Engels maddesi Nisan 2007
Transkript
Engels maddesi Nisan 2007
ENGELS FRIEDRICH (1820 – 1895) Ragıp EGE (Prof. Dr. Ahmet CEVĐZCĐ’nin editörlüğünü yaptığı Felsefe Ansiklopedisi’nin -Ebabil Yayınları- 5.ci cildi için hazırlanmıştır) (Ocak 2007) Friedrich Engels’in yapıtı, arkadaşı Karl Marx’ın yapıtı gibi, yaşam serüveniyle içiçe örülmüştür. Bu yüzden, yazımızda, düşünürün yaşamöküsüne kapsamlı bir yer ayırıyoruz. Yaşamı (Aşağıdaki veriler, Georges Labica ve Mireille Delbraccio yönetiminde yayınlanan Friederich Engels, savant et révolutionnaire (“F.Engels, Bilgin ve Devrimci” -1997), adlı ortak yapıtın Aperçu biographique de Friederich Engels bölümünden derlenmiştir). Engels 28 kasım 1820 yılında Almanya’nın Barmen yöresinde (bugün Ren-Vestfalya eyaletinin Wuppertal bölgesi) dünyaya geldi. Đplik endüstrisinin çok gelişmiş olduğu bu bölgede, Engels’in babası bir tekstil fabrikasının sahibiydi; şirketin Manchester’de de “Ermen & Engels” adıyla bir şubesi bulunuyordu. Engels, dillere olan olağanüstü yeteneği sayesinde olgunluk çağına geldiğinde Almanca, Latince, Yunanca, Đngilizce, Fransızca, Đtalyanca, Đspanyolca, Rusça, Lehçe, Romence, Türkçe, Farsça, ve Đskandinav dillerini öğrenmiş bulunuyor, yaklaşık 20 kadar dili anlayabiliyordu (Labica 1997, s.10). Düşünür, bu dil dehası sayesinde, Avrupa ve Amerika’nın her bölgesindeki işçi akımlarını yakından izleyebilmiş, çeşitli işçi çevrelerine rahatlıkla katılıp bu çevrelerde büyük sempati kazanmış, yaşamı boyu işçi sınıfının örgütlenip güçlenmesine belirleyici katkılarda bulunmuştur. Çok okuyan, tiyatroya, konserlere meraklı, siyasete özellikle ilgi duyan bir gençti. Babası oğlunun iş dünyasını tanıyıp deneyim edinmesi için öğrenimini yarıda kesip onu yanına aldı. Çok genç yaşta babasıyla birlikte Đngiletere’ye gitti, daha sonra Brême kentine yerleşti. Strauss, Hegel, 2 Börne gibi düşünürlerin yapıtlarını okuyor, şiirler yazıyor, Wuppertal mektupları adlı bir metinde Ren bölgesi emekçilerinin geçim koşullarının güçlüğünü dile getiriyordu. Bir ara Alman ulusal hareketine yakınlık duymuş olsa da, kısa zamanda, ulusal çıkarlarla sınırlı siyasal davaların dar görüşlü, sığ ve kısır niteliklerinin bilincine vararak Fransız devriminin evrensel ilkelerini benimsedi. Askerlik görevi için Berlin’e gitti. Berlin üniversitesinde Hegel’in yerini alan filozof Schelling’in, aklın ve bilimin ilkelerine sırt çeviren tutucu felsefesini sert dille eleştirdi. Üniversite çevresinde oluşan “solcu genç Hegelciler” öbeğine katıldı. Tanrıtanımaz bir tutum sergiliyor, Feuerbach’ın maddeci felsefesinin savunuyor, Hegelci diyalektiğe özellikle ilgi duyuyordu. Marx’ın genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Neue Rheinische Zeitung adlı gazetede yazılar yayınlamaya başladı. 1842 yılında babasının şirektinde iş deneyimi edinmek için Manchester’e gitti. Đki yıl kadar Đngiltere’de kalarak, Avrupa’da endüstri devrimini en erken gerçekleştirmiş ülkenin işçi sınıfının somut yaşamı üzerine, hem kuramsal hem pratik incelemelerde bulundu. Manchester’de tanıdığı ve kendisiyle nikâhsız olarak yaşamını birleştirdiği sevgilisi, Đrlanda işçisi Mary Burns, Engels’i kentin işçi çevrelerine soktu, ona işçilerin koşullarını içeriden tanıma fırsatını sağladı. Engels’in genç yaşta Manchester’de geçirdiği bu devre, devrim anlayışının biçimlenmesinde belirleyici rol oynadı; tam anlamıyla devrimci bir etkinliğin ancak Đngiltere’de, yani ekonomisi en gelişmiş ülkede gerçekleşebileceğine kesinlikle inandı. Ekonomi politik alanında geliştirilen kuramlarla, Saint-Simon, Fourier, Cabet, Owen gibi toplumsal dönüşüme duyarlı düşünürlerle yakından ilgilendi. Gerek kuramsal kaynaklar üzerine gerekse de alan araştırması biçiminde Đngiltere’nin çeşitli kentlerinde işçi sınıfının yaşam koşulları üzerine sürdürdüğü yoğun incelemelerinin ürünlerini 1845’te yayınlayacağı Die Lage der arbeitenden Klasse in England (“Đngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”) adlı yapıtında ayrıntılı biçimde kullandı. 1844 ağustosunda Almanya’ya geri dönerken, o sırada Paris’te bulunan Marx’ı görmek için Paris’e uğradı. Bu buluşma, ömür boyu sürecek köklü bir dostluğun başlangıcını oluşturacaktı. Đki arkadaş, birlikte oldukları birkaç hafta içinde, çalışma yaşamlarının tümüne yön verecek bir “araştırma programı” geliştirdiler. Her ikisi de, değişik yollardan ilerleyerek aynı sonuca varmışlardı: iktisadî koşulların, son çözümlemede, siyasal ve hukuksal yapıları belirlediği tezini ikisi de paylaşıyordu. Ancak bu konuda Engels Marx’tan çok daha ileriye gitmiş, Umrisse zu einer Kritik der Nationalökonomie (“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Bir Taslak”) adlı, ekonomi politiğin temel kavramlarını sorgulayan kuramsal bir inceleme gerçekleştirmişti. Bu çalışma, Marx’ın da yayın kurulunda bulunduğu Annales francoallemandes adlı dergide, 1844 yılında yayınlandı. Marx’ı ekonomi politik literatürüyle derinlemesine ilgilenmeye yönelten etmen Engels’in sözü geçen yapıtı olmuştur. 3 Almanya’daki genç Hegelcilerin idealizmini eleştiren Die heilige Familie (“Kutsal Aile”) adlı ortak yapıtın ilk bölümleri sözü edilen buluşma süresinde kaleme alındı. 1844 Paris buluşmasında, kendilerini tanrıtanımaz, maddeci ve komünist olarak tanımlayan bu iki genç, yaşamları boyu kesintisiz sürecek ve düşün tarihinde eşi olmayan, hem kuramsal hem varoluşsal bir işbirliğine ve dayanışmaya, denilebilirse, ant içiyorlardı. 1845 yılı içinde Engels Đngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı araştırmasını, Marx ise Thesen über Feuerbach (“Feuerbach Üzerine Tezler”) adlı metni kaleme aldılar. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen komünistlerle tanışmak için birlikte Đngiltere’ye yaptıkları bir yolculuk sonrası Die deutsche Ideologie (“Alman Đdeolojisi”) adında bir kitap yazmaya karar verdiler. Avrupa düzeyinde bir Đşçi Partisi oluşturma amacıyla çalışmalara başladılar. Bu amaç çerçevesinde Engels Paris’e yerleşti, burada Fransız sosyalistleri ve Ligue des Justes (“Doğruların (Adillerin) Birliği”) adlı, Paris’e göçmüş Alman aydınlarının da içinde bulunduğu örgütle düzenli ilişki kurdu. Sözü geçen Birlik, daha sonra Ligue des Communistes (“Komünistler Birliği”) adını alarak “Bütün ülkelerin emekçileri, birleşin” sloganını benimsedi. Birlik, Marx’la Engels’i, örgütün temel ilkelerini içeren bir Manifesto yazmakla görevlendirdi. Engels, ilk adımda, Grunsätze des Kommunismus (“Komünizmin Đlkeleri”) adıyla bir program taslağı hazırladı (1847). 1848’de, iki düşünür, Manifest der kommunistischen Partei adlı ünlü metni kaleme aldılar. Birlik Manifesto’yu bütünüyle kabul etti. Aynı yıl, gene ortaklaşa yazdıkları, Forderungen der kommunistischen Partei in Deutschland (“Almanya’da Komünist Partisi’nin Talepleri”) adlı bildiriyi yayınladılar. Marx’la Engels’in bu tarihten sonraki yaşamları, Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki siyasal otoritelerin baskıları, tutuklama kararları, yasaklamaları, oturma izni vermemeleri ya da verilmiş izinleri geri almaları yüzünden, ülkeden ülkeye, kentten kente taşınma biçiminde geçecekti. Almanya’nın çeşitli kentleri, Bruxelles, Bern, Lausanne, Paris arasında bir süre mekik dokuduktan sonra Marx, kurtuluşu, 1849 mayısında Londra’ya kaçmakta buldu; Engels ise, aynı yıl Prusya ordularına karşı ayaklanan işçi gruplarının içinde silahlı mücadeleye katıldıktan sonra, ekim ayında Londra’da dostuyla buluştu. Londra’da, “Komünistler Birliği”’ni yeniden örgütleme çalışmalarına giriştiler. Birliğin içinde, çözümü salt ayaklanma ya da isyanda gören köktenci üyelerle çatışmak hem kendilerini yıpratıyor hem de zamanlarını alıyordu. Avrupa’nın her yanında karşı devrimin üstün gelmesi Marx’la Engels’i son derece üzüyordu. 1850 yılında Engels Der deutsche Bauernkrieg (“Almanya’da Köylü Savaşı”) adlı incelemesini yayınladı. Bu arada, özellikle Marx ve ailesinin geçim sıkıntıları dayanılmaz derecelere ulaşmıştı. Bilindiği gibi, Marx, yaşamı boyu düzenli bir iş edinememiş, bu yüzden kendisine ve ailesine düzenli bir gelir 4 sağlayamamıştı. Dolayısıyla Engels, kendisinin ve sevgilisi Mary Burns’un geçimi yanında, Marx’ın ailesinin geçimini de yüklenmek zorunda kalıyordu. Birikmiş parası kendisiyle sevgilisine ancak yetişebildiği için, babasının Londra’daki şirketinde ortaklık işine yeniden dönmekten başka bir çözüm yoktu. Abartmadan şunu söyleyebilirz: Marx, dostunun, bu her türlü övgüyü hakkeden cömertliğinden, yaşamı boyu sürecek parasal desteğinden yoksun kalsaydı, Das Kapital öneminde bir yapıtı gün ışığına çıkarmakta çok zorlanacağı gibi, ailesiyle birlikte, o yıllarda Londra’da yaşayan yoksul işçi ailelerinin usalmaz sefaletine, Engels’in çok yakından tanıdığı sefalete yuvarlanmayı, büyük olasılıkla, önleyemeyecekti. Engels dostunun dehasına mutlak biçimde inanmıştı; dostunun yapıtını gerçekleştirmesi için gerekli temel koşulları sağlamak uğruna her türlü fedakârlığı göze almayı baştan kabullenmişti. Engels’in Marx’a verdiği destek yalnızca maddî türden olmamıştır. Bu desteğin önemi konusunda şu noktaları vurgulamakta yarar görüyoruz: Marx, 1851 yılının sonunda New-York Daily Tribune gazetesinde geçici ücretli bir iş buldu, ancak Đngilizceye hakimiyeti henüz yeterli olmadığı için, gazeteye gönderdiği yazıların Đngilizceye çevrilmesini dostundan rica etti. Engels, uykusuz geceler geçirme pahasına bu isteği geri çevirmedi. Bir kaç yıl sonra, Marx, bir Amerikan ansiklopedisine yazılar yazmayı kabul etti; ancak ansiklopediye gönderilen ve kendi imzasını taşıyan maddeleri Engels kaleme aldı (Badia 1997, s.23-24). Aynı yıl, Marx’ın, evlerinin hizmetçisi Hélène Demuth’ten bir çocuğu oldu. Ancak Marx çocuğun babalığını kabule yanaşmadığı için, “ailenin onuru”na leke düşmesini önleme görevi Engels’e düştü; çocuğun sorumluluğunu ve bakımını Engels üstlendi. Bu olay, komünist rejimlerde kaleme alınan resmî yaşamöykülerinde edepli bir sakınımla sistemli bir biçimde göz ardı edilmiştir (Bkz. Rubel 1965, s.LXXIX; Macciocchi 1979). Yukarıda gördüğümüz gibi, Marx’ın ekonomi politiğin içeriğiyle derinlemesine ilgilenmesine Engels ön ayak olmuştur. Ayrıca, Marx’ın çözümlemelerini temellendiren ya da örneklendiren somut verilerin çoğu Engels’in çalışmalarından devşirilmiştir. Đleride göreceğimiz gibi, Marx’ın yapıtından kalkarak oluşan “Marksist” akımın mimarı, bir anlamda, Engels olmuştur. 1852’de “Komünistler Birliği”nin kimi üyelerinin Köln’de tutuklanıp yargılanmaları, Marx’la Engels’i, Birliği dağıtma kararına sürükledi. Đki arkadaş, o günün koşullarında ivedilikle yapılması gerekenin, işçi sınıfının davasına kuramsal bir temel oluşturmak olduğuna inanmışlardı. Marx ekonomi politiğin eleştirisi için gereç toplarken, Engels çok çeşitli alanlarda (ordu ve savaş bilimi, Doğu uygarlıkları tarihi, doğa bilimleri, matematik, vb.) bilgi edinmeye yöneldi. Yakın Doğu sorunuyla, Osmanlı imparatorluğunun çözülmesi konusuyla yakından ilgilendi. Gerek Đngiltere gerekse Çarlık Rusyası’nın güttükleri yayılma 5 politikalarını sert biçimde eleştirdi. 1860’lı yıllarda Almanya’da sosyalist çevrelerde etkinliğini sürdüren Lassale’ın yönelimleri iki arkadaşın şiddetli tepkisine yol açtı. Lassale’ın tutumunda eleştirdikleri temel nokta, sosyalist liderin devrimci güçlere duyduğu güvensizlik, dolayısıyla Prusya hükümetiyle dayanışma kurmanın tek tutarlı yol oduğunu düşünmesi, kısaca uzlaşmacı bir politika gütmesiydi. 1861’in nisanında Amerika’da Kuzey-Güney savaşı patladı. Bu savaş, bir kaç yıldır New American Encyclopedia’ya yazılar yazmakta olan Engels’e, savaşın özgün nitelikleri üzerine çok önemli çözümlemeler geliştirme olanağını sağladı. Düşünür yazılarında, askerî konulardaki bilgilerini, savaş yönetimi ve ordu örgütlenmesi konularında sürdürdüğü çözümlemelerini yetkin bir biçimde kullandı. Bundan böyle Marx’ın ailesi kendisine “General” takma adını yakıştırdı. 1863’ün şubatında sevgilisi Mary Burns öldü. Engels, bir süre sonra, Mary’nin kızkardeşi Lizzy ile yaşamaya başladı. 1864 eylülünde, Marx’ın önemli katkısıyla, Londra’da International Workers’ Association (“Uluslararsı Emekçiler Derneği” – “Enternasyonal”) kuruldu. Engels’le Marx bu örgüt içinde ödünsüz mücadele vermeye kararlıydılar. Özellikle ulusların özgürlüğü ve özerkliği konusunda Proudhoncu çevrelerin ilgisizliğini eleştiriyorlardı. 1867’nin eylülünde Kapital’in birinci kitabı yayınlandı; tamamlanmasını büyük bir sabırsızlıkla beklediği bu kitap üzerine Engels övgü dolu tanıtma yazıları yayınladı. Engels 1869 yılında tekstil fabrikasındaki işinden, yüklü bir tazminatla ayrıldı; bundan sonra yaşamının tümünü bilime ve devrime adayacaktı. Bir yıl sonra Enternasyonal’ın Genel Yönetim Kurulu’na seçildi. 1871 martında Paris’te gerçekleşen Commune devrimi, Marx’la Engels’in büyük ilgisini çekti. Marx Der Bürgerkrieg in Frankreich (“Fransa’da Sivil Savaş”) adlı sentetik çalışmasını kaleme aldı; Engels ise Enternasyonal’ın Yönetim Kurulu için Commune üzerine bir rapor hazırladı. Bu çözümlemelerde iki düşünür, soruşturmalarını, özellikle “karşı devrim” kavramı üzerinde yoğunlaştırdılar. Engels Enternasyonal’ın Belçika, Đtalya, Đspanya temsilciliklerine atandı. Đspanyol devrimcileriyle yakın ilişki kurdu, Emancipación dergisinde yazılar yayınladı. Marx’la Engels, bir yandan da, o sıralarda örgüt içinde hayli yankı uyandıran Bakounine’in, gerici ve suikastçı olarak niteledikleri tezlerini çürütmeye çabalıyorlardı. 1873’te, Bakounine yanlılarının sürekli kışkırtmaları karşısında, Lafargue’ı da yanlarına katarak Ein Complot gegen die Internationale Arbeiter-Association (“Uluslararası Emekçiler Derneğine Karşı Komplo”) adlı manifestoyu yayınladılar. Aynı yıl yayınladığı Zur Wohnungsfrage (“Konut Sorunu Üzerine”) adlı soruşturmasında Engels, kimi “iyiliksever” burjuva düşünürlerinin idealizmini hicvetti. Bir yıl sonra, kırsal yörelerin emekçilerinin işçi sınıfı içine alınması gerekliliği tezini geliştirdi. Flüchtlingsliteratur (“Sığınmacılarla Đlgili Yazılar”) genel başlığıyla yayınladığı incelemelerde ulusalcı 6 önyargılara karşı çıktı. Enternasyonal, 1876 yılında resmî olarak dağıtıldı. Bir yıl sonra Engels, Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft (“Sayın Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Eden Devrimi”) adlı ünlü yapıtını yayınladı. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu yapıt, ileride “Marksizm” deyimiyle adlandırılacak öğretinin felsefi, ekonomik ve siyasal ilkelerini düzenli ve anlaşlır bir biçimde sunmayı amaçlıyordu. 1878’de Lizzy Burns öldü. Avrupa’nın bir çok ülkesinde komünist partileri kurulmaktaydı. Engels bu kurulşlarda etkin rol oynadı. 1883’ün ocağında Marx’ın kızı Jenny, geride beş öksüz bırakarak yaşamdan ayrıldı. Marx’ın sağlığı son derece kötülemiş, karısı da ölmüş olduğu için, bu çocukların bakımını bir kez daha Engels yüklendi. Aynı yılın 14 mayısında Marx yaşamdan çekildi. Engels Marx’ın ölümünden sonra kendi yaşamının sonuna değin, arkadaşının geride bıraktığı dolaplar dolusu el yazmalarını, hayranlık uyandırıcı bir inanç, sevgi ve sabırla deşifre edip (Marx’ın el yazısı son derece okunaksızdı) düzenleyerek yayınlama görevini yüklendi. Bir yandan da, kendi kuramsal çalışmaları yeni bir ivme kazandı. 1884’te, Marksist öğretinin, insan toplumunun evrimi ve Devlet kuramı üzerine antropolojik varsayımlarını içeren Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats (“Ailein, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”) adlı çalışmasını yayınladı. 1885 yılı Dialektik der Natur (“Doğanın Diyalektiği”) adlı felsefî soruşturmasının ana bölümünün yazıldığı yıl oldu. Engels’in diyalektik yöntem üzerine uzun zamandır geliştirdiği gözlemleri içeren, düşünürün özellikle önem verdiği bu inceleme, ölümünden sonra, 1925’te Rusya’da yayınlandı. Aynı yıl, Marx’ın notlarından hareketle Das Kapital’in ikinci kitabını, Der Zirkulationsprozess des Kapitals (“Sermayenin Dolaşım Süreci”) başlığıyla yayınladı. 1886 yılında Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie (“Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu”) adlı, Feuerbahçı materyalizmin sınırlarını gösteren ve Marksizmin genel bir özetini sunan yapıtını yayınladı. Avrupa’da çeşitli işçi partilerinin yöneticileriyle sıkı ilişkilerini sürdürüyor, Marx’ın yabancı dillerde yayınlanan yapıtlarının denetimiyle de yakından ilgileniyordu. 1887’de Balkanlar’da yaşanan çalkantılar üzerine eğilerek, Rusya, Fransa, Đngiltere, Osmanlı Đmparatorluğu gibi büyük güçlerin bu bölgedeki çıkarlarını inceledi; bu güçler arasında yakın zamanda ortaya çıkabilecek büyük bir çatışmanın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini kestirmeye çalıştı. Bu incelemeler, bir anlamda, Birinci Dünya Savaşı’nın habercisi niteliğindeydi. Aynı yıl Das Kapital’in birinci kitabının Đngilizce baskısını gerçekleştirdi. Bir yıl sonra, dinlenmek için Amerika’ya gitti; bu ülkeyi “burjuvazinin vad edilmiş toprağı” olarak adlandırdı. 1889’da Paris’te 20 ülkenin sosyalist partilerinin temsilcilerinin katılımıyla bir toplantı düzenlendi. Engels’in ısrarlı teşvikleriyle düzenlenen bu toplantı Đkinci Enternasyonal’in doğumunu ilan ediyordu. Bu tarihten sonra Engels’in sağlığı ciddî biçimde 7 bozulmaya başladı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sosyalist partilerin düzenledikleri toplantılara katılmayı sürdürdüyse de, yayın etkinlikleri ve kuramsal çalışmaları giderek yavaşladı. Amerika’daki başkanlık seçimleriyle ilgili kaleme aldığı bir yazıda, “tekelci kapitalizm” kavramına yeni kuramsal katkılarda bulundu. 1894 yılında Rusya’daki toplumsal ilişkiler üzerine kaleme aldığı bir metinde, Rusya’nın geleneksel komünü (mir) temelinde bir sosyalist devrim beklentisinin ütopyadan öteye gidemeyeceği, bu geleneksel kuruma devrimci bir devinim sağlayabilecek gücün ancak Avrupa proletaryası olduğu tezini geliştirdi. Bu tez, bir bakıma, Marx’la Engels’in 1880’li yıllarda Rusya komününün taşıdığı devrimsel potansiyel üzerine paylaştıkları umuda ters düşüyordu. Engels, son yıllarında, gençliğinde Đngiliz işçi sınıfı üzerine gerçekleştirdiği incelemede vardığı inanca geri dönüyordu: sosyalist devrimin olanaklılık koşulları yalnızca Avrupa’da gerçekleşmişti; dolayısıyla Avrupa’nın dışında, Avrupa’dan bağımsız bir sosyalist devrim olanaksızdı. Gene aynı yıl, Die Bauernfrage in Frankreich und Deutschland ( “Fransa ve Almanya’da Köylü Sorunu”) adlı metni yayınladı. Burada, önceden beri savunduğu, kırsal kesimin emekçileriyle endüstri emekçilerinin birleşmesinin dirimsel önemini yeniden dile getirdi. Ayrıca Zur Geschichte der Urchristentums (“Đlkel Hıristiyanlığın Tarihi Üzerine”) adlı bir çalışma kaleme aldı ancak tamamlayamadı. 1895’te Das Kapital’in üçüncü kitabını Der Gesamtprozess der kapitalistischen Produktion (“Kapitalist Üretim Sürecinin Bütünü”) başlığıyla yayınladı. 5 ağustos 1895 günü hayata gözlerini kapadı. Ekonomi Politik Engels’in ekonomi alanında ilk kuramsal çalışması olan Umrisse zu einer Kritik der Nationalökonomie (“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Bir Taslak”) ekonomi politiğin sert ve ödünsüz bir eleştirisini içerir. 1840’lı yıllarda, Avrupa’nın sol çevrelerinde, iktisat kuramcılarını, özellikle de Adam Smith’in geleneğinde konumlanan klâsik iktisatçıları hedef alan şiddetli eleştirilere rastlamak olağandır. Fransa’da Saint-Simon ve Saint-Simoncular, Fourier, Proudhon, Đngiletere’de Owen, “Ricardocu sosyalistler” diye tanınan öbek, ekonomi politik alanında geliştirilen kuramların, modern liberal sistemi yöneten ilkelerin kavramlaştırılmasından başka bir şey olmadığını, dolayısıyla ekonomi politiğin, son çözümlemede, yabancılaşmış bir dünyanın bilimi olmayı amaçladığı ölçüde, bu dünyayla suç ortaklığına girdiğini savunurlar. Söz konusu “suç ortaklığı” teması Engels’in metninde de ısrarlı bir biçimde vurgulanır. Engels’e göre, ekonomi politik mutlak serberst ticareti dolayısıyla tam rekabeti savunan bir öğretidir. Bu yüzden “ikiyüzlülüğün (Heuchelei), 8 ahlâksızlığın ve tutarsızlığın” simgesi görünümüyle ortaya çıkar ve “her alanda insan özgürlüğünün karşısına dikilir” (Engels 1844, s.38). Bu öğreti, Adam Smith’in Wealth of Nations adlı kitabı üzerine inşa edilmiştir ve iktisatçılar Smith’ten kalkarak günümüze yaklaştıkça, dürüstlükten (Ehrlichkeit) biraz daha uzaklaşırlar; nitekim Ricardo Smith’ten, Mc Culloch ile Mill Ricardo’dan daha suçludurlar (schuldig) (ibid., s.40). Kendilerini “liberal” sıfatıyla tanıtan, insancıl bir dünya görüşünü paylaştıklarını iddia eden modern iktisatçılar, aslında, despotizmini eleştirdikleri Merkantilist sistemden daha despotik, daha “barbar” bir dünyanın oluşmasına hizmet ederler. Serbest ticaret rejiminin, mutlak rekabetin geliştiği her yerde toplum korkunç, dayanılmaz bir eşitsizliğin kurbanı olur: “Đngilizlerin ‘ulusal zenginliği’ (Nationalreichtum) çok büyüktür; ancak güneş altında en yoksul halk da gene onlardır” (ibid., s.42). Liberal sistem geliştikçe bu sistemin barbarlığı (Barberei) daha bir belirginleşecek, su yüzüne çıkacaktır. Çünkü liberal iktisatçıların bilincine varamadığı bir süreç, serbest ticareti ya da tam rekabeti, zorunlu olarak, tekelciliğe sürükleyecektir. Modern toplumun temel çelişkisi burada yatar. Üretim geliştikçe, iktisadî büyüme arttıkça, ekonomik etkinlikler az sayıda elde toplanacak, bu yoğunlaşma süreci boyunca pazar ekonomisinin serüveni, ister istemez, tekelcilikte son bulacaktır. Başka bir deyimle, serbest ticaretin ya da tam rekabetin tarihsel devinimi, kendisinin tam karşıtı bir uğrakta, tekelcilikte, yolunu tamamlayacaktır. Bu çözümlemelerin Hegel’in felsefesiyle yoğurulmuş bir bilincin kaleminden çıkması hiç şaşırtıcı değildir elbette. Đktisat kuramcılarının metinleri özgürlük, özerklik, insancıllık, öznel irade, birey haklarına saygı gibi yüce kavramlarla donanmıştır. Oysa modern toplumun gerçeğine yakından bakıldığında, bu toplum, antik kölelik gibi açık seçik görülmeyen ancak özünde daha acımasız bir köleliğin hüküm sürdüğü bir toplum görünümüyle karşımıza çıkar. Kapitalizmin doğurduğu kölelelik, antik kölelikten daha insafsızdır; çünkü antik kölelikte efendi, en azından kölenin hayatta kalmasını sağlayacak koşulları karşılamakla yükümlüdür; oysa modern sistemin işçisi tek başına bırakılmış, her türlü dayanışmadan koparılmış bir kişidir. Dolayısıyla modern ekonominin “insancıllığı” göstermelik, ikiyüzlü bir insancıllıktır. Ustü biraz kazındığında, altta özel mülkiyetin ahlâkından başka bir şey olmadığı görülür. Liberal sistemin bir direği serbest ticaret ya da rekabetse ötekisi özel mülkiyettir. Ekonomi politik özel mülkiyete kişinin en kutsal haklarından biri gözüyle bakar; özgürlüğün gerçek, etkin bir biçimde kullanım koşulunun özel mülkiyette yattığına inanır. Kişi özel mülkiyetleri sayesinde özerk bir özneye dönüşür, başkasının iradesine bağımlı olmaktan kurtulur. Oysa liberal sistemin gelişmesiyle, rekabetin başına gelen özel mülkiyetin de başına gelir. Özel mülkiyetin gelişme süreci, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. 9 Nitekim, toplumun tüm varlığı tekelde toplandığında, toplumun emekçileri her türlü mülkiyetten, özellikle üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalmış olacaklardır. Örneğin Đngiltere gibi serbest ticaretin çok geliştiği toplumlarda, emekçiler, proletarya kimliğiyle, başka bir deyimle, her türlü mülkiyetten soyutlanmış bireyler kümesi kimliğiyle karşımıza çıkarlar. Đktisat kuramcıları modern dünyanın bu temel çelişkisini göremedikleri, başka bir deyimle diyalektik devinimin mantığını asla kavrayamadıkları için, savundukları sistemin gelişmesiyle bu sistemi yöneten temel ilkelerin nasıl yok edildiğini anlayamazlar. Rekabet de, özel mülkiyet de zamanla yok olmaya mahkûmdur. Engels Adam Smith’i “iktisadın Luther”’i (der ökonomische Luther, ibid., s.44) diye adlandırır – bilindiği gibi Smith protestandı. Luther gibi Smith de kendisinden önceki sistemi karalılıkla eleştirir. Bireyi hiçe sayan, büyümeyi, zenginleşmeyi yalnızca Devleti güçlendirdiği ölçüde destekleyen Merkantilist sistemin karşısına, özel teşebbüsü, serbest ticareti çıkarır. Kişiler özgür bırakıldıları, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebildikleri durumda, yani serbest ticaret ve özel mülkiyet ilkeleri etkin kılındığında, özel çıkarla genel çıkar kendiliklerinden, bir dış müdahaleye gerek kalmadan örtüşecek, uyuşacaktır. Oysa modern toplumun gerçeğine yakından bakıldığında gözlemlenen, özel çıkarla genel çıkarın giderek örtüşmesi değil tam tersine çatışmasıdır. Mülkiyet konusunu ele alalım: kişisel düzeyde her şeyi elde etme, herşeye sahip olma özel çıkara uygun düşer; oysa toplum düzeyinde genel çıkar herkesin üretilen varlıktan eşit pay almasını öngörür. Aynı şekilde, rekabet alanına bakacak olursak, kişisel düzeyde herkesin tekeli arzuladığını, dolayısıyla tekelin özel çıkara uygun düştüğünü, oysa toplumsal düzeyde genel çıkarın sağlanması için tekelin önlenmesi gerektiğini görürüz (ibid., s.74). Bu temel çelişki (Widerspruch), modern liberal sistemin ne denli toplumun zararına işlediğinin kanıtıdır. Engels’in, incelemesinde açık olarak belirtmese de, 19.cu yüzyılın ilk yarısında Đngiliz sosyalist hareketinin en önemli kişiliği Robert Owen’ın klâsik iktisatçılara yönelttiği eleştirilerden esinlediği söylenebilir. Manchester’de bulunduğu yıllarda Owen’ın tezleri emekçi çevrelerde kuşkusuz çok rağbetteydi. Owen, gerek kuramsal çözümlemelerinde olsun (özellikle Report to the Country of Lanark (1820) adlı bildirisinde), gerekse 1830’lu yıllarda serbest ticaret sisteminin yerine koymaya çalıştığı National Equitable Labour Exchange adlı emeğe dayalı mübadele sistemi çerçevesinde olsun, iktisadî ürünlerin değişim değerlerinin para birimiyle değil emek birimiyle ölçülmesi gerektiği tezini savunur. Đlk adımda bu tez, klâsik iktisatçıların, örneğin Ricardo’nun görüşüne asla aykırı düşmez. Ricardo da, bir nesnenin değişim değerini, o nesnenin üretimi için gerekli emek miktarının belirlediğini söyler. Ancak, Owen’a göre klâsik iktisatın bu temel ilkesi, henüz lâfta kalmakta, hayata 10 geçirilmemektedir. Bu ilkenin hayata geçirilmesi ise, alım satımda ölçü biriminin gerçekten emek olarak kabul edilmesi, paranın ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Emek hakkettiği iktisatçıların da teslim ettiği- saygınlığa ulaşmalı, her türlü değerin ölçüsü olma saygınlığını kazanmalıdır. Kuramda gözlemlenen hakikat gerçek yaşamda da etkin kılınmalıdır. Owen’ın bu gözlemi, 19.cu yüzyılın ilk yarısında yeşeren sosyalist hareketlerin hemen hepsinin paylaştığı bir gözlemdir. Owen, bu tezden kalkarak, üç temel üretim faktörü olarak kabul edilen emek, sermaye ve toprak faktörleri içinde temel faktörün emek olduğunu vurgular. Dolayısıyla, gerek toprağın geliri rant, gerekse sermayenin geliri kâr, emeğin yarattığı değerin parçalarıdır. Bu demektir ki, kâr olsun rant olsun, son çözümlemede, emeğin hakkının bir bölümünün (çok büyük bir bölümünün) gasp edilmesidir. Kapitalistin de, toprak ağasının da işledikleri hırsızlığın bilincine varılması, dolayısıyla “ekmediği yerde biçmek” isteyen (ernten, wo er nicht gesäet hat – Engels 1844, s.78) bu iki asalağın devreden çıkarılması, ulus çapında üretilen varlığın tümünün gerçek üreticiye yani emeğe geri dönmesinin sağlanması zamanı gelmiştir. Her ne kadar konuyu bu açıklıkta dile getirmese de, Engels, Taslak’ta, kârla rantın varoluş nedenlerinin özel mülkiyette yattığını, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla kârın da rantın da yok olacağını, emeğin kendi yarattığı değere, meşru hakkına, hiçbir gasp’a ya da hırsızlığa meydan vermeden, tümüyle kavuşacağını savunur (ibid., 70 sq.). Owen’ın çözümlemelerinde ve Engels’in gözlemlerinde, ileride Marx’ın temel sorunsallarından biri olacak “emek-değer” sorunsalının bir ifadesini buluruz. Her ne kadar emek-değer kuramının bu versiyonu, Ricardo’nun kuramına bakarak, birbirinden kesinlikle ayrılması gereken iki kavramı, değerin ölçümü kavramıyla değerin yaratımı kavramını affedilmez biçimde birbirine karıştırıyorsa da (bu karıştırma, Owen’ın alış veriş düzeninde gerçekleştirmeğe çalıştığı reformun kısa zamanda iflâsla sonuçlanmasının nedenlerinden birini oluşturur), Marx’ı 1850’li yıllarda çok yakından ilgilendirmiştir. Engels, Taslak’da, Smith’ten çok Malthus’e yüklernir (ibid., s.83 sq.). Bilindiği gibi Malthus, An Essay on the Principle of Population (1798) (“Nüfus Đlkesi üzerine Bir Deneme”) adlı ünlü yapıtında, son derece tedirgin edici bir nüfus kuramı geliştirir. Beslenme ürünlerinin eşartanlı bir diziye (arithmetic progression) göre artma eğilimi gösterdiğini, nüfusun ise eşçarpanlı bir diziye (geometric progression) uyarak arttığını savunur. Bu demektir ki, eğer önlem alınmazsa, çok kısa zamanda, bir yüzyıl içinde, nüfus miktarıyla beslenme ürünleri miktarı arasında 16’ya 4 oranında bir dengesizlik doğacak, yok edici güçlerin devreye girmesiyle (savaşlar, açlık, sefalet, vb.) nüfus miktarı, bu miktarı yaşatabilecek beslenme ürünleri miktarına, insanlar istesin istemesin, zorla düşürülecektir. Malthus, acımasız bir biçimde, “kendisini besleyemeyecek ailede dünyaya gelen insana, 11 doğanın sofrasında yer yoktur; kısa zamanda dünyadan çekilip gitmesi gerekir” der. Engels’in gözünde, Malthus’ün nüfus kuramı, ekonomi politiğin en çirkin, en iğrenç yüzünü yansıtır. Büyük ölçüde haklı olarak, insanlığın ulaştığı üretim gücünün sonsuza uzanabileceğini, “sermaye, emek ve bilimin kullanımıyla toprağın verim gücünün sonsuz artırılabileceği”ni (ibid., s.83) savunur. Beslenme konusunda sorun üretim sorunu değil, Malthus’ün, kurulu düzene dokunmamak için, asla incelemek ve eleştirmek istemediği, paylaşım sorunudur. Günümüzün dünyası, teknolojinin ve bilimin baş döndürücü gelişmesiyle, Engels’in bu konuda ne denli haklı olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzde dünya nüfusu Malthus’ün kesinlikle imkânsız olarak gördüğü düzeylere ulaşmıştır. Dolayısıyla günümüzde karşılaşılan beslenme sorunları, güçlüklerin üretim yetersizliğinden değil, dağıtım ve paylaşım düzeneklerinin gereksinimleri karşılayacak biçimde işletilememesinden kaynaklandığını açıkça göstermektedir. Aslında Malthus’ün nüfus kuramı, yakından incelendiğinde, nüfus artışı ile beslenme ürünleri artışı arasında gözlemlediği matematiksel bakışımsızlığın, hiçbir somut veriye dayanmayan bir gözlem, temelsiz bir varsayım olduğu görülür. Tek kuramsal dayanağı, klâsik iktisatçıların mutlak geçerliliğini itirazsız kabul ettikleri, “azalan verimler yasası”dır (law of diminishing returns). Đleride göreceğimiz gibi, bilimsel gelişmenin sonsuzluğuna olan sarsılmaz inançları sayesinde, Engels de Marx da, söz konusu yasanın sözde mutlak geçerliliğine mesafe alabilmişlerdir. 1885 yılında, düşün yaşamının bir değerlendirmesini yaparken Engels Manchester’de geçirdiği yıllarla ilgili şunları söyler: “Manchester’de, tarihçilerin o güne değin hiç bir etkin rol tanımadıkları, hatta bir anlamda küçümsedikleri iktisadî gerçekle, denilebilirse, burun buruna geldim. Oysa iktisadî gerçek, en azından modern dünyada, belirleyici bir tarihsel etmen görevini yükleniyor, günün sınıf çatışmalarını doğuruyor ve bu çatışmalar, büyük endüstrinin itkisiyle ileri gelişme gösterdikleri ülkelerde, özellikle Đngiltere’de, partilerin oluşumunda, dolayısıyla ülkelerin tüm siyasal tarihlerinin oluşumunda baş rolü oynuyorlar”. (Engels 1885, s.582). Genç yaşta endüstrinin en ileri gittiği ülkeye giden bir solcu Hegelci’nin bu deneyimi, ekonomi politikle neden o denli tutkuyla ilgilendiğini açıklıyor. Đleride Marx’ın ünlü bir deyimle dile getireceği gibi, Engels, 1840’larda, “sivil toplumun anatomisinin ekonomi politikte aranması gerektiği” (Marx 1859, s.8) bilincine varmıştır denilebilir ve yukarıda değindiğimiz gibi, bu bilince Marx’tan önce varıp, arkadaşını bu bilim dalıyla yakından ilgilenmeye o itmiştir. Ancak Engels’in, genç Marx’ın, büyük ölçüde de Marksist akımın ekonomi politikle ilişkisi karmaşık, çelişkili, çapraşık, değişik anlamlara çekilebilecek bir özellik gösterir. Bunun nedeni, ekonomi politiğin diyalektik bakış açısıyla okunup eleştirilmesinde aranmalıdır. 12 Ancak diyalektik konusuna geçmeden önce, Manchester’de devşirdiğı kuramsal ve pratik verilerden hareketle Almanya’ya dönüşünde kaleme alacağı önemli yapıt, Die Lage der arbeitenden Klasse in England (“Đngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” -1845), üzerine de birkaç söz söylemek gerekir. Bu yapıt, Taslak’tan çok daha kapsamlı ve derinlemesine sürdürülmüş bir inceleme sergiler. Đngiletere’deki işçi sınıfın yaşam koşulları üzerine çeşitli kentlerde sürdürdüğü ince, nesnel, sabırlı araştırmalar temelinde inşa edilen bu yapıt, iktisat tarihinin temel yapıtlarından biridir. Engels kitabında, üstün araştırmacı niteliğini, hem kuramsal düzeyde başvurulan kaynakçanın tutarlılığı açısından, hem de alan çalışmasının gerektirdiği sabırlı somut bilgi devşirme tekniklerinin kullanılışı açısından bütünüyle kanıtlar. Modern liberal sistemin, gerçek üreticilerin yaşam koşullarında ne kokunç bir sefalet doğurduğunu ortaya koyar. Kitabın Fransızca çevirisine bir Önsöz yazan yetkin Đngiliz tarihçisi E.J. Hobsbawm, Engels’in baş vurduğu kaynakçanın her açıdan yeterli olduğunu vurgular (Hobsbawm 1975, s.19). Engels bu incelemesinde, somut verilerden yola çıkarak yalnızca işçi sınıfın yaşam koşullarını betimlemekle yetinmez; aynı zamanda kapitalist sistemin evrimi üzerine de bir çözümleme geliştirir. Marx, ilerideki çalışmalarında, söz konusu verileri, kendi iktisadî kuramını, kimi temellendirmek, kimi örneklendirmek için yoğun biçimde kullanacaktır. Diyalektik sorunu Engels’e göre, 15.ci yüzyılın ikinci yarısından 18.ci yüzyılın ikinci yarısına değin uzanan, Rönesans ve Reform akımlarını da kapsayan evre modern tarihin biçimlendiği evredir. Bu evre boyunca düşünce etkinliğinin her alanında belirleyici, çağ açıcı buluşlar, icatlar, keşifler gerçekleştirilir. Engels söz konusu evrenin bu yoğun bilimsel, sanatsal ve felsefî etkinliğini, Dialektik der Natur (“Doğanın Diyalektiği”) adlı yapıtında ayrıntılı bir biçimde anlatır. Özellikle doğa bilimleri alanında gerçekleştirilen ilerlemeler üzerinde durur. Antik dünyanın doğa bilimlerine oranla adı geçen evrenin doğa bilimlerinin ne denli yetkin, derin, sağlam, kesin, devrimci olduğunu vurgular. Rönesans ve sonrasının bilimsel etkinliğinin Antik dünyanın bilimsel etkinliğini kesin olarak aştığına şüphe yoktur. Ancak bilgi düzeyinde ulaşılan bu yetikinlik, bu devrimci atılım, genel doğa anlayışı ya da doğa felsefesi düzeyinde varlığını sürdüremez. 18ci yüzyılın ikinci yarısına değin bilginlerin doğayı algılayış tarzları Antik dünyanın doğa tasarımının berisinde kalır. Eski Yunan filozoflarının gözünde doğa, özünden, “gelişmiş” (Entwickeltes), “oluşumuş” (“varlaşmış”, Gewordenes) 13 bir gerçekliktir. Oysa incelenen evrenin bilginleri doğaya “kemikleşmiş” (Verknöchertes), “değişmez”, “durağan” (Unwandelbares) bir gerçeklik gözüyle bakarlar. Doğayı devindiren gücün, kaçınılmaz olarak, dışarıdan gelecek bir ivme, “bir dış itiş” (einen Anstoss von aussen) olacağını düşünürler (Engels 1883-1885, s.315). Kısaca Kant’ın 1755’te yayınladığı Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels (Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Kuramı) çalışmasına değin (ibid. s. 316), “doğanın mutlak değişmezliği” (Unverändlichkeit der Natur, ibid., s.314) anlayışı doğa bilimlerine egemen olmuştur. Kant’ın sözü edilen soruşturmasıyla, “dünya ve tüm güneş sistemi zaman içinde varlaşan (etwas im Verlauf der Zeit Gewordenes) bir şey olarak ortaya çık[ar]” (ibid., s.316; Türkçe çeviri, s.37). Bu temel gözlemden yola çıkarak modern dünyanın doğa anlayışı, yani “doğanın salt varolmadığı (die Natur nicht ist), ama varlaştığı (wird) ve sonra öldüğü (vergeht)” anlayışı giderek benimsenir (ibid. s.317; Türkçe çeviri, s.38). Engels’in gözünde diyalektik, bu doğa anlayışını olanaklı kılan bakış açısıdır: durma, kemikleşme, fosilleşme nedir bilmeyen, baştan sona, durmaksızın, dönüşüm (Umgestaltung), devinim, hareket (Bewegung) halinde olan doğa tasarımı. Doğanın tümünü akan bir su, hiçbir parçasının evrensel devinimden koparak tek başına, salt özgün yasalarıyla varolamayan bir bütün olarak düşünmek gerekir: “doğanın tümü, sonsuz bir akım, çevrimsel bir gidiş (devridaim) (in ewigem Fluss und Kresilauf) içinde devinir” (ibid., s.320; Türkçe çeviri, s.42). Bu yüzden Engels, diyalektiği, “iç bağıntıların bilimi” (Wissenschaft von den Zusammenhängen) terimiyle tanımlar (ibid., s.348; Türkçe çeviri, s.74) ve metafiziğin karşısına çıkarır. Metafizik, son çözümlemede, olguları, dışarıdan getirilen ilkeler ya da yasalarla (din, aşkın irade, Ruh, çeşitli efsaneler) açıklama çabasıdır. Diyalektik ise, olguların tümünün dışında bir gerçeklik, güç, ilke, irade tanımaz. Bir bütünün öğeleri olarak olgular yasalarını kendi içlerinde türetirler, kendi aralarında kesintisiz iletişim halindedirler. Ancak bu içiçelik, bütünün saf uyum halinde varolan bir gerçeklik olduğu anlamına gelmez. Bütün, uyumla uyumsuzluğu birlikte içerir; öğeler birbirlerini hem tamamlarlar hem yadsırlar. Diyalektik, olumluyla olumsuzun birlikte kavranılması, birlikte düşünülmesi, bu iki nitelik arasında bir neden-sonuç ilişkisi, bir öncelik-sonralık ilişkisi varsaymamak demektir. Bu tür bir bakış açısı, doğallıkla, bütünü, akan yani hareket halinde, devinen bir gerçeklik olarak tasarlayabilir ancak. Hareket halinde olma, akma tasarımı ise, doğanın -ve son çözümlemede doğanın bir parçası olan insan olgusunun- tarihsel bir gerçeklik, tarih içinde oluşan bir gerçeklik biçiminde tasarlanmasını gerektirir. Sonsuz akım içinde olgular, durmaksızın, varlaşır ve yok olur. Bu demektir ki doğa dur durak bilmez bir üretim sürecidir. Tarihsellik kavramı zorunlu olarak üretim kavramını içerir. Đnsan doğanın bir parçası olduğu ölçüde, insan gerçeği de, özünden, tarihseldir. Başka bir deyimle, insan gerçeği de kendini 14 durmaksızın üreten, yaratan bir gerçektir. Bu yüzden emek insanın en özgün boyutudur. Öyle ki, ekonomi politikçiler gibi “emek bütün zenginliklerin kaynağıdır” demek yeterli olmaz; “emek insanın kendisini yarattı” ([die Arbeit] hat den Menschen selbst geschaffen) demek gerekir (ibid. “Maymundan Đnsana Geçişte (Menschwerdung) Emeğin Rolü”, s.444 sq.). Engels’in benimsediği diyalektik anlayışı, büyük ölçüde, Hegel’in felsefesinden esinlenir. Ancak Engels, öteki “solcu genç Hegelciler” gibi, Hegel’in Metafizikten kurtulamadığını, idealizmi aşamadığını savunur. Hegel, son çözümlemede, maddeyi, gerçek olguyu, düşüncenin, idea’nın boyunduruğuna sokar, gerçek olgulara Ruh’un (Geist) ortaya çıkma, kendini gösterme biçimleri, Ruh’un tezahürleri (Gestalt) gözüyle bakar. Bu yüzden Engels, tasarladığı diyalektik tarzına “diyalektik materyalizm” tanımını yakıştırır; bu tanım daha sonra, Sovyetler Birliğı Bilim Akademisi çevrelerinde baskıcı bir dogmaya dönüştürülecektir. Dağanın Diyalektiği yapıtının, Engels’in ölümünden sonra, Rusya’da, düşünürün geride bıraktığı ve uzun bir süre içinde kaleme aldığı değişik yazı ve makalelerden oluşturulduğunu unutmamak gerekir. “Diyalektik materyalizm kavramı, Marx ile Engels’in çağdaş okunma ve yorumlarında şiddetli tartışmalara yol açmış, özellikle Fransa’da Louis Althusser, mekanik ve dogmatik bir yaklaşımla Hegel’in “Ruh”unun yerine “Madde”yi koyan bu tutumu sert dille eleştirmiştir (Althusser 1984-88, s.31). Althusser’e göre “diyalektik materyalizm” tanımı, materyalizmin, tutucu giderek baskıcı bir dünya görüşüne dönüşmesine neden olmuştur. Yukarıda görüldüğü gibi, Engels’in gözünde Diyalektik, Metafizik’in karşıtıdır; “diyalektik materyalizm”in geliştirildiği düşünsel bağlamda, bu karşıtlık, “Bilim”in, “Đdeoloji”nin karşıtı biçiminde algılanmasına ve uygulanmasına neden olmuştur. Bilindiği gibi, bu katı karşıtlık, Staline’in baskıcı dünyasında, maddeci diyalektik ya da bilim adına, resmî öğretiye -yani iktidarı elinde tutan gücün çıkarlarına ve dünya görüşüne- karşı gelen her türlü felsefî, bilimsel, sanatsal ve siyasal tutumun tasfiye edilmesini haklı kılan bir kanıt olarak kullanılmıştır. Bir çok bilim dalı (örneğin genetik, psikanaliz), bir çok sanat akımı, diyalektik materyalizmin isterlerine cevap vermediği iddiasıyla dışlanmış, hor görülmüş, yasaklanmıştır. Bu bağlamda, Doğanın Diyalektiği, Marksist gelenek içinde, “bilimci” tutumları besleyen yapıtların en önemlisini oluşturur. “Bilimcilik” (scientisme) sözcüğünden şunu anlıyoruz: “bilim” ya da “bilimsel” olduğu ilan edilen özel bir dünya görüşünün, genel kanının bilime yakıştırdığı olumlu nitelikleri (hakikat, nesnellik, yansızlık, nesnel deneyle ispatlanmış olma, şüpheden arınmışlık, eleştirilemezlik, vb) sahiplenerek ve genel kanının bilime beslediği sarsılmaz güvenin desteğinden yararlanarak kendini yasallaştırması ve bu yolla, sözü edilen özel dünya görüşünün öteki dünya görüşleri üzerinde egemenlik kurması. Materyalizmin bilimcilik 15 ideolojisine dönüşmesini önlemek için Althusser “raslantısal materyalizm” (matérialisme aléatoire) kavramını önerir (ibid., s.34 sq.). Bu kavram, geleceği açık tutan, tarihi tutarlı mantıkların yönettiği zorunlu bir süreç olarak değil, “öznesiz bir süreç”, aşkın bir iradenin yani bir öznenin planlayıp programlamadığı, gelişimi boyunca hiç beklenmedik, öngörülmemiş olguların ortaya çıkabileceği önü açık bir süreç olarak tasarlayan bir kavramdır. Raslantısal materyalizm, büyük ölçüde, Darwinci bir bakış açısını, her türlü aşkın iradenin müdahalesinden arınmış bir bakış açısını içerir. Yakından bakıldığında, Engels, soruşturmasının bir çok yerinde, raslantısal materyalizmin kaygılarına yakın kaygılar paylaşır. Örneğin Darwin’in “çağ oluşturan yapıtı” (das epochemachende Werk) üzerine geliştirdiği çözümlemelerde; diyalektiği salt devinim, başlangıcı ve sonu olmayan, önceden belirlenmiş bir mantığın yönetmediği, her an beklenmedik yeniliklere, şaşırtıcı olgulara açık, gelişim yasalarını kendi dışında aşkın bir öznenin iradesine borçlu olmayan, durmaksızın değişim ve dönüşüm halinde bir süreç biçiminde tanımladığı bölümlerde; yalnızca yer değiştirmekle, nicel değişimlerle yetinmeyip nitel dönüşümlere açık madde kavramını geliştirdiğinde; devinimin yok olmazlığı ilkesini benimsediğinde; devinim sürecine, değer yargılarıyla yaklaşıp, iyi kötü, olumlu olumsuz ayırımlarını devreye sokarak, gerçeğin bir durumuyla başka bir durumu arasında niteliksel ayırımlar yapmaktan kaçındığında, “raslantısal materyalizm”e yakın bir konum sergiler (bkz. ibid., “Giriş”, s.325 sq.; “Devinimin temel biçimleri” s.354-369). Ancak Engels, bilimciliğin sirenlerine direnememiş, bilim üzerine, bir takım hakikatleri içeren genellemeleri, yukarılardan dile getirme tutkusuna gem vuramamıştır. Diyalektiğin, yasalarını kendi içinde üretip uygulayan bir devinim olduğu gözleminin, düşünüre, söz konusu yasaları dışarıdan bulgulayıp devinimden soyutlayarak kesin formüllerle tanımlama girişimini yasaklaması gerektiğini görmek istememiş, “diyalektiğin yasaları”nın dökümünü yapmaya girişmiştir. Oysa bu tür bir girişimin, düşünürü, ister istmez, aşkın özne konumuna sürükleyeceği kesindir. Diyalektiğin yasalarını dile getiren bilimsel irade, bu yasaların bilgisiyle, neyin diyalektik olup neyin olmadığını bildirme hakkını, dolayısıyla gerçeği yönetme hakkını elde eder. En güçlü kaygısı Hegel’in idealizminden kurtulmak olan bir tutum, bu yüzden, yolun sonunda, Hegel’in idealizminden çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir idealizme saplanmıştır. “Diyalektiğin yasaları”nı içeren bilimi elinde tutan irade ya da iktidar, her an karşımıza bir farklılıklar demeti görünümüyle çıkan gerçeğin kimi dallarını, bilim adına, kesip budamaya yönelir. Gerçekten de Marksizm’in 20.ci yüzyıldaki serüveni boyunca diyalektik materyalizm öğretisi, gerçeği çözümleme uğraşını değil gerçeği ayıklama ödevini yüklenmiştir. Burada Engels’in, özellikle doğa bilimleri alanında edindiği olağanüstü bilgi birikiminin, denilebilirse, tuzağına düştüğü 16 söylenebilir. Düşünürün bilimsel bilgi dağarcığı, bilim kültürü, son derece, şaşırtıcı denilecek ölçüde geniştir. Marx’la birbirlerine yazdıkları mektuplar incelendiğinde, iki düşünürün de doğa bilimlerinde gerçekleştirilen en son gelişmeleri ne denli yakından izledikleri görülür. Ne var ki bu olağanüstü birikim, Engels’i, bilim konusunda üzücü bir yanılsamaya sürüklemiştir. Bilimin bir “bilgi” sorunu değil bir “araştırma etkinliği” (pratiği) sorunu olduğunu unutmuş, salt bilgiden yola çıkarak talihsiz bir “bilim felsefesi”nin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bilim üzerine somut bir araştırma etkinliğinden beslenerek sürdürülmeyen genel soruşturmalar, hemen her zaman, bilimsel etkinliğin yaratı olanaklarını kısıtlayıcı rol oynar, bilimsel etkinliği keyfî sınırlarla çevrili kuramsal çerçeveler içine çekip tutsak etmeğe yönelirler. Araştırma etkinliği içinde devinen bilinçlerse, genellikle, bilim üzerine konuşmaktan kaçınırlar. Engels’in diyalektik anlayışının “idealist” boyutu, başka bir açıdan, daha karmaşık sorunlar çıkarır karşımıza. Örneğin Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie (“Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu”) adlı soruşturmasının şu bölümünü inceleyelim: “Bilgi (Erkentniss) kadar tarih de, insanlığın mükemmel bir ideal durumuna (vollkommen Idealzustand) varıp tamamlanamaz (vollenden Abschluss finden); mükemmel toplum, mükemmel “Devlet”, hayal ürünlerinden başka şeyler değildir. Tam tersine, tarih içinde ardarda birbirini izleyen durumlar (Zustände), insan toplumunun aşağıdan yukarıya doğru (vom Niedern zum Höhern) ilerleyen sonsuz gelişme sürecinde (Entwicklungsgang) yalnızca geçici aşamalardır (nur vergängliche Stufen). Her aşama zorunludur (notwendig) dolayısıyla çağına ve kökenini borçlu olduğu koşullara göre meşrudur (berechtigt); ancak her aşama, kendi bağrında (eigenem Schoss) yavaş yavaş gelişen daha üst düzeydeki yeni koşulların (neue, höhere Bedingungen) karşısında geçersiz (hinfällig) ve varlığı doğrulanamaz (unberechtigt) bir gerçeklik konumuna düşer; daha üst düzeydeki bir aşamaya (einer höhern Stufe) yer vermesi gerekir, bu yeni aşama da, sırası geldiğinde, yozlaşma (Verfall) ve yok olma (Untergang) devresine girecektir” (Engels 1886, s. 267) Engels “mükemmellik”, “tamamlanmışlık” kavramlarının diyalektiğe aykırı düşen kavramlar olduğunu vurgulayarak başlıyor; bu kavramların, tarihin bitmesi, devinimin durması anlamlarına geleceği ölçüde hayal ürünü kavramlar olduğunu söylüyor. Bu gözlemler, yukarıda sözünü ettiğimiz “raslantısal dialektik”in bakış açısına kesinlikle uygun düşüyor. Ancak Engels, hemen sonra, “insan toplumunun aşağıdan yukarıya ilerleyen sonsuz gelişme süreci”nden söz ediyor. Đnsanlık tarihi, sürekli gelişme, ilerleme (“tekâmül”) halinde devinen bir süreç: ilkelden gelişmişe, hamdan olmuşa, çaresizlikten yetkinliğe, korkudan cesarete, güçsüzlükten iktidara, kabalıktan inceliğe, saflıktan bilgeliğe, doğallıktan uygarlığa, karanlıktan ışığa, kölelikten özgürlüğe... Böylesine dur durak bilmeden gelişen, ilerleyen bir 17 sürecin, ne için, bir zaman sonra, “mükemmel” bir evreye varıp “tamamlanamayacağını”, bu varsayımın neden dışlanması gerektiğini anlamak güç. Bir sürecin sürekli geliştiğini, ilerlediğini varsaymak, bu sürecin giderek mükemmeleşeceğini varsaymaya eş değil midir? Mükemmellik perspektifine sırt çevrildiğinde ilerleme (tekâmül) perspektifine de sırt çevrilmesi gerekmez mi? Đlerleyen, gelişen bir süreç, son çözümlemede, teleolojik, yani Engels’in gözünde diyalektiğin karşısında yer alan metafizik bir mantığın yönetiminde devinmiyor mu? Engels hangi mantıksal temel üzerinde, önceki aşamanın yerini alan yeni aşamanın, zorunlu olarak, daha yüksek, daha gelişmiş, daha yetkin bir aşama olacağını varsayıyor? Hangi temele dayanarak “yeni”ye, en iyi, en üstün, en yetkin aşamayı oluşturma hakkını tanıyor? Yorumladığımız bölümün biraz ötesinde şu satırları okuyoruz: “Doğabilimin öğretisi, yeryüzünün varlığının (die Existenz der Erde) bir gün sona erebileceği olasılığını haber verdiği gibi, yeryüzünün oturulabilirliğinin (Bewohnbarkeit; içinde yaşanabilirliğinin) de, büyük olasılıkla, sona ereceğini haber verir (vorhersagen); dolayısıyla doğabilim, insanlık tarihinde yalnız yükselen (aufsteigende) değil, ancak aynı zamanda alçalan (absteigende) bir evrenin (Ast; dal, kol) de olabileceğini kabul eder. Ne olursa olsun (Jedenfalls) insanlık tarihinin inişe geçeceği (von wo an es mit ... abwärtsgeht) dönüm noktasından (Wendepunkt) henüz oldukça uzakta (noch ziemlich weit) bulunuyoruz...” (ibid., s. 268). Bu bölümde okuru en çok şaşırtan, Engels’in, sözünü ettiği “dönüm noktası”ndan “henüz oldukça uzakta bulunduğumuz”a olan sarsılmaz inancıdır. Bu inancı ne temellendiriyor? Henüz “inişe geçme” evresine varmamış olmamızın kanıtı, henüz “mükemmel” bir toplum aşamasına varamamızda mı yatıyor? Yükselişin ne zaman sona ereceğini nasıl bilebileceğiz? Hangi yetke “dönüm noktası”nı bize haber verecek? Ya şu anda içinde bulunduğumuz aşama inişin başladığı aşama ise ne yapmamız, ne düşünmemiz gerekir? Ayrıca insanlık tarihini önce yükselen sonra alçalan evreler biçiminde tasarlarsak böylesi bir devinime nasıl diylektik bir devinim gözüyle bakabileceğiz. Engels’in diyalektik anlayışında olumluyla olumsuzun her an birbirinin içine girdiğini, olumlu ile olumsuz arasında neden sonuç ilişkisi kurulamayacağını daha önce gördük. Oysa yükselme evresi, ister istemez, olumlulunun sürekli pekiştiği, güçlendiği, geliştiği bir evre tasarımını çağrıştırıyor. Alçalma evresi ise olumsuzun giderek ağır basmasını ve alçalan gerçeği çözüp ayrıştırarak yok etmesini varsayıyor. Bu durumda, insanlık tarihinin önce olumlu sonra olumsuz iki süreçten oluştuğunu kabul etmek gerekir ki bu tür bir sürecin Engels’in tasarladığı diyalektikle ilişkisi yalnızca sözde kalır. Diyalektiği, örneğin bir imparatorluğun yükselme ve gerileme devrelerine benzer bir devinime indirgemeğe en başta Engels karşı çıkar. Görüldüğü gibi, Engels’in diyalektik kavramı 18 üzerine sürdürdüğü çözümlemeler, yakından incelendiğinde, yanıtı olmayan sorular çıkarıyor karşımıza. Ancak, yukarıda dile getirdiğimiz sorular, Engels’in, genel olarak da diyalektik kavramının karmaşıklığının çok berilerinde kalan “safiyane” denilebilecek sorular. Temelde Hegel’in son derece soyut felsefî çözümlemelerini sabırla özümsemiş bir bilincin tasarladığı diyalektik, doğallıkla, çok daha derin anlam katmanlarına inmeyi gerektirir. Yorumunu yaptığımız son iki alıntının ilki, her aşamanın, “kendi bağrında yavaş yavaş gelişen daha üst düzeydeki yeni koşullar” önünde varlığını sürdüremeyip yerini yeni aşamaya bırakacağı tezini öne sürüyor. Buradan, her tarih evresinin, gelişimi sırasında, kendini bir gün yok edecek güçlerin olanaklılık koşullarını da hazırladığı anlamı çıkar. Her diyalektik gerçeklik, kendi içindeki çelişkilerin ivmesiyle devinir, bu çelişkilerin ayrıştırıcı ve yok edici şiddetinin giderek artmasıyla, bir noktadan sonra, daha üstün bir gerçeklik karşısında yenik düşer. Her gerçeklik, oluşumu süresince, kendini aşarak daha yüce bir gerçekliğe çıkaracak güçlerin oluşumunu da sağlar. Đnsan gerçeği söz konusu olduğunda, her toplum, her tür insan etkinliği, gelişirken, yani olumlu yönde yol alırken, bu olumluluğa son verecek olumsuzluğun da içinde kök salıp gelişmesine olanak tanır. Burada ısrarla üzerinde durmak istediğimiz nokta şu: Engels’in diyalektik anlayışında her olumsuzluk, ne tür olursa olsun, bir olumluluğun muştusudur. Bugün hedef olduğumuz haksızlık, yozlaşma, yabancılaşma, kendi içinde, kendini aşmasını sağlayacak dolayısıyla bizim kurtuluşumuzu sağlayacak koşulları da hazırlar. Ancak Engels’in diyalektiğe beslediği inanç daha da derindir. Düşünür, olumsuzluk arttıkça, bu olumsuzluğun ortadan kalkmasının olanaklılık koşullarının da güçlendiğini savunur. Bu olumlu-olumsuz ilişkisi, yabancılaşma ve onun aşılması konusu, Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda da hemen aynı biçimde dile gelir: “Kendine yabancılaşmanın ortadan kalkmasını sağlayacak yol, kendine yabancılaşmanın yolundan geçer” (Die Aufhebung der Selbstentfremdung macht denselben Weg wie die Selbstentfremdung”, Marx 1844, s.533; Aufhebung kavramı üzerine bkz. Ege 2006, “Diyalektik” maddesi). Marx’ın özellikle gençlik yıllarında, Engels’in ise tüm yapıtında karşılaştığımız diyalektiği konu edinen çözümlemeleri, kimi, yukarıda bir örneğini vermeğe çalıştığımız, son derece çetrefil, karmaşık, hatta baş döndürücü gözlemlerle örülmüştür. Bu metinleri bugün okuduğumuzda bizi en çok etkileyen özellik, gerek Engels’in gerekse Marx’ın, tarihsel sürecin, son çözümlemede, zorunlu olarak olumlu yönde ilerleyeceğine olan inançları, güvenleridir. Engels’in, yukarıda alıntıladığımız “insanlık tarihinin inişe geçeceği dönüm noktasından oldukça uzakta olduğumuz”a değgin gözlemi, söz konusu inancın ve güvenin temelini oluşturur. Tarihin “yükselen” bir evresinde bulunduğumuz asla şüphe edilemeyecek 19 bir hakikattir, Engels’in gözünde. Bu hakikate ulaşmış, bu hakikate yürekten bağlanmış bilincin, bugünün yabancılaşma derecesi ne olursa olsun, geleceğin olumluluğuna olan umudunu yitrmesi söz konusu değildir artık. Diyalektik, Engels için de Marx için de, tükenmez bir umut kaynağı oluşturur. Öyle ki, söz konusu umudun, dinsiz olduklarını sürekli vurgulayan iki düşünürün gerçeği algılama ve yaşama tarzlarında dinsel bir işlev görebileceği varsayımı ister istemez belirir günümüz okurunun bilincinde. Bu açıklamaların ışığında, ekonomi politiğin diyalektik bakış açısıyla okunup değerlendirilmesi konusuna geri dönersek şunu görürüz. Serbest ticaretin tekelcilik yönünde, özel mülkiyetin, üretim güçlerinin emekçinin mülkiyetinden koparılıp alınması yönünde gelişmesi, ilk bakışta, toplumun büyük çoğunluğunun zararına ilerleyen bir devinim biçiminde görünür. Ancak bu yanıltıcı bir gözlem, daha doğrusu yüzeysel bir gözlem olur. Gerçeğe daha yakından, yani diyalektik açıdan baktığımızda, rekabetin giderek yok olması, emekçilerin giderek her türlü mülkiyetten yoksun bırakılmaları, “insanlığın doğa ve kendi kendisiyle barışması (Versöhnung)” olanağını da hazırlar (Engels 1884, s.50). Bugün karşı karşıya olduğumuz düzenin, insanı insana düşüren, düşman kılan, kırdıran bir düzen olduğu yadsınamaz. Hobbes’un “doğa durumu” diye adlandırdığı evredeki ilişkileri betimlemek için kullandığı homo homini lupus deyimi, bugünün toplumsal koşulları için daha da geçerlidir. Modern liberal sistemin yerleşip güçlenmesiyle toplumun o güne değin temelinde yer aldığı savunulan değerler, ilkeler, kurumlar birer birer çözülmekte, o “yücelikler”in yerini aşağılık para ve çıkar ilişkileri almaktadır. Ancak bu yabancılaşma süreci salt olumsuz bir süreç değildir; daha doğru konuşmak gerekirse, bu yabancılaşma insanın kendi kendisine, gerçek kişiliğine ulaşma çabasında kat etmesi gereken yoldur. Eski dünyanın değerleri, ilkeleri, kurumları, bir bir yok oluyorsa eğer, gerçek temelden, güçten, sağlamlıktan yoksun oldukları için yok olmaktadırlar. Serbest ticaretin yaygınlaşmasıyla eski dünya çözülüp ayrışıyorsa eğer, bunun nedeni, eski dünyanın, derme çatma, iğreti temeller üzerine inşa edilmiş olmasında yatar. Đşte bu iğreti insan gerçekliğinin çökmesiyle insanlık kendisinin asıl suratıyla yüz yüze gelecek, kendi kendisiyle ve doğayla barışma olanağını, nihayet, bulacaktır. Diyalektik yöntem ekonomi politik alanına uygulandığında şu gerçekle karşılaşırız. Smith olsun, Ricardo, Malthus, Say, Mill olsun klâsik iktisatçılar, insan gerçeğinin, toplumsal ilişkilerin hakikatine, spekülatif filozoflardan çok daha tutarlı, nesnel, bilimsel kesinlikle ulaşırlar. Ancak, ulaştıkları hakikat yabancılaşmış bir gerçeklik olduğu için, bu hakikatin bilgisi de, ister istemez, yabancılaşmış bilgi olacaktır. Klâsik iktisatçılar bu yabancılaşmayı asla görmedikleri ya da görmek istemedikleri için, ürettikleri kavramların, inceledikleri dünyanın haksızlıklarıyla, eşitsizlikleriyle, zulmüyle, acımasızlığıyla, sömürüsüyle ne denli 20 suç ortaklığı içinde olduklarını görmezler ya da görmek istemezler. Söz konusu kavramlar, özlerinden, olumsuz kavramlardır. Daha doğrusu, içlerinde yaratıcılarının da kendilerinin de farkında olmadıkları bir “olumlu” taşırlar; ancak söz konusu olumlunun ortaya çıkabilmesinin mutlak koşulu bu kavramların aşılması, yani bir anlamda yok edilmesidir. Üstelik klâsik iktisatçılar, kavramlarının kalıcı ve evrensel bilgi taşıdıklarına inanırlar. Oysa her olgu, her gerçeklik gibi, kavramlar da geçicidir; geçerlilikleri ancak belli bir tarih diliminde doğrulanabilir. Ekonomi politiğin kavramları ise tarihin son derece olumsuz bir evresinde üretilmiş kavramlardır. Görüldüğü gibi Engels, daha da katı olarak Marksist gelenek, ekonomi politiğin kuramları ve kavramları karşısında yargılayıcı ve hüküm giydirici bir tutum alırlar. Yabancılaşmış dünyanın yabancılaşmış biliminin dışlanmasıdır amaçları. Bu yüzden, yukarıda gördüğümüz gibi, ekonomi politiğe mahkeme önünde yargılanması gereken suçlu gözüyle bakılır. Engels, iktisatçıların kavramlarının içlerinde taşıyabilecekleri göreceli, sınırlı bilgilere yöneltmez dikkatini. Acil olarak yapılması gereken bu kavramlardan nasıl kurtulunacağının saptanmasıdır. Dolayısıyla kavramların nerede tökezletileceği, nasıl kıstırılacağı, hangi yöntemle yetersizlikleri, eksiklikleri, yanılgıları ortaya çıkarılarak saf dışı edileceği kaygısı üstün gelir. Bu anlamda, Engels ile ekonomi politik arasında sağlıklı bir ilişkinin yokluğundan söz edebiliriz. Taslak’ın, ister Smith, ister Malthus eleştirilerine yakından baktığımızda, Engels’in kaygısının, söz konusu iktisatçıların yapıtlarını sabırlı bir okumayla anlamaya çalışmak değil, bu iktisatçıların kavramlarının serbest ticaretin ve özel mülkiyetin yabancılaştırdığı dünya ile ne denli riyakar bir suç ortaklığı içinde olduklarını gözler önüne sermek olduğunu görürüz. Tanımı gereği sınırlı bir alanda iş gören bir araştırma ve bilgi dalının ahlâksızlığından söz etmek, insanın yozlaşmasına hizmet ettiğini savunmak gerçekten şaşırtıcı bir tutumdur. Böylesi bir tutum, ekonomi politiğe, özel niyetleri, amaçları, hesapları olan bir özne kimliğini yükler. Đnsanbiçimci (anthropomorphiste) denilebilecek bir tutumdur bu; insana özgü nitelikler bir bilgi dalına aktarılır. Bu yüzden, özneye çevrilmiş ekonomi politikle kurulan ilişki kavga, çekişme, döğüşme, boğuşma, atışma, didişme türünden bir ililşkiye dönüşür. Bir düşmanla çarpışıldığı gibi ekonomi politikle çarpışılır. Psikanalistlerin “imgesel” (hayalî, imaginaire) diye adlandırdıkları ilişkiye benzer bir ilişkiyle karşılaşırız burada. Sorun, düşmanı saf dışı bırakmaktır. Bu saldırgan tutum genç Marx’ın da tutumu olacaktır. “Genç Marx” deyimini Althusser’e özenerek kullanıyoruz. Öyle sanıyoruz ki, Marx olgunlaştıkça Engels’in gözlemlerinde karşılaştığımız türden genel ve köktenci bir ekonomi politik eleştirisine son verir, belli bir üretim tarzının, kapitalist üretim tarzının, özgün mantığına ulaşma amacıyla iş görmeğe başlar. Ekonomi politikle atışmayı bırakır; ekonomi politiğin ürettiği kavramları da kullanarak olumlu anlamda bir iktisat kuramı inşa etmğe 21 yönelir. Đlk adımda yapılması gerekenin anlamak olduğunu, anlamanın da çözümlemeden geçtiğini kavramış bir bilinçle soruşturmasını sürdürür. Ancak bu karmaşık konunun, doğallıkla, Marx üzerine sürdürülecek özel bir incelemede geliştirilmesi gerekir. Bilimsel Sosyalizm ve Marksizm Engels’in, Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft (“Sayın Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Eden Devrimi”) adlı yapıtının, “Marksizm”in bir “bilim” olarak kurulması sürecinde belirleyici bir rol oynadığını yukarıda dile getirdik. Karl-Eugen Dühring (1833-1921), 1860’lı yıllarda Berlin Üniversitesi’nde Privatdozent (kadrosu olmayan öğretim görevlisi) idi. Genç yaşta kör olduğu için hukuk mesleğinde ilerleyememiş, gazetecilik ve üniversitede ögretim yaparak geçimini sağlamak zorunda kalmıştı. Gerek üniversitedeki derslerinde, gerekse devrin ilerici ve sosyalist gazetelerinde, sosyalizmi savunan, hatta Alman toplumunun yeniden örgütlenmesini sağlayacak sosyalist bir kuram geliştiren, ancak öteki sosyalist düşünürlere, özellikle de Marx’a karşı saldırganca eleştiriler yönelten ve kendini koyu bir karşı-Hegelci olarak tanımlayan bir kişilikti. Ayrıca “antisemit” yaklaşımlarıyla tanınmıştı (bkz. Bottigelli 1971, s.16 sq.). Engels, Dühring’in, özellikle Kritische Geschichte der Nationalökonomie und der Sozialismus (“Ekonomi Politiğin ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi”; 1871), Cursus der Philosophie (“Felsefe Dersleri”; 1875) ve Cursus der Nationalund Sozialökonomie (“Siyasal ve Sosyal Ekonomi Dersleri”; 1876) adlı kitaplarını inceler. Kullandığı yöntem, Marx’ın uzun süredir geliştirdiği ve daha 1843’te Hegel’in Siyaset Felsefesi’ni incelemesinde ilk izlerini gördüğümüz okuma yöntemidir. Burada, bir kez daha Althusser’in adını anamamız, onun, Lire le Capital (“Kapital’i Okumak”) adlı ünlü yapıtında dile getirdiği çarpıcı gözlemi hatırlatmamız gerekir: “Okuma’nın, dolayısıyla yazmanın ne demek olduğunu belki de yalnız Marx’tan beri, en azından kuram düzeyinde, sorgulamaya başladığımızı (commencer de soupçonner) söylemek abartılı olmaz (j’oserais soutenir)” (Althusser 1965, s.13). Bu yöntem yalnızca bir düşünürün dile getirdiği düşünceleri çözümleyip eleştirmeyi, düşünürün nerede yanıldığını, hangı tezinin temelsiz olduğunu, incelediği konu hakkında edindiği bilginin nerelerde yetersiz olduğunu bulgulayıp ortaya çıkarmayı amaçlamaz. Bu “birinci” düzeyde sürdürülen bir okumadır. “Đkinci” düzeyde sürdürülen okuma ise, metni çözümlenen düşünürün, kendi tezleri üzerindeki egemenliğinin ne denli sınırlı olduğunu, kararlılıkla inandığını söylediği bir takım gözlemlerin, metnini, dolayısıyla akıl yürütmesini yöneten mantığa kimi ne denli ters düşebildiğini, bir metnin, çoğun üreticisinin dahi ayırımına varmadığı çelişkilerle örülü olduğunu, her metinde, metne 22 ilk yaklaşımda görülmeyen, denilebilirse metnin bilinçaltında devinen anlam katmanlarına ulaşabilmemizi sağlayacak belirtiler bulunduğunu ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu belirtiler, metinde düşünülmemiş olanların, ancak düşünülmemiş olmalarına karşın gene de, bir biçimde, metinin bir yanına yazılı olanların belirtileridir. Đkinci düzeydeki okuma, metnin derin yapısına duyarlı olmak anlamına gelir. Althusser’in, lecture symptomale (“belirtilere duyarlı okuma”; ibid., s.28) adını verdiği bu okuma biçimi, özellikle Marx’ın daha sonra Engels’in uyguladıkları bir okuma biçimidir. Bir tikel özne olarak yazar ya da düşünür, hiç bir zaman kendi metnine bütünüyle egemen değildir. Kendi metnini yöneten mantık, kimi zaman, kararlılıkla bağlı olduğunu iddia ettiği tezleri derinden ayrıştırır, çözer, söker. Bu tür, “belirtilere duyarlı okuma” biçimi, Freud’un, psikanaliz sırasında konuşan öznenin söylediklerini “dalgalanan dikkat”le (gleichschwebende Aufmerksamkeit) dinleme yöntemini hatırlatır (bkz. Laplanche-Pontalis 1967, s.38-40). Bir anlamda, Derrida’nın geliştirdiği “déconstruction” yöntemini de çağrıştırır (Ege 2006, “Derrida” maddesi). Đşte Engels, Dühring’in metinlerine bu tür bir okuma yöntemiyle yaklaşır. Đncelemesinin bir çok yerinde, Dühring’in metnini yöneten mantığın, düşünürün savunduğunu sandığı tezleri ne denli yalanladığını göstererek, metnin bir kesiminin, başka bir kesimi nasıl çözüp söktüğünü gözler önüne serer (bkz. Anti Dühring’in ikinci kısmında “Gewaltstheorie” (“Şiddet Teorisi”), s.147 sq.). Đkinci düzeydeki okumanın gözünde metin göreceli özerkliğe sahip bir gerçeklik biçiminde algılanır. Toplum bilimlerinde araştırmayı metin çözümlemesi yöntemiyle sürdürmeyi, Avrupa düşün tarihinde, Marx başlatmıştır denilebilir. Kuşkusuz Engels’i de bu yönteme gene Marx duyarlı kılmıştır. “Bilimsel sosyalizm” deyiminden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun yanıtını gene diyalektik sürecin özgün mantığında aramak gerekir. Engels, 1880 yılında, Anti-Dühring’in bir bölümüne, dostu Lafargue’ın isteği üzerine, Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft (“Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Evrimi”) adı altında yeni bir düzenleme getirir. Metin, aynı yıl, Lafargue’ın çevirisiyle Fransızca olarak Socialisme utopique et socialisme scientifique (“Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”) başlığıyla yayınlanır. Đncelemenin Almanca baskısı ise 1882’de gerçekleştirilir. Engels’in başlığından da anlaşıldığı gibi, tarihin her devrinde sosyalist terimiyle tanımlanabilecek akımlara rastlamak olanaklıysa da, sosyalizmin bilimsel biçimi ancak tarihsel evrim içinde oluşabilir. Başka bir deyimle, sosyalizmin bilimsel biçimi çok özgün tarihsel koşulların gerçekleşmesiyle ortaya çıkabilir. Bu koşullar, doğallıkla, emekçilerin sınıfsal bir güç yaratabilecek düzeyde çoğalıp olgunlaşmalarını varsayar. Emekçilerin güçlü bir sınıf oluşturabilmeleri içinse, bulundukları ülkenin endüstrisinin çok yüksek düzeylerde gelişmiş olması gerekir. Son çözümlemede, 23 bilimsel sosyalizmin olanaklılık koşulu üretim araçlarının olağan üstü güçlenmesinde yatar. Dolayısıyla Avrupa’da bilimsel sosyalizmin beşiği Đngiltere’den başka bir ülke olamaz. Bilimsel sosyalizm bir düşünürün, bir bilim adamının, bir dehanın öznel çabalarıyla vücut bulan bir kuram ya da öğreti değildir. Kuşkusuz öznenin zekâsı, düşünsel yetenekleri, bilgi birikimi, çeşitli kişisel deneyimleri bilimin oluşmasında vazgeçilmez etmenlerdir. Ancak söz konusu etmenlerin kendileri bile, tarihsel koşullarla belirlenen gerçeklerdir. Kökeni burjuva sınıfında bulunan bir düşünürün ufku burjuva sınıfının dünya görüşüyle sınırlanır. Değişik bir dünya görüşünün oluşumu yeni bir sınıfın toplum içinde kök salmasına bağlıdır: “18ci yüzyılın büyük düşünürleri, kendi çağlarının önlerine çıkardığı engelleri (sınırları; Schranke) kendilerinden önce gelen düşünürler (Vorgänger) nasıl aşamamışlarsa kendileri de aşamamışlardır” (Engels 1880, s.190). Bilimin nesnelliğini sağlayan tarihsel koşulların nesnelliğidir. Araştırmacı ancak belirli tarihsel koşullar içinde iş görme olanağını bulduğu ölçüde bilimsel bir yapıt gerçekleştirebilir. Đster 16.cı, 17.ci yüzyıllarda ezilen ve sömürülen kitlelerin çıkarlarını savunan bir çok akım ya da duşünür (Almanya’da köylüler savaşında “Anabaptisler”, Thomas Münzer, büyük Đngiliz devriminin “Leveller”leri -“Eşitleştiricileri”, büyük Fransız devriminde Babeuf, vb.) olsun, ister 18.ci yüzyılda köklü komünist devrimlerin rüyasını gören Morelly ya da Mably gibi düşünürler olsun, son çözümlemede, çok soyut bir eşitlik talebinden öteye gidememişlerdir. Bu yüzden, etkinlikleri siyasal haklar (politischen Rechte) uğruna verilen savaşımlarla sınırlı kalmıştır (beschränkt) (ibid., s.191). Bilimsel sosyalizmin gelişmesini sağlayan koşulların oluşmadığı toplumsal bağlamlarda sürdürülen devrimci hareketler siyasal düzeyde konumlanır. Örneğin belli bir sınıfın çıkarları uğruna savaşım verileceğine, her türlü eşitsizliğe son verilmesi amacıyla çarpışılır. Bu mücadeleler çoğunlukla biçimsel bir takım hakların kazanılmasıyla sonuçlanır ancak emekçi kitlelerin somut yaşamlarında köklü bir değişiklik olmaz. Yaşam koşullarının gerçekten değişimi ise işçi sınıfının gelişimiyle kazanılır. Bütün bunlar şu şekilde de dile getirilebilir. Ütopyadan bilime geçmek, toplumsal savaşımların siyasal düzeyden iktisadî düzeye kaydırılması demektir. Bu tezi örneklendirmek için, Engels, 19.cu yüzyılın büyük devrimci düşünürlerinden üçünün adını anar: Saint-Simon, Fourier, Owen. Bu düşünürler de, önceki devrimciler gibi, siyasal ve soyut düzeyi aşamamışlardır. Her üçü de proletaryanın çıkarlarının temsilcileri olarak değil tüm insanlığın kurtarıcıları olarak ortaya çıkmışlar, tıpkı Aydınlanma devrinin filozofları gibi “akla dayalı Devlet”i (vernünftiger Staat), “akla dayalı toplum”u (vernünftige Gesellschaft) var kılma amacıyla iş görmüşlerdir (ibid., s.192). Akla karşı çıkan, akla direnen herşeyin yok edilmesi kavgalarının en yüce ereğini oluşturmuştur. Bugünün sıkıntıları, acıları, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, sömürüsü, “ölümsüz akıl”ın (ewige 24 Vernunft) yolunda yürümeyi bilmemenin sonucudur. Đnsanlık yüce aklın isterlerine göre yeniden ve köklü bir biçimde düzenlemedikçe bugünün yabancılaşmış dünyasına son vermek olanaksızdır. Ancak yakından bakıldığında söz konusu ölümsüz akıl burjuva sınıfının idealleştirilmiş anlama yetisinden (idealisierte Verstand) başka bir şey değildir. Bu da son derece doğaldır, çünkü o devrin devrimcilerinin bağlı oldukları değerlerin tümü, yakından bakıldığında, burjuva sınıfının yükselip iktidarı eline geçirmesi sürecinde yararlandığı değerlerden devşirilmiştir. Engels çözümlemelerini baştan sona bu mantığın yönetiminde sürdürür. Charles-Henri de Saint-Simon (1760-1825) ve Saint-Simoncular’ın gözünde, endüstri düzeyine ulaşmış modern toplum “teolojik” ve “metafizik” evreleri aşıp bilimle desteklenen “olumlu” (positif) evreye ulaşmıştır; bugün yapılması gereken, evrensel düzeyde yeni bir toplumsal “Düzenleme” (Organisation) gerçekleştirmektir. Đnsanlar birbirlerini yönetmeyi bırakıp dünyalarını etkin, yararlı ve akla yakın yöntemlerle düzenleme evresine ayak bastıklarının bilincine varmalıdırlar. Charles Fourier (1727-1837) de, aklın ve sağduyunun aydınlığına ulaşabilmek için tarih boyunca insanlığın kat etmek zorunda kaldığı sıkıntılı evrelerin artık son bulabileceğini, modern toplumun, yararcılığın (utilitarisme) kuru ve kısır dünyasını terk edip tutkuların (passions) yönetiminde düzenlenecek renkli ve coşkulu bir yaşama adım atabileceğini düşünür. Böylesi bir yaşam da, ortakçılık temelinde düzenlenmiş küçük ölçekli topluluklar içinde, “phalanstère”lerde gerçekleştirilebilir. Fourier phalanstère sözcüğünü, Yunanca phalange – eski Yunanlılarda asker grubu, alay- ile monastère –manastır- sözcüklerinden türetmiştir. Robert Owen (1771-1858) ise, insanlığın büyük yanılgılardan, insan karakterinin doğuştan belirlendiği inacının gafletinden kurtularak “kişinin karakterinin kişinin kendisince değil kişi için oluşturulduğu (man's character is made not by him but for him)” gerçeğini görme zamanı geldiğini savunur. Olayısıyla modern çağın insan ve toplum bilimlerinin, dikkatlerini, insanların yaşam koşulları (circumstances) üzerine yoğunlaştırması gerektiğini, insan karakterinin, içinde bulunulan ortamın özgün koşullarıyla belirlendiği hakikatine ulaşılmasıyla bugüne değin çekilen sıkıntıların son bulacağını, insanlığın bir anlamda “yeniden doğacağını” düşünür. Owen da devrin öteki devrimcileri gibi, modern dünyada gereken reformların yeni toplumsal düzenlemeler yönünde sürdürülmesi gerektiğine inanır. Bu düzenlemeler, “Parallelogram” adını verdiğı, paralelkenarlı evlerden oluşmuş köyler biçiminde, ya da “New Harmony” adını verdiği ve Amerika’da kurmağa çabaladığı ortakçı topluluklar biçiminde kurumlardır. Görüldüğü gibi bütün bu girişimler, henüz gerçekleşmemiş ancak gerçekleşme koşullarının kazanılmış olduğu düşünülen yapıları oluşturmayı amaçlar. Bu yüzden, henüz bu dünyada “yeri-olmayan”, “yer-siz” (u-topos), ütopik girişimlerdir. “Ütopik sosyalizm” 25 terimini bu tarzda anlamak gerekir. Ancak yakından bakıldığında, ütopik denilen devrimciler de toplumun bilim üzerine inşa edilmesi zamanının geldiğine inanırlar. (Bu noktada önemli bir uyarı yapmak isteriz: 19.cu yüzyılın toplum kuramcılarının içinde “bilimcilik” kışkırtmasına direnen tek düşünür kanımızca Fourier olmuştur; bunun nedenini de, düşünürün, “çılgın bilgelik” diye adlandıracağımız kimliğinde aramak gerekir). Bu kuramcıların önerdikleri sosyalizm neden “bilimsel” olamamıştır? Engels’in bu soruya yanıtı bir kez daha diyalektiğin karmaşık ve karanlık yollarına girilmesini gerektirir. Sosyalizmin, yani toplumun örgütlenmesi ve yönetimini konu edinen bir kuram ya da öğretinin bilim aşamasına ulaşabilmesi için yalnızca içeriğinin akla uygun olması yetmez. Öğretinin ön gördüğü düzenlemeleri, bugünün dünyasında, somut biçimde, “şimdi ve burada” (hic et nunc) gerçekleştirecek toplumsal bir güç de gerekir. Başka bir deyimle, söz konusu düzenlemelerin belli bir toplumsal gücün çıkarlarıyla uyuşması gerekir. Ancak bu koşullarda sosyalizm bilimsel aşamaya ulaşabilir. Ütopik sosyalistler bu noktayı göz ardı etmişler, sosyalizmin sınıf çatışması temelinde inşa edilmesi gerektiğini anlayamamışlardır. Engels’e göre Marx’ın öğretisinin bilimselliğini yapan, bu öğretinin proletaryanın çıkarlarından esinlenmesidir. Öğretiyi öznel dilekler demeti konumundan kurtarıp ona nesnellik kazandıran olgu, öğretinin, somut bir sınıfın somut yaşam deneyimleriyle beslenmesinde yatar. Daha doğru bir deyim kullanarak şöyle söylememiz gerekir: Marx’ın öğretisinin ilkeleri proleteryanın burjuvaziye karşı sürdürdüğü savaşta hem doğrulandığı hem gerçekleştiği için, bu öğreti bilimsel sıfatına hak kazanır. Öğreti, bilimselliğini, proleteryaya borçludur. Ancak konu bu denli basit değildir doğallıkla. Çünkü eğer bir öğreti özel bir sınıfın özel çıkarlarını dile getirmekten ileri gitmiyorsa, bu öğretiye bilim denilemez. Bilim, tanımı gereği, evrensel bir boyut içerir. Oysa sınıf kavramı, tanımı gereği, tikel bir gerçekliğe işaret eder. Bu son öneri tarih içinde ortaya çıkan her sınıf için geçerlidir kuşkusuz. Ancak proletarya “olağan” bir sınıf değildir Engels’in gözünde. Proletarya, içinde devindiği koşullar yüzünden, zamanla, tikel bir konumdan evrensel bir konuma yükselir. Çünkü günümüz emekçisi, kapitlaist üretim süreci içinde, yukarıda gördüğümüz gibi, her türlü mülkiyetten yoksun bırakılmaktadır. Burada “mülkiyet” kavramını, yalnızca sahip olunan nesne anlamında değil, bir öznenin özgünlüğünü yapan nitelikler anlamında da kavramak gerekir. Kapitalist üretim, egemenlik kurduğu her yerde, emekçiyi, öznel niteliklerinden soyutlar, emekçiyi, doğal bir gücün, “iş gücü”nün anonim taşıyıcısına dönüştürür. Dolayısıyla modern dünyanın emekçisi, içinden geldiği özgün ulusal, ailesel, kültürel, dinsel, dilsel koşulların farklılıkları ne olursa olsun, kapitalist sistemin üretim faktörlerinden birine dönüşmeye başlamasıyla, bir örnek bir kimlik kazanır. Ülkesi, kültürü, dini, dili, değerleri, adetleri, töreleri, vb., ne olursa olsun kapitalist 26 üretim koşulları içinde emekçiler, farklılıklarını, özel kimliklerini yitirirler. Đşte bu “farklılıkların silinmesi süreci”, kişiyi, içinde doğduğu küçük dünyanın yerel nitelikleriyle belirlenmiş sınırlı benliğinden koparır, onu büyük dünyaya, evrene açar; kişiye, sınırlı bir yörenin değil insanlığın bir parçası olduğunu açınlar. Bu anlamda emekçi, kapitalist üretim sürecinde, kendisine (sınırlı kişiliğine) yabancılaşırken, çok daha yüksek bir düzeyde, kendisini evrensel bir gerçekliğin parçası konumunda algılayabilmenin koşullarını da elde eder. Marx’ın yukarıda alıntıladığımız karmaşık önerisinin bir anlamını buluruz burada: “Kendine yabancılaşmanın ortadan kalkmasını sağlayacak yol, kendine yabancılaşmanın yolundan geçer”. Kişinin kendisini yerel değil evrensel bir gerçeklik olarak bulgulayıp algılaması, kendisinin bütünüyle “toplumsal” bir varlık olduğu bilincine varması demektir. Đşte toplumsallıklarını bu denli somut ve kökten biçimde deneyimleyen bireylerden oluşmuş sınıfa “olağan” bir sınıf gözüyle bakılamaz. Proletarya zamanla evrenselleşen bir sınıftır. Evrensel bir sınıfın deneyiminden esinlenen öğreti de evrensel sıfatına yani bilim saygınlığına hak kazanır. Engels’e göre, kapitalist üretim biçiminin gelişmesi ve proletaryanın olgunlaşmasıyla iki “büyük bulgu” (die beiden grossen Entdeckungen) gerçekleşme koşullarını kazanmıştır: birisi “materyalist tarih anlayışı” (die materialistische Geschichtsauffassung) öteki kapitalist üretimin gizeminin (das Geheimnis) artı-değer (der Mehrwert) aracılığıyla açıklanması (Engels 1880, s.209). Bu iki bulguyu Marx’a borçluyuzdur. Marx’ın geliştirdiğı sosyalist kuramı bilimsel kılan bu iki bulgudur. Materyalist tarih anlayışı, her toplumsal düzenin (Gesellschaftordnung) temelinde, üretimin ve üretim sonrasında ürünlerin değişiminin (mübadele, Austausch) yer aldığını kabul eder (ibid., s.210). Tarih içinde ortaya çıkan her toplumda ürünlerin bölüşümü (Verteilung) ve bu bölüşümle birlikte sınıfların (Klassen) ya da zümrelerin (Stände) aralarında kurdukları toplumsal ilişkiler (die soziale Gliederung), neyin nasıl üretildiğine, ve üretilenin nasıl alınıp satıldığına bağlıdır” (ibid.). Bu yüzden, toplumsal değişikliklerin (Veränderungen) ve siyasal sarsıntıların (Umwälzungen) asıl nedenlerini insanların kafasında değil, üretim ve değişim biçimlerinin uğradıkları değişikliklerde aramak, başka bir deyimle, dikkati felsefeye değil ekonomiye (Ökonomie) yöneltmek gerekir. Bu gerçeğin bilincine varıldığında, Alman Đdeolojisi’nin belirttiği gibi, “ahlâk, din, metafizik ve ideolojinin geri kalan kısmı ile bunlardan doğan bilinç biçimleri” her türlü özerk görünümlerini yitirir, tarihten yoksun gerçeklikler olarak karşımıza çıkar. Tek bir tarih vardır: üretimin, üretim biçimlerinin tarihi. Başka bir deyimle, tarihi üretim biçimleri oluşturur. Dolayısıyla her üretim tarzı kendi özgün düşünce biçimlerini, özgün ideolojisini, siyasal sistemini, hukuk düzenini doğurur: “Yaşamı (das Leben) belirleyen (bestimmt) bilinç 27 (Bewusstsein) değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır” (Marx-Engels 1846, s.26-27). Kapitalist üretim biçiminde bu tezi doğrulayan olgu şudur: sermaye birikiminin durmaksızın gelişmesi üretim ölçeklerinin de durmaksızın büyümesine, dolayısıyla üretim araçlarının sürekli yenilenip geliştirilmesine neden olur. Kapitalist üretim geliştikçe, üretim araçları, tikel güçlerin, iradelerin, zekâların, becerilerin ürünleri olmaktan çıkıp her adımda daha toplumsal kimlik kazanırlar. Başka bir deyişle, bireylerin özel yaratısı olmaktan çıkıp her adımda daha karmaşık, daha girift, daha yoğun bir etkileşim ve bağıntı sistemine dönüşen iş bölümünün ürünleri görünümünü alırlar. Kapitalist öncesi üretim biçimlerinde ürünlerin büyük bölümü, tikel güçlerin etkinliklerinden doğar; kapitalist sistemde ise ürünlerin kaynağına, her geçen gün daha etkin biçimde toplumsal güçler yerleşir. Bu demektir ki, kapitalist üretim biçimi, her geçen gün, bir yandan, yukarıda gördüğümüz gibi, bireyleri daha evrensel kılarken, bir yandan da ürünleri, yani nesneler dünyasını, daha toplumsallaştırır. Zamanla bu denli toplumun malı konumunu kazanan ürünler, bir gün, özel mülkiyet temeline dayalı hukuk düzeninin kurallarıyla paylaşılamayacak noktaya gelirler. Bu noktada kurulu düzen çözülür, çöker, yeni üretim biçimine uygun düşen yeni bir hukuk düzeni ve siyasal sistem kurulur. Marx’ın ikinci bulgusu olan artı-değer kuramı, “ütopik” sosyalizmle “bilimsel” sosyalizmin hangi noktada birbirleriyle çatıştıklarını göstermesi açısından çok anlamlıdır. Yukarıda adlarını andığımız kuramcılar (bunlara Pierre-Joseph Proudhon da eklenebilir), modern iktisadî sistemde gözlemlenen anarşinin, düzensizliğin, keşmekeşin, uyumsuzluğun, değişim (mübadele) alanındaki, yani pazardaki temel adaletsizlikten ve eşitsizlikten kaynaklandığını savunurlar. Ekonominin sağlıklı bir yapıya kavuşabilmesi için, adaletli bir değişim sisteminin, alınan ve satılan değerlerin eşit değerler olmasını sağlayan bir değişim sisteminin kurulması gerektiğine inanırlar. Kapitalist sistemdeki sömürü düzeninin kaynağındaki ana neden, emeğin, pazarda, gerçek değeriyle satılmamasıdır, söz konusu kuramcıların gözünde. Oysa Marx, kapitalist sistemin tam rekabet üzerine kurulu bir sistem olduğunu baştan kabul eder. Dolayısıyla, tam rekabetin uygulandığı pazarda oluşabilecek bir değişim eşitsizliği istisna türünden bir durumdur. Çünkü tam rekabetin temel kuralı, Fiziyokratlar’ın da dedikleri ve Marx’ın da birçok kez yinelediği gibi, “eşit değerin eşit değerle değiştirilmesi” (échange de valeur égale pour valeur égale) kuralıdır. Bu yüzden artıdeğer olgusu değişim, alış veriş, dolaşım, pazar düzeylerinde irdelenip çözümlenebilecek bir olgu değildir. Salt değişim sürecinde artı-değer oluşamaz. Kapitalist sistemin özgün mantığını kavrayabilmek için değişim alanını terk edip üretim alanına yerleşmek, artı-değer olgusunu bu alanda açıklamaya çalışmak gerekir. Başka bir deyimle, kapitalist sistemde emekçinin sömürülmesi konusu ahlâkı, adaleti, hukuğu ilgilendiren bir konu değildir. Kapitalist sistem 28 değişim düzeyinde emekçinin hakkını yemez. Değişim düzeyinde emekçi iş gücünün hakkını bütünüyle elde eder. Bu sistemde her üretim faktörünün ücreti, Smith’in sözünü ettiği “doğal değer” temelinde ödenir. Dolayısıyla Marx’ın artı-değer kuramının temel sorusu şöyle tanımlanabilir: eğer kapitalist sistemde, iş-gücü “gerçek” değeriyle alınıp satılıyorsa emekçinin sömürülmesi nasıl açıklanabilecektir? Marx’a göre ütopik sosyalizm bu soruyu yanıtlayamaz, çünkü son çözümlemede, değişim ve dolaşım düzeninden kopup “üretim laboratuvarı”na adımını atamaz. Marx ise soruşturmasının tümünü üretim ilişkileri üzerine yoğunlaştırır. Klâsik iktisatçıların çözümlemelerini son derece dikkatli bir gözle okuması sonucu, söz konusu soruya, ancak, kapitalist üretim biçiminin temel mekanizmalarının incelenmesiyle bir yanıt getirilebileceği kanısına varmıştır (bkz. “Ekonomi” maddesi). Engels’in gözünde artı-değer kuramı, modern toplumu yöneten iktisadî yasaları en bilimsel yaklaşımla gözlemleyip ortaya çıkaran kuramdır. Engels’i, Marx’ın çözümlemelerinin yeni bir çağ açtığına, tam anlamıyla bir bilim oluşturduğuna mutlak biçimde inandıran etmen, artı-değer kuramıdır denilebilir. Artı-değerin gizini çözen dahinin yanında “ikinci keman” konumunda kalmasını, her açıdan, olağan karşılar. Marx’ın çözümlemelerinin “Marksizm” adıyla bir bilim, düşün ve toplumsal etkinlik akımına dönüşmesinin kaynağında, büyük ölçüde, Engels’in artı-değer kuramına beslediği sonsuz hayranlık yatar. Bu anlamda “Marksizm”i Engels kurmuştur denilebilir. Artı-değerin (kâr, faiz, toprak rantı ya da başka her türlü rant, vergi gelirleri, artı-değerin tikel biçimleri, “tezahürleri”dir) bir ahlâk sorunu olarak değil belli üretim ilişkilerini ilgilendiren bir sorun olarak algılanıp incelenmesi Engels’in gözünde de dirimsel bir önem taşır. Diyalektik materyalizmin kanıtlanması açısından dirimseldir artı-değer kuramı. Çünkü eğer kapitalist sistemin toplumu içine sürüklediği olumsuzluk salt ahlâk düzeyini ilgilendiren bir konu ise, bireylerin daha dürüst, daha adil, daha insansever, ötekinin hakkına daha saygılı kişilere dönüşmeleriyle adı geçen olumsuzluğun aşılabileceği varsayılmış olur. Ancak olumsuzluktan yalnızca öznel davranışların değişimiyle kurtulunabileceğini varsaymak diyalektik materyalizmin iflâsı anlamına gelir. Olumsuzluğun yalnızca tarih içinde, tarihin ilerlemesiyle, maddi koşulların zorunlu bir mantığın yönetiminde kademeli bir biçimde oluşmasıyla aşılabileceği varsayılmıyorsa, diyalektik materyalizmin hiçbir gerçerliliği kalmamış demektir. Đşte Marx, artı-değer sorununu değişim alanından üretim alanına taşıyarak kapitalist sistemdeki olumsuzluğun ancak nesnel üretim ilişkilerinin değişmesiyle aşılabileceğini, bunun da ancak belli bir tarihsel gelişme içinde olanaklı kılınabileceğini göstermiş dolayısıyla diyalektik materyalizmi kanıtlamıştır, Engels’in gözünde. 29 Kapital’in ikinci ve üçüncü kitaplarını düzenlerken, Marx’ın iktisadî kuramının diyalektik materyalizmin isterlerine uygun biçimde sürdürüldüğünü gözler önüne serme kaygısı belirgindir Engels’te. Bu yüzden, Marx’ın geride bıraktığı el yazmaları ve notlar arasında “kâr oranının düşme eğilimi yasası”na (das Gesetz des tendenziellen Falls der Profitrate) özel bir ilgi gösterir. Bir öğretiyi bilim aşamasına yükselten özellikler, öğretinin yalnızca “olan”ı çözümleme yetisinde yatmaz; öğretinin öngörme, geleceği tahmin edebilme gücüne de sahip olması gerekir. “Kâr oranının düşme eğilimi yasası”, Marx’ın çözümlemelerinin bu güce sahip olduklarının en somut kanıtıdır Engels’in gözünde. Çünkü bu yasa, kapitalist üretimin hangi mantık gereğince, kendi kendisini yok edeceğini gösterir. Ortodoks marksist akım, daha sonra, söz konusu yasaya diyalektik süreci en açık ve kesin biçimde örneklendiren yasa gözüyle bakarak onu tam bir dogmaya çevirecektir. Kapital’in üçüncü kitabının üçüncü kısmında yer alan bu yasa (Marx 1895, s.221 sq.), diyalektik zincirlenmenin en saf örneğini oluşturduğu varsayılarak, marksist ideolojinin el kitalpalrında en ön sırayı tutmuştur uzun zaman. Marx ilk adımda yasayı “kendisinde” sergiler (Das Gesetz als solches): kapitalist üretim biçiminin özgün mantığı gereğince, sabit sermaye (das konstante Kapital), zaman içinde, değişen sermayeye (das variable Kapital) oranla çok daha yüksek ölçeklerde birikir. Dolayısıyla sabit sermaye/değişen sermaye oranı (Marx’ın “sermayenin organik bileşimi” -die organische Zusammensetzung des Kapitals- diye adlandırdığı değişken), kapitalist üretim sürecinde durmaksızın artar; bu da kâr oranının, zaman içinde, zorunlu olarak düşmesine neden olur. Yasanın kendisi, diyalektik zincirlenmenin tez aşamasını oluşturur: buna göre kâr oranının bir gün sıfıra eşitlenmesiyle kapitalist sistem işleyemez duruma gelecek, çökecektir. Ancak yasa, önüne çıkan bir takım engeller yüzünden özgürce devinemez. Marx’ın “yasanın karşı yönünde işgören etkenler” (die entgegenwirkende Ursachen) adını verdiği bu engellerin devreye girmesiyle diyalektik zincirlenmenin antitez aşamasına geçilir. Sabit sermaye birikimi engellenir, yavaşlar, değişen sermayenin miktarı göreceli olarak artar, dolayısıyla sermayenin organik bileşimi bir süre artmayıp sabit kalabilir, hatta bu oran birimin altına düşebilir; bu yüzden de kâr oranı bir süre sabit kalabilir hatta artabilir. Ancak üçüncü aşamada, yani sentez aşamasında, yasa özgün devinimini engelleyen bu etkenlerin üstesinden gelir, mutlak yasa konumundan çıkıp bir eğilim olgusunu yansıtan yasa konumuna dönüşür. Kâr oranının zamanla düşmesi mutlak olarak değil göreceli, eğilimsel olarak ispatlanmış olur. Bu da, kapitalist sistemin kendi kendini er geç yok edeceği anlamına gelir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız çözümleme karşısında şu soruyu sormak zorunda kalırız: kapitalist sistemin, diyalektik materyalizmin yasaları gereğince çökeceğini ispatlama 30 tutkusu, öne sürülen tezin çözümlemesel (analitik) tutarlılığının göz ardı edilmesine neden olmuyor mu? Nitekim, Marx’ın akıl yürütmesi yakından incelendiğinde, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz nedenler yüzünden, yasanın tanımının, yasaya karşı çıkan etkenler hesaba katılmadan yapılamayacağı görülür. Başka bir deyimle, Marx’ın “yasanın kendisi” adını verdiği formülün değişkenlerinin yasayı engelleyen etkenleri de kapsaması gerekir. Analitik düzeyde, yasanın kendisi engellerden ayrı düşünülemez; önce yasayı tanımlayıp daha sonra engelleri göz önüne almak yapay, temelsiz bir varsayımdır. Dolayısıyla, kâr oranının zaman içinde zorunlu olarak düşeceği tezi analitik düzeyde doğrulunamaz: düşebilir, artabilir, sabit kalabilir. Bu tezin diyalektik bir dogmaya dönüştürüldüğünü söylerken, tezin analitik temelden yoksun olduğunu vurgulamak istiyoruz.Yukarıda değindiğimiz gibi, “bilimci” diye adlandırdığımız tutumlar, her zaman, çözümlemesel tutarlılığı ya göz ardı ederler, ya da yok sayarlar. Sonuç Engels’in Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats (“Ailein, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”) adlı yapıtına değinmedik. Bunun nedeni, adı geçen yapıtın önemsiz olduğunu düşünmemizden değil, tersine, çok önemli olduğu için bu maddeye sığdırılamayacak bir inceleme gerektirdiğini düşündüğümüzdendir. Lewis Henry Morgan’ın 1877 yılında yayınlanan ve kısa zamanda büyük bir ün kazanan Ancient Society (“Eski Toplum”) adlı yapıtının tezlerinden hareketle kaleme alınan bu inceleme, Engels’in gözünde “bir vasiyetin (das Vermächtnis) yerine getirilmesidir” (Engels 1884, s.27). Marx, Morgan’ın kitabı yayınlandığında kitabı hemen okumuş, ve büyük bir mutlulukla, Amerikalı antropologun tarih görüşünün kendisininkiyle ne denli örtüştüğünü görmüştür. Engels’e göre “Marx’ın kırk yıl önce keşfettiği materyalist tarih görüşünü (materialistische Geschichtsauffassung) [Morgan] Amerika’da, kendi alanında yeniden keşfetmiş”tir. Marx, Morgan üzerine kapsamlı bir inceleme kaleme almak istemiş ancak ömrü yetmemiş olduğundan, Engels kendi kitabını bir vasiyetin yerine getirilmesi biçiminde görmektedir. Bu kitap, Komünist Manifestosu’nun ünlü tezinin, “bugüne değin tüm toplum tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir” (die Geschichte aller bisherigen Gesellschaft ist die Geschichte von Klassenkämpfen – Marx-Engels 1848, s.2-3) tezinin somut biçimde insanlık tarihine uygulanması girişimidir. “Sınıfsız” denilebilecek yarı doğal yarı kültürel bir başlangıçtan sonra, üretim araçlarının toplumun bir bölümünün eline geçmesiyle tarihselliğe ayak bastığı varsayılan insanlığı devindiren gücün sınıf çatışması olduğu tezi ne derece kabul edilebilecek 31 bir tezdir? Daha doğrusu, sınıf çatışması tezinin tüm insanlık tarihi için geçerli bir tez olduğunu savunmak tarihsel verilerle doğrulanabilir mi? Sınıf çatışmasının toplumun gelişmesinde belirleyici etmen olması, belli tarihsel koşulların gerçekleşmesini varsaymaz mı? Bu koşulların içinde belli bir Devlet biçimini de göz önüne almak gerekmez mi? Devlet, Engels’in düşündüğü gibi, tüm insanlık tarihi boyunca, egemen sııfın çıkarlarını gözeten bir üstyapı mı olmuştur? Tarih boyunca değişik Devlet biçimleriyle karşılaşmıyor muyuz? Kapitalizmin kaynağında yeni bir devletsel yapılanma yok mudur? Bu durumda siyasal düzenle iktisadî düzen arasında varsayılan üstyapı-altyapı ilişkisinin yeniden düşünülmesi gerekmez mi? Ailein, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’la Engels’in, özellikle de Marksizmin hiçbir zaman yeterince düşünmek istemedikleri, düşünmekten kaçındıkları, düşünemedikleri Devlet sorununu, “belirtilere duyarlı bir okuma”yla (lecture symptomale) soruşturmamızı sağlayabilecek bir yapıttır (Ege 1979, s.186 sq.). Bu yüzden ayrıcalıklı bir konumu vardır. 20.ci yüzyılın felâketlerine tanık olan, bu felâketlerin temelinde, bireyin yaşamını, farklılığını, haklarını, özerkliğini, onurunu tanıyıp koruyan Hukuk Devletleri’nin yokluğunu gözlemleyen çağdaş bilinçlerin, yüzyıl boyu sürdürülen toplumsal ve siyasal etkinliklerde neyin unutulduğunu bir ölçüde görebilmeleri için Engels’in sözü geçen kitabını yeniden, dikkatle, okumaları gerekir diye düşünüyoruz . 32 Kaynakça ALTHUSSER L. (1965), Lire le Capital, François Maspéro, 1978 ALTHUSSER L. (1984-88), Sur la philosophie, L’Infini, NRF, Gallimard, 1994 Aperçu biographique de Friederich Engels (Đspanyol dergisi Libertad Siete’nin Engels’e ayırdığı, Eylül-Ekim 1995, 11.ci sayısındaki yaşamöyküsünün çevirisi), in Friederich Engels, savant et révolutionnaire, (Labica G., Delbraccio M. yönetiminde), “Actuel Marx”, Presses Universitaires de France, 1997, s. 375-382 BADIA G. (1997), “Engels et Marx: Histoire d’aşune amitié”, in Friederich Engels, savant et révolutionnaire, (Labica G., Delbraccio M. yönetiminde), “Actuel Marx”, Presses Universitaires de France, s. 17-27 BALIBAR E. & MACHEREY P. (1990), “Engales (Friederich) 1820-1895”, in Encyclopaedia Universalis, vol. 8, s.372-373 BOTTIGELLI E. (1971), “Avertissement”, in Anti-Dühring (Fransızca çeviri), Ed. Sociales, 1977, s. 7-31 EGE R. (1979), La signification du thème de stagnation caractérisant le Mode de Production Asiatique dans la conception marxiste de l’histoire, Thèse de Troisième Cycle, Université Louis Pasteur, Strasbourg EGE R. (2006), “Derrida ve Diyalektik maddeleri”, Felsefe Ansiklopedisi, Ed. Ahmet CEVĐZCĐ, Ebabil, Clit.4 ENGELS F., (1844), Umrisse zu einer Kritik der Nationalökonomie (“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Bir Taslak”), Edition Bilingue Aubier, 1974 ENGELS F. (1845), Die Lage der arbeitenden Klasse in England. Nach eigener Anschauung und authentischen Quellen, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 2, 1972. Türkçe çeviri (Đngilizceden), Oktay EMRE, Đngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu. Kişisel Gözlemlerden ve Otantik Kaynaklardan, Gözlem Yayınları, 1974 ENGELS F. (1873-1885), Zur Geschichte des Bundes der Kommunisten (“Kommünistler Federasyonunun Tarihi Üzerine”), Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, T.8, 1960 ENGELS F. (1878), Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 20, 1962. Türkçe çeviri (Fransızcadan), Kenan SOMER, AntiDühring. Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Sol Yayınları, 2003 33 ENGELS F. (1880), Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft, Werke, Dietz Verlag, Band 19, 4, 1973.Türkçe çeviri (Fransızcadan), Sol Yayınları Yayın Kurulu, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 2004 ENGELS F. (1884), Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats, MarxEngels Werke, Dietz Verlag, Band 2, 5, 1999. Türkçe çeviri, Sol Yayınları Yayın Kurulu, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1979 ENGELS F. (1886), Dialektik der Natur, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 20, 1962. Türkçe çeviri Arif GELEN (Almancadan), Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, 2002 ENGELS F. (1886), Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 21,5, 1962. Türkçe çeviri (Fransızcadan), Sevim BELLĐ, Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu”, Sol Yayınları, 1992 HOBSBAWM E.J. (1975), “Avant-Propos”, in F. ENGELS, La situation de la classe laborieuse en Angleterre (Fransızca çeviri), Ed. Sociales, s.7-23) LABICA G. (1997), “Avant Propos” in Friederich Engels, savant et révolutionnaire, (Labica G., Delbraccio M. yönetiminde), “Actuel Marx”, Presses Universitaires de France, s. 7-13 LAPLANCHE J. & PONTALIS J.B, (1967), Vocabulaire de la psychanalyse, Presses Universitaires de France, Quadrige, 2002 MACCIOCCHI M.A. (1979), Les Femmes et leurs maîtres, Ed. Christian Bourgois MARX K. (1844), Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844, Marx-Engels Werke, Ergänzungsband, 1. Teil, Dietz Verlag, 1976. Türkçe çeviri (Fransızcadan), Kenan SOMER, 1844 El Yazmalar,; Ekonomik Politik ve Felsefe, Sol Yayınları, 1976 MARX K. (1859), Zur Kritik der Politischen Ökonomie, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 13, 7, 1971. Türkçe çeviri (Fransızcadan), Sevim BELLĐ, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1979 MARX K. (1893), Das Kapital Buch III: Der Gesamtprozess der kapitalistischen Produktion, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 25, 1983. Türkçe çeviri (Đngilizceden), Alaattin BĐLGĐ, Kapital. Üçüncü Kitap Kapitalist Üretim Sürecinin Bütünü, Sol Yayınları, 1978 MARX K. & ENGELS F. (1846), Die deutsche Ideologie, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 3, 1969. Türkçe çeviri (Fransızcadan), Seviùm BELLĐ, Alman Đdeolojisi (Feuerbach), Sol Yayınları, 1999 MARX K. & ENGELS F. (1848), Manifest der Kommunistischen Partei, Marx-Engels Werke, Dietz Verlag, Band 4, 1974. Türkçe çeviri: bkz. Marx-Engels Internet Archive 34 MORGAN L.H. (1877), Ancient Society or Researches in the Line of Human Progress fromSavagery, through Barbarism to civilization, Cambridge, Mass., 1964. Türkçe çeviri, Ünsal Oskay, Eski Toplum, Payel Yayınevi, 1986 OWEN R. (1820), “Report to the Country of Lanark”, in A New View of Society and Other Writings, Everyman’s Library, 1963, s.245-298 RAMM T. (1968), “Engels, Friederich”, in International Encylopedia of the Social Sciences, The Macmillian Company &The Free Press, Vol.5, s.64-69 STEDMAN JONES G. (1987), “Engels, Friederich (1820-1895)”, in The New Palgrave A Dictionary of Economics, The Macmillian Press Limited, Vol.2, s.144-146 RUBEL M. (1965), “Chronologie”, in Karl Marx Oeuvres, Economie I, Bibl. Pléiade, Ed. Gallimard, s.LVII-CLXXVI)