Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 6 SAYI: 33 EYLÜL/EKİM 2012 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi bırakın da oynasınlar... YIL: 6 SAYI: 33 EYLÜL/EKİM 2012 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İçindekiler BU KAFAYLA BÖLÜCÜ TERÖR ENGELLENEMEZ Mustafa ÖZTÜRK_____________________________________________ 3 SEN ÖLMEZSEN BEN ÖLMEZSEM Bahri DENİZ__________________________________________________ 7 TARİHİNİ BİLMEYEN MİLLETLER YOK OLMAYA MAHKÛMDUR: Prof. Dr. Cihan DURA__________________________________________ 8 SARI SALTUK İLE İLGİLİ BİR FETVA TARTIŞMASI Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER_________________________________ 10 bırakın da oynasınlar... BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 6 SAYI: 33 İHANET DAHA NASIL OLUR? Osman KARABABA___________________________________________ 13 BIRAKIN DA OYNASINLAR İsmail BOZKURT_____________________________________________ 14 26 AĞUSTOS KURTKAYASI SÜVARİLERİ Mustafa YILDIRIM____________________________________________ 16 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK KURULUŞUNDAN BUGÜNE GARİPÇE Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR_______________________________ 18 YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YENİ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILINA BAŞLARKEN Mehmet KILINÇ______________________________________________ 20 YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ CAMCI NECMİ (SÖYLEŞİ)_____________________________________ 23 TELEFON (0352) 232 32 67 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 ALTAN DELİORMAN UÇMAĞA VARDI Yunus Emre Özkan___________________________________________ 19 PSİKOLOJİK BOYUTTA TOLSTOY’UN ÖLÜM KAVRAMI Doç. Dr. Beyhan Asma________________________________________ 25 AĞLAMAYI ÖĞREN ÇOCUK Hatice ÇERÇİ________________________________________________ 27 TRT ÇOCUK VE ÜÇ ÇİZGİ FİLM Bilgehan AYATA______________________________________________ 28 OKUL VE AİLE İŞBİRLİĞİ İbrahim GÜNGÖR____________________________________________ 30 GÜNÜMÜZDE PARAPSİKOLOJİ Ünsal ARSLANKAYA__________________________________________ 32 MEHMET DÜZGÜN AĞABEYLE YARIM ASIR Mustafa ŞERBETÇİOĞLU_______________________________________ 34 TÜRKİYE NEDEN SURİYE ÇIKMAZINDA? Hakan BOZDOĞAN___________________________________________ 36 AKIL TUTULMASI İsmail ÖZÖREN______________________________________________ 37 TOLSTOY’UN ESERLERİNDE İSLAMİYET ETKİSİ Alper KEPEZKAYA____________________________________________ 38 HERKES İÇİN ADALET Gözde Nur DOĞAN___________________________________________ 40 EMEĞİN SESİ İbrahim BOYRAZ_____________________________________________ 41 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. BUGÜN BANA YARIN SANA Aslıhan FEYZİOĞLU__________________________________________ 42 BİRKAÇ ŞEHİT VERİLİNCE Aytekin AYDOĞAN___________________________________________ 43 3 BU KAFAYLA BÖLÜCÜ TERÖR ENGELLENEMEZ Mustafa ÖZTÜRK Bölücü terör, Türkiye’nin bir numaralı gündemi olmaya devam ediyor. Son 3.5 ayda 97 şehit verdik. Bu sayı, her gün, her dakika artabilir. Ayrılıkçı terör örgütü, Hakkari-Şemdinli bölgesinde “alan hakimiyeti” kurmaya çalışıyor; kentlerde de vatandaşlar üzerine bomba yağdırıyor: acımasızca, kalleşçe, kahpece… Tabur seviyesindeki askeri birliklere saldırabiliyorlar. Hemen hemen her gün yol kesip tırları, kamyonları yakıyorlar. Belirli bölgelerde devlet memurlara görev yapamıyorlar ve hiç birinin can güvenliği yoktur. Buralarda Türkiye Cumhuriyeti’nin değil PKK’nın sözü geçmektedir. Terör örgütü, eylemlerini 1984’ten bu yana hiç bu kadar artırmamıştı. Demek ki eylem için uygun bir zemin bulabiliyorlar. İktidar yandaşı medya: “PKK kan kaybediyor, can çekişiyor, son günlerini yaşıyorlar. Bu eylemler son çırpınışlarıdır.” dese de buna inanmak çok zor. Çünkü, Türkiye’nin her yerinde eylem yapabildikleri gibi Kuzey Irak’tan sonra Suriye’nin de kuzeyinde bir hakimiyet alanı elde etmişlerdir. Bu nedenle, terör olayları azalmayacak artacaktır. Terörün artması ve yükselmesi karşısında siyasi iktidarın ne gibi önlemler aldığını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, her büyük olaydan sonra toplanmaları ve “Terörle bir yere varılmaz” mealli konuşmalarıdır. Ancak, bölücü örgütün terör yapa yapa nerelere geldiği ve Türkiye’ye neler kaybettirdiği somut olarak ortadadır. Bu durum üzerine iktidar makamında olanların: “Neleri yanlış yaptık?” diye düşünmeleri, kendileri ve vicdanlarını sorgulamaları, nefis muhasebesi yapmaları gerekiyor. Bize göre, siyasi iktidarın birinci yanlışı, Kürtçü bölücülüğü tehlike saymamasıdır. Oysa, “Türkiye’deki asıl sorun terör değil bölücülüktür. Bölücülük, siyasetle, terörle ve propagandayla yapılmaktadır. Terör, bölücülüğün şiddet yaratan, baskı oluşturan ve devlet otoritesini zayıflatmaya çalışan, gücünü silahtan aldığı insanlık dışı boyutudur. Türkiye’deki terörün siyasi amacı, bölücü siyasetin önünü açmaktır. Bölücü siyasetin amacı da ulus devlet anlayışını kırmak, ayrı bir Kürt milleti oluşumu yaratmak, bunu yasallaştırmak, ayrıcalık- GÜNDEME BAKIŞ lı bir statü elde etmek, üniter yapıyı bozarak önce demokratik özerklik adı altında bir yönetim biçimi, daha sonra da federasyon ve imkân bulunca da bağımsız bir devlet oluşturmaktır. Ancak terör can yaktığı, acı çektirdiği, korku, baskı ve şiddet yarattığı için daha çok dikkat çekmektedir. Siyasi bölücülük, demokrasi, özgürlük ve düşünce hürriyeti kapsamında yürütülmektedir. Hatta yeni anayasa çalışmalarında kendisine yer bulabilmek için masum gösterilmeye çalışılmaktadır.”(1) PKK terör örgütünün bölücü siyasetin önünü açtığını, bölücü parti ile amaç birliği olduğunu göz ardı etmemek lâzım. Bunun bilinmeyen bir yanı da yok. Partinin milletvekili ve belediye başkan adaylarını terör örgütü belirler, parti de siyasi faaliyet yürütür. Örgüt aynı, lider aynı, hedef bir. Sadece görevler ayrılmış… Bu yüzden, terör örgütüne karşı olunsa da Kürtçü bölücülüğe göz yummak, Türkiye’yi bugünkü felakete sürüklemiştir. PKK’nın her terör eyleminden sonra birilerinin ortaya çıkıp “Kürt hakları”ndan bahsetmesi, “akan kan durdurulsun. Bu sorun silahla çözülmez, müzakere ile çözülür.” demeleri samimiyetten uzaktır ve aynı planın parçasıdır. HİSARCIKLIOĞLU’NUN ÇÖZÜMÜ PKK’nın Gaziantep eyleminden sonra 12 sivil toplum kuruluşunun terörü kınamaları yerinde ve yararlı olmuştur. Ancak bu kuruluşlara sözcülük yapan TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun “Çözüm yeni Anaya- 4 sa” sözüne bir anlam veremedik. Sayın Hisarcıklıoğlu Anayasa’ya terörü ortadan kaldıracak hangi maddeleri öneriyorlar acaba? Yoksa, terör örgütünün malum taleplerini kabul edelim de işi bitirelim mi diyorlar. TBMM BAŞKANI CEMİL ÇİÇEK’İN GÖRÜŞÜ TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek de 27.08.2012 tarihinde “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat” başlıklı 11 maddelik bir metin yayımladı. Genel olarak olumlu temenniler içeriyor. Ancak “ulusal mutabakat” adı verilen metnin hiçbir yerinde “Türk” sözcüğü geçmiyor. Bunun için çok uğraşmış olmalılar. Devletin, ülkenin, milletin ve başkanı olduğu yüce meclisin adının yer almadığı ve şahsi görüşleri ihtiva eden bir metine nasıl “ulusal mutabakat” dediklerine de hayret ediyoruz. Mesela, benim iki noktada itirazım var: Birincisi topluma “yeni anayasa”, ikincisi de “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” öneri ve taahhütleridir. İkisi de bölücülerin eskiden beri, Kürt kimliğinin yasal statüye kavuşturulması ve bölgesel özerkliğin önünün açılması doğrultusundaki talepleridir. ABD ve AB de bu konuda ısrarcı… Dolayısıyla, Türk milletinin değil de bölücü odakların ABD ve AB’nin taleplerini “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat” başlığı altına yerleştirmek, TBMM Başkanına hiç yakışmamıştır. Sayın Çiçek’e ve Hisarcıklıoğlu’na hatırlatırız: 1984’ten bu yana, Özal’dan Erdoğan’a örgütün yüzlerce talebi karşılandı: birbiri ardınca aflar, Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi, bölücülük propagandasının serbest hale getirilmesi, Kürtçe TV’nin açılması, Habur olayı, Oslo görüşmeleri, İmralı’ya tanınan imtiyazlar, bölücüler mutlu olsun diye TSK’ya yapılan operasyonlar, üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılması, Kürtçenin seçmeli ders yapılması… Bunlar terörü engellemek şöyle dursun azaltmış mıdır? Demek ki vermek çare değil. Bu konuda sözün ve çözümün doğrusunu Ahmet Bican ERCİLASUN hocamız söyledi. Ona kulak verilmeli: “Bölücü teröre karşı yürütülen mücadelede silahlı güçlerin öne çıkarılması doğrudur. Terörist silah kullanmaktadır; o hâlde silahla karşılık gör- melidir. Ancak bu yeterli değildir. Özellikle iktidarın ve yandaşlarının müzakere ve çözüm gibi ifadeleri derhal bırakması gerekmektedir. Teröristin niçin isyan ettiğini ve niçin her gün bizi can evimizden vurduğunu bilmeyen kalmamıştır. Teröristin bir amacı vardır; o da ülkeyi bölmek ve kademe kademe bağımsız Kürdistan hedefine ulaşmaktır. Bunu kendileri de, sivil uzantıları da her gün söylüyor. Şu hâlde müzakere ve çözüm demek, teröristin isteklerini konuşmak demektir. Ne yani; siz teröriste karşısınız; fakat taleplerine karşı değil misiniz? En azından, taleplerini müzakere edebiliriz mi demek istiyorsunuz? İşte tam da bu tutumunuz dolayısıyla terörist asla silah bırakmaya yanaşmayacaktır. Yürüttüğü silahlı mücadele sayesinde taleplerinin müzakere edilebilir olduğunu görmüştür. Milletin değil ama önemli bir kısım entelin, ne olursa olsun, yeter ki çözüm olsun, yeter ki analar ağlamasın, noktasına geldiğini ve hatta kendi taleplerini kendilerinden Barzani’ye niçin toz kondurmuyor, üstelik Ankara’da devlet törenleriyle karşılıyorsunuz? Kuzey Irak’ı devlet olarak tanıma doğrultusunda her şeyi yaptınız ama onlar PKK’yı desteklemeye, barındırmaya hayasızca devam ettiler. daha fazla savunduklarını görmüştür. Bağımsızlık vereceksek verelim, yeter ki terör dursun, diyen yazarlar bile vardır. Siz politikada ve medyada bu havaya girdikten sonra adamlar silahı niçin bıraksınlar ki? Netice aldıklarını görüyorlar; terörü niçin bıraksınlar?” (2) BARZANİ DOST MU? Terör konusunda siyasi iktidarın ikinci yanlışı, Barzani’ye güvenmelerinden kaynaklanır. Kuzey Irak, PKK terör örgütünün yuvalandığı, beslendiği, eğitimi yaptığı, karargahının da bulunduğu bir coğrafya… Burası Kuzey Irak Kürt yönetiminin hükümranlık alanı olduğuna göre PKK’nın eylemlerinden Barzani niçin sorumlu tutulmaz? Kendi başı derdinde olan Suriye’yi suçluyorsunuz ama… Barzani’ye niçin toz kondurmuyor, üstelik Ankara’da devlet törenleriyle karşılıyorsunuz? Kuzey Irak’ı devlet olarak tanıma doğrultusunda her şeyi yaptınız ama onlar PKK’yı desteklemeye, barındırmaya hayasızca devam ettiler. Bu çelişkinin izahı- nı hangi akıl, hangi vicdan yapabilecek? Sınırımızın 5-10 kilometre ötesindeki Haftanin, Metina, Zap, Avaşin, Basyan, Hakurk terör kamplarına Türkiye’nin girmesini engelleyen hangi gizli antlaşmalardır? Türkiye bu terör merkezlerini yok edemeyecek kadar aciz mi? Türkiye aciz değildir ama Türkiye’yi aciz gösteren, elini tutan uyguladığı yanlış politikadır. Türkiye ABD’nin öylesine bir esiri olmuştur ki onun köpeğine bile “oşt!” diyemiyor. Suriye ile iyi dost iken birden bire düşman olmamız bundandır. Irak’ın kuzeyinden ders almayıp Suriye’nin kuzeyinde bir Kürdistan kurulmasına sebep olunması bundandır. ABD’nin yönlendirmesiyle Suriye’ye, Irak’a, İran’a karşı düşmanca işler yaparsanız onlar da kendi kozlarını kullanacaklardır. Bunu engelleyemezsiniz. Başından beri PKK terör örgütünü destekleyen, Türkiye’yi de kapsayan yeni Ortadoğu haritaları çizen, “ABD olası bir bağımsız Kürt devletini destekleyecektir” diye açıklamalar yapan ABD değil mi? O halde Türkiye, ABD ile aynı safta nasıl olabiliyor? Celladınla aynı saftasın ve dostlarınla düşmansın. O cellat neler yaptırmadı sana, bir düşün. Daha net ifade edelim: ABD Ortadoğu’da kendi güdümünde bir Kürt devleti istiyor. Bu devletin Akdeniz’e kıyısı olacak ki petrolü sevk edebilsin. Ayrıca İsrail’e de her zaman arka çıksın. İşte bu amaç için PKK terör örgütü devreye sokulmuştur. Bu tetikçi örgüt marifetiyle Türkiye’ye biçim veriyor. Bazen tehdit, bazen uyarı, bazen de dayak… Kısacası, düşmanı doğru tespit edip safımızı buna göre belirlemeliydik. Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’nin de bir terör üssü olacağı kesin… Çünkü geniş bir bölgede PKK hakimiyet sağlamış durumda. Suriye parçalanırsa Kamışlı’dan Akdeniz’e kadar Türkiye’nin güneyinde PKK’nın sözünün geçtiği bir Kürt devleti oluşmaya başlayacak. Böylece 4 parça sözde Kürdistan’ın iki parçası gerçekleşmiş olacak. Şimdi bunun öncülüğünü Barzani yapıyor. Yıllar önce söylemişti ama yöneticilerimiz önemsemedi. “Komşu devletler (Türkiye, İran ve Suriye) bağımsız Kürt devletinin kurulmasını bir günah gibi görüyorlar. Ben bu günah perdesini yırtıp onlara devlet kurmanın Kürtlerin hakkı olduğunu göstermek istiyorum. Kim kimin ülkesini parçalıyor. Onlar (Türkiye, İran, Irak, Suriye) Kürdistan’ı sömürgeleştirerek dört parçaya ayırmışlar. Biz kendi ülkemiz olan Kürdistan’ı birleştirmek istiyoruz. Onlar (Kürdistan’ı sömürgeleştirenler) hakkımızın ne olduğunu anlasınlar; Kürt ve Kürdistan gerçeğini anlasınlar, akıllı olsunlar. Kürtlere dostluk elini uzatmak Türkiye’nin yararınadır.”(3) Erdoğan’ın Türkiyesi bu tehdide, maalesef boyun eğdi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu Barzani’yi 28 Ağustos 2012 tarihli gazetelerde Amerikalı tarihçi Webster Tarpley’in görüşlerine yer verilmiş. Tarihçi şöyle söylüyor: “Türk yetkililer, ABD ve İngiltere ile ittifak yapmanın ölümcül bir kucaklaşma olduğunu anlamalı. Ankara’nın Suriyeli muhalifleri desteklemesi, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına zarar verir.” ağabeysi olarak görüyor ama Kuzey Irak terörün merkez üssü olmaya devam ediyor. Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’de de bir terör bölgesinin oluşmasının Türkiye için nasıl bir tehlike yaratacağı çok kesin. Türkiye’nin Suriye politikasının yanlışlığı bu noktada da ortaya çıktı ve Başbakan, “Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız.” demeye başladı. Ancak çok geç… Suriye’li muhalif ve teröristlerin desteklenmesi neticesinde Suriye’nin parçalanması Türkiye’nin başını çok ağrıtacak. “Türkiye, yeni Suriye’de birinci derecede rol oynayacak, çok karlı çıkacak.” Diyenler çok yanılıyorlar. Bunlar ABD ağzıyla konuşan ve iktidarı dolduruşa getirenlerdir. Bunlar diyorlar ki “Kuzey Irak’la nasıl dost isek Kuzey Suriye ile de öyle dost oluruz. Burası Türkiye’ye tehdit oluşturmaz.” Kuzey Irak’ın Türkiye için nasıl bir tehdit ve tehlike yaydığı ortada iken bu sözleri söyleyenlerin kime ve hangi fikre hizmet ettiklerine bakmak gerekir. SURİYE’Yİ KİMLER KARIŞTIRDI? Bugünlerde gazetelerde müthiş haberler var. Bunların çoğu, dış medyadan alıntı… Çünkü, Türkiye’de iktidarın icraatını eleştirmek belli bir risk taşıyor. Bu bakımdan, dış kaynaklardan aktarma yapmak, onlar için kolay olmaktadır. 28 Ağustos 2012 tarihli gazetelerde Amerikalı tarihçi Webster Tarpley’in görüşlerine yer verilmiş. Tarihçi 5 6 şöyle söylüyor: “Türk yetkililer, ABD ve İngiltere ile ittifak yapmanın ölümcül bir kucaklaşma olduğunu anlamalı. Ankara’nın Suriyeli muhalifleri desteklemesi, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına zarar verir. Başkan Obama, Erdoğan’ı Suriye ateşinin içine çekerek oyuna getirdi. Modern Türkiye imha olabilir.” (4) tarihçinin bu uyarısına kimse kulaklarını tıkamamalı. Suriyeli isyancıların Türkiye’de kaldığı kampların ABD, İsrail ve İngiltere kontrolünde olduğu, isyancıların özel kamplarda eğitildikleri, bu kamplara milletvekillerinin dahi alınmadıkları, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin en önemli adımı olan Arap Baharı’nın bölgeye demokrasi değil şiddet, silah ve gözyaşı getirdiği, ABD’nin 2011’daki silah satışının 2010’a göre 3 kat artarak 66 milyar dolara çıktığı yine gazetelerde yer alan çok önemli haberlerdir. Ne acı bir tezattır ki kendi ülkesinde terör sorunu yaşayan Türkiye, Suriye’de rejim karşıtlarına ve Suriye’yi parçalamak için silaha sarılan asilere destek vermektedir. Elbette masum sığınmacılara kucak açmak bir insanlık görevi ama konumuz bu değil. Söylemek istediğimiz şey, Suriye’de devam eden kaosta Türkiye’nin siyasi iktidarının olumsuz rolüdür. Suriye’de kan döken silahlı muhalefeti bir defa bile eleştirdiklerini duymadığımız gibi bunları örgütlemek amacıyla Türkiye’de pek çok toplantıya da ev sahipliği yapılmıştır. Muhaliflerden oluşan Özgür Suriye Ordusu’nun internet sitesinde “Merkez üssümüz Hataydır!” açıklaması bu gerçeğin bir belgesi değil midir? Siyasi iktidar, Suriye’de yönetime karşı silaha sarılanları nasıl masum ve mazur görebiliyor? Hangi devlet kendisini yıkmak ve parçalamak üzere silah kullanıp anarşi ve terör yaratanlara seyirci kalır? Suriye’deki kanlı olaylar yönetime karşı oluşan bir tepkinin, bir hak aramanın sonucu değildir sadece. Suriye yönetimi durduk yere veya canı istediği için vatandaşına silah doğrultmadı. İsyan veya direniş dışarıdan planlandı. Suriye’nin Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda karıştırıldığı o kadar açık ki… Amaç, Irak gibi Suriye’yi de parçalamak, Büyük İsrail’in ve kukla Kürdistan’ın önünü açmak… Ayrıca İsrail’in korkulu rüyası Hizbullah’ı ortadan kaldırmak. Bölgeye demokrasi getirme söylemi ise çok büyük bir yalan. Suudi Arabistan ve Katar’da da demokrasi yok ama Batı emperyalizmi (ABD-AB) bu devletlerle çok iyi anlaşabiliyor. Türkiye’yi yönetenler bu gerçekleri bilmiyor olamazlar. Mutlaka biliyorlar. Ancak, kendisini BOP’un eşbaşkanı ilân eden kişi ve zihniyetin Batı emperyalizmine direnme şansı hiç yoktur. Onlarla olmaya mecburdur. Bu yüzdendir ki Türkiye, Suriye’de görev almış ve ABD, İsrail, İngiltere ve Katar ile beraberce Suriye’deki kan ve gözyaşının sorumlusu olmuştur. Atalarımızın çok anlamlı bir sözü var: Rüzgar eken fırtına biçer. Korkarız ki Suriye konusunda yapılan hataların bedelini Türk halkı ödeyecek. Ödemeye başladı bile. Dipnotlar 1.Armağan Kuloğlu, Yeniçağ Gazetesi, 25 Ağustos 2012, syf9 2.A.Bican Ercilasun, Yeniçağ Gazetesi, 26 Ağustos 2012, syf9 3.Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor? Umay Yayınları 2006 syf45 4.Sözcü Gazetesi, 28 Ağustos 2012 7 Sen Ölmezsen, Ben Ölmezsem... Bahri DENİZ Canım anam, yoksa ağlıyor musun?! Sana bıraktığım en büyük şan ve şereften sonra, hala sızlanıyor musun?! Yoksa ellerime yaktığın kınadan oğluma yakmayacak mısın? Ona da yak ana!. Bir gün büyüyüp bayrağına kastedenler olursa bana hak vereceksin oğlum. Neden bu bayrak bu candan daha kıymetli olduğunu, kimseye sormadan, cevap vereceksin. Oğlum!. Ağlama! Yoksa küçükken dizlerine koyduğum başımı şimdi vatanımın toprağından mı kıskanıyorsun? Saçlarımı canım vatanımın taşlarından mı sakınırsın? “Aslanım!” diye sıvazladığın sırtımı kutsal vatanımın toprağına dayamasa mıydım? Düşmanla çarpışırken vatan uğruna gururla siper ettiğim göğsümü süslemesin mi Anadolu çiçekleri? Açmasın mı üzerimde sevdalıların topladığı nergisler, kokmasın mı bağrımda güller? Ağlama anam ağlama!.Vatan toprağı senin kucağın değil mi anam! Bak beni üzüyorsun. Sevgili babam! Sen ki, beni dualarla uğurladın. Ağladığın belli olmasın diye, ne kadar da metin durdun karşımda. Hâlbuki geri dönmeyeceğimi zannettin. Dönmedim mi baba, al bayrağın içinde? Kabartmadım mı göğsünü, eğdim mi o dik başını yoksa?! Gurur duy baba, gurur duy!. Babam! Dayandığım en güçlü omuz, sarıldığım en kudretli el sendeydi. Yine sarıl baba, yine omuzla beni!. De , korkma, de! “Oğlum şehit!”de, ağlama! Bak beni çok üzüyorsun. Sevdiceğim, biricik eşim benim!. Yüreğimin parçası! Anamdan sonra bildiğim en özge kadın! Yıllar sonra sıcak kollarında, senin yanında ölemediğim için kızma bana! Bak bu sefer eve erken geldim. “Hoş geldin!” demeyecek misin? Sarılmayacak mısın bana? Bak bu sefer sana hediyelerin en büyüğü, en ulvisi, en kutlusu rütbemle geldim. Bu rütbe ki, hiçbir okul vermez onu kimseye. Hiçbir komutan bu rütbeyi çakamaz askerinin apoletine. Bu rütbeyi yalnız Allah verir. Övün!. Ellerinden tutup, parklarda gezdiremedim seni, bebeğimizin arabasını birlikte seçemedik; resimlerinizle hasret dindirdim. Farz et ki, şimdi sen askersin. Bahçesinde bebelerimizin koşuşturacağı o evi alamadım sana. Ama sana koca bir vatan bıraktım. Ağlama!. Yoksa çok üzülürüm. Oğlum! Canımın aziz parçam! Kocaman olduğunda babanın neden yanında olmadığını öğreneceksin. O zaman sen de senden olan için aynı şeyi yapıp benim verdiğim kararı vereceksin. Gönlün alabildiğince senin olan bu vatanının bir parçası olmamdan gurur duyup, alnın ak, başın dik gezeceksin. Hani okula gittiğinde sınıf tahtasının üzerinde bir resim var ya… Atatürk işte... Ben onun yanındayım. Hani İstanbul’u fetheden Fatih var ya, şu tarih dersinde okuduğun ve gurur duyduğun… Oğlum, onları, sana hayat veren ecdadını öğren, babanın arkadaşlarını tanı. Hani sana öğretmiştim ya, salavat getirmiştik efendimize… O da benimle şu an. Annene de söyle, dualarınıza hepimizi katsın tamam mı oğlum! Biricik yavrum! Bak şimdi sen çok küçüksün, resmimi öpüp duruyorsun şu an… Sen beni göremesen de ben seni izliyorum. Bir gün büyüyüp bayrağına kastedenler olursa bana hak vereceksin oğlum. Neden bu bayrak bu candan daha kıymetli olduğunu, kimseye sormadan, cevap vereceksin. Oğlum!. Ağlama!. Yoksa çok üzülürüm. “Sen ölmezsen, ben ölmezsem bu vatan uğruna, nereden bulacağız uğruna ölünecek bir vatan daha?” 8 TARİHİNİ BİLMEYEN MİLLETLER YOK OLMAYA MAHKÛMDUR: TEMMUZ-AĞUSTOS 1919 www.cihandura.com Prof. Dr. Cihan DURA MUSTAFA KEMAL PAŞA VE lordum emrinizdeyiz. Bundan sonra da ne emirleriniz ARKADAŞLARININ ÖNÜ KESİLMEK varsa, yerine getirmeyi şeref bilirim.” İSTENİYOR Trakya/Paşaeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin Amiral Calthorpe (Kaltorp)’dan Osmanlı Hariciye Birinci Kongresi. Nezareti’ne nota: “Mustafa Kemal ve Cemal paşaları Kara Vasıf: “Amerikan mandası isteyelim.” kayıtsız şartsız ve süresiz olarak geri çağırın, kanun İtalyan ve Yunanlılar, Ege’de İtalyan-Yunan işdışı ilan edin.” Osmanlı Harbiye Nazırı Ali Ferit gal hattı konusunda anlaşıyor. Denizli Millî Heyeti Paşa Atatürk’ü Padişah adına İstanbul’a çağırıyor. Denizli’de seferberlik ilan ediyor. Atatürk’ün yanıtı: Gelmiyorum! Batum’da Pontus Rumları Kongresi’nin toplanmaİstanbul hükümetinden, Mustafa Kemal Paşa’ya: sı. 3. Ordu Müfettişliği görevinden alındın. Paşa’nın Atatürk’ün Mazhar Müfit Kansu’ya yanıtı: “HüHarbiye Nezareti’ne kümet şekli zamanı gelince ve Vahdettin’e yanıtı: Cumhuriyet olacaktır.” “Resmî vazifemle birlik-Damat Ferit’in istifası. İngiliz Yüksek Komiserliği te askerlikten de istifa 3. Damat Ferit Hükümeti ettim.” Atatürk, resmî kuruluyor. Müsteşarı Hohler’in notu: görevlerinden istifa et-İngiliz Yüksek Ko“Türkleri zayıflatmak için tiğini, kutsal millî gaye miserliği Müsteşarı için çalışmak üzere artık Hohler’in notu: “Türkleri Kürtleri harekete geçirmek iyi milletin sinesinde bir zayıflatmak için Kürtleri bir plandır.” ferd-i mücahit olarak harekete geçirmek iyi bir bulunduğunu bir genelge plandır.” İngiliz ve Fransız ile orduya, valilere ve yüksek komiserlerinin ortak millete bildiriyor. kararı: ”Padişah desteklenmelidir. Her türlü ihtilale Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla Erzurum’da, karşı konulmalıdır.” törenlerle karşılanıyor. Erzurum Kongresi açılıyor. Dahiliye Nazırı Âdil: Ali Galip Elazığ’da valilik görevine başladı. İstan- Erzurum Kongresi dağıtılsın. bul Hükümeti asker ve bağış toplanmasını yasakladı. Yüksek Komiser Calthorpe’un raporundan: “HüYüksek Komiser Calthorpe’dan İstanbul kümet Mustafa Kemal’i kanun dışı kabul edip ona Hükümeti’ne: “3. Ordu Komutanı Refet Bele’yi de göre davranmalı.” Hükümet’ten valiliklere: “Mustageri çağırın.” Albay Refet Bele’nin yerine 3. Ordu fa Kemal Paşa’yı ve Rauf Bey’i derhal yakalayarak Komutanlığı’na atanan Albay Selahattin Köseoğlu bir İstanbul’a gönderin.” Harbiye Nazırı Nazım Paşa İngiliz gemisiyle Samsun’a geliyor. Refet Bele, görevi Atatürk’ün tutuklanması için Kâzım Karabekir’den Albay Selahattin Köseoğlu’na devrediyor. Yüksek Koyardımcı olmasını istiyor. miser Calthorpe (Kaltorp)’un Sadrazamlığa yazısı: -Bekir Sami Kunduh’dan, Atatürk’e: “ABD manda“Mustafa Kemal Paşa’nın ya İstanbul’a dönmesini sını tercih ederim.” sağlayın ya da aleyhinde gerekli önlemleri alın!” -Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiserliği MüsErzurum’da bulunan İngiliz Albay Rawlinson’dan teşarı Tom Hohler’e: “Lüzumu halinde Padişah’ın Mustafa Kemal Paşa’ya: Erzurum Kongresi’ni toplave benim güvenliğim İngilizler tarafından korunacak maktan vazgeçin; aksi halde kongreyi zor kullanarak mıdır?” dağıtacağız. Atatürk’ün yanıtı: Kongre toplanacaktır! Damat Ferit: Erzurum Kongresi’ni önleyin. Mustafa AĞUSTOS 1919… MİLLÎ HAREKETİ Kemal Paşa’yı tutuklayın. DAĞITMA GİRİŞİMLERİ, AMERİKAN Ordudan istifa eden Atatürk’e, Kâzım Karabekir MANDASI TALEPLERİ Paşa’nın esas duruşa geçerek söylediği: “Ben ve koDahiliye Nazırı Adil’in demeci: “İzmir’de çete 9 Alaşehir Kongresi. teşkil edenleri dağıtmak için gerekirse askerî kuvvete -Atatürk’ten Damat Ferit’e uyarı telgrafı: “Millet başvuracağız.” İstanbul’dan gönderilen Jandarma her türlü iradesini gerçekleştirmeye muktedirdir. GiGenel Komutanı Kemal Paşa Denizli’de… Yunanrişimlerinin önüne geçebilecek hiçbir kuvvet mevcut lılarla çarpışmaktan vazgeçilmesini istiyor. Damat değildir. Millet çizdiği program içinde gayet kesin ve Ferit’in İngilizlerden talebi: “Bütün tutuklu Türkleri açık adımlarla gayesine yürümektedir.” Malta’ya götürün!” Lord Curzon’dan Amiral Webb’e: “Sultan’ın Birinci Nazilli Kongresi. güvenliğini sağlayınız.” Lloyd George’un Avam Erzurum Kongresi sona eriyor. Başlıca kararlar: Kamarası’nda yaptığı konuşma: “Türkiye ile yapıMillî sınırlar içinde vatan parçaları bir bütündür; birlacak barış İngiltere’nin hayatî çıkarlarını ilgilenbirinden ayrılamaz. Osmanlı Hükümeti’nin dağılması durumunda, yabancı işgaline karşı millet kendini savu- dirmektedir. İmparatorluğun geleceği Türkiye sorununacaktır. Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak nun çözümüne bağlıdır.” Sivas Valisi Reşit Paşa’dan Mustafa Kemal ve milli iradeyi egemen kılmak esastır. Manda ve hiPaşa’ya: “Fransız jandarma Müfettişi Brunot Sivas maye kabul olunamaz. Kongresi’nden vazgeçilmesini istedi. Sivas’ın işgal Atatürk Heyet-i Temsiliye Başkanı… Atatürk’ün edilmemesi için kongreyi başka bir ilde toplamak yeMazhar Müfit Kansu’nun hatıra defterine yazdırdıkrinde olur.” Atatürk’ün Fransız Jandarma Müfettiları: “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olaşi Brunot (Brüno)’ya yanıtı: “Mösyö Brunot bilmecaktır. Tesettür kalkacaktır. Şapka giyilecektir. Latin lidir ki Fransızların Sivas’ı işgale karar vermeleri, alfabesi kabul edilecektir.” kendilerine pek pahalıya mal olacak yeni bir harbe Veliaht Abdülmecit’in açıklaması: “Anadolu’daki karar vermelerine bağlıdır.” hareket hainane, delice ve gaddarcadır. Türkiye AmeAtatürk: “İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturrikalılara bırakılmalıdır.” Damat Ferit Hükümeti, muş gidiyor. Bu olmayacaktır. Manda yok. Ya bağımbütün illere Kuva-yı Milliye’nin dağıtılması emrini sızlık ya ölüm var.” veriyor. Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın orİstanbul’un, XX. Kolordu Komutanı Ali Fuat dudan çıkarılması, nişanlarının geri alınması ve “fahri yaverlik” unvanının kaldırılması hakkındaki Cebesoy’un görevden alındığını öteki kolordulara bildirmesi. hükümet kararını onaylıyor. Atatürk ve arkadaşları Sivas’a gitmek üzere Halide Edip Adıvar’ın Atatürk’e mektubundan: Erzurum’dan ayrılıyor. “Davamızda yardımcı Sivas Kongresi’ni daolabilmesi için bu fırsat ğıtması için, Elazığ dakikalarını kaybetmeden, Damat Ferit’in İngilizlerden Valisi Ali Galip Sivas taksim ve yok olma kortalebi: “Bütün tutuklu Türkleri Valiliği’ne ve III. Kokusu karşısında, kendimizi lordu Komutanlığı’na Amerika’ya müracaata Malta’ya götürün!” atanıyor. mecbur görüyoruz.” Fransızlar tutuklanDahiliye Nazırı Adil, mamak için saklanan eski Balıkesir ve Alaşehir Maliye Nazırı Cavit Bey’i, gece gizlice bir gemiye kongrelerinin engellenmesini ve dağıtılmasını istiyor. bindirip İstanbul’dan Avrupa’ya kaçırdı. Milli Hareket’i hızla dağıtmayı vadeden Süleyman -Refi Cevat Ulunay’ın yazısı: “İstiklal diye bağıŞefik Paşa Harbiye Nazırlığına getirildi. İstanbul Hükümeti 1., 2. ve 3. Ordu müfettişlikleri- ranlar kötü niyetlidir.” ni kaldırdı. 10 SARI SALTUK İLE İLGİLİ BİR FETVA TARTIŞMASI avehbiecer @ hotmail.com Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER Fetva İslâm Hukuku’nda, sorulan bir meseleye din bilgini (fakih) bir kişinin verdiği cevap olarak kullanılan bir terimdir. Soruyu sorana sâil veya müstefti, sorunun cevabını veren bilgin kişiye de müftü denilir. Tarih boyunca fetvalar Müslüman halklar tarafından uyulması gereken bir emir gibi algılanagelmiştir. Oysa fetvalar Kur’an hükmü, Peygamber emri değildir. Zamanın sosyal yaşantıların şartlarıyla kayıtlıdır ve şartların değişmesiyle fetva da değişebilir. İzmirli İsmail Hakkı merhum bir kitabında “Fetva zaman, mekân, hal, niyet, âdetin tağyiriyle tagayyür eder (değişimiyle değişime uğrar) muhtelif olur (1)” ifadesini kullanır. Aşırı değerde kabullenilerek İslâm Hukuku’nun ana ilkeleri üstünde kabullenilmesinin yanlışlığına işaret eder. Fetva ile ilgili en önemli ayrıntı fetvanın, yaptırım ifade etmediği, bir Müslümanın fetva ile eylemde bulunmazsa zorlanamayacağı ve kınanamayacağı hususlarıdır. Fetva genel bir hükümdür, bir haber verme (ihbar) dir ve müftü verdiği bir fetvadan dönebilir. Bir başka ayrıntı da fetva kurumunun ortaya çıkışından sonra müftülerin toplumun sosyal hayatının bütün ilişkilerini düzenleme görevi ile görevlendirildiği anlayışıdır. Bu anlayış, halkın aklına gelen –dinî olsun, olmasın- her şeyi müftüye sorabileceği ortamını doğurmuştur. Müftü ve Şeyhülislâm (Başkent müftüleri) lar da kendilerinde sorulan her soruyu cevaplandırma yetkisini bulmuştur. Aile ilişkileri, yiyecek-içecekler, ticarî ilişkiler, kılık-kıyafet… gibi din ve ibadet dışı konularla da karar verme durumunda olan müftü ve şeyhülislâmlar, her zaman geçerli olmayan, konu ve ilim dışı, gülünç fetvalar vermişlerdir. Fetva kitaplarında bunların birçok örneklerini bulabiliriz. Bu konuda bazı örnekleri içeren iki makalemizde küçük örnekler vermiştik (2). Bu yazımızda bazı şeyhülislâmların tarihî şahsiyetler hakkında tartışma yaratan fetvalarından bir örnek vereceğiz. Aslında müftülerin ihtisasları dışında kalan yiyecek-içecek, hastalık-sağlık, sosyal ilişkiler ve haklar, kılık-kıyafet, borçlar-alacaklar… ve benzeri konularda verdikleri fetvaların bazıları ilim dışı ve gülünçtür (3). Kanuni Sultan Süleyman’ın, Türk Tarihi’nde iz bırakan Şeyhülislâm Ebussuud (el-imadî) Efendi’den sorduğu soruya verilen cevap 1952 yılında Ankara Ü. Tarih boyunca fetvalar Müslüman halklar tarafından uyulması gereken bir emir gibi algılanagelmiştir. Oysa fetvalar Kur’an hükmü, Peygamber emri değildir. Zamanın sosyal yaşantıların şartlarıyla kayıtlıdır ve şartların değişmesiyle fetva da değişebilir. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Merhum Prof. Dr. M. Tayyib Okiç’in “Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva” başlığını taşıyan makalesi tartışmalar sebep olmuştur (4). Bu konuyu bana hatırlatan, bir dergide (5) yayınlanan makalem üzerine değerli bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün mektubu (6) oldu. Sayın Köstüklü mektubunda Makedonya gezisinde Hıristiyan halkının Müslümanlar arasında Sarı Saltuk’a ait diye bilinen türbeyi St. Naum türbesi olarak ziyaret ettiklerini gördüğünü anlatıyor. Doğru olan bu tespit 1952 de iki bilim adamı arasında yapılan tartışmayı hatırlattı. Merhum Okiç anılan makalesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sorusu üzerine Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin verdiği fetvayı incelemeye alır. Fetva şöyledir: “Soru: Sinde sindaşım, halde haldaşım, ahret karındaşım, eimme-i selef, bu meselede ne buyurur ki; Sari Saltuk dedikleri şahıs evliyaullah mıdır, beyan buyurulup müsab oluna. Cevap: Riyazet ile kadîd olmuş bir keşiştir (7)” Okiç bu makalesinde Ebussuud Efendi gibi birinin böyle bir fetvayı veriş sebebini anlatmaktadır. Bu makale metnine maalesef ulaşamadığım için, makalenin içeriğini anlatan bir bildiriden (8) aktarma yapacağım. Sayın Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın şöyle diyor: “Sveti Naum manastırındaki Şapel’de (9) Hıris- ninin olamayacağı üzerinde durur (10). Ancak Okiç bu uzun makaleye “Bir Tenkidin Tenkidi” başlığı altında daha uzun soluklu (91 sayfa) bir yazıyla cevap verir (11). Ebussuud’un böyle bir fetvayı verişinin sebebinin Sarı Saltuk hakkında –o günkü şartlarda- doğru bilgiye sahip olmayışına bağladığı ifadesiyle şu cümleyi nakleder: “… O makalemizde Ebussuud’un, o zaman, bugünkü bilgi ve şartlara sahip olsaydı hükmünün aksi şekilde tecelli edebileceğini tahmin ettiğimizi açıklamış bulunuyoruz” Okiç, Yörükan’ın vefat etmiş kimseler hakkında fetvaların gereksizliği konusuna cevaben de Yörükan’ın güvendiğini beyan ettiği fetva kitaplarında Muaviye, tiyanların Sveti Naum’a ait olduğunu düşünerek ziyaret ettikleri ve sesler geldiğine inanarak dilek tutup kulaklarını dayadıkları bir mezar, geçmişte Türkler tarafından da Sarı Saltuk mezarı olarak kabul edilmiş ve saygıyla ziyaret edilmiştir. Tarihte bu mezarın hem Hıristiyanlar, hem de Müslüman Türkler tarafından ziyaret edildiği, Hıristiyanların mezarda Sveti Naum’un yattığına inandıkları, Müslüman Türklerin ise mezarda Sarı Saltuk’un yattığına inandıkları araştırmacıların çalışmaları ile ortaya konulmuştur. Sarı Saltuk’un rahiplerle mücadelesi, onların yerine geçmesi gibi menkıbeler Saltukname’de yer almaktadır. Birkaç dil konuşabilen Sarı Saltuk, Tevrat’ı, İncil’i baştanbaşa ezbere bilmektedir. Kiliselerde rahip kılığında vaaz vermekte, bu yolla Hıristiyanları İslâm Dini’ne davet etmektedir… Rumeli’de Müslümanlığın yayılışı sırasında İslâm Dini’nin propagandacıları, yöredeki Hıristiyan azizlerinin menkıbelerini Müslüman Türk azizlerine mal etmişler, hatta bu Hıristiyan azizlerinin gizli Müslüman olduklarını veya Müslüman Türk azizleriyle yakın arkadaş oldukları propagandasını yaymaya çalışmışlardır.” “… Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin Sarı Saltuk’un bir keşiş olduğu şeklinde fetva vermesi… Bu sebepledir , Şeyhülislâm Efendi’nin Sarı Saltuk hakkındaki fetvasını araştıran Prof. Dr. M. Tayyib Okiç, konuyu incelerken, Sarı Saltuk’un Hıristiyan azizleriyle münasebeti üzerinde de durmuştur… Okiç bu fetvanın veriliş sebebini aydınlatmaya çalışmıştır: “Ölümü üzerinden uzun zaman geçmeden Sarı Saltuk’a ait menkıbelerle arasında bir irtibat (ilişki) kurulmaya başlandığı anlaşılıyor. Sarı Saltuk menkıbelerinin Hıristiyan azizlerinden en çok Nikola, sonra Cörc, Simeon, Eli, Spridon ve Naum’un menkıbeleriyle karışık olduğu görülmektedir diyen Okiç, böyle bir fetvanın verilmesinin Sarı Saltuk’un yanlış tanıtılmasından kaynaklandığını belirtmektedir” Bu makaleye aynı fakülte öğretim üyelerinden Prof. Yusuf Ziya Yörükân, “Bir Fetva Münasebetiyle” başlığı altında yazdığı makalesinde bu fetvanın fetva tekniğine uygun olmadığını ve bu sebeple uydurma olduğunu anlatıyor. Bu arada Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin derin bilgisinin böyle bir böyle bir fetvayı vermeye iz- Sarı Saltuk’un rahiplerle mücadelesi, onların yerine geçmesi gibi menkıbeler Saltukname’de yer almaktadır. Birkaç dil konuşabilen Sarı Saltuk, Tevrat’ı, İncil’i baştanbaşa ezbere bilmektedir. Kiliselerde rahip kılığında vaaz vermekte, bu yolla Hıristiyanları İslâm Dini’ne davet etmektedir… Rumeli’de Müslümanlığın yayılışı sırasında İslâm Dini’nin propagandacıları, yöredeki Hıristiyan azizlerinin menkıbelerini Müslüman Türk azizlerine mal etmişler, hatta bu Hıristiyan azizlerinin gizli Müslüman olduklarını veya Müslüman Türk azizleriyle yakın arkadaş oldukları propagandasını yaymaya çalışmışlardır.” Gazalî gibileri için verilen fetvaların varlığına işaret eder. Sarı Saltuk’u gereği kadar tanımadığı, Müslümanlar ve Hıristiyanlar tarafından aynı mezarın kutsandığı, Sarı Saltuk’un Hıristiyan azizleriyle karıştırıldığı bilgilerine dayanarak böyle bir fetvanın verildiği anlatılır. Oysaki Sarı Saltuk bir Ahmet Yesevî dervişidir. Balkanlarda tasavvufî bilgi ve telkinleriyle hizmet etmiştir. Bu konuda Prof. Dr. İ. Agah Çubukçu’nun şu ifadeleri önemlidir: 11 12 “Sarı Saltuk etkisi geniş olan bir düşünürdür. Özellikle tutucu Hıristiyanların vicdanlar üzerinde baskı yaptığı bir dönemde tasavvufî duygularla İslâm’ın sevilmesini sağlamıştır. Kendisi bozacıların pîri olarak tanınır (12)” Bu örnek tek değildir. Bazı ilmi, sanatı, yöneticiliği sebepleriyle tarihe geçmiş kişilerle ilgili sorular sorulmuş ve şeyhülislâm da bu sorulara cevap vermiştir (13). Ayrıca bazı yiyecekler (pırasa, ısırgan otu, yılan balığı, istiridye, boza…) hakkında da fetvalar alınmıştır. Hatta bazen çok ileri gidenler olmuş meşhur şair Nefî’yi şöyle isyan ettirmiş: Milli Mücadele’den sonra oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumundan sonra demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” niteliği kazandı, şer’iye vekaleti kaldırıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı “Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında” kalacak şekilde Anayasal (Madde 136) teminat altına alındı. “Bana kafir demiş müftî efendi Tutalım ben diyem ona Müselman Varıldıkta yarın rûz-i cezaya (ahrete) İkimizde çıkarız anda yalan” Gene Ebussuud Efendi’nin tam metnini konuyu uzatmamak için alamadığımız fetvasıyla Yunus Emre’nin şiirlerinden dolayı tekfir edildiğini hatırlatmalıyım (14). Sonuç Fetvalar yaptırım ifade etmezler. Eski fetvalar şeyhülislâmların yaşadıkları dönemlerin sosyal, kültürel durumlarını aksettirdikleri için kültür ve medeniyet tarihçileri, sosyologlar, din bilginleri, İslâm tarihçileri, din sosyolog ve psikologları… için önemli kaynaklardır. Milli Mücadele’den sonra oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumundan sonra demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” niteliği kazandı, şer’iye vekaleti kaldırıldı, Diyanet İşleri Başkanlığı “Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında” kalacak şekilde Anayasal (Madde 136) teminat altına alındı. Bir danışma kurulu olan Yüksek Din Kurulu fetva mahiyetinde verdiği kararlarla “… siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri (Madde 24) istismar edecek, kötüye kullanılacak kararlar alamaz, fetvalar veremez.” Din, ibadet, ahlak konuları dışına çıkamaz ve bunların dışındaki konular (sosyal kurumlar, ilişkiler, ticaret, sağlık, emniyet… gibi) kanun konularıdır. Bu bakımdan artık bugün yılan balığının yenilip yenilmeyeceği, kimlerin cezalanıp cezalanmayacağı, ısırgan otunun, pırasanın, midye, istiridye, istakoz’un yenilip yenilemeyeceği müftüye sorulmamalıdır, sorulduğu zaman da müftüler bu soruların cevabını verecek kurum ve bilginlere yönlendirmelidirler. Artık müftüler ve din bilginleri siyasete ve kendi konuları dışına ait fetva ve görüş beyan etmemelidirler. DİPNOTLAR---------------------1. İsmail Hakkı İzmirli, İlm-i Hilâf, İstanbul, 1330, I, 294; Bu eser İnönü Üniv. İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali Duman tarafından İhtilaflar Bilimi (Malatya, 2010) başlığı altında notlar eklenerek anlaşılır şekilde sadeleştirilmiştir. Bu cümle adı geçen kitapta 270. sayfadadır. 2. A. Vehbi Ecer, “Türk Kültürünün Tetkikinde Fetva Kitaplarının Önemi”, Türk Kültürü Dergisi, Nisan 1970, Sayı 90, 400-405; Ecer, “İçtimai Hayat ve Kültür Tarihi Bakımından Fetva Kitaplarının Önemi”, Atatürk Ü. İslâmi İlimler Fak. (Tayyib Okiç Armağanı), Ankara, 1988, 251-265. 3. Ecer, önceki makaleler; A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Ankara, 2012, II. Baskı, 87, 201; Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nesir, İstanbul, 1964, I, 58 vd. 4. M. Tayyib Okiç, “Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva”, Ankara Ü. Alahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1952, I, Sayı 1, 48-58. 5. A. Vehbi Ecer, “Ahmet Yesevî Dervişlerinden Saru Saltuk”, Bilgi Yurdu Dergisi, Ocak-Şubat 2012, Sayı 29, 7-8. 6. Nuri Köstüklü, “Vehbi Ecer Hocaya Mektup Var”, Bilgi Yurdu Dergisi, Mart-Nisan 2012, Sayı 30, 13. 7. Sin: yaş; karındaş, kardeş; eimme-i selef: selef imamları; musab: açıklama; riyazet: nefsin isteklerini kırma; kadid: bir deri, bir kemik kalmış kimse; keşiş: kilise papazı. 8. Şükrü Haluk Akalın, “Rumelide Sarı Saltuk’un İzleri ve Ohri’deki Sveti Naum / Sarı Saltuk Ziyaretgahı”, Çukurova Ü. Türkoloji Araştırmaları Merkezi Sempozyum Bildirileri; http:turkoloji.cu.edu.tr 9. Şapel: Hıristiyan mescidi. 10. Yusuf Ziya Yörükan, “Bir Fetva Münasebetiyle”, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1952, II-III, 137-160. 11. M. Tayyib Okiç, “Bir Tenkidin Tenkidi”, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953, II-III, 219-290. 12. İ.A. Çubukçu, “Sarı Saltuk’un Türk İslâm Kültüründeki Yeri”, 07.07.2012, www.kozanbaris.com 13. Örnekler için bak:Ecer, “Fetva Kitaplarının Önemi”, makalesi. 14. Bak: İst. Millet Kütüphanesi, Şer’iye Nu: 80’de kayıtlı Feteva-yı Ebussuud eserin 217 va-217 vb de, http/ www.İslam-tr.net 13 İHANET DAHA NASIL OLUR? karababaosman@ hotmail.com Osman KARABABA Bugünkü ıstırabımız, oluk oluk akan kanımız, dinmeyen sancımız dünkü korkak, yamuk, riyakâr, sahtekâr, münafık kararların sonucu değil midir!? Kömür torbalarına endeksli ABD eksenli siyasetin “eksen kayması”, şimdi neslimizin idamlık yaftası... AB-D’den dayatılan kanunlar… Bebek katilini astırmamak için değil miydi? Bırakalım sersemliği… Dünyanın neresinde görülmüş, bebeklerin kendi nesli tarafından katledildiği? Son on yılda “hainler” öyle azdırıldı ki, ülke kan gölüne döndü… Şemdinli kan kusuyor! Her gün onlarca şehit veriyoruz! Hakkâri’de devlet yok! Doğu kaynıyor, cehennem azabına eş! İçimizdeki hainler küresel kan emcilerle birlik olmuş, sen kalkmışsın “ihanet”e mesnetsiz ve insafsızca “terör damgası” vuruyorsun, üstelik gafilce biteceğini umuyorsun. Terörün tarihi kimliği olmaz. Oysa ihanetin kimliği belli… Sen ise “ihanet”i (milletin varlığına yapılan saldırıyı) “terör” diye kimliksizleştirerek türbanlayıp meşrulaştırıyorsun! Hiç mi izanın yok, hiç mi ihanet çığlıklarını duymuyorsun, hiç mi ülkenin ahvalini görmüyorsun; gözün yoksa burnunun deliği de mi yok? İhanet daha nasıl olur?! “Açılım” ihanetinden yüz bulan BDP’li vekil Sabahat Tuncel Şırnak’ta bölücü hainlerin yasadışı gösterisinde polis şefini tokatlıyor!.. Vekil Ayla Akat ve Sabahat Tuncel bölücü eşkıyanın vahşetinin 28. Yıl dönümünü davul zurna ile kutluyor, canilerle halay çekiyor!.. Türkiye; her gün onlarca şehit acılarıyla kavrulurken başta vekil Gülten Kışanak, Aysel Tuğluk olmak üzere BDP vekilleri Hakkâri’de büyük Türk milletiyle ve ordusuyla alay edercesine… Yol kesip adam kaçıran, kimlik soran, yollara her gün mayın döşeyen, ülkenin fırsat bulduğu her yerini kundaklayan… İnsanları vahşice doğrayan bebek katillerini kucaklıyorlar ve canileri öven açıklamalarda bulunarak vahşeti kutsuyorlar. Küresel emperyalizmin ilahlarına vahşetin çakallarına kurban ediliyor vatan… Ülke göz göre göre bölünmeye gidiyor, sen tutturmuşsun bir “terör” türküsü… Peki, Hakkâri Şemdinli tepelerinde dikleşemeyip sindiğiniz o ölüm korkusu neydi? İhanet çetelerinin Meclis uzantısı BDP’nin eşbaşkanı “Çukurca-Şemdinli arasındaki 400 kilometre PKK’nın denetiminde” diye zırvalıyorsa… Bu, olayların mostrası ve “vatana ihanetin provası” değil mi? Hiç mi izanın yok, hiç mi duymuyorsun, hiç mi görmüyorsun, gözün yoksa burnunun deliği de mi yok? İhanet daha nasıl olur?! * Doğumlar sancısız olmaz, doğumlar kansız olmaz. Doğu kıvranıyor. Bir sancı var… İktidara göre “terör”müş! Yok devenin nalı… Ne terörü be! Türkiye “Kürdistan’a gebe! “Terör” kılıfıyla hainlik meşrulaştırılıyor. Meclis’teki hain mikrofonların “Doğu’da özerk Kürdistan dev- leti kuracağız” diyerek alenen devlete karşı isyan başlatmaları… Yoksul, gariban halkın vergileriyle semiren “Baydemir”lerin, “Zana”ların, “Kışanak”ların, dağlardaki eli kanlı soysuzların Doğu Anadolu için “Burası Kürdistan topraklarıdır.” diye bayrak açmaları… Sahte aydınların, AB-D güdümlü tetiklerin, kefere bacakların don lastiği akillerin, tasmalı medyanın soğukkanlılıkla, doğacak “Kürdistan”nı kutsamaları… Planlı, programlı ve Büyük Ortadoğu Projesi zamanlı ülkeyi bölmeye yönelik girişim değil mi? İhanet daha nasıl olur? * Terör vatan edinmez. Yeryüzünün her yeri onun mekânıdır. Bu nasıl terör ki, “Büyük Kürdistan” derdinde… Terörün kurtuluş marşı olmaz! Terörün putu kadın, ilahı para, aşkı kandır. Bu yüzden bayrak rengi karadır; yeşille, sarıyla, kırmızıyla uğraşmaz, bir kere terörün bayrağı olmaz, terörün milliyeti de!.. “Federasyon”, “deklarasyon”, spekülasyon gündemden düşmüyor. Başucunda KCK marşı çalıyor ABD’li saksafon… Sen kalmışsın bütün bunlara “terör” diyorsun inatla! ABD patentli saltanatla ya acı gerçekleri görmüyorsun ya hakikati kabullenemiyorsun ya da ahmaksın… Var mı ötesi! İhanet daha nasıl olur? Terörün adresi olmaz; terör adres seçmez. Meclis’in çatısına konmaz. Terör uzantısı Meclis’te ise bu, millete hainliktir. O, kendi putuna tapar, bu yüzden Allah’ı bilmez. Ve terör asla uzun ömürlü olmaz! Mademki bu, terör ise; neden on yıldır bitiremedin ey dinci hancı! Nedir öyleyse bunca akan kan, nedir bu dinmeyen sancı?! Kan, kahpeliği ifşa eden değişmez mühür. Hainlik tarihin her kesitinde görülür. Tarifi, terör değil, kutsal vatana, yüce millete kalleşliktir! Hain, milletin içinden çıkar. Yılanda kuyruk… Başına buyruk değil, “baş”ın emrini uygular, fikretmez. Kendince hareket edemez. Taşerondur, muzu soyar efendisinin önüne koyar. Sen kalkmışsın hainleri serseri mayınlara benzetiyorsun… Öyleyse mayınları döşeten kim? Ya o çapulcuları yıllardır yeşerten?! Türk milletine küresel destekli yapılan ihaneti terör diye nitelendirerek “açılım”la resmen masumlaştıran sensin! Çok iyi biliyorsun ki, teröre alışılır, ama ihanete asla; insanın doğası bu... Tarih ihaneti asla affetmez! Tarihin toplumsal hazzı ve değişmez kanunu, haini kurşuna dizmektir. Korkak, aciz iktidarların “ihanet”e “terör” diyerek onu kamufle etme telaşı bu yüzden... Ancak şu hiç unutulmamalıdır ki; Millî iradeye atfedilerek vazifeyi ihmale sürükleyen bir niyet ve icraattaki acizlik memlekete ihanettir. Tarih, cezasız kalmış hiçbir ihanete şahit olmamıştır. Sen bu akılla gittiğin sürece usta, kendini de aynı çarkların altında bulacaksın sonuçta! 14 BIRAKIN DA OYNASINLAR İsmail BOZKURT İnsan niçin ister çocuk olmayı? Anne babaya güvenerek istediği kadar oyun, doyasıya uyku, gelecek kaygısı çekmeden yaşamak için. Sevmek, sevilmek, kırmak, dökmek ve sonunda da bağışlanmak için. Çünkü onlar çocuktur. Onlar, çocukluğunu yaşamak ister. Şayet yaşatmaz iseniz kırk yaşına dahi gelseler sizin yaşatmadıklarınızı, fırsat buldukları zaman yaşamaya çalışırlar. Ne de zor imiş çocuk olmak, bir de hesaba katılmayan bir ortamda iseniz. Her şey sizin (çocukların) iradeniz dışında ise, sizi birileri evirir, çevirir. Ondan sonra da size hedef koymaya çalışırlar. Her şey dışınızda oluşur. Şöyle olacak, böyle olacak. Yapabilir misiniz veya yapamaz mısınız düşünmezler. Hatta ebeveynlerinize bile danışmazlar. Durmadan el değiştirir, yer değiştirirler. Şartların uygun veya değil oluşunu da aramazlar. Önemli olan sadece kendileri için uygun olmasıdır. Göçebe çadırında uyandırılıp yola koyulan yarı uykulu aşiret çocukları gibi ederler sizi. Onlar, ne zaman nereye gittiğinin farkında bile olamazlar. Bir yerde konaklayıp, oynayıp, yorulup, uyuduktan sonra rüyalarını dahi seçemeden bir başka yere hareket ederler. Böyledir göçebe çocukları. Bitirebilirsen bitir oyunlarını, görebilirsen gör rüyalarını, seçebilirsen seç gördüklerini. Durmadan yer değiştir ve sonunda da uyku ile uyanıklık arasında şu soruları sorarlar kendi kendilerine: Neredeyiz, nasıl geldik buraya, birileri mi zorladı, bir başkasının yerini mi aldık, belli değil... Bu yolculuk halen anlaşılmadı çocuklar için. Devam ediyor uyku ile uyanıklık arasındaki durum. Kesintisiz 8 yıllık eğitim daha 15 yılını doldurmadan çocuklar için yeni bir göç 4+4+4 geldi, dayandı. Bir sürü zarar ziyana rağmen dünü yeni kavramaya çalıştığımız bir ortamda birden bire bugünkü, uygulama ile karşı karşıya kalmak şaşırtıcı gelmektedir. Şartları oluşmadan, alt yapısı hazırlanmadan alelacele yapılan kesintisiz 8 yıllık ilköğretim ne getirdi ise, sırf inat olsun diye yine hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan, uzmanların görüşleri alınmadan Millet Meclisi dışında birkaç milletvekili tarafından hazırlanıp sunulan 6287 Sayılı Kanun da olumsuzluk getirmeye aday gibi. Bu uygulama daha önce “Bir Arap için bir Arabistan yakma” düşüncesi ile hazırlanan kesintisiz 8 yıllık temel eğitimin rövanşı gibi gözükmektedir. Değilse bu acele niye? Anaokullarında yeteri kadar kalıp, öğretmeninden ve yönlendiricisinden görüş alınarak ilköğretim öğ- rencisi olmaya aday olan veya olmayan yavrulara, velilerine bile danışmadan göçebe topluluğunun “kaçma ihtimali olan” çocukları gibi, ya kayıt olursunuz, ya da rapor getirirsiniz, dayatması yapılmaktadır. Burada veli hiç söz sahibi olmayacak mı? Elinden tutup onu okula kim götürecek? Normal ihtiyaçlarını kiminle yerine getirecek? Yılgınlık sonucu geriye ket vurma vuku bulursa bunu kimin yardımı ile düzeltece? Hem de bunların tamamı ne için? Neye hizmet ettiğinizi zannediyorsunuz demezler mi insana? 7 yaş ile 10 yaş arası çocukların bir arada bulunmaları yakınlık sağlarken, 5 yaş ile 10 yaş arası olanların uyumu oldukça zor görünüyor. Zira biri diğerinin iki katı bir farka sahip olmaktadır. Veliye danışmamak ne demek, çocuğunu velisinden daha çok kim anlar? Kim sever? Şimdiden kliniklerin önleri doldu. 66 ile 70 ay arasında çocukları olan (söylendiğine göre) rapora başvuran 250 ailenin 200 yavrusunun birinci sınıfa elverişli olmadığı tespit edilmiştir. Veliyi buna zorlamanın anlamını anlamak olası değil gibi. İşi bu kadar zorlaştırıp ortalığı karıştırmanın faydası ne ola ki? Tutturduk har, tırıs devam edip gidiyoruz. “Al Allah delini, zapteyle kulunu” diyen hesabı. Nedir bu zarara zararla mukabele etme hevesi? Mukabil hareketlerin iyisi, doğrusu, güzeli güzeldir de, zararlısı veya çirkini asla tasvip edilmemiştir. Zarara zarar, zarar doğurur. Ormanını yakanın siz de ormanını yakamazsınız. Yakarsanız zarar iki misline çıkar. İslam’da “zarara zararla mukabele yasak değil midir?” Sizi önceden incitmiş bile olsa nefsinizi tatmin için hiçbir zaman zararla mukabele müsaade edilen davranış değildir. “Su’i misal emsal değildir.” Hiçbir zaman “nakıs makûsun aleyhi olamaz” Dindar yetiştireceğim gayreti içinde olanların bunların birer hak ve hukuk kaidesi olduğunu bilmeleri elbette ki gerekmektedir. 28 Şubat sonrası hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan tüm ilkokulların girişine 8 yıllık kesintisiz ilköğretim okulu tabelası asmanın yanlışlığı üzerine, aradan geçen 15 yıl içerisinde yıkılanın yıkılıp, yıkılmayanın ayakta kalanlarla epeyce bir düzelmeye varıldığı bir sürede, yine hiçbir çalışma inceleme yapmadan uygulamaya geçen “4+4+4, bir rövanş alma hareketi midir? Nedir bilinmiyor. Alelacele ortaya çıkış ne ile izah edilebilir bilemiyorum. a)Türkiye genelinde tabela değişikliği, b) Sıraların yeniden düzenlenmesi, c) Sınıfların yeniden ayarlanması, Sadece bunlar neye mal olur hiç düşündük mü? 28 Şubat sonrası 8 yıllık kesintisiz değil de periyodik uygulanma, uygun ortamda olsa idi, son derece iyi olurdu. Aslında müdahale edilmese uygulanıyordu da. Fakat tüm ilkokullara uygulanması ile beş yıldan sonrası için alt yapısı olmayan köylerimizdeki velilerin, köyleri terk edip çocukları ile birlikte kendilerini şehrin gecekondularında bulmalarına sebep oldu. Zira çocuk üç yıl daha yeteri kadar ilköğretim ikinci devrenin derslerinden mahrum kalacaktı. Ne sınıf ne öğretmen ne de laboratuar buna müsaitti. Hatta birçoğunda yoktu bile. Yel, sel, deprem, sâri hastalık, kıtlık vs. olmaksızın sosyolojik manada köy boşalması böylece gerçekleşmiş oldu. Tabelalar koptu, okullar ve lojmanlar harap oldu. Bunların hepsi ne içindi ki, herkes biliyor “ İmam hatip liseleri bir siyasi partinin “arka bahçesi” olarak kabul ediliyordu da ondan. Bir Arap için bir Arabistan yandı. Tüm meslek liselerinin orta kısımları kaldırıldı. Meslek liseleri ve özelliği olan liseler “ Anadolu Liseleri” heyecan’ını kaybetti. Beş yılını köyünde tamamlayarak sınava katılıp mısır patlar gibi patlayıp şehrin en önde gelen okuluna ulaşan köy çocuğunun önü kesildi. Devletin eli ile seçilerek yetiştirilen zeki ve başarılı öğrenciler, önünü kestiklerini zannettikleri cemaatlerin okullarına yerleştiler. Hiç bir şey değişmedi değişen sadece tabelalar oldu, zarar gören yine devlet oldu. Dünkü yanlış, İmam Hatip Liseleri üzerine idi ya, balıklama bir yanlış daha. Ne için, rövanş için; neye hoş geliyor, duygulara; neyi tatmin ediyor, duyguları. Neye yarıyor? Onu herkes biliyor. Savunmasına gelince: 10 yaşına gelmeden İmam Hatip Orta Okuluna öğrenci yetiştirecekmişiz. Küçük yaşta daha çok ezber yaparmış. Kim diyor onu, kimin adına diyor belli değil. Velev ki öyle olsun. Kur’an sizden okuyup anlamanızı mı yoksa ezberlemenizi mi istiyor? Kimin neyi seçeceğini kendine bırakmadan yapılan yüklemelerin ne gibi sıkıntılara mal olduğunu geçmişte ve halde, mevzuun mensupları çok iyi bilirler. Yapmayın, etmeyin, eylemeyin diyesi geliyor insanın. Kendi çocuklarınız için tasarlamadığınız okulları ve kurumları, elin çocukları için neden yapıyorsunuz, derlerse ne söyleyeceksiniz? Günümüzde saklı ve gizli hiçbir şey yok artık. Kendi çocuklarınıza ne söyleyeceksiniz? Bu gibi yönlendirmeyi yapanların çoğunluğunun kendi çocuklarını en pahalı dershanelerde ve en pahalı özel okullarda okutarak yarıştan yarışa soktuklarını düşünmek bile istemiyorum. İnanın ki bu istismar ve karşı tarafın evhamı dün de böyle idi, bu gün de ayniyle devam ediyor. Her biri, birbirinin zaafından faydalanıp gidiyor. “Yapmayın doğru değil bunlar”, diyen ne yönetici ne de muhalif bir ses var. Çok İmam Hatip Orta Okulu açmakla çok iyi Müslüman mı yetiştireceğinizi zannediyorsunuz? Var mısınız sayısını azaltıp kalitesini yükseltmeye; İlahiyat Fakültelerine, Hukuk Fakülteleri seviyesinde puan alan öğrencileri yerleştirmeye? O zaman belli olur kimi neden ve ne kadar sevdiğiniz. Sormuşlar “kime kim ucuz, ne ucuz” diye: “Elin evladı ele ucuz demişler”. Sizin canınız, ciğeriniz, ciğerpareniz başkası için hiç de önemli değil. Onların üzerinden her yıl siyasetçiler durmadan tüfek atabilirler. Halk arasında hoş olmayan bir tabir var. “ Öküzü aldatacağında ne var. Okunu ağır eder göpüne binersin. Göpünü ağır eder okuna binersin” her iki halde de binersin. Öküz arabası denilen kağnı iki tekerlekli olduğundan genellikle sap yüklü olduğu zaman ok ağır basınca gözü açıklar hemen oku ağır oldu der göpüne biner, arka taraf ağır olunca da sıçrar öne “oka” biner. Her iki halde de öküzün yükü eksilmez. Sadece yanıltılmış olur. Veliye danışmadan, uzman görüşü alınmadan kim yönlendirir ise yönlendirsin böyle bir uygulamadan sonuç almanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. “Belli bir hedefe odaklanmanın dışında” kendi aleyhine hazırlanmış böyle bir kanun ve program bulmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Gelişim evreleri 66 ile 70 arasında olabilir de olmaya bilir de. Çocuk için önemli olan objeleri seçebilmedir, Çocuk fizik olarak gelişmiş bile olsa objeleri seçebilme kavramı gelişmedi ise gelişim yine sağlamamış olur. Çocukların bazı oyuncakları hatta bilgisayarı kullanmış olması bile matematiksel düşünmeyi kavradığı anlamına gelmez, denilmektedir. İleri sürdüğünüz iddialarınızda yüzde yüz haklı olsanız bile, ki mümkün değil, çocukların ve velilerin tereddütleri okulların önünü panayır yerine çevirecek medyaya yeni bir şenlik dolu bir çalışma alanı yaratmış olacaksınız. Bölümlerine uygun alt yapı hazır mı diyenlere doğru dürüst cevap veremediğiniz bir ortamda “vazgeçin” diyenleri dinleyeceğiniz yerde; “deneriz, düzeltiriz” demeye getiriyorsunuz. Sınama yanılma için hiç denenmemiş, tanınmayan bir şey olsa bunu düşünebilirsiniz, ama eksiği apaçık olanın sınaması olur mu hiç!? Beş, beş buçuk yaşındaki yavrular bunlar kaybedilme adayları mıdır? Korkmak, ürkmek, incinmek bunlar için hazır tuzaklardır. Ne olur bırakın da oynasınlar. 15 16 26 AĞUSTOS KURTKAYASI SÜVARİLERİ Mustafa YILDIRIM* Büyük taarruza hazırlanılmaktadır. Mecliste de yüreklendirici konuşmalar yapılması kararlaştırılır. Hamdullah Suphi Bey, ulusal kurtuluş savaşını değerlendirirken “mukaddes cinnet” der. Türkçesi: “Kutsal çılgınlık.” Başkumandan Mustafa Kemal, yanında oturana kızgınlıkla “Ne diyor bu?” der ve sesini yükseltir: “Ne cinneti? Millî mücadele hesap işidir, hesap!” Dilerseniz bu sözü de Türkçesiyle yazalım: “Ne çılgınlığı? Ulusal savaş hesap işidir hesap!” Mecliste Mustafa Kemal’in Başkumandanlığı’na karşı çıkanlar da çoktu. Savaşın hesaplarını çözümleyebilmek için günümüzün değme bilgisayar programları yetmez! Hem içerde hem dışarıda sürdürülen alçaklığa karşı, Meclisteki sinsi darbecilere karşı sürdürülen savaş. Mondros anlaşmasıyla ordu, haberleşme, demiryolları, yurdun toprakları İtilaf devletlerine teslim edilmiştir. Savaşçılara halk desteği neredeyse yok denecek denli azdır. Teslimiyetçilik ve ihanet önde gitmektedir. Yokluk ve yoksullukta gecelerce ve gündüzlerce aklın yolundan ayrılmadan ince ince örülen bir savaştır Bağımsızlık Savaşı. En kısa savaş hattında bile eldeki olanakların ve tüm koşulların hesap edildiği; her bir savaşçının, her bir merminin bile hesaplandığı savaştır. 26 Ağustos sabahına gelince: Öyle “Crazy Turks” birden şahlanmış da, öne atılmış değildir. En küçük birliğin saldırı ya da savunma yeri, sayısı, görev sınırları önceden belirlenmiştir. Savaşçıların sayıları azdır; ama komutanları aklı başında, 20-24 yaşında gençlerdir. En kilit görevi, tam zamanında yerine getirenlere bir örnektir Kocatepe’ye birkaç Km uzaklıktaki Kurtkayası’nda savaşanlar. KOCATEPE’NİN ÇOCUKLARI TAM ZAMANINDA Bundan tam 11 yıl önceydi. Afyon-Çay-Akşehir yoluna çıktıktan 3 km sonra sağa (Batı) döndük. Düz ovada dağlara çıkan yola saptık. Batıya doğru birbirinin ardına sıralanmış sivri tepeler, vadiler... Uzaklarda, karlı zirveleri görünen Sultandağı, önümüzde, yamaçlarda yılan gibi kıvrılıp yükselen yol... Afyon çok gerilerde. Son dönemeci geçince sol yanımızda ilginç kayalar: Gökten yere atılıp da oturtulmuş ve birbirinin sırtına binmiş, birbirlerine bakarak yarılmış gibi duran, yüksek, keskin kenarlı, dipleri yeşil-mor yosunla kaplı kızıl kayalar… Ortalardaki en büyük kayanın tepesi tıraşlanmış gibi düz. O düzlüğe sonradan konulmuş gibi duran, kalın levha biçiminde bir başka kaya... İşte o kaya uzaktan, yere oturmuş, başını göğe kaldırmış, uluyan, kahverengi bir kurda benziyor. Bu nedenledir ki yörenin insanları o kayalığa “Kurtkayası” demişler. Karşımızdaki tepelerin arasında, eteklere yerleşmiş, kırmızı kiremitli evleriyle Büyükkalecik. Kurtkayası’nı yüz metre geçince solumuzda düzgün duvarlı üst üste yerleşmiş üç teras. Teraslarda alçak boylu çamlar. Yola bakan duvarda üç metreye bir buçuk metre boyutlarında bir mermer levha. Levhaya yazı oyulmuş; 26-27 Ağustos 1922’de boğazı tutan 2500 kişilik Yunan garnizonunun tel örgülerini parçalayarak, işgalcileri boğazdan Afyon’a doğru süren 8. Tümen, 131 Alay, 36. Süvari Bölüğünün öyküsü anlatıyor. Süvarilerin görevi, 26 Ağustos 1922 sabahı Kurtkayası’ndaki tel örgülerden Büyükkalecik’e doğru yerleşmiş 2.500 kişilik Yunan garnizonuna saldırmaktır. İlk top sesinden ne bir dakika geç ne de bir dakika erken saldırmak! Bölüğün komutanı Bayburtlu Üsteğmen (savaş sonrasında Yüzbaşı) Agah Efendidir. Kumandan yardımcısı Teğmen (Sonra Üsteğmen) Feyzullah’tır. Bölükte 150 süvari vardır. Kumandan Agah Efendi, Kurtkayası’ndaki tel örgülere doğru atılıp geçerken vurulmuş; ama kayanın altına ilerlemiş, ince yoldan boğaza yürüdü ve işte orada, derenin üst yanında, “İleri!” diye bağırırken alnından vurulup düştü. Destek alarak yeniden boğazı tutmaya çalışan Yunan birliğini geçirmemek için 26-27 Ağustos gecesi ve izleyen gün boyu savaşan süvariler, tepelerin yamaçlarında, çalı diplerinde toprağa düştüler. 27 Ağustos öğleden sonra yetişen 131. Alayın yardımcı güçleriyle aşağılara sürülen Yunan birliği Afyon’a doğru kovalandı. Büyükkalecik’ten koşup gelen yaşlılar ve kadınlar, Kumandan Agah Efendi ve onun yardımcısı Feyzullah Efendi ile 100 süvariyi o yamaçta toprağa verdiler. Daha sonraları şehitlerin künyeleri kabirlerinin başına konan ak mermerlere yazıldı. Şehit süvarilerden 16-21 yaşında olanlar çoğunluktaydı. Kırklı yaşlarında olanlar da vardı. Şimdi terasta çamların gölgesinde, Karadenizliler, Doğu Anadolular, Halepliler, Egeliler, Akdenizliler, koyun koyuna; “Yerel tarih” safsatalarını yalanlarcasına, bu yurdun moda deyimle “coğrafya” değil, tarihin de ulusal tarih olduğunu kanıtlarcasına, yan yana, arka arkaya yatıyorlar. En üst terasta, birkaç basamak merdivenle erişilen, dört direkli, üstleri miğfer biçimli kemerli, Selçuk mimarisinde, göğe doğru sivrilen kubbe ve kubbenin üstünde yukarı açılan küçük bir ay var. Kubbenin altında, yerde yan yana iki kabir, kabirlerin arasında bir direk. Direkte, rüzgârda dalgalanan ay yıldızlı bayrak... Kabirlerin birinin başındaki mermerde Bayburtlu Ziver Oğlu Yzb. Agah (24), ötekinin başındakinde de Sinoplu Ahmet Oğlu Feyzullah (22) yazılmış. KURTKAYASI’NDAN KOCATEPE’YE Büyükkalecik, çok eski bir köy olduğunu uzun yalaklı, yosun bağlamış, taş çeşmeleriyle anlatıyor. Köyün kıyısından kıvrılarak yükselen yolda ilerlerken, solumuzda, kırk adım ötedeki çeşmenin yalağından su içen kara sığırların başında 13-14 yaşlarındaki küçük çobana sesleniyorum: “Selamünaleyküm arkadaş! Kocatepe bu yanda mı?” Öne doğru iki adım atarak bağırıyor: “Şu tepelerin arasından çık! Sonra yol ayrıldığında soldakine gir. Karşında, göğe doğru Kocatepe!” “Anlaşılmıştır! Sağol!” Kurtkayası ile Kocatepe arası 6-7 km. Bu şu anlama geliyor. Başkumandanlık’ın zirvedeki karargahı ile Yunan garnizonunun arası da 6-7 kilometreymiş. Üsteğmen Agah ve Teğmen Feyzullah Efendilerin ko- mutasındaki süvarilerin ölümüne savaşmaları işte bu yüzden. Kocatepe’den bakınca Hıdırlık tepesi, Afyon yönünde değil. Akarçay, uzaklarda Afyon ovasında Çay yönünde ilerliyor; daha sonra Eber gölüne dökülecek. Uşak dağları da ufukta seçiliyor. Dağların arkasında görünmeyen tek yer İzmir. Aklında binbir hesap, Kocatepe’nin sivrisine doğru öne eğilerek yürüyen Mustafa Kemal, yüreğiyle görüyor olmalıydı Akdeniz’i. Buz kaplıydı Kocatepe’nin eteği. Büyükkalecik Kasabası’na inerken, yine çobanımıza rastladık. Işıltılı çakır gözlerini kısarak seslendi: “Yollarda kar vardır...” “Evet, karlıydı yamaçlar. Adın nedir?” “Ali Tokdemir!” Kocatepe’ye çıkamayışımıza üzüldüğünden mi nedir, ince dudaklarını büzüyor, kaşları çatılıyor, güneş yanığı alnında iki ince çizgi beliriyor. Yaşından büyük gösteren bir genç öğretmeni gibi: “Karlar eriyince gel de, ben atlarla seni çıkarırım!” Söz dinleyen bir öğrenci gibi “Olur” diyorum, “Şöyle bir iki adım git de boydan fotoğrafını çekeyim!” Çoban Ali Tokdemir’in gözleri ışıldıyor, dudakları aralanıyor, üç adım geriliyor; sol kolunu açıyor ve elindeki değneği bir mızrak gibi yere dayayıp, başını yukarı kaldırıyor, göğsü öne çıkıyor. Deklanşöre basıyorum. “Sağol Ali! Sen okuyor musun?” “Ben Kuran kursuna gidiyorum!” “Tamam Ali, baharlardan birinde geleceğim. Senin atınla Başkumandan’ın Kocatepe’sine çıkacağız!” “Çıkalım!” Ali’den ayrılırken içimdeki o bildik eski ses: “Şuralarda öğretmen olmak vardı...” Ali’nin arkadan gelen sesiyle içimdeki hesaplaşma kesiliyor: “Yolun açık olsun!” 17 Aşağıdaki şehitlikte yatan 16-20 yaşlarındaki süvarileri selamlarken Başkumadan’ın Bağımsızlık Savaşının bir “çılgınlık” değil, ince hesapla kazanıldığını haykıran sesini duyuyor ve “İyi ki süvariler, akıllı ve sabırlıymışlar” diye mırıldanıyorum. Kocatepe arkalarda kaldı. O günlerden bugünlere dönmek acı veriyor; ama boş umutlarla avunmak yerine daha çok çalışmak, çalışmak! Telaşa gerek yok! Aklımızı kullanacağız. Yanlış yollara sapmadan yabancılardan asla medet ummadan, sabırla yürüyeceğiz ve onurlu zaferlere hazırlanacağız! *”Sivil Örümceğin Ağında”, “Ulus Dağına Düşen Ateş”, “58 Gün” kitaplarının yazarı. 18 KURULUŞUNDAN BUGÜNE GARİPÇE Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Eskiler şehirlerimizi çoğu hayalci bir yaklaşımla anlattığı eserlere “şehrengiz” son zamanlarda da “biladiye” adı vermiştir. Bir edebi tür olarak da önemli çalışmalardır. Yazıldığı zamanlarda ele alınan şehirlerimiz hakkında çok önemli bilgiler içermektedir. İstanbul başta olmak üzere, Edirne, Bursa bu konuda şanslı şehirlerimizdendir. Cumhuriyet döneminde ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın1946 yılında deneme tarzında yazdığı ve sonra da “Beş Şehir” adlı bir kitapta topladığı eseri bu konunun modern tarzda ele alınan ilk örneklerindendir. Bu çalışma yanında ünlü sanat tarihçimiz Remzi Oğuz Arık’ın “ Coğrafyadan Vatana ” adlı eseri de bu konuda konuya yakınlık duyanlara bir hayli bilgi verir. Bildiğimiz kadarıyla edebi tarzda yazılan son eser ise A.Turan’ın Sivas’ı ele alan çalışması olan “Altıncı Şehir” ile Kamil Uğurlu’nun “Karaman Şeherengizi” adlı eserlerini hayırla anmalıyız. Kayseri ve özellikle Erciyes üzerine bir hayli şiir yazılmıştır. Şehrin tarihi hakkında bir hayli kitap ta yayınlanmıştır. Bu konuda Halit Erkiletlioğlu, Mehmet Çayırdağ, M. İ. Subaşı, İsmet Demir, Hüseyin Cömert’in çalışmaları yanında Büyükşehir Belediyesi yayınlarını da hayırla anıyoruz. Bu güzel çalışmalar olurken şehrin sosyal hayatı hakkında ciddi bir çalışma yoktur. Şimdilerde ise Büyükşehir Belediyemiz şehrin mahallelerinin sosyal tarihi adlı bir alan çalışmasını başlatmıştır. Kazalarımızda da kültürel alanda olumlu şeyler yapılmaktadır. İlki Develi Belediyesi’nin 2002 yılında yaptığı “Bütün Yönleriyle Develi Bilgi Şöleni” sempozyumunu, sırasıyla Hacılar, Tomarza ve İncesu kazalarımız da aynı ciddiyetle kendi yörelerinin kültürel değerlerini ortaya çıkarmak için mücadele etmişler ve çok güzel eserler de ortaya koymuşlardır. Bu resmi çalışmaların yanında doğduğu toprağı ile ödeşmek isteyen şuurlu insanlarımız da vardır. Ahmet Gürlek, Kadir Özdamarlar, S. Burhaneddin Akbaş, Sami Köşker, Osman Karababa, Mehmet Sarı, İsmail Bozkurt, Hüseyin Cömert, Yaşar Elden, Asım Yahyabeyoğlu, Cavit Yeğenoğlu vb.’nin eserlerini de hayırla anıyorum. Zira bu yazarlarımız kendi doğup büyüdükleri, Bünyan, Develi, İncesu, Tomarza, Yahyalı vb yerler ile Kayseri merkez sosyal hayatı hakkında çalışacaklara bir hayli malzeme vermişlerdir. Zira bu çalışmalar aynı zamanda tarih, halk bilimi yanında kazalarımızın ötelerden gelen zengin Türk-İslam kimliğini de ortaya koyan yorucu emek ürünleridir. Şimdilerde ise hem Türk kültürü ve hem de Kayseri kültürü için önemli bir çalışma elimizdedir: Mehmet Kılınçer ‘in hazırlayıp yayımladığı “Kuruluşundan Bugüne Garipçe.” Eser piyasaya çıkalı bir ay olmadı. M. Kılınçer 1950 yılında İncesu’ya bağlı Garipçe’de doğdu. Her Anadolu genci gibi nice mihnetler çekerek ve bir taraftan da çalışarak en son Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden mezun oldu. Bu arada Sınıf Öğretmenliği fark derslerini verdi. Kısa bir süre öğretmenlik yaptı. Daha sonra değişik kurumlarda bir müddet çalıştıktan sonra Etibank müfettişi oldu. Ardından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında başmüfettiş olarak görev yaptı. Bir süre Başbakanlıkta görevlendirildi. En son 1992’de Başbakanlık Teftiş Kurulu’nda Baş Müfettiş olarak görev aldı. Halen de bu görevindedir. Kılınçer bir Türk milliyetçisidir. Bu eserini yazması da bu ülkünün bir ifadesidir. Eser yedi bölümden meydana gelmektedir. Köyün coğrafi konumu, Tarihi Bilgiler, Eğitim Durumu, Sülalelerle İlgili Bilgiler, Köye Yerleşen Aileler, Sosyal Yapı, Ekonomik Durumu… Eser Garipçe’ nin “kaybolmakta olan milli değerlerin, geçmişe duyulan özlemlerin tarihe kaydı” amacıyla ortaya çıkarılmıştır. Bu amaçla “insanlarımızın geniş ve sağlam bilgi sahibi olmaları” na gayret gösterilmiştir. Eserde verilen bilgiler bol ve net fotoğraflarla desteklenmiş, bol ayrıntılı bilgiler ile eser zenginleştirilmiştir.Özellikle estetik bakımdan çok ciddi bir birikime sahip olan Mustafa İbakorkmaz’ın fotoğrafları yerleştirmedeki hünerleri ve Mahmut Fidanil’in desteği ile her halinden belli olmaktadır ki, bu da eserin ayrı bir güzelliğidir.Yer yer fotoğraflar arasına hem kendi şiirlerinden hem de diğer Garipçeli şairlerin şiirlerinden ve ağıtlardan koyarak çok rahat okunur hale getirilmiştir. Eser çok kaliteli bir kağıda basılmış ve nefis bir cilt kapağı ile ölümsüzleşmiştir. İnanıyorum ki konuya ilgi duyanlar için hem plan ve hem de metot bakımından kaynak kitap olmaya aday bir eserdir. Onca sık gözden geçirilmesine rağmen eser de en çok eleştirilmesi gereken konu gereksiz yerlerdeki imla hatalarıdır. Keşke olmasaydı! Hoş, bunlar eserin ulvi yazılış sebebini ve bunca sıkıntılarla ortaya konan zengin malzemenin değerini de elbette düşürmez… Muhteva itibariyle eser hem halk bilimi, hem tarih bilimi açısından bize göre şimdiden kaynak bir çalışmadır. Hem de olanca zengin görselliği ile.İnanıyoruz ki Garipçe’yi tanımak isteyen her kişiye önemli bilgiler verecektir. Eserin bu metin, fotoğraf, kaliteli basım ve cildi Garipçe için ilk ve çok önemli bir kaynaktır. Toprağı ile ödeşmek isteyen Türk milliyetçisi dostumuz Mehmet Kılınçer’e bu yakışırdı ve köyüne en büyük bir hediyesidir. Bir ilin tarihi ve halk bilimi ortaya rahat çıkarılabilir. Çünkü belge bulmak daha kolaydır. Fakat bir kazanın ve hele bir köyün kimliğini ortaya çıkarmak bir yürek işi olduğu kadar çok zahmetlidir. Zira belge bulmak çok zordur. Bize göre Kılınçer’in büyük başarısı işte buradadır. Yeri geldiğinde mezar taşlarından, yeri geldiğinde aile fotoğraflarından ve yeri geldiğinde arşiv çalışmalarından, birikimlerinden yaralanarak doğup büyüdüğü Garipçe için bu ölümsüz eseri hazırlamasıdır. Biz hem Türk kültürü, hem de Garipçe adına böyle değerli bir eser kazandıran M.Kılınçer’i kutluyoruz. Bu çalışmaların da devamını beklediğimizi belirtmek istiyoruz. ALTAN DELİORMAN UÇMAĞA VARDI Yunus Emre Özkan Milliyetçi ve ülkücü kesimin önde gelen gazeteci ve yazarlarından Altan Deliorman, 23 Ağustos ‘ta Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzerine çadırını derleyerek ansızın aramızdan ayrıldı. Türk milliyetçiliğinin güçlü kalemi, basın ve yayın hayatının milli neferi, gazeteci-yazar ve tarihçi Sayın Altan Deliorman 1936 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da yapan Altan Deliorman lise öğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlayıp İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Daha sonra aynı üniversitenin Eğitim Fakültesine geçerek tarih bölümünden mezun oldu. Milliyetçi kesimin önde gelen gazetecilerinden olan Altan Deliorman gazeteciliğe çok genç yaşta başladı. Bu mesleğin çeşitli dallarında görev aldı. Uzun bir süre Akşam, Ocak, Tercüman, Ortadoğu, Milli Yol, Milli Işık, Bayrak gibi gazetelerde ve dergilerde kalemiyle Türk milliyetçiliğine hizmet etti. Köşe yazıları, baş makaleler, denemeler, tarih incelemeleri yazdı. Kültür ordumuzun önde gelen isimlerinden olan Altan Deliorman, Bayrak/Basım/Yayım/Tanıtım firmasını kurdu. Bu kuruluşta Türk gençliğine fayda sağlayacak, onları milli ve manevi değerlere yöneltecek eğitim ve kültür kitapları yayınladı. Teşkilatçı bir yapıya sahip olan Altan Deliorman hayatı boyunca dernek ve vakıflar ile sivil toplum kuruluşlarında muhtelif görevler üstlendi. Komünizmle Mücadele Derneğinin, Türkçüler Derneğinin, Aydınlar Ocağının, Türk Edebiyat Vakfının, Orkun Vakfının kurucuları ve mensupları arasında yer alarak Türk milliyetçilik tarihinin unutulmaz isimlerinden biri oldu. Milletine sevdalı, tarihine tutkulu ve ülkülerine sımsıkı bağlı olan Altan Deliorman, Reşat Nuri, Peyami Safa, Haldun Taner, Nihat Sami Banarlı, Hüseyin Nihal Atsız, İbrahim Kafesoğlu gibi Türk düşünce ve sanat hayatına yön vermiş önemli isimlerin yanında bulundu. Türk kültürüne hizmet etmiş, fikirleri ve eserleriyle gençliğimizi beslemiş olan bu değerli şahsiyetleri ülkemize tanıttı. Özellikle Hüseyin Nihal Atsız ve İbrahim Kafesoğlu gibi bayrak isimlerin etkisinde kaldı. Lise “Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kur’an var…” tahsili sırasında Türk milliyetçiliğinin en büyük ismi Atsız Bey’in yakınında bulunma şansına sahip oldu. Hatta Atsız’ın uçmağa varışından sonra Orkun dergisini Atsız’ın bıraktığı yerden alarak yaşattı. Uzun yıllar Orkun dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Orkun’un 100’den fazla sayısıyla gençlerimizi Türkçülük fikrinin etrafında topladı. “Tanıdığım Atsız” adlı eseri kaleme alarak Türk milliyetçiliğine gönül vermiş kişilerin Atsız Bey’i daha yakından tanımasını sağladı. Bir ideal ve şuur adamı olan Altan Deliorman yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda konferans verdi ve komisyon çalışmalarına katıldı. Çeşitli ilmi ve mesleki kongrelere raporlar ve tebliğler sundu. Yakın dostluklar kurduğu tanınmış isimleri anlattığı yazıları edebiyat çevrelerinde büyük beğeni kazandı. Birçok kıymetli esere imza atan Altan Deliorman 2001’de “Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”nü, 2002’de “Devlet Bakanlığı Ödülü”nü aldı. 2005’te “Işıklı Hayatlar” adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından biyografi dalında yılın yazarı seçildi. 2008’de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından basın mesleğinde 50. yılını doldurması dolayısıyla verilen ‘Basın Şeref Ödülü’nü aldı. 2009’da Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER), Altan Deliorman’ı “Portre” dalında ‘Türk Yurdunun Bilgeleri’ isimli eseri dolayısıyla ‘yılın yazarı’ seçti. Milliyetçi camianın sevilen ve usta ismi, gerçek bir İstanbul beyefendisi olan Altan Deliorman evli ve iki çocuk babasıydı. Tarihçi, yazar, gazeteci, fikir ve gönül adamı Deliorman, 22 Ağustos 2012 Çarşamba günü saat 16.30 civarında Şişli Etfal Hastanesi’nde vefat etti. Hakk’a yürüdüğünde 76 yaşındaydı. Merhum Altan Deliorman şahsiyeti, miras bıraktığı eserleri ve milliyetçilik fikriyatına yaptığı katkılarla Türk milliyetçileri tarafından her zaman hatırlanacak, sahiplenilecek ve her fırsatta hayırla yâd edilecektir. Büyük Türkçü Altan Deliorman’a Allah’tan rahmet, sevenlerine, camiamıza ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. 19 20 YENİ EĞİTİM-ÖĞRETİM YILINA BAŞLARKEN Mehmet KILINÇ Yeni bir eğitim-öğretim yılının başında ilk öğretimden yüksek öğretime kadar -çalışan yahut emeklibütün eğitimcilerimize başarılı ve verimli bir eğitim öğretim yılı geçirmelerini dilerken önemli gördüğüm bazı hususları hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum. Türkiye’deki eğitim- öğretim faaliyetlerini düzenleyen 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanununun 2. maddesinde Türk millî eğitiminin amaçları şöyle açıklanmaktadır: “ Türk milletinin bütün fertlerini: * Atatürk inkılâplarına ve Anayasanın başlangıcında ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı, * Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; *Ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek…”tir.. Bütün eğitim kuruluşlarındaki her türlü eğitim – öğretim faaliyeti bu amaçlara ulaşmak için yapılmak zorundadır. Eğitimin gayesi, mensubu bulunduğumuz milleti bütün kültür değerleriyle korumak, yaşatmak ve yükseltmek, mutlu etmektir. Büyük bir Türk milliyetçisi olan Atatürk’ün ve gerçekleştirdiği inkılâplarının gaye- si de budur: “Türk milletinin varlığını korumak ve onu muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak. Yani Türk milletini kültürde, ahlâkta, san’atta, ilimde, fende, teknolojide, ekonomide, sanayide, velhasıl her alanda dünyanın en büyük, en üstün, en kudretli, en güçlü, en zengin, en mutlu milleti haline getirmektir. Esasen dünyanın huzuru ve mutluluğu için de bu -Türk milletinin süper güç olması- gereklidir. Milletimizin bu özlenen güce erişmesi için gençlerimizin görecekleri eğitimin şu iki yönde olması gerekmektedir: 1. Bütün gençlerimize Türk milletinin temel kültür değerlerini öğretmek, benimsetmek, yaşatmak; yani onları yüzde yüz Türk olarak yetiştirmek. 2. Türk milletinin maddî sahada yükselip güçlenmesini temin etmek için fen ve teknolojiyi öğretmek. Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da bu düşünceyi Safahat’ında şöyle ifade etmektedir: “Çünkü milletlerin ikbali için evlâdım, Mâ’rifet, bir de fazilet iki kudret lâzım.” Mâ’rifet, ilim, fen, teknolojidir; fazilet ise milletimizi başka milletlerden farklı kılan özelliklerdir; yani millî kültürdür. Millî kültürümüzü unutmak bir felâkettir ki sonunda milletimiz yok olur. Fen ve teknolojiden mahrum kalmaksa acizlik, kölelik demektir; başkalarının elinde oyuncak olmak demektir. milletimizi başka milletlerden farklı kılan özelliklerdir; yani millî kültürdür. Millî kültürümüzü unutmak bir felâkettir ki sonunda milletimiz yok olur. Fen ve teknolojiden mahrum kalmaksa acizlik, kölelik demektir; başkalarının elinde oyuncak olmak demektir. Millî kültür nedir? layışlara, bu kültür değerAllah, kitap, peygamber, lerine dikkat etmek, kendi Millî kültür, bizi başka milletimizin değer yargılamilletlerden farklı kılan bayrak, adalet, hürriyet gibi rını, kültürünü öğrenip bedeğerlerimizdir, bizi Türk doğrudan millî imanımızla ilgili nimsemek gerekir. yapan özelliklerdir; dilikavramlar mâ’nevî değerlerimizin mizdir, dinimizdir, örf ve Atatürk’e göre de Türbaşında gelmektedir. Kişiliğimizi âdetlerimizdir. Millî kültür, kiye Devletinin temeli olan bir yazarımızın ifadesiy- şekillendiren, davranışlarımızı Türk kültürü, yüksek bir le “yaşadığımız hayattır, yönlendiren dürüstlük, kültürdür. Bu yüksek küliçtiğimiz çorbadır, çorba türü, yenileşmenin ilk şartı sevgi, tevekkül, merhamet, içiş tarzımızdır, kaşık tutuş olarak yeniden tahlil edilhak, cesaret, şükür, iyilik, şeklimizdir.” melidir, ona yeniden bir dinamizm kazandırılmalıdır. Allah, kitap, peygam- yardımseverlik, sorumluluk gibi Çocuklarımıza büyük meber, bayrak, adalet, hür- yine imanımızdan kaynaklanan deniyetler kurmuş olan bu riyet gibi doğrudan millî değerler de mâ’nevî yüksek Türk kültürü öğreimanımızla ilgili kavramkıymetlerimizdir. Devlet, bayrak, tilmelidir. lar mâ’nevî değerlerimizin başında gelmektedir. Kişi- vatan gibi kavramlar da bir Eğitimin ilk hedefi, liğimizi şekillendiren, dav- maddeye dayanmakla birlikte yeni nesilleri Türk milletiranışlarımızı yönlendiren nin üstün vasıfları ile domâ’nevî kıymetlerimizdendir. dürüstlük, sevgi, tevekkül, natmaktır. merhamet, hak, cesaret, Yeni nesillerin Türk vaşükür, iyilik, yardımseversıflarını taşıması için her lik, sorumluluk gibi yine şeyden önce mensup olimanımızdan kaynaklanan değerler de mâ’nevî kıymet- dukları milleti sevmeleri gerekir. Yeni nesiller Türklülerimizdir. Devlet, bayrak, vatan gibi kavramlar da bir ğünden dolayı utanan insanlar olmayacak; aksine Türk maddeye dayanmakla birlikte mâ’nevî kıymetlerimiz- olduğu için sevinecek, gurur duyacak, iftihar edecektir. dendir. Çünkü Türk milleti gerçekten büyüktür ve büyüklüğüDilimiz, dile dayalı bütün sanat eserlerimiz, mu- nü binlerce yıllık şerefli tarihiyle ispat etmiştir. Öyleyse sikimiz, tarihimiz de kültürümüzün temel, belirleyici yeni nesiller –tıpkı Atatürk gibi- Türklüğe aşk derecemâ’nevî değerlerindendir. sinde bağlı olmalıdır. Atatürk bu konuda: Mimarî eserlerimiz, plâstik sanatlarımızdan bilinen “Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istehalı, kilim dokumaları, her türlü el işlemeleri, süsleme- diğinizi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız ler de mâ’nevî değeri çok yüksek değerlerimizdir. Bay- gibi, babanız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat rak, vatan, Allah, hürriyet, sevgi gibi değerlerin büyük bu sevgi, sizin millî varlığınızı bütün muhabbetleriniçoğunluğunun hemen bütün milletler için ortak olduğu ze rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize söylenebilir; ancak her milletin bu değerleri kavrama, vermeye sebep olmamalıdır.” diyerek millet sevgisinin algılama şekli ve her değer karşısındaki hassasiyeti her şeyin üstünde tutulması gerektiğini belirtmiştir. aynı değildir. Meselâ, bayrak bir mâ’nevî değer olarak Başka bir konuşmasında: Amerikalılarda da vardır; ama bayrak hiçbir zaman bir “Mektep, genç dimağlara insanlığa hürmeti, milAmerikalı için “uğrunda ölünecek” bir değer değildir. let ve memlekete muhabbeti, istiklâl şerefini öğretir. O yüzden bir Türk’ün “bayrağı uğrunda ölmesini” ve İstiklâl tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için “bayrağa uzanan elleri kırmasını” anlayamaz. Ameri- takibi lâzım gelen en doğru yolu belletir.” diyerek bu kalı için bayrak, birtakım işaretlerle boyanmış bir ku- mühim vazifeyi mektebe ve öğretmenlere vermiştir. maş parçasıdır. Bu kumaş parçasını yere atabilirsiniz, Millî varlığın devamı için devletin, istiklâlin korunçiğneyebilirsiniz, yakabilirsiniz; hatta bu bayrak haline ması gerekir; çünkü devletsizlik, bir millet için, hele getirilmiş kumaştan mayo yahut iç çamaşırı yapıp giTürk milleti gibi haysiyetli bir millet için en büyük yebilirsiniz. Bu, onlar için normaldir; ama bir Türk için felâkettir. Bu sebeple Atatürk gençliğe ilk vazife olarak bayrak çok yüksek bir değerdir. “Türk istiklâl ve cumhuriyetinin müdafaa ve muhafaza Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerîm, bütün Müs- edilmesi”ni gösterir. lüman milletler için mâ’nevî değerlerdendir. Bir Arap, Bu sebeple “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimionu başının altına koyup yastık yapabilir; ama bir Türk ze vereceğimiz tahsilin hudûdu ne olursa olsun onlara onu değil bir yastık gibi kullanmak, belinden aşağı bile esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1. Milliyetine 2. Türtutmaz; hatta onun bulunduğu odada uzanıp yatmayı kiye Devletine 3. T.B.M.M.’ne düşman olanlarla mücaona saygısızlık telâkki eder. dele lüzumu.” diyen Atatürk, başka bir konuşmasında: Demek ki milletleri birbirinden farklı kılan bu an“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecek- 21 22 leri tahsilin hudûdu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istikbâline, kendi benliğine ve an’ânat-ı milliyesine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” demektedir. Atatürk yine bu hususta şunları söylemektedir: “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvelâ biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır. Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi ‘Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da tek kişi.’ diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün kanaatimize, mefkûremize, istikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğimize uzanacak her eli şiddetle kırdığımız gün, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün hakikî kurtuluşa ulaşmış olacağız. Zira istiklâl ve hâkimiyet mukaddestir ve Türkiye Cumhuriyeti bunları müdafaada müsamahakâr olamaz.” Yeni nesiller o şekilde yetiştirilmelidir ki düşmanlarımızın yıkıcı faaliyetlerini anında sezsin, onlara karşı uyanık bulunsun; düşmanların tuzaklarına kapılmak şöyle dursun, onları tesirsiz hale getirici tedbirleri alarak devleti ve milleti azade kılsın; kendi devletine isyan etmesin, kendi ordusuna silah çekmesin, kendi bayrağını göklerden indirmesin. Atatürk’ün de ifade ettiği gibi “Mağlûbiyet bir milleti asla mahvedemez. Bir milleti temelli yıkan ve milleti esir ettiren dâhilî cephenin çöküşüdür.” Millî varlığın temelini millî şuurda ve millî birlikte görmek mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız. Yeni nesillere millî şuur, milliyetçilik fikri, millî varlık ve istiklâlin muhafazasında gösterilecek uyanıklık, dikkat nasıl aşılanacaktır? Onlara bu vasıfları kazandırmak için neler öğreteceğiz? Atatürk’ü dinleyelim: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” “Münevver sınıfla halkın zihniyeti ve hedefi arasında uygunluk olması lâzımdır. Yani münevver sınıfın halka telkîn edeceği fikir ve ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur? Münevverlerimizin telkînleri, milletimizin ruhunun derinliklerinden alınmış fikirler, ülküler midir? Şüphesiz ki hayır!” “Münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır; fakat umumiyet itibarıyle şu hatalarımız da vardır ki inceleme ve araştırmalarımıza zemin olarak ekseriye kendi milletimizi, kendi tarihimizi, kendi an’ânelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı tanır, bütün diğer milletleri tanır; lâkin kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz ‘milletimi en mes’ut millet yapayım’ der; ‘başka milletler nasıl olmuşsa aynen öyle yapalım’ der; lâkin düşünmeliyiz ki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mes’ut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden istifade edelim, lâkin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” “Her milletin kendine mahsus an’ânesi, kendine mahsus âdetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin mukallidi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir ne kendi milliyeti dâhilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki hüsrandır.” “Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklid etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.” Görülüyor ki Atatürk yeni nesillere Türk kültürünün, Türklük şuurunun verilmesini istemektedir. Millî kültür Türk milletinin dilidir, dinidir, tarihidir; âdetleri, gelenekleridir; musikisi, edebiyatı, sanatıdır; vatan topraklarıdır. Hataları sevaplarıyla bütün mâzisi ve hâlidir; geleceğe dair tasavvurları, ümitleri, hayalleri, hasretleri, ülküleridir. Millî kültür değerlerimiz öğrenilip benimsendikten, hayata geçirilip yaşandıktan sonra bütün hadiseleri kendi millî bakış açımızla görebilmeyi başardıktan sonra milletimizin istikbalde süper güç olmasını sağlayacak fen, teknoloji ve sanayi hamlelerini gerçekleştirir, hem kendi milletimiz hem insanlığı içinde bulunduğumuz huzursuzluklardan kurtarıp mutlu edebiliriz. Kayseri’nin 175. Şehidi SÖYLEŞİ İÇİMİZDEN BİRİ: CAMCI NECMİ Dünyada sayılı fabrikalar arasında olan Şişe Cam Fabrikaları’ndan önderlik ve rehberlik bekliyoruz. Ancak bu fabrikalar cam ürünlerini yeterli düzeyde tanıtmıyor; cam ürünlerini işleyen ve satan geniş kitleye öncülük yapamıyor. Eski sanayi Bölgesi’nde çok geniş bir dükkân… İçeride çeşit çeşit makineler, aletler… Girişteki sol köşe, büro olarak kullanılmak üzere bölünmüş… İkiüç işçi, tezgâhların başında işleriyle meşguller… Burası bir cam atölyesi… Kapıdan girer girmez bizi iri yarı, güler yüzlü bir insan karşıladı. Bu insan, pekçok Kayserilinin tanıyıp sevdiği, iş ahlâkına güvendiği Necmettin Feyzioğlu’dur. Necmi Beyin atölyesi, canımız “sanayi kıymalısı” istediğinde zaman zaman gittiğimiz yerlerden biridir. Bu defa, bir röportaj yapmak niyetindeyiz ama kıymalıdan da vazgeçmiş değiliz. Büronun darlığını hiç hissetmeden tatlı bir sohbete dalıyoruz. Demli çaylar art arda yudumlanıyor, Türkiye’nin ve esnafın sorunları ortaya seriliyor. Biz soruyoruz, Necmi bey cevaplıyor: -Necmi Bey, biraz da kendimizi anlatır mısınız? -1951 yılında Kayseri’nin Kalpaklıoğlu Mahallesinde doğdum. Babam Ahmet Feyzioğlu Kayseri’nin ilk kavaflarındandır. İlk eğitime Ahmet Paşa ilkokulunda başladım. ilkokulu, Namık Kemal İlkokulu’nda bitirdim. Nazmi Toker Ortaokulu’na yazıldımsa da birinci sınıftayken buradan ayrılmak zorunda kaldım. Aile mesleği olan camcılığı tercih ettim. 1973 yılında Camcılar Derneği’nin kurulmasında etkili oldum. Bu derneğin ilk başkanı rahmetli Ömer Kademoğlu idi. 1974-1980 yıllarında Argıncık Spor’da yöneticilik yaptım. Gençleri anarşiden uzak tutmak amacıyla onları spora ve Türk folkloruna yönlendirmeye çalıştım. 1990-2007 yılları boyunca 17 yıl Kapalı Çarşı Dernek Başkanlığını yürüttüm. Çarşının onarılmasında hizmet ve katkılarım oldu. 1998’den bu yana Kayseri Ticaret Odası Meclis üyesi olup bazı komisyonlarda görev yapmaktayım. Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği ile Türk Ocakları Kayseri Şubesi’nin üyesiyim. -Camcılık mesleğine ne zaman ve nasıl başladınız? -Dedem ve dayım camcı oldukları için ilkokulda okurken tatil günleri yanlarına giderdim. 1961’de orta birinci sınıfı terk edince camcılık mesleğine fiilen girmiş olduk. 1968’e kadar dayımın yanında önce kalfalık sonra ustalık yaptım. Kendime ait dükkanımı 1968’de Kiçikapı Mahallesi Selçuk Sokağında açtım. O zaman cam üretmiyor sadece binalara cam takıyordum. Ayrıca resim çerçevesi yapıyorduk. Bu alanda ilk atılımı 1969-1973 arasında gerçekleştirdim. Van-İran demiryolu inşaatlarının cam işlerini yaptım. O zamanlar bu, çok büyük bir işti. Yine 1974-1980 yılları arasında İskenderun Demir-Çelik Fabrikası’nın bir kısım inşaatlarının cam işlerini alıp yaptım. Aynı yıllarda Kayseri ve civarı illerin iddialı camcı- 23 24 sı konumuna geldim. Zaman içinde düz camcılık önemini kaybetti. Ayna, dekoratif cam, kenar ve yüzey işleme daha çok talep edilince bu ürünleri makineleşip yapmaya başladık. Yani zamana ayak uydurduk. 1990 yılında da asitli cam üretimine başlayarak fabrikasyon dönemine girmiş olduk. Bu işi Türkiye’de yapan üçüncü kişiydim. Bununla birlikte yine fabrikalaşmaya devam edip kenar işleme makinalarını halkımızın hizmetine sunan kişi oldum. Şu an yine cam işimiz devam ediyor. Buna ek olarak Kayseri Serbest Bölge’ye bir bina yaptırdık. Burada cam ürünleri imalatı ve işlemeleri, cam ve mobilya makineleri ithalat ve ihracatı düşünmekteyiz. -İşinizle ilgili sorunlarınız mutlaka vardır, bunları söyler misiniz? -Çalışacak eleman bulmakta zorlanıyoruz, daha doğrusu bulamıyoruz. Çünkü, camcı yetiştiren bir okulumuz yok. Bugüne kadar, meslek liselerine camcılık bölümü konulmadığına hayret ediyorum. -Eleman bulamadığı için pek çok esnaf, dükkanı kapattı. Yazık değil mi onlara? -Camcılık kolay bir meslek değil. Özellikle cephe camı takmak çok risk taşır. Bu sebeple de iyi eğitilmiş elemanlara ihtiyaç duyarız. Dünyada sayılı fabrikalar arasında olan Şişe Cam Fabrikaları’ndan önderlik ve rehberlik bekliyoruz. Ancak bu fabrikalar cam ürünlerini yeterli düzeyde tanıtmıyor; cam ürünlerini işleyen ve satan geniş kitleye öncülük yapamıyor. Oysa diğer mesleklerde ve alanlarda mesela boya üretiminde üretici firma kendi esnafını devamlı surette desteklemektedir. Camla ilgili teknolojide kendi becerimizle ilerlemeye çalışıyoruz. Bu konuda da biz camcılara katkı sağlayacak bir makam mevcut değil. Türkiye ekonomisinin genel bozukluğu da bizi çok etkiliyor. Vatandaşın alım gücü olacak ki herkes gibi biz de kazanalım. Oysa vatandaş borçlu yaşıyor, çok acil ihtiyaçlara yöneliyor. Yastık altı da tükenmiş durumda. -Cumhuriyetin ilanından hemen sonra 23.04.1924 tarihinde Kayseri’de kurulan Türk Ocaklarını Başkanı Necmettin Feyzioğlu ile aynı adı taşıyorsunuz. Bu büyük zat ile bir akrabalığınız var mıdır? -Kayseri Türk Ocakları’nın 1924’teki reisi Av. Necmettin Feyzioğlu akrabamızdır. Dip dedemizle amca çocuğu olurlar. Türk Ocağı Reisi Av. Necmettin Feyzioğlu 1922 yılında Kayseri’nin ilk günlük gazetesi olan Misak-ı Milli’yi çıkarmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında çıkan bu gazete Türk toplumunu aydınlatmış millî bilincin oluşmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca, Kayseri Lisesi’nde öğretmenlik yapmış, hukuk, iktisat, sosyoloji dersleri vermiştir. 1924-1926 yıllarında Dinî ilmiler öğretmenliği yapmıştır. Av. Necmettin Feyzioğlu 1930-1932, 1939-1942 yılları arasında 2 dönem Belediye Başkanlığı görevini yürütmüştür. Bu görevleri sırasında Zabıta teşkilatını kurmuş, Kayseri’nin Hükümet, Dikimevi, PTT, Tekel, Kız Enstitüsü, Vali konağı binalarını yaptırmıştır. -Sizin gibi ticaret erbabının hak ve hukukunu savunan bir kurum var mı? -Vardır, o da TOBB ve Esnaf Sanatkârlar Birliği’dir. Ancak bunlar da çoğu zaman siyasi iktidarların baskısı altında kalıp görevlerini hakkıyla yapamazlar. Oysa bu kurumlarımız çok büyük işler yapabilirler. Çünkü, arkalarında çok geniş bir nüfus ve imkan vardır. Mesela Kayseri Organize Sanayi Bölgesinde 700-1000 arası, çeşitli boyutlarda işyeri (hangar) mevcut olmasına rağmen bunlar Kayserimize yakışan teknik ve teknolojiden yoksundur, uygun teknolojiyle çalışanı pek azdır. Bu problemin halli için mevcut yapı dikkate alınarak projeler geliştirilebilir. Bu görev TOBB ve Esnaf Sanatkârlar Birliği’nindir. İlgili kişiler zamanlarının küçük bir kısmını da bu işlere lütfedip ayırabilirler. -İşiniz gereği komşu ülkelere çok gittiniz. Oralarda sizi nasıl karşıladılar? -Komşu ülkelerden İran ve Suriye’ye çok gittim. Her ikisinde de çok iyi karşılandım. Gösterdikleri misafir severliği anlatmakta zorlanıyorum. Çünkü bütün zamanlarını size ayırıyor, neleri varsa sofraya koyuyorlar. Bu konukseverlik Türklerle de sınırlı değil, hepsi de şahane insanlar, hepsi aynı şekilde konuksever. Dolayısıyla Suriye’deki olaylar beni çok üzüyor. Türkiye ile Suriye ve İran çok yakın dost olmalı, düşman değil. Suriye ve diğer Müslüman ülkeleri karıştıran şer odaklarına lanet olsun. -Duygularınızı paylaşıyor. Bir iş gününde bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz. -Asıl, ben sizlere teşekkür ederim. Çünkü, sorunlarımızı ilgililere duyurmak gibi çok önemli bir vazifeyi ifa ediyorsunuz. Sizleri yine beklerim. Kapımız, dostluk ve kardeşliğe her zaman açıktır. -Necmi beyin atölyesinden, Anadolu insanının gönül zenginliğin içtenliğini bizzat görmenin mutluğuyla ayrılıyoruz. 25 PSİKOLOJİK BOYUTTA TOLSTOY’UN ÖLÜM KAVRAMI Doç. Dr. Beyhan Asma Ölüm kavramı ve filozoflara göre ölüm Ölüm, insanlık tarihinde merkezi bir öneme sahiptir. İnsanoğlu ortaya çıkışından beri ölüm üzerinde düşünmüş ve onun gizemlerini bulmaya çalışmıştır. Heidegger korkuyu yalnızca özgürlük ve varoluşla ilgili endişeler açısından değil, her şeyden önce ölüm endişesiyle ilişkilendirmektedir. Bu durumu şu sözlerle açıklamaktadır: “Ölüm karşısında insan çaresizdir. Ölüm, yaşamın anlamını yok eden, insanı ezen ve hiçleştiren bir korkudur” İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek olan ölüm, varoluşun temelinde yatmakta, ancak aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir. Kübler-Ross’a göre, ölüm fizik bedenin, kelebeğin kozasını terk etmesi gibidir. Ölüm, hissetmeye, görmeye, duymaya, gülmeye devam edilen, gelişmeyi sürdürmenin mümkün olduğu yeni bir şuur durumuna geçiştir. Bu değişim sırasında kaybettiğimiz sadece artık çok eskimiş olduğunu ve bir daha kullanamayacağımızı düşündüğümüz kışlık mantomuzu bir yere yerleştirmemiz gibidir. Tolstoy’a göre ölüm Tolstoy, ölüm kavramını şu şekilde ifade ediyor: Şimdi şurada göçüp gidecek olsam, benimle birlikte yok olacak olan dünya, bu dünya değil, benim kendi dünyam. Benim kendi işim gücüm, sevgilerimle, özlemlerimle, ağrılarım korkularım, alışkanlıklarım, yorumlarımla, değerlendirmelerimle, etkilerim ve tepkilerimle, iç kımıldanışlarım dışa dönüşlerimle, çeşit çeşit duyumsamalarımla oluşan dünya, benim dünyam. Herkesin dünyası gibi benim kendi dünyam da biricik dünya. Benimle var, benden sonra yok. Yalnızca bana özgü bir dünya bu. Hayat ve ölüm bir bütünün iki parçası gibidirler. Ölüm de doğum gibi hayata aittir, yani hayatın olduğu yerde mutlaka ölüm de bulunmaktadır. Yalnız bu iki kavramın kendilerine özgü hususiyetleri, her canlı için özel olmalarıdır. Varoluşçu psikolojiye göre ölüm Varoluşçu psikolojinin temel ilkeleri arasında yer alan ölüm kavramı ise şöyle açıklanmıştır: “Ölüm insanların içinde bulunduğu en büyük ikilemdir. İnsan isterse ölümü seçebilir. Fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Ölüm varoluşun çözemediği ama yaşamak zorunda olduğu belki de yaşamın anlamının içinde saklı olduğu en büyük gizemdir”. Sokra- tes savunmasında ölümle ilgili olarak şöyle diyor: Ya ölen kimse hiçliğe, yokluğa eriyor, hiçbir şey bilmez oluyor ya da denildiği gibi ölüm bir değişmedir, bulunduğumuz yerden canın, tinin bir başka yere göçmesidir. Ölüm her duygunun kısalması, sönmesi ise deliksiz ve düşsüz bir uykuya benzer. Öte yandan, ölüm bizi buradan başka bir yere götürecek bir geçitse, denildiği gibi orada bütün insanlar bir arada toplanıyorlarsa, bundan daha büyük bir iyilik olur mu? Sokrates’e göre hayat ölüm için bir çıraklıktan ibarettir ve hayatın manasının keşfedilmesi için ölüm üzerinde düşünmek gereklidir. Stoacılar ölümü tabii bir olay olarak karşılarlar. İnsanın ölüm fikrine alışması lazımdır. Epiket şöyle diyor: “Her hareketimizde daima ölümlü olduğumuzu, sonunda öleceğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Çocuğumuzu okşarken, onun fani biri olduğunu hiç akıldan çıkarmamak icap eder, ancak bu takdirde o öldüğünde ıstırap duymayız.” İslam dininde ölüm İslamiyette ahiret fikri vardır. Ölümle insanın tamamen yok olmayacağına, tekrar dirilerek ahiret denen öteki âlemde ebedi yaşantısına devam edeceğine inanılır. Orası bir hesap yeridir. İnsan yaptıklarının hesabını orada verecektir. İslam dininde de ölüm konusuna geniş yer ayrılmış ve ölüme bir yok oluş olarak değil, bir dönüş olarak anlam verilmiştir. Örneğin; “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na dönenleriz” (Bakara, 2:156), “Her canlı ölümü tadıcıdır. Sonra bize döndürülürsünüz” (Ankebut, 29:57), “Ey mutmain nefs, razı olan ve razı olunmuş şekilde Rabbine dön” (Fecr, 89:27-28) gibi ayetlerde görüldüğü üzere “dönmek” fiili kullanılmıştır. Hadislerde ölüm, hayattan bir başka hayata geçiş, en iyi nasihat ve beden kafesinden ruhun bir kuş misali azat olması olarak anlamlandırılmıştır. Ayet ve hadislerdeki ölüm anlayışı tüm İslam âlim ve mutasavvıflarının ölüm anlayışlarının kaynağını ve temelini oluşturmuştur. Mevlana’nın ölüm anlayışında “rücu” (dönmek) ve “vuslat” temaları hâkimdir. Ona göre ölüm “ebedi sevgiliye kavuşmaktır”. Asıl ölüm ölmemektir. Ölüm bir evrim ve sonsuza uçmaktır. Hak ile hak olmaktır. Allah’a vuslat bulacağı veya ölümsüzlüğe erişeceği geceyi “şeb-i arus” metaforu ile ifade eden Mevlana Allah’a kavuşturacağı için ölümü şekerden bile lezzetli bulmaktadır. Bir başka mutasavvıf Hallaç ise, “ben bir kuşum, burası benim kafesim ve hapishanem idi, 26 ben burada mahpus olarak yaşıyorum” ve “beni öldürünüz dostlarım, benim hayatım ölümümdedir! Benim ölümüm yaşamaktır, hayatım ölmektir!” ifadeleriyle İslam’daki ölüm anlayışını ebedi bir üslupla ifade etmektedir. Dindeki ölüm, son değil yeni bir hayata açılan yolculuktur. Ölümün gemiye benzetildiği bir hikâyede bir sahilde durmuş denize açılan bir gemiye veda ederek el sallayan bir grup insan tarif edilmişti. Gemi yalnızca yelken direği görünene kadar uzaklaşmıştı. Sonra direk de gözden kaybolunca seyredenler, “Gitti” diye mırıldanmışlardı. Ama tam o sırada uzaklarda bir yerde başka bir grup insan ufku tarıyor, direğin yükseldiğini görüyor ve “İşte geldi” diyorlardı. Hikâyede de görülmüş olduğu gibi, ölüm, ahret inancı olan insanlar için bir mekân değişikliğidir. Dünya mekânından ahret mekânına yapılan bir yolculuktur. Dindar insanların ölüm algısı inanmayanlara göre farklıdır. Bu nedenle ölümü daha kabullenici bir tavırla karşılamaları beklenebilir. Hukuk, tıp, biyoloji, felsefe ve din açısından ölüm Geleneksel olarak ölümün ortaya çıktığı zaman, hep belli bir an olarak ele alınmış ve ölüm belirli bir süreçte oluşan olaylar zinciri değil de bir anda meydana gelen olay olarak kabul edilmiştir. Bu bakış açışı bazı durumlarda örneğin hukuk açısından doğru gözükebilir. Çünkü hukuk açısından ölüm için kesin bir zamana başka bir deyişle bir ana ihtiyaç vardır. Özellikle kesinlik ilkesinin hukukun vazgeçilmez prensiplerinden oluşu ölüm kavramının net ve kesin tanımını gerektirmektedir. Bu yüzdendir ki ölümün olduğu an kavramı göreceli bir kavramdır. Hukukçular, filozoflar, biyologlar, din adamları ve tıp adamları için de farklı anlamları bulunmaktadır. Ölmek zorunda olmak insanın kendi isteğiyle seçmiş olduğu bir varlık biçimi değildir. İnsanın ölümlü olması onun özgürlüğü ile yakından ilgilidir. İnsan ölüm sayesinde kendi özgürlüğünün farkına varmaktadır. Bazı Batılı felsefeciler ölüm tahlilinde intiharı bir kenara bırakır. ‘Varlık ve Zamanda’ bu konuyla ilgili septiklerin insanın kendi hayatına son vermesini niçin olumlu bulduklarına dair birkaç satırlık bir açıklama bulunmaktadır. Onlara göre; septiklerin intihara olumlu bakmalarının sebebi onların ’Varlık ve Gerçeklik`ten’ şüphe etmeleridir. Tolstoy’un eserlerinde ölüm kavramı Tolstoy Rus edebiyatında önde gelen bir romancıdır. Romanda başarılı olmuş her yazar gibi o da, hayatın içindeki gerçekleri ve problemleri en çarpıcı açıklığıyla ve derin düşüncelere girerek anlatmıştır. Bu yöndeki başarısı nispetinde okuyucu tarafından olumlu kabul gördüğü söylenebilir ve bitmeyen bir ilgiyle günümüze kadar canlılığını sürdürmektedir. Rus düşünürü ve edebiyatçısı Tolstoy’un başyapıtı olan Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı eserinde yukarıda sözü edildiği üzere ölüme ilişkin bir bakış açısını görebilmek mümkündür. Çok küçük yaşlarda annesini kaybeden Tolstoy, annesizliğin acısını hiç unutmamıştır. Hayatın anlamı temasını temele alan Hayat Üzerine Düşünceler, Üç Ölüm, İtiraflarım gibi yapıtlarının yanı sıra Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı eseri bunun bir delilidir. Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı eser o denli etkileyicidir ki, ölüm teması psikolojinin birçok alanında pek yer almamasına rağmen, bu temayı başlıca felsefi bir sistemde irdeleyen büyük Alman filozofu Heidegger,Tolstoy’un söz konusu eserinden yola çıkarak açık ve net bir şekilde düşüncelerini dile getirmiştir. Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı bu eserde Tolstoy, ölümle burun buruna olan başkahramanı Ivan Ilyiç’in kendi vicdan muhasebesini ve ruhsal yapısını derin açıklığıyla su yüzüne çıkarmaktadır. Tolstoy’un bu eserdeki amacı, okuyucuyu gerçek yaşamla yüz yüze getirmektir. Böyle bir karsı karsıya geliş insan psikolojisinin bir yansımasıdır. Tolstoy, ölümü yalnızca us kavramı ile bilinen bir şey olmadığını, tüm ruhsal bedenimizle kavranan bir varoluş olduğuna dikkat çekmektedir. Yalnızca akıl yoluyla bu gerçeği anlamaya çalışmanın yaşamın kendisini değil, onun kavramlar ve soyutlamalar yoluyla sadece yansımalarını bilebildiğimiz kişisel-olmayan bir yönüne bizi kanalize ederek ölüm gerçeğini gizleyebileceğini vurgulamaktadır. Ölüm gerçeği, zihinsel bir gerçek değildir. Yaşamla iç içe olan herkes doğal olarak yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ölümle de yüz yüze gelmek zorundadır. Tolstoy, yazılarında yoğun bir şekilde ölümü işlemesiyle ünlenmiştir. Tolstoy’un birçok yapıtında, ölüm konusu, önemli, dikkate değer olarak işlenir. İvan İlyiç’in Ölümü, Hayat Üzerinde Düşünceler, İnsan Ne İle Yaşar, Üç Ölüm, İtiraflarım gibi sayılı eserlerinde okuyucusunu ölüm gerçeği ve hayatın anlamı ve önemiyle yüzleştirir. İtiraflarım adlı anlamsal olarak geniş çaplı eseri bu bakımdan öğüt verme kadar büyük bir önem taşıdığı göz önünde bulundurulabilir. Burada Hıristiyanlık akidesine bağlı bir düşüncede yoğunlaşarak ve görkemli bir hayat tarzından uzak olmak insana gerçek huzuru vereceği inancına erişir. Tolstoy, mutlu bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra şöhreti yakalamış sayılı yazarlardan biridir. İlerleyen yaşlarında kendini geliştirmek için Avrupa’daki entelektüel ortamlara katılarak liberal düşüncelerini ortaya koymuştur. Tolstoy Giyotinle idam edilen bir mahkûma tanık olması, her şeyin boş bir çırpınış olduğunu anlamasına sebep olmuştur. Giyotinin idam mahkûmunun boynuna inmesi, o zamana kadar ki yaşadığı ve çevresinin de telkin ettiği hayat anlayışına karşı önemli bir şüphe meydana getirmiştir. En sevgili kardeşini ölümle kaybetmesi, onun yine ölüm gerçeğiyle karşılaşmasına ve bu önemli olguyu tanımasına vesile olacaktır. Bu yaşanan olaylar Tolstoy çelişkisini de ortaya koymaktadır. Ancak kendini yeni hayatına vermesi, hayatın genel anlamını araştırmasına engel olmuştur. Tolstoy ününe ün katarken de iç muhasebelerini sürdürmekteydi ve en ünlü şahsiyetlerden daha büyük üne kavuşması halinde bile bu ne anlam ifade edebileceğini düşünüyordu. Bu önemli soruların cevapları yoktu.1 Tolstoy, ölümden çok korkmanın verdiği bir içgüdüyle kendini çalışmalarına veriyordu. Ölümün sırrını çözemedikçe hayatındaki hiçbir hareketin ve hadiselerin anlamı olamayacağını görüyordu. Fakat bunu genç yaşından itibaren anlayamamasının acısını derinden hissetmekteydi. Bana göre, Tolstoy’un ölümü birebir işlediği romanı, İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseridir. Burada kendi iç çalkantılarını bir baş erkek kahramanında göstermiştir. İvan İlyiç Tolstoy’un ruhsal anlamda kendisidir. Kitabın daha ilk bölümünde ölümle okuyucuyu yüz yüze getirir. Ve romanın sonuna ana fikri sadece ölüm olan düşüncesi ve hayalleri üzerinde ısrarla durur. İvan İlyiç, birçok insanın olmak istediği göreve genç yaşlarında gelmiş ve bu görevdeyken hayatını yitirmiştir. Tolstoy, ölüme doğru yol alan kahramanının iç çekişmesini gözler önüne sererken ve insanın ölümü hayatın bir gerçeği olduğunu bilmesine rağmen yinede fantastik anlatımlardan hayali kavramlardan kendisini alamaz. Ölüm bütün gerçekliğiyle hayatta kendisini belli etmektedir. Tolstoy’a göre hayatın ve ölümün gerçek anlamı ve kavranması ancak yaşanarak ve insanın kendince bu 1) Leo Tolstoy, İtiraflarım, Ankara: Klasik, 1990, s. 23. AĞLAMAYI ÖĞREN ÇOCUK Ufak bir karanlığın düşmüştüm ki peşine O an gördüm bir çocuk rastlanmazdı eşine Elinde bir poşetle mendiller satıyordu Sanırım ilerdeki çöplükte yatıyordu -Alır mısın be abla bir tane mendil olsun Dedim içimden “-Çocuk, ömrün umutla dolsun!” -Çocuk söyle bakalım nereyedir bu gidiş -Karıştırma be abla kaderim böyle imiş -Çocuk gel konuşalım ver poşeti elime -Yeter mi senin gücün bu kadar mendilime? -Gözlerin doldu abla bir derdin varsa anlat -Benim ömrüm son zaten bir kere de sen sonlat Belki de düşlüyorsun sıcacık bir köy evi Belki hayallerinin en büyüğü en devi Belki daha mutlusun şu fakir-i şairden Satır satır yalnızlık işlediği şiirden Mutluluk umut bir de yeni başlangıç falan Bu yalan dünyadaysa bunların hepsi yalan Ağlamayı öğren ki gülmesini bil çocuk Bir dostun gözyaşını silmesini bil çocuk iki yalancı gerçeği akıl yoluyla bulmasıdır. Tolstoy’un Ivan Ilyiç’in Ölümü adlı bu engin eseri, yaşam ve ölümü irdeleyen ve özellikle de tüm felsefesini ölüm teması çerçevesinde kurgulayan bir eser olmasıdır. Ölüm, insanoğlunun er veya geç karşılaşacağı bir gerçek olarak karşısında durur. Ölüm sonrası bilinmezlik ve ölümün içinde barındırmış olduğu hüzün, ayrılık, acı gibi duygu ve düşünceler her zaman insanların zihinlerini meşgul etmiştir. İnsanoğlunun kabullenmekte zorlandığı, karşılaşmak istemediği bu kaçınılmaz gerçek etrafında toplumlarda birtakım âdet ve geleneklerin oluştuğu görülür. Bu âdet ve gelenekler, zamanla toplumsal kültürün bir öğesi hâline dönüşerek yüzyıllar boyu nesilden nesile aktarılmıştır. Ölüm ve ölümle ilgili düşünceler, sadece dinî inançların ve düşünce sistemlerinin değil, edebiyat ve sanat eserlerinin de temel konularından biri olmuştur. Tolstoy ölümü daha yeni bir varoluş durumuna geçiş olarak görmektedir. Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir. KAYNAKÇA - Hanife Dilek Batislam, “Divan şiirinde Âşık, Sevgili, Rakip Üçlüsü ve Ölüm” Folklor/Edebiyat, Ankara, 2003, C. IX, S. 34, s. 187. - Leo Tolstoy, İtiraflarım, Klasik yayınları, Ankara, 1950., Ölüm Manifestosu-Öyküler (İvan İlyiç’in Ölümü), Kır yayıncılık, İstanbul,1978. - Nail Halbush, The Death of Ivan Ilyich, Peurson Books, New York, 1987. - Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara, 1983. Gönül gözünü aç ki göresin yeryüzünü Hem dünyanın düzünü, hem de o ters yüzünü Peki neden o yaşlar damlıyor yanağına Tutuldun mu yoksa sen hayat sağanağına Tohum at ki yüreğe bir bir sevgi yeşersin Kalkmayı da öğren ki bir gün gelir düşersin Dokunma sakın çocuk bendeki kalp yaralı İyileşmez bir türlü yıllar oldu saralı Bir yırtık pantolonu giymek ne kadar rahat Sen rahat değilsen de şu koca toplum rahat Bana güneş doğsa da perdelerin ardından Sana güneş çırılçıp görünür ufuklardan Bir bülbülün çığlığı, bir horoz ötmesiyle Güne merhaba dersin güneşin gülmesiyle Diyorsun ki mutluluk her an yanı başında Yeri geldiği zaman gözden akan yaşında İslam denince hani bütün eller havada Hiç kimse yardım etmez şu zavallı çocuğa Gözüm görmez olsaydı şu çocuğun halini Keşke ben duymasaydım onun son ahvalini Ey milletim uyanıp son kez beni dinlesen Bilsen ki şu garibin sevgi dolu gönlü sen 27 28 TRT ÇOCUK ve ÜÇ ÇİZGİ FİLM Bilgehan AYATA TRT’yi zaman zaman eleştirsek de TRT önemli hizmetlere imza atıyor. TRT Avaz ile Türk dünyasını birbirine bağlayan TRT, TRT Çocuk’la da uzaktan çocuk eğitimine yönelik önemli bir eksikliği gideriyor. Çocukluğumuzda Redkit’i, Riçi Riç’i, Simsın Ailesi’ni, Himen’i izler, arkadaşlarımızla “Voltran”ı oluşturur, ağaç dalından Vilyım Tel oku yapardık. İzlenen bu filmlerin çocuk dünyasındaki etkisini belleğimizi biraz yoklayarak görebiliriz. Hatta yolunuz Sivas’a düşerse sırtında plastik kılıcıyla Sivaslı “Himen”i canlı canlı görebilirsiniz. Bugün de farklı yabancı çizgi filmler çeşitli kanallarda oynamaktadır; ancak, bunların çoğu körpe beyinlere yarar sağlamak yerine zarar vermekte, yabancı kültür aşılamaktadır. “Pokemon” gibi uçmak için camdan atlayan çocuğu hâlâ unutmadık. Lütfen dikkat ediniz; özellikle yabancı çizgi film kanallarında sürekli, robot ya da insana benzemeyen yaratık karakterleri görülmekte ve bunlar savaşmaktadır. Bu filmin başından kalkan çocuğun kardeşine nasıl davranacağını tahmin ediniz. Bu filmler insan ilişkilerini, sosyal ve günlük yaşamı, cinsiyet ve aile kavramını öğretmemektedir. Belirttiğimiz olumsuzlukların aksisine TRT Çocuk kanalının fevkalade olumlu yönleri olduğunu söyleyebiliriz. Keloğlan Masalları Bu filmi izleyen çocuk öncelikle en önemli Türk masalı karakterini öğrenmiş olmaktadır. Bu çizgi film aracılığıyla Türk kültürü eğlenceli bir şekilde öğretilmektedir. Karakterlerin adlarına baktığımızda (Keloğlan, Bilgecan Dede, Kara, Balkız, Örgülü, Huysuz, Uzun, Kara Vezir, Sinek…) Türkçe olduğunu görmekteyiz. Ayrıca adla karakterlerin özdeşleştirilmesi ve kişilerin sıfatlarının ad olarak kullanılması “lakap” geleneğini öğretmektedir. Kötü bir karakter olan Kara Vezir’in adındaki “kara”, Türk kültüründeki “karauğursuzluk, kötülük”; iyi ve bilgin bir karakter olan Bilgecan Dede adındaki “dede” ise Dede Korkut’ta olduğu gibi “dede, ata-bilgelik” ilişkisini bilinçaltına yerleştirmektedir. Köyün hırsızları olan Huysuz’un kısa boylu ve cin fikirli, Uzun’un ise uzun boylu ve saf olması, atasözlerinde de yerini bulan uzun ve kısa boylular hakkındaki halk düşüncesini vurgulamaktadır. Kişilerin giysileri, yaşadıkları yerler, mekânların döşenme tarzı, çocukların oynadıkları oyunlar vs. izleyenlerde bütünüyle Türklük duygusu uyandırmaktadır. Kişilerin, özellikle başkahraman Keloğlan’ın konuşmaları Türkçenin doğru ve güzel öğretilmesi açısından işlevseldir. Konuşmalarda deyim ve atasözlerine sık sık yer verilmektedir. Birkaç örnek: kılkuyruk tilki, selam verdik borçlu çıktık, gel keyfim gel, ver yiyeyim bırak oynayayım (ört yatayımdan bozma), dilini yuttun galiba, ne de güzel şakıyor, senden korkulur, sana takılıyorum, çok veren maldan az veren candan, sırtımız yere gelmez… Ayrıca sıkça karşılaştığımız “oley”, “yuppi” gibi yabancı ünlemlerin yerine “he he heyt”, “bre namert” “vesselam”, “sen çok yaşa emi”, “ah canım” biçiminde Türkçe ünlem ve pekiştirmelerin kullanılması çocuklara sevinç, korku ve şaşkınlığın dahi Türkçesini öğretmektedir. Bununla birlikte son bölümlerde çizgi film dünyasından gerçek dünyaya geçilmesi yani Keloğlan ve arkadaşlarının bugünkü çağdaş dünyaya bir çeşit zaman makinesiyle gelmesi ve gerçek insanların filme girmesi, filmin özgünlüğüne gölge düşürmektedir; çünkü bu, yabancı filmlere -örneğin Şirinler’eöykünme hissi uyandırmaktadır. Pepee Hakkında övgüler dizilecek diğer bir çizgi film de Pepee’dir. Bu filmin adı bize ünlü halk bilimci Halûk Nihat Pepeyi’ yi anımsatmaktadır. Türkçe bir sözcük olan 29 Keloğlan Masallarına göre daha küçük yaştaki çocuklara hitap eden Pepee, çocukların temel bakım becerileri ve bilgileri aile kavramı ve güzel davranışlar edinmesine yardımcı olmaktadır. ve kekeme anlamına gelen pepe sözcüğü Pepee şekline sokularak sanıyoruz ki ada çekicilik kazandırılmaya çalışılmış. Bu fazladan e harfi değil ama Pepee’nin kendisi, onu seslendirenler ve çizgi filmdeki diğer karakter ve ögeler gerçekten bu çekiciliği sağlamakta. Bu film de en az Keloğlan Masalları kadar yararlıdır, kanısındayız. Keloğlan Masallarına göre daha küçük yaştaki çocuklara hitap eden Pepee, çocukların temel bakım becerileri ve bilgileri aile kavramı ve güzel davranışlar edinmesine yardımcı olmaktadır. Tıpkı Keloğlan Masalları’ndaki gibi Türkçe güzel konuşulmakta ve öğretilmektedir. Yurt dışında yaşayan bir tanıdığımızla sohbetimizde bize, çocuğunun yabancı çizgi filmleri izledikçe konuşma ve davranış bozuklukları gösterdiğini, Pepee’yi izledikten sonra ise bu bozukluklarının düzeldiğini ifade etmesi bu kanaatimizi doğrulamaktadır. Filmdeki hayvan karakterler, yabancı filmlerdeki gibi “domuz” değil köpek, zürafa, maymundur. Bunlara köpüş, maymuş denmesi adlara “ş” eki getirilerek sevecenlik ve cana yakınlık katıp kısaltmak Türkçede alışık olduğumuz bir durumdur: Fatoş, Bediş gibi. Böylece çocuklar, dilimize ve kültürümüze ait bir özelliği daha öğrenmiş olmaktadır. Şuşu, Zulu, Zuku, Zumu gibi gelişigüzel verilen adlar da aliterasyon ve asonanslarıyla tekerlemeleri andırmaktadır. Çocukların anne-babaya, anne-babanın çocuklara seslenme tarzı insancıl ve örnek teşkil edecek şekildedir. Özellikle babanın, oğluna “koçum”, “aslanım” istiareli hitabı halk arasındaki günlük konuşma dilidir. Bu sayede çocuklar, yine dilinin bir inceliğini öğrenmiş ve toplumla bir bağ daha kurmuş olmaktadır. Çizgi filmde yöresel kıyafetler; zeybek, Trakya karşılaması, halay, horon vb. müzik ve oyunlara yer verilerek Türk kültürü tanıtılıp sevdirilmektedir. Anne, baba, büyükanne, büyükbaba ve çocuklardan oluşan aile geniş aile kavramını çocuklara öğretmektedir. Bir ayrıntı: Dikkat edilirse yabancı çizgi filmlerde -genellikle Amerikan yapımı olduğundan- Amerikan bayrağı vurgusu görülür. Ya bir kıyafette ya duvardaki bir resimde ya da bir bayrak direğinde kısa süreli de olsa bu bayrak gösterilir veya renk ve şekiller aracılığıyla anımsatılır. Pepee’de ise aynı şekilde Türk bayrağı vurgulanmaktadır. Bu elbette sevindirici bir durumdur. Dede Korkut Hikâyeleri TRT Çocuk’un diğer bir hizmeti de Dede Korkut Hikâyeleri’ni filmleştirmesidir. İçeriğe sadık kalınmasa da böyle bir girişim bile takdire değerdir. Çocuklar daha küçük yaşlarında Dede Korkut ve hikâyelerinden haberdar oluyor. Sanıyoruz eksiklikleri dolayısıyla Keloğlan Masalları ve Pepee kadar sevilmemesi nedeniyle onlar kadar sıklıkla ve yeni bölümleri oynamıyor. Dede Korkut Hikâyeleri çizgi filmi de karakterlerinin adlarıyla (Aybüke, Banu Çiçek, Bamsı Beyrek, Uruz, Dumrul, Tepegöz…), giyiniş ve görünüşleriyle, yansıtılan yaşam biçimiyle Türk kültürü, dili ve tarihine, kısacası Türk çocuklarına önemli hizmette bulunmaktadır. Sonuç TRT Çocuk, yıllardır beklenen millî çizgi film özlemini bir nebze de olsa dindirmektedir. İnsanımız da bu çizgi filmleri benimsemiştir, hatta büyükler bile beğeniyle izlemektedir. Son zamanlarda yaygınlaşan Pepee resimli çocuk elbiseleri bunun göstergesidir; ancak, bu yeterli görülemez. Hem TRT Çocuk daha nitelikli ve farklı çizgi filmler üretmeli hem de diğer kanallar ondan örnek almalıdır. Türk tarihi ve edebiyatında çizgi film konusu olacak daha yığınla malzeme vardır. Bizler de böylesine güzel ve yararlı programları izleyerek bu işi gerçekleştirenlere destek olmalıyız. TRT Çocuk kanalı söz ettiğimiz çizgi filmleriyle sevgi, saygı ve umut dolu, ruhî yönden sağlıklı bireylerin temelini atıyor. TRT Çocuk’u gönül rahatlığıyla izleyiniz, izlettiriniz. Saygıyla… 30 OKUL VE AİLE İŞBİRLİĞİ İbrahim GÜNGÖR Okul ve aile işbirliğini, eğitimin etkinliği ve öğrenci başarısı açısından son derence önemli olmasına rağmen, hak ettiği ilgiyi görmeyen ya da bir türlü istenilen verimliliğe ulaşamayan bir konu olarak düşünmekteyim. Bu nedenle bu yazıda okul ve aile işbirliği üzerinde durulacaktır. İlköğretimde ve ortaöğretimde işleyiş ve hedefler açısından bazı farklılıklar görülebilir. Ancak, bu yazıda okul ve aile işbirliği genel olarak ele alınacaktır. Okul ve aile işbirliği denildiğinde anlaşılası gereken, ailenin okulun işleyişine katılması, süreçte sorumluluk alarak, okulun işlevini yerine getirmesinde maddi ve manevi desteğini sağlamasıdır. Oku- Aileler okul aile işbirliği denildiği zaman genellikle çocuklarının devamsızlıklarının bildirilmesi, derslere ilgisizliğinin kendilerine iletilmesi ve okul için para istenmesi gibi konuları düşündükleri görülüyor. Oysa okul ve aile işbirliği bu konuların ötesinde çok daha önemli bir konudur. lun işleyişine katılması demek, okulun kurum olarak varlık nedenini yerine getirmesinde velilerin tamamlayıcı bir rol almaları demektir. Aileler okul aile işbirliği denildiği zaman genellikle çocuklarının devamsızlıklarının bildirilmesi, derslere ilgisizliğinin kendilerine iletilmesi ve okul için para istenmesi gibi konuları düşündükleri görülüyor. Oysa okul ve aile işbirliği bu konuların ötesinde çok daha önemli bir konudur. Ancak, maalesef, okulda çocukların şikâyet edilmesi ve para istenmesi konularına indirgendiği için arzu edilen düzeyde bir okul aile işbirliği hiçbir zaman kurulamamıştır. Aile sonuçta okulun en yakın ve işbirliği yapması gereken en önemli çevredir. Bir araştırmaya göre aile özellikleri, öğrencinin okul başarısındaki en önemli çevre faktörünü oluşturmaktadır. Okul aile işbirliği konusunda yapılan çalışmalar konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin, aile içi uyumun ve destekleyici yaklaşımın çocuğun okul başarısındaki önemi büyüktür. Ancak bu destekleyici tutumun okulla işbirliği yapılarak devam ettirilmesi, okulun kendi işini yapmasında ailelerin kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesi de gerekmektedir. Çünkü, okul ve aile birbirinden habersiz çalışırsa ikisinin de etkinliği azalacaktır ama işbirliği yapıldığında her iki birimin de etkinliği verimlilikle birlikte artacaktır. Bir araştırmada; akademik başarısı düşük ve sınıfta kalma riski taşıyan öğrencileri diğer öğrencilerden ayıran en önemli etkenin, anne-baba desteği ve ilgisinden yoksunluk olduğu saptanmıştır. Aynı araştırmada, anne-baba katılık, tutarsızlık ve geçimsizliğinin de düşük okul başarısında önemli bir risk faktörü olduğu görülmüştür. Eğitim açısından destekleyici yaklaşım içerisinde olan ailelerin çocuklarında, okul başarısının daha yüksek olduğu sonucu bulunmuştur. Aile sonuçta okulun en yakın ve işbirliği yapması gereken en önemli çevredir. Bir araştırmaya göre aile özellikleri, öğrencinin okul başarısındaki en önemli çevre faktörünü oluşturmaktadır. Bu araştırmadan elde edilen bulgulara göre, okul başarısının yarıdan çoğunun, ailenin katkısıyla gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Aile bir merkez olarak düşünüldüğünde çocuğun ilköğretime başlamasıyla birlikte, öğrencinin okul başarısı üzerinde rol oynayan çevresel etkiler toplumun daha geniş bir kesimine doğru genişler. Fakat aile etkisi bütünüyle ortadan kalkmaz. Günün 24 saati içerisinde okul saatlerin miktarı göz önüne alı- nırsa, çocuk yaşamının %75’inin bu dönemde de aile içerisinde geçirildiği gerçeği ortaya çıkar. Bu durum, okul yıllarında da çocuk-aile etkileşiminin önemini göstermektedir. Hollingsworth ve Hoover gibi araştırmacılar çocukları doğrudan ve dolaylı yollardan eğittikleri için, anne ve babayı çocuğun evdeki öğretmenleri olarak ele almakta ve okulda öğretmen tarafından kazandırılacak olumlu bir davranışın evde anne-baba tarafından kolaylıkla bozulabileceğini belirtmektedirler. Bu nedenle de günümüzün eğitimci ve öğretmenleri öğrencilerin evdeki öğretmenleri olarak velilerin önemini anlamış durumdadırlar. Öğretmenlerle aileler arasındaki iletişimi güçlendirmeye yönelik çalışmalar, öğrencilerin okul başarısını yükseltebileceği gibi okulda disiplin sorunlarının yaşanmasını da engelleyebilir. Çünkü, ortak çalışma çocuğun okul ve okul dışındaki davranışlarını bir bütünlük içinde ele alacağı için daha etkili ve doğru yaklaşımlar sergilenmesine yardımcı olur. Dolayısıyla sorun çözme açısından da veli işbirliğinin önemi büyüktür. Okul ve aile işbirliği konusunda birçok araştırma mevcut olmasına karşın burada araştırma sonuçlarından çok bu sonuçların ne ifade ettiği (okul aile işbirliğinin çok önemli olduğu) üzerinde durulmuştur. Okul aile işbirliğinin önündeki engeller konusunda da bazı bulgular vardır. Ancak, 2012-2013 eğitim öğretim yılına başlayacağımız şu günlerde engelleri bir kenara bırakıp, eğitimci ya da anne baba olarak çocuklarımızın, gençlerimizin devam ettiği okullarda çalışmalara etkin şekilde katılıp, geleceğimiz olan çocuklarımız, gençlerimiz için sorumluluk almaktan kaçınmamamız gerekmektedir. 2012-2013 eğitim öğretim yılının güzellikler getirmesi dileğiyle saygılarımı sunuyorum. 31 32 Günümüzde Parapsikoloji Ünsal ARSLANKAYA Teknolojinin hızla gelişmesi, hayatın her alanını etkilediği gibi parapsikoloji alanında da oldukça ilginç gelişmelere sahne olmuştur. Duyular dışı algılamaların birçoğu, özel geliştirilmiş cihazlar sayesinde artık ölçülüp-gözlenebilir hale gelmiştir. Örneğin; “Kirlian Fotoğraf Tekniği”- Eski Sovyetler Birliği araştırmacılarından Semyon ve eşi Valentila Kirlian’lar, yüksek frekans alanı içindeki canlı organizmalar üzerinde bir fotoğraf tekniği geliştirdi. Kirlian ekibi yıllar süren çalışmaların sonucunda, insan, hayvan, bitki ve bütün canlıları kuşatan bu enerji alanının fotoğraflarını çekmeyi başardılar. Bu tekniğe, mucitlerinin isimlerine atfen “Kirlian Fotoğrafçılığı Tekniği” deniyor. 1911’de Stanford Üniversitesi ABD’de duyulardışı algılamayı ve psikokineziyi laboratuvar koşullarında etüt eden ilk akademik kurum oldu. Bu konuda John Edgar Coover yoğun çaba göstermiştir. 1930’da ise Duke Üniversitesi ABD’nde ESP ve psikokineziyi laboratuar koşullarında etüt etmek isteyen ikinci akademik kurum oldu. Psikolog William McDougall’un ve Karl Zener, Joseph B. Rhine, Louisa E. Rhine gibi, Üniversite’nin psikoloji bölümünden çeşitli öğretim görevlilerinin önderliğiyle, üniversite öğrencileri içinden seçilmiş gönüllü deneklerin kullanıldığı laboratuar deneyleri başladı. İlk deneylerde Zener kartları ve zar kullanılıyor, niceliksel ve istatistikî bir yaklaşımın söz konusu olduğu bu deneylerde deneklerin tahminlerindeki başarılar istatistikî olarak kaydediliyordu. Duke Üniversitesi’ndeki bu deneylerin sonucu olarak, ESP’nin (Duyular dışı algılama) test edilmesindeki standart laboratuar süreçleri gelişti ve bunlar dünyadaki pek çok ilgili araştırmacılar tarafından benimsendi. ABD’de bitkiler üzerinde yapılan bir araştırma oldukça ilginçtir. Bitkiler de bir akıl olmadığı bilinmektedir. Ancak evrendeki bütün varlıklar ve maddeler yoğunlaşmış enerjiden oluşmuştur. Hatta taşların bile yaydığı bir enerji halkası “Aura” sı (Biyoplazmik beden) vardır. Fizik bedenin kopyası şeklinde olup o fizik bedeni çepeçevre kuşatan enerji halkasına “Aura” denmektedir. Bir laboratuarın içinde yirmi tane çiçeğin on tanesini bir odaya, on tanesini de diğer odaya koydular. Amaç çiçeklerin duygusal davranıp davranmadıklarını öğrenmektir ve bu deney için yirmi kişilik bir ekip oluşturuldu. Bunlar da on kişilik iki gruba ayrıldı. Her birinin bir çiçekle ilgilenmesi istenildi. On kişilik birinci grup her gün çiçeklere sevgi ile yaklaşacak, onlarla sohbet edecek ve bu on çiçeğe klasik müzik dinletilecek. Diğer odadaki çiçeklere ise seçilen on kişi her gün kötü düşüncelerle ve küfür ederek yaklaşacak, o çiçeklere adeta karşısında bir düşmanı varmış gibi davranacaklardı. Bu deneyler esnasında Kirlian fotoğraf makineleri ile çiçeklerin resimleri çekilerek yaydıkları “auralar” da değişim olup olmadığı belgelendirilmeye çalışılmaktaydı. Evet, yanılmamışlardı, nefretle ve düşmanca yaklaşılan çiçeklerin enerjilerinde düşüş vardı ve hatta solmaya başlamışlardı. Fakat sevgi ile yaklaşılan, her gün sulanıp bakımları yapılan çiçeklerden bir tanesinde sorun vardı. Dokuz çiçek gelişim gösterdiği halde aynı ortamda bulunmasına rağmen bir çiçek neden kötüye gitmekteydi? Yapılan uzun araştırmalar sonucunda ortaya çıkan şey herkesi şoke etmişti. O çiçeğe de sevgi ile yaklaştığı halde çiçeğin kendisinden korktuğu kişinin, yıllar öncesinde ve hatta binlerce kilometre ötede, Amerika’ya gelmeden önce kendi memleketinde bahçıvan olarak çalıştığı anlaşıldı. Önceleri çiçekleri budayan bir insanı nasıl olurdu da başka bir çiçek tanıyabilirdi? Üstelik kendisine sevgi ile yaklaştığı halde bu çiçek, o kişiden korkmuştu. Bunun izahını elbette kimse yapamadı. 20.yy’da uzay çağının başlaması ile birlikte Astrofizik- Kozmoloji-Kuantum Fiziği ve Jeolojinin yanı sıra tıp alanında özellikle de genetik biliminde yaşanan devrimsel nitelikteki gelişmeler bize göstermiştir ki, bilimsel alanda ilerleme kaydettikçe parapsikolojinin gizemli çehresi daha da önem kazanmaktadır. Yine bu bağlamda fizik ve metafiziğin birlikte değerlendirilmesi uygarlık adına büyük önem arz etmektedir. Psişik (Ruhsal) yetenekleri gelişmiş olan insanlar, pozitif bilimin somut verileri ışığında yönlendirilebilirlerse klasik fiziğin daha ileri noktalara ulaşması için “parapsikolog”lar da ellerinden geleni en iyi şekilde yapacaklardır. Örneğin; Astral seyahat (Ruhsal beden ile seyahat) yapan bir parapsikolog paralel evrenler dediğimiz boyutlar arası geçişlerde gördüklerini ve deneyimlerini fizikçilere aktardıkları zaman, bilim adamlarının bir sonraki adımda neyi araştırabilecekleri konusunda inanılmaz derecede faydalar sağlayacaklardır. Tıpta henüz çaresi bulunamamış hastalıklar konusunda da özellikle ruhsal hastalıklar (şizofreni, panikatak v.s) başta olmak üzere parapsikolojinin sağlayacağı imkânlar oldukça fazladır. Parapsikolojinin kapsama alanına giren ve alternatif tıp adı altında dünyanın birçok yerinde kullanılan “Bioenerji” ve “Element” terapileri binlerce insanın sağlığına kavuşmasına yardım etmektedir. Dünya’da ve Türkiye’de Parapsikoloji’nin geldiği nokta: Her ne kadar bilimsel çalışmalar ışığında parapsikoloji ilerleme kaydetse de, ABD, Avrupa, Rusya ve İsrail gibi egemen güçler, dünya üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için bu alanda elde ettikleri bilgileri istihbari amaçlar ve psikolojik savaş aracı olarak kullanmaya yönelmişlerdir. Psişik yetenekleri gelişmiş insanlar çok yüksek maaşlarla istihbarat merkezlerinde çalıştırılmaktadır. Türkiye’de ise maalesef bu konu tamamen göz ardı edilmiş durumdadır. Parapsikolojiyi araştıran insanların sayısı çok azdır. Onlar da ancak Batı’lı yazarların eserlerini çevirip nakletmekten öteye gitmemektedir. Kendisini parapsikolog olarak niteleyen kişileri ise değerlendirmeye tabi tutacak, onların gerçekten psişik yeteneklerinin olup olmadığını belgeleyecek her hangi bir resmî kurum ve kuruluş bulunmamaktadır. Hâl böyle olunca, halkın dini duygularını ve cehaletini istismar eden “Medyum” adı altında yüzlerce sahtekâr ve şarlatanlar meydanı boş bulmaktadır. Elbette bunların içinde dürüst ve samimi olarak bir şeyler yapmaya çalışanlar vardır, ancak bunun kriterlerini belirleyecek olan resmiîve akademik bir kuruluş olmalıdır. Üniversitelerdeki psikiyatri bölümlerinde en azından parapsikolojinin ders olarak okutulması ve bu alanda yetenekli kişilerin değerlendirilmesi büyük önem arz etmektedir. Bundan sonraki sayımızda paralel evrenler ve boyutlardan bahsedeceğiz. 33 TEBRİKLER Türk Ocakları Kayseri Şubesi eski Başkanı ve Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Kadir YUVALI’nın oğlu Ertuğrul YUVALI ile Dönay KARAKAYA 30.08.2012 Perşembe günü evlendiler. Derneğimizin üyesi öğretmen Faruk ÇİMEN ile Selma ERBİL 01.09.2012 Cumartesi günü evlendiler. Erciyes Üniversitesi’nin hastaneler eski müdürü ve derneğimizin üyesi Ahmet ÇETİNKAYA’nın oğlu Tolgahan ÇETİNKAYA ile Ayşegül MANDACI 01.09.2012 Cumartesi günü evlendiler. Derneğimizin üyesi ve dergimizin yazarı emekli öğretmen Mehmet KILINÇ’ın kızı Dr. Ayşe Ayzıt KILINÇ ile Şükrü Tuna ATABEK 01.09.2012 Cumartesi günü evlendiler. Derneğimizin Yönetim Kurulu Üyesi Kasım Necati PEKER’in oğlu F. Gökhan Peker ile Ayşegül YILMAZ 13.09.2012 Perşembe günü evlendiler. Gençleri tebrik eder, ömür boyu sürecek mutluluklar dileriz. 2012-2013 Eğitim ve Öğretim yılında bütün öğretmen ve öğrencilerimize başarılar dileriz. DUYURU Derneğimizin 2012-2013 dönemi ilmi-fikri toplantıları 05 Eylül 2012 Cuma akşamı saat 19:30’da başlıyor. Eylülde başlayıp haziranda sona eren ve 6 yıl boyunca cuma akşamları düzenli olarak sürdürülen bu toplantılarımıza bütün hemşehrilerimizi davet ederiz. 34 MEHMET DÜZGÜN AĞABEYLE YARIM ASIR Mustafa ŞERBETÇİOĞLU İlk ağabeylerin sonuncularından birisi daha göçtü; sevdiklerinin yanındaki yerini aldı: Zira sevdiklerinden çok gideni olmuştu. Değil mi ki “sevenler kavuşmak için yaratılmış”, başka ihtimal yok… Mehmet ağabey ile olan beraberliğimiz 1963’te başladı: 4 Ağustos 2012 tarihinde morgda noktalandı. Cumartesi günü tabutuna yapışan dostları onu Milliyetçi öğretmenler Derneği’nin kurucuları arasında yer almış olduğu tarihlerde veya daha sonraki ülkücü faaliyetlerin yoğunluk kazanmış bulunduğu dönemlerde tanıdılar. Öyle ümit edilir ki, “fark”ından dolayı olsa gerek, hemen hiçbir ülküdaşı-arkadaşı bu tanışmışlıktan rahatsızlık duymamış olacaklar ki, onu son gününde de yalnız bırakmadılar. Rahmetli, yaklaşımı itibariyle toplantılarımızın, mansıp olmasa da, “hizmet” paylaşımının aranan simalarındandı. Zira, herhangi bir talebi olmadığı gibi, tekliflere karşı da tavrı daima “öğretmenlik” şeklinde olurdu. Mehmet ağabey, Vehbi hocamın da ifade etmiş olduğu şekilde, “soyadı gibi düzgün” bir insandı. Bu hüküm, kolaylıkla kazanılmış olan bir sıfat olmasa gerek. Nitekim, birlikte çalıştıkları ve fakat karşı görüşte olan bir öğretmenin lüzumu halinde yerine getirmesi için eşine tembihi çok düşündürücüdür: “Bir sıkıntın olursa Mehmet Düzgün’e başvur.” Böyle bir tercihin unsuru olmak “insan” için oldukça anlamlı olmalı. “Fazla söze ne hacet “kabilinden bir tablo… İnsanları, bir takım yeteneklerini esas alarak kategorize etmek alışkanlık hâline gelmiş. Bu anlamda Düzgün ağabeyi “samimi ve güvenilir” olmanın ön plâna çıktığı bir “hizmet ehli” olarak görmek mümkündür. Beraberliğimiz sırasında söz konusu özelliğinin bir çok örneğine şahit olmuş, hatta, ortaya koymuş oldukları karşıısnda “ben olsam böylesini yapmazdım” dediğimiz haller yaşanmıştır. Bilen bilir, gönlü gibi, sıkıştığımız durumlarda, hanesi ve kesesi dostlarına hep açık olmuştur. Rahmetli, yaklaşık seksen yılı bulan ömrü içerisinde her fâniye “nasip” olmayacak ve numune nitelikte bir “güzellik” daha sergilemiştir. Tabii,”nasip”, “güzellik” deyip geçmek kolay olsa da,söz konusu hâli nefislerde yaşamak öyle her babayiğidin kolaylıkla üstesinden gelebileceği bir durum değildir: Emekli öğretmen şartlarında ve evlat acısı beraberliğinde, üç yetim torunu anaları ile birlikte “evlat” bilmek… Bu yavruları kendi boyunu geçecek şekilde büyütmek… Her fırsatta dile getirdiği tek isteği, bu arzusunu yaşamaktı. Çok şükür dileğinin gerçekleştiğini gördü, onların yaptığı hizmetlerin keyfini çıkarttı! Öğretmenimiz, son zamanlarında, uğruna bir çok fedakârlıklarda bulunularak gündemin omurgası konumuna getirilmiş olan değerlerin “erozyona” uğramasını ve insanlar arası ilişkilerdeki “kalitesizliği” müşâhade ediyor, bu hâlin varlık nedeniniz mesabesindeki umdelerin berhava olması gibi bir vahâmete işaret ediyordu. İnsanın kendi kendisini inkâr ediyor olması anlamında, bir “zillet hâli” nin yaşandığı kanaatindeydi. Daha önce yaşamış olduğu ve “tadı” nı da bir türlü unutamadığı “bir ve beraber olmak” taki hazzı arıyordu. Rahmetli, zaman zaman da gönlü kabardıkça “bize böyle öğretilmedi, biz de bunları öğretmedik’’ diyerek, olanları kabullenmekte zorluk çekiyor,aynı safta yer almanın ‘’sıkıntısını’’ yaşıyordu. Kimbilir,ömrü olsaydı, ‘’ yaşamanın bedelinin daha da ağırlaştığını’’ görecek,çaresiz ‘’katlanacaktı’’ Mehmet ağabey için 1965 yılı, düşünce dünyasının alacağı şekil bakımından, bir dönüm noktasıdır. Bu devrede edinilmiş olan değerler bir ömür boyu kendisine rehber olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, hayatının son safhalarında ‘’katlanmak’’ durumunda kaldığı ‘’sıkıntılar’’ ın kaynağı, söz konusu safhada kabullenilmiş olan anlayıştı. Düzgün hocanın düşünce dünyasında belirleyici nitelikte bir yere sahip olan bu günlerin ana amili rahmetli Ayvaz Gökdemir’in şehrimizde göreve başlaması ve bir “dostluk’’ teşkil etmiş olmasıydı. Bu devrede “bir ve beraber’’ olmanın niteliği hususunda önemli “farklılık’’lar gündeme taşınmış, “lafın ötesine geçme”nin ne anlama geldiği hayati nitelikteki örnek- 35 1965: (Sağadan Sola): Şemsettin Trabzon, Ahmet Kaplan, Mehmet Düzgün, Zafer Yalçın, Muzaffer Tok, Mustafa Şerbetçioğlu, İhsan Bayır, Süleyman Kürkçü lerle gösterilmişti. İnsanların birbirine güvenmesinin nasıl olması icap ettiği ile ilgili çok anlamlı anekdotlar yaşanmış, Düzgün Hoca da böyle bir ortamın en keyifli gönüldaşı olarak temayüz etmişti. Kendi ifadesi ile bu yıllar hayatının ‘’en semereli,kaliteli ve şanslı’’ dönemidir. Nitekim, daha sonraları yapmış olduğu konuşmalarda anlattıklarının kahir ekseriyeti, adı geçen dönemde edinilmiş olan intibalardan meydana gelmektedir. Siz hiç “Ah neyleyim gönül senin elinden’’ türküsünü ağabeyimden dinlediniz mi? “Bozkırın Tezenesi’nin dillendirdiği bozlaklar, âşıkların sazının tellerinden yayılan nefesler, hocanın ruh dünyasına tercüman olan ezgilerdir. Bu eserleri dinlemekten ve de söylemekten büyük bir keyif alırdı. Bundan dolayı, sözler de onun için bir şeyler çığırsanız, emin olun, gönlü hoş olacaktır. Yadırgamayın, birçoğumuzun anlayışında yeri olmasa da, müteveffa, teklifimizin daha da ötesindeki uygulamaları yaşamış bir can’dır… Yaradan’ın Muradı’na teslim olanları, “fiili dua” yı ihlas sahibi olmanın göstergesi bilenlere, hayra-güzelliğe vesile olanlara, cümle geçmişimizin ervahına… selam olsun. Selamet bunlar içindir… “Vardığı yerde utanmayanlardan olmak’’ en halisane niyazdır; Rabb’im bu arzunun hesabını dünya hayatında yapanlardan eylesin… BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ Mehmet Düzgün 1934 yılında Kırşehir iline bağlı Boztepe köyünde, Havva Hanım ile Mehmet Efendi’nin evlatları olarak dünyaya gelir. Beş kişilik bir kardeş grubunun üyesidir. İlk tahsilini doğduğu beldedeki ilkokulda tamamlar. Daha sonra, rahmetlinin kendi ifadesi ile, babasının “devlet memurluğunun nimetlerinden istifade etmek” düşüncesi ile, Hasanoğlan öğretmen Okulu’na kaydettirilir. İlk gurbet şartları genç öğretmen adayına zor gelir. Ancak, çaresiz “bu deve güdülecek” tir. Nitekim, ortama uyum sağlanır, hatta öğretmen okullarında yapılması usulden olan seçmelerden, resim yeteneği dalında başarılı olur. Bundan böyle artık İstanbul Çapa’da tahsil hayatını devam ettirecektir. Öğrenme dönemi 1957 yılında tamamlanır. Bundan sonra öğreten olacaktır. Ve ilk görev yeri Nevşehir ili Hıralı ilkokulu… Ağabeyimiz, 1958 yılında Nazire Hanımefendi ile dest-i izdivaç eyler. Bu beraberlikten 1961 yılında Tülin kızımız, 1965 senesinde de Kürşat Paşa dünyaya gelirler. 1960 yılına gelindiğinde öğretmenimizin yeni görev yeri Kayseri ilinin Oymağaç köyü olacaktır. Bundan sonra, sırasıyla Yeşimahalle, Mustafa Özgür, Boztepe, Gazipaşa ve nihayet emekli olduğu Mehmet Soysaraç ilkokullarında vazife görecektir. Bu meyanda, Kayseri Lisesi, Sanat Enstitüsü, Nazmi Toker Ortaokulu ve İmam Hatip Lisesi’nde değişik branşlarda derslere girer. Emeklilik sonrası devrede özel sektörün farklı alanlarında çalışma denemeleri olur. Ancak, “memurdan esnaf olmayacağını” bir defa daha teyit etmiş olmaktan ileri gidilmez. Zaten bundan sonraki yaşantısında karşılacağı gaileler zamanını yeteri kadar dolduracak boyutta gelişecektir… 04 Ağustos 2012 sünnetullahın hükmünü icra ettiği “an”… Ölüm gününü anlamlı bulanlar için, “Ramazan ayı, Cuma günü... Ayrıca, hatırı sayılır bir sevenler grubu ve alışılmışın dışında bir ziyaretçi… Fotoğraf 1964 : “Uçmağa Varmak” sırasına göre: Mustafa Oğuzkan (1930-1980), Ayvaz Gökdemir (1942-2008), Mehmet Düzgün (1934-2012) 36 TÜRKİYE NEDEN SURİYE ÇIKMAZINDA? Hakan BOZDOĞAN “Arap Baharı” ile başlayan olayların son halkası Suriye oldu. Olaylar bir buçuk yıldır şiddetlenerek devam etmektedir. Olayların başladığı andan itibaren tavrını net bir şekilde Batı söylemlerine göre şekillendiren Türkiye, bu günlerde büyük bir açmazla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin bu duruma gelmesindeki en büyük etken, dış politikanın öngörüden uzak sadece batılı güçlerin yönlendirmense dayalı oluşudur. Ayrıca Dışişleri Bakanlığına geldiğinden beri kendini Kanuni döneminin devlet adamı olarak gören ve bu özgüvenle şahin politikalara atılan Davutoğlu’nun şahsi çabalarının etkisi de büyüktür. Türkiye’nin bölgedeki şiddet ortamına tereddütsüz girişine kamuoyunun tepkisiz kalmasının nedeni, AKP öncülüğünde yıllardır yapılmakta olan psikolojik propagandanın etkisidir. Kamuoyunu etkileyen psikolojik manevralar şunlardır: 1) Bacak bacak üstü diplomasisi AKP’nin iktidara gelmesinden beri yurtdışı görüşmelerine katılanların azami bir şekilde uyguladıkları hareket, kameralara bacak bacak üstüne atarak poz vermeleridir. Özellikle, uluslararası ezilmiş ve hor görülmüşlüğün verdiği eziklik duygusuna kapılmış Türk kamuoyu bu görüntüleri büyük bir zafer olarak algılamıştır. Bu görüntünün politik olarak ne kadar büyük getirisi olduğunu anlayan Abdullah Gül’ün yurtdışı görüşmelerinde kameraların karşısında ne kadar zorlanıp bacak bacak üstüne atarak poz verdiğini görmüşüzdür. 2) Uluslararası görüşmelerin basın açıklamalarının Türkçe yapılması AKP iktidara gelene kadar birçok hükümet yetkilisi yabacı bir heyetle yaptığı görüşmelerin basın açıklamasını İngilizce yapıyordu. Bu durum da Türk seçmeni tarafından acizlik olarak algılanmaktaydı. Bu ezikliğin getirdiği ortamı değerlendiren AKP’li yetkiler, bütün açıklamalarını Türkçe yaptılar. 3) İsrail karşıtlığı Bu güne kadar genelde Yahudilerin dünyadaki bütün sistemleri kontrol ettiği ve dünyada bu güce karşı gelecek bir gücün bulunmadığı algısı vardı. Başbakan’ın, Yahudilerden “Cesaret Madalyası” aldıktan sonra her fırsatta İsrail karşıtı sözler söylemesi kamuoyunun çoğunluğu tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı. Hele hele Davos Zirvesi’nden sonra “one munite” çıkışı, kamuoyuna büyük bir özgüven duygusu verdi. Türkiye, bütün dünyanın çekindiği, İsrail’e kafa tutan bir ülke olarak görülmeye başlandı. Türk toplumunda AKP’ye karşı bir güven oluştu. Bunlar, elbette, çok olumlu davranışlardır ve Türk kamuoyunun hoşuna gitmiştir. Türkiye’nin güçlü devletlere direndiği, hatta diklendiği görüntüsü vermiştir. Bu güven dolasıyla AKP hükümetinin yaptığı çok büyük yanlışlıklar hep göz ardı edilmektedir. İşin doğrusu: AKP’li yöneticilerin kameralar karsışında bacak bacak üstüne atarak poz vermeleri, aslında dışarıda verilen tavizleri gizlemek içindir. Son yıllarda sosyal paylaşım sitelerinde rahmeti Başbakan Bülent Ecevit’in ABD lideri karşında çekilen fotoğrafı ile Başbakanın ABD Başkanının karşısındaki bacak bacak üstüne atarak verdiği görüntülerin mukayesesi yapılmaktadır. Hâlbuki Bülent Ecevit kadar ABD’ye karşı gelen bir lider de yoktur. Hatta Ecevit’in başbakanlığı döneminde Irak savaşına ve kurulması düşünülen Kürdistan’a açıkça karşı çıktığı ve bu yüzden Türkiye’de ekonomik krizin çıkarıldığı dikkatlerden kaçırılmaktadır. AKP iktidara gelene kadar Ortadoğu’da prestiji en yüksek ülke İran’dı. Çünkü Filistin davasını en çok İran savunuyordu. Bu durum Ortadoğu halkları nazarında İran’ın saygınlığını artırıyordu. Başbakan’ın Davos çıkışından sonra Ortadoğu halkları arasında Türkiye, İran’dan daha saygın bir konuma geldi. Türk ve Ortadoğu kamuoyu Türkiye ile İsrail arasında çok ciddi sorun olduğu algısına kapıldılar. Hâlbuki işin özü hiç de öyle değildi. Çünkü Türkiye ile İsrail arasındaki ticari ve askeri ilişkiler hiç gerilemedi, aksine yükseldi. Hatta Türkiye, “Mavi Marmara” baskını sebebiyle Uluslar Arası Adalet Divanı’na yaptığı şikâyetini sessizce geri çekti. Günümüzde ise Suriye konusunda tam mutabık hareket etmektedirler. Malatya’da kurulan füze savunma sistemi de cabası. Günümüzde gelinen noktadan da anlaşılmaktadır ki, Türkiye sürekli pohpohlanarak büyük güçlerin taşeronluğuna soyundurulmuştur. Türkiye, Yeni Osmanlı Projesi doğrultusunda Orta doğunun süper gücü olacağım derken, kendisini Suriye bataklığına soktu. Müslümanların birbirini boğazladığı acı ve korkunç manzaraya bakıp İsrail ve emperyalist batının sevindiğinden eminiz. Ancak, İsrail ve ABD ile aynı safta olan siyasi iktidarın hatalarını ortaya döküp özeleştiri yaptığından ve yapacağından emin değiliz. Sonuç olarak, Atatürk döneminden beri Ortadoğu ülkeleriyle hatta dünya ülkeleriyle çok hassas dengeye dayalı dış politika anlayışı, popilizmden öteye gitmeyen birkaç slogan doğrultusunda yıkılmaktadır. Dış politikanın önceliği, yurtta, bölgemizde ve bütün dünyada barışa katkı sağlamak temeli üzerinde olmalıdır. Bunun için çatışmalardan uzak durmak, emperyalist devletlerin taşeronu olmamak, millî birlik ve beraberliği kuvvetlendirecek çalışmalar yapmak, etnik ve mezhepsel çatışmalara fırsat vermemek, barışı korumak amacıyla güçlü bir ordu ve ekonomiye sahip olmak gerekiyor. Yandaş medyanın yalanlarına inanmayınız. ABD-AB yandaşlığı sebebiyle siyasi iktidarın prestiji Türk-İslâm dünyasında sıfırlanmak üzeredir. 37 AKIL TUTULMASI İsmail ÖZÖREN 3 Kasım 2002, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde bir kırılma noktası… Mevcut iktidar iş başına geldiği günden beri ülkeyi yozlaştırmaya, itibarsızlaştırmaya, özelleştirme adı altında ülkeyi satmaya, “terör” diye nitelendirdiği vatana ihanete ana kuzularını bir bir kurban etmeye hala devam ediyor. Hükümet açısından bir sorun yok tabi. Onlar kendilerine verilen Büyük Ortadoğu Projesi senaryosunu başarı ile oynuyorlar. Bu gelişmelerde garip olan, ülkenin bu kadar yıkıma uğramasına ve adım adım uçuruma doğru yol almasına rağmen, hala seçmenin önemli bir bölümü tarafından tercih ediliyor olması… “Akıl tutulması” dedikleri şey bu olsa gerek… Muhalefete ne demeli? 2002’den bu tarafa yapılan genel ve yerel seçimlerde kan kaybetmeye devam ediyor ve bir türlü başarıyı yakalayamıyor. Çuvaldızı muhalefete batırmadan iğneyi hükümete batırarak iktidarın 10 yıllık süper icraatlarına bir bakalım: Ülkede bitmek üzere olan ihanet çetelerinin sorunu Kürt sorunu haline geldi. Terörle mücadele edenler hapse atıldı. Eşkıya Habur’da davul ve zurna ile karşılandı. Bölücü teröristlerin ayağına çadır mahkemesi kuruldu, bu mahkemede Türk bayrağı ve Atatürk’ün resmi teröristlerin isteği doğrultusunda kaldırıldı. Caniler göstermelik yargılanarak zorla itirafçı yapılarak serbest bırakıldı. Milleti türbana sokarken kendileri milli görüş kılığını değiştirdi. İktidarın borazanı olan yandaş medya oluşturdular, milletin beynini yıkıyorlar. Yandaşlarını ve yakınlarını devlet kredisi ile medya patronu yaptılar. Bir kısım yoksul halk borcunu ödeyebilmek için böbreklerini satışa çıkarırken, onlar oğullarına gemi aldılar, pırlanta dükkanı açtılar, kızlarına danışmanlık dağıttılar. Mücevher ve pırlantanın katma değer vergisini sıfıra indirdiler, gemi mazotunu ucuzlattılar. Özerk bir kurum olan TRT’yi iktidarın yayın organı yaptılar. Geçim sıkıntısı o kadar arttı ki, fuhşa vesika talep edenler 8 misli arttı. Hırsızlık münferit adi bir olayken sektör haline geldi. Devleti aciz duruma düşürdüler Güneydoğu’ya tayin ettikleri memurların büyük çoğunluğu tehdit edildikleri için istifa edip geri döndüler. Kayırma, kadrolaşma öyle bouyuta ulaştı ki, Mahkemelerden “Hamiline” yazılı arama kararları çıkartıldı. Bazı gazilerimiz sokaklarda soğuktan ve açlıktan ölürken, bazıları da üzerlerine atılan iftiralar sebebiyle intiharı seçtiler. Görevini yapmaya çalışan yargı mensuplarına müdahale ettiler. Çok önemli davalara bakan savcı ve hakilerin ya ellerinden dosyalar alındı veya alelacele yerleri değiştirildi. Tüpraş’ı İngilizlere, Petkim’i Ermenilere, Türk Telekom’u Araplara, Telsim’i İngilizlere, Adabank’ı Kuveytlilere, Kuşadası Limanı İsraillilere, Araç Muayene İstasyonlarını Almanlara, İzmir Limanı Honkongluya, AVEA ve MNG Bank’ı Lübnanlıya, TGRT yi Amerikalıya daha yüzlerce milli kaynağımızı yabancılara sattılar ve satmaya devam ediyorlar. İnanmayan özelleştirme idaresinin internet sayfasından nelerin satıldığını ve nerelerin satılacağını kolaylıkla görebilir. Tekeli 292 milyon dolara sattılar; alan kişi çok kısa bir süre sonra 900 milyon dolara başka birine sattı ve o da 608 milyon dolar kâr etti. Zam isteyen Tekel işçilerinin nasibine biber gazı düştü. Bir gecede fert başına düşen GSMH’yı 5 bin dolardan 10 bin dolara takla attırdılar. Üstelik pembe tablolar çizerek milli serveti nasıl ucuza elden çıkarttıklarını gizlemenin derdinde düştüler. “Telekulak”la telefonlarını dinlendiğinden şüphelenen insanları paranoyak yaptılar. Habur’da eşkıyaya nazik ve kibar davranan zihniyet, Ankara’nın göbeğinde hakkını arayan işçi ve memuru copladı. İmralı’daki bebek katilinin kodesi beş yıldızlı otele çevrilirken, devlet madalyası almış subaylara ve generaller, milletin oyu ile seçilmiş milli iradenin temsilcilerine onlara yakışmayacak köhne yerler reva görülmüştür. ABD’den korktukları kadar Allah’tan korkmadılar. Ankara’nın şerrinden Brüksel’in himmetine sığındıklarını söylemeleri boşuna değildi. Askerlik yan gelip yatma yeri değil dediler ama kendi çocuklarına çürük raporu aldırdılar Gece sokakta aç yatan çocukları, tenceresi boş kalan anaları, çocuklarına harçlık veremeyen babaları, meydanlarda hak arayan işçileri ve memurları, ürünü tarlada kalan çiftçileri, geçinemeyen emeklileri görmezden geldiler. Öğrenciler, öğretmenler, avukatlar, eczacılar, işçiler, memurlar sokaklarda sesini duyurmaya çalışırken yandaşlar ve uyanıklar nemayı sessizce götürdüler. Yandaş medya ile birlikte yargıdan önce infaz yaptılar. İş adamlarını vergi silahı ile sustururken kendi zenginlerini yarattılar. Ama sürekli “mağdur”u oynadılar; TSK’yı yıpratmak için “ yok efendim darbe yapacaklardı” da “suikast yapacaklardı” da yaftası yaydılar, orduyu sindirdiler. Memleketin gerçek sorunlarıyla uğraşmak yerine kurumları birbirine düşürdüler. 10 yıldır hayal tüccarlığı yaptılar. Ey geçim sıkıntısı içinde kıvranan işçiler! Evinin kirasını ödeyemeyen memurlar! BAĞ-KUR pirimini yatıramayan esnaflar! Çay ve simitle ömrünü tüketen sanatkârlar! Ürününü tarladan kaldıramayan çiftçiler! Tenceresi boş kalan analar! Gaziler, şehit anaları, babaları ve yakınları! Sizlere soruyorum: Bütün bu adaletsizliğin, hukuksuzluğun devamına “evet!” mi? Yoksa “hayır!” mı? Bunun vebali sizlerin! Yukarda bir kısım örneklemeye çalıştığım olaylardan bir tanesine dahi hayal mahsulü veya uydurma ya da iftira diyorsanız ben de sizlerin safına katılacağım. Yok, eğer bunlara doğru diyor da bile bile hala aynı yolda yürümeye devam ediyorsanız AKIL TUTULMASI dediğimiz olayla karşı karşıyasınız demektir. Lütfen, titreyin ve kendinize gelin! “Yoksa siz başıboş bırakıldığınızı mı zannediyorsunuz!” (Ayet) 38 Tolstoy’un Eserlerinde İslamiyet Etkisi Alper KEPEZKAYA Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy 28 Ağustos gün bir ses duyar: “Hey, Martın yarın sokağa bak gele1828’de Rusya Polyana’da doğdu. Küçük yaşta anne ceğim.” diye. Duyduklarına bir anlam veremez. Ertesi ve babasını kaybettiği için akrabaları tarafından hi- günü penceresinden hep sokağa bakar. Gelip geçen sımaye gördü. Babası zengin bir aileden geliyordu. Bu radışı kimse yoktur ve herkes tanıdığıdır. Bilinmeyen yüzden hiçbir zaman fakirlik görmedi. On dokuz yaşı- sesin sahibini beklerken komşusu Stepaniç’i görür. Stena geldiğinde büyük bir servetin tek sahibiydi. Askeri paniç sokağı temizlerken çok üşümektedir. Hemen onu eğitim gördü. Osmanlı ile yapılan savaşlarda Türkleri içeri alır, çay ikram eder ve onu ısıtır. Misafiri gittikten yakından tanıma imkanı buldu. Üniversiteyi Kazan’da sonra tekrar sokağa bakar. Bu sefer kucağında küçücük okudu. Kazan tam bir bilim yuvasıdır ve Tatar-Başkurt çocuğuyla zavallı bir kadın görür. Kadını evine alır, Türklerinin memleketidir. Gerek eğitiminde gerekse karnını doyurur ve para verir. Ancak beklediği gizemli mesleğinde birçok Müslüman kişi hala gelmemiştir.Akşam üzeri Türkle tanışıp arkadaş olmuştur. artık umudunu kesmiştir. Bu sırada bir olay görür. Yaşlı bir kadın hırTolstoy’un yaşadığı dönemEserlerinde dünyanın sızlık yapan bir çocuğu dövüyorde (1828-1910) Rusya’da dinledur. Hemen yanlarına gider ve onre sıcak bakılmamaktadır. “Din geçiciliği, para hırsının lara öğüt verir. Akşam olduğunda afyondur.” anlayışı yeni yeni insanlara verdiği gizemli sesin sahibinin gelmediğiRus halkına hakim olmaya başne üzülür. Bu sırada yine gizemli lamış ve gençler arasında ahlak- zarar, ahiret hayatının bir ses gelir:” Stepaniç’i doyurdun, sızlıklar artıp toplumda bunalım olduğu, Allah’ın zavallı kadına ve çocuğuna yarhaline gelmiştir. Gençlik dönedım ettin, hırsızlık yapan çocuğa minde Tolstoy’da da bu şekilde yarattığı insanlara nasihat ettin ve bir daha hırsızlık yaşam tarzı görülse de sonra dünyada yaptıklarının yapmasına engel oldun. Sen onlakendisine çeki düzen vermeye rı misafir ederek aslında beni mibaşlar. Devlet politikası olarak hesabını soracağı safir etmiş oldun. Onlara yardım insanların dini yaşam sürmeleri işlenir. ederek aslında bana yardım etmiş engellenir. İnsanlar din hakkınoldun.” Hiç yorum yapmadan aşadaki düşüncelerini açıkça ifade ğıda bir Hadisi Şerif verelim:»Aziz edemezler. ve Celil olan Allah kıyâmette: Tolstoy’un eserlerine baktığımızda ise yaşadığı dö-Ey Âdemoğlu! Ben hasta oldum da nemle ilgili zıtlıklar dikkati çeker. Eserlerinde dünyanın sen beni ziyaret etmedin! buyurur. Kul: geçiciliği, para hırsının insanlara verdiği zarar, ahiret -Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde hayatının olduğu, Allah’ın yarattığı insanlara dünyada ben sana nasıl hasta ziyareti yapabilirim? diye soyaptıklarının hesabını soracağı işlenir. Hikayelerinde rar. Allah: -Sen bilmez misin ki, benim filanca kuanlattığı bazı olaylar İslamiyetteki kıssalara çok benlum hasta olmuştu da sen onu ziyaret etmemiştin. zer. Bazı eserlerinde İsa (A.S) ve Hristiyanlık isimleri Yine bilmez misin ki eğer sen onu ziyaret etseydin, geçmese o hikayelerin bir Müslüman tarafından yamuhakkak beni onun yanında bulacaktın Ardından; zıldığına inanırsınız. Örneğin “Nerede Sevgi Orada -Ey Âdemoğlu! Ben senden yiyecek istedim Allah” isimli hikayesinde Kunduracı Martın’ı anlatır. de sen bana yiyecek vermedin! buyurur. Kul: “Martın’ın çok sevdiği oğlu ölmüş ve babasını acılar -Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben içinde bırakmıştır. Bu duruma çok üzülen Martın isyan sana nasıl yiyecek verebilirim ki? diye sorar. Allah: durumundayken çok dindar bir tanıdığı ona Allah’ı an-Sen bilmez misin ki, benim filanca kulum senden yilatır. Martın devamlı İncili okur ve Allah’ı düşünür. Bir yecek istemişti de sen ona yiyecek vermemiştin. Yine bilmez misin ki eğer sen ona yiyecek verseydin, muhakkak onu benim yanımda bulacaktın buyurur. Sonra; -Ey Âdemoğlu! Ben senden su istedim de sen bana su vermedin! buyurur. Kul: -Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben sana nasıl su verebilirim ki? diye sorar. Allah:-Sen bilmez misin ki, benim filanca kulum senden su istemişti de sen ona su vermemiştin. Yine bilmez misin ki eğer sen ona su vereydin, muhakkak onu benim yanımda bulacaktın (yani, onun sevabını ve mükâfatını benim yanımda bulacaktın) diye buyurur” (Müslim, Birr, 43). “Üç İhtiyar” adlı hikayede de İslamî kıssalara benzer olaylar anlatılır. Bir papaz deniz yolculuğu sırasında bir adada yalnız yaşayan üç ihtiyarın olduğunu öğrenir. Gemi o adanın yanından geçerken papaz kaptana rica eder ve yaşlıları ziyaret eder. Aşırı yaşlı üç kişi Allah’a dua etmektedir. Papaz yaşlılara, “Böyle dua edilmez. Ben size dua etmeyi öğreteyim.” der ve bir dua öğretir. Yaşlılar Allah’a doğru şekilde nasıl dua edeceklerini öğrenince çok sevinirler. Papaz akşam olunca gemi ile hareket eder; ancak ihtiyarların nurlu yüzü aklından çıkmaz. Bu sırada gecenin karanlığında bir ışık görür. Işık hüzmesi gittikçe kendisine yaklaşmaktadır. Korkuyla kaptana haber verir. Kaptan ile güverteye gelince ışık hüzmesinin ihtiyarlar olduğunu görür. İhtiyarlar suyun üzerinde koşarak papaza yetişirler ve “Bize öğrettiğin duayı unuttuk. Yeniden öğret.” derler. Bunun üzerine papaz hatasını anlar ve “Siz bildiğiniz gibi dua edin.”der. Göl üzerinden geçme kültürü bizim destanlarımızda ve menakıbnamelerimizde sık geçer. Bir de bizim köylü çoban hikayemizi okuyalım: “Vaktiyle bir köylü çoban varmış. “Aman Allahım geliver, sütümü, yoğurdumu yiyiver.” dermiş. O her gün böylece ibadet eder dururmuş. Bir gün büyük bir velinin yolu bu çobanın bulunduğu taraflara düşer. Veli çobanı görünce onun ibadet şekline şaşar. Onu bir müddet seyrettikten sonra sorar:“Ne yapıyorsun?” “Allah’a ibadet ediyorum.”Bunun üzerine veli, çobana, nasıl ibadet edileceğini öğretmeye başlar. Bir müddet bu işle meşgul olan veli, daha sonra gideceği yere yetişmek üzere oradan ayrılır. Çoban da öğrendiği yeni bilgileri tatbik etmeye başlar.Veli biraz gittikten sonra arkasından bir sesin kendisini çağırdığını anlar. Döner bakar ki az evvel bir şeyler öğrettiği çoban kendisine işaret vermekte ve bir şeyler sormaktadır:“Bir yeri unuttum, bir daha anlatıver.”Veli bakar ki az evvel kendisinin dizlerine kadar girerek geçtiği gölden çoban âdeta yürüyerek geçmektedir1. Tolstoy’un “En Büyük Ceza” adlı hikayesinde de ahiret sorgulanır. Allah’a inanmayan Şpak ahiret korkusuyla sarsılır. Günahları kendisini korkutmaktadır. Kendisini rahatlatmak için Allah’ın olmadığını düşünür. Bir süre sonra rahatlar yalnız diğer insanlarda bu şekilde düşünürse, hesabın olmadığını bilirse bana zarar verir, diye içinden geçirir. Kendisini zarardan korumak için her yerde Allah’ın olduğunu, kötü iş yapanların ona hesap vereceğini anlatır.” Hikaye bize 39 Allah hakkında düşünen bir adamın ruh halini veriyor. Allah’ın ve ahiretin varlığı, dünyadaki günahların hesabının olacağı, Allah’ın yarattığı insanları başıboş bırakmayacağı bu hikayede anlatılır ve İslam inancı ile yüzde yüz örtüşür. Tolstoy 1909 yılında hadisi şerifleri toplamış ve “Hz. Muhammed’in Kuran’a Girmeyen Hadisleri”2 adıyla yayınlamıştır. Bu eser 1990 da gün ışığına çıktı. Şu düşünülmelidir ki ölümünden bir yıl önce İslamla tanışan Tolstoy İslam inancına birebir örtüşen bu hikayeleri yazamazdı. Eskilerin dediği gibi “İnsanı kamil kırk yılda yetişir.” Yukarıda da bahsedildiği gibi yaşadığı dönemde dinlere sıcak bakılmıyordu. Sağlığında diniyle ilgili açıklamalarda bulunmamıştır. Ölümünden sonra cenaze töreni istemeyen yazar’ın Müslüman olduğu iddia edilir. Mezarı evinin bahçesindedir. Yazımıza Tolstoy’un Hz. Muhammed(Sav.) hakkındaki sözü ile son verelim. “Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik haça tapmaktan (hrıstiyanlık’tan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı aklı başında olan her insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği(İslamı); tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.” ________________ 1 Öğr. Gör. Dr. Aziz AYVA, Beyşehir gölü üzerine anlatılan “Göl üzerinden yürüyerek geçme” motifi üzerine, Milli Folklor 2007, s.2010. 2 Hristiyanlar İncil’in Hz. İsa’nın sözlerinden oluştuğunu düşünüyor. Tolstoy böyle bir isim verirken aynı şekilde düşünmüş olabilir. 40 Kayseri’deki liseler arası kompozisyon yarışması üçüncüsü HERKES İÇİN ADALET Gözde Nur DOĞAN* Adalet kavramı insanlık tarihi boyunca üzerinde en fazla durulan, hakkında sayısız teoriler üretilen ve aynı zamanda ahlaki ve politik anlamda insanlığın ulaşacağı ideal bir durumu gösteren ve tanımlaması en güç olan kavramların başında gelmektedir. Adalet; hak ve hukuka uygunluk, doğruluk, türe türeyi uygulayan, yerine getiren devlet örgütleri ve herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, hakka riayetkârlık, hak tanırlık, haklılık, doğruluk, haksızlıktan uzaklaşma, düzenli ve dengeli davranma, hakkaniyet, zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak, haksızlıkları terbiye etmek, insaf, Cenab-ı Hakk’ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek, suçluya Allah’ın emrini rica etmek gibi anlamlara gelmektedir. Aynı zamanda, neyin doğru, neyin yanlış ( ya da haklı veya haksız) olduğunu karara bağlamak da adalet olarak adlandırılır. Bu ya haksızlığa uğrayanın (mağdur) zararını telafi etmek ya da haksızlık yapanı cezalandırmak suretiyle yerine getirilir. Modern toplumlarda adalet hem bir faaliyet (adalet dağıtma faaliyeti) olarak, hem de bir teşkilât ( bir ülkedeki mahkemeler ve yargı görevlileri) olarak algılanır. Aynı zamanda siyasî adaletten de bahsedilmektedir. Bir anlamda bütün adalet siyasîdir. Çünkü adalet ister istemez toplumun örgütlenme biçimini yansıtır. Adalet kavramı tarih boyunca farklı şekillerde tanımlamış olup filozoflar ve düşünce adamları konu hakkında değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Adalet birçok başka kavramda olduğu gibi ideal bir durumu anlatır. Adalet için yapılacak olan en önemli şey ahlak eğitimidir. Ahlaken düşük bir toplumda adalet mekanizması da düşüktür. Dolayısıyla sanıldığı gibi adaleti dağıtan şey mahkeme değil, aksine mahkemenin adil olmasını sağlayan şey, toplumun ahlak ve adalet duygusudur. Düşünürler eski çağlardan beri adalet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Kutsal kitapların hepsinde adalete ve adil ilişkin bölümler bulunur Eski Yunanlı düşünür Platon’a göre adalet en yüce erdemlerden biri, insanın ve devletin temel davranış kuralıdır. Aristoteles’in hareket noktasını ise eşitlik kavramı oluşturur. Ona göre, herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir. Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir. Platon kanun yönetiminden çok bilgilerin (filozofların) yönetimden yana olduğunu belirtir. Çünkü kanun herkes için en soylu ve adil olanı anlayamaz ve böylelikle en iyiyi uygulayamaz. Bu adalet, aklın kullanılmasıyla keşfedilebilir. Aristoteles doğal ve uzlaşımsal (itibari) adalet ayrımını yapar; birincisi evrensel, ikincisi ferdi durumlara mahsustur. Bu ikisi çatı- Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız. (Gandhi). şınca doğal adalet kuralları uygulanır. Platon, adaleti itida, bilgelik ve cesaretle birlikte dört asli erdemden biri olarak zikreder. Adalet denetleyici ve düzenleyici erdemdir. Adil kişi, ihtirasları akılla denetlenen, kendisini disipline edebilmiş kişidir. Platon’a göre; adalet akılla bulunabilen ve yürürlükteki kanun ve örfün üzerinde bir şeydir. Adalet bu gün de herkese hakkını vermek ve doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak anlamlarında kullanılmakla birlikte devletin bu görevini yerine getirecek kamu teşkilatları farklı biçimlerde olmaktadır. Genelde adalet hizmetleri siyasi ve idari otoritenin kumanda alanının dışında bağımsız kurumlar şeklinde düşünülmektedir. Devlet ve fert açısından adalet farklı anlamlar taşımaktadır. Devlet için adalet, kanunların yapımında hak ve görevlerin dağıtılmasında belli kişileri veya zümreleri ötekilere üstün tutmadan vatandaşlara aynı hakları vermesini ve aynı görevleri yüklemesini ifade eder. Fert için ise vatandaşların mümkün olduğu kadar birbirinin hakkına uymaya mecbur bırakılmasını ifade eder. Adalet insanların toplum içindeki davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlak ve din kurallarıyla da ilişkilidir. İslam toplumlarında adalet kavramının toplumsal – siyasal hayat içerisinde işgal ettiği yerin kendine özgü bazı niteliklere sahip olduğu görülür. İslam’da adalet kavramı Arapça bir kelime olan ‘’adalet’’, adi kökünden türemiş olup bir şeyi yerli yerine koymak demektir. Adalet zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğunlukla ‘’hak’’ ile eş anlamlı biçimde kullanılır. İslam terminolojisinde adaletin salt hukiki olmaktan öte, daha geniş anlamlarda kullanıldığı tespit etmek mümkündür. Söz gelimi, eksiklik ve fazlalık bakımından aşırılığa karşı orta yolu tutup korumak; hakta niyet, doğruluk eşitlik gibi. İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran-ı Kerim; adalet olgusuna Tevhit, iman, İslam, Takva, Salih, Amel ve ibadet kadar önem verir. Hatta Kuran’a göre; bütün ilahi öğretiler son tahlilde, insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve tutum, tanım gereği Allah’ın rızasına ve İslam’a uygun değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel bir şeye hüküm verildiği zaman adaletle hükmedilmesini ister. (Nahl; 90) Anlaşmazlığa düşen iki topluluk arasında (Hucurat;9), insanlar arasında vuku bulacak anlaşmazlıkların giderilmesinde (Nisa;58), her türlü borç, vade, alışveriş, ticaret ve şahitlikte (Bakara;282), kadınlara karşı takınılacak tutumun belirlenmesinde (Nisa;129) adalet, hukukun korunması ve hayata geçirilmesi vazgeçilmez bir ilkedir. Yine İslam’a göre kişiyi veya grupları ada- letten saptıran ana faktör, kişi veya grubun kendi istek ve tutkusunu ön plana geçirmesi (Nisa; 135) ve Allah’ın gösterdiği şekilde karar vermeyi ihmal etmiştir. Adalet güzeldir. Fakat devlet büyüklerinde olsa daha güzeldir (Hadis-i Şerif). Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır (Hadis-i Şerif). Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır (Hadis-i Şerif). Adalet mülkün temelidir (Hz Ömer). Peygamber Efendimizin ve adaletin timsali olan Hz. Ömer adaletle ilgili söylediği bu sözler de İslam dininin adalete verdiği değeri göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Ancak; İslam Tarihi incelendiğinde, Dört Halife Döneminden sonraki süreçte kurulan İslam devletlerinde önemli adaletsizlikler göze çarpmaktadır. İktidar kavgaları, birçok adaletsizlikler sebebiyet vermektedir. Bugüne baktığımızda ise; yaşananlar bu tespitleri doğrular niteliktedir. Çünkü İslam coğrafyasına baktığımızda; “Arap Baharı” da dediğimiz yaşanan bu süreçte, diktatörlüklerin kurulduğu, diktatör ve yandaşlarının her türlü lüks ve sefa içinde yaşadığı bütün dünya kamuoyunca görülmüştür. Yozlaşma boy göstermiştir. Modern toplumlar açısından adaletin uygulanmasına baktığımızda ise; adalet anlayışı büyük ölçüde kendi hakları için uygulamakla birlikte, uluslararası ilişkilerde asla uygulanmamaktadır. Kendi ülkelerinin çıkarı için; başka ülke haklarına her türlü adaletsizliği yapmaktan geri kalmamaktadır. Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam anlamıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çatışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir. Türk toplumu da; geçmişte Hoca Ahmet Yesevi ve dervişlerin yaydığı gerçek İslam sayesinde, bu Anadolu coğrafyasının İslamlaşmasında büyük katkı sağlamışlardır. Kendi kültüründen ve İslam Dininden kaynaklanan adalet anlayışı sayesinde; birçok ülke halkı Türk toplumunun egemenliği altında yaşamayı seçmiştir. Ancak; bu değerlerinden uzaklaştıktan sonra; yozlaşma başlamış, eski gücünü ve değerini önemli ölçüde kaybetmiştir. Bunun temel sebebi de kültürel ve dini yozlaşmadan kaynaklanmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde de; adalet sistemi büyük ölçüde siyasallaşmıştır. Evrensel Hukuk Kurallarına göre; Erkler ayrılığı (yasama, yürütme, yargı) bir ülkedeki adalet mekanizmasında uygulanmak zorundadır. Ancak; hangi iktidar başa gelirse; kendi adaletini uygulamaya kalkışmıştır. Erkler ayrılığına rağmen bütün bu erkleri tek elde toplamaya çalışmışlardır. Bu durum; toplumun adalete olan güven duygusunu zedelemiştir. Adalet işine geldiği gibi uygulanmamalıdır. Çünkü adalet; gün gelecek herkese lazım olacak bir kurumdur. Yani adalet herkes içindir. *Fatma Kemal Timuçin Anadolu Lisesi Öğrencisi 41 EMEĞİN SESİ İbrahim BOYRAZ Bir çığlık yine, İçimi titretip yakan… Madencinin son nefesi Kömür ocağından çıkan. Kapkara, sanki kimliksiz, Tanınmasına yok imkan. Ama Emekçi halkın ta kendisidir o. Doyumsuz sermayenin Taşeron iblislerine direnişin Simgesidir o. Evlatlarına alın teri bırakan. Fabrikada çarklar döner durur. Bir onların sesidir duyulan. İşçiler susar, buna mecburdur. Kapitalizmin dişlileri Kemirir kemiğini işçilerin Kanını somurur. Bir vampire direneni atarlar işten Bir de emilecek kanı kalmayanı Düzen budur. İşçinin boynuna kilitler vurulmuştur. İşbirlikçi patronlar aç çakallar misali kudurmuştur. Yandaşlar doyurulmuştur. Vatanın gür kaynakları kurutulmuştur. Kim varsa fikri olan, susturulmuştur. Tek kurtuluş örgütlenmek Ona engel olanı kim susturur? Ekinleri biçen köylüm Hasat zamanıdır, başaklar boy boy olmuştur Irgatlar hazır olsun. Orağını keskinleştir, Hz. Ali’nin kılıcı gibi dursun Her vuruşunda bir dönüm bitir, Kolun kuvvetle dolsun. Dedem, ninem gayret içindedir, Görenler sussun. Dağdan çoban iner, sürüleri dağıtılmış, Ey haydut! Ne gülüyorsun. Zahireleri peş para etmedi, Emeklerine yaptılar vurgun. Her gün ölüm her gün işkence, Sakın bir başka baharı bekleme Pınardan akan su gibi, çağlayan gibi Toprakları yeşert, Nasırlı eller sende. Bir yıldız kaydığında dilek tut, Toprak adaletli, eşitçe dağıtılsın diye Ek, biç, işlet yerey senin bedeninde Emeğine değer biçtirme, O en yücelerde. Ağaların ulaşamayacağı yerde… 42 Kayseri’deki liseler arası kompozisyon yarışması dördüncüsü BUGÜN BANA, YARIN SANA... Aslıhan FEYZİOĞLU* İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını idame ettirmesi için de toplu yaşamak zorundadır. Ancak toplumsal yaşam kendi içerisinde kabul gören kurallarla şekillenir. Aksi halde güçlü, zayıfın en doğal hakkı olan yaşama hakkını elinden alır. İlk çağlardan bugüne toplumsal yaşamda kendiliğinden bazı yaşamsal kurallar oluşmuştur. Tarihin ilk evrelerinde kabile kültürü olarak ortaya çıkan bu kurallar, daha sonra örf, adet, dinî inançlar, ahlaki değerler ile şekillenerek mevcut toplumsal yaşamı düzene koymaya çalışmıştır. Yazılı olmayan bu kurallar fertlerin veya toplumların hırs ve ihtiraslarına çoğu zaman yenik düşmüş, neticede bireysel ve toplumsal yok oluşları meydana getirmiştir. Gelişen toplumlar önceleri kendi aralarındaki bu gelişi güzel, yazılı olmayan kurallardan kurtulmak için kendi kültür ve medeniyet biçimlerine göre yazılı kurallar oluşturmuştur. Akabinde, gelişen dünyaya paralel olarak, bu yazılı kurallar bütün yeryüzünde yaşayan canlıların yaşamlarını düzenleyen kurallar şekline dönüşmüştür. İşte biz bütün canlıların eşit haklarda yaşamlarını düzenleyen yazılı kuralların tümüne hukuk diyoruz. Hukuk ise kaynağını adalet denilen, genel anlamda her canlı için aynı oranda tecelli etmesi gereken, bu değerli olgudan alır. Adalet ‘’adil’’ fiilinin toplumlar üzerine dağıtılmasından oluşur. Adil kelimesi ise eşitliktir. Yaşayan her bireyin ve toplumun yaşamın gerektirdiği gibi ihtiyaçları olacaktır. İhtiyaç düşünceden çıkıp kaynağa dönüşmesine, kaynaktan madde ile şekillenmesine, maddenin kullanımdaki tüketimine kadar belirli kurallara bağlanması gerekir. Aksi takdirde daha güçlü bireylerin veya toplumların kendilerinden daha zayıf birey ve toplumların üzerinde egemen olma hakkını verir. Bu durum tarih boyunca çoğu kez tekerrür etmiş, nice birey ve toplumlar aslında kendilerinin de çok doğal hakları olduğu halde kullanamadıkları birçok sosyal ve iktisadi haklarını başkalarına kaptırdıkları için zulüm ve eziyet görmüşlerdir. Adalet kavramını daha basit bir şekle indirgediğimizde aslında ilahi sunumların herkes için eşit verildiğini görürüz. Ancak biz bireyler ve toplumlar hırslarımız ve arzularımız doğrultusunda bu ilahi sunuları bile lehimize dönüştürmeye çalışmaktayız. Evreni yaratan ilahi güç, her şeyin sahibi olduğu halde kendisine inanan ve her gün ibadet eden kuluna da veya kendisine isyan eden, şirk koşan kuluna da aynı güneş, aynı yağ- mur aynı oksijenden nasiplenmeyi sunmuştur. Aksini düşündüğümüzde ödül ve cezanın sonuçlarını görmek mümkün olmayacaktır. Toplumun düzenini sağlayan bu yazılı kuralların oluşturduğu hukuk ve adalet duygusu, insan hayatında müthiş bir güç oluşturmuştur. Aynı zamanda bu güç, kurallarına uymayanları cezalandırdığı gibi uyanları da ödüllendiren bir güçtür. Bu gücü zaafa uğratmak, yani adalet gücü anlam felsefesinin dışında bir yaptırımla kullanmak toplumun bir kısmı veya kişiler ötekileşir, toplumun bir kısmı büyük çıkar sağlarken diğer kısmı büyük haksızlığa maruz kalır. Zamanla adalet kavramı sanal hale getirilerek, hoşa gitmese de, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” atasözünde olduğu gibi fiziksel bir aykırılığı da kabul ettirecektir. Adaleti kullanan güç her türlü haksızlığı atasözümüzde olduğu gibi acımaz mantığı ile sindirip yasal zeminde kabullendirecektir. İşte en büyük tehlike de budur. Adalet içerisinde adaletsizlik bütün dengeleri sarsıp, hakkı yerle bir edecektir. Hakkını ararken haksızlığa uğrayanları bu sefer haklarını yasal zeminin dışına taşırıp aramaya başladıklarında etki-tepki prensibi gereği başka bir gücü meydana getirecektir. Yani ticaret ile uğraşan bir tacir alacağını devletin icra yoluyla tahsilini yapamadığı bir durumda “çek senet mafyası” na gidecektir, böylece mafyaya yaşama zemini doğacaktır. Mafya elini kaptıran hayatlar gövdelerinden olacaktır. Yani olay taciri hayatından, işinden edecek sonuçlarla bitecektir. Bu kaos böylece sürüp gittiğinde herkes kendi adaletini oluşturmaya kalkışacak, dünya yaşanmaz hale gelecek, akabinde toplumlar bir bir helak olacaktır. Hak ve hürriyetleri, can ve mal güvenliğini belirli kurallara bağlayan adalet duygusu; anlam ve öneminin ekseni dışında kullanıldığında başta adalet kendisini yok edecek, böylece düzen bekleyen toplumları düzensizliğe mahkûm edecektir. Güçlü elinde tuttuğu adalet değerlerini lehine kullanırken gücün başkasının kontrolüne geçtiğinde ise önce işine yarayan adalet o zaman ise aleyhine işleyecektir. Bu durumun oluşmaması için en basit kural herkes için aynı oranda her şart ve ortamda etki ve tesiri olan hukuk ve adalet olgusunun devam etmesidir. Unutulmamalıdır ki, başkasına yapılan adaletsizliğe göz yummak, aslında kendi sonunu hazırladığının gafletinde olmaktır. *Behice Yazgan Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi 43 BİRKAÇ ŞEHİT VERİLİNCE BU MECLİS TOPLANMAZ MI? ON ŞEHİT DAHA VERDİK, TOPLANMAK İÇİN AZ MI? Aytekin AYDOĞAN Türk Milleti, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve onunla bir arada yürüyen arkadaşlarıyla birlikte 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisini kurmuştur. Meclisin kuruluş amacı, düzenli bir ordu kurmak, milli iradeyi hâkim kılmak, vatanı işgallerden kurtarmak, milli birlik ve beraberliği gerçekleştirmek ve yıkılmakta olan devleti yeni kimliğiyle diriltmekti. Bu amaçla sık sık toplantılar yapmış, yeni kararlar almış, bunları yürürlüğe koymuş, milleti rahatsız eden konuları çözüme kavuşturmayı başarmıştır. Peki, Meclis hangi konular için bir araya gelir, ne kararlar alır. Bunları nasıl uygulamaya koyar, ne için toplanır? Bu sorunun cevabı Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 93’üncü maddesinde belirtilmiştir. Aynı maddede Meclis başkanının veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine Meclisin toplantıya çağırılacağı hüküm altına alınmıştır. Türkiye büyük terör tehdidiyle karşı karşıya iken, ayrıca Suriye sorunu bölücü terörü her gün tetiklerken TBMM toplanmayacak da ne zaman toplanacak? Milletvekillerimiz, her halde, tatili ve rahatlıklarını daha çok tercih ediyorlar. Vatanın evlatları katledilirken acaba yaptıkları tatil içlerine siniyor mu? Kısacası, milli iradenin tecelli ettiği yer olan TBMM’nin toplanıp bölücü teröre karşı bir milli duruş sergilemesi, Türk milletinin en çok istediği şeydir. Gündemi meşgul eden konularda bir araya gelip çözüm bulmak Meclisin görevi ise neden hâlâ toplanıp bu sorunumuzu çözemiyorlar? Eksik olan nedir? Terörle mücadelede Türk halkı iktidarlara her zaman destek olmuştur. Muhalefet partileri de engel olmamışlardır, biri hariç. Bu konuda MHP “Kandile bayrak dik, ülkücü dava adamları arkandadır” diyerek terör konusunda kararlı bir duruş izlendiği takdirde Hükümete destek olacağını ifade etmiştir. Herkesin böyle bir çözüm yolu aradığı bir ortamda Hükümetin bir üyesi olan Hüseyin Çelik “Birkaç şehit verdik diye Meclisi toplayamayız” şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Çelik’in birkaç şehitten anladığı nedir bilinmez ama bu söyleyiş Türk halkını haliyle çok rahatsız etmiştir. Türkiye’yi temsil eden Meclis, ülkeyi tehdit eden çok önemli bir sorun için toplanmıyorsa, Türk halkının iradesine aykırı hareket etmiş ve görevini yerine getirmemiş olur. Son zamanların Meclis gündemlerine baktığımız zaman görüyoruz ki sanayi komisyonu, plan ve bütçe komisyonu, KİT komisyonu, adalet komisyonu, insan hakları inceleme komisyonu ve daha birçok farklı komisyonlar bir araya gelmiştir. Bu toplantılarda yeni kararlar alınmış ve birçoğu uygulamaya konulmuştur. Fakat milli savunma komisyonu henüz gerektiği gibi toplanamamıştır. Terörle ilgili yapılan tek çalışma, onu lanetlemek olmuştur ki bu hiç bir işe yaramaz. Çünkü, ülkemizi tehdit eden terör örgütü ve terör partisi için bir çözüm üretilememiştir. PKK’nın Meclis temsilcisi olan BDP gün ortasında örgüt mensuplarıyla bir araya gelmiş ve aralarından su sızmadığı yine göze çarpmıştır. Terörle kucaklaşan bu adamlar Mecliste nasıl söz sahibi olmuştur? Buna karşılık terörle mücadelede kurşunlar önünde duran komutanlar terör örgütü kurma suçundan nasıl yargılana biliyorlar?. Bu çelişkiyi birileri açıklamak zorundadır. Teröristler yol kesiyor, adam kaçırıyor, şehir şehir dolanıp eylemler yapıyor, ardı ardına bombalar patlatılıyor ve bir karakol 48 saat içinde 3 kere baskın yiyor. 3 gün içinde 30 şehit veriliyor ve böyle bir günde Hükümetin bir üyesi “Birkaç şehit için meclis toplanamaz” diye bir söylemde bulunuyor. Öyle ise kaç şehit verildiğinde meclis toplanacak? İşte 3 Eylül 2012 tarihinde Beytüşşebap’ta 10 şehit daha verdik, her gün şehit haberleriyle uyanıyoruz, acı üstüne acı yaşıyoruz. Meclis bugün toplanmayacakta ne zaman toplanacak? Milletvekillerimiz dış güçlerin değil, Türk milletinin vekili olduklarını ne zaman gösterecekler? BİR ÜLKEDEBU KADAR KAZA OLUR MU? 05 Eylül 2012 Çarşamba günü saat 21.15’te Afyonkarahisar’daki bir askerî mühimmat deposunda meydana gelen patlamada 25 askerimiz şehit oldu. Ayrıca ağır yaralılarımız var. Terör şehidi Mehmetçiklerden sonra, bu şehitlerimiz de yüreklerimizi dağlamış, acımızı katlamıştır. Yüce Tanrı’dan dileriz ki şehit sayısı artmasın, yürekler daha fazla yanmasın. Bir başka dileğimizi de devletimizin ilgili kurumlarına arz ediyoruz: Sabotaj olasılığı başta olmak üzere patlamanın sebebi tespit edilsin, suçlulara hak ettikleri cezalar verilsin. İhmalkârlığın, vurdumduymazlığın, eğitimsizliğin, millî bilinç eksikliğinin ve görev ahlâkından yoksunluğun yol açtığı kazalar, Türkiye’ye çok ağır gelmeye başladı. Bir ülkede bu kadar kaza olur mu? Bu sorun üzerinde de ciddiyetle durulmalı, acil tedbirler alınmalıdır. Şehit Mehmetçiklere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa, ailelere sabır dileriz. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Yüce Türk milletinin acısını da içtenlikle paylaşır taziyelerimizi arz ederiz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği