kopmuşçasına kızlarını aramaya koyuldu. Ama maalesef kayıplara karıştığı ülke; özellikle 1950’lerden sonra Ortaçağcı gericilikle ablukaya alınmış ve Tayyipgiller iktidarıyla doruğa ulaşmış Türkiye idi. Yıllardır uygulanan, kadını aşağılayan, meta haline getiren bu eğitim sisteminin ortaya çıkardığı yaratıklar; bıçaklayıp öldürmüş, daha sonra da yakarak katledip bir derenin kenarına atmışlardı Özgecan’ımızın yanmış bedenini, canımızı defalarca yakarcasına… Bugün de biz Kurtuluş Partililer, Kadıköy Meydanı’nda Özgecan Aslan için haykırıyoruz. Hiçbir zaman acımızı, öfkemizi boğazımızda düğüm yapmadık. Haykırdık suratına hainin, katilin. “Şeriat Ortaçağdır” diye başladı bir yoldaşımız, bir diğeri “Özgecan’ların Hesabı sorulacak” diye devam etti. “Gün Gelecek Devran Dönecek, Tayyiggiller Halka hesap verecek” diye hep birlikte bir kez daha öfkeyle haykırdık sloganlarımızı. Eylemimiz yoldaşımızın okuduğu basın açıklamasıyla devam etti. Siz rahat uyuyun Özgecanlarımız, yüreği bin parça olmuş yaralı analarımız size söz veriyoruz; bu insanca yaşam mücadelesi verdiğimiz kavgamızda sizlerin acısının hesabı mutlaka sorulacak. Size söz veriyoruz! 15.02.2015 ğildir”. Kadınlar hep ön safta olmalıdır ve ön saftadır bizler için... Öfkemizi bileyip mücadeleye daha sıkı sarılacağız ve kadınlar olarak bize biçilen bu hayatın zarını parçalayacağız! *** Gaziantep Özgecan Aslan için eylemdeydi… 15 Şubat günü Gaziantep’te Üniversite Öğrencilerinin sosyal medya üzerinden duyurusunu yaptıkları eyleme katıldık. Yaklaşık iki bin kişi Üniversite önünden Başkarakol kavşağı üzerinde Sankopark Alışveriş Merkezinin önüne kadar yürüdük. Üniversite gençliği Özgecan’ın öldürülmesini protesto etti. halkımıza dayatılan Ortaçağcı Tayyipgiller düzenidir. Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer *** Kadınlar Özgecan Aslan için Konya’da alanlardaydı... Halkın Kurtuluş Partisi olarak Konya’da Özgecan Aslan’ın canice katline sessiz kalamazdık ve kalmadık. 15.02.2015’te yapılan yürüyüşte biz Kurtuluş Partili Kadınlar olarak en on safta yerimizi aldık. Yas bir yana isyandaydık. Adalet için oradaydık. Özgecan kardeşimizin, hiç sevgi ve eğitim görmemiş caniler tarafından hayatına son verilmesi ve katledilmesi bizi bir araya getirdi. Biz kadınların öfkesini ancak kadınların üzerinden sömürünün yok edilmesi, şiddete engel yasaların çıkması, kadına daha çok değer verilmesi ve böyle bir suçun idam cezası ile sonlandırılması dindirebilir. Alanda öfkemizi ve isteklerimizi hep bir ağızdan haykırdık. Özgecan’ımızın hesabını kadınlarımızın bilinçli iradesi ve direnci yıkıp yerle bir edecektir. Irz sucunun cezası mutlak idam olmalıdır. Laiklik yoksa tecavüz meşru olur... Kadın Cinayetlerine Son! Özgecan İçin Adalet Kadın Cinayetlerine Adalet İstiyoruz! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Konya’dan Kurtuluş Partili Kadınlar *** Özgecan İçin İzmir Yasta Değil İsyanda! Mersin’in Tarsus ilçesinde, üniversite öğrencisi 20 yaşındaki Özgecan Aslan bindiği dolmuşun şoförü tarafından kaçırılmış, bıçaklanarak ve ka- İstanbul’dan Kurtuluş Partililer *** Özgecan Aslan’ın hesabını soracağız Özgecan Aslan... 20 yaşında, gençliğinin baharında gencecik bir üniversite öğrencisiydi. 2 gün önce Kayıp haberi gelmişti. Caniler önce bıçaklayıp öldürmüş bu da yetmemiş 1993 de aydınlarımıza yapılan katliam gibi yakılmıştır. Bizler de Halkın Kurtuluş Partisi Bursa il Örgütü olarak Saat 14:00 de Gaziantepli Kurtuluş Partililer olarak “Özgecan’ın Katili Ortaçağcı Düzendir”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganlarını attırdık. Toplam altı kilometrelik yol boyunca, yürüyüşe halk, alkışlarla ve tencere, tava çalarak destek verdi. Kadın cinayetlerinde esas sorun fasına levye ile vurularak öldürülmüş bununla da yetinilmeyip yakılarak cesedi bir dere yatağına bırakılmıştı. Bu vahşet üzerine Kurtuluş Partili Kadınlar öncülüğünde 14 Şubat 2015 tarihinde İzmir’de Halkın Kurtuluş Partisi sokaktaydı. “Laiklik Yoksa Tecavüz Meşru Olur’’, “Özgecan İçin Yasta Değil İsyandayız’’, “Tecavüzcünün Cezası İdam Olmalıdır’’ dövizleri ile 18.30’da Karşıya izban durağında buluşan partililer, İş Bankası’nın önüne yürüdüler. Yürüyüş sırasında sık sık “Özgecan Aslan Ölümsüzdür’’, “Katiller Halka Hesap Verecek’’, “Tecavüzün Cezası İdam Olmalıdır’’, “Yasta Değil İsyandayız’’ şeklindeki sloganlar çarşı halkının katılımıyla atıldı. İş Bankası’nın önüne gelindiğinde basın açıklaması yapıldı. Özgecan’ın Hesabı Sorulacak! Kadınlar, Sokağa, Mücadeleye! İzmir’den Kurtuluş Partili Kadınlar Kurtuluş Partili Kadınlar: Ö Özgecan’ın hesabını soracağız! zgecan Aslan… 20 yaşında, gençliğinin baharında gencecik bir üniversite öğrencisiydi. Kayboldu 2 gün önce, ailesi canlarından can kopmuşçasına kızlarını aramaya koyuldu. Ama maalesef kayıplara karıştığı ülke; özellikle 1950’lerden sonra Ortaçağcı gericilikle ablukaya alınmış ve Tayyipgiller iktidarıyla doruğa ulaşmış Türkiye idi. Yıllardır uygulanan, kadını aşağılayan, meta haline getiren bu eğitim ve bilimsel eğitimi dinamitleyen asıl sorumlu olarak emperyalizmin kuklası Tayyipgiller’i görüyoruz. 1993’te Madımak’ı yakanlar, bir gazeteciyi kafese tıkıp yakanlar ile Özgecan’ımızı yakanlar hep aynıydı aslında. Ortaçağcı gerici, insan, hayvan ve bitkiden farklı 4. tür yaratıklardı. Halkın Kurtuluş Partisi programında bu tip yaratıklar için şöyle der: “Kadının sosyal açıdan ezilmişliğini fırsat bilen, sömürücü, vurgun- sisteminin ortaya çıkardığı yaratıklar; önce tecavüz etmiş, sonra bıçaklayıp öldürmüş, daha sonra da yakarak katledip bir derenin kenarına atmışlardı Özgecan’ımızın yanmış bedenini, canımızı defalarca yakarcasına… Alışmıştık böyle haberler görmeye ve duymaya ama inanamıyorduk hala insanlığın nasıl bu kadar vicdan yoksunu, ahlak yoksunu ve bir o kadar “namus bekçisi” oluşuna! Tayyipgiller her gün yeni bir fetvayla çıkıyorlar karşımıza; kadın kahkaha atmasın, gülmesin, 6 yaşındaki çocukla evlenebilir, hamile kadın sokakta gezmesin vs… Bu alçaklar sürüsünün beyni o kadar sapıklaşmış ki Özgecan için de akıttıkları salyalar ortaya çıkmaya başladı. Yapmıştır bir “orospuluk” dediler yanan yüreklerimiz, her gün artan öfkemiz ve kinimiz ortadayken… AKP’li Ayşenur İslam acaba fetva verdiği üzere atılan çığlığı duymuş mudur ya da yüreği yanan, acıyan ve acıtan bir annenin çığlığını, feryadını duyuyor mudur? Asla! Tecavüzcülerin, kadınları katledenlerin aldıkları ya da almadıkları cezalar ortada! İşte biz bu yüzden bunların her defasında sırtını sıvazlayan, laik cu, yani alın teriyle para kazanmayan, her türden ahlak anlayışından uzak sermaye sınıfına mensup erkekler, kadını cinsel zevklerini doyuracak obje olarak görmekte ve kullanmaktadır. Irz suçunun cezası idamdır.” Bugün gencecik hayat dolu bir arkadaşımızı daha sonsuzluğa uğurladık, gözyaşlarımızı yutkunarak içimize akıttık ve bir kez daha söz verdik. Mutlaka hesap soracağız. İnsanlık suçlarında zaman aşımı olmaz, zamanı geldiğinde kara kaplı defterimizi açıp bir bir yargılayacağız bu insanlık düşmanlarını! Öfkemizi bileyip mücadeleye daha sıkı sarılacağız ve kadınlar olarak bize biçilen bu hayatın zarını parçalayacağız! 14.02.2015 Özgecan’ın Hesabı Sorulacak! Kadınlar, Sokağa, Mücadeleye! Kurtuluş Partili Kadınlar Ayşe Ana da acısını bir ömür yüreğinde taşıdığı evladına kavuştu ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerin tezgâhladığı 12 Mart Faşist Darbesinin ardından Denizler’in idamını engellemek için harekete geçen 10 yiğit devrimci, 30 Mart 1972’de alçakça katledildi Parababaları düzeni tarafından. Devrim Tarihimize “Kızıldere Katliamı” olarak geçen bu katliamda yiğitçe çarpıştıktan sonra can verenlerden biri de Cihan Alptekin’di. İşte bu yiğit devrimciyi dünyaya getiren Ayşe Alptekin Ana’yı dün kaybettik. O da Denizler’in ve diğer devrim şehitlerimizin anneleri gibi acısını bir ömür yüreğinde taşıdığı evladına kavuştu. Cihan Alptekin Yoldaş katledildiğinde Ayşe Ana 55 yaşındaydı. Tam 43 yıl boyunca biricik oğlunun acısını yüreğinde taşıdı. Hep söyleriz ya; insan olarak doğan bizler için en önemli görev insan olarak ölebilmektir, diye. İşte Ayşe Ana da insan olarak ölebilenlerdendi. O, bir annenin yetiştirebileceği en namuslu, en yiğit, en fedakâr insan tipini yetiştirdi. İnandığı dava uğruna ölüme gözü kapalı giden bir devrimci dünyaya getirdi, yetiştirdi ve ne yazık ki binbir zorluklarla büyüttüğü oğlunu faşizme kurban verdi. Cihan Yoldaş bir mektubunda sonsuzluğa uğurladığımız Ayşe Ana’ya şöyle yazıyordu: “Ana, tüm bunları bilerek ve inanarak yaptım. Tek düşüncem devrimci halk hareketinin selameti, sağlıklı gelişmesidir. Sana açıklamayı görev bildiğim bir durum daha var. O da bu kavga içinde hayatımın önemi ol- madığıdır. Benim ve arkadaşlarımın tek düşünce ve hedefi hareketin zafere ulaşmasıdır. Gelecek bizimdir. Tarihi zafer bizim olacaktır. Benim mutluluğum hareketimizin başarısı olacaktır. Varsın düşmanlarımız ölüm cezası versinler, ölüme kadar hapsetsinler. Ne çıkar? Sonunda zafer bizim olacaktır. Düşmanlarımız bize ölüm cezası verecek kadar kuvvetli değillerdir. “Ana biz ne çılgınız, ne de maceraperestiz. Baskı ve zulüm altındaki bir kurtuluş kavgasının öncüleriyiz. “Ana sana saygı ve sevgi doluyum. Bütün kardeşlerime bağlılığım çoktur. Beni dünyaya getirmen, yetiştirmen sana bağlılığımı bir o kadar daha arttırıyor. Sana ve kardeşlerime hiçbir şey bırakmıyorum. Size bırakabileceğim tek şey yiğitliğim ve kurtuluş savaşçısı olmamdır.” Evet, Cihan Yoldaş’ın maddi olarak bırakabileceği hiçbir şeyi yoktu. Ama mektubunda da ifade ettiği gibi geride kalan biz Gerçek Devrimcilere ve Halklarımıza yiğitliğini ve uğrunda ölüme yürüdüğü Kurtuluş Savaşı’nı bıraktı. And olsun ki biz de onun ve tüm devrim şehitlerimizin mücadelesini eninde sonunda zafere ulaştıracağız. Sen rahat uyu Ayşe Ana. Acısını bir ömür yüreğinde taşıdığın evladının hesabını elbet bir gün soracağız. 07.02.2015 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 7 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 l ı Sizin fıtratınızda kadın düşmanlığı; bizim fıtratımızda yaşam ve mücadele var! Türkiye’de ortalama her gün 5 kadın eşleri, sevgilileri ya da tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor, tecavüze uğruyor; boşanmak isteyen kadınlarsa şiddetten en fazla mağdur olanlar olarak karşımıza çıkıyor. Devletten koruma talep eden kadınların kaldığı sığınma evleri . açılış törenlerinde teşhir edilirken koruma talebiyle polise veya savcılığa başvuran kadınların % 73’ü, sığınma evlerinde olan kadınların % 27’si cinayete kurban gidiyor. Tayyipgiller ise geliştirdiği söylemlerle kadın cinayetlerini adeta teşvik ederken, çözüm için önerdiği n yöntemlerle de kadınlarla dalga geçiyor. Bugün, 8 Mart… 1857’de eşit işe eşit ücret, insanca bir yaşam ve 8 saatlik işgünü talebiyle canları pahasına mücadele ederken ABD’li Parababaları tarafından diri diri yakılarak katledilen 129 kadın tekstil işçisinin İktidara geldiklerinden bu yana yaptıklarını ve söylediklerini bir hatırlayalım; Çıkardığı yasalarla kadınların en mahremlerine kadar girme cesaretini gösteren Tayyipgiller iktidarı, kürtaj yasağı, tecavüzcüsüyle evlenme, 3 çocuk isteği gibi e ı . k ı kanıyla kazanılmış gün… p Bugün Dünya Emekçi Kadınlar Günü… 2015 8 Martı’na; tüm dünyada ve özellikle Ortadoğu’da emperyalistlerin yarata tıkları krizlerin, halklar arasına sokulan e düşmanlıkların ve bunlar karşısında gelişen mücadelelerin hâkim olduğu bir atmosferde giriyoruz. Tüm bunlarla bağlantılı şekilde Türkiye’de de AB-D Emperyalistlerine göbekten bağlı Tayyipgiller İktidarı, yarattıkları işsizlik-pahalılık-zam-zulüm cehenneminde halkımıza kan kusturuyor. Devrimcilere, Demokratlara, Yurtseverlere ve Halklarımıza yönelik her türlü antidemokratik uygulamaları, baskı ve şiddeti, gözaltı ve tutuklamaları, katliamları, yolsuzluğu, talanı 12 yıldır kol kola yürüten ve hiçbir çelişkisi bulunmayan Tayyipgiller ve İblis Feto’nun cemaati şimdilerde ganimet paylaşım kavgasına tutuşmuş durumdalar. Ama bu Ortaçağcı güruhun çelişki yaşamadıkları, üzerinde hem fikir oldukları konuların başında gelmektedir kadın düşmanlığı. Ortaçağcı Gericilik Kadınları Köleleştiriyor! Öyle ki; kadının adına dahi tahammül edilemediğinden Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığının adı değiştirildi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı oldu. Tayyipgiller döneminde planlanan ve hayata geçirilen sosyal politikalara bakıldığında bunun basit bir isim değişikliği olmadığı da ortada. akla mantığa sığmayan tasarılarıyla, Ortaçağcı gerici düzenlerini bu kez de kadın bedeni üzerinden hayata geçirmeye çalıştılar. Yine hükümetin içerisinde yer alan bazı isimlerin yaptığı akıl almaz açıklamalarından birkaçını sıralayacak olursak; “Kadına şiddet abartılıyor”, “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum”, “Kürtajı cinayet olarak görüyorum” (R.Tayyip Erdoğan) “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” (Maliye Bakanı Mehmet Şimşek) “Biz kadınların asli görevi kocalarımızı mutlu etmektir”, “ Çok eşlilik yasal olsun” (Belediye Aile Danışmanı Sibel Üresin) 12 yıllık iktidarları boyunca kadınlarla ilgili tüm açıklamalarında cinsiyetçi bir dil kullanan Tayyipgiller’in son söylemlerinden biri de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak” sözleri oldu. Yine aynı zihniyet ürünü Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız “6 yaşında bir kız çocuğu 25 yaşında erkek çocuğu ile evlenebilir. 10 yaşında,7 yaşında, 6 yaşında nikâha engel bir durum yoktur” dedi. Furkan Vakfı Kurucusu Alparslan Kuytul “Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor.” sözlerini sarf etti. Sadece bu söylemleriyle de kalmadılar. Tayyipgiller iktidarları süresince kadına yönelik şiddetle mücadele edemediği gibi istatistiklere göre kadına yönelik şiddette % 1400 artış olduğu görülüyor. ÖzgeCAN’ımızı alanlar Canımızdan Can kopardılar! Bunun son örneği insanın öfkeden tir tir titremesine neden olan; insan suretli yaratıkların; önce tecavüz etmeye yeltenip, sonra bıçaklayıp öldürerek delil kalmaması için ellerini kestikleri ve daha sonra da yakarak katledip bir derenin kenarına attıkları, hayatının baharındaki güzeller güzeli Özgecan Aslan… Bu 4’üncü Tür yaratıkların cezası bizce idamdır. Nitekim Parti Programımızda da “Irz suçu dışında idam cezası olmayacak” şeklinde yazmaktadır. Türkiye’de ortalama her gün 5 kadın eşleri, sevgilileri ya da tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor, tecavüze uğruyor; boşanmak isteyen kadınlarsa şiddetten en fazla mağdur olanlar olarak karşımıza çıkıyor. Devletten koruma talep eden kadınların kaldığı sığınma evleri açılış törenlerinde teşhir edilirken koruma talebiyle polise veya savcılığa başvuran kadınların % 73’ü, sığınma evlerinde olan kadınların % 27’si cinayete kurban gidiyor. Tayyipgiller ise geliştirdiği söylemlerle kadın cinayetlerini adeta teşvik ederken, çözüm için önerdiği yöntemlerle de kadınlarla dalga geçiyor. Ülkemizde kadınların daha düşük statüde yaşamlarını sürdürmelerini pekiştiren düzenlemeler nedeniyle 1980’de % 48 olan kadın istihdamı günümüzde % 26’lara gerilemiştir. DİSK-AR (Devimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü)’nün 20 Ocak 2015 raporuna göre: - Kadınlar için işsizlik gerçeği daha ağır biçimde yaşandı, - Resmi işsizlik oranı % 13,3 olan kadınlar için geniş tanımlı işsizlik oranı % 25,2 seviyesinde gerçekleşti, - Kadınlarda işsizlik Şubat 2014’ten bu yana 252 bin kişi arttı, -Kadın işsizlerin % 37’si yükseköğretim,% 62’si lise ve üzeri eğitim düzeyine sahip. Kadın istihdamı adı altında çıkarılan bu tasarı kadını dört duvar arasında kalmaya teşvik ediyor. Ancak kadın istihdamı yasa tasarısını “kadınlara kreş yardımı”, “doğum izinlerinde artış”, “annelere kısmi çalışma-tam maaş” diyerek göz boyamaya Suriyeli işçilerin ölümü ve Gaziantep… G öz göre göre meydana gelen iş cinayetlerine iş kazaları deniyor. İşyerleri denetlenmediği, işyerlerinde gerekli önlemler alınmadığı için oluşan kazalar bunlar. Geçen yıl hem yurt çapında, hem de Gaziantep’te iş kazası sonucu ölümlerde neredeyse rekor kırıldı. Geçen günlerde henüz nedeni belli olma- yan bir yangın sonucunda, Şıhcan’da bir binanın 4’üncü katında bulunan tekstil atölyesinde çalışan Suriyeli işçiler hayatlarını kaybettiler. İki yıl önce yine Ocak ayı içinde Organize Sanayi’deki galvaniz fabrikasında Suriyeli işçiler iş kazasına kurban gitmişlerdi. Gaziantepliler olarak yanı başımızda sürüp giden savaşa örgütlü bir tepki gösteremedik. Savaşın başında ABD ve AB ülkeleri bir iki ay içinde Suriye’de yönetimin değişeceği beklentisine girmişlerdi. AKP iktidarı da; “Libya’da geç kaldık, burada erken davranalım” dedi. Savaş başlamadan, insanlar Türkiye’ye davet edildi. Birkaç yüz bin derken, Suriye’den ülkemize gelen insan sayısı 2 milyonu aştı. Bunların 400 bini Gaziantep’te yaşıyor. Suriyeliler en güç barınma koşul- çalışıyorlar. * Çalışan kadın 4 ay olan normal doğum iznini kullandıktan sonra, 1’inci çocukta 2 ay, 2’nci çocukta 4 ay, 3’üncü çocukta 6 ay yarı zamanlı olarak çalışıp tam maaş alabilecek. Anne eğer isterse çocuğu 5,5 yaşına gelene kadar kısmi süreli çalışma hakkına sahip olacak. * Her anneye devlet doğum hediyesi olarak 1’inci çocukta 300, 2’nci çocukta 400, 3’üncü çocukta 600 TL verecek. Bu tasarıda kısaca kadınlara “üçer beşer çocuk doğurun, doğurduğunuz çocuklara siz bakın, kalan zamanda da sermayeye ucuz işgücü olun” deniyor. Bu tasarı biz kadınlara değil, bizi her yönden sömüren kapitalist düzenin patronlarına müjdedir. Kadınlar, Bizim Kadınlarımız Uyanın, Gün Mücadele Günüdür! Kadınlarımızın yaşadıkları tüm bu zulümler bir kader değildir. Kadın sorunu bir düzen sorunudur. Bu düzenin ortadan kalkması kadınıyla erkeğiyle bir bütün olarak verilecek sınıf savaşıyla mümkündür. Feminizm gibi kadının mücadelesini sınıfsal düzlemden uzaklaştıran, kadın ve erkeği ayrıştıran bir burjuva ideolojisi, kadın meselesi için bir çözüm değildir. Aksine bu akım, sorununu çözmek yerine daha da derinleştirmekte, kadını kurtuluşa götürecek olan gerçek mücadeleyi yani sınıfsal mücadeleyi gölgelemekte, insanlarımızın zihnini bulandırmaktadır. Kadının kurtuluşu ne onu ezen, meta durumuna düşüren Kapitalizmde, ne onu larında yaşıyor. Kimsenin kalmadığı tuvaletsiz, lavabosuz mekânlarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden sık hastalanıyorlar. Başpınar Organize Sanayi bölgesinde, Gatem’de binlerce Suriyeli çalışıyor. Gaziantepli işçiye göre yarı ücretle çalışıyorlar. Gaziantep’te işverenler bu durumdan memnun görünüyorlar. Kavşaklarda dilenenler hep Suriyeli çocuklar. Bu insanlık onuruna yakışmıyor. Küçük yaşta Suriyeli genç kızlar evlendiriliyor. Bazıları, ikinci eş (kuma) oluyor. Suriyelilerin şehrimize yerleşmelerinin yarattığı sonuçlar, Gaziantepli emekçiler için zor günlere neden olmuştur. Gaziantepliler iş bulmakta zorluk yaşar hale gelmişlerdir. İki yıldan beri ev kiraları, İstanbul gibi olmuştur. Tüketici fiyatları en çok yükselen illerden birisidir Gaziantep. Şehir içinde ulaşım zorlaşmıştır. Belediye toplu ulaşımı kolaylaştırma yönünde bir adım atmamaktadır. Tekstil atölyesinde yangın sonucun- Ortaçağ karanlığına götüren Şeriatta, ne de sapkın bir akım olan Feminizmdedir. Bugünün Türkiyesi’nde kadın meselesinin çözümü açıktır: Antiemperyalist-Antifeodal-Antişovenist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın zafer kazanmasıyla kuracağımız Demokratik Halk İktidarımız sorunun çözümünde ilk adım olacaktır. Oradan ulaşacağımız sosyalist düzen yarımız olan kadını hak ettiği yere ulaştıracak, sınıfsal sömürüyle birlikte cinsel sömürüyü de ortadan kaldıracaktır. Bu da ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi kadın ve erkeğin omuz omuza yürüteceği mücadeleyle mümkün olacaktır. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın “Kadın Sosyal Sınıfımız” eserinde belirttiği gibi “Yarımız olan kadınlar bütün yasak edilmiş güçler gibi, yeraltında, gizli, sağır, derinden derine işleyen bir güçtür.” Bu nedenle bizler insanlığı eşit-özgür-sınıfsız-sömürüsüz bir dünyaya kavuşturmak için; kavganın en ön safında yerimizi almalıyız. İşçiysek, kamu çalışanıysak sendikalarda; öğrenciysek okul kulüplerin- de, derneklerinde; ev hanımıysak mahalle derneklerinde; köylüysek kooperatiflerde örgütlenmeliyiz diyerek, tüm emekçi kadınları ve emekçi halklarımızı Halkın Kurtuluş Partisi saflarında örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz! 23.02.2015 Kadın Erkek El Ele, Devrimci Mücadeleye! Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir! Kurtuluş Partili Kadınlar da hayatını kaybeden Suriyeli işçiler için resmi açıklama yapıldı mı? diye araştırdık. Bulamadık. Yetkililerin bu olay konusunda hemen bir açıklama yapmalarını beklerdik. Ölenler Suriyeli olunca toplumu, daha az ilgilendiriyor diye mi düşünülüyor? Dört yıl önce ülkelerinde, huzur içinde yaşayan bu insanların ülkelerine dönmesi için, halk olarak üzerimize düşeni yapmalıyız. Suriye’de devam etmekte olan savaşa, ülkemizin dahil olmasına karşı çıkmalıyız. Her ne şekilde çalışırsa çalışsın, uyruğu ne olursa olsun bütün işçilerin aynı haklarla, iş güvenliğinin sağlandığı işyerlerinde çalışmasını istemeliyiz. “Bana dokunmayan, yılan bin yaşasın” dersek, yarın bu kötü koşullar içinde hepimiz yaşamak zorunda kalırız. Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer 8 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Başyazı İhanetlerinizden ve vurgunlarınızdan dolayı mutlaka yargılanacaksınız Baştarafı sayfa 1’de 2- Pensilvanyalı İmam’ın cemaatinin Paralel Devleti. Yargıda, Poliste, Orduda, Milli Eğitimde, Diyanette, Üniversitelerde, Medyada örgütlenmiş olan Paralel Devlet. 3- Amerikancı Kürt Hareketi’nin-PKK’nin Kürt illerinde hâkimiyetini kurmuş olduğu Paralel Devlet. 4- Can çekişmekte olan Mustafa Kemal’ler’in, İnönü’lerin ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti. 5- Bunların hepsinin tepesinde bulunan, dolayısıyla da bunları yöneten ABD’nin, Washington’un, Pentagon’un, CIA’nın, Süper NATO’nun, Gladyo’nun, Kontrgerilla’nın Paralel Devleti. İşte Türkiye bu içler acısı haldedir şimdi. Amerikaca uygun görülen bir zamanda da Sevr uçurumuna itilecektir. Ve parçalanacaktır. Gidiş o yöndedir. Ve ne yazık ki gidişin de sonuna yaklaşılmıştır artık. ABD ve AB Emperyalistleri zaten hiçbir zaman Birinci Kuvayimilliye’nin zaferini ve onun üzerine inşa edilen Lozan’ı hazmedememişlerdi. Ama o zaman mecburdular o antlaşmayı imzalamaya. Zaferimizin gücü onlara boyun eğdirdi. Fakat 1945’ten bu yana Türkiye artık Amerika’nın nüfuzu altına girmiş. 1950’de Bayar-Menderes iktidarı ile birlikte bu süreç Amerika’ya tam teslimiyete dönüşmüştür. 1952’de NATO’ya girişle birlikte bu karşıdevrimci süreç hız kazanmış ve kalıcılaşmıştır. Tayyipgiller, işte bu sürecin ürünüdür, bu sürecin son halkasıdır. Bilindiği gibi Tayyipgiller iktidarıyla birlikte bu hayâsızca gidiş şimşek hızıyla yol almıştır. Ve Türkiye bugünkü hazin duruma düşürülmüştür. Adına Ergenekon Davası denilen CIA Operasyonu işte bu gidişin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için planlanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Bu sürece engel olacak, ona karşı çıkacak, onu durduracak güçler tasfiye edilmiştir bu “Dava”yla. Açarsak biraz; Ordudaki, üniversitelerdeki, medyadaki Mustafa Kemalci geleneğe sahip laik, yurtsever, antiemperyalist güçler korkutulmuş, sindirilmiş, etkisizleştirilmiş, sonunda da tasfiye edilmiştir. Bu güçlerin önünde gelen Türk Ordusu Amerikan Emperyalistleri karşısında koyun sürüsü durumuna düşürülmüştür. Genelkurmay Başkanı Topukçu Özel Paşa, ABD-İngiliz uşağı siyasiler karşısında topuk vurup boyun kırarak ağlanacak denli zavallı görüntüler vermekten hicap duymaz hale gelmiştir. Hiç askerlikle zerrece ilgisi olan biri bunu yapabilir mi? ve medyanın psikolojik operasyonuna uğratılarak göremez, algılayamaz, düşünemez hale getirilmiştir. Olup bitenin farkında bile değildir, tabiî bir avuç insan dışında. Ülkemizde hırsızlık, vurgun, talan akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Namuslu bilim insanlarına göre iki trilyon dolar civarındadır son 12 yılda yapılan hırsızlığın, vurgunun, talanın tutarı. Adli suçlar alabildiğine artmıştır. Cinayetler, yaralamalar, kadına yönelik şiddet, tecavüzler, cinsel amaçlı öldürmeler çığ gibi artmaktadır günbegün. Tabiî bu namussuzca gidişte en çok ezilen, zarar gören, mağdur durumda kalan alt sınıflardır, ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalardır. İşçilerdir, köylülerdir, küçük esnaftır, aydınlardır. Üniversite bitirmiş gençler arasında işsizlik yüzde 30’u geçmiş durumdadır, resmi verilere göre. Üniversitelerimiz sultanın emrindeki medreselere döndürülmüştür. Hiçbiri bu gidiş karşısında sesini çıkaramamakta, gık bile diyememektedir. Medya yüzde 90 oranında bu gidişe alkış tutmaktadır. Halklarımız bu hain Amerikancı siyasilerin, tarikatların, cemaatlerin Ülke şehirleri talan edilmekte, tarihi doku diye bir şey bırakılmamaktadır. Bilindiği gibi Tayyipgiller bunun adına “Kentsel Dönüşüm” adını vermişlerdir. Düpedüz şehir yağmasıdır bu, şehirlerimizi ve tarihi mahvetmektir. Yeşilliklerimiz, ormanlarımız, dağlarımız, ovalarımız yani doğamız da HKP:Soma cinayetinin faillerinin peşini bırakmayacağız Baştarafı sayfa 1’de Danıştay yapılan itirazlarımız sonrasında; Haklarında suç duyurusundan bulunulan ve Soma Kömürleri AŞ Eynez İşletmesinde denetim yapan iş müfettişlerinin, Soma Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturmada, kazaya neden olan kişilerin belirlenmesi ve kusur durumlarının tespit edilmesi amacıyla görevlendirilen bilirkişilerce düzenlenen 05.09.2014 tarihli Bilirkişi Raporunda; kazanın meydana gelmesinde sorumluluğu bulunanlar ile bu kişilerin sorumluluk derecelerinin belirlendiği, Oysa Bakanlığın; “Bu tespitler çerçevesinde 2009-2014 yılları arasında anılan maden ocağını denetleyen iş müfettişlerinin denetim görevlerinin kapsamı ve konuları dikkate alınarak raporda belirtilen aykırılıkları/olumsuzlukları tespit edip etmedikleri, düzenledikleri raporlarda bu tespitlere yer verip vermedikleri, anılan hususlarda işlem yapılmasını önerip önermedikleri veya işlem tesis edip etmedikleri, bu bağlamda söz konusu işlemleri tesis etmekle yetkili ve görevli birimler de belirlenerek iş müfettişlerinin görevleri kapsamındaki gerekli işlemleri yapıp yapmadıkları hususlarının ayrıntılı olarak araştırılması, bilirkişi raporundaki tespitler ve belirlenen kusur durumlarına göre ön inceleme konusu eylemlerin ve bu eylemlerde sorumluluğu bulunanların belirlenmesi gerektiğinden itirazın kabulüyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 26.08.2014 tarih ve İTK-04 sayılı soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararının eksik inceleme nedeniyle kaldırılmasına” karar vermiştir. Bu karar; Soma Katliamını kapatmak isteyen, sorumluları koruyan ve kollayan başta Cumhuraşkanı Tayyip Erdoğan olmak üzere resmi ve özel tüm yetkililere verilmiş bir cevaptır. Partimiz HKP, Soma Katliamı ve diğer katliamların takipçisi olmaya devam edecektir. Saygılarımızla. 27.02.2015 Halkın Kurtuluş Partisi Herkes İçin Eşit, Parasız, Bilimsel Eğitim Ö ğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinin, 2015 yılının başında Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) başvuruları için ödenecek paralara zam yapıldığını açıklamasının ardından Halk Kurtuluşçu Liseliler tarafından başlatılan “Sınav Bahanesiyle Toplanan Paralara Hayır! Herkese Eşit-Parasız Eğitim!”adlı imza kampanyası sonucunda İzmir, Ankara ve İstanbul’da eylemler gerçekleştirildi. Halk Kurtuluşçu Liseliler, 22 Şubat Pazar günü saat 16.00’da Taksim Galatasaray Lisesi önünde “Herkese Eşit Parasız Eğitim”, “Emek Hırsızı ÖSYM”, “Demokratik, Laik, Parasız Eğitim” sloganlarıyla basın açıklaması gerçekleştirdiler. Açıklamada, asgari ücretin “açlık sınırının altında” olduğu, yani asgari ücretle çalışan bir vatandaşın devlet eliyle aç bırakıldığı, ülkemizde yıllardır ÖSYM, YÖK, MEB gibi eğitimden sorumlu kurumların el birliğiyle parası olmayan okumasın mantığıyla hareket ettiğine dikkat çekilerek herkesin yeteneklerine göre değerlendirileceği, eşitparasız-demokratik-laik bir eğitim sistemi için mücadele edileceği vurgulandı. Eylem “Eşit, Parasız, Bilimsel Eğitim”, “Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi” sloganlarıyla sonlandırıldı. İstanbul’dan Halk Kurtuluşçu Liseliler bu talana kurban edilmekte ve o da harap edilmektedir. Velhasıl, azgın bir düşman ordusunun işgali altında bile uygulanamayacak ağır bir zulüm ve talan düzeni kurulmuştur Türkiye’de. İnsanlarımız ve doğamız bu düzen tarafından günbegün tahrip edilmekte, çürütülmekte ve yok edilmektedir. İşte tüm bu sürecin sonunda geçen hafta Süleymanşah Türbesi’nin elden kolumu buraya taşıyacağım”, diyerek bayrak dikeceksin, öyle mi? Bu yapılan her şeyden önce uluslararası hukuka ve ahlâka aykırı bir iştir. Sen vatan toprağını bir oyuncak gibi oradan oraya taşıyamazsın. Benim toprağım orası değildi, burası olacak, diyemezsin. Hukuk diye bir şey var. Gülerler insana, alay konusu olursun. Hep söylediğimiz gibi yoldaşlar, bu 1945’ten bu yana Türkiye artık Amerika’nın nüfuzu altına girmiş. 1950’de Bayar-Menderes iktidarı ile birlikte bu süreç Amerika’ya tam teslimiyete dönüşmüştür. 1952’de NATO’ya girişle birlikte bu karşıdevrimci süreç hız kazanmış ve kalıcılaşmıştır. çıkarılması yani kaybedilmesi felaketi yaşatılmıştır ülkemize, insanlarımıza. Tayyipgiller, o denli hain ve yüreksizdirler ki IŞİD gibi bir çakal sürüsünün tehdidinden korkarak, tarihi vatan toprağını terk edip bir gece yarısı apar topar oradaki atamızın sandukasını omuzlayıp getirmişlerdir. Hırsızların çalışmayı sevdikleri bir saatte, yani gece yarısı sonrası yapmışlardır bu kaçgöç işini. Üstelik oradaki kendi elimizle yaptığımız türbemizi de yıkmışlardır. Niye yapmışlardır bunu? Burayı da Musul Konsolosluğumuzu olduğu gibi IŞİD bir askeri, siyasi ya da idari karargâhı haline getirmesin diye. Çünkü öyle olsaydı bunların ihaneti daha göze batar hale gelecekti. Korkaklar ve hainler işte böyle basit, zavallıca kandırmalara başvururlar. İşte bu oyunlardan biri de Suriye’nin bir başka yerine, Eşme köyüne ait Türkiye sınırına 190 metre mesafedeki bir tepeye bayrak dikme olmuştur. Bu da bir oyun, bir dümen, bir hiledir. Sen oradaki vatan toprağını terk edeceksin, sonra da Suriye’ye ait başka bir toprak parçasına “ben türbe kara- Amerikan uşakları, bu hainler, bu vurguncular, bu milletin, bu vatanın, bu halkların en azılı düşmanlarıdır. Bu yaptıklarının hesabı, ihanet ve zulümlerinin hesabı bunlardan kesinlikle sorulacaktır. Bugün veya yarın, ama mutlaka sorulacaktır. Kaçacak yerleri olmayacak bunların. Bir kere çaldıkları her kuruş bunlardan alınıp halka yeniden verilecektir. Bütün vurgunlarının bugünkü ceza kanunları hükmünce cezaları verilecektir. Zaten sağ kalanları ömür boyu hapislikler alacaklardır suçlarından dolayı. Tarihse bunları insan soyunun yüz karaları olarak, utanç figürleri olarak, iğrenilecek, tiksinilecek şahsiyetler olarak kaydedecektir defterine. Dolayısıyla da yoldaşlar bunların hiçbir hesapları tutmayacak, güvendikleri bütün dallar ellerinde kalacaktır. Bu milletin, bu halkların koyun sürüsü olmadığını o zaman görüp anlayacaklardır bunlar da. Ama onlar için artık çok geç olacaktır. İş işten geçmiş olacaktır. Gelecek hesap sorma günleri yoldaşlar. Mutlaka gelecek… 28.02.2015 Bir Apple bile etmeyen Türkiye G eçen sayımızda “Bir IBM bile etmeyen Türkiye” başlığıyla bir haber yapmıştık. Aradan geçen günlerde yeni açıklanan bir rakam aynı konuyu yeniden gündemimize getirdi. Açıklanan son rakamlara göre; tüketici elektroniği, bilgisayar yazılımı ve kişisel bilgisayar tasarlayan, geliştiren ve satan bir Amerikan şirketi olan Apple (en bili- Gayri Safi Milli Hâsılası yaklaşık 820 milyar dolar olan Türkiye, dünyanın en büyük 19’uncu ekonomisi olmakla övünüyor. Ama gördüğümüz gibi bir tek Amerikan şirketinin mali değeri, Türkiye’nin Milli Gelirine yaklaşmış durumda. O zaman 19’uncu büyük ekonomi olmanın ne önemi kalıyor? Kimden, ne kadar büyük ya da küçük oldu- nen donanım ürünleri Mac serisi bilgisayarlar, iPod müzik çalar, iPhone akıllı telefon, iPad tablet bilgisayar ve Apple Watch adlı akıllı saattir. Yazılımları arasında ise OS X ve iOS işletim sistemleri, iTunesmedya tarayıcısı, Safari internet tarayıcısı ile iLife ve iWork paketleri yer almaktadır.) 710 milyar dolarlık Pazar değerine ulaşmış durumda. Türkiye’de borsada işlem gören halka açık tüm şirketlerin piyasa değeri toplamı şu anki rakamlarla 610 milyar lira yani 275 milyar dolar. Apple’ın piyasa değeri ise (yukarıda da söylediğimiz gibi) 710 milyar dolar. Yani Apple’ın piyasa değeri Türkiye’deki halka açık tüm şirketlerin toplam değerinin 2.5 katından fazla. Ya Türkiye’nin 2014 yılı Milli Geliri ne kadar? “196 ülke ile ilgili ekonomik veriler sunan tradingeconomics.com isimli sitenin 2014 verilerine göre, Türkiye’nin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH) 820 milyar dolar (2 trilyon 46 milyar TL) düzeyinde bulunuyor.” (GSYİH, bir ülkenin sınırları içerisinde hem o ülkenin yurttaşları hem de yabancılar tarafından elde edilen geliri, GSMH ise bir ülkenin yurttaşları tarafından o ülkenin sınırları içerisinde ve sınırları dışında elde edilen geliri ifade eder.) İşin özü; bir tek Apple şirketinin piyasa değeri, Türkiye’nin Milli Gelirine çok yaklaşmış durumda. Haa sadece Türkiye’nin mi? Hayır. 100’den fazla ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasını geçmiş durumda. Bu ülkelerden bir tanesi de gelişmiş İsviçre örneğin. Yine Apple, bu pazar değeriyle dünyanın 20’nci büyük ekonomisi durumunda. ğunuz rakamlardan ziyade diğer ülke ekonomileri karşısındaki durumunuza bakılınca gerçek anlamda ortaya çıkar. Gerçek rakam da bu işte! Yani Türkiye, bir tek şirketin değeri kadar büyük! Başka türlüsü de olabilir mi? Yani büyük ve güçlü bir ekonomiye sahip olabilir mi Türkiye? Hayır. Asla! Olamaz! Çünkü yerli Parababaları ve işbirlikçisi Tayyipgiller iktidarı, ülkenin en zor şartlarında, onca yokluğa, sıkıntıya rağmen (Sovyetler Birliği’nin mali, teknolojik ve uzman desteğiyle) kurulan Kuvayimilliye yadigârı üretim tesislerini, fabrikaları yok pahasına sattı. Büyük bir kısmının üretimini tümden durdurarak arsalarını alışveriş merkezlerine dönüştürdü. Üretimi yok etti. Sanayi tesislerini kapattı. Var olanların çoğunu yabancı Parababalarına yeyim etti. Dolayısıyla yukarıdaki rakamlar, Türkiye’nin içinde bulunduğu acı gerçekleri göstermektedir. Bu üretimsizlik, dolayısıyla işsizlik pahalılık cehenneminden kurtuluş yolu Demokratik Halk İktidarını kurmaktır. Bunu başaracak biricik güç İşçi Sınıfı Partisidir. O parti de Halkın Kurtuluş Partisi’dir. 9 5Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 k Köy Enstitüleri Destanı Üzerine r ayyipgil, Cumhuriyet’in kuruculak rını, Mustafa Kemal ve İsmet İnöm nü’yü, her fırsatta elitlikle, halka ,tepeden bakmakla suçlarlar. Bunda ger.çek payı var mı? Görünürde vardır. Şöyle: T Cumhuriyet Devrimi, Ulusal Kurtuluş Sa- uvaşı’mızın rüzgârıyla gelişen bir yarım kal- makla birlikte Burjuva Demokratik Devrimi oldu. Devrimciler emperyalist planı bozdular, emperyalistleri bu topraklardan kovdular, emperyalizmle iş tutan derebeyliğin sembolü Sultan’ı alaşağı ettiler. Devrimcilerin halka tepeden bakma gibi bir niyetleri yoktu ama hem halkın ekonoemik ve sosyal geriliği, hem de ekonomik bakımdan tasfiye edilemeyen ve binlerce yıldan beri bu topraklara kök salmış Tefeci-Bezirgân Sınıfın kandırmacaları nedeniyle halka tepeden bakar göründüler. Çünkü tam sonuçlarına ulaşan bir demokratik devrim yapmamışlardı devrimciler. Yoksul halk yığınlarını bir ideoloji doğ-rultusunda örgütleyerek devrim yapmamışulardı. Bu yüzden, gericiliğin temeli sosyal sınıflar dipdiri duruyordu. Toprak devrimi e(Demokratik Devrim) yapılamamıştı. Do-layısıyla derebeylik artıkları halk içinde ,ekonomik ve toplumsal bakımdan güçlü kkaldı. Bu yüzden özellikle dini kullanarak ve bayat popülizm (halk dalkavukluğu) -yaparak yoksul halk kitlelerini “onlar sizi .temsil etmiyor” şeklinde kandırabildiler. -Gericilik oldum olası bu demagojiye sa.rıldı. Örneğin Demokrat Parti’nin “Yeter! -Söz Milletin” çıkışı böyledir. Şimdi Tayyip hâlâ bu demagojiyi kulzlanıyor, Cumhuriyet kurucularını halkın ,gözünde küçük düşürmeye çalışıyor. Ne rvar ki, kendi gözündeki merteği görmüyor, Cumhuriyet Devrimcileri’nin gözündeki nsaman çöpüne karışıyor. Kaçak saray, bin-lerce koruma, 17-25 Aralıkta sıfırlanamayan milyar dolarlar, halka ettiği küfürler -(ananı da al git, Yahudi dölü vb.) ortada… - Kıvılcımlı Usta’nın vurguladığı gibi; n“Derebeyi kalıntılarımız, bütün dişleşri ve tırnaklarıyla iliklerimize işlemiş olarak yaşarlar” (Kıvılcımlı, 27 Mayıs) -idi. Cumhuriyet Devrimcileri’nin radikal reformlarının geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesi içeride Anadolu’ya çöreklenmiş Tefeci-Bezirgânlık, dışarıda Emperyalizm tarafından kösteklendi. Şeyh Sait isyanı olsun, Menemen olayı olsun emperyalist-derebeylik ittifakının ürünüdür. Cumhuriyet Devrimcileri bu tehlikeyi atlattılar. Bu tür oyunları bozmak için girişimlerde de bulundular. Bu girişimlerden birisi de Köy Enstitüleri oldu. Cumhuriyet Devrimcileri’nin halkla bağını kuracak, reformları halka anlatacak nitelikte kuruluşlardı Köy Enstitüleri… Ünlü şairimiz Orhan Veli’nin çağrış- Köy Enstitülerinin Kuruluşu Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkede okuryazar sayısı % 5’in altındadır. Ve nüfusun da % 80’den fazlası köylerde yaşamaktadır. Bu büyük köylü kitlesine ulaşabilmeyi amaçlamıştır Cumhuriyet Devrimcileri. Bunun ilk adımını 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kanunu oluşturur. Bu kanun sayesinde öğretim kurumlarının tümü de Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır. Köy Enstitülerinin kuruluş kanunu ise 17 Nisan 1940’da planın temelleri kurulmuş ve Rusya, en yakın bir örnek olarak alınmıştır. Çünkü orada da sanayi fabrikalarını hiç yoktan meydana getirmek gerekmişti. Şimdi de ikinci ekonomik beş yıllık plan üzerinde çalışılmaktadır. Sovyetler, bu plan işinde canlı bir ilgi göstermektedirler. Her iki devlette de, bu ekonomik planlı çalışmadan maksat, ilk önce askeri kudret ve takati artırmaktır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin savaş sanayii, dost Türkiye’ye daima pek elverişli ödeme Kurulan 21 köy enstitüsünün ülke çapında bölgesel dağılımı yayımlanır. Kanunun 1. ve 3. maddelerinde şöyle denilir: “Madde 1- Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılır. “Madde 3- Enstitülere tam devreli köy ilk okullarını bitirmiş sıhhatli ve müstaid (yetenekli – K.Y.) köylü çocuklar seçilerek alınırlar.” Kanunda eğitimin en az 5 yıl olduğu da vurgulanır. Kuruluş Nisan 1940 olsa da, öncesi vardır. Ve Köy Enstitüleri deyince, ilk akla gelen isim İsmail Hakkı Tonguç’tur. Tonguç, 1935’de İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekâleten atanmıştı. Tonguç için amaç köylüye ulaşmaktı. Bu, köyden çıkan, köyü bilen köylü çocukları yetiştirilerek daha etkin olurdu. Bu amaçla önce askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapmış köylü gençler eğitmen kurslarında “eğitmen” olarak yetiştirildi. Bunlar köy okullarına köy çocuklarını okutmak için gönderildi. Bir yıl sonra, 1937’de, bir adım daha atılarak Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da iki “Köy Öğretmen Okulu” açıldı. Ertesi yıl Kastamonu Gölköy ve Kırklareli Kepirtepe’de iki köy enstitüsü daha açıldı. Bu okullarda öğrenim gören öğretmenler de köyü yabancılamayan, köy okullarında sıkıntısız, ayrıcalıksız yaşayıp öğretmenlik yapabilecek nitelikte köylü çocuklarıydı. Tonguç, Hasan Ali Yücel bakan olunca asaleten İlköğretim Genel Müdürlüğüne atandı (Ocak 1940). Ve süreç Köy Enstitülerinin Kuruluş Kanunuyla sonuçlandı (17 Nisan 1940). Köy Enstitüleri kuruluş kanunu sonrasında var olan köy öğretmen okullarından başka 17 Köy Enstitüsü daha açıldı. Yeni kurulan enstitülerin dağılımının tüm Türkiye’yi kapsayacak şekilde düşünüldüğü anlaşılıyor. Bunlardan Hasanoğlan’da kurulan, Yüksek Köy Enstitüsü’dür ve diğer köy enstitüleri tarafından 1941’de kurulmuştur. Köy Enstitülerinde Eğitimin niteliği Bir Çin atasözü şöyle der: koşullarıyla savaş teçhizat ve malzemesi vermiştir. Bu konudaki kolaylıklarda Sovyetler o ölçüde ileri gitmişlerdir ki, böylece Türkiye’nin Rusya’dan aldıklarına siyasal armağanlar denilebilir.” (Aktaran: Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 4, s. 1402) Eğitimin de Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süren bu sıcak ilişkilerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Nitekim, eğitimciler Sovyet eğitim sistemini görmek üzere sık sık Sovyet Rusya’ya giderler, Dışişleri Bakanlığı, Moskova Büyükelçiliği’ne raporlar düzenletir (D. Avcıoğlu, ay, s. 1400). Bu raporlardan birinde Moskova Büyükelçisi Zekai Apaydın, Dışişleri Bakanlığı’na “Sovyetlerin Eğitim Alanındaki Çalışmaları” konusunda iki rapor sunar (1939) ve bu raporlar Eğitim Bakanlığı’na aktarılır. Büyükelçi, Sovyetler’de eğitimin sadeleştirildiğini, bizde de sadeleştirilmesi gerektiğini belirtir: “İlk öğretimi yaşamda işe yarar bir hazırlık haline koymak için biraz da tarıma dair basit bilgiyle donatmak ve bunun için de yedi yıla çıkartmaktan başka çare yoktur…” (Aktaran: D. Avcıoğlu, agy, s. 1401) Büyükelçi, ayrıca köylerde okul yapımını hızlandırmak için gene Sovyetler’den esinlenerek kapı, pencere, döşeme tahtası, ders sıraları gibi malzemenin standardize edilmesini ve kireç ve çimento ile birlikte bunların da devletçe sağlanmasını, gerisini köylülerin tamamlamasını önerir (D. Avcıooğlu, ay, s. 1401). Bu öneriler Köy Enstitülerinin inşasını andırmaktadır. Eğitimin içeriği de Sovyetler’den esinlenildiğini doğrular niteliktedir. Eğitim laiktir, kız-erkek ayrımı yoktur, katılımcı ve demokratiktir, çevre duyarlılığı esastır. Asıl önemlisi, üretim içinde eğitim verilmektedir. Köy Enstitülerinin ilkesi “İş için, iş içinde, işle eğitim”dir. Çünkü Köy Enstitülerinde üretim de yapılır. Üstelik, bu üretim bu topraklarda sınıfsız toplumdan, “insanlığın altın çağı”ndan yadigar imece usulüyle yapılır. Üretim içinde eğitim, teori-pratik bütünlüğünü sağlar. Köy Enstitülerinde verilen eğitimin teori-pratik bütünlüğü içinde olması gerektiği 1943’te yapılan açıklamada şöyle verilir: sakınılmalıdır. “(…) Köy Enstitülerinde ve köy okulunda bilgi bir vasıtadır. Bu vasıta öğrencinin zekâsını işletmek, tasarım gücünü uyandırmak, onlara bazı çalışma ve düşünme metotları vermek için kullanılacaktır. Basit bilgi, Köy Enstitüsünü ve köy okulunu saran iş hüviyetine asla denk düşmeyecektir. Köy Enstitülerinde… kabiliyetli …ruhi kudretinde varlık olan ve fikri kudretiyle iş başaran vatandaşlar yetiştirmemiz lazımdır.” (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ve İzahname, 1943, s. 96 -111, Aktaran: Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış, http://www.dunya48.com/cumhuriyet/cumhuriyet-ve-bugun/21226-niyazi-altunya-koey-enstitusu-sistemine-toplu-bir-bakis). Eğitim programında “kültür dersleri” kapsamında verilen klasik dersler ve öğretmenlik bilgisi ile ziraat ekonomisi ve kooperatifçilik yanı sıra, “Ziraat Ders ve Çalışmaları” kapsamında tarla ve bahçe ziraatı, fidancılık-meyvecilik ve sebzecilik bilgisi, sanayi bitkileri ziraatı, zooteknik, kümes hayvanları bilgisi, arıcılık, ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su ürünleri bilgisi, ziraat sanatları; “Teknik Dersler ve Çalışmaları” kapsamındaysa köy demirciliği, köy dülgerliği, köy yapıcılığı, kızlar için köy elsanatları (biçki-dikiş-nakış, örücülük ve dokumacılık, ziraat sanatları) dersleri yer alır. Kültür dersleri tüm eğitimin ya- Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 1948. rısını, ziraat ve teknik dersleri ise her biri toplam sürenin dörtte birini oluşturur. Eğitimde iş - üretim kadar edebiyat ve güzel sanatlara da önem verilir. Öğrencilere dünya klasiklerinin tercümeleri okutulur. Her köy enstitülü öğrenci bir müzik aletini çalabilecek şekilde eğitilir. Folklorik eğitim de özellikle vurgulanmalıdır. Mezun olanlar, 150 parçaya varan alet edevat verilerek görev yerine gönderilir. Böylece mezun olan köy öğretmenleri, öğretmenlik dışında köylüyle içli dışlı olan, köylüye yol gösteren, basit sorunları çözebilen, sağlık konusunda bilgili ve uygulama da yapabilen, ahlâklı birer halk şefi niteliğine ulaşırlar. Köy Enstitüleri neden kapatıldı? Bu eğitimin en önemli amacı ise köylünün kul olmaktan çıkarılmasıdır. Bizce asıl önemlisi de budur. Tonguç, “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında şöyle der: Duyarım unuturum Görürüm hatırlarım Yaparım öğrenirim İsmail Hakkı Tonguç, Büyük Eğitim Devrimcisi tırdığı gibi, gerçekten de bir destandı Köy Enstitüleri. Arifiye! Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi. Süleyman Edip Bey müdürün adı. Bir yol da burada duralım; Ellerinde nasır, yüzlerinde nur, Yarına ümitle yürüyenlere Bir selam uçuralım. (Orhan Veli, Destan Gibi, 1946) Bu yazımız, kapatılmalarının üzerinden tam 50 yıl geçen Köy Enstitüleri Destanı üzerine (Köy Enstitüleri 27 Ocak 1954’te Demokrat Parti tarafından kapatıldılar). Bu atasözünde de belirtildiği gibi, öğrenmenin vazgeçilmez elemanı uygulamadır. Zaten teori-pratik birliği yaşamın her alanında kendini dayatır. Teorisiz pratik, pratiksiz teori olmaz. Bu eğitim için de böyledir. Köy enstitülerinde eğitim uygulama içinde eğitimdir. Skolastik, ezberci medrese eğitiminin aşıldığı bir eğitimdir. Cumhuriyet Devrimcileri, bu doğruyu Sovyet eğitim sisteminden esinlenerek ve yaşamın gerçeklerinden hareketle geliştirmiş olsalar gerek. Çünkü o dönemde Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri çok yakındır. İki ülke arasında ekonomik ve kültürel işbirliği sıkıdır. Sovyet etkisi beş yıllık planlarda, sanayi yatırımlarında, Sovyet silahlarının alımında kendini göstermektedir. Bu Batı basınına da yansır. Mayıs 1936’da bir Alman gazetesinde şunlar yazılır: “Türkiye’nin maddi konularda Sovyet Rusya’dan neler almakta olduğu dikkatli bir gözlemcinin gözünden kaçmaz. Bu bakımdan her şeyden önce 1 numaralı beş yıllık plan belirtilmeye değer. Sovyet uzmanlarının sıkı bir işbirliği ile bu Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü inşasında çalışan köy enstitülü öğrenciler: İşte imece! “Gerek Köy Enstitülerinde, gerek köy okullarında talebe ve halkın yetiştirilmesinde… herhangi bir derste hayatla hakiki bağlılıklar temini prensibi üzerinde ısrarla durmak gerekir… Köy işlerinde tecrübeden geçmemiş fikirleri gevelemek, serbest tahrir derslerinde köye uygun olan veya uygun olmayan örneği taklit ederek yazı yazmak ve yazdırmak, Aritmetik, Fizik veya Kimya derslerinde manası anlaşılmayan formül ezberletmek gibi hususlardan yasak gibi “Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki bir surette (mekanik olarak – K. Y.) ‘köy kalkınması’ değil manalı ve şuurlu bir şekilde köyün içten canlandırılmasıdır. Köyü öylesine canlandırmalı ve şuurlandırmalı ki, hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi, her zaman haklarına kavuşabilsinler… Köy meselesi bu demektir.” (İsmail Hakkı Tonguç, Canlandırılacak Köy, 1939, s. 88; Aktaran: N. Altunya, agy) Amaç böylesine kutsaldır. Köylünün sömürülmesinin önlenmesi, kulluktan kurtarılması, hayvanlık konağından çıkarılmasıdır. Tabiî bu nitelikte bir eğiticinin, bir halk şefinin Ortaçağcı güçler tarafından kabullenilmesi mümkün değildir. Üstelik daha önce de belirttiğimiz gibi, ortada mantiki tüm sonuçlarını gerçekleştirmiş bir demokratik devrim yoktur. Sömürgenler dipdiri durmaktadır. Kaldı ki, Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân sınıf, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Finans-Kapital ile ittifak kurmuş ve 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren ekonomideki egemenliğini perçinleyen bu gerici ittifak kaçınılmaz olarak üstyapıya da el atmıştır. Çok geçmez, bu topraklarda sömürgenlerin oldum olası kullandığı din elden gidiyor ve uçkur peşkir saldırıları başlatılır. “Hür Basın” da buna aracılık eder. Tabiî komünistlik suçlaması bu ikili saldırıyı tamamlar. Köy enstitüleri “komünist yuvası”dır artık. Özellikle de II. Emperyalist Savaş’ın bitiminden sonra Amerikan Emperyalizmi’nin Türkiye’ye girişi ile birlikte… Örneğin, köy enstitülülerin kendi imkân ve emekleriyle kurulan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün müzik binasının çatısı orak-çekice benzetilir. Köy enstitülü öğretmenler komünistlikle suçlanarak tutuklanır. Üstelik Köy Enstitüleri gözden ırak “fuhuş yuvaları”dır. Enstitülerin çöplerinden ceninler çıkar vb. Kız öğrencilerle ilgili spekülasyonların ardı arkası kesilmez. Örneğin İvriz Köy Enstitüsü’nden M. Ali Eren’in anıları bu durumu ortaya koymaktadır: “(...) Bir gün sabaha doğru tan yeri ağarırken, okul bekçisinin “Mehmet Ali Bey, Mehmet Ali Bey” diye bağırdığını duydum. “Kalk, hemşerilerin geldi.” dedi. O sırada okulda daimi elektrik yoktu. Bir motordan sağlanan elektrik gece yarısı kesiliyordu. Kapıyı açtım: Önde aksakallı bir erkek ve arkasında 7 kadın vardı. Hepsi birden ağlıyorlardı. “Hoş geldiniz hemşeriler” dedim. Onlar sızlanmalarını daha da hızlandırıp, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Neden sonra sakinleşen hemşeriler, dün akşam bir haber aldıklarını, enstitüde okuyan 20 Beyağıl’lı kızın okuldan kaçtıklarını, onunun İvriz Çayı’nda boğulduğu, onunun da kaybolduğu haberini aldıklarını söylediler. Onlara, “Çocuklarınız yatakhanelerinde mışıl mışıl uyuyorlar, hiçbir şeyleri yok.” dediysem de, benim sözüme inanmadılar. Mecburen giyindim. Kurallara göre kız yatakhanelerine erkek öğretmenler giremez, yalnızca bayan öğretmenler girerdi. Bu nedenle onları yanıma alarak, bayan kimya öğretmeninin yanına gittim. Öğretmeni uyandırdım. Bu velileri kız yatakhanesinin önüne kadar götürmesini ve çocuklarını uyandırarak, bu velilere gösterdikten sonra, tekrar yatırmasını istedim. “Söylediklerim yapıldı. Veliler rahat bir nefes aldılar. Ama zamanla veliler, çocuklarını birer ikişer okuldan kaçırdılar...” (M. Ali Eren, Bir Eğitimcinin Düşünce ve Anıları, 2009) Yukarıda belirtildiği gibi, gösterilen onca titizliğe rağmen yalanlar sürdürülür, saldırılar gittikçe tırmandırılır. Emin Sazak gibi büyük toprak sahibi politikacılar (Emin Sazak, Eskişehir’de çok büyük araziye sahip bir toprak ağası ve zamanın CHP milletvekilidir) Köy Enstitülüleri “aşırı yetki verilmiş, kendilerini Atatürk sanan, köylüleri ayartan kişiler” olmakla suçlar. Daha sonra DP milletvekili olan Tevfik İleri ise “Türk’ü ikiye bölmek istediler; bu mukaddes çatı altında toplanan saf dimağlara, patiskadan daha beyaz, tertemiz bu kalplere düşmanlıklar aşılamak istediler... Bunu ancak Moskova yapar... Biz onları bitler gibi birer birer kıracağız diyebilmiştir.” Tıpkı, günümüzün demagogları Tayyipgil gibi… 10 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 İnsanlar... Sureti insan olanlar… İnsan sırf yaranmak için (köşesini korumak, televizyon programlarını sürdürebilmek, üniversitelerde toplantılar yapmak, şan şöhret, mal mülk sahibi olmak için de diyebiliriz) böyle yalan yanlış şeyleri yazmak zorunda mıdır? Ne gerek var böyle küçüklüklere?.. Yandaş medyadan olmak insanı büyültmez ki... Aksine küçültür. Hem de büyük çapta küçültür. İnsanı, insancık yapar. Başka bir şey yapmaz. K imi insanlar vardır, eski deyimle “adam gibi adam”dırlar. Bugünkü söyleyişle “insan gibi insan”dırlar. Kimi insan vardır, surette insan görünür ama sadece surette bir görünüştür o. Yoksa onlar gerçekte başka bir şeydirler. Küçüktürler, her açıdan küçüktürler. Var olanla yetinmezler, daha fazlasını isterler ama anlamazlar ki o istedikleri küçüktür hem de küçücüktür... Kısacası onlar küçük çıkarların peşindedirler. Bunlardan birisine örnek Milliyet Gazetesi’nin “Diyalog” adlı köşe yazarı Abbas Güçlü’dür. A. Güçlü, 27 Ocak günü, köşesinde, “Beş yılda beş bin hayal kırıklığı” başlık- lerin tazminata düşürüleceği”ni kararlaştırmış. Bu durum oralarda okumakta olan öğrencileri büyük stres altına sokmuş. Hatta ya bitiremezsek ne olacak deyip intiharı bile düşünen öğrenciler varmış. Bunu da A. Güçlü’ye bir mektup gönderen bir lisansüstü öğrencisi anlatmış. Sonuç olarak A. Güçlü, T. Erdoğan’ın bu “olumlu” girişiminin baltalandığı kanısında. Hem de MEB (inanırsan) tarafından... A. Güçlü T. Erdoğan hakkındaki düşüncesini, bir kez daha dile getirdi 4 Şubat günü, “Hani üniversite harçları kaldırılmış- lı bir yazı yayımladı. A. Güçlü, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğitim ve gençlere yönelik neyi hayal ettiyse, MEB eline yüzüne bulaştırdı.” diyerek başlıyor yazısına. 2009 yılında başlatılan “Beş yılda Beş Bin Genç Öğrenci Projesi” kapsamında yurtdışına lisansüstü (doktora) öğrencisi gönderilmiş. Bu öğrenciler, 1929 yılında Cumhuriyet’in nitelikli biliminsanlarına olan ihtiyacını gidermek için başlatılan (ancak uzunca bir süre ara verilen) girişimin devamıymış. Bunu söyleyen de bizzat Tayyip’miş: “Başbakan Erdoğan; Gazi Mustafa Kemal bunu 1920’li yıllarda fark etmişti. Yurtdışına ilk öğrenci gönderme kararı bizzat Gazi Mustafa Kemal’in verdiği talimatla 1929 yılında çıkarılan kanunla verilmiştir. Yeni Türkiye’nin fabrikaları, demiryolları, karayolları, köprüleri işte o mühendislerin eliyle inşa edildi. Ama ondan sonra uzunca bir süre ara verildi. “Gazi Mustafa Kemal, ülkemizin dört bir yanını demir ağlarla örme talimatı verdi. Biz şimdi onu gerçekleştiriyoruz. “Cumhuriyetin 10. yılında o öğrencilerimizin imzası vardı. İnşallah, Cumhuriyetimizin 100. yılında da, 2023’te şimdi gönderdiğimiz öğrencilerin imzası olacak.” Yurtdışına gönderilen bu gençlere, verilen bursun karşılığı olarak da yüklü miktarlarda senetler imzalatılmış ama ödemenin zorunlu görev (hizmet) olarak alınacağı söylenmiş. Ancak MEB, 12 Ocak 2015’te yayımladığı bir genelgeyle eski uygulamanın sona erdiğini ve “derecesini her ne sebeple olursa olsun alamayan öğrenci- tı?” başlıklı yazısında. Orada da şöyle övdü Tayyip’i: “Geçenlerde yazmıştım. “Cumhurbaşkanı Erdoğan gençler ve eğitim için ne yapmaya kalksa, birileri onu baltalamak için elinden geleni yapıyor. “Alın size çarpıcı bir örnek daha. “Ortalık yıkılıyor. Öğrenciler, veliler ayakta. TBMM’ye soru önergesi üzerine, önerge veriliyor. “Niye, harçlar katlamalı olarak geri döndü diye? “İşin boyutları öylesine karmaşık ki, anlayabilene aşk olsun. İlgili maddeler sürekli değişiyor ve öğrencilerden normal harcın iki, üç katı paralar alınıyor. “Peki, hani kalkmıştı? En başa dönelim. “Bir önceki seçim öncesinde, üniversite harçları kaldırıldı ama bu arada ikinci öğretimler unutuldu. İşte bu yüzden iktidar göğsünü gere gere, harçları kaldırdık diyemiyor. “O kadarla kalınsa iyi ama belli ki birileri ikinci öğretimi hepten yok etmek ve harçları yeniden getirmek için özel bir çaba harcıyor.” Şimdi biz bunları okuyunca A. Güçlü’ye ne diyeceğimizi, yaptığını-yazdığını nasıl adlandıracağımızı bilemedik. Olayı en iyi anlatan kimi sözcükleri kullandığımızda niye bu kadar sert oluyorsunuz, diyorlar bize. Bu kadar da sert olmayın, diyorlar. İyi de şimdi ne diyelim biz bu A. Güçlü’ye? İnsan sırf yaranmak için (köşesini korumak, televizyon programlarını sürdürebilmek, üniversitelerde toplantılar yapmak, şan şöhret, mal mülk sahibi olmak için de diyebiliriz) böyle yalan yanlış şeyleri yazmak zorunda mıdır? Ne gerek var böyle küçüklüklere?.. Yandaş medyadan olmak insanı büyültmez ki... Aksine küçültür. Hem de büyük çapta küçültür. İnsanı, insancık yapar. Başka bir şey yapmaz. Tayyip, “eğitim ve gençlere yönelik neyi hayal ettiyse, MEB eline yüzüne bulaştır”mış, “gençler ve eğitim için ne yapmaya kalksa, birileri onu baltalamak için elinden geleni yapıyor”muş... Yalan, yalan, yalan! A. Güçlü! Siz de en iyi şekilde biliyorsunuz, Tayyip’in eğitim ve gençlere yönelik hayallerini: 1- Bütün okulları İmam Hatipleştirmek (ve bu okullarda), 2- Dindar ve kindar gençler yetiştirmek. Bu iki ana başlığı da biz söylemiyoruz, bizzat Tayyip’in kendisi söylüyor. Yalan mı? Kanıt mı? Tayyip 17.09.1994 yılındaki bir konuşmasında şöyle söylüyor: “Bütün okullar İmam Hatip yapılacak.” Tayyip bu amacına erişmek için çok büyük mesafeler kat etti mi? Etti Allah için. Artık düz lise kalmadı. Ve 2014-2015 öğretim yılında binlerce öğrenci zorunlu olarak İmam Hatip Liselerine kayıt yaptırmak zorunda kaldı. Yani birinci amaç aşağı yukarı gerçekleşmek üzere. İkinci amacını da gizlemedi Tayyip. “Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz Pazar günü AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde geçirdiği operasyondan sonra ilk kez konuştu. Erdoğan, dindar nesil tartışmasına, Necip Fazıl’a verdiği referansla şöyle değindi: “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.” (http:// www.odatv.com/n.php?n=kindar-genclik-nasil-sansurlendi--2402121200) İşte Tayyip’in yetiştirmek için canla başla çalıştığı, özlediği, hayal ettiği gençlik bu. Eğitim bu. Başka bir şey değil. Yazılarınızın diğer içeriğine girmeyeceğiz. Tayyip’in hayallerini engelleyenler varmış. Kim bunlar? Paralelciler mi? Kim?.. Örneğin harçlar kaldırılırken ikinci öğretimliler unutulmuş vb... Siz kimin yalancısısınız A. Güçlü? Siz kimin yalakasısınız? Milliyet Gazetesi’nin patronu size o köşeyi, o televizyon programlarını yaptırmayı bunları yazasınız diye veriyor değil mi? Acıdık size inanın. Hem de çok acıdık. Değmezdi bunlara. Elde ettiğiniz para, şan, şöhret... İnanın değmezdi... Tabiî tercih sizin... Kişiliğiniz buysa ne diyebiliriz? Ama biz, son soluğumuza kadar insan gibi insan olacağız. Satmayacağız kalemlerimizi. Yazmayacağız yalanları... Hep gerçekleri yazacağız. Biz de böyleyiz. Bizim kişiliğimiz de bu. Ne yapalım?..q Köy Enstitüleri Destanı Üzerine Baştarafı sayfa 9’da Bu saldırılar karşısında daha İnönü’nün “Milli Şef” olduğu tek parti döneminde İlköğretim Genel Müdürü Tonguç ve Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel görevden alınırlar (1946). Oysa o İnönü, daha birkaç yıl önce, 1942’de, köy enstitüsü sayısının bir yıl sonra 40’a ertesi yılsa 60’a çıkarılmasını tavsiye etmiştir. Şimdi enstitülerin kalbini söküp almaktadır. Bu bir bakıma Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla eşdeğer bir darbedir. Demagoji, yalan, dolan tutmuştur… Köy enstitülerine gelen öğrenci sayısı gittikçe azalır; 1944-45 öğretim döneminde 14236 kişiyle doruk yapan öğrenci sayısı sonra gittikçe azalır, 1951-52 döneminde 13173’e düşer. Azalma kız öğrencilerde çok daha çarpıcıdır: 1944-45 döneminde 1475 olan kız öğrenci sayısı 1948’den başlayarak 1000’in altına iner. Nihayet Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân ittifakının siyasi yansıması DP iktidarı, Köy Enstitülerinin güdükleştirilmiş haline bile 4 yıl dayanabilir ve 27 Ocak 1954’te kapatılma fermanının yayımlarlar… Köy Enstitüleri Destanı böyle son bulur. Sonuç Köy enstitüleri, Cumhuriyet Devrimcileri’nin yüz akı reformlardan birisidir. İnönü de bunu vurgulamış, “Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymet- lisi, en sevgilisi sayıyorum”, demiştir. Gerçekten de gerek çıkış noktası, gerekse yetiştirdikleri bakımından övünülecek kuruluşlardır Köy Enstitüleri. Pek çok köy kökenli yurtsever aydın, halk adamı yetişmiştir: Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Mehmet Başaran ve daha birçokları gibi… Ne var ki, eğitim bir üstyapı kurumudur. Toplumsal yaşamda belirleyici olan üretim ve sınıf ilişkileridir. Gerici Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakı ve emperyalist baskısı karşısında köy enstitülerinin dayanması mümkün değildi. Ancak, Cumhuriyet Devrimcileri’nin bu iyi niyetli, bize has çabalarının küçümsendiği düşünülmesin. Tersine çok büyük, idealist bir girişimdir. Keşke daha çok Köy Enstitüsü kurulabilse, keşke daha çok mezun verebilse ve keşke kapatılmasalardı. Bugün Türkiye’nin köy ve kent nüfusu neredeyse tersine döndü. Zaten gerici iktidarlar tarımı bitirdiler, köy yaşamını güdükleştirdiler. Bu anlamda Köy Enstitüleri bugün eski haliyle kalsalar bile işlevsel olamazlardı. Ancak, biz devrimciler için daima örnek alınacak eşsiz bir eğitim modelidir ve hep saygıyla hatırlanacaktır. Devrimciler ilerici adımları her zaman desteklerler… Tıpkı bir başka Veli, Hacı Bayram Veli’nin sözleri gibi: Gezerken bir şarı gördüm Ol şarı yapılur gördüm Ben dahi bile yapıldum Taş-u toprak arasında Gel de yazma... Ve “siz, biz, hepimiz” niye bu işin kabahatlisi, sorumlusu oluyoruz? Ülkeyi yöneten bizler miyiz ki suçlu biz oluyoruz? Bu ülkeyi son 12 yıldır kim yönetiyor? Eğitim sistemini yazboz tahtasına biz mi çevirdik? Çocuklarımızı 4+4+4 Kademeli Eğitim sistemi adı altında İmam Hatiplere biz mi mecbur bıraktık? Kızlarımızı okumaktan biz mi alıkoyduk çıkardığımız yasalarla? A llah insanı bir kez şaşırtmasın denir ya, Abbas Güçlü de o kapsama giren bir durumda şu günlerde. Şaşırmış ve şaşkınlıkla ne yazdığının farkında bile olmuyor. Bir gün önce söylediğini bir gün sonraki yazısında yalanlıyor. Tayyip’e düzdüğü ve gerçeği asla yansıtmayan övgülerinin mürekkebi kurumadan, yeni bir saçmalamada bulundu. Şöyle yazdı: “Akademik literatürümüze yeni kavramlar ekleniyor. Dershanelerin kapatılmasıyla oluşturulan yeni liselerden kimilerine Temel Liseler kimilerine de Hazırlık Liseleri adı verilecekmiş. Hani lise çeşitliliği azaltılıyordu? “Klasik liseler niye kapatıldı? “Daha da önemlisi hem dershane hem lise olur mu?.. “Lise eğitimin temel amacının YGS, LYS olmadığını artık kabullenmeli ve sınav odaklı eğitimden vazgeçmeliyiz. “Hem artık üniversiteye girmek sorun değil ki! “Son birkaç yıldır, üniversitelerde, “İşsizlik, işsizlik, işsizlik “Gidin kime sorarsanız sorun, Türkiye’nin bir numaralı sorunu işsizlik. “İşsiz bir yakını olmayan yok gibi. “Ama bu durum ne siyasetin gündeminde ne de medyanın. “Peki kabahatlisi kim? “Maalesef siz, biz, hepimiz. “Sabah akşam dizi, yarışma ve incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalara vakit ayırıyoruz ama işsizliğe zerre kadar kafa yormuyoruz. Böyle olunca da, ülkenin en önemli sorunu kimsenin ilgisini çekmiyor... “Ateş düştüğü yeri yakar misali, işsiz öğretmenlerle, mühendislerle, iktisadi ve idari bilimler mezunlarıyla ve diğer üniversite mezunlarıyla konuştuğumuzda alev alev yanıyorlar. “Yıllardır atama bekleyenler var ama nafile... “Ara insan gücü diyorlar ama meslek yüksekokulu mezunları da işsiz, meslek lisesi mezunları da... “Kimse kimseyi kandırmasın ve işsizliği ötelemesin, bu konuda çözüm üretsin. Yoksa bu alev hepimizi ya- hemen her yıl en az 150 bin kontenjan boş kalıyor. “Yani üniversiteye girmek eskisi kadar zor değil. “Bu yüzden, öğrencileri, 4 yıl boyunca yarış atı gibi sınava hazırlamak ne kadar doğru?” (Milliyet, 18 Şubat 2015) A. Güçlü’nün bu satırları “Nereden baksan tutarsızlık, Nereden baksan ahmakça” oluyor. A. Güçlü gerçekten inanıyor mu bu yazdıklarına? Sanmıyoruz. O zaman niye yazıyor?.. Yani “artık üniversiteye girmek sorun değil”, “eskisi kadar zor değil.” mi? Gerçekten de “Son birkaç yıldır, üniversitelerde, hemen her yıl en az 150 bin kontenjan boş kalıyor.” mu? Kalıyorsa niye kalıyor? Şu anki Tayyipgiller’in uyguladığı eğitim politikasıyla “(...) sınav odaklı eğitimden” vazgeçilebilir mi? Öğrencilerin herhangi bir üniversiteye, meslek yüksekokuluna ya da açık öğretime girmiş olması bu öğrencilerin mezun olduktan sonra iş bulmalarını sağlar mı? Ya da adı duyulmuş birkaç üniversiteden (Koç, Sabancı, Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ, Hacettepe, İTÜ vb.) mezun olmadıktan sonra iş bulmak kolay oluyor mu? Taşrada hiçbir altyapısı olmayan, eğitim kadrosu yetersiz (bilindiği gibi kimi üniversiteler rektör olarak atanan tek bir kifayetsiz tarafından kurulmuş sayılıyor) üniversitelerden ya da herhangi bir meslek yüksekokulundan mezun olmak üniversite eğitimi almak mı oluyor? 2 milyonu aşkın gencimizin ancak ilk 10 bine girebilenlerinin iyi bir üniversitede okuma olanağı varken, gençler nasıl yarış atı gibi sınava hazırlanmasın? Vb. vb... Bu yazdıklarının tam tersini, sorduğumuz soruların yanıtlarını ve gerçeği, hem de çıplak, somut gerçeği, 20 Şubat tarihli Milliyet Akademi Eki’ndeki yazısında veriyor bu kez A. Güçlü. Ve bu konuda şunları yazıyor: kar!..” Gördünüz mü A. Güçlü’nün iki gün sonra yazdıklarını? Peki soralım biz de Bay A. Güçlü’ye: Niye bu kadar işsiz var ülkemizde? Ve “siz, biz, hepimiz” niye bu işin kabahatlisi, sorumlusu oluyoruz? Ülkeyi yöneten bizler miyiz ki suçlu biz oluyoruz? Bu ülkeyi son 12 yıldır kim yönetiyor? Eğitim sistemini yazboz tahtasına biz mi çevirdik? Çocuklarımızı 4+4+4 Kademeli Eğitim sistemi adı altında İmam Hatiplere biz mi mecbur bıraktık? Kızlarımızı okumaktan biz mi alıkoyduk çıkardığımız yasalarla? Daha soralım mı Bay A. Güçlü’ye?.. Tayyipgiller’i savunacağım diye tüm bu gerçekleri gizlemek doğru mudur? Namuslu bir aydına yakışır mı? Eğer bile bile yazıyorsa (ki tüm bu gerçekleri en iyi bilenlerden birisidir A. Güçlü) ona ne denir? Vb. vb... Ya 4 Kasım 2014 tarihli şu değerlendirmesine ne demeli Bay A. Güçlü’nün? “Bu arada, bundan böyle, üniversiteye girmek de mezun olmak da eskiye göre çok daha zor olacak. YÖK Başkanı Yekta Saraç, bu yıldan itibaren üniversiteye giriş sisteminde çok önemli değişiklikler yapılacağını söyledi ve bunları tüm detaylarıyla anlattı. Bundan böyle, kontenjanı dolmadı diye, en düşük puanlı öğrenciler de üniversiteye giremeyecek.” A. Güçlü’nün biri diğerini çürüten görüşlerinden hangisi doğru ve kendisi hangisine inanıyor acaba? Sözü uzatmayalım. Bay A. Güçlü, Tayyipgiller iktidarını överek, gazetedeki köşesini, bol rakamlı maaşını, ünü, namı kaybetmeyeyim derken bütün kontrolünü kaybediyor ve birbiriyle yüz seksen derece zıt görüşleri birkaç gün içinde savunabiliyor. Tutarsız, çelişik, ahmakça görüşleri görüş diye yazıyor. Yazık...q 11 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Elektrikte vurgun… (IV) Hukuk, bir karar alırken yapılan işlemin, alınan paranın haklı mı haksız mı olduğuna bakar. Yasalara uygunluğuna bakar. Yoksa bu işlemi yaparsam bu şirket batar mı diye bakmaz, bakamaz. Hukuk bu değildir. Karar doğru mu, hukuka uygun mu, yasalara uygun mu değil mi ona bakar. G azetemizin geçtiğimiz üç sayısında devam eden “Elektrikte vurgun” adlı yazı dizimizde konuyu değişik açılardan incelemiş, Elektrikte Özelleştirmelerin sonucu Tayyipgiller’in ve yerli yabancı Parababalarının vurgunlarını somut örneklerle gözler önüne sermiştik ve yazımızı geçen sayımızda noktalamıştık. Ancak aradan geçen zamanda bu alanda yeni ve çarpıcı gelişmeler yaşandı. Dolayısıyla bir kez daha bu konuya eğilmek, yazı yazmak zorunluluğu doğdu. Ya da gazetecilik terimiyle söylersek “fikri takip” yapmak gereği doğdu. Elektrik dağıtımını gerçekleştiren (tamamı özel) şirketler, faturalarımıza “Kayıp-Kaçak Bedeli” adı altında bir kalem yüklüyor ve bu kalemden yüksek miktarlarda vurgun vuruyorlardı. Bir tüketicinin açtığı dava sonucu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bu konudaki son sözü söyledi ve dağıtım şirketlerinin “Kayıp-Kaçak Bedeli” adı altında bir para tahsil edemeyeceklerini ve alınan paraların iadesinin gerektiğini karara bağladı. Bunun üzerine de tüketiciler, dağıtım şirketlerine başvurarak (uzun kuyruklar oluşturarak) kendilerinden yıllardır (yaklaşık 10 yıldır) kesilen bu paraların iade edilmesini istemeye başladılar. Kimileri de Tüketici Hakem Heyetlerine başvurdu. Konu hukuken sonuçlanmış bir konuydu. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bu konuyla ilgili kesin kararını vermişti ve dağıtım şirketlerinin yapmaları gereken tek şey bu paraları tüketicilere geri ödemekti. Ama dağıtım şirketleri bu paraları vermemek için her şeyi yapıyorlardı. Bunun üzerine namuslu biliminsanla- rı masumane çözüm önerilerinde bulundular. Bunlardan birisi olan Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi Özel Hukuk Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ayşe Havutçu özetçe şöyle söylüyordu bu konuda: “KAYIP-KAÇAK İÇİN YASA ÇIKARILMALI “Hukuk Profesörü Havutçu, abonelerin ferdi olarak başvurmak zorunda olduğu kayıp-kaçak bedeli iadesi için yeni bir kanun önerisinde bulundu. Bu şekilde bütün abonelere aynı anda iade ya da gelecek dönemdeki faturalarında taksitli ödeme yapılabilecek.” (Yurt Gazetesi, 13 Ocak 2015) Bu namuslu biliminsanları hukukçu gözüyle ve hukuk kuralları çerçevesinde olaya bakıyorlardı. Ancak karşımızda hukuka uyan, hukuk kuralları çerçevesinde davranan bir iktidarın yokluğunu görmüyorlardı. Karşımızda bir çete vardı oysa. Ve bu çetenin varlık nedeni; yerli yabancı Parababalarının emirlerini yerine getirmektir. Onlara vurgun alanları yaratarak kârlarını artırmalarını sağlamak bu sayede de iktidar koltuklarında kalmalarına izin verilmesini sağlamaktır. Onların biricik ve asli görevleri yerli yabancı Parababalarının çıkarlarını korumaktır. Bu çıkarları koruyacak yasaları çıkartmaktır. Gerçekten de Tayyipgiller, kendilerine verilen emirlere uymak için hemen davranışa geçtiler ve bu konuyla ilgili bir yasa tasarısı hazırlayarak Meclise sundular: “Enerji Bakanlığı, TBMM’ye sunduğu ‘Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’na da, kayıp-kaçak paralarının elektrik abonelerine iade edilmemesi için madde koydu. Bakanlık maddeye, iadelerin yapılması halinde şirketlerin iflas edeceğini gerekçe gösterdi. Tasarının şirketlerle ilgili gerekçesi şöyle: “2013 yılında 21 dağıtım şirketinin hedef kayıp-kaçak oranları baz alınarak hesaplanan kayıp-kaçak enerjiye konu gelir ihtiyacı yaklaşık olarak 5,85 milyar TL’dir. Yine bu 21 dağıtım şirketinin dağıtım gelir tavan toplamları ise yaklaşık 3,5 milyar TL’dir.” “Bakanlığa göre şirketlerin toplam geliri üzerinde olan bu maliyetin şirket- açık: Yerli yabancı dağıtım şirketlerinin kârlarını korumak, bundan sonra olaşabilecek zararlarını da önlemek! Şirketler, bu paraları öderlerse iflas ederlermiş! Gerekçeye bakın. Bu paralar (ki öyle böyle değil tam 33 milyar TL) haksız, hukuksuz yere alınmış, bu şirketler avantadan vurgun vurmuş kârlarına kâr katmış, şimdi öderlerse batarlarmış... Hukuk, bir karar alırken yapılan işlemin, alınan paranın haklı mı haksız mı olduğuna bakar. Yasalara uygunluğuna bakar. Yoksa bu işlemi yaparsam bu şirket batar mı diye bakmaz, bakamaz. Hukuk bu değildir. Karar doğru mu, hukuka uygun mu, yasalara uygun mu değil mi ona bakar. Ya bu 33 milyar TL’yi ödeyen halka ne olmuş? Zaten verdiğiniz ne ki?.. Şirketlerin çıkarına zarar vermemek için hukuksuzluk, adaletsizlik yapan bu hükümet, İşçi Sınıfının kan ve lere yüklenmesi iflaslara neden olur. Bakanlık, kayıp-kaçak parasının abonelere iade edilmemesine bir diğer önemli gerekçe olarak da yüksek meblağı gösterdi: “2006 ila 2014 arasında... Sadece teknik ve teknik olmayan kayıp bedeline ilişkin tüketicilerden yaklaşık 33 milyar TL tahsil edilmiş olup faiz ve vekâlet ücretleri eklendiğinde bu meblağın birkaç katına çıkması kaçınılmazdır. Söz konusu meblağa dağıtım, iletim, perakende satış ve sayaç okuma bedelleri de eklendiğinde toplam meblağın iadesi fiili olarak mümkün değildir.” (http://www.subuohaber.com/ ekonomi/33-milyar-lira-kayip-kacak-parasi-toplandi-geri-odenemez-h14376.html) İşte tasarının gerekçesi bu kadar gözyaşıyla elde edilmiş Kıdem Tazminatını gasp etmek ve Parababalarına peşkeş çekmek isteyen de bu hükümet. Dolayısıyla bu kimin hükümeti: halkın mı, yerli yabancı Parababalarının mı? diye sormak bile abesle iştigal gördüğümüz gibi. Ama bu böyle gitmez. Halkın mücadelesinin sonucunda kurulacak Demokratik Halk İktidarı, Tayyipgiller’den ve onların sahibi yerli yabancı Parababalarından bu vurgun ve soygunlarının hesabını kuruşuna kadar soracak. Halktan alınanlar halka iade edilecek. Başta enerji olmak üzere tüm sanayi kollarımızdaki özelleştirmeler iptal edilerek tekrar kamu malı haline getirilecek. Bu mutlaka yapılacak. Tarihin hükmünü kimse engelleyemez...q Ayının oyuna armuda Parababalarının oyunu Kıdem Tazminatına 12 Eylülcülerin bile kaldırmaya, en azından daha fazla azaltmaya cesaret edemediği kıdem tazminatı konusu AKP iktidarıyla birlikte yeniden gündemde. İşverenler; TİSK’çiler, TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular ellerinden gelseler kıdem tazminatını tümüyle ortadan kaldırmak, işçileri gelecek güvencesinden yoksun bırakmak istiyorlar. Bunu da sürekli yeni senaryolar üreterek, İşçi Sınıfımızın bu konudaki kararlılığını test ederek yapıyorlar. Bir gedik buldukları anda kıdem tazminatını ortadan kaldırmak, hatta deve etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. 12 Eylülcüler bile başaramamıştı Tayyipgiller iktidarı, yerli yabancı Parababalarının istekleri-emirleri üzerine yıllardır İşçi Sınıfımızın kanı canı pahasına elde ettiği bir hakkını, geleceğinin güven- cesini gasp etmek istiyor. Dönüyor dolaşıyor aynı konuya geliyor. Öyle olmadı böyle olsun, böyle olmadı şöyle olsun diyerek sürekli yeni biçimler üretiyor ama ürettiği biçimlerin hepsinin amacı aynı: İşçi Sınıfımızın Kıdem Tazminatı Hakkını gasp etmek! Kıdem Tazminatı bildiğimiz gibi, işçilerimizin işten ayrıldığında ya da emekli olduğunda çalıştığı yılla orantılı olarak aldığı toplu bir paradır. Bir anlamda Kamu Çalışanlarımızın emekli olduklarında aldıkları emekli ikramiyesinin eşdeğeridir. 12 Eylül 1980 yılında ABD’nin “Bizim Oğlanlar”ının gerçekleştirdiği 12 Eylül Faşist Darbesinin ilk icraatlarından birisi de grevleri yasaklamak olmuştu. MGK, 16 Eylül günü yayımladığı bir bildiriyle, ikinci bir emre kadar bütün grev ve lokavtları yasakladı. İşçi ve işveren sendikaları adına toplusözleşmeler Yüksek Hakem Kurulu aracılığıyla imzalandı. Ve işçi ücretleri düşürüldü. O yetmedi, işçilerin o zamana ka- dar toplusözleşmeler aracılığıyla kazandıkları sosyal haklar kademe kademe ortadan kaldırıldı. İkramiye sayısı düşürüldü. Kıdem tazminatına tavan getirildi ve kıdem tazminatı yılda bir maaş olarak belirlendi. Oysa bundan önce işçilerin kan ve canla başardıkları toplusözleşmelerle kıdem tazminatları yıllık 40-45 hatta 60 güne yani bir buçuk, iki maaş düzeyine yükseltilmişti. İşte 12 Eylül Darbecilerinin bu işçi düşmanı tutumları ve işçilerin ücretlerinin ve sosyal haklarının tırpanlanması üzerine, o zamanın Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı olan Halit Narin, “şimdiye kadar işçiler güldü, biraz da biz gülelim” diyerek açıkça memnuniyetini dile getirmişti. Ki bildiğimiz gibi 12 Eylül Faşist Darbesinde Türk Ordusu kasap satırı olarak kullanılmış ve yerli yabancı Parababalarının, ABD’nin, AB’nin ve onların finans örgütleri olan IMF’nin, Dünya Bankası’nın dayattığı programlar, başta 24 Ocak Kararları olmak üzere, hayata silah zoruyla geçirilmişti. Ama 12 Eylül Faşist yönetimi bile kıdem tazminatına sadece sınır getirmekle yetinmek zorunda kalmıştı. Ondan daha fazlasına cesaret edememişti. 12 Eylülcülerin bile kaldırmaya, en azından daha fazla azaltmaya cesaret edemediği kıdem tazminatı konusu AKP iktidarıyla birlikte yeniden gündemde. İş- verenler; TİSK’çiler, TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular ellerinden gelseler kıdem tazminatını tümüyle ortadan kaldırmak, işçileri gelecek güvencesinden yoksun bırakmak istiyorlar. Bunu da sürekli yeni senaryolar üreterek, İşçi Sınıfımızın bu konudaki kararlılığını test ederek yapıyorlar. Bir gedik buldukları anda kıdem tazminatını ortadan kaldırmak, hatta deve etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yerli yabancı Parababaları, İşçi Sınıfımızın 15-16 Haziranlarda, Zonguldak Yürüyüşlerinde, şu an Tayyipgiller Hükümeti tarafından Milli Güvenlik gerekçesiyle yasaklanan Metal Grevlerinde, TİSK’e, MESS’e karşı yürütülen mücadelelerde gerçekten kanı ve canı pahasına elde ettiği haklarını, bu hakların en önemlilerinden birisi olan kıdem tazminatını yok etmek istiyorlar. Senaryolardan senaryo beğenelim AKP iktidarının son numarası, 4 senaryo üzerinden işçileri ve sendikaları ikna etmek. 4 senaryo öne sürerek birinden birini hayata geçirmek, bir başka deyişle işçiye ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar. Milliyet Gazetesi’nin 1 Şubat tarihli haberine göre: “Kıdem tazminatında korkutan senaryolar” var. “Bir yıllık çalışma karşılığında bir brüt ücret üzerinden hesaplanan kıdem tazminatı sistemi değiştirilerek, fon sistemiyle yarım maaşa dönülmesi planlanıyor. Aradaki farkın ise fonda toplanan paranın getirisiyle kapatılacağı söyleniyordu. Ancak Ankara’da masaya yatırılan fon sistemi senaryolarında çalışanların kıdem tazminatı yüzde 60 oranında eriyor.” Tablodan da görüleceği üzere hangi senaryo uygulanırsa uygulansın sonuç şu: Alavere dalavere işçi Mehmet nöbete, kı- dem tazminatı sizlere ömür oluyor! Biz “Fon” denilen mekanizmayı biliyoruz. Hem de çok iyi biliyoruz. Fon adı altında alınterimizden kesilen paraların, yerli yabancı Parababalarına sermaye olarak nasıl peşkeş çekildiğini biliyoruz. Hem de çok iyi biliyoruz. O yüzden bu Fonu da biliyoruz. İzin vermeyeceğiz. Hatırlayalım, İşçi Sınıfımızdan ve Kamu Çalışanlarımızdan 1997 yılında Turgut Özal hükümeti döneminde “Konut Edindirme Yardımı (KEY)” adı altında zorla kesilerek biriken milyonlarca, milyarlarca lira “Konut Edindirme Fonu” kurularak yıllarca işletilmiş, işverenlere sermaye yapılmıştır. 1987 yılından 1995 yılına kadar kesilen paralarımız nihaye- tinde “Tasarruf Teşvik Fonu”na devredilmiştir. 2008 yılında da birkaç yıl süren maceralardan sonra fonda biriken paralarımız ödenmiştir. Hâlâ parasını alamayan çalışanlarımız da mevcuttur. Fon, sözde paramızı faize yatırarak nemalandıracaktı. Ama elimize geçen rakam bırakın bir ev almayı, bugünün parasıyla bin lira civarında olmuştur. Yani gerçek anlamda yok edilmiştir kesintilerimiz. Ülkemizdeki yüksek enflasyon paramızın pul olmasına yetmiş artmıştır. Yine “İşsizlik Fonu” adı altında ücretlerimizden kesilen paralar, yasa hükmüne aykırı olarak, hükümetçe kullanılmaktadır. Yani Fonlar, paralarımızın pul edilmesinin adı olmuştur. O bakımdan “Kıdem Tazminatı Fonu” da aynı sonucu doğuracaktır. Bundan en ufak bir şüphe duymuyoruz. Başaramayacaklar! Buna izin verecek miyiz? Asla! Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, tüm halkımızla bu senaryoları bozmak için mücadele edeceğiz. Kazanılmış haklarımızın bir kez daha elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz. Vermemek için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Her mücadele aracını kullanacağız. Bu böyle biline!q 12 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Halkın Davası İç güvenlik paketi altında yapılmak istenen Bir rejim değişikliğidir Sorularınız için mail adresimiz: kurtuluspartilihukukcular@gmail.com Halkımızın dikkatine sunuyoruz: TBMM’de görüşülmeye başlanan iç güvenlik yasa paketi, sıradan bir yasa teklifi olmayıp, demokratik rejimi, hukuk devletini ortadan kaldırarak faşist ve baskıcı bir düzenin yasallaştırılma çabasıdır. Hukuk devletinde olamayacak ve anayasaya açıkça aykırı düzenlemeler öngören bu paketle birlikte; * Bireyler, yargı güvencesinden tamamen yoksun olarak korumasız hale gelecek, hak ve özgürlükler iktidarın, idarenin ve polisin insafına terk edilecektir. * Her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü terör eylemi, buna katılan herkes terörist sayılabilecektir. * Yargı kararı olmadan mülki amirler ve polis amirlerinin emri ile istenilen kişinin 48 saat boyunca telefonları dinlenebilecek, kişilerin üstü, eşyası ve aracı aranabilecek herkes fişlenebilecektir. * Yargı kararı olmadan polis istediği kişiyi 48 saat boyunca gözaltında tutabilecek, kişinin avukatına ulaşabilmesi engellenebilecektir. * Bu şekilde polise, mülki amirlere tanınan gözaltı ve arama kararı verme, soruşturma yapabilme yetkisi ile birlikte Anayasaya aykırı olarak yargı yetkisi idareye devredilecek, hakim ve savcılar devre dışı bırakılacak, mülki amirler ve polis, hakim savcı konumuna gelecektir. * Mülki amirlere ve polise tanınan hukuk dışı ve olağanüstü yetkilerle birlikte, yaşam hakkı, kişi güvenliği, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi özgürlükler tamamen ortadan kalkacaktır. * Polise tanınan silah kullanma yetkisinin genişletilmesi ile birlikte yaşama hakkı büyük bir tehdit altına girecek, polis basınçlı, kimyasal katkılı boyalı su kullanabilecektir. * Tüm anayasal güvenceler yok edilerek, polis yargı yetkisine sahip ve sınırsız-denetimsiz bir güç haline getirilecek, devletin ve milletin polisi olması gerekirken siyasi iktidarın silahlı gücü, ordusu haline dönüştürülecek, güvence olması gereken hukuk, bir silaha dönüşecektir. * Polis ile yurttaş karşı karşıya gelecek, sonuçları kestirilemeyecek toplumsal gerginlik ve patlamaların fitili ateşlenecektir. Sonuçta “iç güvenlik” adı altında gelinecek nokta, iktidarın kendi siyasi amaçları çerçevesinde yargının devre dışı kaldığı ve yürütmeye teslim olduğu, kimsenin kişi ve hukuk güvenliğinin kalmayacağı bir “hiç güvenlik” ortamını sonuçlayacak kalıcı ve sürekli bir sıkıyönetim olacaktır. Uyarıyoruz! Bu bir yasal değişiklik değil, bir rejim değişikliğidir. Böyle bir rejim, kimsenin nefes alamayacağı bir korku düzeni, koyu bir faşizm ve diktatörlük olacaktır. Toplumsal doku, demokratik rejimin bünyesine aykırı bu düzenlemeleri reddedecektir. Hukuk devletinde terörle ve suçla mücadele belirli sınırlamalara ve denetimlere tabidir. Bu çerçevede yapılabilecek düzenlemelerin sınırı ise demokratik toplum düzeninin gereklerine uygunluk ve orantılılıktır. Hiçbir meclis çoğunluğu, Anayasaya, hukukun genel ilkelerine, evrensel hukuk değerlerine aykırı bir düzenleme yapma, hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakma, yargı yetkisini idareye terk etme imkân ve yetkisini tanımaz. Siyasi iktidarı akl-ı selime, hukukla, hak ve özgürlüklerle inatlaşmamaya, ülkeyi kaosa ve vahim sonuçlara götürecek bu yoldan dönmeye çağırıyoruz. Aksi halde meydana gelecek sonuçlardan siyaseten ve hukuken sorumlu olacaktır. İstanbul Barosu olarak bu yöndeki bir düzenlemeyi tanımayacağımızı, yurttaşların hak ve özgürlüklerini koruma adına Anayasal-demokratik yöntemlerle sonuna kadar bununla mücadele edeceğimizi ve direneceğimizi ilan ediyoruz. İç Güvenlik paketine Balıkesir’de protesto K Kurtuluş Yolu ESK Balıkesir Şubeler Platformu, Balıkesir Emekli-Sen ve diğer halk örgütleri Mecliste görüşmeleri süren ve polise geniş yetkiler getiren “İç Güvenlik Yasa Tasarısı”nın geri çekilmesi amacıyla ortak eylem düzenlediler. 25 Şubat günü gerçekleştirilen eylemde kitle TÜİK Meydanı’nda toplanarak, sloganlarla, alkışlarla, düdük çalarak Ali Hikmet Paşa Meydanı’na kadar yürüdü. “Bakma Baktıkça Sıra Sana Gelecek”, “AKP’ye Değil Halka Güvenlik”, “Polis Devleti İstemiyoruz”, “Polis Devletine Hayır”, “Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek”, “Polis Devletine, Sıkıyönetim Yasalarına Hayır”, “Keyfi Gözaltılar İstemiyoruz”, “Bonzai Değil Özgürlük İstiyoruz” şeklinde slogan atan kitle tasarıyı protesto etti. Eylem sırasında polis geniş güvenlik önlemi aldı. Açıklamayı yapan KESK Şubeler Platformu Dönem Sözcü vekili Ekber Gün, demokrasiden, barıştan, kardeşlikten, insanca yaşamdan yana olan herkesi, Polis Devleti-Sıkıyönetim Yasa Tasarının geri çekilmesi için mücadeleye çağırdı. Daha sonra söz alan Balıkesir Emekli-Sen Şube Başkanı Dr. Bekir Ceylan, bu tasarının Tayyipgiller’in halktan korkusunun somut bir örneği olduğunu ve yaptıkları zulümlerin sonucu oluşacak tepkileri engellemeyi, zorla bastırmayı amaçladığını söyledi. Halkımızın bu diktatörlere boyun eğmeyeceğini vurgulayan Bekir Ceylan, herkesi bu yasa tasarısına karşı mücadele etmeye çağırdı. Zalimin Zulmüne Karşı Mazlumun Direnişi Bir Haktır Baştarafı sayfa 1’de Kişilerin hangi dine inanacaklarına da diktatör karışmaktadır bu devlette… Kendileri gibi CIA Dini, Yezit-Muaviye İslamı’na inanmayanlar aforoz edilmesi gereken kişilerdir. Kendilerinin laması davasız geçmemektedir. Son günlerde ise “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçu, doğrudan tutuklamayı gerektiren “katalog suç” halini almıştır yandaş yargıçların uygulamasında. Bilindiği gibi TCK’deki bu hüküm Cumhurbaşkanı’na hakareti yaptırıma rumu yapacak yargıçlar bulmak da artık olası değildir, bu ülkede. Bizzat kendi hukuk bürolarına dönüştürdüğü yargı içinde de “durumdan vazife çıkaran”lar çoğunluktadır. Krala yaranmak için hukuka bin takla attırmak vaka-i adiyeden olmuştur. Hukukçu yetiştiren Fakültelerden, öğretim üyelerinden tık çıkmamaktadır. Ancak başta İstanbul Barosu olmak üzere üç büyük il barosu ile bazı baroların cesur çıkışlarını da burada anmamız gerekir. Bütün bunlara karşın diktatörümüz rahat değildir. Kendisi de çok iyi biliyor ki, bu böyle gitmez. Halkı ne kadar sıkarsan, keyfiliği, zorbalığı, haksızlığı, yolsuzluğu, vurgunu, talanı ve çalmayı ne kadar alenileştirirsen aynı oranda da tepki ile karşılaşırsın. Şimdi sessiz duran yığınların; “Yeter Be!” dedikleri anda her şeyin tersine döneceğini kendisi göremiyorsa bile, birilerinin kulağına fısıldadığı kesin. İşte bu nedenden “İç Güvenlik Paketi” adını verdikleri, esasında ise kendi güvenliklerini sağlamaya yönelik düzenlemelerle Valiye, Kaymakama ve polise geniş yetkiler getirmekteler. Daha yasa çıkmadan Polislerle, Muhtarlarla, Valilerle toplantılar yapıyor. Yakında Kaymakamlarla da yapacağı olası. Böylece kendisine bağladığı bu görevlileri motive etmeyi amaçlıyor. Bunda da başarılı olduğu kesin. Şimdiden bazı karakollarda vurguncu, talancı, müsrif yönlerini gören bağlamıştır. Oysa ülkede Cumhurbaşkanı yoktur. ve itiraz eden, Hz. Muhammed’in ve Dört Ya kim vardır? Halife döneminin gerçek İslamı’nı savuÜzerine aldığı görevi tarafsızlıkla nanlar da bunların düşmandırlar. Bunlar Allah’la “kafadan gayrı mü- yerine getirmek için çalışacağına sellah” kılarak mecnunlaştırdıkları ve namusu ve şerefi üzerine ettiği yemine yarattıkları İşsizlik ve Pahalılık cehenne- rağmen, seçildiği günden itibaren parti minde inin inim inleyen taraftarlarını ise; genel başkanı gibi davranan, mitingler “bu dünya imtihan dünyasıdır, burada yapan, seçim işlerine karışan, muhalefet çektiğimiz acılar öbür dünyada ödül/se- partilerini ve kendisini eleştiren her vap olarak size geri dönecek” diye kandırarak ekonomik ve siyasi zulümlerine onay verdirmektedirler. Oysa kendileri Kaçak Saray’larında lüks ve şatafat içinde günlerini gün etmekteler… İşçi Sınıfımız; Grev Hakkı’nı mı kullanacak, “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” dersin yasaklarsın. Geliyorum diyen iş cinayetlerinde işçi kardeşlerimizin katledilmelerindeki sorumluğu; “işin fıtratında var” diyerek, ilahi güçlere havale edersin. Bu katliamların gerçek sorumlularını teşhir edenler hakkında ise davalar açtırırsın. Kamu Çalışanlarımız Laik Demokratik Eğitim mi istiyor; TOMA’yla, gazla, polisler; “hele şu iç güvenlik yasası bir kesime copla, gözaltı ile dağıtırsın. Kadınlarımızı; erkekle eşitlenmesi (alçak, şerefsiz gibi sözlerle) hakaretamiz çıksın, o zaman size göstereceğiz” tehdille cevaplar yetiştiren bir siyasi parti ditlerini savurmaya başladılar bile… “fıtrata ters” diyerek aşağılarsın. İlk uygulamalarını Mecliste kafa göz Gençlerimiz itiraz mı etti, eleştirdi mi? lideri vardır. İşte böylesine boylu boyunca siyasal yara yara milletvekilleri üzerinde deneHemen atarsın içeriye... Verirsin polisine emri, hedef gözeterek katlettirirsin. Ardın- tartışmaların merkezinde yer almaya de- dikleri bu yasa ile şimdiye kadar polisin gayrı resmi olarak dan da “destan yaptığı tüm fiiller yazdınız” diye dinlemeleri, taltif edersin. Bunlar Allah’la “kafadan gayrı müsellah” kılarak (telefon keyfi gözaltılar, işKatilleri yargılayan mah- mecnunlaştırdıkları ve yarattıkları İşsizlik ve Pahalılık lemleri ağırdan alakarakolda keyfi kemeleri baskı cehenneminde inin inim inleyen taraftarlarını ise; “bu rak olarak bekletme işaltına alırsın, duruşmalarını dünya imtihan dünyasıdır, burada çektiğimiz acılar kenceleri) alenileştiyasal zırha büyüzlerce kiloöbür dünyada ödül/sevap olarak size geri döne- rilip ründürülmektedir. metre uzaklara Ergenekon, Baltaşıtarak, Gezi cek” diye kandırarak ekonomik ve siyasi zulümlerine yoz, Casusluk vb. şehit ailelerine onay verdirmektedirler. davalarla “site güikinci bir işkenOysa kendileri Kaçak Saray’larında lüks ve şatafat venlikçisi” duruce yaparsın. muna düşürdükleri Hangi birini içinde günlerini gün etmekteler… Ordu’’yu iyice etkisayalım?.. sizleştirince, bu düVelhasıl zuzenlemelerle birlikte lüm bu ülkenin diktatöre bağlı “Polis dörtbir yanında vam eden bir kişinin Cumhurbaşkanı do- Ordusu” ile İslamcı-faşist düzenin yasal gece gündüz kol gezmektedir. Sözde bu ülkenin yasalarında toplantı kunulmazlığından yararlanması mümkün dayanaklarını oluşturmaktalar. Anlaşılan o ki, önümüzdeki günler çok ve gösteri yürüyüşü yapma, protesto etme, değildir. Yerleşik yargı içtihatlarına göre düşünceyi açıklama hakkı tanınmıştır. konumu gereği ağır eleştirilere de katlan- daha çetin geçecek. Çünkü diktatörümüz çok iyi biliyor Oysa günlük yaşamda diktatörü eleştiren, mak durumundadır. Ama ne yazık ki, böylesi objektif yo- ki; ya iktidarın doruklarında kalıp bütün protesto eden hiçbir toplantı ve basın açıkyetkileri elinde tutacak ya da kollarına geçirilmiş çelik bilezikle gideceği nemli zindanlarda bundan sonraki ömrünü geçirecek. Bu iki ucun ortasında bir yaşam söz konusu değildir artık kendisi için… İşte bu nedenden zalimin zulmü artacak, artmakta… Ancak zulmün olduğu yerde direniş de haktır. Uzaklara gitmeye gerek yok. Şanlı 1516 Haziran Direnişi ve Gezi İsyanı’mız; bu hakkını kullanan kitlelerin neleri başarabileceklerinin en yakın ve somut kanıtıdır. Tabiî merkezi, birleşik ve siyasi bir önderlikçe örgütlenip, yönetilip, yönlendirilmesi kaydıyla...q 13 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Direnenler mutlaka kazanır Başta AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller olmak üzere tüm Ortaçağcılar yenildi. Öyle ki Türkiye, yurtdışındaki tek toprak parçası olan ve Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesini boşaltmak zorunda kaldı. Tayyipgiller, istedikleri kadar bozguna zafer havası çalsınlar. Orada da yenildiler. D aima direnenler ve savaşanlar kazanır. Bu matematiksel bir kesinliktir. Ki yaşadığımız son olaylar bunu bir kez daha doğrulamaktadır. Bundan önce böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Konumuz Suriye. Bildiğimiz gibi, ABD Emperyalistleri, “bin devletli dünya” planları doğrultusunda oluşturdukları projeleri hayata geçirmek için dünyanın dörtbir tarafında karışıklıklar çıkarıyorlar. Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Asya’da halkları birbirine düşürüyorlar. Aynı devlet içinde yaşayan halklar arasına kan davaları sokuyorlar ve oraları milliyetler, mezhepler temelinde bölüyorlar. Bir tek devletten (örneğin Yugoslavya’dan) 7 devlet çıkarıyorlar. Ve bu amaçlarına ulaşmak için de her yolu mubah sayıyorlar. Hiçbir ahlaki değer taşımıyorlar. Milyonlarca ölü, milyonlarca yaralı, milyonlarca göçmen onların umurlarında bile olmuyor. Yeter ki amaçlarına ulaşabilsinler, vurgun ve sömürü düzenleri kesintiye uğramaksızın devam etsin. Kârlarına kâr katsınlar ve dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerini kendi çıkarları için kullansınlar. Bu dünyada cenneti yaşasınlar. Bütün çabaları bu. Halkların yaşadıkları acılar, gezegenimizin karşılaştığı tehlikeler umurlarında olmuyor. İnsana düşman oldukları gibi, doğaya, çevreye, hayvana da düşmanlar. İşte bu aşağılık işleri yapabilmek için de dediğimiz gibi projeler üretiyorlar. Ülkemizi de ilgilendiren projelerden bir tanesi de “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)”. Bu projeyi hayata geçirebilmek için önce Afganistan’dan işe başladılar. Sonra Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ı işgal ederek, milyonlarca insanın ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına, eşlerin eşsiz, çocukların babasız, ana babaların evlatsız kalmalarına neden oldular. Milyonlarca göçmen de cabası... Ve nihayetinde Irak’ı filen 3’e böldüler. Derken sıra Libya’ya geldi. Kaddafi liderliğindeki Libya iktidarını devirerek, Libya’yı da tekrar bir aşiret devletleri haline getirdiler. Hangi aşiret hangi bölgede güçlüyse orada bir aşiret devleti kuruldu. Artık Libya’da merkezi bir hükümet yok. Savaşlar ve katliamlar söz konusu. Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldi. Suriye de şimdi kan revan içinde. Ülkenin üçte biri IŞİD, ÖSO vb. şeriatçı, sapık, insanlıktan nasibini almamış örgütlerin denetiminde. Bir örgüt bitiyor yeni bir örgüt doğuyor. Ama hepsinin amacı aynı: Yurtsever, halksever Beşşar Esad iktidarını yıkmak, Suriye’yi en az üçe bölmek ve AB-D Emperyalistlerinin aşağılık planlarının hayata geçirilmesini sağlamak. Bundan başka bir şey değil yaptıkları. Ve şu an için de belli oranda başarılı oldular bu planlarında. Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda. Irak ve Libya orduları AB-D Emperyalistlerinin ve Ortaçağcı güçlerin saldırıları karşısında kısa sürede devre dışı kaldılar. Savaş yeteneklerini yitirdiler. Komutanlarının bir kısmı, belki birçoğu saf değiştirerek, liderlerini ve halklarını satarak emperyalistler ve işbirlikçilerin safına geçtiler. Ve sonuçça bu ülkeler yenildiler. Ülkelerinin paramparça olmasına engel olamadılar. Irak’ta Saddam, Libya’da Kaddafi, AB-D Emperyalistleri ve işbirlikçiler tarafından katledildiler. Lidersiz ve ordusuz kalan halk da çaresizliğe düştü, gerilla savaşı verse de başarılı olamadı. Şu an için yenilmiş durumdalar. Ancak, Suriye’de tüm bu planları bozan ve bozacak olan bir durum var: AB-D Emperyalistleri, bilumum Ortaçağcı güçlerin ve Kürt hareketinin çabalarına rağmen Beşşar Esad Yönetimi ayakta! Direnmeye ve kazanmaya devam ediyor! Suriye lideri Beşşar Esad saldırılar başladığı andan itibaren moralini yitirmedi, halkına ve ordusuna sahip çıktı. AB-D Emperyalistleri karşısında hiç esnemedi. Başlangıçta, saldırının yoğunluğu, şiddeti ve çeşitliliği yüzünden askeri olarak bocalasa da kısa sürede toparlandı, savaşa uyum sağladı ve saldırılar sonucu terk etmek zorunda kaldığı bölgeleri, şehirleri, kasabaları geri aldı. Almaya da devam ediyor. Ve Suriye Ordusu şu anda geniş bir saldırı hazırlığında. Bütün bu süreçlerde bölgenin bir parçası olan ülkemiz ise bildiğimiz gibi Tayyipgiller tarafından AB-D Emperyalistleri ve Ortaçağcı gericiler safına aktif olarak sürüldü. Irak’ta ABD Emperyalistleri İncirlik, Pirinçlik vb. askeri üslerini, İskenderun Limanını kullandılar. Libya’da saldırıları yöneten NATO’nun merkez karargâhı İzmir oldu. Yani Irak ve Libya’da katledilen milyonlarca masum insanın kanına bulanmıştır elleri Tayyipgiller’in. Sözde Müslüman olan Tayyipgiller, Müslümanların Hıristiyan AB-D Emperyalistlerince katledilme- “İnşallah en kısa zamanda Şam’a gidecek, kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camii’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde kardeşliğimiz için dua edeceğiz. O gün de yakın...” Ancak o gün gelmedi. Gelmeyecek de. Tayyipgiller avuçlarını yalayacaklar. Bu, bu kadar kesin mi? Kesin. Niye? Çünkü her şeyden önce Beşşar Esad namuslu, yurtsever, halksever, yiğit bir insan. AB-D Emperyalistleri karşısında diz çökmedi, bocalamadı, taviz vermedi. Ve bu tutumunu bugün de aynı kararlılıkla sürdürüyor. Ve halkının yüzde 70’i Beşşar Esad’ın arkasında. “Şam’da BBC’nin sorularını yanıtlayan Esad, IŞİD konusunda işbirliğine karşı olmasalar da Amerikalı yetkililerle görüşmeyeceğini belirtti. “Beşşar Esad, “Çünkü onlar, kuklaları olmayan hiç kimseyle konuşmazlar. Şimdi bizim egemenliğimizde olduğu gibi uluslararası hukuku çiğnerler. Yani onlar bizle konuşmuyor, biz de onlarla konuşmuyoruz.” dedi.” (http://www.bbc. co.uk/turkce/haberler/2015/02/150210_ esad_bbc) İşte Beşşar Esad kukla olmayı kabul etmediği için yenilmeyecek. Ki bu gerçekliği artık bütün Batılı Emperyalistler, buna ABD de dahil, kabul etmiş durumdalar. ABD Emperyalistleri IŞİD’in yaptığı canavarlıklar, insanlıkdışı uygulamalar ve soykırımlar sonucu, esas hedefin IŞİD olduğunu söyledi. Tayyipgiller’in esas hedefin B. Esad olması gerektiği yönündeki görüşlerine hiç itibar etmedi, dönüp bakmadı bile ve kendi programını hayata geçirdi. Tayyipgiller bu konuda da yanıldılar. Beklediklerini bulamadılar. Çünkü efendiler, Beşşar Esad’ın da söylediği gibi kuklalara itibar etmezler. Hiç kimse itibar etmez kuklalara. Onları sadece bir çöp gibi kullanırlar ve atarlar sonra. Hatta lağım deliğine süpürürler... “Birleşmiş Milletler’in Suriye Temsilcisi Staffan de Mistura, Suriye’de herhangi bir çözümde Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın da yer alması gerektiğini söyledi. 17 Şubat’ta Suriye’de siyasi çözüm çabalarına dair BM Güvenlik Konseyi’ne bilgilendirecek raporunu sunmaya hazırlanan Mistura, değerlendirmesini Cuma günü Viyana’da Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz ile ortak basın toplantısı sırasında yaptı. Mistura, Esad’ın çözümün bir parçası olup olmayacağına ilişkin bir soruya “Esad halen Suriye’nin devlet başkanıdır, ortada bir Ü Gündem dışı lkemizin gündemi günlük değil saatlik, hatta saatten daha küçük zaman dilimleri içerisinde değişiyor. Bırakalım son bir ayı, son birkaç güne bile baktığımızda, İşçi Sınıfımızın, emekçi halkımızın, emekçi kadınlarımızın tarafına baktığımızda içler acısı olayların art arda gerçekleştiğini görüyoruz. Diğer tarafta, Parababaları ve Tayyipgiller cephesine baktığımızda ise zenginliklerine nasıl zenginlik kattıklarını, yapay gündemlerle halkımızın gerçek gündemlerini nasıl gözden düşürmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Yani Şark Cephesinde değişen bir şey yok. Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapıyor. 20 yaşında gencecik bir fidan olan Özgecan Aslan hunharca bir kadın cinayetine kurban gitti. Ülkemizin dört bir tarafında, bu canice cinayete karşı, bir bütün olarak kadın cinayetlerine karşı, tepkiler çığ gibi büyüdü. Tam, hadi bundan sonra ırz suçlarını işleyenlere, kadın cinayetlerine karşı ciddi yaptırımlar, cezalar gelir mi, derken yeni kadın cinayeti haberleri peş peşe geldi ne yazık ki. ki Satılmış Yıldız, 50 metre yükseklikten eksi 7’nci kat zeminine düşerek hayatını kaybetti. Çevik Kuvvet ekiplerinin ilk yaptığı şey, olası tepkilere karşı bir TOMA eşliğinde inşaatın önünde barikat kurmak olmuş. Ocaklar söndü, yürekler yandı. Analar evlatsız, kadınlar kocasız, çocuklar babasız kaldı. Ankara’da Ostim Organize Sanayi Bölgesi’nde, Nokta LPG Otogaz Dönüşüm Sistemleri Toptan Satış Servisi’nde gaz aktarımı sırasında LPG tüpü patladı. Patlamada 5 işçi yaralandı. İşçilerin el ve yüzlerinde üçüncü derece yanık olduğu bildirildi. Bunlar neredeyse bir günde yaşanan iş cinayetleri. İşçi kardeşlerimiz hâlâ inşaatlardan düşüp hayatını kaybediyorsa, Torunlar Cinayetinden sonra işçilerimiz hâlâ asansörden düşüyorsa, patlamalar oluyorsa hâlâ, Tayyipgiller ne Soma’dan, ne Ermenek’ten ve ne de Torunlar katliamlarından sonra taş üstüne taş koymamış demektir. Tedbirleri ve yaptırımları arttırdık adı altında çıkardıklar paketler, torba yasalar hepsi Karnımız açken, sendikalı olduğumuz için işten atılırken, iş cinayetlerine kurban edilirken, Tayyipgiller’in yarattığı sahte gündemlere alkış tutamayız. Tayyipgiller’in, İŞİD’in kontrolü altında bile olsa hâlâ Türkiye toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi’ni topuklayarak bulunduğu yerden kaçırmalarına alkış tutmak olamaz bizim gündemimiz. Öylesine topuklamışlardır ki, kazara bir asker hayatını kaybetmiştir. Her seçimde olduğu gibi bu genel seçimde de mağdur rolüne bürünmek için icat edilen uydurma suikast haberleriyle yatıp kalkamayız. Kadın cinayetlerine ve ırz suçlarına karşı Tayyipgiller mi cezaları ağırlaştıracaktı? 6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir, ben zaten kadınla erkeğin eşit olduğuna inanmıyorum, çalışan kadın fuhşa teşvik ediyor, kız mıdır, kadın mıdır, tecavüz mağduru tecavüzcüsüyle evlensin diyen Tayyipgiller’dir bunlar. İktidarları döneminde kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı Tayyipgiller. Fıtratlarında kadın düşmanlığı var bunların. Bu yüzden bunlardan kadın sorununa ilişkin en ufak bir çözüm bile beklemek ölü gözünden yaş beklemeye benzer. Tam da bu noktada Halkın Kurtuluş Partisi Programı’nın sözde kalmıştır. Halkımızın geçici olarak öfkesini dindirmek için ortaya atılmış içi boş teranelerdir. Çünkü Tayyipgiller’in görevi Parababalarının kâr düzenini korumaktır. Bunlardan aksini beklemek saflık olur. İşçi Sınıfımız bir yandan acılar içindeyken, bir yandan da insanca çalışma koşulları, insanca yaşamaya yetecek bir ücret için mücadele ediyor. Sendikalarda örgütleniyor. Daha bugün DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikasına üye işçiler Çankaya Belediyesi binasını işgal ettiler. CHP’li Çankaya Belediye Başkanı (işveren), işçilerin Nak- Menderes Keklik sine ortak oldular, işbirliği yaptılar. Suriye’de ise topraklarımız Ortaçağcı gericilerin Suriye’ye geçiş noktası ve lojistik üssüne dönüştü. IŞİD, ÖSO vb. gerici örgütlerin, grupların merkezi haline getirildi. Onlara her türlü olanak sağlandı saldırılarını gerçekleştirebilmeleri için. İstanbul’dan, Gaziantep’e, Hatay’a kadar tüm şehirlerimiz bu sapıkların barınma, tedavi olma, saldırı örgütleme merkezlerine dönüştürüldü. Şimdi de “Eğit-Donat” planı gereğince Kırşehir’de binlerce gericinin askerî olarak eğitileceği (tabiî bu eğitimleri yüzlerce ABD askerleri verecek) kamp oluşturuldu. Tayyipgiller saldırının, başlangıçta birkaç aylık bir zaman dilimi içinde biteceğini ve Şam’da, Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacaklarını düşünüyorlardı. Hayal ediyorlardı. Tayyipgiller’in şefi Tayyip aynen şöyle söylüyordu 5 Eylül 2012 tarihinde bu konuda: hükümet var. Sonuçta Esad çözümün bir parçasıdır” dedi.” (Yurt Gazetesi, 17 Şubat 2015) Gördüğümüz gibi Beşşar Esad ve Suriye Halkları kazandı. Başta AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller olmak üzere tüm Ortaçağcılar yenildi. Öyle ki Türkiye, yurtdışındaki tek toprak parçası olan ve Suriye’de bulunan Süleyman Şah Türbesini boşaltmak zorunda kaldı. Tayyipgiller, istedikleri kadar bozguna zafer havası çalsınlar. Orada da yenildiler. Yukarıda da söylediğimiz gibi direnenler ve savaşanlar mutlaka ama mutlaka kazanırlar. Kuklalar (bizim Tayyipgiller gibiler) ise lağım deliğine süpürülürler... Er ya da geç... Tarih bunu böyle gösteriyor. Tarihin akışına kim karşı çıkabilir ki?..q çözümü öne çıktı: “Irz suçlarına idam gelmeli. Irz suçları dışında idam olmamalı.” Ülkemiz Tayyipgiller’in yapay gündemleriyle çalkalanırken, iş cinayetleri de peş peşe geldi. Fakat iş cinayetlerinin kurbanı olan işçi kardeşlerimiz Parababalarının medyasında Tayyip’in kızına yapılacak uydurma suikast girişimi kadar bile yer bulamadı. Bulabildilerse soluk bir resim ve “iş kazasında” “şu kadar kişi öldü” diye biten ruhsuz haberlerde birkaç satırla konu edildiler. Soma ve Ermenek Maden Katliamları, Torunlar asansör katliamından sonra iş güvenliği konusunda güya düzenlemeler getirilmişti, hani niye işçiler ölüyor hâlâ, demedi kimse. Konya’da Selçuk Üniversitesi Kampusu içerisinde yapımı devam eden derslik inşaatında dış cephe izolasyonu yapan 35 yaşındaki Menderes Keklik, iskele üzerinde çalışırken dengesini yitirince düştü. Yaklaşık 7 metre yükseklikten iskele demirlerine çarparak toprak zemine düşen ve ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan inşaat işçisi kurtarılamadı. Niye düştü Menderes Keklik? Emniyet halatı niye yoktu? Bir kamu kurumunun inşaatında bile iş güvenliğinin gerekleri denetlenmiyorsa, ülkemizde özel sektörün insafına terk edilmiş diğer inşaatları varın siz düşünün… 10 işçinin asansör faciasında katledildiği Mecidiyeköy’deki Torunlar İnşaat’ın yanında yer alan Quasar İnşaat’ın 6’ncı katındaki asansör boşluğuna düşen 35 yaşında- liyat-İş Sendikası’nda örgütlenmelerine tahammül edemedi. 4 işçiyi işten çıkardı. İşçiler Belediye binasını işgal ettiler. Ne için? CHP’li işveren (belediye başkanı) Anayasal haklarını hiçe sayarak işçileri işten attığı için… Anayasal haklarını bileklerinin hakkına almak için… Yüzlerce işçinin ekmeğini büyütecek, sendikalı olmasını sağlayacak, atılan işçilerin geri alınmasını sağlayacak bu eylem ulusal basında yer bulmadı. Parababalarının gündemi değil, bizim gündemimiz. Karnımız açken, sendikalı olduğumuz için işten atılırken, iş cinayetlerine kurban edilirken, Tayyipgiller’in yarattığı sahte gündemlere alkış tutamayız. Tayyipgiller’in, İŞİD’in kontrolü altında bile olsa hâlâ Türkiye toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi’ni topuklayarak bulunduğu yerden kaçırmalarına alkış tutmak olamaz bizim gündemimiz. Öylesine topuklamışlardır ki, kazara bir asker hayatını kaybetmiştir. Her seçimde olduğu gibi bu genel seçimde de mağdur rolüne bürünmek için icat edilen uydurma suikast haberleriyle yatıp kalkamayız. Bizim değişmeyen gündemimiz, Emekçi Halkımızın payına düşen, kadınlara-çocuklara yapılan saldırılar, iş cinayetleri, yoksulluk, işsizlik, pahalılık ve onların sonuçları olan olaylardır. Bu gündemlerimiz için mücadele etmekten başka çaremiz yok. Ne zamana kadar? Bizim de gündemimiz gerçek anlamda değişene kadar. q 14 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 İki Vatan Partisi “Münafıkça çocuklar, gene tarih kalpazanlığı yapıyor” “Sosyalist Gazetesi’nin 1970 yılında Eski solu biraz olsun bilenler bu doğyayınlanan 19. ve 20. sayısında Perinçek ruları da bilirler. Yapılan isim hırsızlığının Grubu ve Aydınlık çevresini “CIA Sosahlâki olmadığını görürler. Üstelik ortada yalizmi Tarih Kalpazanları” ve “CIA herhangi bir özeleştiri olmaksızın… NiSosyalizmi Nasıl Yapılır?” yazılarıyla tekim öyle de oldu. Günlük basında sol eğilimli yazarlar bu isim hırsızlığına sessiz çok ağır eleştirir. Ayrıca Durum Yargılaması kitabında da yine aynı grup için kalmadılar. İlkin Gerçek Gündem sitesinde Gür- “biraz münafıkça çocuklar” tanımlakan Hacır konuyu “Kıvılcımlı Yaşasaydı masını kullanır.” (http://www.gercekPerinçek’e Ne Derdi?” başlıklı yazısıyla gundem.com/yazarlar/gurkan-hacir/2710/ ele aldı (14 Şubat 2015). Şöyle yazıyordu kivilcimli-yasasaydi-perinceke-ne-derdi) Oda TV’de Halit Kakınç da bu duG. Hacır: rumdan rahatsızlığını belirtti. Soner Yal“Partinin kurucusu ve doğal lideri çın’ın Sözcü’de iyi başlayıp aynı şekilde Doktor Kıvılcımlı oldum bittim Perinbitiremediği, Sahte Vatan Partisi’ni destekçek grubuna mesafeliydi. Hatta mesafe leyen yazısını Oda TV’de eleştirdi. Sahte şöyle dursun onları sol olarak dahi kaVatan Partisi çatısı altında yurtseverlerin bul etmezdi. Çok sert yazıları var. birleşmesinin mümkün olmadığını belirtti (18 Şubat 2015): “(…) Buradaki, Doğu Perinçek figürü ise çok önemlidir. “Türkiye’de Sol’u en iyi bilenlerden birisidir Perinçek. Ama nasıl bir Sol’u?.. Hangi Sol’u?.. “Kimi zaman koyu mu koyu bir Maocu olmuştur. Kimi zaman Atatürkçü… Kimi zaman da, Ermeni Sahte Yeni Vatan Partisi konusunda inanılması zor derecede fanatik bir milliyetçi… “Ancak gel gelelim... “Yıllar önce Çin’e gittiğimde (Pekin, “Sol soyağacımızda hemen hemen Şanghay, Urumçi, Kaşgar) ‘Türkiye’de bütün hareket, örgüt ve partilerle kavhâlâ Maocular var’ deyince, Çinli muhagalı ve onlar tarafından ‘sol dışı’ olarak taplarım kahkahalar atarak şaka yaptınitelenen Perinçek ve Aydınlık grubu ğımı sanmışlardı. her ne nasılsa sola ait bütün isimleri top“Sevgili Soner… lamayı başarıyor. “Bu ittifaka kimse karşı değil… Ola“Örneğin bütün türevleriyle mahmaz. kemelik ve kavgalı olmasına karşın “Ama inandırıcı değil.” (http://www. Türkiye İşçi Partisi’nin (Şu anki İşçi odatv.com/n.php?n=soner-yalcina-cevaPartisinin değil TİP’in yani Türkiye İşçi Partisi’nin de) isim hakkının Perinçek bimdir-1802151200) Evet, Halit Kakınç gerçeği görüyor ve grubunda olduğunu biliyor muydunuz? ittifakın neden inandırıcı olmadığını da “Doğu Bey, alır ve biriktirir. Doğu Perinçek’e bağlıyor. Bir bakıma kı“Şimdi sıra kendisine ağır eleştiriler lavuzu karga olanın burnu boktan kurtulyönelten Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nmaz, diyor. Aynı zamanda, Soner Yalçın’a de... da “senin bunları bilmemen mümkün de“Doktorcular buna ne diyecek göreğildir” diyerek dokunduruyor. ceğiz... Çok geçmedi, Gürkan Hacır’ın yukarı“Ama Doktor Hikmet, bugün yaşada aktardığımız yazısına Aydınlık Gazetesaydı, eminim pazar günkü kurultaya si’nde Sahte Vatan Partisi Basın Bürosu bakar ve şöyle derdi. Başkanı Tevfik Kadan “Gürkan Hacır Baştarafı sayfa 16’da Vatan Partisi’ne Saldırdı Yanıt Gecikmedi” başlıklı yazı ile cevap verdi (19 Şubat 2015). Şöyle yazıyordu: “Mustafa Kemal’in Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni, Kıvılcımlı’nın ve Perinçek’in Vatan Partisi’ni aynı geleneğe koyuyoruz. Hepsi Namık Kemal’in Vatan Kasidesi’ni okudular. Hakikat uğruna yanmayı göze aldıklarını biliyoruz. Vatan davası 100 yıldır devam ediyor. “Birbirine zıt görüşlü iki insan karşılaştığında aralarında bir tartışma başlıyor. Her biri, bir diğerinin tezini çürütmeye çalışıyor. Tezlerin bu karşılıklı çarpışması, zamanla tartışmayı körükleyip, gerçeğe olan ilgiyi kışkırtıyor. Dolayısıyla her diyalog, diyalektiktir diyoruz.” (http://www.aydinlikgazete.com/politika/ gurkan-hacir-vatan-partisine-saldirdi-yanit-gecikmedi-h63315.html). Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir savunma! Birincisi, Perinçek’in Kıvılcımlı’nın sağlığında yaptığı, geleneğe, göreneğe, devrimci ahlâka sığmaz. Yaptığı, yazının başında da belirttiğimiz gibi, bir eleştiri değil, çamur at izi kalsın çirkefliğidir. Üstelik Kıvılcımlı’ya karşı yapılan CIA-MİT saldırıları ile eşzamanlı olarak… Bugünse hiçbir özeleştiri veya düzeltme yapmaksızın, Kıvılcımlı’yı ve Kıvılcımlı’nın bazı tezlerini savunur durumda. İkincisi, Perinçek, 15 Şubat 2015 tarihli Genel Kurul konuşmasında, 150 yıl önceki Namık Kemal’lere kadar giderken burnunun dibindeki Kıvılcımlı gibi bir ulu dağı atlıyor. Tabiî ki, bilinçli olarak. Dolayısıyla yukarıdaki savunma tutarlı değildir. Kaldı ki, Sahte Vatan Partisi’nin Başkanlık Kurulu’nda Hasan Korkmazcan ve Yaşar Okuyan gibi pisliğe batmış ve arınması zor, halk düşmanı burjuva siyasetçileri de yer alıyor. Bu isimler bugün koltuk sahibi olamadıklarından şimdi Tayyipgil’e karşı esip gürlüyorlar, kulağa hoş gelen sözler söylüyorlar. Tayyip bugün dese, gelin sizi milletvekili yapayım, koşa koşa giderler. Birlik denerek iflah olmaz gericilerle düşüp kalkmak, halka karşı başka bir ihanet içinde olmaktır. Gerçek Vatan Partisi’ne gelince, Demokrat Parti terörüne karşı cesur, cansiparane bir legal çıkıştır gerçek Vatan Partisi. İstanbul’un yoksul işçi semtlerinde dinle afyonlanarak karın tokluğuna sigortasız çalıştırılan işçi yığınlarını uyarma ve devrime götürme çıkışıdır. Kurucularının da büyük kesimi fabrika cehennemindeki işçilerdir, yoksul halk kesimlerinden gelen emekçilerdir. Kıvılcımlı kendisi de devrime yaşamını adamış bir işçi çocuğudur. Bu yönüyle Vatan Partisi o zamana kadarki sol girişimlerden epeyce farklıdır; bugünkü Sahte Vatan Partisi’nin Kıvılcımlı’nın deyişiyle “sos- yalist beycikler”inden haydi haydi farklıdır (bu konuda Perinçek zokasını yutmuş iyi niyetli yurtsever insanlarımızı şimdilik bu benzetmenin dışında tutarız). İşçilerle bu derece sıkı bağı olan tek devrimci harekettir. Bu bakımdan da kutsal bir devrimci mücadeledir Vatan Partisi çıkışı. Kıvılcımlı’nın ünlü Eyüp Konuşması, bu mücadelenin ürünüdür. Gericiliğin elindeki din silahı konu edilir, tıpkı bugünkü Tayyipgil ve Fetogil gibi din bezirganlığı yapanların gerçek Müslüman olmadığı vurgulanır. Ve çözüm olarak da Türkiye için ayakları yere basan, gerçekçi bir Demokratik Devrim Programı konur. Bu yüzden Vatan Partisi Amerikancı DP iktidarının yüreğine korku salmış ve alelacele kapatılmıştır. Vatan Partisi Programı’nda şu pasaj yer Gerçek Vatan Partisi Demokrat Parti terörüne karşı cesur, cansiparane bir legal çıkıştır. İstanbul’un yoksul işçi semtlerinde dinle afyonlanarak karın tokluğuna sigortasız çalıştırılan işçi yığınlarını uyarma ve devrime götürme çıkışıdır. alır ve bugünkü gelişmeler için önemlidir: “Demokrasimizin bugünkü temeli, Kuvayımilliyeci geleneğimizin son yadigârı olan ANAYASAMIZ’dır. Gelişigüzel değiştirilmekten ziyade, ilk ruhuna sadık kalınarak uygulanmasını bekliyen Anayasamıza göre: “Milliyetçiyiz: Mukadderatımıza tek yabancı karıştırmayağız. “Devletçiyiz: Pahalı devletin yerine, vatandaşa iş bulmayı birinci vazife bilen ucuz devleti geçireceğiz. “İnkılâpçıyız: Her türlü maddî sömürüyü kaldıracağz. “Lâyikiz. Her türlü manevî sömürüyü kaldıracağız. “Halkçıyız: Osmanlı artığı bezirgan ve hacıağa oligarşisinin önderliği yerine, çalışan çoğunluğumuzun önderliğini tutacağız. “Cumhuriyetçiyiz: Halk tarafından, halk için İdare, ve Kültür sistemleri kuracağız. “Parolamız: Hür, kuvvetli, bahtiyar Türkiye’dir.” (Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı) Şimdi Perinçek, 15 Şubat 2015 tarihli Genel Kurul konuşmasında ne diyor, ona bakalım. “Parolamız vatan, işaretimiz emek ve namus. “Mustafa Kemal Atatürk’ün, büyük devrimci önderimizin Anayasamı- Bir Seçim “İş”inde daha Bezirgân Partilerin kasaları doldu: Halkın Partileri çırpınsın dursun! Senin-benim, tüyü bitmemiş yetimin, herkesin rızkından kesilen paralarla zaten her yıl hazine yardımı alan partiler, seçim dönemlerinde de bu paraları ikiye, üçe katlayarak kasalarına akıtınca, seçim sürecine girildiğinde neler yapmazlar ki?.. Bu paralarla oy satın alabildikleri gibi, fütursuz propaganda yöntemleriyle halkımızı canından bezdirmektedirler. Bu, yıllardır böyledir. Bu yıl da aynı olacağı kaçınılmazdır. B ildiğimiz gibi 7 Haziran 2015 tarihinde Milletvekili Seçimleri yapılacak. Bu seçimlere 32 partinin katılacağı Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından ilan edildi. Bu partiler arasında Partimiz HKP de bulunmaktadır. Bir siyasi partinin, hele hele bizim gibi partilerin seçimlere katılma yeterliliğine sahip olmaları öyle çok kolay değil. Başta Siyasi Partiler Yasası olmak üzere, Milletvekili Seçimi Kanunu, Mahalli İdareler Kanunu, Seçimlerin Temel Hükümleri Kanunu gibi çeşitli yasalarda; seçime katılabilme yeterliliğine ulaşabilmek için İllerin en az yarısında örgütlenmiş olmak koşulu getirilmiştir. Bu da yetmezmiş gibi, bir ilde örgütlü sayılmak için o ilin ilçelerinin en az 1/3’ünde örgütlenmiş olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Kuruluşla birlikte karşılaşılan bu barajları aşıp, milletvekili seçimine geldiği- mizde ise yine başka engeller karşımıza çıkmaktadır. İllerin en az yarısında aday gösteremeyen partinin ülke genelinde se- çimlere katılması mümkün değildir. Bunlar da aşıldı seçimlere katıldık, diyelim. Bu kez de herkesin bildiği gibi % 10 barajı karşımıza çıkmaktadır. Yani bir partinin, seçimlerde milletvekili çıkartabilmesi için ülke genelinde geçerli oyların en az % 10’unu alması zorunluluğu bulunmaktadır. Kuruluştan sonra Anayasa Mahkemesince her yıl yapılan mali denetimleri, İlçe Seçim Kurulları’nın defter, kayıt vb. denetimlerini saymıyoruz. Bir siyasi partinin, yukarıda özetinin özetini verdiğimiz bu barajları aşabilmesi ancak yeterli mali olanaklara sahip olmasıyla mümkündür. Daha kurulurken büyük mali güce sahip olan ve hatta Batılı Emperyalistler tarafından oluşturulan projelerin sonucu olarak kurdurulan burjuva partilerinin, bu konuda bir sorun yaşamaları mümkün değildir. Onlara para; yerli-yabancı Parababaları tarafından oluk oluk akıtılmaktadır. Onları bu paralar dahi doyurmadığı için, bir de “Hazine Yardımı” adı altından her yıl devletten yardım almaktalar. Daha doğrusu Siyasi Partiler Yasasına koydukları Ek-1 madde ile; her yıl genel bütçe gelirleri toplamının 5 binde 2’si oranında parayı kasalarına akıtmaktalar. Yine aynı madde uyarınca, bu paraları yerel seçimlerin yapılacağı yılda 2 katı, milletvekili seçimlerinin yapılacağı yılda ise 3 katı oranında almaktalar. Örneğin; geçtiğimiz yıl 30 Mart’ta yerel seçimler yapıldı; Mecliste milletvekili olan partilere toplam: 315,7 milyon TL aktarıldı. (177 milyon 130 bin 328 lirası AKP’ye, 92 milyon 343 bin 259 lirası CHP’ye, 46 milyon 233 bin 934 lirası zın başına yazarak bıraktığı büyük Altı Ok programı var. Programımıza sonuna kadar güveniyoruz ve büyük Türk Milleti’nin, milliyetçilerini, halkçılarını, sosyalistlerini, Namık Kemaller’den Mustafa Kemaller’e büyük devrimimizin programı olan Altı Ok’ta bütün milletimizi birleşmeye çağırıyoruz. İşte bu programla yürüyoruz.” (http:// www.ulusalkanal.com.tr/gundem/dogu-perincek-parolamiz-vatan-isaretimiz-emek-ve-namus-vatan-partisinde-birlesiyoruz-h50007.html) Bilimde de, siyasette de kendinden önce söylenenler varsa buna atıfta bulunursun. Bilim ahlâkı da, devrimci ahlâk da bunu gerektirir. Ama kişi böyle yapmayıp kendinden önce söylenenleri ve yapılanları MHP’ye..) Bu yıl milletvekili seçimleri yapılacağı için; AKP’ye 297.980.095 TL, CHP’ye 155.345.804 TL ve MHP’ye de 77.777.715 TL olmak üzere Toplam: 531.103.614 TL para aktarıldı. Bu arada; “HDP de Mecliste ona niye hazine yardımı yapılmıyor?” sorusu akla gelecektir, haklı olarak. Bilindiği gibi bu partideki milletvekilleri, seçimlere bağımsız olarak katılıp milletvekili seçildikten sonra BDP çatısı altında sonradan grup kurduklarından hazine yardımı bu partiye verilmemektedir. Görüldüğü gibi, senin-benim, tüyü bitmemiş yetimin, herkesin rızkından kesilen paralarla zaten her yıl hazine yardımı alan bu partiler, seçim dönemlerinde de bu paraları ikiye, üçe katlayarak kasalarına akıtınca, seçim sürecine girildiğinde neler yapmazlar ki?.. Bu paralarla oy satın alabildikleri gibi, fütursuz propaganda yöntemleriyle halkımızı canından bezdirmektedirler. Bu, yıllardır böyledir. Bu yıl da aynı olacağı kaçınılmazdır. Adamlar zaten hemen her gün TV’lerde boy göstererek evlerimizin içindeler. Bunlara bir de reklamlar eklenecek. Yetmiyormuş gibi, geri dönüşümü olmayan ve çevre kirliliğine neden olan bayraklarla tüm sokakları ve caddeleri donatacaklar. Parayı basıp kiraladıkları ilan panolarını büyük boy afişleriyle kapatacaklar. Onlarca, yüzlerce araçlarıyla yaptıkları sesli propagandalarla gürültü kirliliğine devam edecekler. Kıvılcımlı Usta bundan 50 yıl önce, Bezirgân partilerinin coşku içinde yürüttükleri bu Ali Cengiz oyununu bakın nasıl görüyor, gösteriyor: doğrudan kendi ürünüymüş gibi sunarsa, bu sahtekârlığa veya hırsızlığa girer. Demek ki, hırsızlık sadece parti ismini aşırmakla kalmıyor! Keşke Kıvılcımlı’yı içtenlikle anlayabilse, tahrif etmese. Kıvılcımlı bir sistemdir. Bazı görüşlerini cımbızla çekip almak ve yararlanmak, tıpkı geçmişte yaptığı sözde eleştiriler gibi, bir işe yaramaz. Hatta devrimci harekete zarar verir. Perinçek, şimdi bazı doğruları çekip alıyor ama yanı sıra bu doğruları çok daha büyük yanlışlarla harmanlıyor. Böylece doğruların yanlış gibi görülmesine yol açıyor veya inandırıcılığını zayıflatıyor. Ayrıca, halktan kopuk bir aydın hareketi, Sahte Vatan Partisi. Özveriyle halk mücadelesi yürütecek bir kadro da yok ortada. Ayrıca, Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt Sorunu’nda bakış açısı MHP bakış açısından farklı değil, şoven. Bir yıldan beri, tek taraflı olarak Feto’ya saldırıp Tayyip’e dokunmamak taktiği de cabası. Böyle bir harmanlama muhalif güçleri bir araya getiremez, getirdi görünse de kalıcı olmaz, geçici olur. Bir araya gelenleri de iğdiş eder. Özetle, iki Vatan Partisi olmuştur. Bunlardan Perinçek ve ekibinin yönettiği sahtedir. Gerçek Vatan Partisi’nin karikatürleştirilmesidir. Bu büyük devrimci Hikmet Kıvılcımlı’ya sinsice yapılan yeni bir saldırıdır. Tabiî gerçek devrimcilere de…q “Seçim kampanyası açıldı. Türkiye’de hiçbir “İŞ” seçim kadar heyecan ve ter döktürmüyor. Çünkü seçim, yalnızca bir “SEÇİM” değil, aynı zamanda en büyük “İŞ”tir. Amerikalı “iş adamı”nın güttüğü anlamda bir “İŞ”, işverenin “İş Bankası”, İşçinin son yıllar Devlet zoruyla haraca bağlanışı demek olan sendikacı “Türk-İş” gibi bol kazanç getirici bir ticaret ve hava oyunudur. Amerika’nın petrolcü akıl hocasının direktifi ile ülkemize “Çift Parti” olsun diye sokulan demokrasi, Amerika’da olduğu kadar Türkiye’de de vaktiyle Şark usulü “İbadet mahfi, rezalet mahfi” diyerek gizli kapaklı yapılan işlerin, perde yırtılarak yapılması oldu. Demokrasinin ruhu sayılan seçim şimdi açık seçik bir İŞ’tir: Ne ziraat İş’i, ne ticaret İş’i, ne sanayi İş’i, ne batakçı toprak ağalığı İş’i, ne lotaryacı bankacılık İş’i; seçim işi, seçim ticareti, seçim sanayi, seçim ağalığı, seçim bankerliği kadar kolay ve hiç masrafsız en muazzam kâr sağlayıcı değil.” (H. Kıvılcımlı, Çaltı Dergisi, sayı 129, 4 Ekim 1965) Aradan 50 yıl geçmiş aynı seçim “İş”i devam etmekte değil mi? Ceplerinden bir para mı çıkıyor? Hayır! Sadece hırsızlığın ve vurgunun boyutu genişledi, çeşitlendi. Bir kısmını hazine yardımı adı altında, sadece seçime katılmakla alıyorlar. İktidara geldiklerinde ise yedi sülalelerini doyuracak kadarını da; özelleştirme, taşeronlaştırma, ihale, vurgun, hortumlama gibi yöntemlerle aşırmaktalar. Bu hengâme içinde, üyelerinden topladığı aidat ve bağışlarla, bazı üyelerinin olağanüstü fedakârlıklarıyla, inanç ve bilinç kararlılığıyla mücadele yürüten bizim gibi partilere de halka sesini duyurabilmek için çırpınmak kalıyor. Ne yapalım, eşitsiz koşullarda da olsa, Emekçi Halkımızı örgütleyip ordulaştırana kadar bıkmadan, usanmadan, yılmadan mücadeleye devam.q 15 5 Yıl: 9 / Sayı: 85 / 2 Mart 2015 Aliağa Radyoaktif Atık Çöplüğü Değildir Şoförlere hakaret eden, şoförlerin temsilcisi olamaz Aliağa’da gemi söküm tersaneleri kapatılmalı Baştarafı sayfa 16’da Aliağa Gemi Geri Dönüşüm Derneği daha KUİTO gemisi gelmeden ve araştırmalar yapılmadan temizliğini ilan etmiştir. Bu güven nereden gelmektedir? Yoksa geminin sadece 4 saatlik bir tarama sonucu verilen temiz raporu önceden mi hazırlanmıştır? TAEK’ten lisans almış olan şirketin web sitesindeki sertifika belgelerine göre; Radyasyon ölçümü yapabilme belgesi 14.07.2010 tarihinde alınmıştır ve süresi 2 yıldır. Türk Akreditasyon Kurumu tarafından verilen Akreditasyon Sertifikası 22 Ekim 2014 tarihinde alınmış ve 2011 tarihinde revizyon görmüştür. Bu belge 16 Nisan 2013 tarihine kadar geçerlidir. O zaman “akredite tarihi bitmiş bir şirket mi radyoaktif madde ve tehlikeli atık taraması yapmıştır?” sorusunun cevabı verilmelidir. Angola açıklarında petrol rafinerisi görevini yapan bu tanker gemisi halen 2 milyon metre boru yükü taşımaktadır. Bu zehirli borunun son durumu nedir? Bu tespit raporunda belirtilmiş midir? Çünkü Çevre Mühendisleri Odası’nın Texom Firmasının araştırma raporuna göre KUİTO gemisi 1975-1979 yılları arasında ham petrol işlemesinde kullanılmıştır, halen 2 milyon metre boru yükü taşımaktadır. Texom firmasına göre sınır aşan değerler şimdiki ölçümlerle çelişmektedir. O zaman yapılacak iş şudur: Uluslararası bağımsız uzman bir kurum tarafından ölçümler ve kontroller yapılmalıdır. Bu denetim raporu açıklanana kadar KUİTO gemisinde kesinlikle söküme başlanmamalıdır. KUİTO gemisinde biliminsanlarına göre dolu tanklar olduğu ve borularda petrol atığı olduğu belirtilmiştir. Bu durumda ÖGE Gemi Söküm Tesis- lerinde hiçbir işlem yapılmamalıdır. Aliağa Kaymakamı ve İzmir Valisi bu konuda duyarlı olarak yeni bir denetim yapılmasını istemelidir. Önemli olan sadece şirketin kazanacağı para değil ama bu şirkette söküm yapacak 250 işçinin ve halkın yaşamıdır. Halkın ve işçinin yaşamından sorumlu olanlar görevlerini yapmalıdırlar. KUİTO gemisi şimdiye kadar söküm yapılacak en büyük gemidir. Ve bir o derece de tehlikeli bir gemidir. Burada gemi sökümüne karar verecek olanlar KUİTO gemisinden kaynaklanacak ölümlerden ve hastalıklardan sorumlu olacaktır. ÖGE Gemi Söküm Tesisleri Aralık 2014 tarihinde 23 Parselde gemi söküm işleri için ruhsat almıştır. Ama bu şirket işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından sabıkalıdır. 28 Mart 2013 tarihli Aliağa Ekspress Gazetesi’ndeki haber şöyledir: “Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’nde meydana gelen iş kazasında bir kişi hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre; Aliağa Gemi Söküm mevkiinde yer alan Öge Gemi Sanayi şirketinde görevli olan Ersin Şahin’in (22) iş makinesinin altında kalarak hayatını kaybettiği belirtildi. Sivas’ta yaşayan ailesinin yanından çalışmak için Aliağa’ya ablasının yanına geldiği öğrenilen Ersin Şahin’in, yaklaşık üç ay önce askerden yeni döndüğü ve eniştesinin yanında işe başladığı belirtildi. Sahada bulunan saçları kamyona yüklediği sırada geri geri hareket etmekte olan iş makinesinin altında kaldığı ifade edilen Ersin Şahin’in olay yerinde hayatını kaybettiği öğrenildi.” Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği’ne sorarsanız: “Ülkemiz çevre ve iş sağlığı uygulamaları ile gemi geri dönüşüm faaliyetlerinde lider ülke konumundadır. Çevre ve iş sağlığı için risk teşkil eden gemilerin tesislere kabul edilme- mesi konusunda hassasiyet göstermektedir” İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda önlemler alıyorsanız “İzmir Gemi Geri Dönüşüm İşletmesine söküm için getirilen Letonya bayraklı ‘Kaugiri’ adlı balıkçı gemisinde çıkan yangın sırasında ambara düşen işçilerden 47 yaşındaki Nurettin Durgun yanarak hayatını kaybederken, işçi 28 yaşındaki Yalçın Arzuman ağır yaralandığı” zaman siz ne yapıyordunuz? Bu ölümleri protesto yürüyüşü sırasında bir sendika temsilcisinin söyledikleri yanlış mıydı? “Son 10 yılda ülkemizde 17 bin 865 işçi çalışırken iş cinayetleri sonucu hayatını kaybetti. Dünyanın en moderni olduğu söylenen Aliağa Gemi Söküm Tesisleri’nde 6 ay içinde 5 iş kazası yaşandı. Son bir hafta içinde 2 ayrı iş kazasında 2 arkadaşımız hayatını kaybetti. Bir arkadaşımızın bacağı kesilmek zorunda kaldı. Bir arkadaşımız yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor. Bu iş cinayetleri insana ve doğaya değer vermeden, daha çok para hırsında olan patronlar, onların hizmetinde olan siyasiler yüzünden gerçekleşiyor” dedi. Öyleyse soruyoruz nerede uygulayamadığınız ama duvarlarınızı ya da dosyanızı süsleyen BSOHSAS 18001:2007 İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetim Sistemi Sertifikası? KUİTO gemisi sökümü derhal durdurulmalıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden tüm işyerleri sıkıca denetlenmelidir. Amerika ve Avrupa’da çalışmaları durdurulan gemi söküm tesisleri ülkemizde de kapatılmalıdır. Tüm sökülecek olan ve sökümü devam eden gemiler ağır metal, asbest ve radyoaktif atıklar açısından bağımsız bir denetim kurumu tarafından denetlenmelidir. Çünkü ortada şaibeli bir durum vardır. Gerçekler açığa çıkarılmalıdır. Çevre dostu, doğa dostu ve her şeyden önce insan sağlığına değer veren Halkın Kurtuluş Partisi, KUİTO’nun peşini bırakmayacaktır. Aliağa Halkının sağlığını ilgilendiren her konuda gerekeni yapacaktır. Bu konu sadece Aliağa Halkının değil İzmir Halkının da sorunudur. Çünkü Gemi Söküm Tesisleri’nden yayılan kanserojen, radyoaktif ile benzeri tehlikeli ve tehlikesiz atıklar İzmir Halkının sağlığını tehlikeye atmaktadır. Çelik işverenleri zenginleşsin diye gemilerin hurdaları ülkemizde temizlenemez. Parababaları kâr etsin diye işçi sağlığı ve insan sağlığı tehlikeye atılamaz. Gemi Söküm Tesisleri kapatılmalıdır. Çalışan işçilere yeni iş imkânı yaratılmalıdır. Temiz çevre, yaşanabilir doğa ve temiz toplum için çözüm Halkın İktidarı’dır. HKP İzmir İl Örgütü Çankaya Belediyesini işgal kazanımla sonuçlandı Baştarafı sayfa 16’da Bugüne nasıl gelindi? Nakliyat-İş Sendikası, Çankaya Belediyesinde çöp toplama ve nakliyesi işini yapan taşeron 651 işçinin çalıştığı taşımacılık iş kolundaki Norm Altaş İş Ortaklığı’nda örgütlenmesi belirli bir aşamaya gelmiş, toplu iş sözleşmesi yetki tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvuru yapmıştır. Yıllardan beri taşeron cehennemine mahkum edilen Norm Altaş İş Ortaklığında çalışan işçiler, Anayasal haklarını kullanarak sendikaya üye olmuşlardır. Nakliyat İş’in örgütlenmesinden, işçilerin üye olmasından haberdar olan Çankaya Belediyesi ve Norm Altaş işvereni toplantılar yaparak “sendikaya üye olmak yasal hakkınız” derken diğer yandan “amalarla” başlayarak psikolojik baskılar, tehditler yapmaya başladı. Bu baskılar örgütlenmeyi engellemeyince işçileri korkutmak ve yıldırmak için sudan bahanelerle 4 sendika üyesini keyfi hukuksuz bir şekilde işten attılar. Sorunun çözümü için Çankaya Belediyesi ve taşeron firma yetkilileri ile yapılan görüşmelerden de bir sonuç çıkmadı. Ö zgecan ASLAN kızımızın hunharca katledilmesi bütün Türkiye Halkı gibi bizlere de büyük bir acı vermiştir. Yaşanan bu elim olay sonrası TŞOF Başkanı Fevzi APAYDIN tarafından basına yapılan açıklamalar ise bir o kadar üzücüdür. Fevzi APAYDIN’ın “Şoförler başıboş kaldı denetleyemiyoruz” açıklamaları tamamen manipülasyondur. Gerek toplumu, gerek bürokratları, gerekse de yasa yapıcıları aldatmaya yöneliktir. 2005 yılında hükümetin çıkarttığı Başkanlık ve genel başkanlık görevini 2 dönem üst üste yapanların aradan bir seçim dönemi geçmedikten sonra tekrar başkan seçilemeyecekleri yasasından sonra (5174 Sayılı Odalar Ve Borsalar Kanunu), başta sayın Derviş Günday olmak üzere tüm illerdeki oda başkanları Ankara’da, Mecliste karargah kurdunuz. Kendi saltanatınızı korumak adına yapmadığınız şey kalmadı. Hanginizin aklına geldi odalardan şoförlerin kayıtlarının silinmesi? Yürütmeyi durdurma kararı alınca aklınıza geldi tabi. Çünkü odalardan şoförlerin kayıtları silinince odaların geliri azaldı buna bağlı olarak da maaşlarınız düştü hoşafın yağı eksildi yani! Şoförleri temsil etme yetkisi olmayan TŞOF’un şoförler hakkında suçlayıcı ifadeler kullanmasını şiddetle kınıyoruz. 5510 sayılı yasaya göre şoförlerin temsil edilmesi konu ile ilgili sendikalar ve dernekler tarafından olmalıdır. Sizin ifade ettiğiniz gibi şoförler başıboş ve denetimsiz değildir. çerçevesinde denetlenmektedir. Şoförleri Denetleyen Kurumlar ve Yasalar: 1- 2918 Sayılı Karayolu Trafik Kanunu. 2- 5510 Sosyal Güvenlik ve Sigortalar Kanunu 3- 5216 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu 4- 5393 Sayılı Belediye Kanunu Bu 4 kanun ile denetlenen şoförleri “şoförler başı boş kaldı ve denetleyemiyoruz” diye medya önünde şikayet etmek Türk toplumunu aptal yerine koyarak yönlendirmekten başka bir şey değildir. Yaşanan acı olayların sebepleri bilhassa taşımacılık sektöründe çalışan ve 5362 sayılı kanuna tabi olan plaka sahipleri üzerindeki “denetim eksikliği ve başı boşluktur”. Fevzi APAYDIN tarafından yapılan bu vahim açıklamanın yegane sebebi bugün 4a kapsamında çalışan emekçi şoförlerin yeniden esnaf odalarına kayıtlarının yapılabilmesini sağlamak ve TŞOF’a üye esnaf odalarına “3.000.000 liralık rant sağlamak” amaçlıdır. TŞOF Başkanı Fevzi APAYDIN’ı ve bu zihniyette ki bütün yöneticileri kınıyor bütün yetkilileri denetim görevini kanunlardaki boşluklarını kullanılması engelleyerek yapmaya davet ediyoruz. Tüm şoför arkadaşlarımızı, kardeşler ekonomik-demokratik-mesleki sosyal hakları için Sendikamızda, Derneklerde örgütlenme, mücadeleye çağırıyoruz. 25.02.2015 Nakliyat İş Sendikası Şoförler Temsilciliği Bütün Şoförler İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının görevlilerince kanunlar Emeklilerden düşük zamma tepki E mekliler maaşlarına yapılan 24 lira zammı protesto etti. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) Tüm Emekli Sen üyesi yaklaşık 80 kişi, 5 Şubat’ta saat 14.00’te Anafartalar Caddesi üzerindeki Balıkesir PTT Müdürlüğü önünde bir araya geldi. Basın açıklamasını yapan Tüm Emekli Sen Balıkesir Şubesi Başkanı Bekir Ceylan, “Yıllarca kalkınmasına ve bu günlere gelmesine emek verdiğimiz ülkemizde, açlık ve sefalet içinde yaşamak ağır geliyor. Bu nedenle hiçbir derdimize çare olmayan zamla gelen artışı, banka hesap numarası verildiği takdirde iade etmek istiyoruz” dedi. Basın açıklamasının ardından PTT Şubesi’ne geçen grup, Başbakan Ahmet Davutoğlu için, ayrı ayrı kaleme aldıkları mektupları tek zarfa koyup Başbakanlığa gönderdi. Mektupta, zamla gelen artışı iade etmek için hesap numarasının bildirilmesi talep edildi. Mektupları teslim etmeden hemen önce konuşan Bekir Ceylan, “Biz ironi yapıyoruz ama ironiden şakadan anlayacaklarını sanmıyorum. Belki de ciddiye alıp hesap numarası gönderirler. Biz de verilen farkı göndermeye gayret ederiz. Verilen zam 24 lira” dedi. Davutoğlu’na gönderilen mektup Başbakan Ahmet Davutoğlu’na gönderilen mektubun içeriği şöyle: “12 yıldır tek başına iktidarda olan, elinde bulundurduğu parlamento çoğunluğu ile istediği kanuni düzenlemeyi yapabilen hükümetiniz; politika ve uygulamalarıyla benim de içinde bulunduğum ve büyük çoğunluğu 4 kişilik bir ailenin sadece mutfak giderinin karşılığı açlık sınırının altında aylık alan 11 milyon emekli, emekli dul ve yetim ile vazife malulünü sefalete sürüklemeye devam ediyor. Kuşkusuz buna verilecek en iyi örnek iktidarınız tarafından çıkartılan ve 1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın 55’inci maddesi gereği emekli aylıklarının her yıl Ocak ve Temmuz aylarında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından bir önceki 6 aylık dönem için açıklanmış olan Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) artış oranı kadar arttırılmasıdır. Bu düzenlemeden de anlaşılacağı gibi iktidarınızın çok övündüğü büyümeden emeklilere pay verilmemekte ve piyasadaki gerçek fiyat artışlarını yansıtmaktan uzak sözde enflasyon artışı aylıkları günden güne erimektedir. Sayın Başbakan 5510 sayılı Kanunun 55’inci maddesine göre aylığım 2015 yılının ilk 6 ayı için 1 Ocak 2015 tarihinde geçerli olmak üzere 1 Temmuz-31 Aralık 2014 tarihleri arasını kapsayan son 6 aylık dönem için TÜİK tarafından açıklanan yüzde 2.32 oranında attırılarak ödenecektir. Yıllarca çalıştığım, kalkınmasına ve bu günlere gelmesine emek verdiğim, alın teri döktüğüm ülkemde açlık ve sefalet içinde yaşıyor olmak bana ağır gelse de hiçbir derdime çare olmayacak bu parayı, yararlı hizmetlerde kullanılacağı umuduyla Başbakanlık, Maliye Bakanlığı veya devlete ait herhangi bir banka hesap numarası tarafıma bildirildiği takdirde iade etmek istiyorum. Saygılarımla arz ederim.” İki Vatan Partisi B ir de duyduk ki, Doğu Perinçek’in İşçi Partisi (İP) adını değiştirerek Vatan Partisi yapmış. İyi de, Vatan Partisi adı bu toprakların yetiştirdiği en ulu devrimci Hikmet Kıvılcımlı ile bütünleşmiştir. Ve o Doğu Perinçek’tir ki Hikmet Kıvılcımlı aleyhine 71 Faşizmi öncesinde türlü yalanlarla yapılan CIA-MİT saldırılarına, sol ortamda devrimciliğe yakışmayan ahlâksızca demagojilerle destek vermiştir. Kıvılcımlı bu yüzden Perinçek’in başında olduğu harekete “CIA Sosyalizmi” adını Aliağa Radyoaktif Atık Çöplüğü Değildir Aliağa’da gemi söküm tersaneleri kapatılmalı KUİTO gemisi sökümü derhal durdurulmalıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden tüm işyerleri sıkıca denetlenmelidir. Amerika ve Avrupa’da çalışmaları durdurulan gemi söküm tesisleri ülkemizde de kapatılmalıdır. Tüm sökülecek olan ve sökümü devam eden gemiler ağır metal, asbest ve radyoaktif atıklar açısından bağımsız bir denetim kurumu tarafından denetlenmelidir. Çünkü ortada şaibeli bir durum vardır. Gerçekler açığa çıkarılmalıdır. A ngola açıklarında petrol rafinerisi görevi yapan 1979 yapımı 112 bin 239 grostonluk Bahama bayraklı petrol tankeri FPS KUİTO gemisi, Aliağa Gemi Söküm Tesisleri web sitesine göre Öge Gemi Söküm İthalat ve İhracat Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi adına 5 Şubat’tan itibaren Aliağa’da baştankara durumundadır. Aliağa açıklarında bekletilirken TAEK’ten akredite aldığı ileri sürülen İstanbul Denizcilik ve Survey Hizmetleri İthalat İhracat Limited Şirketi tarafından yangından mal kaçırırcasına gemide ölçümler yapılmış ve 6 Şubat 2015 tarihinde raporlanmıştır. Oysa gemi 5 Şubat’tan itibaren Aliağa’da karaya oturtulmuştur. Yani rapordan bir gün önce baştankara olmuştur. 15’te Çankaya Belediyesini işgal kazanımla sonuçlandı Zet Farma Direnişi sürüyor DİSK Nakliyat İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan Zet Farma İşçilerinin Direnişi sürüyor. 3 Kasım’dan beri işi ekmeği onuru için direnen Zet Farma işçileri zafere kadar direnmeye kararlı. DİSK Nakliyat-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan işçilerin Çankaya Belediyesini işgali kazanımla sonuçlandı, işçiler işe geri alındı. İşten atılan işçilerle birlikte yüze yakın sendika üyesi 23 Şubat’ta Çankaya Belediyesini işgal ederek işten atılanların işe geri alınması ve çalışanların sendika hakkının belediye ve taşeron Norm/Altaş tarafından kabul edilmesini talep etmişti. Yapılan işgal ve eylem sonrası Çankaya Belediye Başkanı ile yapılan görüşmeler sonucunda atılan dört sendika üyesinin işe geri alınacağı sözü verilmesi üzerine eylem sonlandırılmıştı. 15’te İ İŞİD’in müze ziyareti(!) Musul Kütüphanesi’ni yakarak, 10 bin kitabın yakan IŞİD, Irak’tansanlık dışı katliamlar yapan OrOsmanlı İmparator- ki Nineveh Arkeoloji Müzesi’nde 7. taçağcı IŞİD, insanlığın mirası aralarında luğu’ndan kalma haritaları ve nadir yüzyıldan kalma heykelleri parçaladı. tarihi, kültürü de yok etmeyi el yazması eserlerin de bulunduğu sürdürüyor. Geçtiğimiz günlerde IŞİD’in ‘resmî’ kanallarında bir video yayınlandı. Beş dakikalık videoda, Musul müzesinde bulunan tarihî eserleri parçalayan IŞİD militanları görülüyor. IŞİD, Ninova eyaletinde yer alan ve içerisinde binlerce yıllık heykellerin bulunduğu Nineveh Arkeoloji Müzesi’ni balyozlar ve matkaplarla talan etti. Ortaçağcı gericiler sadece insana değil tarihe de düşman. IŞİD’in, kontrolü ele geçirdiği yerlerden yağmalanan eserleri Lübnan ve Türkiye üzerinden Almanya, Britanya, Dubai ve Katar’a satılmasıyla ciddi gelir elde ettiği biliniyor. mal’le bağlanmıştır. İşte Perinçek halkımızın gözüönünde süregelen bu zafiyetten büyük ölçüde yararlanmaktadır. Şöyle: Birincisi yurtsever özelliğini yitirmiş, köklerinden kopmuş sol, uzun süreden beri emperyalist anavatanların çizgisinde davrandığından veya halkımızın çıkarlarına duyarsız kaldığından, sol kesimde büyük bir boşluk doğmuştur. Perinçek grubu Sahte Vatan Partisi çıkışı ile bu boşluğa gözünü dikmiştir. Tabiî bir televizyon kanalı ve günlük gazete desteği de bu hedef için Perinçek ve çevresinin cesaretini artırmaktadır. İkincisi, birinci ile ilgili bir yozlaşmadır. Sol içinde ilkeler, gelenekler, görenekler kalmamıştır. Örneğin, eleştiri-özeleştiri mekanizması devrimci ahlâkın vazgeçilemez unsurudur. Ne yazık ki bugün başta eleştiri-özeleştiri mekanizması olmak Gerçek Vatan Partisi üzere, devrimci ahlâk da erozyovermiştir. Nitekim 71 Faşizmi na uğramıştır. Perinçek bu boşsonrasından bugüne “CIA Sosya- luktan da yararlanmaktadır. Pelizmi” deyimini pekiştiren, haklı rinçek’i iyi tanıyan Soner Yalçın çıkaran pek çok kanıt olmuştur. gibi bilgili yazarlar bile bu gelişVe 70’lerden başlayarak Perinçek meye karşı hayırhah konumdadırlar, ne kadar iyi niyetli olurlarsa sol ortamdan tecrit edilmiştir. Ne var ki, sol da artık eski olsunlar, zokayı yutmuşlardır. Ancak, en basitinden, eleştisol değildir. Örgütsüzlüğün, 12 Eylül Faşist Darbesinin, Ameri- ri-özeleştiri devrimciliğin alfakancı Kürt Hareketinin, sosyalist besi durumundadır ve evrensel ülkelerin dağılmasının, emperya- bir doğrudur. “Gerçekler inatçılizmin Ortadoğu’daki planlarının, dır” ve doğrular eninde sonunda Soros’ların vb. vb. etkisiyle yurt- ortaya çıkar. Sahtekârlıklar, göz sever özelliğini yitirmiştir artık boyamalar, yalanlar, yanıltmalar, sol. Emperyalist anavatanlarca demagojiler bir gün bunları yapan çizilen doğrultuda debelenen sol sözde devrimcilerin önüne konur. görünümüne girmiştir ne yazık İşte bugün Kurtuluş Partisi Geki! CHP’nin başı ise Tayyip- nel Başkanı Nurullah Ankut’un gil-Fetogil-CIA işbirliği sayesin- yaptığı budur. de kotarılan kaset komplosunun ürünü TESEVci-Soroscu Ke- 14’te Ayşe Ana da acısını bir ömür yüreğinde taşıdığı evladına kavuştu 6’da