yumu ak g sava ları ve ter r zm
Transkript
yumu ak g sava ları ve ter r zm
TÜRKİYE’NİN JEOPOLİTİĞİ YUMUŞAK GÜÇ SAVAŞLARI VE TERÖRİZM Atilla SANDIKLI İSTANBUL 2015 YAYINLARI Yazar: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Kapak ve İç Tasarım: Sertaç DURMAZ Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı) No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36-38 Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 www.bilgesam.org bilgesam@bilgesam.org Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 Copyright © HAZİRAN 2015 Bu yayının tüm hakları saklıdır. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. ISBN: 978-605-9963-13-8 Baskı: Gülmat Matbaacılık Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 0212 577 79 77 İÇİNDEKİLER BÖLÜM-1 TÜRKİYE’NİN JEOPOLİTİĞİ..………………............................1 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar......……………..…...….................3 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler....…........................35 Kıbrıs Stratejisi: “Tanınma”....….....................................................................49 BÖLÜM-2 YUMUŞAK GÜÇ SAVAŞLARI..……….………...........................69 Yumuşak Güç Savaşları..................................................................................71 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları................91 BÖLÜM-3 TERÖRİZM..………………........................................................117 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği....................................................119 PKK/KCK’yla Mücadelede Dört Boyutlu Strateji Önerisi..........................171 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi........................177 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar...........................................................187 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu...................................201 PKK/KCK İçin 2012 Final Yılı Değil Hüsran Yılı Oldu................................211 PKK/KCK’nın 2013 Yılı Stratejisi: “Kıra Dayalı Şehir Savaşı”..................217 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir?..........................................223 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler.......................................235 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor?......................................................................251 Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci.............................................273 SUNUŞ Jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel dinamikler göz önünde bulundurularak yapılan incelemeler devletlerin dış politika stratejilerine bilimsel bir çerçeve sağlamakta ve siyasi karar mercilerine küresel ve bölgesel ölçekte politika seçenekleri sunmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika’nın merkezinde özel bir konuma sahip olan Türkiye için yapılacak jeopolitik analizler dış politika yaklaşımlarının tespitinde aynı ölçüde özel önem arz etmektedir. Jeoekonomik ve jeokültürel analizler ise uluslararası ekonomik dengeler bakımından Kuzey-Güney arasında bulunan, kültürel dinamikler açısından da Doğu-Batı arasındaki geçiş hattında yer alan Türkiye’nin dış politika vizyonunun genişlemesini mümkün kılmaktadır. Yumuşak güç, sabit coğrafi unsurlar ve sert güç parametrelerinin yanında çağdaş dünya siyasetini yönlendiren dinamik bir değişken haline gelmiştir. 11 Eylül sonrası dönemde terör örgütlerine sağlanan devlet desteğine karşı oluşan dünya kamuoyu ise yumuşak güç savaşlarının yükselişini hazırlamıştır. Geleneksel savaşların yol açabileceği maliyetin fevkalade yüksek oluşu ve terör örgütlerini dış politika aracı olarak kullanan devletlerin yaptırımlarla karşı karşıya kalma ihtimali, menfaatleri çelişen devletleri yumuşak güç savaşlarına sevk edebilmektedir. Özellikle yumuşak gücü hızla yükselen aktörlerin küresel güçlerin menfaatlerini tehdit ettiği şartlarda ortaya çıkan bu savaşlar, devletlerin birbirlerinin yumuşak gücünü zayıflatmak ve nihai aşamada tamamen tüketmek gayesiyle hareket ettiği mücadelelerdir. Küresel güçler, yumuşak güç savaşlarıyla barış ortamında da dünya siyasetini etkileme ve hedef devletleri yönlendirme yeteneğine sahip olmaktadır. Yumuşak güç savaşları, terör örgütleri üzerinden yürütülen vekâlet savaşlarının yerini kısmen almışsa da, belirli bölgesel alt-sistemlerdeki terörizm ihtiva eden çatışmalar sürdürülmektedir. Orta Doğu’da terör örgütleri, bölgedeki siyasi yapıya dışarıdan müdahalenin aracı olmaya devam etmektedir. Arap ayaklanmaları ve Suriye iç savaşıyla birlikte giderek istikrarsızlaşan bölgede merkezi devletlerden ziyade belirli stratejik hedefler doğrultusunda yönlendirilen silahlı gruplar öne çıkmaktadır. Bu açıdan özellikle 2012 yılından itibaren Irak-Suriye hattındaki gelişmelerde İran destekli Şii milislerin, başta IŞİD ve el-Nusra Cephesi olmak üzere el-Kaide bağlantılı radikal unsurların ve PKK/KCK’nın öne çıkması kayda değerdir. “Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm” kitabı bugüne kadar rapor, makale, tebliğ veya analiz olarak farklı kitap ve dergilerde yayımlanmış, ancak gelecekteki muhtemel gelişmelere ışık tutacağı ve yön verebileceği düşünülen ve bilimsel açıdan fayda sağlayacağı değerlendirilen çalışmaların bir bütünlük arz edecek şekilde derlenmesiyle hazırlanmıştır. Kitabın bölümleri Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm olarak üç başlık altında düzenlenmiştir. Türkiye’nin Jeopolitiği başlığı altında ilk bölümde klasik ve çağcıl jeopolitik yaklaşımların yanında jeokültürel ve jeoekonomik teorileri gözden geçirilmekte ve bu teoriler kapsamında Türkiye’nin karşılaşabileceği riskler ve fırsatlar değerlendirilmektedir. İkinci bölümde Doğu Akdeniz’deki enerji keşifleri ve bu keşiflerin bölgeye etkileri incelenmekte, üçüncü bölümde ise Kıbrıs’taki müzakere süreçleri gözden geçirildikten sonra Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin takip etmesi gereken stratejiye ilişkin bir öneri geliştirilmektedir. Yumuşak Güç Savaşları başlığı altındaki bölümlerde yumuşak gücün kullanımına dayalı ve hedef ülkenin yumuşak gücünün yıpratılmasını amaçlayan savaşlar ele alınmakta ve bu çerçevede Türkiye’nin yumuşak gücünün kırılma noktasını oluşturan Gezi Parkı olayları değerlendirilmektedir. Terörizm başlığı altında ilk bölümde tarihi süreçteki terör dalgalarıyla birlikte IŞİD örneği incelenmekte ve IŞİD tehdidinin Türkiye’nin güvenliği açısından arz ettiği riskler üzerinde durulmaktadır. Terörizm başlığı altındaki müteakip bölümler ise BİLGESAM’ın Türkiye’nin PKK/KCK terörüyle mücadelesine ilişkin geliştirdiği dört boyutlu strateji önerisi, örgütün 2012-2013 dönemindeki eylem ve hedefleri ve 2013 yılında başlatılan çözüm süreci kapsamındaki gelişmeler ele alınmaktadır. Kitabı, coğrafi temellerin ve yumuşak güç savaşlarının Türk dış politikasını nasıl etkilediğinin anlaşılmasına, IŞİD ve PKK/KCK terör örgütlerinin Türkiye’nin milli güvenliğine arz ettiği tehditlerin analiz edilmesine ve gelecekteki politikalara katkı sağlayacağı temennisiyle dikkatlerinize sunar, kitabın yayına hazırlık sürecini koordine eden Erdem Kaya’ya, Şafak Beren Yıldırım’a ve diğer BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. Doç. Dr. Atilla SANDIKLI BİLGESAM Başkanı Jeopolitik ve Türkiye Riskler ve Fırsatlar Bölüm -1 TÜRKİYE’NİN JEOPOLİTİĞİ 1 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar JEOPOLİTİK VE TÜRKİYE: RİSKLER VE FIRSATLAR* Yüzyılımızdaki gelişmeleri ve bugüne yansıyan birçok büyük sorunu algılayabilmek için jeopolitik vizyona sahip olunması gerekmektedir. Doğu Bloğu’nun ve SSCB’nin dağılmasının anlamlandırılması, küreselleşmenin derin etkilerinin yaşandığı günümüzdeki durumun açıklanması ve değişen konjonktüre uygun politikalar üretilmesi ancak jeopolitik derinlik ve jeopolitik yaklaşımlar kullanılarak mümkün olabilir. Ayrıca uluslararası ilişkiler, güvenlik, politika ve planlama öncelikleriyle ilgili kararlarda, düşüncenin bir disiplinden geçmesini ve bütünlük içerisinde ele alınmasını sağlamak için jeopolitik değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Olaylara bir bütün olarak bakmak zorunluluğu jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik değerlendirmelere götürür. Jeopolitiğin oluşturduğu bilimsel zemin ve düşünce ortamı, birçok politikaya ve hareket tarzına yön verir. Günümüzde hızla değişen istikrarsız ortamın sağlam verilere dayalı bir düşünce disiplininden geçirilmesi jeopolitik ile mümkün olabilir. Bu nedenle bu makalede dünya geneline ve Türkiye’nin bulunduğu bölgeye yönelik yeni jeopolitik yaklaşımlar ve bu yaklaşımların değişen Türk dış politikasının temel esaslarına etkileri incelenecektir. Jeopolitik, insanlığı mekân faktörüyle karşılıklı ilişkisi içerisinde inceleyen bir disiplindir. Politik düzeyde bugün ve gelecekteki güç ve amaç ilişkisini fiziki ve siyasi coğrafyayı esas alarak inceler.1 Jeopolitik; dünya coğrafyasını, coğrafi yapı ve evrensel değerleri inceleyerek dünya, bölge ve ülke çapında güç ve politik düzeyde hareket tarzı araştırması yapar. Bugünkü ve gelecekteki politik güç ve hedef ilişkisini coğrafi gücü esas alarak inceler, hedefleri ve hedeflere ulaşma koşul ve aşamalarını belirler. Jeopolitik; coğrafya, tarih, teknoloji ve siyaset verilerini zamanın ruhuna uygun olarak analiz ederek *Bu bölüm daha önce 2011 yılında “Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar” başlığı altında BİLGESAM Raporu olarak yayımlanmıştır. 1 Suat İlhan, Jeopolitikten Taktiğe (İstanbul: Harp Akademileri Yayını,1971), 61. 3 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm milli güç unsurlarının en etkin bir şekilde geliştirilmesini ve kullanılmasını sağlayacak milli politikaların belirlenmesi ve uluslararası siyasi faaliyetlerin yürütülmesi sanatı ve bilimidir. Jeopolitik, bütün tür ve verileriyle coğrafyanın aktifleştirilmesi ve aktif olarak değerlendirilmesidir. Coğrafi platform üzerinde güç merkezlerini karşılaştırmalı olarak değerlendirir, politik düzeyde güç ve hedef ilişkisi kurar. Bir devletin güvenlik ve gelişme politikasının bilimsel zeminini oluşturur.2 Jeopolitik kavramı, unsurları ve hudutları dikkate alınarak şöyle tanımlanabilir: Bir milletin, milletler topluluğunun veya bir bölgenin, mevcut coğrafi platform üzerinde, değişen ve değişmeyen unsurlarını dikkate alarak güç değerlendirmesi yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezlerini, bölgedeki güçleri inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, belirleyen bir bilimdir. Jeopolitik unsurlar değişen ve değişmeyen unsurlar olarak ikiye ayrılır. Değişmeyen unsurlar; ülke veya bölgenin hudutları, arz üzerindeki yeri, işgal ettiği alan ile coğrafi karakteri yani ada, kıta, kenar veya kıta içi devlet olma durumudur. Değişen unsurlar ise ülkelerin siyasi, ekonomik, sosyo–kültürel, askeri, bilimsel ve teknolojik yapısı ile zamandır.3 “Devletlerin takip edecekleri politika kendi coğrafyaları içinde saklıdır” sözü, değişmeyen unsurların yeri ve değeri hakkında yeterli fikri verir. Muhtelif ülkelerde yönetim şekilleri büyük değişikliklere uğradığı halde dış politikalarının değişmemesi, coğrafyanın değişmeyen unsurlarının etkisiyledir.4 Ancak ülkelerin yeryüzündeki yerleri aynı kalsa da önemli gelişmelerin yaşandığı dönemlerde bölgelerin ve ülkelerin siyasi sınırlarında önemli değişikler yaşanabilir. Değişen bu durum ise jeopolitik değerlendirmeleri etkilemekte ve ülkelerin dış politikalarında değişimlere neden olmaktadır. Ayrıca ülkelerin siyasi, ekonomik, askeri ve sosyo–kültürel gücü zaman içinde dünyadaki ve bölgedeki diğer ülkelere göre nispi olarak büyük deği2 Suat İlhan, Dünya Yeniden Kuruluyor (İstanbul: Ötüken Yayınları,1999), 20. 3 İlhan, a.g.e, 20-21. 4 İlhan, a.g.e, 21. 4 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar şimler gösterebilmektedir. Jeopolitiğin değişen unsurlarındaki bu gelişmeler de jeopolitik değerlendirmeleri ve dış politika stratejilerini etkilemektedir. Geçen yüzyılın sonunda Soğuk Savaş sona erdiğine ve küreselleşmenin etkileri siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel yapıları derinden etkilediğine göre jeopolitik değerlendirmelerde ne gibi değişikler yaşandı? Türkiye’nin yeni jeopolitiğinin özellikleri ve bu yeni özelliklerin Türk dış politikasına etkileri nelerdir? sorularına bu makalede cevaplar arayacağız ve öneriler sunacağız. 1. Klasik Jeopolitik Teoriler 1.1. İngiliz Jeopolitik Ekolü İngiliz Jeopolitik Ekolü’nün temsilcisi Sir Halford John Mackinder bir coğrafyacı, iktisatçı ve politikacıydı. Jeopolitik hakkındaki fikirlerini, 1904 tarihli “The Geographical Pivot of History” (Tarihin Coğrafi Mihveri) başlıklı makalesinde geliştirmeye başladı. “Democratic Ideals and Reality”5 (Demokratik İdealler ve Gerçeklik) (1919) isimli kitabında, tarihteki büyük savaşların doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ulusların farklı seviyelerdeki gelişiminin bir ürünü olduğunu belirtiyordu. Jeopolitik gerçeklik, kendisini imparatorlukların büyümesine ve sonunda da tek bir Dünya İmparatorluğu’na doğru götürecek olan bir gerçeklikti. Mackinder’in teorik katkılarını harekete geçiren öncelikli kaygı, Britanya’nın ekonomik hegemonyasının çöküşüydü ki, bu da kendisini Britanya sermayesinin korumacılığın ve askeri gücün desteğine ihtiyacı olduğu sonucuna götürecekti. Britanya’nın, en az Almanya kadar bir pazar açlığı çeker hale geldiğini iddia ediyordu. Çünkü kendi özel ölçüleri içinde dünya pazarından daha küçük olan hiçbir şey, onun için yeterli değildi. Mackinder en çok “Kalpgah” (Heartland-Stratejik Merkez Bölgesi) doktrini ile tanınır. Jeopolitik strateji, Kalpgah’ın; ya da Doğu Avrupa ile Sibirya üzerinden Rusya ve Orta Asya’yı kucaklayan kıta aşırı devasa Avrasya toprak kitlesinin denetim altına alınmasıydı. Kalpgah, Asya ve Afrika’nın geri kalanıyla birlikte, Dünya Adası’nı oluşturuyordu. Kalpgah’ın kendisi denize erişemezliği ile tanımlanıyor, bu da onu, yerküre üzerindeki en büyük doğal 5 Halford John Mackinder, “The Geographical Pivot of History,” Democratic Ideals and Reality (Washington, DC: National Defence University Press, 1996), 175- 194. 5 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kale haline getiriyordu. Mackinder’a göre, deniz kuvvetlerinin hâkimiyeti yerini kara kuvvetlerinin belirleyici hale geleceği yeni bir Avrasya çağına bırakmak üzereydi. Kara ulaşımının ve iletişimin gelişmesi, kara kuvvetlerinin nihayet deniz kuvvetlerine rakip çıkması anlamına geliyordu. Bu yeni Avrasya Çağı’nda Kalpgah’a hâkim olan, eğer aynı zamanda modern bir donanmaya sahip olursa, denizcilik dünyasını; yani Britanya ve ABD imparatorlukları tarafından kontrol edilen dünyayı da arkadan çevreleyebilecekti. Mackinder Doğu Avrupa’yı Kalpgah’ın stratejik bir eklentisi; Avrasya denetiminin kilit ögesi olarak nitelendirmişti. Bu da sık sık alıntı yapılan ünlü tekerlemesini ortaya çıkarmıştı: Doğu Avrupa’ya hükmeden Kalpgah’a egemen olur. Kalpgah’a hükmeden Dünya Adası’na egemen olur. Dünya Adası’na hükmeden de dünyaya hâkim olur. Mackinder Britanya İmparatorluğu açısından en acil dış politika hedefinin, Almanya ile Rusya arasında herhangi türden bir ittifakın ya da bloğun oluşmasını engellemek ve bunlardan herhangi birisinin Doğu Avrupa’ya hükmetmesini önlemek olduğu konusunda ısrarcıydı. Yani bu iki büyük gücün arasında güçlü tampon devletler kurulmalıydı. 1.2. Amerikan Jeopolitik Ekolü Amerika’da Amiral Alfred Thayer Mahan, 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin Tarihe Etkisi”6 adlı eseriyle “Deniz Hâkimiyet Teorisi”nin esaslarını ortaya koymuştur. 19. yüzyılda Endüstri Devrimi sonucu bir yandan yeni keşifler yapılmış, diğer yandan ekonomik ilişkiler büyümüştür. Ham madde arayışı ve yeni ürünlerin pazarlanması ihtiyacı, deniz yollarının önemini artırmış, gelişen teknoloji ile mesafeler kısalmıştır. Tarihi ipek yolu önemini kaybederken, Mahan’ın “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” tezi tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Nicholas John Spykman ise ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesinden hemen önce tamamlamış olduğu, “Dünya Politikasında Amerika’nın Stratejisi”7 6 Alfred Thayer Mahan, The Influence of Sea Power Upon History, 1660-1783 (Harvard University: Little, Brown and Company, 2007). 7 Nicholas John Spykman, America’s Strategy in World Politics: The United States and the 6 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar (1942) ve ölümünden sonra yayınlanmış olan “Barışın Coğrafyası”8 (1944) isimli çalışmalarında kenar kuşak tezini ortaya atmıştır. Spykman, ABD’nin; Avrupa, Ortadoğu ve Doğu Asya-Pasifik Kenarı bölgesinin denize kıyısı olan kenar ülkelerini kontrol ederek Avrasya Kalpgahı’nın gücünü sınırlandırabileceğini ileri sürerek Mackinder’in Kalpgah doktrininin karşısına yeni bir tez sunmuştur. Spykman, Jeopolitiği ABD’nin güvenliği ve savunması çerçevesinde değerlendirmiş ve Kenar Kuşak ülkelerinin bulunduğu coğrafya üzerinde durmuştur. “Kenar kuşak ülkelerini hâkimiyet altında tutan; Avrupa ve Asya’ya hükmeder. Avrupa ile Asya’ya hükmeden, dünyanın kaderine hâkim olur” demiştir. Kalpgah denilen toprakların etrafında; 20.000 millik bir çember boyunca tehlikeye açık kenar kuşak-iç hilal ülkeleri vardır. Bu ülkeler; Batı Avrupa ve İskandinavya, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Arap ülkeleri, İran, Afganistan, Hindistan, Burma, Tayland, Malezya, Kore, Vietnam ve ada devletleri olan Britanya, Endonezya ve Japonya’dır. Spykman’a göre Kalpgah, yakın bir gelecek için bir güç merkezi olacak nitelikte değildir. İklim şartları, zirai istihsal gücü, kömür, demir, hidroelektrik kaynaklarının dağılışı; kuzey, doğu, güney ve güneybatı kesimlerindeki coğrafi engeller Mackinder’ın tezinin geçerliliğini zorlaştırmaktadır. Çin ve Hindistan, Rusya’nın bu bölgesine nazaran daha hızlı sanayileşirse, Kalpgah’ın Orta Asya bölümünün önemi daha da azalacaktır. Rusya’nın gücü ise daha ziyade Uralların batısında kalacaktır. Bu sebeple iç kuşak Kalpgah’tan daha önemlidir. İç kuşak, denizlerdeki güçlü devletler ile karalardaki güçlü devletler arasında bir tampon bölgedir. Bu tampon bölgede küçük devletler teessüs etmiştir. Bu devletler aralarında bir topluluk teşkil etmeye muktedir değildir veya bir topluluk teşkil etmeyi muhtelif sebeplerden dolayı istememektedirler. Balance of Power (New York: Harcourt, Brace and Company, 1942). 8 Nicholas John Spykman, The Geography of The Peace (New York: Harcourt, Brace and Company, 1944). 7 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Hava Hâkimiyeti Teorisi özellikle ABD’li havacı Alb. Hausy Scitaklian tarafından ortaya konmuştur. Bütün teorilerin gerçekleşmesinin hava hâkimiyeti ile mümkün olabileceğini ileri sürmektedir. Bu teori NASA destekli olarak geliştirilmiş ve “Uzayı kontrol altına alan dünyaya hâkim olur” şekline dönüştürülmüştür. ABD uzay hâkimiyet teorisi olarak adlandırılan bu teori ile sadece dünyaya değil uzaya da hâkim olma isteğini öne sürmektedir. Nitekim bilgi ve teknolojideki gelişmeler uzay jeopolitiği değerlendirmelerine de etki etmektedir. Bilgi akışını uzayın kullanılması ile sağlayan veri transferi teknolojisi (uydu sistemleri) çok önemlidir. Uzaya fırlatılan keşif ve gözlem uyduları ve casus uydular yerkürede istenilen noktayı görebilmektedir. Dünya’nın yörüngesinde konuşlandırılabilecek lazer silahlar ise yeryüzünde herhangi bir hedefi yok edebilecek uzay merkezli sistemlerin geliştirilmesine imkân tanıyacaktır. Dolayısıyla, gelecekte uzay çalışmaları geliştikçe uzayın jeopolitik önemi daha da artacaktır. 1.3. Alman Jeopolitik Ekolü Friedrich Ratzel’in 1897’de yayınlanan “Siyasi Coğrafya” adlı eseri çağdaş jeopolitiğin başlangıcı olarak kabul edilir. Ratzel siyasi coğrafyanın kurulmasına katkıda bulunarak, jeopolitiğe geçişe zemin hazırlamıştır. Ratzel’e göre; siyasi coğrafya mükemmel haritalar yapmakta ve ülkeleri tanımak için yeni bilgiler getirmekte, havanın, nüfusun, iklimin etkilerini yeterli bir şekilde açıklamakta ise de, siyasi ilimler üzerinde tatmin edici bir etkiye ulaşamadığından cansız ve sade kalmaktadır. O halde coğrafya, siyasi ilimleri de yine kendi sahasında işleyerek siyasi coğrafyayı statik olmaktan kurtaracak ve ona bir hayat ve canlılık kazandıracaktır.9 Ratzel, 1903’de yayınladığı “Siyasi Coğrafya veya Devletler, Ulaştırma ve Savaş Coğrafyası” adlı kitabında bu görüşlerini genişletti. Bu kitabında; mekân fikrinin tarihte kaybolmadığına işaret ederek, “vaktiyle bir birlik ifade eden mekân, parçalanmış olsa dahi, o mekân fikri veya mekân duygusu asırlarca yaşar ve günün birinde siyasi bir fikir olarak tekrar hayat bulabi9 Servet Cömert, Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2000), 7. 8 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar lir” demektedir. Ratzel, teorisini coğrafyanın politikaya sunduğu iki temel unsura; ülkenin konumuna ve mekâna dayandırmaktadır. Ülkenin konumu mekânın yeryüzündeki vaziyetini tayin eder. Mekân ise ülkenin genişliği, fiziki yapısı, iklimi vb. özellikleridir. Ülkenin konumu ve mekânı o ülkenin diğer ülkelerle ilişkilerini yönlendirir. Ratzel, daha sonra bir milletin işgal ettiği saha miktarı ve haritadaki uygun konumunun, o milletin siyasetini tespite yeterli olmadığını belirterek, insanın tabiata müdahalesi, dinamizm katması ve tabiatı organize etmekteki doğal istidadı anlamına gelen “mekân duygusunu” felsefesine üçüncü unsur olarak ilave etmiştir. Toplumlar komuta ve organize etmeye az veya çok istidatlıdırlar. Bu kabiliyetler zamanla zayıflayabilir ve hatta kaybolabilir. Bununla birlikte geliştirilebilir ve kuvvetlendirilebilir de. 10 Ratzel, “Ülke sınırları değişebilir ve genişleyebilir” görüşü ile genişleme politikalarına jeopolitik dayanak oluşturmuştur. Devletlerin sahası, kültür ile genişler. Devletin kültürünün yayılması ve bir devlete mensup insanların başka sahalara yayılması, o devlete yeni sahaların ilave edilmesine zemin hazırlamaktadır. Milletin kültürünün genişlemesine paralel olarak sahası ve ülkesi genişler. Devletin saha kazanmasını sağlayan kültür unsurları içinde en önemlisi dildir. Dillerinin yayıldığı derecede milletlerin kültürü, bir bakıma diğer ülkelerde yayılma ve gelişme imkânı bulur. Belirtiler, saha genişletme arzusundan önce ortaya çıkar. Bunlardan bazıları, ticari faaliyetler, misyoner hareketleri, ideolojik faaliyetler vesairedir. Böylece, devletlerin sahalarını genişletmeleri ticari, dini ve ideolojik faaliyetlerinin tabii bir neticesidir ve diğer sahalar üzerinde genişleyen herhangi bir devletin bayrağı, bu faaliyetleri takip etmektedir. Devletler, daha küçük üniteleri kendi bünyesi içine katmak suretiyle gelişmektedir. Bu gelişmede, isteyerek veya zor kullanarak, küçük siyasi üniteler saha kazanma gayesi güden devlete katılmaktadır. Hudut, devletin kenar organıdır ve bu sebepten ötürü devletin gücünü, gelişmesini ve değişiklikleri aksettirmektedir. Hudutlar, devletin sadece emniyetini değil, aynı zamanda gelişmesini ve saha kazanma istikametlerini belirleyen unsurlardır. 10 Pierre Celerier, Jeopolitik ve Jeostrateji (İstanbul: Tercüme, Harp Akademileri, 1998), 23. 9 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Gelişmek ve yayılmak isteyen devlet, siyasi bakımdan kıymet ifade eden sahaları ülkesine katmak ister. Bu değerli sahalar içine, ileri ziraat metotlarının uygulandığı ve muhtelif mahsullerin yetiştirildiği zengin ziraî topraklar, ovalar, nakliyeye uygun nehir ve gölleri ile bunların geniş vadileri, ticarete müsait limanlar, maden açısından zengin topraklar girmektedir. Ratzel’in ortaya koyduğu bu görüşe göre devlet; ya saha kazanıp gelişecek veya beslenemediğinden zayıflayıp hastalanacaktır. Alman Birliği’nin kurulduğu, Bismark’ın idaresi altında kolonyal gelişmelerin düşünüldüğü dönemde, bu fikirler Almanya’nın genişleme stratejisinin ilmi icazeti gibidir. Rudolf Kjellen 1916 yılında ilk defa jeopolitik terimini kullanmış ve coğrafyanın devletin oluşumunda etkisinin büyük olduğunu belirtmiştir. Devletin varlığı devletin gücündedir. Jeopolitik, coğrafi organizma veya mekan içinde fenomen olarak devletin çevresiyle ilişkisini inceleyen bir disiplindir. Kjellen, Ratzel tarafından ortaya atılan siyasi coğrafya fikirlerinin yeterince işlenmediğini hatta bunu Ratzel’in bile yapamadığını söylemiştir. Kjellen’e göre, Ratzel; devletin gelişmesinde umumiyetle fiziki amiller ve coğrafi mevkii üzerinde fazla durmuş, bu faktörlerin fert üzerindeki tesirlerini incelemiş ve ilişkiyi lüzumundan fazla büyütmüştür. Kjellen, Ratzel’in “devlete hayat ve kuvvet veren şeyin, hudutları dâhilinde yaşayan insanlar olduğu hususunu” dikkate almadığını söylemiştir. Kjellen, devletlerin fertler gibi akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğunu ifade etmekte; hatta fert-devlet uzviyet birliği düşüncesinde daha da ileri giderek: devletler fertler gibi konuşur ve hareket eder, kongreler ve toplantılar akdeder, sulh içinde yaşar veya harp eder, devletler de fertler gibi birbirini kıskanır, birbiriyle dost veya düşman olur demektedir. Kjellen’e göre devlet, yaşayan bir organizmadır ve belli kanunlara tabi olarak gelişebilir veya son bulur. Rudolf Kjellen devleti üç esas unsura sahip büyük bir kuvvet olarak değerlendirir: genişlik, hareket serbestîsi ve içerde birlik ve beraberlik. Karl Haushofer 1923 yılından itibaren, Rudolf Kjellen’in ölümünden sonra Almanya’da etkili olmaya başlamıştır. Haushofer’in fikirleri Hitler’in politikalarında etkili olmuştur. Karl Haushofer’a göre jeopolitik, tabii koşulların 10 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar ve tarihi gelişmelerin etkisi altında gelişen siyasi hayat şeklinin, üzerinde yaşadığı yer ile ilişkilerini inceleyen bir ilimdir. Haushofer, geniş sahanın bir devletin büyüklüğü için lüzumlu olduğu kanaatindedir. Bir devletin çöküşünü, sahasının daralması manasında düşünmektedir. Haushofer da Ratzel gibi bir devletin devam edebilmesinin saha kazanmasıyla mümkün olabileceği, aksi takdirde ortadan silineceği kanaatindedir. “Organik devlet” fikrini Haushofer da kabul etmektedir ki, bu Alman jeopolitiği tarafından kabul edilmiştir. Devletin genişlemesinde hiçbir sınır tanımayan Haushofer’a göre, siyasi coğrafya statiktir. Jeopolitik ise dinamik bir disiplindir ve siyasi durum katiyen uzun zaman sabit kalamaz. Bir devletin sahası, gelişmesine yetmeyecek kadar küçük ise, genişlemelidir. Haushofer, bir millet için kâfi sayılabilecek sahanın hangi ölçülere göre esas alınabileceği hususunu belirtmemiştir. Keza, nüfus ile saha arasında kantitatif bir nispet de ortaya koymamıştır. Her devletin kendi ihtiyaçlarını karşılaması meşrudur. İki devletin, Almanya ile Japonya’nın saha ihtiyacının çok büyük olduğundan bahsetmektedir. Böylece, kudretli devletlerin saha kazanması tabii bir hükmün icabıdır. Saha (Lebensraum-Hayat Sahası), Haushofer’ın tezinin temelini teşkil ediyordu. Haushofer bu nedenle, Almanya’nın Doğu’ya ve Slav ülkelerine doğru genişlemesi gerektiğini savunmuştu. 2. Çağcıl Jeopolitik Teoriler Günümüze doğru yaklaştıkça jeopolitik ve jeostrateji, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanlarında daha fazla yer almakta ve çok kullanılan kavramlar olmaktadırlar. SSCB’nin dağılmasını müteakip gerek siyaset bilimciler gerekse konu üzerinde çalışan askerler ve düşünürlerin günümüz problemlerine yaklaşımlarında daha radikal görüntüler ortaya koydukları ve geleceğe yönelik değerlendirmelerde yoğunlaştıkları görülmektedir. 2.1. Zbingniew Brzezinski ve Büyük Satranç Tahtası Brzezinski görüşlerini Türkçeye “Büyük Satranç Tahtası”11 ismi ile çevrilen yayınında açıklamaktadır. Brzezinski, Avrasya’yı (Avrupa–Asya) günü11 Zbingniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası (İstanbul: Sabah Kitapları, 1998). 11 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm müz jeopolitiğinin temel coğrafyası olarak kabul etmektedir. Bugüne kadar, Avrasya’ya egemenlik mücadelesinin, bölgede bulunan ülkeler tarafından yapıldığını; ilk defa Avrasya dışından bir gücün (ABD) kıtaya egemen olma mücadelesi verdiğini vurgulamaktadır. Brzezinski, Avrasya’yı üzerinde küresel liderlik için mücadelelerin devam ettiği bir satranç tahtasına benzetmektedir. Avrasya’yı Batı Avrupa, Merkez Rusya, Güney Asya, Doğu Asya olmak üzere dört kritik bölge şeklinde ele alan Brzezinski, ABD’nin Avrasya egemenliğini önleyebilecek güçleri bir bir ele almakta ve bu güçlerin dışlanmalarını sağlayacak öneriler getirmektedir. Zbingniew Brzezinski’nin tehdit olarak görüp incelediği ülkeler: AB, Rusya Federasyonu, Çin ve Japonya’dır. Brzezinski, AB’nin ABD desteğine muhtaç olduğunu ve Avrasya egemenliğinin, ABD öncülüğünde Avrupa ile doğuya doğru gelişerek sağlanabileceğini açıklamaktadır. Bunun için AB’yi ve NATO’yu ana unsur olarak değerlendirmektedir. Doğuya doğru gelişme sırasında Rusya’nın bu birliğe katılabileceğini ifade eden Brzezinski, Avrasya için iki büyük tehdit göstermektedir: birincisi Çin’in gelişip genişlemesi, ikincisi ise Rus–Çin–İran işbirliği. Bu gelişmeleri küçük ihtimaller olarak görse de önemleri sebebiyle üzerinde durmaktadır. Brzezinski Avrasya ülkelerini bölümlemekte ve her bir bölüme yeni isimler vermektedir. Jeopolitik ilişkilerdeki mevcut durumu değiştirmek amacıyla ülke sınırlarının dışında da güçlerini tatbik edebilme veya bir etki yaratabilme kapasitesine ve ulusal isteğe sahip olan Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan’ı “Aktif Jeostratejik Oyuncu” olarak değerlendirmektedir. Brzezinski; İngiltere, Japonya ve Endonezya’yı önemli görmekle beraber, bu ülkelerin yeterli “ulusal isteğe” sahip olmadıklarını ve jeostratejik oyuncu olmaya hak kazanamadıklarını belirtmektedir. İkinci grubu oluşturan ülkelere “Jeopolitik Eksenler” adını vermektedir ve önemlerini güçlerinden veya motivasyonlarından dolayı değil de bulundukları hassas bölgeden alan ülkeleri bu gruba dâhil etmektedir. Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran bu grup içindedir. Brzezinski, Türkiye ve İran’ın sınırlı kabiliyetleri olsa da bu iki ülkenin aynı zamanda Jeostratejik Oyuncu olmaya hak kazandıklarını ifade etmektedir. 12 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Brzezinski’ye göre; Avrupa ABD’nin doğal müttefikidir. Aynı demokratik değerleri paylaşırlar ve genelde aynı dine inanırlar. Ayrıca Avrupa, Amerikalıların büyük bölümünün ilk vatanıdır. Avrupa daha doğuya doğru giderek Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya ile iletişim ağı kuracak ve neticede böyle bir Avrupa, Amerikan desteği gören daha büyük bir Avrasya güvenlik ve işbirliği bünyesinin en önemli sütunlarından birisi olacaktır. Avrupa, Amerika’nın Avrasya kıtasındaki en önemli köprübaşıdır. Avrasya dışında bir güç olan Amerika, Avrasya kıtasının üç tarafına doğrudan yerleştirdiği güçler ile uluslararası boyutta sahip olduğu liderliği sürdürmektedir. 1991 yılının sonlarına doğru karasal olarak dünyanın en geniş devletinin parçalanışı Avrasya’nın merkezinde kara bir delik meydana getirmiştir. Amerika’nın jeostratejik amacı Rusya’nın da içine alındığı daha geniş bir Avrupa–Atlantik sistemini engelleyebilecek bir Avrasya imparatorluğunun yeniden ortaya çıkışını durdurmaktır. Rusya’nın, Amerika için uygun bir ortak olmayacak kadar geri kaldığını ve harap olduğunu düşünen Brzezinski, Rusya için tek jeostratejik seçeneğin sadece Avrupa ile işbirliğine gitmek olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir seçimin Rusya’ya kendisini yenileme ve geliştirme fırsatı vereceğini ve bu ülkeyi jeopolitik yalnızlıktan kurtaracağını belirtmektedir. Eğer Rusya bu yolu takip ederse Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki emperyalist ihtiraslarından vazgeçerek modernleşme, Avrupalılaşma ve demokratikleşme doğrultusundaki yolunu taklit etmekten başka seçeneği olmayacaktır. Amerika ile bağlanmış modern, zengin ve demokratik Avrupa’nın Rusya’ya sağlayacağı faydaları diğer hiçbir seçenek veremez. Brzezinski, Avrasya’da etnik çekişmelerin, büyük güçlerin bölgesel rekabetinin bulunduğunu varsaydığı bir bölgeye “Avrasya Balkanları” demektedir. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Afganistan dâhil dokuz ülke bu bölgeyi teşkil etmektedir. Bölge üzerinde Rusya, İran ve Türkiye’nin etkilerinin bulunduğu belirtmektedir. Brzezinski, Avrasya’da Amerika’nın en çok desteğini hak eden devletlerin ise Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna olduğunu ifade et- 13 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm mektedir. Eğer Türkiye, Avrupa’ya yönelmeyi sürdürürse ve Avrupa bu ülkeye kapılarını kapatmazsa Kafkas devletleri Avrupa’nın yörüngesine girebileceklerdir. Batı yanlısı bir tavra dönmek bölgenin dengelenmesini ve istikrara kavuşmasını kolaylaştıracaktır. Brzezinski’ye göre Çin ile işbirliğine dayanan bir ilişki Amerika’nın Avrasya jeostratejisi için zorunludur. Uzakdoğu’da üç ana güç: Amerika, Çin ve Japonya’dır. Brzezinski ABD’nin Avrasya egemenliğinin batı gücünü doğuya doğru gelişen NATO ve AB; doğu gücünü de ABD, Çin, Japonya üçlüsünün işbirliğinde görmektedir. Avrasya’nın jeopolitik çok sesliliği, tek bir güce yer vermemesi, gelecek yüzyılda Trans Avrasya Güvenlik Sistemi (TAGS) ile güçlenebilir. Böyle bir sistem Rusya, Çin ve Japonya’yı içine alan genişletilmiş bir NATO demektir. 2.2. Büyük Satranç Tahtası ve Türkiye Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, Rusya’yı Kafkaslarda dengelemekte, hala İslami kökten dinciliğe karşı bir panzehir oluşturmakta ve güneydeki dayanak noktası olarak NATO’ya hizmet etmektedir. İstikrarsız bir Türkiye, büyük bir olasılıkla Güney Balkanlar’da daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına sebep olur. Diğer taraftan Kafkasya’da bağımsızlıklarını yeni kazanmış devletler üzerinde tekrar Rus kontrolünün sağlanmasına yol açar. ABD, istikrarlı bir Güney Kafkasya ile Orta Asya için Türkiye’yi dışlamamalıdır. AB’den dışlandığını hisseden bir Türkiye daha İslamcı olacak, daha büyük bir ihtimalle inadına NATO’nun genişlemesini veto eğilimi gösterecek ve laik bir Orta Asya’yı dünya ile bütünleştirmekte ve istikrarını sağlamakta Batı ile daha az işbirliği yapacaktır. Bu sebeple ABD, Türkiye’nin AB’ye kabulünü cesaretlendirmek için Avrupa’da etkisini kullanmalı ve Türkiye’ye Avrupalı bir devlet gibi davranmaya özen göstermelidir.12 12 Servet Cömert, Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam (İstanbul: Harp Akademileri Yayını, 2001), 11. 14 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar 2.3. Aleksandr Dugin ve Yeni Avrasyacılık Avrasyacılığın tarihi temelleri Ekim devriminden sonra yurtdışına kaçan Rus düşünürlerinden Nikolay Truvbetskoy, Petr Savitskiy, Georgiy Florovski, Georgiy Vernadskiy ve benzeri aydınların fikirlerine dayanmaktadır. Görüşlerini ilk kez 1921 ve 1922’de Sofya’da yayınladıkları “Doğuya Çıkış: Öngörüler ve Gerçekleşmeler” ve “Yollarda: Avrasyacıların Savları” isimli çalışmalarıyla gündeme getirmişlerdir. 1926’da “Avrasyacılık: Sistematik Görüşler” isimli bir program açıklamıştır. 1926-1929 döneminde Paris’i merkez olarak kullanan Avrasyacılar “Avrasya Günlüğü” ve “Avrasya” isimli yayınlar çıkarmışlardır. Avrasyacılık düşüncesine en önemli katkıyı Lev Gumilyov yapmıştır. Gumilyov Avrasya’da, İngilizlere ve Fransızlara göre Türk ve Moğol halklarının Rusya’nın daha yakın dostları olduğunu savunmuş ve Slav, Türk ve Moğol halklarını süper etnos olarak adlandırmıştır. Gumilyov Avrupa merkezciliğine karşı çıkmakta ve her Avrupalının diğer kültürleri ortadan kaldırarak kendi kültürünü evrensel kılma hayaline sahip olduğunu iddia etmektedir. Rusya’nın Batıyla ittifak yerine Avrasya Birliği’ni tercih etmesi gerektiğini belirterek, söz konusu birliğin geleneksel olarak Katolik Avrupa’ya, Müslüman Güney’e ve Çin’e karşı olduğunu vurgulamaktadır. Gumilyov’un 1950’li ve 60’lı yıllarda yaptığı çalışmalar ve ortaya koyduğu görüşler 1990’larda Rusya’da çok yankı yapmış ve Yeni Avrasyacılık jeopolitik yaklaşımının düşünsel kaynaklarından birini oluşturmuştur. Yeni Avrasyacılığın önderlerinden olan Aleksandr Dugin, “Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım”13 adlı kitabında, 2000’lerin Rusya’sının iç ve dış siyasetine ilişkin olarak gelecek temelli bir yaklaşım sunmuştur. Dugin’in jeopolitik yaklaşımı insanlığın mekân faktörüyle karşılıklı ilişkisini incelemekte ve tarihselci modernitenin Batı merkezli zaman algısını reddetmektedir. Yer Kürenin her bir noktasında, mekânın içsel ilişkiye uygunluklarını yansıtan kendine özgü zamanı olduğu varsayımına dayanmaktadır. Her bir medeniyetin değerler sistemini tanımlamaya ve onun mantığını idrak etmeye dönük bir anlayış 13 Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım (İstanbul: Küre Yayınları, 2010). 15 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm olan jeopolitik, ya da mekân felsefesi denen bu yaklaşım, Dugin’e göre postmodern çağın öncelikli enstrümanı olma iddiasındadır. Dugin, jeopolitiğin mahiyeti itibariyle kara ve deniz temelli karşıt iki hâkimiyet modelinin çatışmasının tarihselliğinden yola çıkarak, günümüzün dünya siyasetine Rus merkezli bir açılım sunmaktadır. Bu açılım KartacaRoma, Atina-Sparta, İngiltere-Almanya ve son olarak ABD-SSCB arasındaki tarihsel güç mücadelesi benzerlikleri üzerine kurulan analojik bir bakış açısıyla, Amerika’nın deniz merkezli Atlantikçi jeopolitiğine yaslanan Yeni Dünya Düzeni’nin karşısına, Rusya’nın başını çektiği İmparatorluk Avrasyası’nı koymayı öngörmektedir. Dugin’e göre çok büyük bir kıtasal mekânı işgal eden Avrasya, kadim medeniyetlerin beşiği ve bilinen eski dünyanın birikimine sahip olması özellikleriyle bugünün küresel dünyasına meydan okuyacak bir jeopolitik düzlemi temsil etmektedir. Rusya devasa mekânsal kütlesiyle Avrasya kıtasının kalpgah’ında tarihsel bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Avrasya, kendi içinde potansiyel Avrasyacı güçleri de barındırmaktadır ama Dugin’e göre bu güçlerin hiçbiri Rusya olmadan Avrasya jeopolitiğini kendi lehlerine kullanma yetisine sahip değildir. Bu noktada tarihin Rusya’ya yüklediği misyonun yerine getirilebilmesini öneren Dugin, Anglo-Saxon Atlantikçi küreselleşmenin alaşağı edilmesini, Rusya (Heartland) ile diğer Avrasyacı kıyı güçlerin (Rimland) işbirliği yapması şartına bağlamaktadır. Dugin’e göre tarihsel tecrübeler ve Avrasyacı jeopolitiğin Rusya’ya sunduğu olanakların en iyi şekilde kullanmanın yolu, ne Doğulu ne de Batılı fakat her ikisinin de merkezinde yer alan Rusya’nın, Rimland ile eşit temelli bir ilişki içine girmesidir. Bu eşit temelli ilişkinin Avrupa ayağının yegâne adresinin Almanya ile kurulacak bir ittifak olduğunu belirten Dugin, Doğuda ise Japonya’nın bu görev için en uygun ülke olduğu kanaatindedir. Böylece merkezinde Moskova’nın yer alacağı ve Berlin’in Batı’dan, Tokyo’nun da Doğudan destek vereceği ‘Üçlü Komisyon Hükümeti’ sayesinde Yeni İmparatorluk Avrasyası’nın Rusya önderliğinde toparlanmasını öngörmektedir. 16 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Dugin, Rusya’nın Avrasyacı jeopolitiğinin, Orta, Doğu ve Güney Doğu Avrupa’ya açılmasını sağlayabilecek en temel enstrümanlardan birisinin Ortodoks/Slavist bir söylem olabileceğini belirtmektedir. Rusya’nın, Bağımsız Devletler Topluluğu ile “Yakın Komşuluk” siyasetlerini sürekli geliştirmek zorunda olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle, Yugoslavya’nın dağılması sonucu, Balkanlar’da artan Amerikan müdahalesinin bu bölgeden dışlanmasının, Rusya’nın geleneksel olarak hamiliğini yaptığı Sırbistan, Bulgaristan ve mümkünse Yunanistan ve Romanya’yı da içine alacak bir Ortodoks jeopolitik boylamsal entegrasyonun gerçekleştirilmesi ile mümkün olabileceğini düşünmektedir. Dugin, Polonya ve Baltık Cumhuriyetlerine Rusya ve Avrupa arasında tampon bölge rolü vermekte ve bu bölgelerdeki artan Atlantikçi nüfuza dikkat çekmektedir. Atlantikçi akım ve lobilerin gücünün ancak Avrasyacı bir çevreleme politikasıyla sınırlandırılabileceğini iddia etmektedir. Ukrayna’yı kırılgan bir geçiş noktası ve Rus-Avrasyacılığının yumuşak karnı olarak gören Dugin, Sovyetler sonrası Ukrayna’nın Batı yanlısı bir tutum içine girmesini ve Atlantikçi hükümetlerce yönetilmesini, bu ülkenin NATO’nun ileri bölge karakoluna dönüştürülmesi ya da ‘Truva Atı’ rolüne soyundurulması şeklinde izah etmektedir. Bunun mutlaka engellenmesi gerektiğine dikkat çekerek, Ukrayna’nın etnik ve kültürel sorunlarının böl-yönet siyaseti ile istismar edilmesini ve Rusya tarafına çekilmesini önermektedir. Dugin’in Asya için öngörüsü ise, Pan-Asyacı bir vizyonla Japonya’nın stratejik çıkarlarını Çin karşısında Avrasyacı jeopolitik lehine garantiye alıp Çin’in hem Orta Asya hem de Asya Pasifik bölgesindeki nüfuzunun kırılması üzerine odaklanmaktadır. Dugin, Almanya gibi Japonya ile de tarihsel husumetin bir kenara bırakılmasını istemektedir. Rusya önderliğindeki Avrasyacı güçlerin teknolojik imkânlarının sınırlı olduğu gerçekliğinden hareketle Japonya’nın doğuda kazanılması gereken en önemli müttefik olduğuna vurgu yapmaktadır. 2.4. Avrasyacılık Yaklaşımı ve Türkiye Dugin İslam jeopolitiğini ikisi Atlantikçi, diğer ikisi de Avrasyacı olarak dört farklı bölgeye ayırmaktadır. Bunlar Atlantikçi tarafta yer alan, aydınlanma- 17 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm cı laik-liberal ve kültürel-halkçı karakteriyle Türk İslamı, ahlaki değerlerden yoksun ve piyasa ile eklemlenmiş olan Suudi köktenci Vehabiliği ve Avrasyacı tarafta yer alan Amerikan karşıtı köktenci Şiilik ile Pan-Arap milliyetçiliğine dayanan İslam sosyalizmi olarak ifade edilmektedir. Dugin’e göre, İslam dünyasının içinde barındırdığı potansiyel Atlantik karşıtlığı, Avrasyacı yeni imparatorluk lehine bir müttefikliğe dönüştürülemediği takdirde, Avrasyacı bloğun hayatta kalması imkânsızdır. Atlantikçi Türkiye ve Suudi Arabistan jeopolitiğinin sınırlanmasının yolu Şii ve Pan-Arapçı çevrelerle ilişkileri geliştirmektir. ‘İslam’a karşı İslam’ stratejisini Avrasyacı jeopolitiğin bir aracı haline getirmektir. Hem Şii jeopolitiğin hem de Avrasyacılığın İslam dünyasındaki en büyük temsilcisi olan İran’ı, Berlin-Moskova-Tokyo miğferine Avrasya güneyinden, yani İslam dünyasından katılacak olan ‘olmazsa olmaz’ bir güç olarak görmektedir. Dugin’in algısında, Şia-devrimci vizyonu, Amerika’ya karşıtlığı ve stratejik derinliğinin yanında, hammadde zenginliği ile İran, Kafkasya’dan Orta Asya’ya ve Orta Doğu’ya kadar uzanan bir bölgede Rusya’nın en büyük stratejik ortağı olmaya haizdir. İran’ın ve Rusya’nın nüfuz bölgesi olarak Avrasya ittifakına dâhil olacak bir Orta Asya, Amerikan karşıtı ve Şii Jeopolitikle müttefik bir Pan-Arapçı Ortadoğu, Dugin’in Avrasya hayallerini süslemektedir. Dugin’in kitabında açıkça ifade edilmese bile, İran’ın Türkiye ile olan tarihsel husumeti ve rekabetinin yanında, Avrasyacı jeopolitik misyon bakımından en az Rusya kadar potansiyele sahip Türkiye’nin bu bağlamda gözden düşürülmesi kolayca anlaşılabilecek bir olgudur. Irak işgali sonrasında yapılan anketlere göre halkının çok büyük bir oranı Amerikan karşıtı olan Türkiye’nin, Atlantikçi vizyonu bir yana, Avrasya kıtasal coğrafyasında yerleşik olan Türk halklarına dönük tarihsel bir yayılma geleneğine sahip bir Türk Dış Politikası, Dugin’in anladığı Avrasyacılığın, yani Rus Avrasyacılığının bölgedeki karşı tezi durumundadır. Dugin’in tasavvurunda Pan-Türkçü ve Turancı tondaki bir Avrasya jeopolitiği ister istemez, Rusları ve İranlıları bir “ortak düşmana karşı” sloganında birleştirmiş görünüyor. Rusya ve İran’ın eşgüdümlü bir politika geliştirmesinin 18 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar hayati önemini bölgedeki Pan-Turancı eğilimlerin önünü kesebilecek yegâne adım olarak gören Dugin, İran’ın Tacikistan, Afganistan ve Pakistan üzerinden Orta Asya içlerine kadar bir nüfuz kuşağı (Pax-Persica) oluşturmasını çok önemsemektedir. Böylelikle Turanî çizgide yer alan Türkmenistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi ülkelerin Türkiye ile olan sosyo-kültürel ve ekonomik bağlarının koparılmasını ve Rusya’nın da Kazakistan üzerinden bölgeye yayılmasını öngörmektedir. Dugin, geleceğe dönük olarak Avrasya ittifakının en kırılgan fay hattının Kafkaslar’dan geçtiğine inanmaktadır. Bu bölge Rusya-İran ve Türkiye arasında, Atlantikçilik-Avrasyacılık tarihsel zıtlığı tabanındaki çatışmaları içinde barındırması bakımından gözden kaçırılmaması gereken bir mekân olarak algılanmaktadır. Dugin, Kafkasya’daki hassas dengelere dikkat çekerek, uzun vadede Rusya Avrasyacılığı’na karşı muhtemel stratejik zararların bu bölgede ortaya çıkabileceğini vurgulamaktadır. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun üç üyesi olan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ın Moskova yanlısı bir çizgiye çekilmesini zorunlu gören Dugin, aynı zamanda özellikle ilk ikisinin Türkiye aleyhine, İran’la entegre edilmesinin gereğine işaret etmektedir. Dugin, Türkiye’nin bu bölgedeki rolünün hem Rusya hem de İran lehine etkisizleştirilmesi için, gerekirse Türkiye içindeki Kürt azınlığın ajite edilmesi, Ermeni meselesinin desteklenmesi ve Türkiye’deki İran sempatizanı aşırı dincilerin harekete geçirilmesi gerektiğini söylemekten de çekinmemektedir. Öte yandan yazar, yine Pan-Türkçü jeopolitiğin, Çeçenistan, Dağıstan, Yakutistan, Osetya, vb. gibi Rusların sorunlu iç bölgelerinden tamamen uzak tutulmasını Rusya içindeki Avrasyacı entegrasyonun selameti için gerekli görmektedir. 2.5. Jeokültürel Yaklaşımlar Küresel politik yapı, jeopolitiğin bir alt birimi olan jeokültür yolu ile yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Din farkından kaynaklanan kültür ayrılığı ve farklı kültürlerin coğrafi konumları yeni taraf teşekkülü için birer dayanak olarak gösterilmektedir. Jeokültürden yararlanılarak jeopolitik konum belirlenmek istenmektedir. Böylece Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile yok olan tarafların yerine yeni iki karşıt güç (Batı için “Öteki”) yaratılmaya çalışılıyor. 19 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm A. Toynbee, 1948 yılında yayınladığı “Medeniyet Yargılanıyor” isimli kitabının XI’nci bölümünde İslam–Hıristiyan mücadele tarihi hakkındaki yorumlara yer vererek, bu mücadeleyi bugüne bağlamaktadır. İki medeniyet arasında ilk karşılaşmanın Batı toplumu daha henüz çocukken ve İslamı kabul eden Arapların kahramanlık çağında meydana geldiğini belirtmektedir. Günümüzde ise Batı’nın İslam dünyası üzerindeki yoğun saldırısının iki medeniyeti yeniden karşı karşıya getirdiğine vurgu yapmaktadır.14 Thomas Stearn Eliot dini kültürün temel unsuru olarak kabul etmektedir. Kültürü herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş şekli olarak görmektedir. Ortak bir inanç olmaksızın kültür bakımından milletleri bir araya getirme gayretlerinin sadece hayal olduğunu vurgulayan Eliot, Hıristiyan âleminin birleşmesini önermektedir.15 Francis Fukuyama, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Avrupa ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmasından hemen sonra “Tarihin Sonu ve Son İnsan”16 isimli kitabını yayınlamıştır. Fukuyama’ya göre insan doğasına en uygun yaşam biçimi ve toplumsal düzen liberalizmin hüküm sürdüğü düzendir. Tarih boyunca bu düşünceyi ve buna bağlı kurulmuş düzeni ortadan kaldırmayı amaçlayan güçler ile liberal düzeni daha da geliştirmeyi amaçlayan güçler arasında çatışmalar olmuştur. Monarşik yapılar, imparatorluklar, dini merkezler hep liberal düşünceyi ve bu düşünceyi savunanları alt etmeyi amaçlamış, ancak zaman içinde liberalizm hep üstün gelmiştir. Geçmişte ortaya çıkmış komünist ve faşist rejimler liberalizm’in diğer antitezleridir. Fukuyama’ya göre Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Batı bloğunun galip gelmesi, buna ek olarak Çin ve Rusya gibi ülkelerin Batılı sistemlere yönelmeleri liberalizmin nihai zaferinin gerçekleştiğini ve artık tek yol olduğunu göstermektedir. Fukuyama, “Başarılı olan liberal demokrasinin tartışmaya gerek kalmayacak şekilde doğruluğunu kanıtladığını” ve yeni arayışlara gerek olmadığını savunmaktadır. 14 Arnold Toynbee, Medeniyetler Yargılanıyor (İstanbul: Yeryüzü Yayınları, 1980), 179. 15 Thomas Stearn Eliot, Kültür Üzerine Düşünceler (Ankara: Kültür Bakanlığı, Tercüme, 1987), 86. 16 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan (İstanbul: Gün Yayınları, 1999). 20 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Fukuyama, medeniyetler arası yani kültürler arası uyumu reddetmektedir. Liberal demokrasinin Batının evrenselliğinin tartışılmaz sonucu olduğunu vurgulamakta, dinsel fanatizm, sol eğilimler ve etnik milliyetçiliği liberal demokrasinin düşmanları olarak göstermektedir. Tarihin bu son devresinde bütün alternatif değer sistemleri ve medeniyet yapılarının Batı medeniyetinin üstün değerleri karşısında boyun eğmek zorunda kalacağını belirtmektedir. Fukuyama’nın öngörüsüne göre Batılı değerlerin yayılması bir süre daha alacak ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin istikrarlı hale gelmeleri uzun sürecek ama nihayetinde mutlaka tüm dünya liberal demokrasiye ulaşacaktır. 2.5.1. Samuel P. Huntington ve Medeniyetler Çatışması Tezi Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra dağılan tarafların, din farkı üzerine yeniden kurulması hakkındaki düşünceler, Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması mı?”17 başlıklı makalesi ile doruğa ulaşmıştır. Huntington’a göre; yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı ideoloji ve ekonomi olmayacaktır. Beşeriyet arasında büyük bölünmelerin ve mücadelelerin kaynağı kültür olacaktır. Dünyadaki hadiselerin en güçlü aktörleri yine milli devletler olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecektir. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin çatışma alanlarını oluşturacaktır. Batı ve İslam arasında asırlardan beri var olan mücadelenin son bulma ihtimali yoktur. İdeolojik bölünmenin ortadan kalkmasından sonra bir yandan Batı Hıristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslamla kendisi arasında kültürel bölünme yeniden ortaya çıkacaktır. Batı Hıristiyanlığı arasındaki (Katolik-Ortodoks) fay kırığı şu şekilde çizilmektedir. Bugünkü Rusya ile Finlandiya ve Baltık Devletleri arasındaki sınırlar boyunca uzanıp, daha çok Katolik olan Batı Ukrayna’yı, Ortodoks Doğu Ukrayna’dan ayırarak Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın içinden geçip Transilvanya’yı Romanya’dan ayırmak suretiyle batıya doğru salınır ve daha sonra şimdiki Hırvatistan ve Slovakya’yı eski Yugoslavya’nın geri kalan kısmından hemen hemen tüm olarak ayırarak gider. 17 Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması (Ankara: Vadi Yayınları, 1995). 21 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Huntington Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırığını Katolik-Ortodoks fay hattından daha önemli görmektedir. Yazar Batı ve İslam medeniyetleri arasında Afrika’nın ucundan Orta Asya’ya uzanan fay kırıkları boyunca mücadelelerin 1300 senedir devam ettiğini söylemektedir. Bu hattın sadece bir farklılık çizgisi değil, aynı zamanda kanlı bir mücadele çizgisi olduğunu vurgulamaktadır. Huntington, Avrasya’da medeniyetler arasındaki büyük tarihi fay kırıklarının bir kere daha alevlendiğini belirtmektedir. Huntington Avrupa ve Kuzey Amerika ulusları arasında dayanışmayı ilerletmeyi; kültürleri batınınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika’yı Batı toplumlarına katmayı; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmeyi önermekte, İslam dünyası ve Çin’i dışarıda bırakmaktadır. Batının askeri gücüne karşı koymak için Konfüçyen Çin ile İslam ülkeleri arasında bir askeri bağlantı bu suretle vücuda gelmektedir. 2.5.2. Medeniyetler Çatışması Tezi ve Türkiye Huntington, dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmek için, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu dikkate alarak beş ayrı yapı tanımlamıştır. Bunlar; üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke. Huntington, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için üye ülke kavramını kullanmıştır. Yalnız ülke kavramı ile de diğer ülkelerle kültürel bir bağı bulunmayan, medeniyeti itibariyle dünyadan soyutlanmış olan ülkeleri kastetmiştir. Merkez ülke kavramı ise, ait olduğu medeniyete beşiklik eden, o medeniyetin kültürünün kaynağı olarak kabul edilen ülke ya da ülkeleri tanımlamıştır. Bölünmüş ülke ile içerisinde farklı medeniyetlere mensup olan çok sayıda insan bulunan ülkeleri tarif etmiştir. Huntington, kendilerine ait bir medeniyetleri olan, ancak liderleri bu medeniyeti terk etmeyi ve başka bir medeniyete geçmeyi amaçlayan ülkeleri kararsız ülke olarak isimlendirmiştir. Huntington, yeni bir kimliğe geçişin gerek sosyal, gerek politik, gerek kurumsal, gerekse kültürel açıdan son derece uzun, kesintili ve acılı bir süreç 22 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar olduğunu ifade etmiş ve bugüne kadar bu tür girişimlerin hep başarısız olduğunu belirtmiştir. Huntington’ın kararsız ülkelere verdiği örnekler ise Rusya, Türkiye, Meksika ve Avustralya’dır. Huntington’a göre, Türkiye gibi toplumların siyasi liderlerinin Batıyı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batının içine katma girişimleri başarısız olmaya mahkûmdur ve dünyada henüz bunu başarabilmiş bir ülke yoktur. Çünkü bu tür ülkelerde bu yönde yaşanan deneyimler yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, Batı medeniyeti ve modernleşme ithaline karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerine sahip olduğunu çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Her ne kadar bu tür toplumlarda siyasi liderlerin çabalarıyla Batı kültürünün ve modernleşmenin bazı unsurları topluma sunulsa da bunların hepsi kabul edilmediği gibi, o toplumların kendi yerel kültürlerinin çekirdek ögelerini ortadan kaldırmaya ya da bastırmaya da yetmemektedir. Ayrıca Batı’nın ve modernleşmenin kültürel ve siyasal kodları bu tür toplumların bünyesine yerleşince, bu toplumlar “kimlik bunalımı” yaşamaktadır. Bu bunalım zaman içinde yayıldığı gibi, bu tür toplumların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden bir özelliği haline gelmektedir. Yazara göre, Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar. Japonya gibi kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanarak ve bunları geliştirerek bunu başarmak zorundadırlar. Huntington Türkiye’de yönetici elit sınıfın ülkenin İslami geçmişini reddederek diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu, Batılı ve modern bir toplum haline getirmeye çalışarak, Türkiye’yi “bölünmüş” ve “kararsız” ülke haline getirdiklerini iddia etmektedir. Yapılan devrimler toplumsal değil, siyasal devrimlerdir ve bu nedenle de toplumdaki tabanı ve desteği zayıftır. 80 yıllık bir deneyimin sonucunda Türkiye, ne Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede kalmış, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmiştir. Bir diğer ifadeyle, Soğuk Savaş’ın sonunda ve 21. yüzyılın başında Türkiye hem “bölünmüş” hem de “kararsız” ülke konumundadır. 23 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm 2.6. Jeoekonomik Yaklaşımlar Jeoekonomi, teknolojinin, beşeri sermayenin ve doğal kaynakların bölgesel ve giderek küresel ölçekte siyasi yapılar tarafından en verimli ve etkin olarak nasıl bir araya getirileceğini araştırır. Bu anlamda hem ekonomik hem de siyasi bir disiplindir. Jeoekonomik değerlendirmelerde coğrafya, ekonomi, teknoloji ve politika ön plana çıkar. Günümüzde uluslararası ilişkilerde ekonomi önemli bir yere sahiptir. Edward Luttwak’a göre jeokonomi, coğrafyanın ticari alana taşınmasıdır. Luttwak, devletler arasındaki rekabetin jeokonomi diye adlandırılan yeni bir biçime dönüştüğünü vurgulamaktadır. Gelecekte ülkeler arası rekabetten çok bölgelerin ekonomik rekabeti ve çatışması söz konusu olmaktadır. AB, NAFTA, APEC, ASEAN ve MERCOSUR jeoekonomik nedenlerle kurulmuşlardır. Bu oluşumların bir amacı da karşılıklı bağımlılık yoluyla muhtemel çatışmaları önlemeye yöneliktir. 2.7. Ahmet Davutoğlu ve Stratejik Derinlik Ahmet Davutoğlu 2001 yılında yayınladığı “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”18 isimli kitabında; kalıcı ve kapsamlı bir stratejik yaklaşımın geçmiş-konjonktür-gelecek bağlantısını kurabilen bir tarihi derinlik ile iç-bölgesel-uluslararası parametreler arasında sağlıklı bir geçişkenlik kurabilen coğrafi derinlik analizlerine dayanması gerektiğini vurgulamaktadır. Davutoğlu, bir ülkenin stratejik derinliğinin jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik unsurların kesişim alanı içinde anlamlılık kazandığını söylemektedir. Türkiye’nin tarih, coğrafya, nüfus ve kültür gibi sabit veriler açısından total güç kapasitesini reel güce dönüştürebilecek köklü bir altyapıya sahip olduğunu, ancak stratejik anlamda büyük avantajlar sağlayan bu durumun aynı zamanda ciddi riskleri de bünyesinde barındırdığını belirtmektedir. Davutoğlu, Türkiye merkezli bir yaklaşımla coğrafi derinliği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarına ayırmaktadır. Türkiye’yi çevreleyen Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu kuşağından oluşan yakın kara havzası, Karadeniz18 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu (İstanbul: Küre Yayınları, 2001). 24 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Boğazlar-Marmara-Ege-Doğu Akdeniz-Kızıldeniz-Basra-Hazar iç denizleri ve su geçiş yollarından oluşan yakın deniz havzası ve nihayet Avrupa-Kuzey Afrika-Batı ve Orta Asya’dan oluşan yakın kıta havzası ayrı ayrı incelendiğinde bu coğrafyanın dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsadığını belirtmektedir. Türkiye’nin bu alanlar içinde karşı karşıya kalabileceği uluslararası ilişkiler olgusunun tek boyutlu bir tasvir ile anlaşılamayacağına dikkat çeken Davutoğlu Türk dış politikasının tek yönlü ve tek eksenli nitelik taşıyamayacağını vurgulamaktadır. Her bir havza ile ilgili uluslararası ilişkiler olguları, havza bütünlüğü içinde çok boyutlu tahlil edildiği gibi diğer havzalarla etkileşimi de değerlendirilmelidir. Türkiye’nin kendi bünyesinde barındırdığı farklı tarihi tecrübeler de bu zeminlerle ilişkisi bakımından dinamik bir etkide bulunmaktadır. Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin bugün için temel meselesi, tarih ve coğrafya sabit verilerini etkin bir şekilde kullanabilecek, kültür faktörünün birleştirici ve kuşatıcı niteliğini öne çıkarabilecek, dinamik nüfus unsurunu harekete geçirebilecek ve bu sabit verilerden hareketle ekonomik, askeri ve teknolojik kapasiteyi maksimum düzeyde artırabilecek bir stratejik anlayışı, uygun bir stratejik planlama ve tutarlı bir siyasi irade ile devreye sokabilmesidir. Toplumların güçleri aynı zamanda zaaflarıdır; ya da tersinden bir söyleyişle zaaf görüntüleri aynı zamanda kendilerini bir iç muhasebe ile dönüştürebilecekleri güç potansiyelleridir. Dünya ana kıtasının merkezinde ya da jeostratejik havzaların kesişim bölgelerinde bulunan veya çok kültürlü bir yapıyı kendi paradigması içinde sürdüre gelmiş olan toplumların dış faktörlere tepki olarak içe kapanmaları ya mümkün değildir; ya da kısa dönemli olarak mümkün olsa dahi çözüm üretici değildir. Bu şartlarda içe kapanan toplumlar ya dış faktörlerle ya da iç parçalanmaya yol açan bunalım çelişkileri ile içten içe çözülmeye girerler. Türkiye içe kapanarak değil, yeni bir özgüven ve iddia ile dışa açılarak bunalım unsurlarını güç unsurları haline dönüştürebilir. Büyük üniteden küçük ünitelere bölünme esnasında yaşanan her jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanma böylesi büyük siyasal yapıların mer25 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kezi konumunda bulunan ülkeleri tarihi bir sorumluk ve yüzleşme alanı ile karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye geçmişte büyük ölçekli siyasal yapılardan küçük ölçekli siyasal yapılara yönelik bir daralma yaşamış, Anadolu-eksenli mihver alanına çekilerek ve yeni bir siyasal rejim kurarak bu daralmayı durdurabilmiştir. Ancak Türkiye’nin zamanla kendi coğrafyasının ve tarihinin tabii zorunlulukları ile yüzleşmesi ve bu yüzleşmeden kaynaklanan bunalımlarla hesaplaşması kaçınılmazdır. Türkiye’nin dünya ana kıtasının merkezindeki coğrafi konumu bu yüzleşmeye daha da çetin bir boyut katmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın kara havzaları olan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan çekilmesi ve yakın deniz havzaları üzerindeki etki alanını kaybetmesinin doğurduğu jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel parçalanmadan kaynaklanan her türlü bölgesel bunalım alanı Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. Bu etki çift yönlü olarak sürmektedir. Kimi zaman Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı siyasal, ekonomik ve kültürel dalgalanmalar bu havzalardaki gelişmeleri doğrudan etkilemekte, kimi zaman da Türkiye bu havzalardaki gelişmelerden etkilenmektedir. Etkilenmenin eş zamanlı olarak seyrettiği dinamik dönemlerde yoğun iç hesaplaşmalar ve dış bunalımlar yaşanmaktadır. Türkiye’nin, kendi içine kapanarak bu yüzleşme ve hesaplaşmanın ortaya çıkardığı problemleri aşabilmesi çok güçtür. Bu tür dinamik konjonktürlerde ve dış etkilere açık bir coğrafyada içe kapanan ve sürekli iç tehdit ve risk unsurlarını tartışan bir ülkenin derinliğine bir çözülmeyle karşılaşma riski artar. Aksine, kendi tarihi tecrübe birikiminden özgün bir stratejik zihniyet kurabilen, bunun araçlarını oluşturabilen ve bu stratejik zihniyeti doğru bir yöntemle uygulayabilen ülkeler, sadece kendi iç çelişkilerini aşmakla kalmaz, önemli stratejik ve kültürel açılımlar da gerçekleştirirler. Türkiye’nin en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz ise, mesele bu açılımın ne tür bir psikoloji, hangi yöntem ve kurumlarla gerçekleştirebileceği meselesidir. Dünyanın karşılıklı etkileşim süreci içine girdiği bir dönemde özgüvenini ayakta tutabilen toplumlar yeni güç merkezlerinin nüvelerini oluşturacaklardır. Bunun aksine, özgüvenini kaybederek başka toplumların çevre unsurları olmayı kabullenenler ise psikolojik bir yıkımdan 26 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar sonra stratejik bir çözülüşü de yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Bu psikolojik özgüven yenilenmesinin olmazsa olmaz şartı da stratejik zihniyetinin yeni şartlara uyum sağlayacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Toplumun uluslararası ilişkilerdeki konumu zaman ve mekân sabitleri olan tarih ve coğrafya sütunları üzerinde yükselir. Tarihte edilgen değil etken olmak, tarihi okumak değil yazmak ideal ve iddiasındaki her toplum, önce içinde bulunduğu sabit veriler olan zaman ve mekânı yeniden yorumlamak zorundadır. Bazı toplumlar dünya görüşleri itibariyle kuşatıcı, ait oldukları coğrafya itibariyle köprü durumundadır. Bu toplumlar tarihi geçiş yolları üzerinde seyyar haldedirler ve gerek yükseliş gerekse düşüş dönemlerinde kendi merkez vatan tanımlarını sürekli değiştirerek o coğrafyada yaşayan diğer unsurlar ile kaynaşma yolunu seçerler. Dolayısıyla bu stratejik zihniyet yenilenmesini destekleyecek temel stratejik yönelişte kategorik anlaşmaların yerine jeokültürel ve jeostratejik bütünleşme girişiminlerde bulunurlar. Türkiye, uluslararası ekonomi-politik yapılanma açısından Kuzey-Güney arasında, uluslararası jeokültürel yapılanma açısından Doğu-Batı arasında bir geçiş hattı üzerinde bulunmaktadır. Ankara, bu konumunun yeni bir jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel parçalanmaya yol açmasını önleyen bir strateji geliştirmek zorundadır. Aksine bu konum Türkiye’nin bölgesel ve küresel rolünü artıran bir jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel bütünleşme aracı olarak görülmelidir. Asya’ya ayaklarını sağlam basamayan bir Türkiye’nin gözlerini ve ufkunu Avrupa’ya dikebilmesi de güçtür. Yoğun bir medeniyet bunalımının yaşandığı, insanoğlunun bütün doğrularını yeniden kurma çabası içine girdiği bu çerçevede de bütün tarihi kültür birikimlerini yeniden keşfetmeye çalıştığı bir dönemde Türkiye gibi köprü ülkelerin farklı medeniyet birikimlerini bünyesinde barındırıyor olması yeni bir medeniyet açılımı için ciddi bir kaynak oluşturmaktadır. Modernite Avrupamerkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlığın birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Küreselleşme medeniyet çatışmasını değil, yeni bir medeniyet sentezi ve açılımını gerekli kılacaktır. Tarihi birikimi böylesi bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye, tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün 27 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm oluşturma ve bu bütünü coğrafi derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver ülke olan Türkiye bunu yapabilmesi durumunda jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkezi bir ülke konumu kazanacaktır. Sonuç Dünya haritasına bakıldığında en büyük kara parçasının Asya, Avrupa ve Afrika adalarının oluşturduğu Dünya Adası olduğu hemen görülecektir. Dünya Adası’na odaklandığımızda ise Türkiye’nin üç kıtanın merkezinde yer aldığı ve üç kıtayı birbirine bağladığı tespit edilecektir. Türkiye’nin doğudan batıya uzunluğu 1.500 kilometre, kuzeyden güneye genişliği 650 kilometre, yüzölçümü ise 780.000 kilometrekaredir. 8.333 kilometrelik sahil uzunluğu ve 2.875 kilometrelik kara sınırları ile Türkiye bir “kıyı devleti” özellikleri taşımaktadır. Boğazlar, Karadeniz ve Akdeniz’i, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlamaktadır. Karadeniz vasıtasıyla Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’a, Tuna Nehri vasıtasıyla Avrupa içlerine kadar denizden ulaşım sağlanabilmektedir. Ege Denizi ve Akdeniz vasıtasıyla Güney Avrupa ülkeleri Yunanistan, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, İtalya, Fransa ve İspanya’ya; Kuzey Afrika ülkeleri Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’a; Doğu Asya Ülkeleri Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin’e doğrudan ulaşılabilmektedir. Ayrıca Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz ile Hint Okyanusu’na, Cebelitarık ile Atlas Okyanusu’na ve tabii ki Pasifik’e denizden ulaşım yapılabilmektedir. Küreselleşen dünyada bu özellik Türkiye’ye kuvvetli bir deniz gücüne sahip olmasını dikte etmektedir. Kuvvetli bir deniz gücüne sahip Türkiye, dünyanın her tarafıyla doğrudan irtibat kurabilecek ve ucuz ulaşım imkânları sunan deniz yoluyla ticaret yapabilecektir. Ayrıca otoyol ve hızlı demiryolları şebekeleriyle Avrupa, Asya ve Afrika ülkeleri arasında iyi bir kara ulaştırma imkânı sağlayan Türkiye, boru hatları vasıtasıyla Asya’daki zengin enerji kaynakları ile büyük tüketicilerin yer aldığı Avrupa’yı birbirine bağlamaktadır. Geçmişte bu bölgelerin zenginleşmesine önemli bir katkı sağlayan İpek Yolu’nun tekrar canlandırılması ise Avrasya ül28 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar keleri arasında ekonomik, ticari, kültürel ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesine, bölgesel entegrasyon girişimlerine ve bölgesel barış ve istikrara önemli katkı sağlayabilir. Gelişen deniz gücü, kara ve deniz yolu şebekeleriyle zenginleşen ve güçlenen Türkiye, eğer GSMH sıralamasındaki yerini 18’den ilk onlara taşıyabilirse, kişi başı gelirini 20.000 doların üzerine çıkarabilirse, 100 milyonun üzerine çıkacak nüfusunun eğitim seviyesini ve niteliğini yükseltebilirse cazibe merkezi haline gelir ve eksen ülke veya oyuncu ülke değerlendirmelerinden merkez ülke konumuna yükselir. Türkiye’nin sosyo-kültürel özelliklerini dikkate aldığımızda Batı Medeniyeti, İslam Medeniyeti ve Orta Asya Türk Medeniyetinin bir harmonisini görürüz. Bu harmoniyi bazı jeopolitikçiler bir zafiyet olarak algılamakta ve Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların kaynağı olarak göstermektedir. Bu görüşlerde kısmen bir gerçeklik payı vardır. Ancak doğum sancıları çeken bir canlının dar bir görüşle o anını değerlendirenler, doğumdan sonra gelişen güçlü, enerjik ve geleceğe umutla bakan bir cevherin ortaya çıkmakta olduğunu göremezler. Bu harmoniden bütün bu medeniyetlerin izlerini taşıyan yeni bir medeniyetin oluştuğunu göremezler. Bu medeniyetin Batının dinamik ve rekabetçi yapısı ile İslam Medeniyetinin insani ve sosyal değerlerini Türk devlet geleneği çerçevesinde bir araya getiren bir senfoni olduğunu anlayamazlar. Hala onlar tek bir enstrümanı işitirler bütün enstrümanlardan doğan sinerjinin ahengini algılayamazlar. Türkiye’yi hem “bölünmüş” hem de “kararsız” ülke olarak gösterirler. Türkiye’de ortaya çıkmakta olan yeni medeniyetin değerleri sevgisizlik, güvensizlik, adaletsizlik, eşitsizlik ve küreselleşmenin ortaya çıkardığı gelir paylaşımındaki dengesizlik hastalıklarına çare olmalıdır. Çağın hastalıklarının kaynağı olan zengin-fakir ayrımına bir çözüm alternatifi sunmalı, “Tarihin Sonu” tezini geçersiz kılarak daha iyi bir dünya umutlarını yeşertip geliştirmelidir. Türkiye gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler platformu olan G-20’de, fakir ve yardıma muhtaç ülkelerin sesi ve umudu olmalı, küresel ve bölgesel sorunlar için aktif olarak çözüm arayan, küresel ve bölgesel barışa katkı sağlayan bir siyaset benimsemelidir. Türkiye’nin bu şekilde geliştireceği yumu29 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm şak gücü küresel yönetişim ilkeleri kapsamında Ankara’ya farklı bir ayrıcalık sağlayacaktır. Türkiye AB ile müzakere sürecini kararlı ve sabırlı bir şekilde yürütmeye devam etmeli, AB üyelik hedefinden ve kazanılmış haklarından asla vazgeçmemelidir. AB’nin yakın gelecekte henüz üye olmayan bütün Balkan ülkelerini de içine alarak genişleyeceği değerlendirildiğinde, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Türkiye kenar kuşak veya tampon ülke konumunu asla kabul etmemelidir. Türkiye gelecekte jeokültürel derinliğinden optimal fayda sağlamak istiyorsa bunu ancak AB içine girerek yapabilir. AB üyesi olan bir Türkiye “Medeniyetler Çatışması” tezinin panzehiri olur ve dünya barışına hizmet eder. AB’ye bir dinamizm kazandırır ve kendi ekonomisini geliştirir. Türkiye istikrarlı bir şekilde gelişebilmek için jeoekonomik konumunu en iyi şekilde değerlendirmeli ve çok boyutlu bir ekonomik açılım yapmalıdır. Bu kapsamda öncelikle AB çerçevesinde çalışmalarını yürütürken diğer açılımlarını ihmal etmemelidir. Soğuk Savaş döneminde kenar kuşak ülkesi olmasının sınırlamalarını bir kenara bırakarak Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya açılmalıdır. Ancak bu bölgelerde Moskova’ya rağmen başarılı bir açılım gerçekleştirilemeyeceği dikkate alınarak Rusya ile ikili ilişkiler geliştirilmelidir. Rusya ile rakip iki ülke yerine işbirliği yapan iki ülke pozisyonunu muhafaza ederek bu bölgelere açılım sağlanmalıdır. Bu sayede gerek Rusya ile olan münasebetler, gerekse jeokültürel özellikler etkin biçimde kullanılarak Kafkaslar ve Orta Asya ile ekonomik ilişkiler daha hızlı geliştirilebilir. Türkiye’nin jeoekonomik konumu Ortadoğu ve kuzey Afrika açılımını mümkün kılmaktadır. Jeokültürel özellikler bu açılımın daha hızlı gelişmesi için büyük imkân sağlarken bölgede yaşanan gerilimler ve istikrarsızlıklar bu girişimleri zorlaştırabilir. Bu nedenle, Türkiye bölgedeki sorunlara kayıtsız kalmamalı, barış ve istikrar arayışı çalışmalarına proaktif olarak katılmalı, bölge ülkelerinin güvenini kazanmalıdır. İstikrarlı ve devamlı bir ekonomik gelişmenin ancak bölgede barış ve istikrarın yerleştirilmesiyle mümkün olabileceği unutulmamalıdır. 30 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Küreselleşen dünyada, jeopolitik konumu Türkiye’ye dünyanın farklı bölgelerine açılım imkânı sunmaktadır. Örneğin Hindistan, Çin ve Uzakdoğu açılımı ekonomik yoğunluğun doğuya kaydığı bir dönemde ayrı bir anlam taşır. Yükselen güçlerin yer aldığı Latin Amerika açılımı için de benzer şeyleri söylemek mümkündür. Sahra altı Afrika dâhil bu bölgelere yönelik arzulanan gelişmelerin sağlandığını söylemek mümkün değildir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için dinamik çalışmalar yapılırken, bölge dillerinin ve kültürlerinin öğrenilmesi için uygun eğitim olanakları sağlanmalı, karşılıklı öğrenci değişim programları üzerinde durulmalıdır. ABD ile ekonomik ilişkilerin bir türlü istenilen seviyelere ulaşamamasının nedenleri üzerinde durulmalı, konuyu araştırmak için ortak kurullar oluşturulmalıdır. Dünyanın en büyük tüketim ekonomisi olan ABD’ye ihracatın artırılması için gerekirse özel teşvik sistemleri oluşturulmalı, bu pazardan pay almaya çalışılmalıdır. Türkiye, jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik özelliklerini sinerji sağlayacak bir şekilde kullanarak, yeniden oluşturacağı medeniyet kavramları ve değerleri ile milli gücünü taçlandırabilirse, merkez ülke konumunu güçlendirir. Sinerjinin sağladığı çarpan etkisi Türkiye’yi bölgesinde cazibe merkezi haline getirir, ülke içinde sorunların daha kolay bir şekilde ve daha kısa sürede çözülmesine katkı sağlar. Türkiye’nin cazibe merkezi haline gelmesi “Kalpgah ve “Avrasyacılık” kavramlarının yeniden yorumlanmasına neden olur. Türkiye çevresinde çekim alanı oluşturur ve bugün için hayal dahi edilemeyecek bir güce ulaşır. Bu öngörülerin gerçekleşebileceğinin kanıtı tarihte bu bölgede kurulan büyük devletlerdir. 31 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça Brzezinski, Zbingniew. Büyük Satranç Tahtası. İstanbul: Sabah Kitapları, 1998. Celerier, Pierre. Jeopolitik ve Jeostrateji. İstanbul: Tercüme, Harp Akademileri, 1998. Cömert, Servet. Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2000. Cömert, Servet. Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam. İstanbul: Harp Akademileri Yayını, 2001. Davutoğlu, Ahmet. Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. İstanbul: Küre Yayınları, 2001. Dugin, Aleksandr. Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım. İstanbul: Küre Yayınları, 2010. Eliot, Thomas Stearn. Kültür Üzerine Düşünceler. Ankara: Kültür Bakanlığı, Tercüme, 1987. Fukuyama, Francis. Tarihin Sonu ve Son İnsan. İstanbul: Gün Yayınları, 1999. Huntington, Samuel P. Medeniyetler Çatışması. Ankara: Vadi Yayınları, 1995. İlhan, Suat. Jeopolitikten Taktiğe. İstanbul: Harp Akademileri Yayını, 1971. İlhan, Suat. Dünya Yeniden Kuruluyor. İstanbul: Ötüken Yayınları, 1999. Mackinder, Halford John. The Geographical Pivot of History, Democratic Ideals and Reality. Washington, DC: National Defence University Press, 1996. Mahan, Alfred Thayer. The Influence of Sea Power Upon History, 16601783. Harvard University: Little, Brown and Company, 2007. 32 Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Spykman, Nicholas John. America’s Strategy in World Politics: The United States and the Balance of Power. New York: Harcourt, Brace and Company, 1942. Spykman, Nicholas John. The Geography of The Peace. New York: Harcourt, Brace and Company, 1944. Toynbee, Arnold. Medeniyetler Yargılanıyor. İstanbul: Yeryüzü Yayınları, 1980. 33 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler DOĞU AKDENİZ’DE ENERJİ DENKLEMİ VE OLASI YAN ETKİLER* Son dönemde keşfedilen hidrokarbon kaynakları Doğu Akdeniz’i uluslararası enerji sektörü ve jeopolitiğin odak noktalarından biri haline getirmiştir. Burada yaşanmakta olan gelişmelerin Akdeniz havzasındaki enerji tablosunda olduğu gibi bölgesel dinamikleri de önemli ölçüde değiştirmesi beklenebilir. Nitekim varlığı tahmin edilen enerji kaynaklarının büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda Doğu Akdeniz sadece enerji transferinde önemli bir kavşak olmakla kalmayacak, aynı zamanda bir enerji merkezi haline dönüşecektir. Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni enerji kaynakları bağlamında ortaya çıkacak enerji denklemi, ekonomik dönüşüm ve olası yan etkileri dikkate alındığında birbirine zıt iki yönlü gelişme yaşanabilir. Enerji kaynaklarının paylaşılması ile ilgili anlaşmazlıklar bölge ülkeleri arasında var olan bazı sorunları daha da derinleştirebilir veya çıkarılacak enerji kaynakları taraf ülkeleri ortak projeler geliştirmeye zorlayabilir ve işbirliği süreçlerini başlatabilir. Koşullar her iki gelişmenin aynı anda yaşanmasına da neden olabilir. Bu senaryolardan hangisinin gerçekleşebileceğini değerlendirebilmek için dünyadaki enerji trendleri, AB ve Türkiye’nin enerji ihtiyacı ve bağımlılığı, taraf ülkelerin ekonomik durumları, Doğu Akdeniz’deki keşfedilen yeni enerji kaynaklarının önemi ve taraf ülkeler arasındaki ilişkilere etkileri incelenmelidir. Dünyada doğal gaz tüketimi her geçen gün artmaktadır. Uzak Doğu’da Çin’in başını çektiği ekonomik gelişmeler de doğal gaza duyulan ihtiyacı artırmaktadır. Çin enerji tüketiminde ABD’yi geride bırakmaktadır. Öyle ki Çin ve Hindistan’ın toplam enerji ihtiyacı dünya enerji tüketiminin %10’unu geç- *Bu bölüm daha önce 23-24 Eylül 2014 tarihinde düzenlenen Uluslararası Enerji ve Güvenlik Kongresi’nde sunulmuş ve Kongre Bildiri kitabında yayımlanmıştır. 35 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm miştir ve bu ihtiyacın 2030’lu yılların ortalarına kadar yıllık ortalama %2.9 oranında artarak devam etmesi beklenmektedir.1 Kaya gazı gibi alternatif enerji kaynaklarının devreye girmesi gaz fiyatlarını etkilese bile doğal gaza olan ihtiyacı azaltmayacaktır. Dünya genelinde doğal gaz tüketiminin yılda ortalama %1.6 artarak 2035 yılında 169 trilyon ayak küpe (yaklaşık 5 tm3) ulaşması beklenmektedir. Bu durum Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji keşiflerinin önemini bölgesel ve küresel anlamda daha fazla artırmaktadır.2 Alternatif enerji olanaklarının piyasaya arzı ile doğal gaz fiyatlarında meydana gelecek değişiklikler Doğu Akdeniz’deki potansiyel enerjinin geleceğini doğrudan etkileyecektir. Bölgede keşfedilen enerji yatakları çok derinde bulunduğundan ancak gelişmiş teknolojik imkânların kullanılmasıyla üretimleri mümkündür. Nitekim Hindistan’ın önde gelen enerji şirketlerinden ONGC Videsh Ltd. %33 pay sahibi olduğu Mısır’a ait NEMED sahasından ekonomik olarak uygulanabilir olmadığı gerekçesiyle çekilmiştir.3 ONGC, kaya gazının devreye girmesiyle düşen doğal gaz fiyatlarını bu kararına gerekçe olarak göstermiştir. Bu nedenle Doğu Akdeniz’deki enerjinin ekonomik avantajını kullanabilmenin kilit noktası aslında rezervlerin yüzeye çıkarılması ve tüketim pazarlarına ulaştırılması için maliyetleri düşürmeye dayanmaktadır. Dünyada artan enerji ihtiyacının yanında AB’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığının da Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni doğal gaz yataklarının önemi artırmaktadır. Ukrayna Krizi AB’nin enerji güvenliği ve enerjide Rusya’ya bağımlılığı nasıl azaltabileceği konusunu tekrar gündeme taşımıştır. AB Enerji Komiseri Günther Öttinger geçtiğimiz ay gerçekleştirmiş olduğu basın toplantısında, Birlik ülkelerinin ham petrolde %90, doğal gazda %66, katı ya1 U.S. International Energy Information Administration (EIA), (International Energy Outlook, 2013), 159. 2 Ayla Gürel, Fiona Mullen, Harry Tzimitras, “The Cyprus Hydrocarbons Issue: Context, Positions and Future Scenarios,” PCC Report 1/2013, (Oslo: Peace Research Institute, (PRIO), 2013), 77. 3 PRIO, “The Cyprus Hydrocarbons Issue,” 77. 36 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler kıtlarda %42 ve nükleer yakıtta %40 dışa bağımlı olduğunu dile getirmiştir. Avrupa Enerji Güvenliği Stratejisi raporunda, AB ülkelerinin enerji güvenliği alanındaki en acil sorununun Rusya’ya olan bağımlık olduğunu belirtmektedir. AB’nin geçen yıl toplam doğal gaz ithalatının %39’unu Rusya’dan gerçekleştirdiği, yani geçen yıl 400 milyar avroya yakın enerji ithalatı yapan Birliğin, bunun 130 milyar avroluk kısmını Rusya’dan yaptığı vurgulanmıştır.4 AB üyeleri arasında doğal gazda Rusya’ya bağımlılık Estonya, Letonya, Litvanya, Slovakya, Finlandiya ve Bulgaristan’da %100’ü ve Çek Cumhuriyeti’nde %90’ı bulmaktadır. Avusturya, Macaristan, Slovenya, Yunanistan ve Polonya’da %60-80 aralığında olan bağımlılık oranı, Almanya’da %40-60, İtalya ve Hırvatistan’da %20-40 aralığına, İngiltere, Fransa, Hollanda, Romanya ve Danimarka’da %20 seviyesinin altına geriliyor.5 Türkiye de AB ülkelerinde olduğu gibi dışa bağımlıdır. Türkiye, 2013 yılında 55,9 milyar dolar seviyesinde enerji harcaması yapmıştır.6 Yaptığı enerji tüketimin %71,5’ni dışarıdan karşılayan Türkiye, yıllık enerji ithalatının %64’ünü Rusya, %19’unu da İran’dan karşılamaktadır. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Rusya’ya bağımlılık söz konusudur. Enerji ithalatı yaptığı ülkeleri çeşitlendirmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle hem Rusya’ya olan enerji bağımlığını azaltmak, hem de doğal gaz kaynaklarının ülke üzerinden AB ülkelerine taşınması açısından, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz yatakları, Türkiye için büyük önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz’deki enerji keşifleri ekonomik açıdan değerlendirildiğinde, 4 “AB Enerji Alternatifinde Güney Koridoru’na Öncelik Verecek,” Anadolu Ajansı, 28.05.2014, Erişim Tarihi; 11 Haziran 2014, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/336391-ab-enerji-alternatifinde-guney-koridoruna-oncelik-verecek.http://www.aa.com.tr/tr/ dunya/336391--ab-enerji-alternatifinde-guney-koridoruna-oncelik-verecek 5 European Commission, “Communucation From the Commission to the European Parliament and the Council-European Energy Security Strategy,” Erişim Tarihi; 12 Haziran 2014, s.2-3-21, http://ec.europa.eu/energy/international/organisations/doc/opec/2014_opec_ ministerial_meetings.pdf. 6 European Commission, “Daralan Makas Türkiye’yi Rahatlatıyor,” Erişim Tarihi; 11 Haziran 2014, http://ec.europa.eu/energy/international/organisations/doc/opec/2014_opec_ ministerial_meetings.pdf. 37 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm varlığı tahmin edilen enerji miktarı ile varlığı ispat edilen enerji oranları arasında ciddi bir fark olduğu gözlenmektedir. Örneğin İsrail’in sadece Leviathan sahasında bulduğu doğal gazın yaklaşık 500 milyar metreküp olduğu söylenmektedir. Ancak İsrail Enerji Bakanlığı verilerine göre İsrail’in ispatlanmış toplam doğal gaz rezervi 300 milyar metreküpü geçmemektedir.7 Bu konuda güvenilecek en temel kaynaklardan birisi ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin 2010 yılında yayımladığı rapordur. Bu rapora göre; Kıbrıs Adası ile İsrail arasında kalan ve Leviathan olarak adlandırılan bölge, Mısır ile Kıbrıs Adası arasında kalan ve Nil olarak adlandırılan bölge, Girit Adası’nın Güneydoğusunda kalan ve Heredot olarak adlandırılan bölge ile Kıbrıs Adası etrafındaki bölgede toplam enerji rezervi (petrol, doğal gaz ve sıvı doğal gaz) yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir.8 Doğu Akdeniz’de varlığı tahmin edilen enerji kaynakları miktarları ile varlığı ispatlanan miktar arasındaki önemli farklar bulunması nedeniyle, havzadaki potansiyel enerji kaynaklarının parasal değeri hakkında 1 trilyon dolardan 3 trilyon dolara kadar farklı tahminler yürütülmektedir. En iyimser tahmin tüm Doğu Akdeniz havzasında toplam değeri 3 trilyon dolar olan 60 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon rezervi bulunduğu yönündedir. Analize etki edebilecek bir diğer husus son yıllarda ABD’de başlayan ekonomik krizin AB, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ekonomilerini derinden etkilemesidir. Yunanistan ekonomisindeki çöküş GKRY ekonomisindeki çöküşü tetiklemiştir. Açık bir ekonomi olmasına karşın oldukça dar bir kapsama sahip GKRY’nin yıllık GSMH’sı 24 milyar dolar civarındadır. Kriz sürecinde ekonominin yaklaşık %45’ini oluşturan bankacılık sektörü sermayesinin büyük bir bölümünü (%90’nını) kaybetmiştir. Temmuz 2012’de Vasiliko Elektrik Santrali’ndeki patlama nedeniyle meydana gelen 7 USGS,“Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean,” (Fact Sheet 2010-3014), Mart 2010. 8 USGS,“Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Nile Delta Basin Province, Eastern Mediterranean,” (Fact Sheet 2010-3027), Mart 2010. 38 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler hasar GKRY ekonomisindeki çöküşü hızlandırmış ve Aralık 2012 tarihinde iflasını ilan etmiştir.9 Elektrik Santrali’nde meydana gelen hasar nedeniyle KKTC’den elektrik alan GKRY ekonomik krizden çıkmak için yeni keşfedilen enerji kaynakları ile ilgili projeler geliştirmeye çalışmaktadır. Bu gelişmelerin etkisiyle Annan Planına %75 hayır diyen GKRY vatandaşları arasında KKTC ile sorunların çözülmesi yönündeki eğilimleri kuvvetlendirmektedir. Ekonomik krizden etkilenen Rum Kilisesi dahi bu yöndeki girişimlere ilk defa destek vermektedir. Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni enerji kaynakları aralarında siyasi sorunlar bulunan en az yedi farklı ülkeyi ilgilendirmektedir. Bu ülkeler arasındaki ilişkiler ve bölgesel barış ve istikrarın sürdürülebilirliği yüksek maliyet gerektiren yatırımların karlı olabilmesi için çok önemlidir. Yapılan yatırımların en az 20 yıl süreyle aktif olarak çalışmasını sağlayacak güvenli bir uluslararası ilişkiler ortamına ihtiyaç vardır. Bölge ülkeleri Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı için iki farklı teorik yaklaşım çerçevesinde politika geliştirebilirler. Realist teori çerçevesinde olayı değerlendiren ülkeler “sıfır toplamlı oyun modeli” ve “mutlak kazanç” ilkesi doğrultusunda politika oluşturabilirler.10 Bu durumda aktörler, enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda aktörlerden birinin elde edeceği çıkar, diğerinin kaybı olarak algılanacak, mutlak kazanç ilkesi doğrultusunda maksimum ve diğerlerinden daha fazla kazanç elde etmek için gayret sarf edecektir. Bu durum Türkiye-Yunanistan, GKRY-KKTC ve Türkiye-İsrail arasındaki mevcut sorunları daha da derinleştirebilecektir. Çatışan menfaatler ve rekabet, bölgede ihtiyaç duyulan barış ve istikrar ortamını olumsuz yönde etkileyebilecektir. Bölgenin istikrarsız durumu dikkate alındığında, küresel ve bölgesel güçler arasında yaşanan potansiyel gerilimlerden en fazla terör örgütleri istifade edebilecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesi terörün bölgede yerleşmesi gibi büyük bir tehdidi bünyesinde taşımaktadır. 9 Halil İbrahim Ülker ve Poyraz Gürson, v.d.; “Doğu Akdeniz Enerji Kaynaklarının Güney Kıbrıs Rum Ekonomisine Etkileri,” International Conference on Eurasian Economies, 2013, 4. 10 Scott Burchill ve Andrew Linklater v.d.,“Realizm,” Uluslararası İlişkiler Teorileri içinde Jack Donnelly, (İstanbul: Küre Yayınları, 2014), 56-59. 39 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm İkinci senaryo aktörlerin Liberal teorik yaklaşımlar çerçevesinde politika geliştirmesidir. Bu durumda aktörler “sıfır toplamlı olmayan oyunlar modeli” çerçevesi ve “nispi kazanç” ilkesi doğrultusunda kazan-kazan stratejisini benimseyebilirler.11 Bu durum bölge ülkeleri arasında herkesin kazanabileceği işbirliği süreçlerini başlatabilir ve bölge ülkeleri arasında var olan birçok siyasi sorunun çözümünde olumlu katkılar yapabilir. Bölge ülkeleri arasında karşılıklı menfaate dayalı işbirliğinin artması bölgede yatırımların yapılabilmesi için ihtiyaç duyulan barış ve istikrar ortamının sağlanmasına katkı sağlayacaktır. Bölgedeki işbirliği çerçevesinde geliştiren ekonomik ilişkiler bölge ülkeleri arasında karşılıklı bağımlılığı artıracak ve bu durum barış ve istikrar ortamının sürdürülebilirliğini sağlayacaktır. Bu senaryonun gerçekleşmesi için bölge ile ilgilenen diğer devletlerin de benzer şekilde işbirliğine açık politikalar izlemesi gerekmektedir. Üçüncü senaryo farklı aktörlerin farklı teorik yaklaşımlara uygun politikalar geliştirmesidir. Bu durumda bazı aktörler arasında mevcut sorunlar derinleşirken bazı aktörler arasında işbirliği süreçleri gelişebilir. Ancak böyle bir durumda işbirliği süreçleri dışında kalan ülkeler işbirliğinin sağladığı menfaatlerden istifade edemediği için işbirliği süreçlerini provoke edebilirler. Bu durumdan en fazla terör örgütleri istifa edebilir. Böylesi bir karmaşık uluslararası ilişkiler ortamda gelişmelerin hangi yönde evirileceğine küresel ve bölgesel güçlerin politikaları belirleyecektir. Muhtemelen Rusya ve İran sürece olumsuz girdiler sağlarken ABD ve AB sürecin olumlu gelişmesi için elinden geleni yapacaktır. Değerlendirmeler bu büyüklükteki bir enerji kaynağının, ilgili taraflar arasında realist teorik yaklaşımı dikkate alınarak paylaşım sorunlarına yol açmamasının mümkün olmadığını göstermektedir. GKRY, 2003 yılından itibaren Doğu Akdeniz’deki bazı sahildar ülkelerle, ikili anlaşmalar yapmak suretiyle, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırmasında bulunmuştur. Mısır, Lübnan ve İsrail ile yapılan bu anlaşmalarla, petrol ve doğal gaz yataklarının aranmasını ve çıkarılmasını hedefleyen girişimleri olmuştur. Mısır ile yapılan anlaşma 11 Scott Burchill ve Andrew Linklater v.d., “Liberalizm,” Uluslararası İlişkiler Teorileri içinde, Scott Burchill, (İstanbul: Küre Yayınları, 2014), 88-90. 40 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler uyarınca sınırlandırma “ortay hat” ilkesine göre belirlenmiştir.12 Lübnan ile yapılan anlaşmanın ardından ise Güney Kıbrıs, ilan ettiği MEB sınırları içinde kalan sularda 13 bölge belirlemiştir. Bu bölgelerden 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı sahalar Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km²’lik kısmına tekabül etmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu alanlardaki haklarının ihlali söz konusudur. Deniz yetki alanları ile ilgili yaşanan sorunlar yarım asırdır bir türlü çözülemeyen Kıbrıs meselesini de olumsuz etkilemekte ve muhtemel bir çözümü geciktirebilecek nitelik taşımaktadır. 2011 yılında yaşanan sondaj krizi bunun en açık göstergesidir. Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde ilan ettiği 13 adet hidrokarbon arama sahasından biri olan 12. parsel üzerinde bulunan doğal gaz yatağında sondaj çalışmalarına başlayacağını duyurması üzerine yaşanan gelişmeler kısa zamanda bir krize dönüşmüştür. Buna rağmen GKRY, adanın doğusunda Lübnan kıyıları ile arada kalan 3 ve 13 numaralı parseller dışında 11 parsele de ruhsat vermek için ihale açmış ve bu çerçevede 12. Parselde Noble Energy isimli Amerikan şirketi ile anlaşmaya varmıştır. 2014 yılı içerisinde ise, İtalyan ENI ve Fransız Total şirketlerinin de sondaj işlemlerine başlaması beklenmektedir. Hukuki açıdan netliğe kavuşturulmamış alanlarda benzer gelişmelerin yaşanması muhtemeldir. Daha büyük krizlerin doğmasına neden olmamak için Doğu Akdeniz’deki yetki alanı sınırlandırması sorunları ile Kıbrıs Adasında devam eden siyasi sorunların birbirini olumsuz yönde etkilemesine izin verilmemelidir. Aksi takdirde her iki sorun da çözümsüzlüğe mahkûm olacak ve kaybedenler Kıbrıs Adasında yaşayan Türk ve Rum toplumları olacaktır. Ayrıca, Arap Baharı nedeniyle bölge ülkelerinin yaşadığı sorunlar ortadadır. Doğu Akdeniz’deki çözüme kavuşturulmamış deniz yetki alanı paylaşımı, mevcut anlaşmazlıkları ve sorunları daha da karmaşıklaştırarak içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. 12 İsrail’in GKRY ile imzaladığı sınırlandırma anlaşmasına Türkiye’nin tepkisi için bakınız. Dışişleri Bakanlığı İsrail ile GKRY Arasında İmzalanan MEB Anlaşması Hk., Basın Açıklaması, No: 288, 21 Aralık 2010, Erişim Tarihi: 12 Haziran 2014, http://www.mfa.gov. tr/no_-288_-21aralik-2010_-israil-ile-gkry-arasinda-imzalanan-meb-anlasmasi-hk_.tr.mfa 41 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Tarafların bölgede mevcut olduğuna inanılan enerjiden ekonomik olarak maksimum fayda sağlamaları bir araya gelip ortak projeler geliştirmeleriyle mümkündür. Şu ana kadar yapılan keşiflerde Türkiye’nin potansiyel MEB alanında ciddi sayılabilecek bir enerji kaynağına rastlanmamıştır. Ancak bölgede keşfedilen enerji kaynaklarının tüketici pazarlara ulaştırılmasında tercih edilebilecek en ekonomik yol Türkiye’den geçmektedir. Örneğin Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Afrodit sahasında bulduğu doğal gazı tüketici pazarlara ulaştırabilmesi üç yolla mümkündür. Birinci yol çıkarılacak gazın deniz altından döşenecek bir doğal gaz boru hattıyla önce Girit’e, oradan Yunanistan’a ve nihayet İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasıdır. İkinci yol gazın Kıbrıs’a taşınması ve burada inşa edilecek bir doğal gaz sıvılaştırma santralinde işlenip sıvılaştırılarak tankerler yolu ile tüketim pazarlarına taşınmasıdır. Üçüncü yol ise gazı doğrudan Türkiye’ye ulaştırmak ve burada mevcut boru hatlarıyla tüketici pazarlara aktarılmasını sağlamak şeklindedir. Tercih edilebilecek ilk yol için yapılması gereken toplam yatırım yaklaşık 19.5 milyar dolar, ikinci yol için yaklaşık 12.6 milyar dolar, üçüncü yol için ise sadece 4.7 milyar dolar civarındadır. Diğer bir ifadeyle gazın Türkiye üzerinden taşınması ilk yola göre yaklaşık 15 milyar dolar, ikinci yola göre ise yaklaşık 8 milyar dolar daha hesaplıdır. Belirtilen geçerli olan bu rakamlar bile Doğu Akdeniz’de tarafların neden işbirliği yapmaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Doğu Akdeniz’deki enerjinin paylaşımı konusunun tüm tarafların haklarını teslim ederek halledilmesi aynı zamanda bölgede uzun yıllardır süre gelen siyasi sorunların çözümü adına da bir umut ışığı niteliği taşımaktadır. Sadece Kıbrıs Adası ve etrafı değil, hemen hemen tüm Doğu Akdeniz havzasında üretilecek doğal gazın tüketici pazarlara ulaştırılması için tercih edilebilecek en ucuz yol gazın önce Türkiye’ye ve buradan mevcut hatlarla tüketici pazarlara gönderilmesidir. Bu durum İsrail MEB alanında çıkarılacak enerji kaynakları için de geçerlidir. Nitekim Türkiye-İsrail ilişkileri tarihinin en kötü dönemini yaşadığı bugünlerde bile İsrail, bazı Türk şirketleri aracılığıyla Doğu Akdeniz havzasında çıkaracağı enerjiyi Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımayı planlamaktadır. Doğu Akdeniz’de çıkarılacak enerjinin Türkiye üzerinden taşınması, Türkiye için de önemli bir ekonomik avantaj oluşturacaktır. 42 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler Ayrıca bu yol tercih edilmesinin Türkiye’nin son yıllarda izlediği güvenli bir enerji merkezi olma politikasına da ciddi katkısı olacaktır. AB Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için Doğu Akdeniz’de yeni keşfedilen enerjiyi kaynaklarını bir alternatif olarak değerlendirmektedir. ABD de bu kaynakların işletmeye bir an önce açılması ve AB pazarlarına ulaştırılmasını kendi çıkarlarına uygun görmektedir. Bu nedenle şirketleri vasıtasıyla bir yandan bölgede arama faaliyetlerine devam ederken, diğer taraftan bölgedeki ülkeler arasında işbirliği ortamı sağlayabilmek için bu ülkeler arasında var olan sorunların çözülmesi maksadıyla gayret sarf etmektedir. Bu kapsamda Türkiye-İsrail arasında Mavi Marmara olayı nedeniyle kopma noktasına gelen ilişkileri tekrar başlatmak ve geliştirmek için siyasi girişimlerini artırmıştır. Dondurulmuş bir sorun olan Kıbrıs Sorunu’nun çözümü doğrultusunda GKRY-KKTC-Yunanistan-Türkiye arasında görüşmelerin tekrar başlamasını sağlamış ve görüşmelerin ilerlemesini desteklemiştir. Bu çerçevede 1962 yılında ABD Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson’un Kıbrıs ziyaretinden 52 yıl sonra ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Kıbrıs’ı ziyaret etmiş ve taraflarla görüşmüştür.13 Doğu Akdeniz’in son yıllardaki en çalkantılı ülkesi Suriye’de açık denizlerde enerji arama çalışmaları yapmayı planlamıştır. Bu hedef doğrultusunda Suriye, 2007 yılında ilk lisans çalışmalarına başlamıştır. Ancak 2007 yılındaki ilk tur lisanslandırma girişimine İngiliz Dove Enerji şirketi dışında teklif veren firma olmayınca Şam yönetimi lisans anlaşması yapmaktan vazgeçmiştir.14 2010-11 döneminde kıyılarındaki dört temel blokta hidrokarbon yatakları arama faaliyetlerinde bulunmak üzere yeni bir girişim başlatan Suriye ülkede patlak veren kriz nedeniyle bugüne dek herhangi bir sonuca ulaşamamıştır. Suriye Krizinden de rahatlıkla anlaşılacağı gibi bölgede var olan siyasi bir sorun ekonomik paylaşımı da olumsuz yönde etkilemektedir. Aynı zamanda birçok siyasi-ekonomik sorunları bünyesinde barındıran Doğu Akdeniz böl13 İlhan Tanır, “ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Çarşamba Akşamı Beklenen Kıbrıs Ziyaretine Başladı,” BBC, Erişim Tarihi; 12 Haziran 2014, http://www.bbc.co.uk/turkce/ haberler/2014/05/140521_biden_kibris.shtml 14 PRIO,“The Cyprus Hydrocarbons Issue,” 6. 43 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm gesi, doğal kaynakların paylaşımında hassas davranılmaması halinde var olan sorunlara yeni bir sorun eklemekle kalmayacak, derin bir siyasi çözümsüzlüğü ve çatışmayı da beraberinde getirecektir. Sonuç olarak; bölgede devam eden bu kısır döngüye, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması ve paylaşımı sorunu da eklenmiştir. Bahse konu olan sorunun bir birine zıt iki yönde gelişmesi mümkündür. İlk olarak, buradaki enerji kaynakları ekonomik bir değer olarak kabul edilir ve ilgili devletlerarasında işbirlikleri geliştirilebilir. Enerjinin çıkarılması, işlenmesi ve son tüketici pazarlara ulaştırılmasını bir bütün olarak ele alan entegre projelerle sorun, bölgenin huzur ve refahına katkıda bulunacak şekilde çözülebilir. İkinci durumda ise deniz yetki alanı paylaşımı ile ilgili anlaşmazlıklar bölge ülkeleri arasındaki sorunları daha da derinleştirip iyice içinden çıkılmaz hale getirir ve böylece mevcut enerjinin sunduğu potansiyel ekonomik katma değer de heba edilmiş olur. Kuşkusuz ilgili hiçbir taraf paylaşım sorununun bu şekilde sonuçlanmasını arzu etmemektedir. Ancak keşiflerin yoğunlaştığı 2010 yılından bu yana takınılan siyasi tutumlar göz önünde bulundurulursa neticenin maalesef arzu edilmeyecek bir yönde de gelişebileceği dikkate alınmalıdır. Doğu Akdeniz’deki paylaşım sorunu sadece hukuki bir mesele değildir. Konunun siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutları vardır. Siyasi alandaki en büyük sorun Kıbrıs meselesidir. 2013 AB ilerleme raporunda ifade edildiği gibi Türkiye’nin Kıbrıs meselesindeki yapıcı rolü uluslararası toplumca da takdir edilmektedir. Türkiye Kıbrıs meselesindeki yapıcı tutumunu kararlılıkla sürdürmeli ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni sorunları Orta Doğu, Kuzey Afrika ve GKRY üzerinden AB’ni de kapsayacak bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirerek politika üretmelidir. Ekonomik açıdan bakıldığında Türkiye ancak bu şekilde geliştireceği yapıcı ve bütüncül politikalarla etkili olabilecektir. Zira Doğu Akdeniz’den çıkarılacak enerjinin tüketim pazarlarına taşınmasında en ekonomik ve karlı yolun, enerji kaynağının Türkiye üzerinden aktarılmasıyla mümkün olduğu ilgili tüm taraflarca bilinmektedir. Bu avantaj; doğal gazda hızla artan iç tüketim, Rusya 44 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler ve İran’a olan bağımlılık ve bir süredir uygulanmaya çalışılan enerji üretim merkezleri ile tüketim pazarları arasında güvenli bir nakil odağı olma politikası çerçevesinde üretilecek akılcı yaklaşımlarla dikkatle değerlendirilmelidir. Mevcut şartlar dâhilinde Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynakları, hem bölgesel işbirliğine gidilmesi hem de enerji güvenliğinin sağlanması açısından, önümüzdeki dönemin kritik konuları arasında yer alacaktır. Tüm veriler ışığında bir değerlendirilme yapıldığında, özellikle Türkiye-İsrail-Kıbrıs arasında enerji konusunda oluşturulacak bir birliktelik bölgedeki barış ve istikrara önemli katkılar sağlayabilir. 45 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça “AB Enerji Alternatifinde Güney Koridoru’na Öncelik Verecek.” Anadolu Ajansı, 28.05.2014, Erişim Tarihi: 11 Haziran 2014, http://www.aa.com.tr/tr/ dunya/336391--ab-enerji-alternatifinde-guney-koridoruna-oncelik-verecek. Burchill, Scott. “Liberalizm.” Uluslararası İlişkiler Teorileri içinde, Scott Burchill ve diğerleri., İstanbul: Küre Yayınları, 2014. Donnelly, Jack. “Realizm.” Uluslararası İlişkiler Teorileri içinde, Scott Burchill ve diğerleri., İstanbul: Küre Yayınları, 2014. European Commission. “Communucation From the Commission to the European Parliament and the Council-European Energy Security Strategy.” Erişim Tarihi; 12 Haziran 2014, s.2-3-21, http://ec.europa.eu/energy/international/ organisations/doc/opec/2014_opec_ministerial_meetings.pdf. European Commission. “Daralan Makas Türkiye’yi Rahatlatıyor.” Erişim Tarihi; 11 Haziran 2014, http://ec.europa.eu/energy/international/organisations/ doc/opec/2014_opec_ministerial_meetings.pdf. Gürel, Ayla. Fiona Mullen, Harry Tzimitras. “The Cyprus Hydrocarbons Issue: Context, Positions and Future Scenarios.” PCC Report 1/2013, Oslo: Peace Research Institute, (PRIO), 2013. Tanır, İlhan. “ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Çarşamba Akşamı Beklenen Kıbrıs Ziyaretine Başladı.” BBC, Erişim Tarihi; 12 Haziran 2014, http:// www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/05/140521_biden_kibris.shtml. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, İsrail ile GKRY Arasında İmzalanan MEB Anlaşması Hk., (Basın Açıklaması), No: 288, 21 Aralık 2010, Erişim Tarihi: 12.06.2014, http://www.mfa.gov.tr/no_-288_-21aralik-2010_-israilile-gkry-arasinda-imzalanan-meb-anlasmasi-hk_.tr.mfa. U.S. International Energy Information Administration (EIA), International Energy Outlook, 2013. 46 Doğu Akdeniz’de Enerji Denklemi ve Olası Yan Etkiler USGS. “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean.” Fact Sheet 2010-3014, 2010. USGS. “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Nile Delta Basin Province, Eastern Mediterranean.” Fact Sheet 2010-3027, 2010. Ülker, Halil İbrahim ve diğerleri. “Doğu Akdeniz Enerji Kaynaklarının Güney Kıbrıs Rum Ekonomisine Etkileri.” International Conference on Eurasian Economies, 2013. 47 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” KIBRIS STRATEJİSİ: “TANINMA”* Türkiye’nin hızla gelişmesini sınırlayan en önemli sorunlardan birisi de hiç şüphesiz Kıbrıs Sorunu’dur. Türkiye ve KKTC’nin adada kalıcı ve adil bir barış antlaşması imzalanması için uyguladığı strateji ve yaptığı girişimler Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin uzlaşmaz tutumu nedeniyle hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Özellikle GKRY’nin Avrupa Birliği’ne girişinden sonra elde ettiği durum üstünlüğünü Türkiye ve KKTC üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanabilme avantajı Annan Planı gibi kapsamlı bir plana dahi hayır denmesine neden olmuştur. Kıbrıs Sorunu’nun çözümü için uygulanmakta olan mevcut strateji Rumları anlaşmaya yönlendirebilir mi? Sorunun ortaya çıkışından bugüne kadarki süre içinde, koşullarda ve dış politika ortamında meydana gelen gelişmeler yeni bir Kıbrıs stratejisinin belenmesini gerektirmekte midir? Yeni stratejinin hedefi ne olmalıdır? Ortaya konan problematiklere cevaplar bulabilmek için Kıbrıs adasının jeopolitiğini, Sorunu’nun ortaya çıkışını ve geçirdiği aşamaları incelemekte yarar vardır. 1. Kıbrıs’ın Stratejik Konumu Yüzölçümü 9251 km2 olan Kıbrıs adası, Türkiye’ye 71 km, Girit adasına 550km, Kıta Yunanistan’ına 900 km., Suriye’ye 98 km, Mısır’a 316 km. uzaklıktadır.1 Kıbrıs adası, bu özellikleri ile; bölgede, deniz ve hava yolları üzerinde, batmayan dev bir uçak gemisi ve füzeler için rampa; Anadolu’nun güneyden işgali için adeta bir atlama taşı gibidir. Mersin ve İskenderun limanlarına giriş ve çıkışları etkili bir şekilde kontrol edecek konumdadır. Aynı şekilde Suriye ve İsrail liman ve sahillerinin güvenliği için de büyük değer taşır. Akdeniz’in doğusundaki deniz nakliyatının kontrolü açısından *Bu bölüm daha önce Bilge Strateji dergisinin Bahar 2010 sayısında yayımlanmıştır. 1 Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995), 1. 49 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm fevkalade önemlidir. Türk boğazları ile Süveyş Kanalı’nın Doğu Akdeniz’e açılması Kıbrıs adasının önemini daha da artırmaktadır. Ayrıca Kıbrıs, Ortadoğu petrolleri ile petrol nakliyatının kontrolü bakımından da çok önemli bir konumdadır. Ege Denizinde Yunan adaları ile kuşatılmış Anadolu’nun, güneyden de kuşatılmasını tamamlayan önemli bir adadır.2 2. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kurulması 307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Kıbrıs’ın yönetimi 1878 yılında, hükümranlık hakkı Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmak kaydıyla, İngiltere’ye devredildi. Türkiye Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923 yılında tanıdı.3 1931’den itibaren Kıbrıslı Rumlar Yunanistan ile birleşme taleplerini dile getirmeye başladılar ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS” kampanyasına hız verdiler.4 BM’den tek taraflı “self-determinasyon” (kendi kaderini tayin etme), Enosis lehinde bir karar elde edilememesi, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı direnişleri ve Türkiye’nin kendilerini desteklemekteki kararlılığı, Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlatılmasına imkan sağladı. Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te anlaşmaya vardı. Londra’da İngiltere’nin ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin onayı alındı. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Anlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantisi ilkelerine dayandırıldı.5 Rum tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermedi. Kıbrıs Türklerini devlet kurumlarından dışlamaya, izole etmeye, Ada’daki varlıklarını sona erdirmeye ve niha2 Cumhur Evcil, Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi (Ankara: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999), 1. Daha Geniş Bilgi İçin Bakınız. Necip Torumtay, “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması,” içinde Kıbrıs Sempozyumu Kitabı (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998), 15. 3 Rıfat Uçaral, Siyasi Tarih (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987), 592. 4 Ahmet C. Gazioğlu, Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi (Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997), 76. 5 Sabahattin İsmail, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 1998), 52. 50 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” yet Yunanistan ile birleşme yolunu açmaya yönelik olarak girişimlere ağırlık verdi. Kıbrıs Türk tarihine “Kanlı Noel” adıyla geçen bu kampanya önceden hazırlanmış olan “Akritas Planı”na6 dayandırıldı. 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası’nın desteğiyle EOKA lideri Nikos Sampson adayı Yunanistan’a bağlamak amacıyla Makarios’a karşı bir darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirdi. Kıbrıs’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulundu. Türkiye, İngiltere’nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Ada’daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Barış Harekatı’nı başlattı.7 Böylece Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önlenmiş ve Kıbrıs Türk halkının varlığı güvence altına alınmış oldu. BM gözetiminde kalıcı bir barış antlaşması imzalanması için taraflar arasında çok uzun süren görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler süresinde zaman zaman önemli tıkanıklar ve sorunlar yaşandı. Sorunların aşılması ve GKRY’yi barışa teşvik etmek için Kıbrıs Türk Halkı, ileride kurulacak muhtemel bir federasyonun Kıbrıs Türk kanadını oluşturmak üzere, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletini (KTFD) kurdu.8 Zaman içinde Kıbrıs Türk halkı barış antlaşması için yaptığı girişim GKRY tarafından samimi bir karşılık bulmadı. GKRY’yi barışa zorlamak maksadıyla, “self-determinasyon” hakkına dayanarak ve siyasi eşitliği vurgulayarak 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kurulduğunu ilan etti.9 24 maddelik “Bağımsızlık Deklarasyonu”nu10KKTC’nin bağımsız bir devlet olduğunu belirtiyordu. Bu yola gidilirken federasyon tezi muhafaza edildi ve Rum tarafına barış ve çözüm çağrısında bulunuldu. Bu nedenle tanıtım için kararlı ve yeterli girişimler yapılmadı. 6 Orbay Deliceırmak, Yerinde Yeller Esen Anayasa (Ankara: 1997), 17. 7 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (İstanbul: Alkım Yayınevi, 11. Baskı), 801-804. 8 Ali Fikret Atun, İkinci Kıbrıs Seferi (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999), 113. 9 Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası (İstanbul: Der Yayınları, 2006), 414. 10 Bağımsızlık Deklarasyonu’nun metni: The Declaration and Resolituon adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 November 1983-For the Liberty, equality, Dignity, and Security of Our People, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. 51 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm 3. Müzakere Süreci 3.1. Müzakere Sürecinin Başlangıcı KKTC Türkiye dışında diğer ülkeler tarafından tanınmadı ancak BM Genel Sekreteri’ni harekete geçirdi ve iyiniyet görevi çerçevesinde 1984 Ağustos ayında yeni bir girişim başlatmasını sağladı. Bu çerçevede Kıbrıslı Türk ve Rum yetkilileri ayrı ayrı görüşmek üzere Viyana’ya davet etmiştir. Genel Sekreter, taraflara Viyana Çalışma Noktaları diye bilinen belgeyi sunmuştur. Bu tarihten sonra, Kıbrıs sorununun çeşitli veçheleri tek tek değil, ayrılmaz bir bütün halinde ele alınmaya başlandı. 1985 yılında Kıbrıs Türk ve Rum taraflarında yapılan seçimleri müteakip, BM Genel Sekreteri taraflarla istişarelerde bulunduktan sonra 29 Mart 1986’da “Taslak Çerçeve Antlaşması”nı sunmuştur.11 Söz konusu Çerçeve Antlaşması, Kıbrıs’ta iki uluslu bir federal devlet kurulmasını, Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkilerinin olmasını ve Türk tarafının toprağının yüzde 29’un üzerinde bir oran olarak belirlenmesini öngörmüştür. KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş 21 Nisan 1986’da, Türk tarafı için önem arz eden temel hususları dile getiren ve paketi bir bütün halinde kabul ettiğini bildiren bir mektubu Genel Sekreter’e göndermiştir. Denktaş 27 Nisan 1986 tarihli ikinci mektupla da antlaşmayı imzaya hazır olduğunu bildirmiştir. Rum Lider Kipriyanu ise önerilere yanıt vermeyerek uluslararası bir konferans çağrısında bulunmuştur. 3.2. Fikirler Dizisi ve Müzakere Süreci Kıbrıs sorununa çözüm arama çabaları 1990 yılının ilk aylarından itibaren tekrar hareketlilik kazanmış ve giderek yoğunlaşmıştır. Bu çabaların sonucunda Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının da aktif katkılarıyla BM Genel Sekreteri Butros Ghali, “Fikirler Dizisi” adını taşıyan ve gayrı resmi nitelikte olan bir anlaşma çerçevesi taslağı oluşturmuş ve bunu taraflara iletmiştir. 1992 yılının Haziran ve Kasım ayları arasında New York’ta yapılan müzakereler, kapsamlı çözüme ilişkin özlü konular etrafında odaklaşmış, Kıbrıs’ta kurulacak yeni 11Armaoğlu, 20. Yüzyıl, 960. 52 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” ortaklığın siyasal veçhesini içeren konular “Fikirler Dizisi”12 çerçevesinde ele alınmıştır. Fikirler Dizisi’nde iki federe devletten oluşan bir federal yapı çözüme esas alınmış; 1960 düzeninde de öngörüldüğü üzere, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları muhafaza edilmiş; ayrıca “Federal Kıbrıs”ın Türkiye ve Yunanistan’a her konuda “most favoured nation” statüsü tanıyacağı belirtilmiştir. Çerçeve Anlaşmasının, iki tarafın mutabakatını takiben yapılacak Dörtlü Konferans’ta nihai hale getirilmesi ve 30 gün içerisinde de iki toplumda referanduma sunulması öngörülmüştür. Kıbrıs Türk tarafı 100 paragraflık Fikirler Dizisi’nin 91’ini kabul etmiş, diğer 9 paragrafı müzakereye hazır olduğunu açıklamıştır. Rum tarafı ise, Kıbrıs Türklerinin, federe bir birim olarak da olsa, ayrı bir yapıya sahip olmalarını ve Garanti Antlaşması’nın devamını kabul etmemiştir. Rum tarafında yapılan Şubat 1993 Başkanlık seçimlerini Fikirler Dizisi’ne karşı çıkarak kazanan Klerides, iş başına gelir gelmez Fikirler Dizisi’ni müzakere etmeyeceğini, esas tercihlerinin AB üyeliği yönündeki çabalarını yoğunlaştırmak olduğunu açıklamıştır. Nitekim bundan sonra, Rumlar AB üyeliği yönündeki gayretlerini, Yunanistan’ın da yardımıyla geliştirmeye başlamışlardır. GKRY, Mart 1995’te AB’nin adaylık statüsü vermesiyle tamamen AB üyeliğine odaklanmış ve tek yanlı bir kararla Kıbrıs Türk tarafı ile diyalogu kesmiştir. BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Temsilcisi aracılığıyla Mart 1997’de başlatılan dolaylı görüşmeleri takiben, BM Genel Sekreteri’nin yüz yüze görüşmeler için yaptığı çağrı üzerine 1997 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında yaklaşık birer hafta süreyle Denktaş ve Klerides, Troutbeck (ABD) ve Glion’da (İsviçre) bir araya gelmişlerdir. Troutbeck görüşmeleri sırasında AB Komisyonu’nun genişleme konusundaki “Gündem 2000” raporu ve GKRY ile 1998 başında tam üyelik görüşmeleri başlatılmasına ilişkin13 tavsiye kararı basına sızdırılmıştır. Türkiye ve KKTC tarafından AB’nin bu tutumuna karşı 12 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler,” Türk Dış Politikası Cilt II içinde, ed. Baskın Oran (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 455-456. 13 Atilla Sandıklı, Atatürk’ün Dış Politika Stratejisi ve Avrupa Birliği (İstanbul: Beta Yayınları, 2008), 298; İsmail, 150 Soruda, 330-331. 53 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm tepki gösterilmiş, bu bağlamda, 20 Ocak 1997 tarihli Türkiye-KKTC Ortak Deklarasyonu’nda öngörülen çerçevede, GKRY’nin AB üyeliği yönünde atacağı adımların KKTC’nin Türkiye ile bütünleşme sürecini hızlandıracağı 20 Temmuz 1997 tarihli Ortak Açıklamada kaydedilmiştir. Bu doğrultuda, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş tarafından 31 Ağustos 1998 tarihinde, soruna kalıcı bir çözüm bulunması amacıyla Ada’daki iki devlet arasında bir Konfederasyon tesis edilmesi önerilmiştir.14 Öneri, Kıbrıs’taki iki devletin aralarındaki temel meseleleri çözmelerini müteakip ortak bir yapılanma gerçekleştirmeleri temeline dayandırılmıştır. 3.3 Müzakere Sürecinin Kesilmesi ve Yeniden Canlandırılması Kıbrıs müzakere sürecinin yeniden canlandırılması girişimleri 1999 yılının ikinci yarısında hızlanmıştır. 3 Aralık 1999-10 Kasım 2000 tarihleri arasında Cenevre ve New York’ta 5 tur aracılı görüşme yapılmıştır. Beşinci turda, görüşmeler sürerken Cenevre’ye gelen BM Genel Sekreteri Annan 8 Kasım günü taraflara “Sözlü İfadeler” adı altında bir kağıt sunmuştur.15Kağıtta yer alan ifadelerin, sürecin içeriğiyle uyuşmadığı görülmüştür. Denktaş, Kıbrıs’ta iki ayrı egemen devlet, iki halk ve iki demokrasi bulunduğunu, aracılı görüşmelerin amacının kapsamlı görüşmelere geçilebilmesi için zemin hazırlanması olduğunu, ancak beş turda bunun yapılamadığını, görüşmelerin almış olduğu seyir nedeniyle ve Kıbrıs Türk tarafının ortaya koyduğu makul ve gerçekçi parametreler kabul edilmedikçe aracılı görüşmelere devam edilmesinde yarar görmediğini açıklamıştır. Cumhurbaşkanı Denktaş 8 Kasım 2001 tarihinde, Kıbrıs sorununa bir çıkış yolu bulunması amacıyla GKRY lideri Klerides’e mektup göndererek Ada’da yüz yüze görüşme önerisinde bulunmuştur. Bu çerçevede Denktaş, Klerides ile 4 Aralık 2001’de Ada’da ara bölgede bir araya gelmiştir. Görüşmenin sonunda BM Genel Sekreteri temsilcisi De Soto tarafından yapılan açıklamada, iki liderin 2002 Ocak ayı ortalarında Ada’da doğrudan görüşmeyi kabul ettik14 Rauf Denktaş, Hatıralar, Toplayış (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000), 453. 15 Atilla Sandıklı, “Tarihsel Bir Perspektif İçinde Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği,” Harp Akademileri Bülteni Sayı 200 (İstanbul: Harp Akademileri Basımevi): 16-17. 54 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” leri kaydedilmiştir. İki taraf arasında 6 tur olarak yapılan görüşmelerde, ağırlıklı olarak egemenlik, eşitlik, merkezi otorite ile kurucu devletlerin yetkileri hususları ele alınmıştır. BM Genel Sekreteri Annan, Cumhurbaşkanı Denktaş ve GKRY Lideri Klerides’le 3-4 Ekim 2002 tarihlerinde New York’ta bir araya geldi. Görüşmelerden sonra Genel Sekreter’in yaptığı açıklamada Kıbrıs sorununun basit bir çözümü bulunmadığı ve kapsamlı çözüme ulaşmak için taraflar arasında iki taraflı “ad hoc” nitelikteki teknik komitelerin kurulmasına karar verildiği ifade edilmiştir. 3.4. Müzakere Süreci ve Annan Planı Annan, 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara, Annan Planı olarak da anılan “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı belgeyi sunmuştur.16 Gerek Denktaş’ın sağlık sorunları, gerekse Ankara’da yeni hükümetin kurulma çalışmaları nedeniyle Türk tarafının plana resmi bir yanıt vermesi gecikmiştir. Bu kritik şartlarda ortaya konan plan Türk kamuoyunda şiddetli tepki görmüştür. Planı müzakere zemini olarak kabul eden Rum tarafı ise, mevcut şekliyle kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. BM, Kopenhag Zirvesi’nden iki gün önce, 10 Aralık’ta gözden geçirilmiş, üzerinde ufak-tefek değişiklikler yapılan planı taraflara iletmiştir. Cumhurbaşkanı Denktaş, planının pek fazla değişiklik içermediğini, eski plan olduğunu açıklamıştır. Son dakikaya kadar çözüm çabalarının sürdüğü Kopenhag’da hem Rum hem de Türk tarafı plana imza atmayı reddetmiştir. BM Genel Sekreteri Annan, 26 Şubat 2003 tarihinde gittiği Ada’da Annan Planı’nın üçüncü versiyonunu taraflara sunmuştur. Genel Sekreter söz konusu planı ve planda öngörülen süreci kabul edip etmediklerini bildirmek üzere iki tarafı 10 Mart 2003 tarihinde Lahey’e davet etmiştir. Davet üzerine iki lider 10 Mart tarihinde Lahey’de bir araya gelmişlerdir. Anılan toplantıya Garantör ülkeler olarak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere de katılmıştır. Görüşmeler öncesinde Papadopulos ve Denktaş, Annan planında yapılmasını istedikleri değişiklikleri BM yetkililerine iletmiştir. BM Genel Sekreteri, taraflara tadil edilmiş plan üzerinden 28 Mart tarihine kadar müzakereleri sürdürmelerini ve 16 Sönmezoğlu, Türk Dış, 622. 55 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm planın 6 Nisan tarihinde referanduma sunulmasını önermiştir. Görüşmelerde Denktaş, planla ilgili olarak Türk tarafının kaygı ve beklentilerini gündeme getirmiş, iki tarafın mutabık kalmasından sonra planın referanduma sunulabileceğini kaydetmiştir. Bu çerçevede, Denktaş, 28 Mart tarihine kadar görüşmelere devam etmeyi kabul etmiştir. Papadopulos da plandaki mevcut boşlukların doldurulması gerektiğini ifadeyle, görüşmelere devam etmeyi kabul etmiş, ancak Rum kamuoyunun aydınlatılması bakımından referandum için iki aylık bir kampanyaya ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüştür. Yunanistan tarafından da desteklenen bu taleple, Rum tarafının referandumu Güney Kıbrıs’ın 16 Nisan tarihinde AB’ye Katılım Antlaşması’nı imzalamasından sonraya bırakmak istediği görülmüştür. Ancak Genel Sekreter, 11 Mart sabahı konunun çıkmaza girdiği sonucuna vararak görüşmelere son vermeyi tercih etmiştir. BM Genel Sekreteri Annan 1 Nisan 2003 tarihli raporunda doğrudan görüşmelerin sonuçsuz kalmasından Kıbrıs Türk tarafını sorumlu tutmuştur. 16 Nisan tarihinde, Atina’daki AB Zirvesi’nde diğer 9 aday ülkeyle birlikte GKRY de AB ile Katılım Antlaşması’nı imzalamıştır. Böylece, Türk tarafının uyarılarına rağmen, GKRY’i çözüme teşvik edebilecek önemli bir unsur yitirilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 14 Nisan 2003 tarihli toplantısında BM Genel Sekreteri’nin 1 Nisan tarihli raporuna istinaden Kıbrıs konusunda bir karar kabul edilmiştir. 1475 sayılı bu kararın işlem paragraflarında taraflardan “BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde Annan Planı’ndan yararlanarak kapsamlı bir çözüme ulaşılması maksadıyla müzakerelere devam etmeleri” istenmiş ve Genel Sekretere iyi niyet misyonunu sürdürmesi yönünde destek verilmiştir. 10–13 Şubat 2004 tarihleri arasında New York’ta yapılan görüşmeler, Türk tarafının olumlu ve yapıcı tutumu sayesinde başarılı geçmiş ve Ada’da müzakerelerin tekrar başlaması yolunu açmıştır. New York’ta varılan mutabakat, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarının belli bir tarihe kadar Annan Planı’nı müzakere etmelerini, üzerinde anlaşmaya varılamayan noktalarda müzakerelere anavatan Türkiye ve Yunanistan’ın katılımıyla devam edilmesini ve nihayet anlaşılamamış nokta kaldıysa bu alanlarda BM Genel Sekreteri’nin 56 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” yetkisini kullanarak formüller üretmesi ve ortaya çıkacak nihai belgenin her iki tarafta ayrı ayrı, ancak eş-zamanlı olarak düzenlenecek referandumlarla Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının onayına sunulmasını içermiştir. Böylece, 1 Mayıs 2004 tarihinden önce çözüme ulaşılması ve AB’ne birleşmiş bir Kıbrıs’ın katılımı hedeflenmiştir. Müzakereler neticesinde nihai hale getirilen çözüm planı 24 Nisan 2004 tarihinde GKRY ve KKTC’de referandumlarla Kıbrıs’taki iki halkın onayına sunulmuştur. Rum halkının %75.83’ü Planı reddederken,17 Kıbrıs Türk tarafı kendileri için getireceği pek çok zorluğa rağmen %64.91 çoğunlukla Plan’a “evet” demiştir.18 Rum tarafının Plan’ı büyük bir çoğunlukla reddetmesinde GKRY lideri Papadopulos’un 7 Nisan 2004 tarihindeki halka seslenişinde Rum halkını “güçlü bir hayır” demeye çağırması ve Rum liderliğinin devlet eliyle sürdürdüğü “hayır kampanyası” da önemli bir etki yapmıştır. Sonuçta, Rum toplumunun reddi karşısında, BM ve AB dahil tüm uluslararası camianın desteklediği bu kapsamlı çözüm planı geçersiz hale gelmiştir. 3.5. Müzakere Süreci ve GKRY’nin AB Üyeliği GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam üye olmuştur. Türkiye tarafında aynı gün yapılan açıklamada, AB’ye katılacak olan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil etmeye yetkili olmadıkları, eşit statüye sahip Kıbrıs Türkleri veya Kıbrıs Adası’nın tamamı üzerinde yetki veya egemenliklerinin bulunmadığı, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Kıbrıs Türklerine zorla empoze edilemeyeceği, kendi anayasal düzenleri altında ve kendi sınırları içerisinde örgütlenmiş bulunan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil eden yasal hükümet olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Açıklamada ayrıca, Kıbrıs Türklerinin kendi ülke sınırları ve anayasal düzenleri içerisinde örgütlenmiş bir halk olarak, hükümet etme yetkisini ve egemenliklerini kullanmakta oldukları, bu çerçevede 17 “Hem hayır dediler hem korkuyorlar,” Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/hem-hayirdediler-hem-korkuyorlar/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33335/default.htm?ver=07 18 “Yes be annem!,” Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/yes-be-annem-/siyaset/ haberdetayarsiv/19.01.2010/33332/default.htm?ver=12 57 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımaya devam edeceği ve Güney Kıbrıs’ın AB’ye girişinin Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerine hiçbir şekilde haleldar edemeyeceği ifade edilmiştir. BM Genel Sekreteri, 28 Mayıs 2004 tarihli iyi niyet misyonu raporunda, referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia tarafından ele alınması gereğine işaret etmekte ve Kıbrıs Türklerine baskı uygulamak veya onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe kalmadığını kayda geçirmektedir. Bu çerçevede Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması için uluslararası camiaya ve Güvenlik Konseyi’ne kuvvetli bir çağrıda bulunmuş, Kıbrıs Türk tarafının kalkınmasını engelleyen ve onları dünyadan tecrit eden uygulamalara son verilmesini istemiş, 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarının buna engel teşkil etmediğini vurgulamıştır. Genel Sekreter raporunda ayrıca, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün siyasi eşitlik ve ortaklık temeline dayalı olması gerektiğini vurgulamış, Çözüm Planı’nın başarısızlığa uğramasının sorumluluğunu Kıbrıs Rum tarafına yüklemiş, Rum tarafının tutumunu sorgulamış ve gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istemeleri halinde Rumların bunu dile getirmelerinin yeterli olmayacağını, aynı zamanda eylemleriyle de göstermeleri gerektiğini belirtmiştir. Rumların böylece Annan Planı’nı değil, esasen çözümü reddettiklerini de kayda geçiren Genel Sekreter, durumun kapsamlı bir değerlendirmeyi gerektirdiğini vurgulamış, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının müzakereler öncesinde, sırasında ve sonrasındaki olumlu tutumunu takdirle karşıladığını beyan etmiştir. 4. Müzakereye Tarafların Bakışı ve Getirdikleri Öneriler GKRY Radyo Televizyon Kurumu tarafından 18-19 Mart 2006 tarihlerinde seçmen niteliği taşıyan 1200 kişinin katıldığı bir anket gerçekleştirilmiştir. Söz konusu anket, Kıbrıs Rum Halkının genel olarak Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklere, ülkemizin AB üyeliğine ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimine bakışına dair dikkat çekici ipuçları içermektedir. Anket sonuçlarından, başta gençler olmak üzere Kıbrıs Rum halkının önemli bir bölümünün Kıbrıslı Türklere 58 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” sempati duymadığı ve onlarla tek bir çatı altında yaşamak istemediği ortaya çıkmıştır. Başta ABD, AB ülkeleri ve diğer ilgili taraflarca bile uzlaşmaz tutumuyla çözüme engel olduğu dile getirilen GKRY lideri Papadopoulos’a ve izlediği Kıbrıs politikasına destek verdikleri görülmüştür. GKRY’de yapılan anketlerde 18-25 yaş arasındaki Rum gençlerin %61’inin Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini beyan ettikleri göz önünde bulundurulduğunda, Kıbrıs sorununa BM çerçevesinde kapsamlı bir çözüm bulunması yönündeki çabalar açısından GKRY’de yerleşen “retçi” zihniyeti açıkça sergilemektedir. GKRY’de 21 Mayıs 2006 tarihinde milletvekilliği genel seçimleri gerçekleştirilmiştir. Seçimler hem Annan Planı üzerinde 24 Nisan 2004 tarihinde düzenlenen referandumlardan sonra yapılan ilk genel seçimin galibi “Kıbrıs sorununun çözümünü reddedenler” olmuştur. 2004 yılındaki referandumlarda Annan Planı’nı savunan ana muhalefet partisi konumundaki DİSİ’nin oylarında 2001 yılına oranla %3.67 civarında kayıp olması dikkat çekicidir. Seçim sonuçlarının dikkat çeken bir diğer yönü, Rum lider Papadopulos’un başında bulunduğu DİKO partisinin oylarını % 3.07 oranında artırmış olmasıdır. Bu partinin seçimlerde oylarını artırması, anılan retçi zihniyetin az da olsa GKRY’de tabanını genişlettiğine işaret etmektedir. Referandumlar sonrasında KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Papadopulos, 5 Eylül 2007 tarihinde BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi Möller’in de hazır bulunduğu bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Cumhurbaşkanı Talat, toplantıda, 14 ayda 52 görüşme yapılmasına rağmen gelişme sağlanamadığını, Rum tarafının teklifi doğrultusunda bir-iki Teknik Komite ve Çalışma Grubu kurularak çalışmalara başlanması ve sürecin oluruna bırakılması halinde kapsamlı çözüm perspektifinden uzaklaşılacağını vurgulamıştır. Talat, iki tarafın kapsamlı çözüm perspektifi üzerine yoğunlaşmalarının ve yükümlülük üstlenmelerinin önem taşıdığının altını çizerek, iki-iki buçuk ay sürecek hazırlık dönemini takiben müzakerelerin başlatılması ve 2008 yılı sonuna kadar kapsamlı çözüme ulaşılması yönünde bir öneri getirmiştir. Talat ayrıca, günlük yaşamı ilgilendiren Teknik Komitelerin de bu görüşme sürecinden bağımsız olarak bir an önce faaliyete geçmesini teklif etmiştir. Talat, ayrıca Ada’da kapsamlı çözümün, yerleşik BM parametreleri ve müzakere sü59 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm recinde ortaya çıkan müktesebat zemininde gerçekleşmesi gerektiğine dikkat çekerek, müzakerelere sıfırdan başlanmasının mümkün olmadığını kaydetmiştir. GKRY lideri Papadopulos, Cumhurbaşkanı Talat’ın önerilerini reddetmiş ve kısıtlı bir gündem çerçevesinde liderlerin belirli aralıklarla bir araya gelmesi şeklinde özetlenebilecek bir tutum sergilemiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 16 Ekim 2007 tarihinde New York’ta BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’la bir görüşme yapmıştır. Talat bu görüşmede Papadopoulos’un uzlaşmaz tutumuna atıfta bulunarak, Kıbrıs Türk tarafının kapsamlı çözüme ilişkin yaklaşımını izah etmiş, ayrıca Genel Sekreter’e Kıbrıs’ta iki taraf arasında olumlu bir atmosferin tesis edilebilmesi için bir Güven Artırıcı Önlemler paketi sunmuştur. AKEL lideri Hristofyas 17 Şubat 2008 tarihinde yapılan GKRY başkanlık seçimlerinde ilk turunda oyların %53.37’sini alarak GKRY başkanlığına seçilmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Talat 22 Şubat 2008’de BM Genel Sekreteri’ne muhatap mektubunda Kıbrıs Türk tarafının çözüm iradesini muhafaza ettiğini ve yeni bir müzakere süreci başlatmaya hazır olduğunu bildirmiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan da BM Genel Sekreteri, AB Komisyonu Başkanı, BMGK daimi üyeleri ve AB devlet ve hükümet başkanlarına muhatap 6 Mart 2008 tarihli mektubunda esas olarak KKTC’nin çözüme yönelik yaklaşımını desteklediğini vurgulamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde gerçekleştirdikleri görüşmede Teknik Komiteler ve Çalışma Grupları kurulması ve üç ay sonra bir araya gelerek BM Genel Sekreteri’nin ‘İyi Niyet Misyonu’ çerçevesinde kapsamlı müzakerelerin başlatılması hususlarında mutabakata varmışlardır. 23 Mayıs tarihindeki görüşmede siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu federasyona bağlılıklarını teyit etmişler ve ortaklığın eşit statüdeki Türk ve Rum Kurucu Devletleri’nden oluşan, tek uluslararası kimlikli ve federal bir hükümete sahip olması konusunda vardıkları mutabakatı, Ortak Açıklama’ya dercetmişlerdir. Liderler, 1 Temmuz 2008 görüşmesi sonrasında yaptıkları Ortak Açıklama’da tek egemenlik ile tek vatandaşlık konularını görüştüklerini ve bu konularda prensipte anlaşarak uygulama detaylarını kapsamlı müzakereler çerçevesinde değerlendireceklerini belirtmişlerdir. 60 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” 25 Temmuz tarihli Ortak Açıklama’da, Liderler, üzerinde anlaşmaya varılacak çözümün eşzamanlı ayrı referandumlara sunulmasını ve kapsamlı müzakerelerin 3 Eylül tarihinde başlatılmasını kararlaştırmışlardır. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY lideri Hristofyas 3 Eylül 2008 günü bir araya gelerek, Kıbrıs’ta BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde kapsamlı çözüm müzakerelerini başlatmışlardır. Liderler 3 Eylül’deki açılıştan sonra yapılan toplantılarda federal düzeyde yasama, yürütme, yargı, kilitlenmeyi çözücü mekanizmalar ile bağımsız kurumlar konuları üzerinde durmuşlardır. Yönetim ve yetki paylaşımı konusunda üzerinde anlaşılan hususlar yanında, bazı esaslı konularda taraflar ciddi görüş ayrılıkları içindedirler. Rum yönetimi, esas olarak güçlü bir “Federal Devlet”in erklerinde Rum ağırlığını dolaylı ya da dolaysız garanti altına alacak düzenlemelerde ısrar etmektedir. KKTC liderliği ise siyasi eşitlik ilkesinin Federal yapıda aşındırılmasının önüne geçecek biçimde temsil ve karar mekanizmalarında Kurucu Devletlerin etkin katılımını koruyacak ve kendilerini egemence yönetmelerini sağlayacak düzenlemeleri BM parametrelerine uygun biçimde savunmaktadır. Bu bağlamda, Rum yönetimi ortak listeyle seçilecek “Başkanlık Ofisi”, Yürütme’de ortaya çıkacak tıkanıklıkların çözüm sürecinde daha uzun süre Rum tarafında kalacak Başkanlık makamının oyunun belirleyiciliği, Yasama tıkanıklıklarında Rum ağırlıklı çözüm mekanizmasının karar alabilmesi gibi önerilerinde katı bir pozisyon benimsemekte, buna paralel olarak dış ilişkilerin yürütülmesi, hava ve deniz yetki alanları, hava ve deniz ulaşımı, liman ve havaalanlarının mülkiyeti gibi konularda da dayatmacı olmaktadır. KKTC tarafı, Kurucu Devletlere kalacak artık yetkilerin mümkün olduğunca geniş tutulması, Federal Yürütme’nin Annan Planı temelinde “Başkanlık Konseyi” biçiminde oluşumu, Kurucu Devletlerin yetki alanlarına dahil konularda dış ilişkiler kurmaları ve yürütebilmeleri, Yasamada ve yarı-yargısal yetkili kurumlarda siyasi eşitlik ilkesinin gözetilmesi gibi hususları savunmaktadır. Diğer yandan, Rum yönetimi yeni ortaklığın hayata geçirilmesi ile ilgili ilke ve prosedürlerin belirlenmesini müzakerelerin sonuna bırakma eğiliminde ısrarcı görünmekte, KKTC tarafı ise bu noktanın bir an evvel açıklığa kavuşturulmasının önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca, “normlar hiyerarşisi” 61 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm konusunda KKTC tarafı, AB normları ve müktesebatının çözümün diğer veçhelerini aşındırmayacak biçimde ifade bulmasını, Federal yasalarla Kurucu Devlet yasaları arasında ise hiyerarşi bulunmamasını savunmaktadır. Rum tarafı, “mülkiyet” başlığı altında yürütülmekte olan müzakerelerde, göçmenlerin mülkleri üzerindeki haklarını kullanma biçimlerine kendilerinin karar vermeleri üzerinde ısrarcıdır. Kıbrıs Türk tarafı ise, mülkiyet rejimine ilişkin kriterlerin belirlenmesini, iade, tazminat ve takas yöntemlerinin belirlenecek ölçütlere göre iki kesimlilik ilkesini aşındırmayacak biçimde uygulanmasını, dolayısıyla yerleşik BM parametreleri ve Annan Planı düzenlemelerine riayet edilmesini savunmaktadır. Rum liderliği bu aşamada BM Güvenlik Konseyi tarafından da tanımı yapılmış olan iki kesimlilik ilkesini tanımadığı da dahil olmak üzere BM müktesebatı ve kapsamlı çözüm süreci prensipleriyle bağdaşmayan uzlaşmaz bir tutuma yönelmekte, Kurucu Devletler de mülkiyet çoğunluğu ölçütünü reddetmekte, nüfus çoğunluğu ölçütünü ise tartışma konusuna dönüştürmektedir. GKRY lideri Dimitris Hristofyas ile KKTC lideri Mehmet Ali Talat, Kıbrıs’ın bütünleşme sürecini hızlandırmak için 11-13 Ocak 2010’da Lefkoşa’da yoğunlaştırılmış görüşmelere katıldı. Görüşmenin gündem maddeleri arasında hükümet yönetimi, yetki paylaşımı, ekonominin bütünleşmesi konuları yer aldı. Rum ve Türk kesimleri liderleri ilk tur görüşmenin sona ermesinin ardından yaptıkları açıklamalarda görüşmede somut gelişmeler sağlanamadığını belirttiler. Görüşmeden önce Rum kesiminin, Türk kesimi liderinin ileri sürdüğü öneri paketini açık bir dille reddettiğini açıklaması, yoğunlaştırılmış görüşmelerden olumlu sonuçların çıkması yönündeki beklentilere gölge düşmesine neden oldu. Sonuç Açıklamalardan anlaşılacağı üzere GKRY, AB’ye dahil olduktan sonra KKTC üzerindeki ambargo ve izolasyonların devamı yönündeki girişimlerine devam etmektedir. Türkiye’nin AB adaylık müzakerelerinin çıkmaza girmesi19 ve 19 Türkiye, 1963 Ankara Anlaşması’nı AB’ne 1 Mayıs 2004 tarihinde üye olan ve aralarında 62 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” kilitlenmesi için çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ayrıca adadaki görüşmelerin olumsuz sonuçlanması maksadıyla ince bir siyaset yürütmektedir. Amacı KKTC ekonomisinin gelişmesini engellemek, Türk halkını fakir ve GKRY’ye muhtaç duruma getirmek, ekonomik olarak kötü durumda olan halkla devleti karşı karşıya getirerek KKTC yetkililerinin azınlık statüsü içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dahil etmektir. Bunu gerçekleştirebilmesinin önündeki en büyük engel Türkiye’dir. Bu nedenle AB Müzakere sürecini kilitlemekte ve Türkiye’yi kendi beklentileri doğrultusunda bir anlaşmaya yönlendirmeye gayret sarf etmektedir. GKRY AB üyesi olduktan sonra yaşanan süreç bize açık bir şekilde göstermektedir ki Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir. Bu nedenle mevcut statükoyu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye çalışmaktadır. BM öncülüğünde bu güne kadar yapılan görüşme ve müzakerelerde elde edilen zemini kabul etmemektedir. GKRY’yi barış anlaşmasına zorlamak ve bebek adımlarıyla ilerlemekte olan Türkiye-AB müzakere sürecine olumsuz etkilerini kırmak için stratejide değişiklik yapmak gerekmektedir. Her zaman adil bir barış anlaşması peşinde gayret sarf etmek ve bu yöndeki girişimlerine devam edeceği emareleri vermek Rumların uzlaşmaz tutumunu kırmamaktadır. GKRY’nin uzlaşmaz tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara devam ederken kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki girişimlere ağırlık vermektir. KKTC’nin tanınması yönündeki girişimler barış anlaşması için yapılacak çalışmalara engel teşkil etmez. Tam tersine KKTC’nin öne sürdüğü Annan planıyla da resmileşmiş iki kesimli, iki kurucu devletli ve siyasi eşitliğe dayalı yapıya ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü tezine hizmet eder. Çünkü KKTC’nin bazı devletler tarafından tanınması GKRY’nin en hassas tarafını oluşturmaktadır. Bu girişimler GKRY’deki endişeleri arttıracak, stratejinin en önemli unsurlarından bir taGKRY’nin de bulunduğu on yeni ülkeye teşmil edecek olan Uyum Protokolü’nü 29 Temmuz 2005’de imzaladı. Ayrıca bir deklarasyonla Uyum Protokolü’nün imzalanmasının GKRY’nin siyasi olarak tanınması anlamına gelmeyeceği kayda geçirildi. Halihazırda Uyum Protokolü paralelinde Türk liman ve havaalanlarının GKRY gemi ve uçaklarına açılmasına yönelik baskılar, Türkiye’nin üyelik müzakerelerine de yansıtılmakta olup, 8 fasıl bu gerekçeyle askıya alınmış durumdadır. 63 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm nesi olan ve kendi lehine işlediğini değerlendirdiği zamanın önemli bir risk oluşturduğunu görecektir. Tanınma Stratejisi BM Genel Sekreteri Annan’ın raporunda belirtildiği gibi “Rumlar gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istiyorlarsa bunu sadece dile getirmelerinin yeterli olmayacağı, aynı zamanda eylemlerle bunu göstermeleri gerektiği” vurgulanmış olacaktır. Bu sayede Rumların görüşmelerde daha sonuç odaklı ve işbirliğine açık bir yaklaşım sergilemeleri sağlanabilecektir. Tanınma stratejisinde; KKTC’nin hukuki anlamda bazı devletler tarafından tanınmasını sağlamanın yanında, bu mümkün olmadığı takdirde tanınma imajı yaratacak sonuçlar almak da önemlidir. Tanınma stratejisinin amacı sadece KKTC’nin tanınmasının hedeflenmesi değildir. Esas olan oluşturulacak algıyla, Rumlar’ı makul bir anlaşma imzalamaya zorlamaktır. Bazı devletlerde ve uluslararası örgütlerde temsilciliklerin açılması, uluslararası toplantılara gözlemci olarak da olsa katılımın sağlanması bu imajı yaratacak yollar olarak sayılabilir. KKTC’de yabancı yatırımların arttırılması, uluslararası ticaret ve direkt uçuşların sağlanması ve turizmin geliştirilmesi de tanınma imajının oluşturulmasında etkili olacaktır. Rum Yönetimi 2006 yılında Katar’da büyükelçilik açmış, buna tepki gösteren Türkiye ile ilişkilerinin bozulmasını istemeyen Katar, KKTC’ye de büyükelçilik açma izni vermişti. Rum Yönetimi 2009 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Endonezya, Küba, Brezilya ve Bulgaristan’da olmak üzere 6 büyükelçilik açtı. Fakat bu ülkelere yönelik olarak benzer bir çalışma KKTC tarafından gerçekleştirilemedi. En azından bu ülkelerde temsilcilik açılabilirdi. Şimdi ise Anadolu Ajansı’nın Rum basınına dayandırdığı haberinde, Güney Kıbrıs hükümeti, bu yıl Umman ve Slovakya’da büyükelçilik açmayı planlıyor. 2011 yılında Kuveyt ve Kazakistan’da, 2012 yılında ise Kanada’da büyükelçilik açılması programlanıyor. Dolayısıyla KKTC’nin yapması gereken girişim ve açılımları Rum Yönetimi gerçekleştiriyor. Çünkü Kıbrıs Rum Yönetimi’nin en büyük hassasiyeti KKTC’nin uluslararası alanda tanınması anlamına gelecek gelişmeler meydana gelmesidir. 64 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” Kıbrıs Rum Mahkemeleri’ni adanın geneli için yetkili kabul eden ABAD’ın Orams davası hakkındaki görüşü, 05.03.2010 tarihli Demopoulos/Türkiye ve diğer 7 dava hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla geçersiz hale geldi. Bu karar hukuki yollarla yaratılan tanınma imajının en yeni örneğidir. Karar KKTC’de Türkler tarafından oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin bir iç hukuk yolu olarak tanımış ve Rumlar’ın mülkiyet meselelerini doğrudan AİHM’e getirmelerini engellemiştir. Bu elbette bir tanıma değildir, ancak Orams davasıyla Rumlar’ın lehine dönen ibreyi, KKTC lehine çevirmiştir. Mahkeme ‘bir yönetimin diğer devletler tarafından tanınmaması, o yönetimin yapmış olduğu idari ve hukuki tasarrufların tanınmayacağı anlamına gelmez’ demiştir. Yani KKTC’nin iç hukuk yolunu tanınmanın KKTC’yi tanımak anlamına gelmeyeceğini açıkça belirtmiştir. Ancak karar bu haliyle bile GKRY üzerinde bir baskı oluşturmaya yetmiştir. Sonuç olarak; KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji belirlenmesi gerekir. Bu stratejide KKTC’nin tanınmasına yönelik girişimlere ağırlık verilmelidir. Bu girişimler uluslararası kuruluşlar nezdinde yürütüldüğü gibi devletler nezdinde de sürdürülmelidir. Tanınma KKTC ve Türkiye üzerindeki baskıların yönünü değiştireceği gibi, görüşmelerin ve müzakerelerin zeminini de değiştireceği için bir pazarlık marjı sağlayacaktır. Ayrıca GKRY’nin görüşme ve müzakere masasında belirli bir sonuca ulaşmak için yapıcı bir yaklaşım içine girmesi teşvik edilecektir. 65 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça “İslam Ülkelerinden KKTC’ye Darbe.” Gazete Vatan, 26.02.2010 “Terrorism In Cyprus.” The Grivas Diaries. H.M. Stationory Office: 1955. 1997 Yılı Sonu İtibarı İle Kıbrıs Sorunu. İstanbul: SİSAV Yayınları, 1998. AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2001. Armaoğlu, Fahir. 20’nci Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt II: 1980-1990. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992. Atun, Ali Fikret. İkinci Kıbrıs Seferi. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. Bağımsızlık Deklarasyonu’nun Metni: The Decleration and Resalution adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 Novemder 1983-For The Liberty, Equality, Dignity and Security of our People. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. Cemal, Hasan. “Bir Saatli Bombanın Tik Tak Sesi.” Milliyet Gazetesi, 07.07.2001. Cemal, Hasan. “Türkiye, Tuhaf Bir Çıkmaza Girmiş Durumda.” Milliyet Gazetesi, 08.07.2001. Deliceırmak, Orbay. Yerinde Yeller Esen Anayasa. Ankara: 1997. Denktaş, Rauf. Hatıralar, Toplayış. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000. Dodd, Clement H. Cyrpus, The Need For New Perspectives. England: The Eothem Press, 1999. Dodd, Clement H. Storm Clouds Over Cyprus. England: The Eothem Press, 2001. 66 Kıbrıs Stratejisi:“Tanınma” Evcil, Cumhur. Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi. Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999. Gazioğlu, Ahmet C. Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997. Gazioğlu, Ahmet C. Enosis Çemberinde Türkler. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını,1998. Gazioğlu, Ahmet C. Enosise Karşı Taksim ve Eşit Egemenlik. Ankara: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1998. Gazioğlu, Ahmet C. İngiliz İdaresinde Kıbrıs, Statü ve Anayasa Meseleleri. Lefkoşa: 1996. Gazioğlu, Ahmet C. Two Equal and Sovereign Peoples. Lefkoşa: 1997. Girit Oyunu ve Kıbrıs. İstanbul: Karadeniz Haber Ajansı Yayınları, 2000. İsmail, Sebahattin. 10 Soruda Kıbrıs Sorunu. İstanbul: Kastaş Yayını, 1998. Kabaalioğlu, Haluk. Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu. Yeditepe Üniversitesi Yayını. Karluk, S. Rıdvan. Avrupa Birliği ve Türkiye. İstanbul: Beta Yayınları, 1998. Kıbrıs Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995. Küresel ve Bölgesel Kapsamda Sorunlarımız. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. Leloğlu, Duygu. “Ankara’ya Ağır Ceza.” Radikal Gazetesi, 11.05.2001. Necatigil, Zaim M. The Cyrrus Question and The Turkish Position in İnternational Law. New York: Oxford Universty Press, 1998. Sandıklı, Atilla. Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri. Harp Akademileri Yayınları, 2001. 67 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Stavrinides, Zenon. The Cyprus Conflict, National Identity and Statehood. Lefkoşa: 1999. Sürmeli, Merve N. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sözünü Tuttu: Yetkili Kurum Taşınmaz Mal Komisyonu.” http://www.bilgesam.org/tr. Sürmeli, Merve N. ve Aslıhan P. Turan. “Kıbrıs’ta Mülkiyet Sorunu: Loizidou ve Orams Kararları.” http://www.bilgesam.org/tr. Şenoğul, Nahit. “AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu Kapanış Konuşması.” Sempozyum Kitabı içinde. Harp Akademileri Yayınları, 2001. Torumtay, Necip. “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması.” Kıbrıs Sempozyumu Kitabı içinde. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. Turanlı, Rana. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ülke Etüdü. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 1997. Uçarol Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987. 68 Jeopolitik ve Türkiye Riskler ve Fırsatlar Bölüm -2 YUMUŞAK GÜÇ SAVAŞLARI 69 Yumuşak Güç Savaşları YUMUŞAK GÜÇ SAVAŞLARI* Güvenlik, güç ve savaş kavramları tarihsel bir süreç içinde teknolojik, siyasal, sosyal ve hukuksal gelişmelere bağlı olarak bir evrim geçirmiştir.1 Başlangıçta güvenlik “devlet egemenliği ve toprak bütünlüğü” hedeflerine yönelmiş, siyasi ilişkilerde ve güvenlik analizlerinde askeri güç ve strateji önem kazanmıştır. Ok, yay, piyade, süvari ve savaş arabalarının kullanıldığı klasik dönem savaşları süreç içinde yivsiz tüfek ve top gibi ateşli silahların kullanıldığı erken modern dönem cephe savaşlarına evrilmiştir. Sanayi devrimi sonrasında modern dönemin topyekûn savaşları kapsamında nüfus ve ekonomik güç ön plana çıkmıştır. 1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın savaşma azim ve kararını kıran ve onu “stratejik tükenmeye” götüren iki nedenin, savaş planlarını destekleyecek yeterli asker sayısını sağlayacak nüfusa sahip olmaması ve ekonomik imkanların yetersizliğidir. Yani nüfus ve ekonomik yetersizlik Almanya’nın savaşı kaybetmesine neden olmuştur. Bu aşamada nüfus ve ekonomik güç güvenlik kavramlarına dahil olmuştur. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak uzun menzilli füzelerin, hava kuvvetlerinin ve tank birliklerinin sisteme dahil olmasıyla modern dönem savaşları manevra savaşlarına dönüşmüştür. Savaşlarda siyasi güç, askeri güç, bilimsel, ve teknolojik güç, coğrafi güç, insan gücü, pisiko-sosyal ve kültürel güç unsurlarının tamamı milli güç unsurları olarak kullanılmaya başlamıştır. *Bu bölüm daha önce 8-9 Ekim 2013 tarihlerinde düzenlenen Uluslararası Güvenlik Kongresi’nde sunulmuş ve Kongre Bildiri kitabında yayımlanmıştır. 1 William S. Lind, Keith Nightengale, John F. Schmitt, Joseph W. Sutton, ve Gary I. Wilson, “The Changing Face of War: Into the Fourth Generation,” Marine Corps Gazette, (1989): 2226.; Martin Van Creveld, The Rise and Decline of the State (Cambridge: Cambridge Press, 1999).; D. J. Hanle, “On terrorism: An Analysis of Terrorism as a Form of Warfare,” (Master Thesis, Naval Postgraduate School, 1987).; Alvin Toffler, War and Anti-war: Survival at the dawn of the 21st Century, (Boston: Little Brown and Company, 1993.; J. Arquilla ve D. Rondfelt, Swarming and the Future of Conflict, Rand Corporation, (2000). 71 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Uluslararası hukuk kurallarındaki gelişmeler ve savaşların siyasi, ekonomik ve sosyal maliyetlerinin kabul edilemez boyutlara ulaşması, Soğuk Savaş sonrası dönemde post-modern savaş yöntemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu savaşların temel özelliği asimetrik unsurların kullanılmasıdır. Terör örgütleri, mafyalar, gizli servisler ve özel kuvvetlerin kullanıldığı düşük yoğunluklu savaşlar; yıldız savaşları, siber savaş ve etki odaklı savaş gibi ileri teknoloji savaşları ve literatürde yerini henüz almamış fakat uygulamalarını yakından takip ettiğimiz yumuşak güç savaşları post- modern savaş yöntemleri içinde yerini almıştır. Günümüzde güvenlik değerlendirmeleri karşılıklı etkileşim ortamında küresel, bölgesel, ulusal ve toplumsal güvenlik olarak genişlemiş, sistem, devlet, toplum birey düzeyinde analizler yapılmaya başlamıştır. Güvenlik siyasi, askeri, ekonomik, toplumsal ve çevre olmak üzere beş boyutlu olarak kategorize edilmiştir.2 Bu gelişmeler ışığında güç kavramı da değişim göstermiştir. Sert, yumuşak ve akıllı güç kavramları literatürdeki yerlerini almıştır. Uluslararası ilişkilerde yumuşak gücün önemi üzerinde durulmakta ve etkinliği tartışılmaktadır. Yumuşak güç savaşları olarak kavramsallaştırılabilecek olgular ve olaylar yaşanmaktadır. Bu makalede güç kavramı, sert, yumuşak ve akıllı güç sınıflandırması üzerinde durulacak, yumuşak gücün artan önemi vurgulandıktan sonra yumuşak güç savaşları kavramsallaştırılacaktır. Devamında yumuşak güç savaşlarının özellikleri ve bu savaşlarda başarının temel prensipleri açıklanacaktır. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan devrimlerin, halk ayaklanmalarının, darbeler ve eylemlerin iyi okunabilmesi için gerçekleşen olayların kuramsal bir çerçeve ile tanımlanması, anlamlandırılması ve açıklanabilmesi gerekmektedir. Türkiye’de Gezi olayları, Mısır’daki darbe, Tunus’taki karışıklar ve Ukrayna’da yaşanan gelişmeler yumuşak güç savaşları kuramı çerçevesinde daha iyi analiz edilebilir. Amaç gelecekte yumuşak güç savaşları kapsamında meydana gelebilecek muhtemel olaylar hakkında farkındalık oluşturmak ve bu olayların önlemesi için gerekli önlemleri sunmaktır. 2 Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty First Century,” International Affairs 67, 3 (1991): 439-51. 72 Yumuşak Güç Savaşları Güç Kavramı Genellikle realist yaklaşımla özdeştirilen güç kavramı, gerçekte farklı şekillerde idealizm, Marksizm, feminizm ve eleştirel yaklaşımlarda da önemli bir yer tutmaktadır. Uluslararası ilişkiler sistemini yönetecek merkezi bir otorite ve yeterli hukuk kuralları bulunmadığından, her devlet kendi varlığını sürdürmek ve küresel sistemde yer edinmek için güvenlik ve güç arayışları içerisine girmektedir. Uluslararası ilişkiler tarihi bir bakıma güçlerin oluşumu, gelişimi, mücadelesi ve ilişkileri tarihidir. Uluslararası ilişkiler teorilerinde ve uluslararası analizlerde başvurulan en önemli temel kavram olmasına rağmen, gücün içeriği ve nasıl ölçülebileceği konusunda net bir mutabakat yoktur. Joseph Nye’e göre güç hava durumu gibidir; yani herkesin hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır.3 Hans Morgenthau, uluslararası politikanın temel amacını güç arayışı ve güç mücadelesi ile özdeşleştirmektedir. Gücü; hem bir ilişki türü, hem uluslararası politikanın en temel amacı, hem de amacın gerçekleştirilmesi için bir araç olarak tanımlamıştır.4 Kalevi J. Holsti ise gücü bir ülkenin ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi yöntemler kullanarak karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirebilme kapasitesi olarak açıklamaktadır.5 Robert Dahl “The Concept of Power” adlı eserinde, güç kavramını bir aktörün diğer bir aktöre normalde yapamayacağı bir şeyi yaptırabilme kapasitesi olarak tanımlamaktadır.6 Güç sayesinde A devleti B devletinin davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebileceği gibi; A devleti ulusal çıkarlarını korumak için C devletinden gelebilecek baskı, zorlama ve ikna uygulamalarını etkisiz bırakarak, C 3 Joseph Nye, “The Changing Nature of World Power,” Political Science Quarterly, 105/2, (1990), 177; Dünya Siyasetinde Başarının Yolu Yumuşak Güç, çev. Rayhan İnan Aydın, (Ankara: Elips Kitap, 2005), 11. 4 Hans Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace (New York: Alfred A. Knoff, INC., 1985), 127-64. 5 Kalevi. J. Holsti, “The Concept of Power in the Study of International Relations,” Background, Vol. 7, No.4, (1964): 179. 6 Robert Dahl, “The Concept of Power,” Behavioral Sciences, Vol. 2, (1957): 201-203. 73 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm devletinin alanını daralttığında da güç kullanmış olur. Bu konuda Edward H. Carr, güç yönteminde caydırıcılık kavramını ön plana çıkarmıştır.7 Bu nedenle güç barış zamanında da caydırıcılık etkisiyle önemli katkılar sağlar. Savaş ancak caydırıcılığın başarısızlığa uğraması durumunda gündeme gelir ve son çare olarak başvurulması gereken güç uygulamasıdır. Kennet N. Waltz’a göre güç, karşılıklı bağımlılığa dayalı bir uluslararası sistemde diğer aktörlerden bağımsız karar alabilme ve onların kararlarından en az etkilenme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Bir aktöre daha fazla hareket serbestisi yaratan ilişki, kurum, önyargı ve uygulamalar onun gücünü oluşturur. Devletlerin amacı gücü maksimize etmek değil güvenliği sağlamaktır. Sahip olunan hareket serbestisi aynı zamanda güvenliği tehlikeye atmadan izlenebilecek olası politika yelpazesinin de genişlemesini ifade eder.8 Robert Keohane ve Nye’nin “kompleks karşılıklı bağımlılık” olarak tanımladıkları, çok sayıda devletin sosyal ve siyasal bağlarla birbirlerine bağlandığı bir uluslararası ortamda; zorlama, baskı ve savaş uygulamaları geri planda kalmaktadır. Kompleks bağımlılık teorisinde güç elde etmek için; sorunlar arasında bağlantı kurma, gündem belirleme, uluslar ve hükümetler ötesi ilişkiler geliştirme ve uluslararası örgütlerde söz sahibi olabilme kapasitelerine sahip olunması gerekir.9 Günümüzde aktörlerin hareket alanları karmaşık ilişki ve bağımlılık esasıyla sınırlanmakta, bir aktörün ulusal çıkarları bir anda küresel sorun haline gelebilmekte ve askeri güç kullanımı devletleri zor duruma sokarken, sivil toplum örgütleri ve uluslararası örgütler devletlerin dış politikalarına müdahale edebilmektedir. Uluslararası örgütlerin yaygınlaşması, sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi, devlet dışı diğer aktörlerin etkinliğini artırması ve küresel medyanın geliş7 Edward H. Carr, Twenty Years’ Crisis, 1919-1939: An Introduction to the Study of International Relations (New York: Perennial, 1981), 109. 8 Kenneth Waltz, Theory of International Relations (New York, Waveland Press Inc., 1979) 195.; Kenneth Waltz, “Realist Thoughtand Neorealist Theory,” Journal of International Affairs, 44/1, (1990): 21-37. 9 Robert Keohane ve Joseph Nye, Power and Interdependence (New York: Longman, 2001), 196. 74 Yumuşak Güç Savaşları mesi, içinde bulunduğumuz dönemde “sert güç”, “yumuşak güç” ve “akıllı güç” tartışmalarını gündeme getirmiştir. Güç yaşanan döneme, var olan aktörlere ve mevcut olaylara göre bu üç kavram arasında geçişkenlik ve değişim gösterebilir. Bir ülke dünya siyasetinde istediği hedeflere ulaşmak için askeri müdahaleyi, baskı ve dayatmayı içeren sert gücü kullanabileceği gibi; o ülkenin değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen ülkelerin kendisini izlemesiyle ulaşacağı yumuşak gücü de kullanabilir. Akıllı güç ise sert güç ile birlikte yumuşak gücün etkin biçimde kombine edilmesini esas alır. Nye ile Richard L. Armitage gibi önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanları tarafından geliştirilen“akıllı güç” kavramı; sert ve yumuşak gücün sadece birleşmesinden oluşmamakta, gücün uygulanacağı aktörün davranışlarına uyum sağlayacak şekilde önceden hazırlanmış bir zeminde ölçülü bir tepki öngörmektedir.10 Ayrıca koşullar, hedef, maliyet, zaman ve etkinlik sert ve yumuşak güç optimalinin belirlenmesine etki etmektedir. Uzmanlar sert gücün gerekliliğini vurgulayarak, bunun bir ülkenin yumuşak gücünün de garantisi olacağını belirtmekte ve akıllı güç kullanımına dikkat çekmektedir. Yumuşak Güç Zaman ve mekana, uluslararası sitemin yapısındaki ve kurallardaki gelişime uygun olarak gücün anlamında da önemli değişimler yaşanmıştır. Geçmişte ve Soğuk Savaş sürecinde askeri güç ve yetenekler, en etkin güç olarak kabul edilirken, içinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağında bu etkinlik kamuoyunu yönlendirebilme, ikna ve pazarlık yeteneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yumuşak güç kavramını literatüre kazandıran Nye’ye göre; küresel sistemin çok kutuplu yapısı, uluslararası örgütler ve medyanın artan etkisi sonucu askeri kapasite geri planda kalmıştır. Asimetrik savaş yöntemlerinin üretilmesi ve klasik orduların etkinliğinin azalması sonucu çağımızda sert/kaba gücün önemini azaltmıştır.11 10 Joseph Nye ve Richard Armitage, “A smarter, more secure America,” CSIS Commission on smart power, CSIS, (2007), 14. 11 Joseph Nye, “Soft Power,” Foreign Policy, no. 80. (1990): 153-71. 75 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Zorlama yerine işbirliğini öneren Nye, yumuşak gücü; “Eğer istediğim şeyi istemeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğim şeyi yapman için seni zorlamama gerek yoktur”12 şeklinde tanımlamıştır. Yumuşak güç, söz konusu devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde uygulayabilme kapasitesi demektir. İstenilen neticeleri elde etmek adına başkalarının güdülerini zorlamaktan ziyade onları cezbederek istediğini yaptırma kabiliyeti olan yumuşak güç; aktöre iliştirilmiş güç ve aktöre doğrudan bağlı olmayan güç kullanımı olarak ikiye ayrılır. Bir aktör onu cazibe merkezi haline getiren özellikleri ile doğrudan bir ülkenin kamuoyuna etki edebileceği gibi, uluslararası örgüt, kurum ve yapılar üzerinden de etki edebilir. Kurumsal çerçeve ve yapısal ilişkiler güç dengelerini değiştirebilir.13 Yumuşak gücün kullanımında birçok unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlar asker sayısından ve yaptırım gücünden çok bir ülkenin ekonomik ve finansal kapasitesi, rekabet kabiliyeti, yaratıcı düşüncesi, insan kalitesi ve sosyal sermayesi, özgürlükleri, demokrasisi, refahı, tarihi birikimi, kültürel zenginliği, sanatı, sineması, mimarisi, müziği, eğitim sistemi, bilim ve teknoloji altyapısı, inovasyon kapasitesi, diplomatik becerisi ve kendini anlatabilme yeteneğinin toplamıdır. Bu unsurları bir araya getiren bir ülke, bir cazibe merkezi haline gelir. Takip edilen, konuşulan, “hikâyesine kulak kabartılan” bir ülke olur. Nye’nin geçmişte devletin medya ile kamuoyunu yönlendirebildiği; ama günümüzde bunun çift taraflı işlerlik kazandığını, kamuoyunun da devleti medya ile etkileyebileceğini belirtmektedir. Devletlerin yumuşak güç uygulamasında kamuoyuna nüfuz edebilmek için kullandığı kamu diplomasisi; “devlettenhalka” ve “halktan-halka” iletişim olmak üzere iki ana çerçevede toplanmak- 12 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu (İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2003), 10-11. 13 Robert W. Cox, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory,” Neorealism and Its Critics içinde, Der. Robert Keohane, (New York: Colombia University Press, 1986), 219. 76 Yumuşak Güç Savaşları tadır.14 Devlet-halk eksenindeki faaliyetler; devletin, izlediği politikaları, yaptığı faaliyetleri ve açılımları, resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil toplum örgütlerinin kullanılması esastır. Yumuşak Güç Savaşları Soğuk Savaş döneminde askeri güç ve ekonomik güç kapasiteleri ön plana çıkmış ve bu kapasiteyi etkin olarak kullanan Batı Bloğu, Doğu Bloğu’nu pes ettirmişti. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, küreselleşme sonrası oluşan karşılıklı bağımlılık, iletişim yeteneklerindeki devrim niteliğinde yaşanan gelişmeler, sivil toplumun ve devlet dışı aktörlerin etkinliğinin artması uluslararası sistemde büyük çaplı değişimlere neden olmuştur. Küresel ve bölgesel örgütlerin girişimleri ve uluslararası hukukta meydana gelen gelişmeler savaşı ve sert güç kullanımını büyük ölçüde sınırlamıştır. Küresel güçlerin ulusal çıkarlarını elde etmek için alçak yoğunluklu çatışmalar kapsamında terörü bir araç olarak kullanma durumu, 11 Eylül 2001’de terörün kendilerini de vurmasından sonra ortadan kalkmıştır. Uluslararası terör lanetlenmiş ve teröre destek veren devletler hedef haline getirilmiştir. Bu durum küresel güçlerin barış ortamında da küresel ve bölgesel sistemleri kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmek ve ülkeleri yönlendirebilmek maksadıyla yumuşak gücün kullanımını esas alan stratejiler15 geliştirmesine neden olmuştur. Bu stratejilerde yumuşak güç doğrudan ülkeleri yönlendirebilecek şekilde kullanılabileceği gibi; karşı tarafın direnmesi durumunda onun yumuşak gücüne darbe vurulması, yok edilmesi veya zayıflatılması maksadıyla da kullanılabilir. Böylesine bir durum yumuşak güç savaşlarını gündeme getirir. 14 İbrahim Kalın, “Türk dış politikası ve kamu diplomasisi,” Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, (Erişim Tarihi: 13 Eylül 2013). http://www.kdk.gov.tr/sag/turk-dispolitikasi-ve-kamu-diplomasisi/20. 15 John Arquilla ve David Ronfeldt, The Emergence of Noopolitik: Toward an American Information Society (Santa Monica CA: Rand Corporation, 1999), 30-31. 77 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Yumuşak güç savaşları çıkarları çelişen ülkelerin birbirlerinin yumuşak güçlerini yok etmek, zayıflatmak için kendi yumuşak güçlerini kullandıkları bir mücadeledir. Yumuşak güç savaşları bir ülkenin yumuşak gücünün hızlı bir gelişme göstererek küresel ve bölgesel güçlerin çıkarlarını tehdit etmesi durumunda da meydana gelebilir. Hele hele yumuşak gücü hızlı bir şekilde gelişen ülkenin politikaları küresel ve bölgesel güçleri hedef almaya veya yumuşak gücüne zarar vermeye başlarsa yumuşak güç savaşlarının çıkması kaçınılmaz olur. Hatta bu gelişme farklı devletleri tehdit ettiğinde bu devletler bir ittifak oluşturarak veya bir ittifak oluşturmadan ayrı ayrı, yumuşak gücü hızlı bir şekilde gelişen ülkeye karşı savaş açabilirler ve bu savaşı aynı anda uygulayabilirler. Bu savaşlarda karşı tarafın etkili olan yumuşak güç unsurları hedef alınmaktadır. Bu unsurlar içinde siyasi liderler, partiler, sivil toplum örgütleri, değerler, ideolojiler, tarihsel derinlik, kültürel yapı, insan kapasitesi, ekonomik gelişme, finansal sistemler, yaratıcı düşünce yeteneği ve o ülkeyi cazibe merkezi haline getiren diğer yetenek ve kabiliyetler bulunmaktadır. Ayrıca yumuşak gücün gelişmesine katkı sağlayan bölgesel ve uluslararası sistemin mevcut durumu da hedef alınabilir. Bu hedeflere yönelik stratejiler birbirleri ile uyumlu ve koordineli bir şekilde uygulanır. Gerektiğinde sıcak bir çatışmaya neden olmayacak şekilde, sert gücün yumuşak güce olumlu etkisinden de faydalanılabilir. Yumuşak güç savaşlarında belirlenen hedeflere yönelik şiddet içermeyen mücadele yöntemi esas alınır. Küreselleşme ve bilgi teknolojilerinden istifade edilerek uluslararası kamuoyu ve hedef ülke kamuoyları şekillendirilir. Ülke içindeki parçalanmış yapıdan ve kutuplaşmadan azami istifade edilir. Şiddet içermeyen mücadele karmaşık ve şiddetten daha farklı bir mücadele aracıdır. Mücadele toplum ve kurumlar tarafından psikolojik, sosyal, ekonomik ve siyasi araçların kullanılması yoluyla gerçekleştirilir. Bunlar protestolar, grevler, direniş, boykot, itaatsizlik ve insan gücüdür. Bütün yönetimler ihtiyaç duydukları gücü toplumdan, kurumların işbirliğinden, boyun eğme ve itaat algısından almaktadırlar. Şiddetin aksine siyasi direniş, bu tür güç kaynaklarını kesmek için eşsiz bir öneme sahiptir. Siyasi direniş süresince şiddetten uzak durmak esas olmasına rağmen zaman zaman şiddet içeren mücadele yöntemi 78 Yumuşak Güç Savaşları de benimsenebilir.16 Her iki teknik de mücadele içermesine karşın, bunu çok farklı araçlarla ve farklı sonuçlarla gerçekleştirirler. Geçmişteki güdümlü siyasi direniş kampanyaları, grev ve kitlesel gösteriler gibi sadece bir veya iki yönteme dayanmaktaydı. Günümüzde direnişi gerektiği şekilde yoğunlaştırmak ve yaygınlaştırmak maksadıyla iki yüzden fazla şiddet içermeyen eylem türü bulunmaktadır. Bu yöntemler üç geniş kategoride sınıflandırılabilir: Birinci kategoride protesto, ikna, direniş ve müdahaleler yer almaktadır. Bu kategoride barışçı protesto ve ikna yürüyüşleri, büyük meydanların işgali, oturma ve duran adam eylemleri, marşlar ve gece nöbetleri gibi sembolik gösteriler yer almaktadır. İkinci kategoride sivil itaatsizlik yöntemleri bulunmaktadır ve bu yöntemler sosyal, ekonomik ve politik olarak üç başlık altında toplanabilir. Bu kapsamda sosyal itaatsizlik yöntemlerine başvurulabileceği gibi, boykotları ve grevleri de içeren ekonomik itaatsizlik yöntemlerine veya politik itaatsizlik uygulamalarına başvurulabilir. Üçüncü kategori içinde hızlı ve barışçıl işgal, paralel hükümet gibi psikolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik, politik yöntemlerle barışçıl müdahaleler yer almaktadır.17 Eğitimli siviller tarafından oluşturulacak akılcı strateji ve uygun taktiklerle bu yöntemlerin geniş ölçekli, yaygın ve ısrarlı olarak uygulanması ülke yönetimleri için ciddi problemler oluşturur. Siyasi liderlerin toplumda rahatsızlık yaratan davranış kalıpları ve uygulamaları liderin hassasiyetleri olarak değerlendirilir ve istismar edilmeye çalışılır. Bilgi teknolojileri ve medya etkin şekilde kullanılarak liderlerin diktatör olarak algılanması için imajlar ve propagandalar yaygın bir şekilde gerçekleştirilir. Özgürlük adına gerçekleştirilen eylemler ve direnişler ile liderin karizması ve otoritesi aşındırılır. Direnişler toplumda hassasiyet yaratan politika ve uygulamalara karşı da uygulanabilir. Bu sayede farklı özelliklere sahip geniş halk kitlelerinin katılımı ile direnişler yaygınlaştırılabilir. Belirlenen strateji kapsamında iş yavaşlatma ve durdurma eylemleri bazen gizlice uygulanabilir. Bazen açık isyan, 16 Gene Sharp, Diktatörlükten Demokrasiye (Boston: The Albert Einstein Institution, 2010), 38-39. 17 Gene Sharp, A.g.e., 39. 79 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm itaatsizlik ve grevler şeklinde de görünür bir hal alabilir. Şiddet içermeyen direnişlerde ülke yönetiminin meşruiyetini kabul etmeme ve itaatsizlik propagandası önem arz etmektedir. Eğer yönetimler ekonomik baskılara açıksa veya kendisine yönelik toplumsal şikayetler çoğunlukla ekonomik nitelikteyse, o zaman boykot ve grev gibi ekonomik eylemler uygun direniş yöntemleri olabilir. Yönetimlerin ekonomik sistemi sömürmeye yönelik olarak gösterilen çabaları genel grev, iş yavaşlatma ve yardım esirgeme yöntemleriyle istismar edilebilir. Çeşitli grev türlerinin seçici şekilde kullanılması yöntemi imalat, taşımacılık, ham maddelerin tedariki ve ürünlerin dağıtımı gibi kritik noktalarda uygulanabilir.18 Şiddet içermeyen bazı mücadele yöntemleri broşür dağıtma, gizlice basın faaliyetleri yürütme, açlık grevine gitme ve sokaklarda oturma eylemi yapma gibi insanların normal hayatlarıyla bağlantılı olmayan eylemlere başvurulmasını gerektirebilir. Örneğin insanlar greve gitmek yerine işlerine giderler fakat alışılmıştan daha yavaş ya da verimsiz şekilde çalışırlar. Hatalar bilerek daha sık yapılmış olabilir. Şiddet içermeyen mücadelenin başarısı etkili bir strateji ile ayrıntılı planlamaya bağlıdır. Ancak başarının temel anahtarı disiplindir. Bir devletin yumuşak gücü ve liderinin cazibesi, bölgedeki ülkelerin liderlerini ve halklarını etkileyebilecek bir duruma gelmesi durumunda, bu ülkelerdeki liderlere ve halklara yönelik de yumuşak güç savaşları yürütülebilir. Yumuşak gücü gelişen ülkenin etkinliğini sınırlamak amacıyla bölgedeki gelişmeler yeniden şekillendirilebilir. Eğer ülkenin yumuşak gücünün kaynağı bir ideoloji veya inanç sistemiyse, bu değerleri aşındırmaya ve toplumun bu değerlere yönelik bağlılığını azaltmaya yönelik propaganda ve eylemlere ağırlık verilebilir. Yumuşak Güç Savaşlarının Özellikleri Tarım ve sanayi devrimlerinden sonra 20. yüzyılın sonunda başlayan ve halen devam eden iletişim ve bilgi devrimi siyasi, güvenlik, ekonomi, kültür 18 Gene Sharp, A.g.e.,39. 80 Yumuşak Güç Savaşları ve kimlik alanlarında önemli değişimlere neden olmaktadır. İletişim ve bilgi devrimi kapsamında yaşanan küreselleşme bölgesel ve yerel kültürleri evrensel bir tek kültüre doğru yönlendirirken, aynı zamanda homojenleşmeye tepki olarak yerel kültürlerin, etnik ve dinsel öğelerin ön plana çıkmasını da sağlamaktadır. Özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi ve refah gibi değerler küresel kültürleri etkilemektedir. Buna paralel olarak gelişen etnik ve dinsel kimliklerin özgürce yaşama beklentisi, bu kimliklerin siyasal taleplerini de artırmaktadır. Günümüzde farklı düşünce ve çıkar gurupları kendi düşüncelerini yaymak ve çıkarlarını elde etmek için örgütlenmektedir. Sivil toplum kuruluşları kamuoyu oluşturmak suretiyle bireylerin taleplerinin dile getirilmesine ve dikkate alınmasına yardımcı olmaktadır. Sivil toplum kuruluşları devlet iktidarını kontrol altında tutma, halkın yönetime katılım düzeyini yükseltme, demokratik anlayışı geliştirme, bilgiyi toplumun geniş kesimlerine yayma, yeni fikirlerin geliştirilerek yayılmasını sağlama, siyasal sistemin halka karşı sorumluluğunu artırma, siyasal kültürü geliştirme gibi özelliklere sahiptir. Devlete bağlı olmadan gönüllülük esasına dayalı olarak, ortak bir amaç doğrultusunda kurulan sivil toplum kuruluşları halkın katılımının en üst seviyede sağlandığı kuruluşlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda halk yalnızca seçimlerde oy verme işlevini yerine getiren seçmen kimliğinden uzaklaşarak, sivil toplumun bir üyesi olması dolayısıyla aktif bir vatandaş kimliği kazanmaktadır. Yani vatandaşlar sivil toplum faaliyetlerine katılarak siyasal mekanizmayı yönlendirme işlevi sayesinde yönetimde bir şekilde rol almış olmaktadır. Sivil toplum örgütleri yaşanan iletişim ve bilgi devrimi sayesinde sadece ülke içinde değil uluslararası düzeyde de örgütlenmekte ve etkilerini hem arttırmakta, hem de genişletmektedir. Etnik ve dinsel kimlikler ile sivil toplum örgütleri hükümetlerin dışında siyasal güçler olarak devlet yönetiminde alınan kararları, politikaları ve uygulamaları etkilemektedirler. Bu durum devlet otoritesini zayıflatmakta ve ülke içinde parçalanmış yapılar oluşturmaktadır. Yumuşak güç savaşlarında iktidar ve muhalefet arasındaki farklılıklar istismar edilebileceği gibi, sivil toplum ör- 81 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm gütlerinin oluşturduğu parçalanmış yapılar da istismar edilebilir. Parçalanmış yapılar arasında kutuplaşmalar ve düşmanlıklar oluşturularak çatışma zeminleri oluşturulabilir. Siyasi iktidarların halkın belirli kesimlerinin taleplerini yeterince dikkate almaması, o kesimleri ötekileştirmesi, hor görmesi ve tepkileri sadece güç kullanarak engellemeye çalışması yumuşak güç savaşları için bulunmaz fırsatlar yaratmaktadır. Güç kullanımı özgürlüklere vurulmuş bir darbe olarak gösterilir, kutuplaşma, düşmanlık ve çatışma ortamı derinleştirilerek yaygınlaştırılmaya çalışılır. Hedef hükümetin yönetebilme kabiliyetinin aşındırılması, istikrar ve güvenlik ortamının ortadan kaldırılması ve devletin yumuşak gücünün zayıflatılmasıdır. Siyasi liderin karakteri detaylı olarak incelenerek istismar edilebilecek özellikleri tespit edilir. Halk içinde belirli kesimlerin inanç, görüş ve çıkar odağı olma noktasına gelen liderler eğer bu kesimlerin dışındaki kesimlerle iletişimi keser, beklentilerini dikkate almazsa ve otoriter yaklaşımı benimserse diktatör olarak gösterilir. Diktatör algısı yerleştirilerek mücadelenin meşruiyeti sağlanır. Devlet kurumları ve yöneticilerin siyasi liderin emirlerini dinlenmemesi yönünde çağrılarda bulunulur. Bu girişimlerle devlet hiyerarşisinde itaatsizlik algısı oluşturularak yönetim felç edilmeye çalışılır. Oluşturulan siyasi ortamda farklılıklar ötekileşmeye, ötekileştirmeler kutuplaşmalara ve kutuplaşmalar düşmanlıklara dönüştürülür. Uzlaşma ve işbirliği arayışları dikkate alınmaz. Devletin ve halkın ortak menfaatleri siyasal çatışmalara, kargaşaya ve kaosa feda edilir. Herkesin kaybettiği böyle bir ortamda devletin yumuşak gücü zayıflar ve etkinliği azalır. Sonuçta devlet, muhalefet, toplum ve kişiler kaybeder. Rakipler kazanır ve çıkarlarını elde etmeye devam eder. Yumuşak Güç Savaşlarında Başarı Prensipleri Yumuşak güç savaşlarında başarılı olmak için uygulaması gereken bazı prensipler vardır. İlk olarak yumuşak güç olduğundan büyük gösterilmemeli, gücün gelişimi sürecinde bölge ile ilgilenen diğer güçleri rahatsız edecek 82 Yumuşak Güç Savaşları açıklamalardan kaçınılmalıdır. Gücün olduğundan büyük gösterilmesi rekabet içinde bulunulan diğer güçler tarafından hedef haline getirilmesine neden olabilir. Bu güçler kendi çıkarları aleyhine gelişen yumuşak gücün etkilerini azaltmak için yumuşak güç savaşlarına başvurabilir. Henüz gelişme sürecinde böyle bir savaşa giren devletin yumuşak gücü ülke içindeki hassasiyetler istismar edilerek zayıflatılır. Küresel ve bölgesel güçlerle iyi ilişkiler geliştirilmeli, hayati bir konu olmadıkça çatışma yaratacak gerilimlerden uzak durulmalıdır. Güç geliştirme stratejilerinin tamamında barış ve istikrar ortamının gerekliliği çarpıcı şekilde vurgulanmaktadır. Bu nedenle yumuşak gücün gelişim aşamasında işbirliği süreçlerine önem verilmeli, çatışma ve gerilimlerden kaçınılmalı, ortaya çıkan sorunlar diyalog ve müzakerelerle çözülmeye çalışılmalıdır. Ülke içindeki hassasiyetlerin istismarını engellemek için çoğulcu demokrasi ve yönetişim prensiplerine uyulmalıdır. Demokrasinin gelişim sürecinde, devlet yönetiminde çoğunluğun kararlarının mutlak olması, azınlık haklarını kısıtlayabileceği kaygısı çoğulcu demokrasiyi ortaya çıkarmıştır. Çoğulcu demokrasi anlayışında çoğunluğun yönetme hakkı bulunmasına rağmen çoğunluğun sınırsız yetkilere sahip olduğu söylenemez. Temel insan haklarına saygı, insan onurunun korunması, azınlıkta veya muhalefette olanların beklentilerinin karşılanmaya çalışılması, farklı düşüncelerin serbestçe hiçbir baskıyla karşılaşmadan söylenebilmesi çoğulcu demokrasi için şarttır. Çoğulcu demokrasilerde özgürlük herkesin yönetime serbestçe katılımını sağlarken, eşitlik de insanların her türlü farklılığına rağmen, insan onurunun korunması gereğinden dolayı, eşit bir şekilde bu yönetime katılabilmesi anlamına gelmektedir.19 Çoğulcu demokrasilerde bireysel, kültürel ve sosyal haklar korunur ve genişletilir; farklı kültürel kimlikler arası ilişkilerde ötekileşme yerine eleştirel anlama ve diyalog temelli tartışma ortamı oluşturulur;20 19 Bülent Yavuz, “Çoğulcu Demokrasi Anlayışı ve İnsan Hakları,” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı 1-2 (2009): 299. 20 Fuat Keyman, “Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme,” Türkiye’nin Vizyonu Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri içinde, Der. Atilla Sandıklı, (İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2008), 128. 83 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm toplumsal sorunların çözümü ve taleplere karşı şiddet ve baskı yerine demokratik müzakere yöntemi etkin olarak kullanılır. Yönetişim kavramı ise hükümet otoritesine ve gücüne dayalı yönetim anlayışından, hiyerarşik yapıdaki bir yönetim olgusundan farklı yeni bir süreci ve toplumun yönetimine ilişkin yeni bir modeli anlatmaktadır. Böyle bir model içinde aktörlerin ve birimlerin tek taraflı yönlendirmeleri ve etkileri değil, bir etkileşim süreci içinde gerçekleşen interaktif ilişkiler söz konusudur. Sadece hükümet birimlerinin ve görevlilerinin değil, aynı zamanda hükümet dışı örgütlerin, sivil toplum örgütlerinin, bilim adamlarının, uzmanların ve vatandaşların katılımı söz konusudur.21 Yönetişim yaklaşımından hareketle yapılan analizlerde; özellikle hükümettoplum etkileşimi üzerinde durulmakta; devlet ile devlet-dışı alan arasında işbirliğinin, kamu ile sivil toplum örgütleri arasında ilişkilerin geliştirilmesinin, çok kutuplu karar alma mekanizmalarının yaygınlaştırılmasının önemi belirtilmektedir. Devlet, doğrudan doğruya yönetme pozisyonundaki egemen aktör niteliğine sahip olmaksızın, karşılıklı bağımlılık konumunda bulunan aktörler arası etkileşimlerin çoğalması yoluyla, gerek hükümet çerçevesinden, gerekse toplumsal tabandan gelen örgütler arası ilişki ağlarının bir koleksiyonu ya da toplamı olmaya başlamaktadır. Bu olguyu dile getirmek üzere de; birlikte düzenleme, birlikte üretme ve birlikte yönetim gibi deyimler kullanılmaktadır.22 Çoğulculuk ve yönetişimin temel ilkeleri olan hukukun üstünlüğü, katılımcılık, şeffaflık, eşitlik, etkinlik, hesap verebilirlik sayesinde önemli güç merkezleri arasında uzlaşma sağlanarak toplumsal gerilimlerin çıkması önlenebilir. Çıkan gerilimler kutuplaşmaya ve karşılıklı düşmanlıklara varmadan yatıştırılabilir. Toplumda barış, istikrar ve güven ortamı hakim olacağından yumuşak güç savaşlarında parçalanmış yapıların hassasiyetinin istismar edilmesi engellenebilir. 21 Mehmet Yüksel, Yönetişim (Govenance) Kavramı Üzerine, http://www.ankarabarosu. org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2000-3/5.pdf, 145. 22 Mehmet Yüksel, A.g.e., 146.; Jean Pierre Gaudin, “Modern Governance, Yesterday and Today: Some Clarifications to be Gained from French Governance Policies,” International Social Sicience Journal, No. 155, (1998): 48. 84 Yumuşak Güç Savaşları Yumuşak güç savaşlarında klasik güvenlik uygulamaları olayları daha da büyütebilir. Bir parkın veya meydanın işgal edilmesine ve trafiğin engellenmesine yönelik eylemler aslında güvenlik güçlerini sert müdahaleye zorlamak için yapılan girişimler olabilir. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi, müdahale sırasında meydana gelecek yaralanma ve ölümler sosyal medyada abartılı bir şekilde işlenir. Toplumdaki hassasiyetler istismar edilerek ve olaylarda kahramanlar yaratılarak eylemlere desteğin artırılması ve geniş kitlelerin eylemlere katılması sağlanabilir. Açıklanan nedenlerle sosyal medya kullanılarak hızlı bir şekilde organize olan ve sayıları bir anda on binlere, yüz binlere ulaşan eylemcilere, bu duruma gelmeden önce her aşamada tedbirler alınmalıdır. Öncelikle sosyal medya yakından takip edilerek eylemlerin başlangıcını oluşturan ajitasyon ve abartılı haberlere yine sosyal medya kullanılarak açık, şeffaf doğru ve katılımcı girişimlerle karşılık verilmelidir. Eylemcilerin amaçları ve beklentileri dikkate alınarak, eğitimli ve tecrübeli uzman personel tarafından, eyleme katılan gruplara yönelik olarak ikna çalışmaları yürütülmelidir. Yumuşak güç savaşlarında alınacak güvenlik tedbirlerindeki hassasiyetler dikkate alındığında, güvenlik güçlerinin teşkilatlarının ve eğitimlerinin büyük önem arz ettiği görülmektedir. Güvenlik güçleri bu tip eylemleri yapan grupların özellikleri, kuvvetli ve zayıf tarafları, güvenlik tedbirlerinde uygulanacak yöntemlerin sertlik derecelerinin karşı tepkilere etkisi ve eylemcileri ikna yöntemleri konusunda etkili bir eğitimden geçirilmelidir. Güvenlik güçleri arasında eylemcilere hitap edebilecek, onlarla etkili olarak etkileşim kurabilecek ve onlara güven vererek eylemlerden vazgeçirebilecek özel uzmanlar bulunmalıdır. Bu uzmanların yetiştirilmesi ve deneyim kazanması güvenlik tedbirlerinin etkinliği için gereklidir. Ayrıca güvenlik güçlerinin aşırı yorulmasının duygusal tepkileri ön plana çıkarabileceği ve sertliği arttırabileceği dikkate alınmalıdır. Operasyonlara katılan güvenlik güçlerinin psikolojilerinin dengeli ve mutedil durumda olmasının sürekliliğini sağlayabilmek için toplu terapi uygulanmalıdır. Güvenlik personelinin psikolojik yapıları devamlı izlenmeli özel olarak ilgilenilmesi 85 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm gereken personel operasyonlara götürülmemeli ve bu personelin terapisi yakından takip edilmelidir. Soğukkanlı, sağduyulu ve akılcı davranış gösteremeyen personel bu tip görevlerde kullanılmamalıdır. Sonuç Güç belirli hedeflerin elde edilmesini sağlamak için diğerlerinin davranışlarını etkileme yeteneğine denmektedir. Diğerlerinin davranışlarını etkilemenin birçok yöntemi vardır. Niccolo Machiavelli’nin belirttiği gibi onları korkutabilir ve zorlayabilirsin. Para veya belirli çıkarlar elde etmesini sağlayarak kandırabilirsin. Daha farklı bir yöntem seçerek onların sana olan hayranlığını kullanarak istediğini istemeni sağlayabilirsin. Yani İstediklerini elde etmek için askeri ve ekonomik kapasitenin oluşturduğu sert gücü veya yumuşak gücü seçebilirsin. Nükleer yetenekler ve konvansiyonel silahların tahrip güçlerinin aşırı derecede artması, iletişim ve bilgi teknolojilerindeki gelişmeler ve demokrasilerdeki sosyal değişimler askeri güç kullanımını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle uluslararası ilişkilerde yumuşak güç kullanımı ön plana çıkmaktadır. Belirlenen hedeflerin elde edilmesi için yumuşak güçlerin kullanımının her geçen gün arttığı bir ortamda, çıkar çatışmaları olan aktörler arasında farklı bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Sert gücün ön plana çıktığı savaş uygulamalarından yumuşak güç savaş yöntemlerinin ve asimetrik yapıların kullanıldığı postmodern savaşlara bir evrilme söz konusudur. Yumuşak güç savaşları barış dönemlerinde de uygulanabilir ve maliyeti sert gücün kullanıldığı savaşlara göre çok daha düşüktür. Çıkarları çelişen aktörlerin birbirlerinin yumuşak güçlerini yok etmek veya zayıflatmak için kendi yumuşak güçlerini kullandıkları mücadelelere yumuşak güç savaşları denmektedir. Özellikle bir aktörün yumuşak gücü diğer aktörlerin aleyhine hızlı bir şekilde gelişme gösterirse ve o aktörün söylemleri diğer aktörlerin çıkarlarını hedef almaya başlarsa yumuşak güç savaşlarının çıkması kaçınılmaz olur. Hatta çıkarları zarar gören aktörler bir ittifak oluşturarak veya ittifak oluşturmadan ortak hedefler doğrultusunda hareket edebilirler. 86 Yumuşak Güç Savaşları Yumuşak güç savaşlarında karşı tarafın siyasi liderleri, örgütleri, değerleri, ideolojileri, kültürel yapısı, insan kapasitesi, ekonomik ve finansal sistemleri, yaratıcı düşünce yeteneği ve o ülkeyi cazibe merkezi haline getiren diğer yetenek ve kabiliyetleri hedef olarak alınabilir. Ayrıca aktörün yumuşak gücünün gelişmesine katkı sağlayan konjonktürel koşullara ve gelişmelere de müdahale edilebilir. Gerektiğinde belirli sınırlamalar ile sert gücün yumuşak güce olumlu etkisinden de faydalanılabilir. Sonuç olarak Soğuk Savaş sonrasında yaşanan devrimleri, halk ayaklanmalarını, darbeleri ve eylemleri tanımlayabilmek, anlamlandırabilmek, açıklayabilmek ve muhtemel gelişmeleri öngörerek gerekli güvenlik önlemlerini alabilmek için yumuşak güç savaşlarını, hedeflerini ve yöntemlerini araştırmamız gerekmektedir. Bu kapsamda Türkiye’de yaşanmakta olan gezi olayları sürecinin, Mısır’daki darbenin, Tunus’ta yaşanmakta olan gelişmelerin ve Suriye’deki iç savaşın bu kadar uzun sürmesinin nedenlerinin incelenmesi ve değerlendirilmesi faydalı olacaktır. 87 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça Arquilla, John ve David Rondfelt. Swarming and the Future of Conflict. Rand Corporation, 2000. Arquilla, John ve David Rondfelt. The Emergence of Neopolitik. Toward an American Information Society. Santa Monica CA: Rand Corporation, 1999. Buzan, Barry. “New Patterns of Global Security in the Twenty First Century.” International Affairs 67, 3 (1991): 431-451. Carr, Edward. Twenty Years’ Crisis, 1919-1939: An Introduction to the Study of International Relations. New York: Perennial, 1981. Creveld, Martin Van. The Rise and Decline of the State. Cambridge: Cambridge Press, 1999. Çavuş, Tuba. “Dış Politika’da Yumuşak Güç Kavramı ve Türkiye’nin Yumuşak Güç Kullanımı.” Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 2 (2012): 23-37. Dahl, Robert. “The Concept of Power.” Behavioral Sciences, 2, (1957): 201-215. Ete Hatem ve Coşkun Taşkın. Kurgu ile Gerçeklik Arasında: Gezi Eylemleri. İstanbul: SETAV, 2013. Fazlı, Mert ve diğerleri. “Provokatörlere suçüstü.” Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.zaman.com.tr/gundem_provokatorlere-sucustu_2097555. html. Gaudin, Jean Pierre. “Modern Governance, Yesterday and Today: Some Clarifications to be Gained from French Governance Policies.” International Social Sicience Journal, 155, (1998): 47-56. Holsti, Kalevi J. “The Concept of Power in the Study of International Relations.” Background, 7, 4, (1964): 179-194. 88 Yumuşak Güç Savaşları Kalın, İbrahim. “Türk dış politikası ve kamu diplomasisi.” Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.kdk.gov.tr/sag/ turk-dis-politikasi-ve-kamu-diplomasisi/20. Kardaş, Tuncay ve Ramazan Erdağ. “Bir Dış Politika Aracı Olarak TİKA.” Akademik İncelemeler Dergisi 7, 1, (2012): 167-194. Keohane, Robert ve Joseph Nye. Power and Interdependence. New York: Longman, 2001. Keohane, Robert. (Der.), Neorealism and Its Critics. New York: Colombia University Press, 1986. Lind, William S. ve diğerleri, “The Changing Face of War: Into the Fourth Generation.” Marine Corps Gazette, 1989. Morgenthau, Hans. Politics Among Nations. The Struggle for Power and Peace. New York: Alfred A. Knoff. Inc., 1985. Nye, Joseph ve Richard Armitage. “A smarter, more secure America.” CSIS Commission on smart power, CSIS, 2007. Nye, Joseph. Amerikan Gücünün Paradoksu. İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2003. Nye, Joseph. “Soft Power.” Foreign Policy 80, (1990): 153-171. Nye, Joseph. “The Changing Nature of World Power.” Political Science Quarterly, 105/2 (1990): 177-192. Nye, Joseph. Dünya Siyasetinde Başarının Yolu Yumuşak Güç. çev. Rayhan İnan Aydın, Ankara: Elips Kitap, 2005. Sandıklı, Atilla. “Yumuşak Güç Savaşları ve Gezi Parkı Olayları.” Dernekler 25, (2013): 35-36. 89 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Sandıklı, Atilla ve Erdem Kaya. “Gezi Parkı Olayları: Çıkarılması Gereken Dersler.” Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz, 24 Haziran 2013, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article& id=2442:gezi-park-olaylar-ckarlmas-gereken-dersler&catid=122:analizlerguvenlik&Itemid=147. Sandıklı, Atilla. “Yumuşak Güç Savaşları.” Kocaeli Üniversitesi Uluslararası Güvenlik Kongresi, Kocaeli, 8-9 Ekim 2013 Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article& id=2474:2013-10-10-11-02-27&catid=133:sunular-sunular&Itemid=225. Sartre, Jean Paul. Çağımızın Gerçekleri. İstanbul: Çan Yayınları, 1973. Sharp, Gene. Diktatörlükten Demokrasiye. Boston: The Albert Einstein Institution, 2010. Toffler, Alvin. War and Anti-war: Survival at the dawn of the 21st Century. Boston: Little Brown and Company, 1993. Türk, Gökhan. “Davos Krizi ve Ortadoğu’ya Yansımaları.” BİLGESAM Analiz, 20 Şubat 2009, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.bilgesam.org/ tr/index.php?option=com_content&view=article&id=284:davos-krizi-veortadoguya-yansimalari&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150. Waltz, Kenneth. “Realist Thought and Neorealist Theory.” Journal of International Affairs, 44/1,(1990): 21-37. Waltz, Kenneth. Theory of International Relations. New York: Waveland Press, Inc., 1979. Yavuz, Bülent. “Çoğulcu Demokrasi Anlayışı ve İnsan Hakları.” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi XIII, 1-2, (2009): 283-302. Yüksel, Mehmet. Yönetişim (Govenance) Kavramı Üzerine, http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2000-3/5.pdf. 90 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları TÜRKİYE’NİN YUMUŞAK GÜCÜNÜN KIRILMA NOKTASI: GEZİ OLAYLARI* Genellikle realist yaklaşımla özdeştirilen güç kavramı, gerçekte farklı şekillerde idealizm, Marksizm, feminizm ve eleştirel yaklaşımlarda da önemli bir yer tutmaktadır. Uluslararası ilişkiler sistemini yönetecek merkezi bir otorite ve yeterli hukuk kuralları bulunmadığından, her devlet kendi varlığını sürdürmek ve küresel sistemde yer edinmek için güvenlik ve güç arayışları içerisine girmektedir. Uluslararası ilişkiler tarihi bir bakıma güçlerin oluşumu, gelişimi, mücadelesi ve ilişkileri tarihidir. Uluslararası ilişkiler teorilerinde ve uluslararası analizlerde başvurulan en önemli temel kavram olmasına rağmen, gücün içeriği ve nasıl ölçülebileceği konusunda net bir mutabakat yoktur. Joseph Nye’e göre güç hava durumu gibidir; yani herkesin hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını anladığı bir kavramdır.1 Hans Morgenthau, uluslararası politikanın temel amacını güç arayışı ve güç mücadelesi ile özdeşleştirmektedir. Gücü; hem bir ilişki türü, hem uluslararası politikanın en temel amacı, hem de amacın gerçekleştirilmesi için bir araç olarak tanımlamıştır.2 Kalevi J. Holsti ise gücü bir ülkenin ödül, ceza, ikna ve zorlama gibi yöntemler kullanarak karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme ve yönlendirebilme kapasitesi olarak açıklamaktadır.3 Robert Dahl “The Concept of Power” adlı eserinde, güç kavramını bir aktörün * Bu bölüm daha önce Yeni Türkiye dergisinin Ocak-Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır. 1Joseph Nye, “The Changing Nature of World Power,” Political Science Quarterly 105/2, (1990): 177; Dünya Siyasetinde Başarının Yolu Yumuşak Güç, çev. Rayhan İnan Aydın, (Ankara: Elips Kitap, 2005), 11. 2 Hans Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace (New York: Alfred A. Knoff, INC., 1985), 127-64. 3 Kalevi. J. Holsti, “The Concept of Power in the Study of International Relations,” Background, Vol. 4 No.4, (1964): 179. 91 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm diğer bir aktöre normalde yapamayacağı bir şeyi yaptırabilme kapasitesi olarak tanımlamaktadır.4 Güç sayesinde A devleti B devletinin davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebileceği gibi; A devleti ulusal çıkarlarını korumak için C devletinden gelebilecek baskı, zorlama ve ikna uygulamalarını etkisiz bırakarak, C devletinin alanını daralttığında da güç kullanmış olur. Bu konuda Edward H. Carr, güç yönteminde caydırıcılık kavramını ön plana çıkarmıştır.5 Bu nedenle güç barış zamanında da caydırıcılık etkisiyle önemli katkılar sağlar. Savaş ancak caydırıcılığın başarısızlığa uğraması durumunda gündeme gelir ve son çare olarak başvurulması gereken güç uygulamasıdır. Kennet N. Waltz’a göre güç, karşılıklı bağımlılığa dayalı bir uluslararası sistemde diğer aktörlerden bağımsız karar alabilme ve onların kararlarından en az etkilenme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Bir aktöre daha fazla hareket serbestisi yaratan ilişki, kurum, önyargı ve uygulamalar onun gücünü oluşturur. Devletlerin amacı gücü maksimize etmek değil güvenliği sağlamaktır. Sahip olunan hareket serbestisi aynı zamanda güvenliği tehlikeye atmadan izlenebilecek olası politika yelpazesinin de genişlemesini ifade eder.6 Robert Keohane ve Nye’nin “kompleks karşılıklı bağımlılık” olarak tanımladıkları, çok sayıda devletin sosyal ve siyasal bağlarla birbirlerine bağlandığı bir uluslararası ortamda; zorlama, baskı ve savaş uygulamaları geri planda kalmaktadır. Kompleks bağımlılık teorisinde güç elde etmek için; sorunlar arasında bağlantı kurma, gündem belirleme, uluslar ve hükümetler ötesi ilişkiler geliştirme ve uluslararası örgütlerde söz sahibi olabilme kapasitelerine sahip olunması gerekir.7 Günümüzde aktörlerin hareket alanları karmaşık ilişki ve bağımlılık esasıyla sınırlanmakta, bir aktörün ulusal çıkarları bir 4 Robert Dahl, “The Concept of Power,” Behavioral Sciences, Vol. 2 No. 2, (1957): 201-03. 5 Edward H. Carr, Twenty Years’ Crisis, 1919-1939: An Introduction to the Study of International Relations (New York: Perennial, 1981), 109. 6 Kenneth Waltz, Theory of International Relations (New York, Waveland Press Inc., 1979) 195.; Kenneth Waltz, “Realist Thoughtand Neorealist Theory,” Journal of International Affairs, 44/1, (1990): 21-37. 7 Robert Keohane ve Joseph Nye, Power and Interdependence (New York: Longman, 2001), 196. 92 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları anda küresel sorun haline gelebilmekte ve askeri güç kullanımı devletleri zor duruma sokarken, sivil toplum örgütleri ve uluslararası örgütler devletlerin dış politikalarına müdahale edebilmektedir. Uluslararası örgütlerin yaygınlaşması, sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi, devlet dışı diğer aktörlerin etkinliğini artırması ve küresel medyanın gelişmesi, içinde bulunduğumuz dönemde “sert güç”, “yumuşak güç” ve “akıllı güç” tartışmalarını gündeme getirmiştir. Güç yaşanan döneme, var olan aktörlere ve mevcut olaylara göre bu üç kavram arasında geçişgenlik ve değişim gösterebilir. Bir ülke dünya siyasetinde istediği hedeflere ulaşmak için askeri müdahaleyi, baskı ve dayatmayı içeren sert gücü kullanabileceği gibi; o ülkenin değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen ülkelerin kendisini izlemesiyle ulaşacağı yumuşak gücü de kullanabilir. Akıllı güç ise sert güç ile birlikte yumuşak gücün etkin biçimde kombine edilmesini esas alır. Nye ile Richard L. Armitage gibi önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanları tarafından geliştirilen“akıllı güç” kavramı; sert ve yumuşak gücün sadece birleşmesinden oluşmamakta, gücün uygulanacağı aktörün davranışlarına uyum sağlayacak şekilde önceden hazırlanmış bir zeminde ölçülü bir tepki öngörmektedir.8 Ayrıca koşullar, hedef, maliyet, zaman ve etkinlik sert ve yumuşak güç optimalinin belirlenmesine etki etmektedir. Uzmanlar sert gücün gerekliliğini vurgulayarak, bunun bir ülkenin yumuşak gücünün de garantisi olacağını belirtmekte ve akıllı güç kullanımına dikkat çekmektedir. Bu makalede yumuşak güç kavramı açıklandıktan sonra Türkiye’nin yumuşak gücünün yükselişini sağlayan temel dinamikler açıklanacaktır. Gezi parkı olayları yumuşak güç savaşları kuramı çerçevesinde analiz edilerek, Türkiye’nin yumuşak gücünü nasıl etkilediği konusunda sonuçlara varılmaya çalışılacaktır. Türkiye’nin yumuşak gücünün sürdürülebilir kılınması için alınması gereken dersler çıkarılacak ve gelecekte benzer olayların yaşanmasını engellemek maksadıyla alınması geren tedbirler vurgulanacaktır. 8 Joseph Nye ve Richard Armitage, “A smarter, more secure America,” CSIS Commission on smart power, CSIS, (2007), 14. 93 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Yumuşak Güç Kavramı Zaman ve mekâna, uluslararası sitemin yapısındaki ve kurallardaki gelişime uygun olarak gücün anlamında da önemli değişimler yaşanmıştır. Geçmişte ve Soğuk Savaş sürecinde askeri güç ve yetenekler, en etkin güç olarak kabul edilirken, içinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağında bu etkinlik kamuoyunu yönlendirebilme, ikna ve pazarlık yeteneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yumuşak güç kavramını literatüre kazandıran Nye’ye göre; küresel sistemin çok kutuplu yapısı, uluslararası örgütler ve medyanın artan etkisi sonucu askeri kapasite geri planda kalmıştır. Asimetrik savaş yöntemlerinin üretilmesi ve klasik orduların etkinliğinin azalması sonucu çağımızda sert/ kaba gücün önemini azaltmıştır.9 Zorlama yerine işbirliğini öneren Nye, yumuşak gücü; “Eğer istediğim şeyi istemeni sağlayabilirsem, o zaman yapmak istediğim şeyi yapman için seni zorlamama gerek yoktur”10şeklinde tanımlamıştır. Yumuşak güç, söz konusu devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde uygulayabilme kapasitesi demektir. İstenilen neticeleri elde etmek adına başkalarının güdülerini zorlamaktan ziyade onları cezbederek istediğini yaptırma kabiliyeti olan yumuşak güç; aktöre iliştirilmiş güç ve aktöre doğrudan bağlı olmayan güç kullanımı olarak ikiye ayrılır. Bir aktör onu cazibe merkezi haline getiren özellikleri ile doğrudan bir ülkenin kamuoyuna etki edebileceği gibi, uluslararası örgüt, kurum ve yapılar üzerinden de etki edebilir. Kurumsal çerçeve ve yapısal ilişkiler güç dengelerini değiştirebilir.11 Yumuşak gücün kullanımında birçok unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlar asker sayısından ve yaptırım gücünden çok bir ülkenin ekonomik ve finansal 9 Joseph Nye, “Soft Power,” Foreign Policy, No. 80. (1990): 153-71. 10 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu (İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2003), 10-11. 11 Robert W. Cox, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory,” Neorealism and Its Critics içinde, Der. Robert Keohane, (New York: Colombia University Press, 1986), 219. 94 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları kapasitesi, rekabet kabiliyeti, yaratıcı düşüncesi, insan kalitesi ve sosyal sermayesi, özgürlükleri, demokrasisi, refahı, tarihi birikimi, kültürel zenginliği, sanatı, sineması, mimarisi, müziği, eğitim sistemi, bilim ve teknoloji altyapısı, inovasyon kapasitesi, diplomatik becerisi ve kendini anlatabilme yeteneğinin toplamıdır. Bu unsurları bir araya getiren bir ülke, bir cazibe merkezi haline gelir. Takip edilen, konuşulan, “hikâyesine kulak kabartılan” bir ülke olur. Nye’nin geçmişte devletin medya ile kamuoyunu yönlendirebildiği; ama günümüzde bunun çift taraflı işlerlik kazandığını, kamuoyunun da devleti medya ile etkileyebileceğini belirtmektedir. Devletlerin yumuşak güç uygulamasında kamuoyuna nüfuz edebilmek için kullandığı kamu diplomasisi; “devlettenhalka” ve “halktan-halka” iletişim olmak üzere iki ana çerçevede toplanmaktadır.12 Devlet-halk eksenindeki faaliyetler; devletin, izlediği politikaları, yaptığı faaliyetleri ve açılımları, resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil toplum örgütlerinin kullanılması esastır. Türkiye’nin Yumuşak Gücü Soğuk Savaş sonrasında Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da oluşan güç boşlukları ve ortaya çıkan fırsatlar nedeniyle Türkiye’nin jeopolitik önemi ve etkinliği artmıştır. Küreselleşmenin dinamikleri olan özgürlük, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi gibi kavramların bütün dünyaya yayılması, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında küreselleşme dinamiklerine sahip ılımlı İslam anlayışının ön plana çıkması Türkiye’nin anahtar rolünü ön plana çıkarmıştır. Türkiye’nin 1999 yılında AB’ne aday ülke olması, yapılan anayasal ve yasal reformlar sonrasında çağcıl devlet yapısında önemli gelişmeler yaşanması Türkiye’nin yumuşak gücünün dünyada ve özellikle bölgesinde hızla artma12 İbrahim Kalın, “Türk dış politikası ve kamu diplomasisi,” Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, (Erişim Tarihi 18 Şubat 2013). http://www.kdk.gov.tr/sag/turk-dispolitikasi-ve-kamu-diplomasisi/20. 95 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm sını sağlamıştır. 1999 ve 2001 krizlerinden sonra dibe vuran Türkiye ekonomisinin, yapılan yapısal ekonomik reformlarla çağcıl bir ekonomik yönetime sahip olması ve ekonomi alanında elde edilen başarılı sonuçlar Türkiye’nin cazibesini artırmıştır. 2002 yılında yapılan seçimler sonrasında Türkiye’de ılımlı İslam anlayışına sahip güçlü bir AK Parti iktidarı yönetimi devralmıştır. AK Parti AB kapsamında reformlara devam etmiş; özgürlük, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi alanlarında önemli adımlar atmıştır. Ilımlı İslam anlayışına sahip AK Parti yönetimindeki Türkiye’nin hem AB’ne aday ülke olması hem de İslam ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesi Türkiye’nin bölgesinde model ülke olarak algılanmasını sağlamıştır. Bazı İslam ülkeleri tarafından Batı’nın uşağı olarak görülen Türkiye’nin, ABD ile ilişkilerini riske atarak 2003 yılında Irak harekâtına iştirak etmemesi Türkiye’ye olan güveni hızla artırmıştır. Dış politikada altı prensibin başarılı ve etkili bir şekilde uygulanması Türkiye’ye olan ilgi ve hayranlığı üst seviyelere taşımıştır. Güvenlik ve özgürlük arasındaki denge, komşularla sıfır sorun, çok boyutlu dış politika, proaktif girişimler, yeni bir diplomatik stil ve ritmik diplomasi Türkiye’nin dış politikada güvenilirliğini ve etkinliğini artırmıştır. Bu özellikleriyle Türkiye Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’da ki çatışmalar ve anlaşmazlıklarda arabulucu rolü üslenmiştir. Uluslararası örgütlerle işbirliğini üst seviyelere taşıyan, barışı sağlama ve koruma görevlerine aktif olarak katılan Türkiye’nin küresel ve bölgesel barış ve istikrara katkıları saygınlıkla izlenmiştir.13 Başarılı çalışmalar hem Türkiye’nin tanınmasını sağlamış, hem de hikayesi hayranlıkla izlenen Türkiye’nin yumuşak gücünün etkinliğini artırmıştır. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta 29 Ocak 2009 günü düzenlenen Birleşmiş milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon, İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’in de katıldığı “Gazze: Ortadoğu’da Barış” panelinde İsrail’in yaptıkları yan13 Baskın Oran, “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi,” Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt III (2001-2012) içinde, Der. Baskın Oran, (İstanbul; İletişim Yayınları, 2013), 139. 96 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları lışları Şimon Peres’e yüksek bir ses tonu ile ifade etmesi, konuşmasının kısıtlanmasına tepki göstermesi, ‘’One Minute’’ diye yüksek sesle söz istemesi ve paneli terk etmesi İslam ülkelerinde lider olarak ön plana çıkmasına önemli katkı yapmıştır.14 2010’da İsrail Ordusunun abluka altındaki Gazze’ye yardım malzemeleri götüren Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda baskın düzenlemesi ve 9 kişinin hayatını kaybetmesi karşısında Türkiye’nin İsrail’e karşı sert politikalar uygulaması Başbakan Erdoğan’ın İslam ülkelerinin lideri olarak algılanmasını sağlamıştır. TİKA’nın Orta Asya, Kafkasya ve Balkanlarda başlattığı dış yardımlar Ortadoğu ve Afrika ülkelerine yaygınlaştırılmıştır. Pakistan, Haiti, Şili ve Japonya’daki depremlerden, Pakistan’daki selden ve Güney Asya’da tsunamiden etkilenen bölgelere yapılan yardım operasyonları, Türkiye’nin sahip olduğu insancıl değerleri ön plana taşımıştır. Türkiye’nin insancıl ve değerler üzerine geliştirdiği dış ilişkileri dünyadaki ve bölgedeki halkların gönlünde yer elde etmiş, devletten devlete olduğu gibi halktan halka da derin bağlar oluşturmuştur.15 Kültürel etkileşim faaliyetleri kapsamında kamu diplomasisine yönelik programlar, öğrenci değişimleri, turizm, eğitim, bilim gibi hususlarda kaydedilen gelişmeler, dünyayla olan işbirliği, bu anlamda gerçekleştirilen projeler, Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin ve kendisinin tanıtımına yönelik faaliyetler Türkiye’nin yumuşak gücüne önemli katkılar sağlamıştır. Başta Ortadoğu, Balkanlar ve Yakın Doğu’da Türk dizilerinin izlenme oranlarının artması ve Türk starların halkların gönlünü kazanması Türkiye’yi sadece devletler nezdinde değil aynı zamanda halklar arasında da hikâyesine ilgi gösterilen, özenilen bir ülke konumuna getirmiştir.16 14 Konu ile ilgili bir analiz için; Gökhan Türk, “Davos Krizi ve Ortadoğu’ya Yansımaları,” Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz, 20 Şubat 2009, (Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014). http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_con tent&view=article&id=284:davos-krizi-ve-ortadoguya-yansimalari&catid=77:ortadoguanalizler&Itemid=150 15 Tuncay Kardaş ve Ramazan Erdağ, “Bir Dış Politika Aracı Olarak TİKA,” Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt: 7 Sayı:1 (2012): 184. 16 Tuba Çavuş, “Dış Politika’da Yumuşak Güç Kavramı ve Türkiye’nin Yumuşak Güç 97 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Türkiye’nin Ortadoğu’daki sorunlarla ilgilenmesi ve aktif arabulucu dış politika sergilemesi, siyasi ve ekonomik dönüşümünün bir başarı olarak görülmesi ve kültürel etkisinin bir sonucu olarak bölgede çekiciliğinin artması Arap Baharı sürecinde halk ayaklanmalarında model ülke olarak algılanmasını sağlamıştır. Siyasi istikrar ve çağcıl devlet yapısındaki gelişmelere paralel olarak ekonominin hızla gelişmesi ve refahın artması, ABD ve AB ekonomik krizlerinden ekonominin çok az etkilenmesi, Türkiye’yi cazibe merkezi haline getirmiştir. Türkiye’nin hızla gelişen yumuşak gücü dünyada ve bölgesinde saygınlıkla takip edilmiş, bu sayede Türkiye çıkarlarını sert güce ihtiyaç göstermeden elde edebilme kabiliyetine sahip olmaya başlamıştır. Kırılma Noktası Gezi Olayları Türkiye’nin hızla gelişen yumuşak gücünün kırılma noktası Gezi Parkı olaylarıdır. Mayıs 2013’de Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Gezi Parkı’nda ağaçların yerinden sökülmesi ile başlayan eylemler, 15 Haziran’da parkın emniyet güçlerince tamamen boşaltılmasıyla hız kaybetmeye ve nitelik değiştirmeye başlamıştır. İlk etapta çevreye duyarlı genç bir grup tarafından başlatılan barışçıl eylemler, Taksim’deki yeşil alanın korunması ve Gezi Parkı alanında inşa edilmesi planlanan Topçu Kışlası’nı protesto etmek maksadıyla düzenlenmiştir. Eylemin 4. gününde emniyet güçlerinin eylemcilere aşırı güç kullanarak müdahale etmesi ve çok sayıda göstericinin yaralanması eylemlerin hızla Türkiye geneline yayılmasına neden olmuştur. İlerleyen aşamada aşırı örgütlerin, bölgesel ve küresel ölçekteki dinamiklerin etkisiyle olaylar kontrolden çıkmış, dış aktörler tarafından yönlendirilebilecek bir güvenlik problemine dönüşmüştür. Bu aşamada Gezi Parkı çevresinde ve Taksim meydanında araçlar ve dükkânlar tahrip edilmiş, İstanbul dışında Ankara ve İzmir gibi diğer büyük şehirlerde iktidar partisi aleyhine kitlesel gösteriler düzenlenmiştir. Yurt genelinde iktidara tepki gösteren çevreler bu eylemlere belirli saatlerde hanelerinde ışıklarını açıp-kapatarak, pencerelerinden tencere-tavalara vurarak ve trafikte ise korna sesleriyle katılım göstermişlerdir.17 Kullanımı,” Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sayı:2. 17 Atilla Sandıklı ve Erdem Kaya, “Gezi Parkı Olayları: Çıkarılması Gereken Dersler,” Bilge 98 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları Olayların gelişim süreçleri dikkate alındığında Gezi olayları üç aşamada değerlendirilmektedir. İlk aşama olarak değerlendirdiğimiz süreç, 27 Mayıs – 31 Mayıs tarihleri arasındaki dört günü kapsamaktadır. Bu süreçte kısıtlı sayıda çoğunluğu genç eylemcinin destek verdiği, yerel gösterilerin düzenlendiği, hedef ve kapsamı dar olan ve iç dinamiklerin şekillendirdiği olaylar karşımıza çıkmaktadır. Eylemlerin ikinci aşaması ise 1 Haziran’dan 15 Haziran’a kadar olan ve son derece hızlı bir şekilde Türkiye geneline yayıldığı iki haftayı kapsamaktadır. Yumuşak Güç Savaşları çerçevesinde okuduğumuz ve “şiddet içermeyen mücadele yöntemlerinden “şiddetin yeniden üretildiği” çatışmalara dönüşen ikinci aşama 15 Haziran’da güvenlik güçlerinin Gezi Parkı’na müdahale ederek alanı boşaltması ile son bulmaktadır. Üçüncü aşama ise 15 Haziran’da güvenlik güçlerinin müdahalesi ile park alanının boşaltılmasının ardından eylemlerin git gide zayıfladığı, meşruiyetinin toplum tarafından sorgulanmaya başlandığı ve geniş kitlelerin eylemlere olan desteğini çektiği bir süreçtir.18 Gezi Parkı olaylarının ve eylemcilere müdahale şeklinin sağlıklı bir analizi için iki farklı bakış açısı üzerinde durulacaktır. İlk bakış açısı eylemlerin ve güvenlik güçlerinin müdahalesinin demokratik hak ve özgürlükler temelinde analiz edilmesidir. Bu bakış açısıyla özgürlük ve güvenlik ilişkisi değerlendirilecektir. İkinci perspektif ise olayların artık bir güvenlik problemine dönüştüğü ve teorik temeli Yumuşak Güç Savaşları kavramıyla açıklanabilecek bir vaka çalışmasıdır. Artan şiddetle birlikte ulusal bir güvenlik problemine dönüşen ve ülke istikrarına zarar veren bir meselenin küresel ve bölgesel güçlerce istismar edilebileceği ve Yumuşak Güç Savaşlarına dönüşebileceği ihtimali üzerinde durulacaktır. Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz, 24 Haziran 2013, http://www. bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2442:gezi-park-olaylarckarlmas-gereken-dersler&catid=122:analizler-guvenlik&Itemid=147 (Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014). 18 Hatem Ete ve Coşkun Taşkın, Kurgu ile Gerçeklik Arasında: Gezi Eylemleri (İstanbul: SETAV, 2013), 21-31. 99 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Hak ve Özgürlükler Perspektifinde Gezi Olayları Gezi olayları demokratik hak ve özgürlükler perspektifinde analiz edildiğinde; eylemlerin ilk aşamada Gezi Parkı alanı için geliştirilen inşaat projesine karşı, çevre duyarlılığına dayalı demokratik bir tepki olduğu görülmektedir. Bu aşamada, parkın mevcut şekli ile muhafaza edilmesini savunan protestocuların ilk tepkileri demokratik Türkiye içinde meşru talepler olarak değerlendirilmeliydi. Ancak Türkiye’de siyasal iktidar demokratik ve meşru talepler şeklinde ortaya çıkan bu ilk tepkileri kabullenememiş, aksine tepkileri sert bir şekilde bastırmak sureti ile taleplerin son bulacağını düşünmüştür. Oysa çağcıl demokrasilerde çoğulcu bir anlayışla ve yönetişimin bir gereği olarak toplumun talepleri şehirdeki çevre düzenlemelerine yansıtılabilmeliydi. Modern dünyada özgürlük ve güvenlik son derece hassas bir denge üzerinde yürütülmektedir. Türkiye bu dengeyi dikkate aldığı için başarılı olmuş ve yumuşak gücü artmıştı. Özgürlük ve güvenliğe birbirine zıt kavramlar olarak bakmaktan ziyade birbirini tamamlayıcı iki mefhum olarak da bakmak gereklidir. Güvenlik hareket noktasını özgürlükten aldıkça, özgürlükleri güçlendirir. Demokratik toplum ve demokratik devlet birbiri için önem arz eden bu iki kavram arasındaki uyumu göz önünde bulundurmalıdır. Özgürlükler bazen “güvenlik açığı” şeklinde değerlendirilse dahi, paradoksal bir şekilde tam tersine etkiyle potansiyel gerilim noktalarının azaltılması; toplum içinde farklı görüşlerin ifade edilebilmesi, düşüncelerin kamuoyuna duyurulabilmesi ve siyasi iktidarı etkileyebilme açısından önemli roller üstlenmektedir. Bu bağlamda özgürlükler, toplumda hoşgörü ve güven ortamını sağlamak suretiyle potansiyel gerilimleri azaltmakta ve güvenliğe katkı yapmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında, Kadife Devrimlerin gerçekleşmesi sürecinde, Sovyet yanlısı rejimlerin karşılaştığı bu yeni toplumsal hareketler sadece otoriter ve totaliter rejimlerde görülmemiştir. Benzer olaylar gelişmiş demokrasilerde de yaşanmıştır. 2011’de Amerika’da meydana gelen “işgal hareketleri” domino etkisi ile İngiltere ve İspanya olmak üzere dünyanın birçok ülkesine yayılmıştır. Türkiye’de benzer gelişmeler Gezi olaylarında yaşanmış fakat bu olaylar karşısında güvenlik ve özgürlük dengesinde parlak bir sınav verilememiştir. 100 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıkan ve başlangıçta demokratik bir nitelik taşıyan eylemlere güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanarak müdahale etmesi özgürlük-güvenlik ilişkisinde Türkiye’nin henüz belli bir olguluğa erişemediğini göstermiştir. Çağcıl demokrasilerde de sıkça karşılaşılan bu tür demokratik eylemlere erken ve sert müdahale edilmesi, güvenliğin liberal ve özgürlük temelli değil, realizm ve güç temelli yaklaşımla uygulandığının önemli bir delili olmuştur. Eylemcilere uygulanan sert müdahalenin meşruiyetindeki problem halk içinde büyük infiallere yol açmıştır. Dolayısıyla çelişkili bir şekilde toplum güvenliğini sağlamak için yapılan müdahaleler aksi yönde etki göstermiş ve güvenlik problemini daha da derinleştirmiştir.19 Bu bağlamda Gezi eylemlerinin barışçıl olan birinci aşaması anlaşılabilir bir süreçtir. Bu aşamada güvenlik güçleri özgürlükler temelinde eylemlerin düzenli bir şekilde gerçekleşmesi için gerekli tedbirleri almalıydı. Tam tersine 29 Mayıs - 1 Haziran sürecinde gerçekleştirilen sert müdahaleler eylem(ci)lerin şiddet fitilini ateşlemiş ve 15 Haziran’a kadar üstel artışla yayılan eylemler demokratik yollarla iktidara gelen meşru bir yönetimi tehdit eder duruma gelmiştir. İkinci aşamada eylem(ci)lerin şiddetin bir parçası olması, ülke istikrarını ve güvenliğini tehdit etmesi nedeniyle, küresel ve bölgesel aktörlerin karıştığı Yumuşak Güç Savaşları’nın bir aracı olduğu noktada eylem(ci)ler meşruiyetini kaybetmeye başlamıştır. 1 Haziran – 15 Haziran tarihleri arasında tanık olduğumuz bu süreçte bazı sivil toplum örgütleri, Yumuşak Güç Savaşları kavramsallaştırması çerçevesinde açıklanabilecek bir ortamda, Türkiye’nin yumuşak gücünün gelişmesini kendi çıkarları için tehdit gören küresel ve bölgesel güçler tarafından kullanılan bir oyuncu konumuna düşürmüştür.20 Yumuşak Güç Savaşları Soğuk Savaş sonrası dönemde, savaşların siyasi, ekonomik ve sosyal maliyetlerinin kabul edilemez boyutlara ulaşmasıyla birlikte; terör örgütleri, maf19 Atilla Sandıklı, “Yumuşak Güç Savaşları ve Gezi Parkı Olayları,” Dernekler, Sayı: 25 (2013): 35-36. 20 Sandıklı, A.g.e., 37. 101 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yalar, gizli servisler ve özel kuvvetlerin kullanıldığı düşük yoğunluklu savaş, yıldız savaşları, siber savaş ve etki odaklı savaş gibi yeni savaş türleri de karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu savaş türleri genellikle klasik realizm yaklaşımı ile özdeşleştirilen güvenlik ve güç gibi kavramların yeniden okunmasına neden olmuştur.21 Uluslararası hukuk kurallarındaki gelişmeler ve savaşların siyasi, ekonomik ve sosyal maliyetlerinin kabul edilemez boyutlara ulaşması, Soğuk Savaş sonrası dönemde post-modern savaş yöntemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu savaşların temel özelliği asimetrik unsurların kullanılmasıdır. Terör örgütleri, mafyalar, gizli servisler ve özel kuvvetlerin kullanıldığı düşük yoğunluklu savaşlar; yıldız savaşları, siber savaş ve etki odaklı savaş gibi ileri teknoloji savaşları ve literatürde yerini henüz almamış fakat uygulamalarını yakından takip ettiğimiz yumuşak güç savaşları post- modern savaş yöntemleri içinde yerini almıştır. Küresel güçlerin ulusal çıkarlarını elde etmek için terörü bir araç olarak kullanma durumu, 11 Eylül 2001 ve sonrasında terörün kendilerini de vurmasıyla ortadan kalkmıştır. Uluslararası terör lanetlenmiş ve teröre destek veren devletler hedef haline getirilmiştir. Bu durum, küresel güçlerin yumuşak gücün kullanımını esas alan stratejiler geliştirmesine, bir boyutuyla da “Yumuşak Güç Savaşları” kavramsallaştırması çerçevesinde değerlendireceğimiz mücadelelere neden olmuştur. Yumuşak Güç Savaşları, çıkarları çelişen ülkelerin birbirlerinin yumuşak güçlerini yok etmek, zayıflatmak için kendi yumuşak güçlerini kullandıkları bir mücadele yöntemidir. Bu mücadele biçimi bir ülkenin yumuşak gücünün hızlı bir şekilde gelişme göstererek küresel ve bölgesel güçlerin çıkarlarını tehdit etmesi durumunda meydana gelebilir. Bu bağlamda, yumuşak gücü hızlı bir şekilde gelişen ülkenin politikaları küresel ve bölgesel güçleri hedef almaya veya küresel ve bölgesel güçlerin sahip olduğu yumuşak güce zarar vermeye 21 Atilla Sandıklı, “Yumuşak Güç Savaşları,” Kocaeli Üniversitesi Uluslararası Güvenlik Kongresi, Kocaeli, 8-9 Ekim 2013, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_cont ent&view=article&id=2474:2013-10-10-11-02-27&catid=133:sunular-sunular&Itemid=225 (Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014). 102 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları başlarsa Yumuşak Güç Savaşları’nın çıkması kaçınılmaz olur. Hatta gelişmeler farklı devletleri tehdit ettiği hallerde, bu devletler bir ittifak oluşturarak veya bir ittifak oluşturmadan ayrı ayrı, yumuşak gücü hızlı bir şekilde gelişen ülkeye karşı yumuşak güçlerin çatıştığı bir savaş açabilirler ve bu savaşı aynı anda uygulayabilirler. Yumuşak Güç Savaşları’nda karşı tarafın etkili olan yumuşak güç unsurları hedef alınır. Bu unsurlar içinde siyasi liderler, partiler, sivil toplum kuruluşları, değerler, ideolojiler, tarihsel derinlik, kültürel yapı, ekonomik gelişme, o ülkeyi cazibe merkezi haline getiren diğer yetenek ve kabiliyetler bulunmaktadır. Yumuşak Güç Savaşları’nda klasik güvenlik uygulamaları olayları daha da büyütebilir. Bir parkın veya meydanın işgal edilmesine ve trafiğin engellenmesine yönelik eylemler aslında güvenlik güçlerini sert müdahaleye zorlamak için yapılan girişimler olabilir. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi, müdahale sırasında meydana gelecek yaralanma ve ölümler sosyal medyada abartılı bir şekilde işlenir. Toplumdaki hassasiyetler istismar edilerek ve olaylarda kahramanlar yaratılarak eylemlere desteğin artırılması ve geniş kitlelerin eylemlere katılması sağlanabilir. Yumuşak Güç Savaşları’nda siyasi direniş sürecinde şiddetten uzak durmak esas olmasına rağmen zaman zaman şiddet içeren mücadele yöntemleri de benimsenebilir. Bilgi teknolojileri ve medya süreç içinde aktif ve etkin bir şekilde kullanılır. Siyasi liderin diktatör olarak algılanması için girişimler yoğunlaştırılır ve bu şekilde mücadeleye meşruiyet kazandırılmaya çalışılır. Özgürlük adına gerçekleştirilen eylemler ve direniş vasıtasıyla liderin karizması ve otoritesi aşındırılır. Aynı zaman ülke içindeki hassasiyetler istismar edilerek ülke içindeki radikal örgütler harekete geçirilir. Sıfır toplamlı bir çatışma ortamında devletin yumuşak gücü zayıflatılır ve etkinliği azaltılır. Yumuşak Güç Savaşları ve Sivil Toplum Sivil toplum kuruluşları günümüzde kamuoyu oluşturmak suretiyle bireylerin taleplerinin dile getirilmesine ve dikkate alınmasına yardımcı olmaktadır. Farklı düşünce ve çıkar grupların düşüncelerini yaymak ve çıkarlarını elde etmek için örgütlenmektedir. Devlete bağlı olmadan gönüllülük esasına dayalı 103 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm olarak ortak amaçlar doğrultusunda kurulan sivil toplum kuruluşları halkın katılımının en üst seviyede gerçekleştiği kuruluşlardır. Bu bağlamda vatandaşlar sivil toplum faaliyetlerine katılarak siyasal mekanizmayı yönlendirmekte ve yönetimde aktif bir şekilde rol almaktadır. Siyasi iktidarlar ile sivil toplum arasındaki diyalog ve müzakerelerin kopması, halkın belirli kesimlerinin dikkate alınmaması, kutuplaşmaya ve ötekileşmeye neden olmaktadır. Kutuplaşma ve ötekileştirme toplumdaki gerilimleri artırmakta, karşılıklı düşmanlık ve çatışma ortamını hazırlamaktadır. Oluşan hassasiyet Yumuşak Güç Savaşları için bulunmaz bir “fırsat” oluşturulmakta, küresel ve bölgesel diğer aktörlerin de müdahalesi ile hedef hükümetin yönetebilme kabiliyeti aşındırılarak, istikrar ve güven ortamına darbe vurulabilmektedir.22 Gezi parkı örneğinde sivil toplumun aktif rol aldığı gözlemlenmektedir. Bu durum pek tabii ki çağcıl demokrasilerde olağandır. Fakat protestoların yer yer “vandalizm”e dönüştüğü ve kimi eylemcilerin karşısında olduğu şiddetin bir parçası durumuna geldiği noktada sivil toplumun da özgürlüğün uğradığı zarara ilişkin sorumlu olduğu belirtilmelidir. Eylemcilerin, Gezi olaylarının ikinci aşamasında açıkça görüldüğü üzere başvurduğu şiddet, barışçıl eylemlerin meşru zeminini sarsmış, vandalizm diğer bireylerin ve toplumsal alt grupların özgürlükleri hedef almaya başlamıştır. Sivil toplum örgütleri bu bağlamda kitleleri organize eden ve harekete geçiren bir kuvvet olarak özgürlük ve güvenliğin hassas dengesini gözetmek durumundadır. Özgürlük “bana dokunma” demek değil, Jean Paul Sartre’ın vurguladığı üzere “özgürlük sorumlu olmaktır.”23 Özgürlük ve güvenlik dengesinin güvenlikleştirme lehine bozulmaya çalışıldığı Yumuşak Güç Savaşları’nda siyasi liderin karakteri detaylı olarak incelenerek istismar edilebilecek özellikleri tespit edilir ve bu özellikler manipüle edilmeye çalışılır. Oluşturulan siyasi ortamda farklılıklar ötekileştirilmeye, ötekileştirmeler kutuplaştırmalara, kutuplaştırmalar düşmanlıklara dönüştürülür. Devletin ve halkın ortak menfaatleri siyasi çatışmalara, kargaşa 22 Sandıklı, Yumuşak Güç, 37. 23 Jean Paul Sartre, Çağımızın Gerçekleri (İstanbul: Çan Yayınları, 1973), 65. 104 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları ve kaosa feda edilir. Herkesin kaybettiği Yumuşak Güç Savaşları ortamında devletin yumuşak gücü ve etkinliği azaltılır. Yumuşak Güç Savaşları kapsamında eğer yönetimler ekonomik baskılara açıksa, sivil toplum örgütleri iş yavaşlatma eylemleri, boykot ve grev gibi ekonomik eylemler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Çeşitli grev türlerinin seçici şekilde kullanılması imalat, taşımacılık, ham maddelerin tedariki ve ürünlerin dağıtımı gibi kritik noktalarda uygulanabilir.24 Şiddet içermeyen direnişler yaygınlaştırılarak ülke yönetiminin meşruiyeti sorgulanmakta ve itaatsizlik propagandası yayılmaya çalışılmaktadır. Bir devletin yumuşak gücü ve liderin cazibesi bölgedeki diğer ülkelerin liderini ve halklarını etkilemeye başladığında, bölgede çıkarları zarar görmeye başlayan diğer aktörler bu ülkelere ve liderlere karşı Yumuşak Güç Savaşları yürütülebilir. Yumuşak gücü gelişen ülkenin etkinliğini sınırlamak amacıyla bölgedeki gelişmeler yeniden şekillendirilebilir. Eğer ülkenin yumuşak gücünün kaynağı bir ideoloji veya inanç sistemi ise, bu değerleri aşındırmaya ve toplumun bu değerlere yönelik bağlılığını azaltmaya yönelik eylemlere ağırlık verilebilir. Bu bağlamda, Gezi Parkı olaylarının güvenlik problemine dönüşmesi, Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olan dış aktörlerin süreci istismar etmelerine neden olabilecek bir hassasiyet doğurmuş, yurt genelinde kitlelerin yönlendirilebileceği psikolojik bir zemin meydana getirilmiştir. Gezi olayları sırasında emniyet güçlerinin karşılaştığı zorluklar ve maruz kaldığı tepkiler, gelecekte dış aktörlerin desteği ile gelişebilecek kitlesel hareketlerin Türkiye aleyhine nasıl kullanılabileceğini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Yumuşak Güç Savaşları Çerçevesinde Gezi Olaylarının Analizi Soğuk Savaş sonrası dönemde eski doğu bloku ülkelerinde “kadife devrimler” ile totaliter rejimler değiştirilmiştir. Kadife devrimlerle eylemciler, şehrin en önemli ve tanınan meydanlarında, şiddet içermeyen yöntemlerle taleplerini 24 Gene Sharp, Diktatörlükten Demokrasiye (Boston: The Albert Einstein Institution, 2010), 38-39. 105 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ülke ve dünya gündemine taşıyarak kendi halkına baskı ve şiddet uygulayan totaliter yönetimleri değiştirmişlerdir. Yumuşak Güç Savaşları’nın SSCB’nin ve Doğu Avrupalı diğer sosyalist rejimlerin dağılma sürecindeki bu yansıması, bize totaliter rejimlerin birer birer düşüşünü ve ilgili ülkelerde demokrasi tesisinin bir nevi resmini sunmuştur. Yumuşak Güç Savaşları’nın ilk örneğini gördüğümüz ve kadife devrimlerle karşılaştığımız totaliter yönetimlerin devrilmesini sağlayan eylemler, Gezi Parkı olayları üzerinden Türkiye’yi okuduğumuzda aynı siyasal meşru zemini yakalayamamaktır. Türkiye, demokratik yollarla yönetime gelen meşru bir siyasal iktidara sahiptir. Bu bağlamda demokratik bir ülkede demokratik tepkiler, yine demokratik sistemin sınırları dâhilinde gerçekleşmelidir. Eylemin ikinci aşaması olarak belirttiğimiz ve şiddetin yeniden üretildiği süreçte eylemcilerin, sivil toplum kuruluşlarının, muhalefet partilerinin, bazı yasa dışı örgütlerin, çevreci duyarlılıkla başlayan bu girişimi demokrasinin “altını oyacak” ve şiddeti maruz görecek şekilde manipüle etmesi Türkiye’de katılımcı demokrasiye zarar vermektedir. Bununla birlikte, hükümetin eylemlerin ilk aşamasındaki demokratik talepleri göz ardı etmesi ve polisin müdahalede orantısız güç kullanması eylemcilere oldukça geniş bir kitlenin destek verdiği protesto sürecini başlatmıştır. Bu süreçte Topçu Kışlası’nın inşa edileceği yönündeki ısrarlı tutum ve krizin güç kullanılarak çözülmeye çalışılması eylemlerin şiddetini arttırmıştır. 2002’den itibaren üç kez üst üste oylarını artırarak iktidara gelen ve “egemen parti” konumuna yükselen Ak Parti’nin, 2011’deki seçimlerde %50’lik bir çoğunluğun desteğini kazanmasından sonra, “ustalık dönemi” olarak adlandırdığı dönemde çağcıl demokrasinin en önemli esasları olan çoğulculuk ve yönetişim ilkelerinden uzaklaşmaya başlaması, kendisine tepkilerin artmasına neden olmuştur. Kuruluş ve yükseliş aşamasında çoğulculuk ve yönetişim ilkelerine uygun hareket eden AK Parti’nin, ustalık döneminde sadece kendi seçmen kitlesinin ve hatta seçmen kitlesi içinde kendisine yakın belirli grupların talepleri doğrultusunda politikalar uygulamaya başlamıştır. Diğer grupların görüşlerini, beklentilerini ve taleplerini göz ardı etmesi hatta onların bir kısmını tamamen ötekileştirmesi, AK Partiyi kapsayıcı olmaktan ziyade 106 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları dışlayıcı söylemlerde bulunan bir parti konumuna düşürmüştür. Muhalefet bu hassasiyeti değerlendirerek iktidarı otoriterleşme ile suçlamış ve başbakanı diktatör olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda diktatör algısı üzerinden Gezi olaylarının meşruiyeti sağlanmaya çalışılmıştır.25 Eylemlerin şiddete varan aşamalarında güvenliğin sağlanması için başvurulan güç kullanımı, radikal örgütlerce özgürlüklere vurulmuş bir darbe olarak gösterilmiş, kutuplaşma, düşmanlık ve çatışma ortamı derileştirilerek yayılmaya çalışılmıştır. Siyasi liderin karakteri detaylı olarak incelenerek tespit edilmiş, karar alıcıların istismar edilebilecek özellikleri olumsuz ve kasıtlı bir şekilde manipüle edilmeye çalışılmıştır. Yumuşak Güç Savaşları’nda hedeflerden biri de hükümetin yönetebilme kabiliyetinin aşındırılması, istikrar ve güven ortamının ortadan kaldırılması ve devletin yumuşak gücünün zayıflatılmasıdır. 21. yüzyılda yükselen bir güç olarak ortaya çıkan Türkiye’nin yumuşak gücü Ortadoğu’da etkili olmaya başlamıştır. Arap Baharı kapsamında yapılan halk devrimleri, Türkiye’nin yumuşak gücünü daha da artırmış, bölge ile ilgilenen küresel ve bölgesel güçler endişe duymaya başlamıştır. Türkiye’de başbakanlık seviyesinde yapılan açıklamalar da bu endişeleri derinleştirmiştir. Yumuşak Güç Savaşları kavramsallaştırmasında yumuşak gücü hızlı bir şekilde gelişen ülkenin politikaları, küresel ve bölgesel güçlerin çıkarlarına zarar vermeye başladığında, bu güçler yumuşak gücü yükselen ülkenin iç hassasiyetlerini istismar ederek o ülkenin yumuşak gücünü zayıflatmak için girişimlerde bulunmaktadır. Gezi olayları sonrasında Türkiye’nin yumuşak gücü büyük bir darbe yemiştir. Soğuk Savaş sonrası süreçte eski Sovyet Cumhuriyetleri sonrası ortaya çıkan devrimler, Arap halk ayaklanmaları ve Türkiye’deki Gezi olayları iç dinamikleri tetikleyen dış etkiler bağlamında okunurken; kitleleri harekete geçiren küresel ve bölgesel güçlerin stratejileri de göz önünde bulundurularak değerlendirilmeler yapılmalıdır. Gezi olayları, Mısır’daki darbe ve Tunus’ta muhalif liderin öldürülmesi ile artan eylemlerin aynı anda meydana gelmesi dikkate alınmalıdır. Başlangıçta sadece çevre duyarlılığı temel neden olsa da, Türkiye 25 Sandıklı, Yumuşak Güç, 40. 107 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm geneline bakıldığında eylemlerin dış aktörlerin destek ve yönlendirmelerinden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Gezi Parkı olayları ile başlayan gösterilerde yer alan çok sayıdaki yabancı uyruklu eylemci de Türkiye’deki sürecin sadece Taksim’deki çevre düzenlemeleri ile açıklanamayacağını ortaya koymaktadır. Gösterilerde eylemcileri kışkırtan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Yunanistan, Suriye ve İran uyruklu yabancılar tespit edilmiş ve gözaltına alınmıştır. Ayrıca eylemleri yönlendiren yabancı uyruklular arasında diplomatik pasaportlu kişilerin de yer alması dikkat çekmiştir.26 Yumuşak Güç Savaşları’nda küreselleşme ve bilgi teknolojilerinden istifade edilerek uluslararası kamuoyu ve hedef ülke kamuoyları şekillendirilir. Bu çerçevede yabancı basının tutumu da Gezi parkı olaylarının küresel sistemden bağımsız değerlendirilemeyeceğini göstermiştir. Taksim’deki gelişmeleri dünya kamuoyuna düzenli bir şekilde aktaran bazı yabancı basın organlarının Türkiye’deki gelişmeleri “iç savaş” havasında yansıttığı, “Türk baharı” izlenimi vermeye çalıştığı, özellikle emniyet güçlerinin müdahale tarzına odaklandığı ve açık bir biçimde taraflı bir habercilik yaptığı gözlemlenmiştir. Hatta yine bazı medya kuruluşlarının, Türkiye’de demokratik yollarla seçilen siyasi iktidarı, Arap dünyasındaki halk hareketlerinin çıkmasına neden olan totaliter yönetimlerle karşılaştırdığı görülmüştür. Özellikle Rus basısının Taksim’deki gelişmeleri naklederken “Türk Baharı”, “Türk Savaşı”, “İstanbul Savaş Alanı” ve “Kalabalıklar Tahrir’de olduğu gibi Taksim’i de almak istiyor” başlıklarını tercih etmesi ve Russia Today televizyonunun Twitter hesabındaki haber cümlelerinin sonuna “#occupygezi” (geziyi işgal et) etiketi koyması dikkat çekmiştir. Demokrasi ve özgürlük yolunda demokratik yollarla iktidara gelen bir hükümete karşı yapılan bu eylemlerin küresel ve bölgesel aktörlerce desteklenmesi aynı zamanda bir ikilemi de ortaya çıkarmıştır. Taksim’de demokrasi ve özgürlüğü destekleyen Batı, Tahrir’de darbeye destek vermiştir. Bu durum, Batı’nın söylem ve eylemlerindeki ikircikliği göstermektedir. Gezi olaylarında Batı ülkeleri, Rusya ve İran’ın girişimleri Yumuşak Güç Savaşları’nda 26 Fazlı Mert ve diğerleri, “Provokatörlere suçüstü,” Zaman, http://www.zaman.com.tr/ gundem_provokatorlere-sucustu_2097555.html (Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014) 108 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları birbiriyle ihtilaf halinde olan kuvvetlerin bile dolaylı ya da direkt olarak bir ittifak kurduğu süreci dünya kamuoyuna sunabilmektedir. Soğuk Savaş sonrası süreçte küresel ve bölgesel aktörlerin yumuşak güçleri nüfuz ettiği bölgelerde toplumları yönlendirebilmek amacıyla aşırı örgütlerle birlikte kitle hareketlerini teşvik ettiği gözlemlenmektedir. Eski Sovyet cumhuriyetlerindeki devrimler ve Arap Baharı sürecindeki halk hareketleri, bu stratejinin kısmen tatbik edildiği örnekleri karşımıza çıkarmıştır. Bahse konu Yumuşak Güç Savaşları sürecinde, PKK terör örgütüne destek verilerek KCK yapılanması üzerinden kitleleri harekete geçirmeye çalışmış, Türkiye’ye karşı “devrimci halk savaşının ön hazırlıkları yapılmıştır. SDP, ESP, TKİP, TKEP/L, Halkevleri gibi bazı aşırı gruplar da şiddet içerikli eylemlere müdahil olmuştur. Keza Gezi eylemlerinin ilerleyen aşamalarında Taksim’deki araçların, durakların ve işyerlerini tahrip edilmiş ve PKK/KCK, DHKP-C, MLKP, TKP/ML, THKP/C gibi halkı terörize eden örgütlerinin meydanda etkili olduğu görülmüştür. Dolayısıyla, Yumuşak Güç Savaşlarında Gezi parkı eylemlerinde görüldüğü gibi hedef ülkelerdeki hassasiyetler değerlendirilerek kitleler harekete geçirilmeye çalışılmakta ve o ülkelerin yumuşak güçlerine önemli zararlar verilmektedir.27 Çıkarılması Gereken Dersler: Çoğulcu Demokrasi ve Yönetişim Gezi olayları Türkiye’deki iç dinamiklerin etkisi ve güvenlik güçlerinin başlangıçtaki sert tepkisi sonucu yaygınlaşmıştır. Gezi Parkı olayları, eylemlerin başlangıcından itibaren dış aktörler tarafından planlanan ve yürütülen bir proje olarak değerlendirilemez. Ancak olayların ilerleyen günlerde ulusal bir güvenlik problemine dönüşmesi, ortaya çıkan kutuplaşmaların derinleşmesi ve grupların radikalize olmasıyla dış güçler de devreye girmiş ve Türkiye’nin yumuşak gücüne zarar vermek için oluşan hassasiyetler istismar edilmiştir. Teknoloji ve iletişim olanaklarının üst düzeye çıktığı günümüz dünyasında, “işgal” eylemleri ve kitlesel halk hareketleriyle sık sık karşılaşılabilir. İç siyasette bıraktığı derin izler, ekonomide yol açtığı sonuçlar ve Türkiye’nin 27 Sandıklı ve Kaya, A.g.e. 109 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yumuşak gücüne vurulan darbeler dikkate alındığında, siyasi iktidar, muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarının Gezi olaylarından belli dersler çıkarması gereklidir. Türkiye’nin de önemli bir sınav verdiği bu yeni toplumsal hareketlerle mücadelenin panzehri çoğulcu demokrasi ve yönetişimdir. Demokrasinin gelişim sürecinde, çoğunluğun devlet yönetimindeki kararlarının mutlak olması, azınlık haklarını kısıtlayabileceği kaygısı çoğulcu demokrasiyi ortaya çıkarmıştır. Çoğulcu demokrasi anlayışında çoğunluğun yönetme hakkı bulunmasına rağmen çoğunluğun sınırsız yetkilere sahip olduğu söylenemez. Temel insan haklarına saygı, insan onurunun korunması, azınlıkta veya muhalefette olanların beklentilerinin dikkate alınması, farklı düşüncelerin serbestçe hiçbir baskıyla karşılaşmadan söylenebilmesi çoğulcu demokrasi için şarttır. Çoğulcu demokrasilerde özgürlük herkesin yönetime serbestçe katılımını sağlarken, eşitlik de insanların her türlü farklılığına rağmen, insan onurunun korunması gereğinden dolayı, eşit bir şekilde bu yönetime katılabilmesi anlamına gelmektedir. 28 Çoğulcu demokrasilerde bireysel, kültürel ve sosyal haklar korunur ve genişletilir. Farklı kültürel kimlikler arası ilişkilerde ötekileşme yerine eleştirel anlama ve diyalog temelli tartışma ortamı oluşturulur. 29 Toplumsal sorunların çözümünde ve talepler karşısında şiddet ve baskı yerine demokratik müzakere yöntemi etkin olarak kullanılır. Yönetişim kavramı ise hükümet otoritesine ve gücüne dayalı yönetim anlayışından, hiyerarşik yapıdaki bir yönetim olgusundan farklı yeni bir süreci ve toplumun yönetimine ilişkin yeni bir modeli anlatmaktadır. Böyle bir model içinde aktörlerin ve birimlerin tek taraflı yönlendirmeleri ve etkileri değil, bir etkileşim süreci içinde gerçekleşen interaktif ilişkiler söz konusudur. Sadece hükümet birimlerinin ve görevlilerinin değil, aynı zamanda hükümet dışı örgütlerin, sivil toplum örgütlerinin, bilim adamlarının, uzmanların ve vatan28 Bülent Yavuz, “Çoğulcu Demokrasi Anlayışı ve İnsan Hakları,” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı. 1-2 (2009): 299. 29 Fuat Keyman, “Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme,” Türkiye’nin Vizyonu Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri içinde, Der. Atilla Sandıklı, (İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2008), 128. 110 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları daşların katılımı söz konusudur. Bu bağlamda yönetişim ilkesinin işletilmesi ve farklı taleplerin dikkate alınması ile protestoların henüz bir güvenlik problemine dönüşmeden yatıştırılması mümkün olabilir. Yönetişimin uygulanmaması muhalif grupların aşırı gruplar ile birlikte hareket etmesine, böylece aşırı grupların meşruiyet kazanmasına hizmet etme riski taşımaktadır. Yönetişim yaklaşımından hareketle yapılan analizlerde; özellikle hükümettoplum etkileşimi üzerinde durulmakta; devlet ile devlet-dışı alan arasında işbirliğinin, kamu ile sivil toplum örgütleri arasında ilişkilerin geliştirilmesinin, çok kutuplu karar alma mekanizmalarının yaygınlaştırılmasının önemi belirtilmektedir. Devlet, doğrudan doğruya yönetme pozisyonundaki egemen aktör niteliğine sahip olmaksızın, karşılıklı bağımlılık konumunda bulunan aktörler arası etkileşimlerin çoğalması yoluyla, gerek hükümet çerçevesinden, gerekse toplumsal tabandan gelen örgütler arası ilişki ağlarının bir koleksiyonu ya da toplamı olmaya başlamaktadır. Çoğulculuk ve yönetişimin temel ilkeleri olan hukukun üstünlüğü, katılımcılık, şeffaflık, eşitlik, etkinlik, hesap verebilirlik sayesinde önemli güç merkezleri arasında uzlaşma sağlanarak toplumsal gerilimlerin çıkması önlenebilir. Çıkan gerilimler kutuplaşmaya ve karşılıklı düşmanlıklara varmadan yatıştırılabilir. Bu sayede toplumda barış, istikrar ve güven ortamı yaratılabilir. Yumuşak güç savaşları kapsamında ülke içindeki parçalanmış yapıların ve hassasiyetlerin istismar edilmesi engellenebilir. Meydanlarda protesto gösterileri düzenleyen eylemcilerin bütün taleplerinin yerine getirilmesi mümkün değildir. Ancak dile getirilen demokratik taleplerin topyekûn yok sayılması da katılımcı demokrasi ile çelişmektedir. Ülke içinde farklı grupların beklentilerinin karşılanmaması ve dile getirilen eleştirilerin ötekileştirilmesi ülke içindeki parçalanmış yapıları harekete geçirmekte, derinleştirmekte ve radikalize etmektedir. Bu nedenle protesto gösterileri ortaya çıktığında diyalog devam ettirilmeli, mutedil ve ikna edici yaklaşımlar üzerinde durulmalı ve henüz olaylar şiddetlenmeden çoğulcu demokrasi ilkesiyle soruna çözüm aranmalıdır. Gezi olayları sırasında halk hareketlerinin desteği ve iktidara duyulan tepki- 111 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm nin hızlı yayılmasında sosyal medyanın etkisi önemlidir. Bu bağlamda, sosyal medyayı protestocular kadar devlet de toplumun doğru bilgilendirilmesi ve provokasyonları engellemek amacıyla hızlı ve etkin bir biçimde kullanmalıdır. Yumuşak Güç Savaşları’nda alınacak güvenlik tedbirlerindeki hassasiyetler dikkate alındığında, güvenlik güçlerinin teşkilatlarının ve eğitimlerinin büyük önem arz ettiği görülmektedir. Güvenlik güçleri alacağı tedbirlerde dengeli ve istikrarlı davranmalı, güvenlik tedbirlerinin büyüklüğüne ve aşamasına göre önlemler konusunda ölçülü davranmalıdır. Ayrıca güvenlik personelinin psikolojik durumları devamlı izlenmeli, özel olarak izlenilmesi gereken personel operasyonlara götürülmemelidir. Sonuç Gezi olaylarının ilk aşaması demokratik tepkilerin dile getirildiği; ikinci aşaması ise protesto gösterilerinin hızlı bir şekilde genişlediği, şiddetin yoğun olarak görüldüğü ve protestoların Türkiye geneline yayıldığı süreçtir. İkinci aşamanın ilerleyen safhalarında protesto gösterileri, Türkiye’nin hızla yükselen yumuşak gücünü kendi çıkarları açısından bir tehdit olarak gören ülkeler ve aktörler tarafından yönlendirilmeye başlanmış ve çoğu zaman manipülasyona uğramıştır. Bu aşamada Yumuşak Güç Savaşları olarak kavramsallaştırılabilecek gelişmeler yaşanmıştır. Gezi parkı olaylarının Türkiye açısından bir güvenlik problemine dönüşmesi, dış aktörlerin istismar edebileceği bir alan doğurmuştur. Bu durum, yurt genelinde kitlelerin yönlendirilebileceği psikolojik bir zemin meydana getirmiştir. Bahse konu ortam yumuşak güçlerin çatıştığı ve sivil toplum kuruşlarının da bu zeminde araçsallaştırıldığı bir resmi ortaya koymuştur. Gezi olaylarında çoğulcu demokrasi ve yönetişim kavramlarına uyulmadığı için Yumuşak Güç Savaşları kapsamında olaylar yaşanmış ve Türkiye’nin yumuşak gücü büyük bir darbe yemiştir. Çoğulcu demokrasi toplumun tüm kesimleri ile iletişim halinde bulunan ve onların görüşlerini dikkate alan müzakereci bir yönetimi öngörmektedir. Çoğulcu demokrasi ilkelerine uygun hareket edilmesi toplumsal gerilim za112 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları manlarında ve olayların başlangıç aşamasında daha da önem kazanmaktadır. Hatta olaylar meydana gelmeden önce siyasi iktidar yönetişim kavramına uygun olarak toplumsal talepleri analiz eder ve bu talepleri dikkate alan politikalar ve uygulamalar gerçekleştirirse proaktif olarak potansiyel gerilimlerin oluşmasını ve olayların gelişmesini engelleyebilir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan gerilimlerin ve olayların temelinde çağcıl demokrasi, demokratik kültür ve olgunluk eksikliği yer almaktadır. Bireyler ve toplumsal alt grupların özgürlük alanlarının sınırları, diğer birey ve toplumsal alt grupların özgürlük alanlarının sınırlarıyla uyumlu olmalıdır. Dolayısıyla bireyler ve toplumsal alt gruplar birbirlerinin özgürlük alanlarına müdahaleden kaçınılmalıdır. Ayrıca bireysel ve toplumsal özgürlük alanları genişletilirken, güvenliğin temel görevinin bu alanları korumak olduğu üzerinde durulmalıdır. Olumsuz olayların gelişmesi durumunda, güvenlik güçleri yetkisini hukuktan alarak ve hukukun sınırlamalarına uyarak ihlal edilen özgürlük alanlarını korumalıdır. Gezi olaylarında güvenlik tesis edilmeye çalışılırken özgürlükler zarar görmüş, özgürlük ve güvenlik ilişkisindeki denge özgürlükler aleyhine bozulmuştur. Bu noktada taraflar açısından demokratik olgunluğun elzem olduğu tekrar vurgulanmalıdır. Demokratik olgunluk sadece tek taraflı olarak devletten beklenmemelidir. Toplum ve bireyler de demokratik olgunluğa sahip olma hususunda sorumludur. Sadece çağcıl demokrasi, demokratik kültür ve olgunluğa ulaşmış bir Türkiye’de; barış, istikrar ve güven ortamı yaratılabilir, huzur ve refah içinde insanca bir yaşam hâkim olabilir. 113 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça Carr, Edward H. Twenty Years’ Crisis, 1919-1939: An Introduction to the Study of International Relations. New York: Perennial, 1981. Çavuş, Tuba. “Dış Politika’da Yumuşak Güç Kavramı ve Türkiye’nin Yumuşak Güç Kullanımı.” Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 2, (2012): 23-37. Dahl, Robert. “The Concept of Power.” Behavioral Sciences 2, (1957): 201215. Ete, Hatem ve Coşkun Taşkın. Kurgu ile Gerçeklik Arasında: Gezi Eylemleri. İstanbul: SETAV, 2013. Fazlı, Mert ve diğerleri. “Provokatörlere suçüstü.” Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.zaman.com.tr/gundem_provokatorlere-sucustu_2097555. html. Holsti, Kalevi. J. “The Concept of Power in the Study of International Relations.” Background, 7, 4, (1964): 179-194. Kalın, İbrahim. “Türk dış politikası ve kamu diplomasisi.” Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.kdk.gov.tr/sag/ turk-dis-politikasi-ve-kamu-diplomasisi/20 Kardaş, Tuncay ve Ramazan Erdağ. “Bir Dış Politika Aracı Olarak TİKA.” Akademik İncelemeler Dergisi 7, 1, (2012): 167-194. Keohane, Robert ve Joseph Nye. Power and Interdependence. New York: Longman, 2001. Keohane, Robert. (Der.), Neorealism and Its Critics. New York: Colombia University Press, 1986. Morgenthau, Hans. Politics Among Nations. The Struggle for Power and Peace. New York: Alfred A. Knoff. Inc., 1985. 114 Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılma Noktası: Gezi Olayları Nye, Joseph S. Dünya Siyasetinde Başarının Yolu Yumuşak Güç. çev. Rayhan İnan Aydın, Ankara: Elips Kitap, 2005. Nye, Joseph ve Richard Armitage. “A smarter, moresecure America.” CSIS Commission on smart power, CSIS, 2007. Nye, Joseph. Amerikan Gücünün Paradoksu. İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2003. Nye, Joseph. “The Changing Nature of World Power.” Political Science Quarterly , 105/2, (1990): 177-192. Nye, Joseph.“Soft Power.” Foreign Policy 80, (1990): 153-171. Sandıklı, Atilla ve Erdem Kaya. “Gezi Parkı Olayları: Çıkarılması Gereken Dersler”, Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz, 24 Haziran 2013, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014,http://www.bilgesam.org/tr/ index.php?option=com_content&view=article&id=2442:gezi-park-olaylarckarlmas-gereken-dersler&catid=122:analizler-guvenlik&Itemid=147. Sandıklı, Atilla. “Yumuşak Güç Savaşları ve Gezi Parkı Olayları.” Dernekler, Sayı: 25, (2013). Sandıklı, Atilla. “Yumuşak Güç Savaşları.” Kocaeli Üniversitesi Uluslararası Güvenlik Kongresi, Kocaeli, 8-9 Ekim 2013 Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article& id=2474:2013-10-10-11-02-27&catid=133:sunular-sunular&Itemid=225. Sartre, Jean Paul. Çağımızın Gerçekleri. İstanbul: Çan Yayınları, 1973. Sharp, Gene. Diktatörlükten Demokrasiye. Boston: The Albert Einstein Institution, 2010. Türk, Gökhan. “Davos Krizi ve Ortadoğu’ya Yansımaları.” BİLGESAM Analiz, 20 Şubat 2009, Erişim Tarihi: 18 Şubat 2014, http://www.bilgesam.org/ tr/index.php?option=com_content&view=article&id=284:davos-krizi-veortadoguya-yansimalari&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150. 115 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Waltz, Kenneth. “Realist Thoughtand Neorealist Theory.” Journal of International Affairs, 44/1, 1990. Waltz, Kenneth. Theory of International Relations. New York: Waveland Press, Inc.: 1979. Yavuz, Bülent. “Çoğulcu Demokrasi Anlayışı ve İnsan Hakları.” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi XIII, 1-2, 2009. 116 Jeopolitik ve Türkiye Riskler ve Fırsatlar Bölüm -3 TERÖRİZM 117 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği TERÖRÜN GELDİĞİ YENİ BOYUT: IŞİD ÖRNEĞİ* Terör Kavramı Osmanlıcada “tedhiş” kelimesinin karşılığı olan Batı dillerindeki “terör” sözcüğü, “korku salmak, dehşete düşürmek, yıldırmak” anlamlarına gelen Latince “terrere” eyleminden türetilmiştir. Öğretide terörizm teriminin değişik tanımları yapılmaktadır. Bu tanımlamalarda en çok sözü edilen ortak beş nitelik; siyasal amaç, dehşet ve korku, tehdit, toplumda yaratılan psikoloji ve beklenen yaygın etkidir. En sık sözü edilen beş amaç ise; halkı ya da hedef topluluğu korkutmak, dehşete düşürmek; yerleşik otoriteyi tahrip etmek, yerleşik otoritenin terörist ile masum kitle arasında ayrım yapmadan baskı yöntemlerine başvurmasını sağlamak; otoriteye ya da düzene karşı olan güçleri harekete geçirmek, yerleşik otoritenin güçlerini ve kurumlarını etkisizleştirmek; kamuoyunu kendi lehinde ya da düzene karşı yönde etkilemek; yönlendirmek, siyasal güç odaklarını ele geçirmek ya da var olan yönetimi devirmektir.1 Bu özellikler çerçevesinde öğretide çoğunlukla paylaşılan görüşe göre, terörizm; bir grubun veya devletin, yasadışı stratejik ve siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için bilinçli ve planlı bir biçimde şiddet kullanması veya şiddet kullanma tehdidinde bulunmasıdır. Terörizm saldırılan veya korkutulan sivil ve masum kurbanlar aracılığı ile büyük bir kitleyi yıldırıp korkutarak amaçlarına ulaşmaya çalışır. Terörizm; siyasal, dinsel veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla; sivillere, resmi, yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımıdır. Terör uygulayan organize gruplara terör örgütü; terör uygulayan şahıslara ise terörist denir. Terörün nedenleri; ideolojik, ekonomik, sosyo-kültürel, psikolojik, etnik ve jeopolitik içerikli *Bu bölüm daha önce BİLGESAM tarafından Bilge Adamlar Kurulu raporu olarak yayımlanmıştır. 1 Doğu Ergil, “Uluslararası Terörizm,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 47 Sayı: 3, (1992): 140. 119 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm olabilir.2 Bu nedenler ileri sürülerek farklı terör uygulamaları gerçekleştirilebilir. Farklı terör uygulamaları devlet terörü, devlete karşı terör, ideolojik terör, etnik terör, dini motifli terör, sivil terör, kimyasal ve biyolojik terör, nükleer terör ve siber terör şeklinde sınıflandırılabilir.3 Türk hukukunda 1991/3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın değişik birinci maddesine göre “terör eylemi”nin, dolayısıyla “terör suçu”nun tanımı şudur: “… cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemler.” Dikkat edileceği üzere, bu tanım, suç hukukunda güvence sisteminin temelini oluşturan yasallık ve dolayısıyla bu ilkenin alt ilkelerinden “belirginlik” (certezza) ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bu yüzden yorumlara açıktır, “bölünmez bütünlük” gibi Anayasa’da ve yazılı hukukumuzda yer alan anlamsız deyişleri içermektedir. Bu nedenle terör teriminin suç hukukundaki tanımı, yukarıdaki ilkelerin ışığında kısaca şöyle yapılabilir: “Terör, yerleşik düzeni değiştirmek amacıyla yapılan ve toplumda yılgınlık yaratan cebir ya da şiddet eylemidir.” Birden fazla ülkenin topraklarını veya vatandaşlarını içeren terörizm uluslararasıdır. Uluslararası terörizm, ulusal sisteme karşı sistem dışından yöneltilen bir şiddet veya şiddet yüklü tehdit eylemidir. Bu tanıma göre eylemler yabancılara veya yabancılara ait hedeflere yöneltilirse, birden fazla devletin beslediği, desteklediği unsurlarca yapılırsa veya yabancı hükümetlerin veya 2 Zafer Kılıç, “Küreselleşme ile İvme Kazanan Uluslararası Terörizm ve Buna Karşı Alınan Tedbirler,” Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler, (Isparta, 2007), 10. 3 Orhan Göçer, “Uluslararası Terörün Soğuk Savaş Sonrası ve Gelecekteki Durumu,” Kara Kuvvetleri Dergisi, Yıl 4, Sayı 14, (Kasım 2005): 40. 120 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği uluslararası örgütlerin siyasetlerini etkilemek için yapılırsa uluslararası nitelik kazanır. Bir ülkenin teröristlerinin başka bir ülkenin diplomatlarını, yöneticilerini veya işadamlarını, şu veya bu ülke ile temaslarından dolayı öldürmeleri, uluslararası sefer halindeki uçaklara saldırmaları veya onları başka ülkelere uçmaya zorlamaları uluslararası terörizmdir. Uluslararası terörizm ulusal sınırların dışına taşan bir tehdit olgusunu içerir. Bu anlamda uluslararası etkileri, yansımaları vardır ve uluslararası ilişkileri etkiler. Uluslararası terörizm, benimsenmiş uluslararası diplomasi ve savaş kurallarını dışlayan eylemler bütünüdür. Dolayısıyla, bu tür terörizm ulusal sınırları aştığı için uluslararası hukuk kurallarını ve ortak siyasal savunma önlemlerini içerir.4 Tarihsel süreç içinde farklı koşullar, nedenler, amaçlar ve işlevlerle çeşitli terör dönemleri yaşanmıştır. Özellikle devrimler, darbeler sonrasında iktidara gelen otoriter yönetimler ve savaş dönemlerinde ideolojik diktatörlükler yönetimlerini sürdürebilmek için devlet terörü gerçekleştirmişlerdir. Örneğin bugünkü anlamıyla terörizm kelimesi Fransız İhtilalı sırasında ve Jakobenlerin terör sultası döneminde doğmuştur. Devrimden sonra Mart 1793-Temmuz 1794 arası dönem “terör rejimi, terör dönemi” olarak adlandırılmıştır.5 Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Almanya, İtalya ve Rusya’da iktidarların uyguladığı devlet terörü zirveye ulaşmıştır. Lenin ve Stalin dönemlerinde Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan düzen karşıtı oldukları gerekçesiyle öldürülmüştür. İtalya’da Mussolini döneminde, düzen karşıtı oldukları gerekçesiyle başta Sosyalist Parti Genel Sekreteri Matteoti olmak üzere pek çok insan öldürülmüştür. Almanya’da, Hitler döneminde sadece devlet politikasını kabul ettirmek için değil aynı zamanda Yahudiler ve Çingenelere de ari ırk politikası doğrultusunda terör uygulanmıştır. Bir milyon civarında insan kamplarda ve gaz odalarında öldürülmüştür.6 4 Ergil, a.g.e., 140. 5 Walter Laqueur, Terrorism (New York: Macmillan, 1974), 6., Faruk Örgün, Küresel Terör, (İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2001), 60-61. 6 Atilla Yayla, “Terörizm: Kavramsal Bir Çerçeve,” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt XLV, Sayı: 1-4, 1990, 350-352. http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/ pdf/45/1/atillayayla.pdf (Erişim Tarihi: 10.3.2014) 121 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Bir devletin kendi halkına veya güçlü devletlerin diğer devletlere karşı uyguladığı şiddet ve yıldırma siyasetine de terör denmektedir. Ancak terörizm, daha çok aşağıdan, yani “devlet-altı” grupların kendi devletlerine ya da güçsüz devletlerin güçlü devletlere yönelttikleri şiddet ve tehdit eylemleridir. Ayrıca uluslararası terörizm küresel dengesizlikler ve travmaları kullanarak uluslararası sisteme karşı da gerçekleştirilebilir. Bu raporda yukarıda açıklanan kavramlar çerçevesinde, tarihsel süreç içinde yaşan terör dalgaları incelenecek, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örneği analiz edilecek, terörün geldiği yeni boyutun oluşum süreci, nedenleri, özellikleri tespit edilmeye çalışılacak ve bu yeni boyuttaki terörle mücadeleyle ilgili bazı öneriler geliştirilecektir. Tarihsel Süreç ve Terör Dalgaları Terörizmin günümüze yansıyan tarihsel gelişim süreci beş dalgaya ayrılabilir: anarşist dalga, etnik dalga, ideolojik dalga, dini dalga ve siber dalga. Bu dalgalar kesin sınırlarla birbirlerinden ayrılmış değildir. Dalga adı o dönemde yoğun olarak yaşanan terörün temel amacı ve özelliği dikkate alınarak belirlenmiştir. Dolayısıyla her dönemde yaşanan terör olaylarında diğer dalgalardaki terör olaylarının amaç ve özelliklerinin uzantıları vardır. Örneğin dini dalga sürecinde anarşist ve ideolojik dalganın yansımaları görülebileceği gibi siber dalganın gelişim izleri de görülebilir. Sanayi Devrimi kapsamında deniz ve demiryolu ulaşımı ile telgraf ve telefon iletişim teknolojilerinde önemli gelişmeler yaşandı. Teknolojik gelişmeler ile birlikte Aydınlanma Dönemi ile Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan düşünceler ve Sergey Neçayev, Mihail Bakunin ve Alekseyeviç Kropotkin tarafından fikri temelleri oluşturulan doktrin çerçevesinde terörizmin ilk dalgası olan anarşist dalga meydana geldi. Bu dönemde dünyanın birçok bölgesinde anarşist ideolojiyi benimseyen farklı terör örgütleri ortaya çıktı. Rusya’da ortaya çıkan Narodnoya Volya örgütü bombalama ve suikast eylemlerini geliştirdi. Devrim kavramında gelişmeler yaşandı. ABD Başkanı William McKinley1901’de suikastla öldürüldü.7 7 David C. Rapoport, “The Four Waves of Rebel Terror and September 11,” Anthropoetics, Vol. 8, No. 1, (Spring/Summer 2002), http://www.anthropoetics.ucla.edu/ap0801/terror.htm 122 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ulus-devlet ve milliyetçilik akımı sömürge karşıtı etnik dalga sürecini ortaya çıkardı. Bu dönemde büyük imparatorluklar içerisinde bulunan etnik gruplar çok uluslu imparatorluklardan ayrılarak kendi devletlerini kurmak için terör örgütleri oluşturdular. Osmanlı Devleti’nden ayrılmak isteyen Ermeniler tarafından kurulan Hınçak ve Taşnak Cemiyetleri; Balkanlarda Bulgarlar ve Sırplar tarafından kurulan örgütler; Orta Doğu’da da Yahudiler tarafından kurulan örgütler ve İngiltere’deki IRA, ayrılıkçı amaçla kurulan terör örgütlerinden bazılarıdır. Etnik dalga döneminde terör örgütleri eylemlerin sansasyonel etkisini arttırmak için ufak çapta ama etkili eylem stratejileri geliştirdiler. Eylemler özellikle isyan edilen devletin bölgedeki görevlilerine yöneldi. Eylem yapılacak zaman, mekân, kişi konusunda da seçicilik ve gizlilik esastı. Vur-kaç taktiği bu dönemde etkin olarak kullanılmaya başlandı. Bu dönem devrim kavramının en etkin olduğu dönem oldu. Diasporaların ve yabancı ülkelerin bu örgütlere destek vermeleri daha önceki dönemlerde yaşanan maddi sıkıntıları ortadan kaldırdı. Etnik dalganın bir farklı yönü de, bu dalgadan itibaren terör örgütlerinin kendilerini gizlemeleri, “terörizm” yerine “özgürlük savaşı”, “terörist” yerine “gerilla” kavramlarını kullanmalarıdır.8 İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması ve ABD’nin Vietnam’ı işgali ile terörizmde ideolojik dalga başladı. Amerika’nın Vietnam’da başarısız olması iki kutuplu dünya düzeninde alternatif fikir akımı olan sol ideolojinin farklı bir umut ışığı olarak algılanmasına ve sol ideolojiyi benimseyen terör örgütlerinin kurulmasına neden oldu. Ardından “68 Hareketi” olarak tarihe geçen Fransa’daki öğrenci hareketleri de bu gelişimin devamını sağladı. Böylece dünyanın farklı köşelerinde komünist devrimi amaçlayan ideolojik terör örgütleri ortaya çıktı. Bu örgütlere karşı sağ ideolojileri benimseyen örgütler de kuruldu. Bu terör örgütleri küresel sistemde iki kutba ait ülkeler tarafından desteklendi.9 Bu dönem içerisinde dünyanın farklı köşelerinde birçok terör örgütü kuruldu. David C. Rapoport, “The Fourth Wave: September 11 in the History of Terrorism,” Current History, Vol. 100, No. 650 (December 2001): 419–424. 8 Rapoport, a.g.e. 9 Rapoport, a.g.e 123 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Japonya’da Japon Kızıl Ordusu, Almanya’da RAF, İtalya’da Kızıl Tugaylar buörgütlere bazı örneklerdir. Ancak en çok dikkat çeken ve bu dalganın kaderini belirleyen örgüt Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) oldu. Özellikle Amerika’nın Vietnam yenilgisi sonrası bu örgüt bir idol haline geldi. Yaptığı eylemlerin sansasyonel olması ve Lübnan’daki kamplarının diğer örgütler tarafından eğitim amaçlı kullanılması FKÖ’nün idol haline gelmesinin önemli sebeplerindendi. Türkiye’de o dönem faaliyet yürüten ve sonrasında neredeyse tüm sol fraksiyonların temelini oluşturan Dev-Yol ve Dev-Sol da FKÖ’ye ait bu kamplarda eğitim aldı. İsrail’in Lübnan’ı işgal ederek FKÖ’nün bu kampını dağıtması ile birlikte ideolojik dalga ömrünü tamamladı.10 Anarşist dalga terör örgütleri tüm kurulu düzenleri yok etmeyi amaçlamıştır. Sömürge karşıtı etnik dalga ise terörizme siyasi bir boyut kazandırdı ve ayrılıkçı unsur devreye girdi. İdeolojik dalga ile birlikte terör örgütleri mevcut düzene alternatif bir düzen getirmek amacıyla teröre başvurdular. Bu nedenle de diğer dönemlerden farklı olarak terörü bizzat amaç olmaktan çıkararak amaca ulaşacak bir araç olarak algıladılar. Ayrıca bu dönem uluslararası terörizmin yükselişe geçtiği dönemdir. Daha öncesinde, özellikle etnik dalgada yalnızca diaspora ve dış destek sebebiyle terörün uluslararası yönü mevcuttu. Ancak ideolojik dalga ile birlikte terörizmin uluslararası boyutu daha fazla ön plana çıktı. Uçak kaçırma, rehin alma türü eylemlerin genellikle uluslararası arenada gerçekleşmesi ve bu dönemde terör örgütleri arasındaki dayanışma terörün gelişen uluslararası boyutunu göstermektedir. Bununla birlikte terörle mücadelede devletlerin uluslararası arenada birlikte hareket etmeleri de ilk defa bu dönemde gündeme geldi. Aslında daha öncesinde anarşist dalga sürecinde ABD, Başkan McKinley’in öldürülmesi üzerine terörizmle mücadele için uluslararası işbirliği çağrısı yaptı. Fakat Washington yönetimi bundan üç yıl sonra Rusya ve Almanya tarafından düzenlenen terörizmle mücadele konferansına katılmayı reddetti. Düzenlenen bu konferansa ABD ile birlikte katılmayan başka devletler de vardı. Ancak bunlar 10 Rapoport, a.g.e 124 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği arasında İtalya’nın katılmama nedeni hayli ilginçti. İtalya eğer terörizm sona erdirilirse yurtdışında faal olan İtalyan teröristlerin ülkesine geri dönerek soruna neden olabileceğini ileri sürdü. Kısacası, terör eylemlerinin uluslararası alana yayılması ve örgütler arasındaki işbirliğinin giderek artması terörizmin uluslararası yönünün bu dalgada daha belirginleşmesine neden oldu. 1979 İran Devrimi ve Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesi dünyada yeni bir terör dalgası olan dini dalganın doğmasına neden oldu. Özellikle İslam toplumlarının bazı kesimlerince İran Devrimi bir umut ışığı olarak algılandı. Sovyetlerin Afganistan’da başarısız olmaları bu umut ışığını güçlendirdi. Bu gelişmeler kendilerine dini referans alan terör örgütlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Ancak bu gerçeklik sadece İslam dini açısından geçerli değildi. Bu dönemde diğer dinler adına faaliyet gösterdiğini iddia eden terör örgütleri de ortaya çıktı. Mesela Japonya’da Aum Shrinkyo, Hindistan’da Sih’ler tarafından kurulan örgütler, İsrail’de radikal Yahudi örgütler ve Amerika’da ortaya çıkan inanç eksenli örgütler bunlardan birkaçıdır. Fakat bu dönemde en fazla İslam motifli dini örgütler faaliyet gösterdi. Bunun en büyük nedeni de İslam dünyasında o dönemde yaşanan siyasi gelişmeler ve kronik hale gelen ve halen devam eden İslam coğrafyasındaki siyasi istikrarsızlıktır.11 Dini dalgayı diğerlerinden ayıran bir özellik de hedef kitlesinin oldukça geniş olmasıdır. Diğer dalgalarda terör örgütleri daha spesifik hedeflere sahiptiler. Ancak bu dönemde terör örgütleri dünya genelinde çok geniş bir hedef kitlesine yönelik eylemler gerçekleştirmektedir. Küreselleşme, kitle iletişim ve ulaşım imkânları terör örgütlerinin eylem alanını dünya çapında genişletmiş ve doğal olarak etkilerini de bu boyutta büyütmüştür. Bunun zirveye ulaştığı nokta ise 11 Eylül 2001 tarhinde el-Kaide’nin ABD’de İkiz Kuleler’e düzenlediği saldırılar oldu. Hedef kitlenin bu kadar fazla büyümesi aynı zamanda terör örgütlerinin de daha geniş bir alana yayılmasına ve örgütsel yapıların değişikliğe uğramasına neden oldu. Artık terör örgütleri katı bir hiyerarşik yapılanmadan ziyade hücre yapılanmalarının meydana getirdiği bir “ağ (network)” yapılanması haline 11 Rapoport, a.g.e 125 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm geldiler. Farklı ülkelerde faaliyet gösteren bu hücreler merkeze propaganda, kaynak ve eleman temininde destek sağlarken, ağın dağılması durumunda yeni örgütlerin çekirdeğini de oluşturma fırsatı vermekteydi. Bu dönemin dikkat çekici bir özelliği de intihar eylemlerinin ortaya çıkmasıydı. Daha önceki dalgalarda da intihar eylemleri gerçekleştirilmişti. Ancak bu dönemde çok etkili olması ve daha fazla uygulama alanı bulması nedeniyle intihar eylemleri bu döneme ait bir özellik olarak karşımıza çıktı. İntihar eylemlerinin bu dönemde ortaya çıkmasında en büyük etkenlerden birinin de dini retorik olduğu ifade edilebilir. Teknolojik gelişmeler; cep telefonları, bilgisayar ve internet sistemleri insanların hayatını kolaylaştırdığı kadar teröristlerinkini de kolaylaştırmakta ve terörün yeni boyutunu ortaya çıkarmaktadır. Siber dalga bilgisayar teknolojilerini ve internet sistemlerini kullanarak kurumların ve ülkelerin güvenliğini tehdit edebilmektedir. Bu sistemler aracılığıyla devletlerin gizli ve stratejik bilgileri ele geçirilebilir, askeri ve güvenlik sistemleri felç edilebilir. Hayatın büyük bir bölümünün bilgisayar sistemleriyle düzenlendiği bir ortamda, ekonomik işlemler, finans dünyası, ulaşım ağı, telekomünikasyon sistemleri, sağlık sistemleri gibi bilgisayar ağlarının çökmesi çok ciddi ve onarılması zor tehlikeler yaratabilir. Siber terörizm bilgisayarı yalnızca savaş aleti olarak değil; aynı zamanda propaganda yapma ve taraftar toplama aracı olarak da kullanmaktadır. Ayrıca siber terörizmde saldırının nereden geldiğini tespit etmek ve nasıl bertaraf edileceğini çözümlemek hiç de kolay değildir. Teröristlerin yakalanma riski azalmakta ve teröristlerin can güvenlikleri tehlikeye düşmemektedir. Günümüzde terörizmde dini dalga yoğun bir şekilde yaşanırken siber dalganın gelişim süreci izlenmektedir. Siber terör dini motifli terörün etkisini artırmakta bütün dünyaya yayılmasını kolaylaştırmaktadır. El-Kaide, IŞİD, eş-Şebab ve Boko Haram gibi terör örgülerinin birçok ülkede hücreler oluşturmasına, propaganda yapmasına, elaman temin etmesine, finans desteği sağlamasına ve istihbarat elde etmesine imkân sağlamaktadır. Gelecekte terör örgüleri siber terör faaliyetlerini artırabilirler ve küresel sisteme daha fazla zarar verebilirler. 126 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Terörün Yeni Boyutunun Gelişimi: El-Kaide Terör Örgütü Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan’ı işgal etmesini müteakip işgale karşı mücadele eden Afganlara yardım etmek amacıyla farklı ülkelerden çok sayıda Müslüman gönüllü bu ülkeye akın etti. 1980 yılı ortalarında Usame Bin Ladin, Filistin Müslüman Kardeşler Örgütü lideri Abdullah Azzam ile birlikte Afgan direnişinde savaşacak gönüllüler bulmak ve bu gönüllülere mali ve lojistik destek sağlamak maksadıyla “Mekteb el Hidamat (MAK)” “Hizmet Bürosu” olarak adlandırılan bir yapı oluşturdu. MAK, ABD, Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere 50 ülkede şubeler açtı.12 ABD ve Batılı ülkeler bu girişimleri desteklediler. MAK adlı örgütlenmeye katılan gönüllüler için Bin Ladin tarafından bilgisayar ortamında “El-Kaide” adlı bir veri tabanı oluştu-ruldu.13 Bu gönüllü ordusu Sovyetler Birliği’nin 1988’de Afganistan’dan çekilmesini müteakip dağılmaya başladı. Bin Ladin bu gücü yeni bir amaçla bir araya getirmek için yeni bir yapı kurdu ve bu yapının adı el-Kaide oldu. ABD liderliğinde oluşturulan koalisyon kuvvetlerinin 1991’de Irak’ı işgal etmesini ağır şekilde eleştiren Bin Ladin, örgütsel yapılanmasını yeniden şekillendirdi. El-Kaide, ilk saldırısını 1992’de Yemen’in Aden şehrinde ABD askerlerinin kaldığı değerlendirilen bir otele gerçekleştirdi. ABD askerleri başka bir otelde kaldığı için saldırıda iki Avusturyalı sivil hayatını kaybetti. Saldırıda hedeflenen askerlerin yerine sivillerin ölmüş olması el-Kaide örgütünün tabanında bir şok meydana getirdi. Ancak Iraklı Memduh Mahmut Selim’in, İbni Teymiye’ye atıfla yayımladığı fetvada, “Dar-ül Harpte sürdürülen ‘cihatta’ sivillerin de öldürülebileceği”ni ilan etmesi, örgüt için meşruiyet sorununu çözdü. Bu fetvaya göre; “ölen masum siviller cennete giderek mükâfat görürken, masum olmayanlar ise hak ettikleri cezayı bulmuş olacaklardı.”14 Bu saldırı sonrasında 16 Şubat 1993’te, New York’ta bulunan Dünya Ticaret 12 Hüseyin Cinoğlu ve Süleyman Özeren, “ABD’nin Yeni Terörle Mücadele Konsepti: Savaş Yerine Uyumlu İşbirliği Mi?,” İ. Bal ve S. Özeren (eds), Dünyadan Örneklerle Terörle Mücadele (Ankara: USAK Yayınları, 2010), 349. 13 Dünyadaki Terör Örgütleri, Polis Akademisi Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi, UTSAM Raporlar Serisi: 25 (Ocak 2013), 9. 14 Abdel Bari Atwan, The Secret History of Al Qa’ida (London: Abacus, 2006), 18. 127 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Merkezi’ne yarım ton ağırlığında mühimmatla bombalı saldırı düzenlendi. Saldırı sonucu altı kişi ölürken 1.500 kişi yaralandı.15 Bin Ladin, Afganistan’a döndükten sonra Taliban ile birlikte hareket etmeye başladı. Son derece katı ve aşırı bir dini yorumu benimseyen Taliban ile dünyanın farklı ülkelerinde eylemler gerçekleştirdi. El-Kaide etki alanlarını bölgedeki diğer ülkelere, özellikle Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yaymaya başladı. Bin Ladin, 1996 yılında ABD askerlerini Arap yarımadasından çıkarmak, Müslümanların en kutsal şehirleri olan Mekke ve Medine’yi “kurtarmak,” ABD ile işbirliği içindeki Suudi hükümetini yıkmak ve dünyadaki devrimci gruplara destek vermek amacıyla, ABD ve müttefiklerine karşı açık bir “cihat” çağrısı yaptı. 1998 yılında Bin Ladin ve Eyman el-Zevahiri ve bazı örgüt mensuplarının imzasıyla “gücü yeten her Müslüman’ın, ister sivil, ister asker olsun Amerikalıları ve müttefiklerini, hangi ülkede olurlarsa olsunlar öldürmelerinin farz olduğu” yönünde bir fetva yayımlandı.16 Bu tarihten sonra farklı ülkelerde ABD Büyükelçiliklerine, askeri tesis ve gemilerine terör saldırıları düzenlendi. El-Kaide İstanbul, Madrid, Londra ve farklı ülkelerde çok büyük terör saldırıları düzenledi. Bu saldırılar el-Kaide tehdidinin sadece ABD’ye yönelik olmadığı, diğer Batılı ülkelerin ve müttefiklerinin hedefte olduğunu gösterdi. Usame Bin Ladin’e göre el-Kaide’nin amacı; ABD’nin Arap dünyasından çekilmesi, Batı yanlısı Müslüman devletlerin ve sistemlerin yıkılması ve Orta Doğu’da halife yönetiminde bir İslam devleti kurulmasıdır. El-Kaide örgütünün ideolojisi İslami kuralların istismarı, Batı karşıtlığı ve terörizmden oluşmaktadır. Bu ideolojide ve el-Kaide’nin uygulamalarında Selefi İslam yorumunun yanında Neo-Marksist yaklaşımların izleri de görülmektedir. Baas rejimlerinde görülen Marksizm-Arap milliyetçiliği etkileşimi, farklı bir şekilde Marksizm-Selefi İslam etkileşimine de yansımıştır. Neo-Marksist kurama göre merkez-çevre etkileşiminde, çevrenin İslam adı altında merkeze ve merkezle birlikte hareket eden çevre ülkelere yönelik başkaldırısıdır. Yani 15 Emin Demirel, Ölüm Arabaları (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004), 29-32. 16 Richard Whelan, El-Kaidecilik: İslam’a Tehdit Dünya’ya Tehdit (çev. Hüseyin Bağcı, Bayram Sinkaya ve Pınar Arıkan), (Ankara: Platin Yayınları, Ankara, 2006), 88. 128 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği ABD ve Batı’nın hâkim olduğu küresel sisteme ve bu sistem içinde bunlarla birlikte hareket eden İslam ülkelerine bir meydan okumadır. El-Kaide’nin dini referanslarını Selefilik ve Vahhabilik anlayışından aldığı belirtilmektedir. Bin Ladin, ABD’ye savaş ilan ettiği bildirisinde, İbni Teymiye’yi referansla “imandan sonra dini bozan düşmanla savaşmaktan başka görev yoktur” görüşünü dile getirmiştir. Görüldüğü üzere el-Kaide şiddet eylemlerini meşrulaştırmak için gerektiğinde herhangi bir ayeti veya dini referansı rahatlıkla istismar edebilmektedir.17 El-Kaide, klasik terör örgütleri gibi hiyerarşik katı bir yapıya değil esnek bir örgütlenmeye sahiptir. Merkezde 10-15 kişiden oluşan yönetici grup ve bu gruba bağlı farklı ülkelerde teşkilatlanmış ağ uzantıları bulunmaktadır. Bu yapı klasik terör örgülerinde görülen hiyerarşik bir yapıya benzer. Bu yapıyla etkileşim içinde bulunan ancak doğrudan bir hiyerarşik bağa sahip olmayan daha geniş bir ağ vardır. Bu ağ içinde bulunan ve farklı ülkelerde oluşan bu grupların kendi gündemleri ve hedefleri vardır. Ancak yaptıkları eylemleri elKaide şemsiyesi altında yaparlar. Müslüman dünyasında yaşanan travmalar ve mağduriyetleri istismar ederek davasını sınır aşan destekçileri vasıtasıyla uluslararası bir boyuta taşır. Aslında el-Kaide yapı olarak hem fiziki hem de sanal bir ağ ile aynı ideolojik temelde eylemler yapan yapılara adeta marka hakkını veren (franchasing) sınır aşan bir terör örgütüdür.18 Amerikan askerlerinin 1 Mayıs 2011 tarihinde Pakistan’ın Abbottabad şehrinde yaptığı operasyonda, Bin Ladin ölü olarak ele geçirildi. Cesedi Afganistan’a getirildi ve ardından 24 saat içinde denize atıldığı açıklandı. Usame Bin Ladin’in ölümünden sonra el-Kaide tehdidinin ortadan kalktığını ileri süren iyimser görüşler kısa süre içinde yok oldu. El-Kaide’nin farklı coğrafyalardaki uzantıları evrilerek farklı terör örgütleri olarak yapılandı ve eylemlerini artırdı. Nijerya’da Boko Haram, Somali’de eş-Şebap, Yemen’de Ensar el-Şeria, Arap Yarımadası el-Kaidesi, Mağrip el-Kaidesi, Irak el-Kaidesi gibi örgütler görünür hale geldi. 17 Michel S. Swetnam ve Yonah Alexander, Bir Terörist Ağının Profili Usame Bin Laden (çev. Derya Engin), (İstanbul: Güncel Yayınları, 2001), 107. 18 Dünyadaki Terör Örgütleri, 13-14. 129 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Gelişimi IŞİD’in gelişim süreci Ebu Musab el-Zerkavi’nin 2000 yılında Afganistan’da kurduğu “Tevhid ve Cihad Örgütü (TCÖ)” ile başlamıştır. ABD’nin Afganistan’ı işgalini müteakip örgüt önce İran’a daha sonra Irak’a geçmiştir. ABD’nin Irak’ı da işgal etmesi üzerine, örgüt koalisyon güçlerine yönelik mücadelesini artırmış, etkinlik kazanmış, büyümüş ve 2004’de “Irak el-Kaidesi” adını almıştır. 2006 yılında Zerkavi’nin öldürülmesinden sonra örgütün başına Ebu Eyub el-Mısri geçmiş ve örgüt adını “Irak İslam Devleti (IİD)” olarak değiştirmiştir. İç savaş nedeniyle merkezi otoritenin zayıflamasını fırsat bilen örgüt varlığını Suriye toprakları içine taşımış, kontrol ettiği bölgeyi genişletmiş ve adını 2013’de “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)” olarak tekrar değiştirmiştir. IŞİD’in Irak’taki Gelişimi Irak Şam İslam Devleti’nin kuruluşuna öncülük eden Ebu Musab el-Zerkavi 1966 yılında Ürdün’de doğdu, Selefi ve şiddet yanlısı cihad anlayışıyla büyüdü. Afganistan’ı işgal eden Sovyet askerlerine karşı savaşmak için 22 yaşında Afganistan’a gitti. Savaş sona erdikten sonra 1992’de Ürdün’e dönen Zerkavi Ürdün istihbaratı tarafından takibe alındı. 1993’de bir sinema salonuna düzenlediği saldırı sonrasında tutuklandı ve 1999 yılına kadar hapishanede kaldı. Hapishanede Selefi ve şiddet yanlısı cihad anlayışına yönelik eğitimini geliştirdi. Hapishaneden çıkınca Afganistan’a gitti ve Usame bin Ladin ile görüşüp yakınlaşmak istedi. İstediği sonucu alamayan Zerkavi; 2000 yılında Afganistan’daki Herat kampında Filistinli, Ürdünlü ve Suriyeli militanlardan oluşan TCÖ’yü kurdu.19 ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgal etmesinden sonra şartların zorlaşması nedeniyle, Zerkavi TCÖ’yü önce İran’a daha sonra Irak’ın kuzeyine taşıdı. Bu bölgede ayrılıkçı İslamcı Kürtlerin oluşturduğu Ensar el-İslam örgütü ile yakınlaştı. Bu örgütün el-Kaide ile yakın işbirliği vardı. ABD’nin 2003’de Irak’ı işgal etmesinden sonra dağılan Irak ordusunun bıraktığı silah, teçhizat 19 Muhammad J. Kirdar, Al Qaeda in Iraq, CSIS, Case Study Number 1, (2011), 2-3. http:// csis.org/files/publication/110614_Kirdar_AlQaedaIraq_Web.pdf (Erişim Tarihi: 26.3.2015) 130 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği ve cephane ile güçlendi ve ABD işgaline karşı direnişini artırdı. Uluslararası ağ bağlantısı ile direnişe katılmaları için yabancı savaşçılara çağrı yaptı. Kısa sürede ABD güçlerine karşı savaşmak için Irak’a yüzlerce yabancı savaşçı geldi ve bu gruba katıldı. Bunların bir kısmı Afganistan, Çeçenistan, Bosna, Keşmir gibi cephelerde daha önce savaşmış olan tecrübeli savaşçılardı.20 Bir kısmı da Arap ve İslam dünyasının dört bir tarafından savaşmak için gelen gençlerdi. Zerkavi Nisan 2004’te Felluce çatışmasında direnişçilere liderlik yaptı. Direniş karşısında başarılı olamayan ABD askerleri tek taraflı ateşkes ilan ederek geri çekildi. Bu gelişmeyi direnişçiler büyük bir zafer olarak değerlendirdi ve karizmatik kişiliği Zerkavi’nin liderliğini güçlendirdi. Çok sayıda direnişçi “Felluce İslami Halifeliği”nin emiri olarak kendisine biat etti. Zerkavi de 17 Ekim 2004’de Usame bin Ladin’ne bağlılığını ilan ederek TCÖ’nün adını “İki Nehir Topraklarındaki el-Kaide” (kısaca Irak el-Kaidesi) olarak değiştirdi.21 Usame bin Ladin daha önce Şiilere karşı aşırı düşmanca davranması ve İslamiyet’e uygun olmayan faaliyetleri nedeniyle reddettiği Zerkavi’nin katılımını, memnuniyetle karşıladığını belirtmiş ve Irak’taki mücahitlerin Zerkavi’ye biat etmesini söylemiştir. El-Kaide Zerkavi’nin katılımıyla Irak’taki varlığını ve etkinliğini artırmış, Zerkavi de örgütünü el-Kaide’nin desteğini alarak büyütmüştür. Yeni katılımlar ile büyüyen örgüt ABD işgaline karşı direnişi genişletmiş, hem kendisinin hem de Ladin’in Irak’taki ününü artırmıştır. Irak el-Kaidesi disiplinli yapısı ve kullandığı profesyonel savaş taktikleri ile kısa sürede Irak’ta önemli bir silahlı güç oldu. El-Anbar vilayeti başta olmak üzere ülkenin bazı önemli Sünni bölgelerinden ABD ve Irak güvenlik güçlerini çıkararak kendi adına büyük bir başarı kazandı. Başkent Bağdat’ın Azami20 Can Acun, “Neo el-Kaide: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD),” SETA Perspektif, Sayı 53, (Haziran 2014), 1-2. http://file.setav.org/Files/Pdf/20140616184404_neo-El-Kaide-isid-pdf. pdf (Erişim 26.3.2015) 21 Recep Tayyip Güler ve Ömer Behram Özdemir, “El-Kaide’den Post-Kaide’ye Dönüşüm: IŞİD,” Sakarya Üniversitesi Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1 (2014): 117. 131 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ye, Nazımiye, Ebu Garib bölgelerine kadar alan hâkimiyetini genişletti. Örgüt, Iraklı tabana daha fazla yayılmak ve sahadaki diğer Sünni direniş gruplarıyla ortak bir çatı oluşturmak için 2006 yılı başlarında Mücahitler Şûra Konseyi’ni kurdu.22 Zaman zaman el-Kaide merkez yönetimiyle anlaşmazlıklar yaşasa da, Zerkavi 7 Haziran 2006’da Amerikan kuvvetlerinin bir hava saldırısında öldürülünceye kadar Irak el-Kaidesi’nin lideri olarak eylemlerini sürdürdü. Zerkavi’nin öldürülmesinden sonra örgütün başına el-Kaide’nin o zaman ikinci adamı olan Eymen el-Zevahiri’nin yakını olan Ebu Eyyub el-Mısri getirildi. Her ikisi de Mısır’da İslami Cihad Örgütü’nde birlikte çalışmıştı. Afganistan’da militan yetiştiren el-Mısri patlayıcılar konusunda uzmandı ve bomba yüklü araçlarla saldırılar planlamıştı. Irak’ta etkisini iyice artıran Şii unsurlar, ABD ordusuyla birlikte Sünnilere karşı operasyonlara katılmaya başlayınca, örgütün birincil hedefi haline geldi. Irak el-Kaidesi devletleşme hedefi doğrultusunda Mücahitler Şûra Konseyi’ne, Sahabelerin Askerleri, Fatihler Ordusu, Muzaffer Mezhep Ordusu gibi birkaç grubu daha katarak Ekim 2006’da sözd Irak İslam Devleti’ni (IİD) ilan etti. Liderliğe Ömer el-Bağdadi, savaş bakanlığına el-Mısri getirildi. Bir kabine oluşturuldu ve devlet teşkilatı oluşturulmaya başlandı. Irak’ın Sünni ağırlıklı bölgelerinde ve Irak Kürt bölgesinde sözde devletin kuruluşuyla ilgili duyuru yapıldı.23 Bölgedeki yerel halk ve direnişçilerin önemli bir kısmı IİD’ye şüpheyle yaklaştı. Çünkü kuzeyde Kürtlerin ve güneyde Şiilerin bulunduğu bölgelerde zengin petrol yatakları vardı. Bu bölgeler arasında kurulan Sünni devlet, bu zengin kaynaklardan mahrum kalacak ve halk ekonomik sıkıntı çekecekti. Zaten yoğun çatışmalar nedeniyle ekonomik hayat durma noktasına gelmiş, birçok işyeri kapanmıştı. Ayrıca uluslararası toplum bu devletin kurulmasına karşı çıkacaktı. Bunlara ilave olarak İslam adına yapılan şiddet eylemleri halkı rahatsız etmeye başladı. Bu kurallara uymayan Sünniler ya çok ağır bir şekilde cezalandırılıyor ya da öldürülüyordu. 22 “The Islamic State” Mapping Militant Organizations, Stanford University. http://web. stanford.edu/group/mappingmilitants/cgi-bin/groups/view/1 (Erişim Tarihi: 26.3.2015) 23 Kirdar, a.g.e., 5. 132 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği IŞİD, 2007’de patlayıcı yüklü araçlar ve canlı bombalarla terör faaliyetlerini artırdı. Saldırılarda 1.900 kişi katledildi. Sünni halkta ekonomik sıkıntı, endişe ve yılgınlık hat safhaya ulaştı. ABD, halkın bu hassasiyetini değerlendirdi ve 2007 yılından itibaren Irak’ta yeni bir strateji uygulamaya başladı. ABD koalisyon güçlerinin başına David Patreaus getirildi ve ordu yeni kuvvetlerle takviye edildi. IİD yapısından ve uygulamalarından rahatsızlık duyan aşiretler ve direniş grupları ikna edilerek “Sahva (Uyanış) Konseyleri” oluşturuldu. IİD ve Ensar el-İslam dışındaki bütün gruplar ya silah bıraktı ya da maaşa bağlanarak Sahva Konseylerine dâhil oldu. ABD bu strateji ile 100.000 kişilik bir silahlı güç oluşturdu ve bu güç askerlerin yanında savaşmaya başladı. Yapılan operasyonlarda 11.000 el-Kaide militanı öldürüldü ve örgüt büyük ölçüde etkisizleştirildi.24 ABD destekli Irak güvenlik güçlerinin 18 Nisan 2010’da Selahaddin vilayetinde düzenlediği operasyonda el-Mısri ve Ömer el-Bağdadi öldürüldü. IİD’nin lider kadrosu bir kez daha değişti ve liderliğe ABD’nin uzun süre hapiste tuttuğu, muhtemelen 2009 sonu veya 2010’un başında serbest bıraktığı Ebu Bekir el-Bağdadi getirildi. Ebu Bekir el-Bağdadi, 2011 yılında Usame bin Ladin’in ABD güçlerince öldürülmesini müteakip yeni seçilen Eymen ezZevahiri’ye bağlılığını yeniledi ve el-Kaide’nin bir parçası olmaya devam etti. Etkili bir vaiz olan Ebu Bekir el-Bağdadi’nin karizması, ABD’nin direnişin zayıfladığını öne sürerek 2011’de Irak’tan askerlerini çekmesi ve Maliki’nin Sünni aşiretlere yönelik menfi politikaları nedeniyle bölgede IİD’nin etkinliği tekrar artmaya başladı. ABD askerlerinin çekilmesiyle meydana gelen güç boşluğunu doldurmaya çalışan Maliki Şii hâkimiyetini artırdı ve birçok üst düzey Sünni politikacıyı teröre destek verdiği gerekçesiyle tutuklamaya başladı. Sahva Konseyleri’ni dağıttı ve bu harekete mensup askerlerin parasını kesti. Birçok aşiret reisini aşiret mensupları arasında aşağıladı. Sahva Konseyleri’ne mensup bazı aşiretler ve askerler tekrar IİD adına savaşmaya başladı. Bu durumu iyi değerlendiren Ebu Bekir el-Bağdadi örgütü geliştirdi ve eylemlerini artırdı. 24 Güler ve Özdemir, a.g.e., 123-124. 133 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Ebu Bekir el-Bağdadi Temmuz 2012’de eylemlerini daha da artıracak şekilde “Duvarları Yıkma” harekâtı başlattı. Bu harekâtın 2 önemli ayağı vardı; bomba yüklü araçlarla intihar saldırıları düzenlemek ve hapishanelere baskınlar yapıp mahkûmları kaçırmak.25 Duvarları yıkma harekâtı kapsamında hafif silahlar, roketatarlar, havanlar, patlayıcılar ve araçlara yüklü tahrip maddeleriyle çok sayıda saldırılar yapıldı. Bomba yüklü araçlarla yapılan intihar saldırılarının etkisi yapılan propaganda ile artırıldı. Tikrit Tesfırat, Ebu Garip ve Taci hapishanelerine yapılan baskınlar çok ses getirdi ve kaçan tecrübeli militanlar ile Saddam’ın eski askerleri örgüt saflarına katıldı. Duvarları Yıkma harekâtı başarılı oldu ve böylece örgüt hem adını bütün dünyaya duyurdu hem de hapishaneden kaçan militanları saflarına katarak güçlendi. Örgüt tüm sosyal medya imkânlarını kullanarak yaptığı propagandalarda, Haçlı ve Şii saldırılarına karşı direnişi temsil ettiği mesajlarını verdi. Bu mesajlar selefi ve şiddet yanlısı cihad anlayışına sahip hücrelerde yankı buldu ve tüm dünyadan örgüte katılımlar arttı. Hızla büyüyen ve etkinliği artan IİD Suriye’deki iç savaşın oluşturduğu hassasiyeti değerlendirerek bu ülke topraklarına doğru yayıldı ve IŞİD adını aldı. Maliki’nin İran’ın da desteğini alarak ülkede otoriter bir yönetim oluşturması; etnik ve mezhepsel ayrımcı politikalarını artırması; Şii unsurları başta Bağdat olmak üzere büyük kentlere yerleştirmesi ve bu kentlerin demografisi ile oynaması; Sünnileri tamamen dışlayıcı girişimleri; Kürt bölgesine yönelik yaklaşımları ve petrol anlaşmaları çerçevesinde hak ettikleri gelirleri vermemesi tepkilerin artmasına ve Irak’ın bütünlüğünü tehdit eden bir hale gelmesine neden oldu. Maliki’nin Kanun Devleti Koalisyonu’nun 30 Nisan 2014’te genel seçimleri kazanması ülkedeki gerilimi daha da artırdı. ABD işgalinden bugüne koalisyon güçleri ile çatışan, ardından Maliki ve Şii milislere karşı mücadele veren IŞİD, bu hassasiyeti kullandı ve Sünni Arap aşiretlerinin bir kısmının desteğini aldı. Sahadaki etkinliğini artıran IŞİD Suriye-Irak sınırında petrol kaynakları dâhil birçok bölgeyi aldı. Bu bölgelerden elde ettiği mali 25 Jessica D. Lewis, Al Qaeda in Iraq Resurgent: The Breaking the Walls Campaign, Part I, Middle East Security Report 14, ISW, (September 2013), 7. http://www. understandingwar. org/sites/default/files/AQI-Resurgent-10Sept_0.pdf (Erişim Tarihi: 28.3.2015) 134 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği kaynak, silah, mühimmat ve militanlarla güçlendi. Bu güç ile Irak’ta büyük çaplı operasyonlar gerçekleştirdi ve Irak Ordusu’nu çökertti. Musul operasyonu, Tikrit ve diğer önemli Sünni kentlerin düşüşü, IŞİD’in yanı sıra bir takım Sünni grupların hızlı ilerleyişi, uzun süreli bir stratejinin sonucuydu. Yukarıda belirtildiği gibi IŞİD 2014 yılının ilk aylarından itibaren saldırılarını artırdı. Anbar bölgesindeki çatışmalarda örgüt, Felluce ve Ramadi’nin bir kısmını kontrolü altında aldı. Merkezdeki resmi kurumlardan Irak bayrakları indirilerek örgütün bayrakları çekildi. IŞİD, denetim sağladığı yerlerde “şeriat düzeni” kurduğunu ilan etti. Irak merkezi kuvvetlerinin bölgeyi bombalaması sonucu Felluce ve çevresinden yoğun göç hareketi başladı. Haziran ayı başında Samarra’ya saldırdı ve şehrin büyük bölümünü ele geçirdi ancak Irak ordusunun karşı saldırısı sonrasında çekilmek zorunda kaldı. IŞİD, 6 Haziran 2014’de Musul’un kuzeybatısına saldırdı ve şehre batıdan girmeyi başardı. Güneyden beş intihar bombacısı ile saldırı gerçekleştirdi ve çok sayıda Irak askeri öldürüldü. Irak askerleri 9 Haziran’da savaşmadan Musul’dan çekildi ve IŞİD 10 Haziran öğle saatlerinde şehrin kontrolünü tamamen ele geçirdi. Ayrıca Musul Uluslararası Havaalanı IŞİD’in kontrolüne geçti. 11 Haziran’da IŞİD, Musul Türk Konsolosluğuna girdi ve 49 Türk vatandaşını rehin aldı.26 Yağmaladığı bankalardan 430 milyon dolar ele geçirdi. Ayrıca IŞİD güneye doğru ilerlemeye devam ederek Tikrit’i ele geçirdi ve Samarra’yı kuşattı. Diyale bölgesindeki iki kasaba’yı ele geçirdikten sonra Bağdat ve Kerbela’yı hedef olarak açıklandı. Bağdat’a 60 km uzaklıktaki Bakuba’ya kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Irak savaş uçakları IŞİD militanlarını bombalamaya başladı. Şii lider Mukteda el-Sadr IŞİD’e karşı koymak için cihat ilan etti ve gönüllü askerlerden silahlı birlikler oluşturuldu. Aynı zamanda Musul Barajı ve Beji Rafinerisinin ele geçirilmesi, Bağdat ve Kerkük’ün tehdit edilmesi, teslim olan Irak askerlerine uygulanan vahşet, sivillere ve azınlıklara yönelik katliamlar uluslararası kamuoyunu harekete geçirdi. Bağdat istikametinde direniş artınca IŞİD kuzeye döndü ve Peşmerge ile Ker26 “Dünya’da 2014’de Neler Oldu? 2014 Yılının İkinci Çeyreğinde Yaşanan Olaylar,” TRT Haber, 22.12.2014. http://www.trthaber.com/haber/gundem/dunyada-2014teneleroldu-2-157469.html (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 135 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kük kırsalında çatışmaya başladı. Türkmenlerin çoğunlukta olduğu Telafer’i ve Yezidi’lerin yaşadığı Sincar’ı ele geçirdi. IŞİD, İslam’a geçmeyen Yezidi’lerin kadın-çocuk ayırt etmeksizin öldürüleceğini açıkladı. Mahmur Kampı da IŞİD’in kontrolüne geçince PKK/KCK da Peşmergeler ve Türkmenler gibi IŞİD’le çatışmaya başladı. IŞİD’in Erbil’e yaklaşması üzerine ABD devlet başkanı Barack Obama, 8 Ağustos’ta ABD ordusuna müdahale yetkisi verdi ve IŞİD’e karşı hava harekâtı başladı. Ayrıca IŞİD’den kaçan azınlıklara da havadan gıda yardımı yapıldı. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, Irak’a kara birliği gönderilmeyeceği ancak Irak’ta kapsayıcı bir hükümetin kurulması durumunda ABD’nin Irak’a askeri desteğinin artabileceği belirtildi. ABD, Erbil’de görev yapan ABD mensuplarının zarar görmesinden endişe duyduğunu dile getirdi. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “İnsanların ölüme terk edilmelerini ABD izleyemez. ABD masum insanların kurtarılmasına karar vermiştir” dedi.27 Harita 1: IŞİD’in Irak’ta Etkili Olduğu Bölgeler 27 “ABD Uçakları IŞİD’i Vurdu,” Akşam Gazetesi, 8 Ağustos 2014. http://www.aksam.com. tr/dunya/abd-ucaklari-isidi-vurdu/haber-330349. 136 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği ABD’nin IŞİD mevzilerine gerçekleştirdiği bombardıman ile birlikte Peşmerge ve Kandil’den gelen terör örgütü militanlarının 10 Ağustos’ta karşı saldırıları sonucu 3 gün sonra Mahmur Kampı geri alındı. Peşmerge Mahmur ilçesinin 20 kilometre kuzeyinde bulunan Güver nahiyesini ele geçirdi. Artan hava saldırılarının da yardımıyla Irak ordusu ve Peşmerge güçleri 18 Ağustos’da Musul Barajı’nı IŞİD’den geri aldı. ABD Başkanı Obama yaptığı açıklamada “bu operasyonun ileriye doğru büyük bir adım” olduğunu söyledi. “Bu operasyonun Irak Ordusu ile Kürt güçlerinin birlikte çalışabildiğini gösterdiğini” belirtti ve “Böyle yapmaya devam ettikleri sürece ABD’nin güçlü desteğini alacaklar” dedi.28 Erbil’e doğru ilerleyen IŞİD kuvvetleri ABD hava taarruzları ve Peşmerge direnişi ile geri püskürtüldü. Bunun üzerine IŞİD Suriye’deesir aldığı Amerikalı gazeteciyi kafasını keserek katletti. Türkmen kasabası Emirli iki buçuk ay sonra Irak ordusunun kontrolüne geçti. Güneyden gelen Şii milisler de Irak ordusuna destek verdi. Irak Hava Kuvvetleri ile Amerikan savaş uçakları havadan desteğiyle Tuzhurmatu ve Yengice’deki IŞİD kuşatması kırıldı ve IŞİD militanları bölgeden çekilmek zorunda kaldı. 19 Eylül’de Fransa Hava Kuvvetleri ilk defa IŞİD hedeflerine hava saldırısı gerçekleştirdi ve Holland Irak hükümetinin isteği üzerine hava saldırısına katıldıklarını söyledi.29 IŞID tarafından rehin alınmış olan 49 Musul konsolosluk personeli 20 Eylül’de serbest bırakıldıktan sonra, 2 Ekim’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Irak ve Suriye topraklarına girebilme yetkisi veren tezkereyi kabul etti.30 Bu tarihten sonra ABD liderliğindeki koalisyon güçleri hem Suriye’de hem de Irak’ta IŞİD’e ait çok sayıda hedefi havadan bombaladı. Bu bombalamalar özellikle Kuzey Irak, Kobani, Rakka ve Anbar’da yoğunlaştı. Koalisyon kuvvetlerinin hava saldırıları, Irak ordusu28 “Obama’dan Musul Barajı ile ilgili açıklama,” Haber 7, 19 Ağustos 2014. http:// www.haber7.com/amerika/haber/1192176-obamadan-musul-baraji-ile-ilgili-aciklama (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 29 “Fransa IŞİD’i bombalamaya başladı,” Hürriyet, 19 Eylül 2014. http://www.hurriyet. com. tr/dunya/27235911.asp (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 30 “Irak ve Suriye Tezkeresi Melis’te kabul edildi,” Posta, 2 Ekim 2014. http://www. posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Irak-ve-Suriye-tezkeresi-Meclis-te-kabul-edildi. htm?ArticleID=247365 (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 137 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm nun toparlanarak Şii gönüllü birliklerle kararlı bir şekilde IŞİD militanları ile savaşa girmesi sonucunda, IŞİD Irak’ta taarruz gücünü kaybetti. Her geçen gün yıpranan IŞİD artık mevcut durumunu korumaya çalışıyordu. 29 Mart 2015’de başlayan ABD’nin yoğun hava saldırıları sonrasında, Irak Ordusu 1 Nisan’da Saddam Hüseyin’in doğduğu kent olan Tikrit’i IŞİD’den geri aldı. Irak Başbakanı Haydar el-Abadi, Tikrit şehrinin kurtarıldığını ilan etti. Salahattin Valisi Raid el-Cuburi yaptığı bir açıklamada Tikrit şehir merkezindeki tüm devlet kurum ve kuruluşlarını resmi mesai yapmaya çağırdı.31 Ancak Irak Ordu birlikleri ile birlikte Tikrit’e giren Şii milisler şehri yağmaladı. Bu olayın gelecekte yapılacak harekâta olumsuz yansıyacağı ve şehirlerdeki direnişlerin artabileceği değerlendirilmektedir. Tikrit’in ele geçirilmesinden sonra Irak Ordusu istikametini Anbar’a çevirdi bölgeye kuvvet kaydırmaya başladı. Bölgede bulunan 10 bin civarında gönüllü aşiret mensubunun eğitimine ağırlık verildi ve General Muhammed elFehdavi bu aşiretlerin başına komutan olarak atandı. IŞİD de Anbar’ın savunulması için bölgeyi takviye etti ve cephane ikmali yaptı. Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum’un daha önce Mayıs ayında düşünülen Musul operasyonunun sonbahara ertelendiğini açıklamasının32 ardından yaz aylarında Anbar’a operasyon olasılığı daha da arttı. Ancak IŞİD de stratejik önem taşıyan Anbar eyaletinin kontrolünü ele geçirmek için çarpışıyor. IŞİD militanları Irak’ın en büyük eyaletinin başkenti Ramadi’de kontrolü tamamen ele geçirme yolunda önemli bir adım attı. Bir süredir kentin önemli bir bölümünü ellerinde bulunduran IŞİD militanları hükümet binasını da ele geçirdi.33 Ramadi’nin tamamen ele geçirilmesi durumunda IŞİD’in bölgedeki savunmasını daha da güçlendireceği değerlendiriliyor. 31 “Irak Ordusu Tikrit’i DAEŞ’ten kurtardı,” Sabah, 1.4.2015. http://www.sabah.com.tr/ dunya/2015/04/01/irak-ordusu-tikriti-daesten-kurtardi (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 32 “Musul Operasyonu Ertelendi,” Habertürk, 24.4.2014. http://www.haberturk.com/dunya/ haber/1069570-musul-operasyonu-ertelendi (Erişim Tarihi: 28.4.2015) 33 “IŞİD Ramadi’de Hızla İlerliyor,” BBC Türkçe, 15.5.2015. http://www.bbc.co.uk/turkce/ haberler/2015/05/150515_isid_ramadi (Erişim Tarihi: 16.5.2015) 138 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği IŞİD’in Suriye’deki Gelişimi Bu süreçte Suriye’de Arap Baharı’yla birlikte başlayan süreç iç savaşa dönüşmüş ve Suriye toprakları üzerinde devlet otoritesinin ortadan kalktığı bölgeler ortaya çıkmıştır. Ebu Bekir el-Bağdadi’nin talimatıyla IİD saflarında bulunan Suriyeli ve yabancı savaşçılar güç boşluğu oluşan bu bölgelere yerleşmek için Suriye’ye geçmiş ve örgütlenmeye başlamıştır. Bu girişimle ilgili olarak el-Kaide merkeziyle irtibata geçilmiş ve örgütün oluru alınmaya çalışılmıştır. Görüşmeler sonucunda Suriye’ye geçen kişilerin el-Kaide kimliği ve bağlantısı dışında yeni bir örgüt kurmaları kararlaştırılmıştır. Bu karar doğrultusunda örgüte el-Nusra Cephesi adı verilmiş ve Fatih Ebu Muhammed el-Colani örgütün liderliğine getirilmiştir. El-Colani çok kısa sürede oldukça tecrübeli ve iyi teşkilatlanmış bir örgüt oluşturmuş, Suriye’deki gelişmeleri ve hassasiyetleri iyi değerlendirmiş, rejime karşı etkili operasyonlar gerçekleştirmiştir. Bir müddet sonra muhalefetin en güçlü gruplarından birisi haline gelmiş, çok sayıda yabancı savaşçı kazanmış ve güçlü finansman desteği elde etmiştir. Çatışmalarda Esed rejiminin bıraktığı çok sayıda silah ve cephane ile daha da güçlenmiş hem Suriye’de hem de dünyada büyük bir üne sahip olmuştur. Bu durum Ebu Bekir el-Bağdadi’yi rahatsız etmiş, el-Colani’den el-Nusra Cephesi’ni feshetmesini ve IİD’ye bağlılığını açıklamasını istemiştir. El-Colani’nin bu talebi reddetmesi34 üzerine el-Bağdadi’ye biat toplanmaya başlanmış, el-Nusra Cephesi’nin kontrolünün ele geçirilmesi için girişimler yapılmıştır. Bu kapsamda el-Bağdadi Suriye’ye geçerek IŞİD’i ilan etmiştir. IŞİD ile el-Nusra Cephesi arasındaki anlaşmazlığa el-Kaide merkez teşkilatı ve el-Zevahiri el atmış, soruna geçici bir çözüm bulmaya çalışmıştır. Verilen kararda “IŞİD’in Irak’ta, el-Nusra Cephesi’nin Suriye’de faaliyetlerine devam etmesi, her iki liderin bir yıl süre ile grupları başında kalmaya devam etmesi, bir yıl sonra Şura’nın tekrar toplanarak durumu değerlendireceği” belirtilmiştir.35 Her iki grubun birbirlerini desteklemeye devam etmesi istenmiş ve Ahrar 34 Abdullah Tunç, “IŞİD El-Kaide’den Ayrılıyor Mu?,” Ankara Strateji Enstitüsü, 3.2.2014, http://www.anka-rastrateji.org/haber/isid-El-Kaide-den-ayriliyor-mu-1126/ (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 35 Alptekin Dursunoğlu, “IŞİD’i ilga eden Zevahiri mi el-Cezire mi?,” Yakın Doğu Haber, 139 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm eş-Şam’ın kurucularından Ebu Mus’ab es-Suri aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için hakem olarak görevlendirilmiştir. El-Nusra Cephesi bu kararı kabul etmesine rağmen IŞİD reddetmiş ve Suriye’deki faaliyetlerine devam edeceğini belirtmiştir. El-Kaide ve diğer gruplar IŞİD’i kararından vazgeçirmeye çalışsa da bu mümkün olmamıştır. IŞİD Şubat 2014’de el-Kaide’den kopmuş Suriye’deki bütün grupların kendisine biat etmesini istemiştir. ElNusra Cephesi’ne katılmak için onay alamayan yabancılar ve bölgeye ilk defa gelen gençlerin katıldığı Muhacirler ve Ensar Grubu, IŞİD’e biat etmiştir. IŞİD ayrıca el-Nusra Cephesi’nin o zamana kadar elde ettiği askeri ve parasal kaynaklara da el koymuştur. Harita 2: IŞİD’in Irak ve Suriye’de Etkili Olduğu Bölgeler IŞİD, kendi militanlarının karıştığı bazı olaylarda diğer grupların Ortak Şeriat Mahkemesi talebini reddetmiş, kendisinin devlet olduğunu; diğer gruplarınsa örgüt ya da cemaat olduğunu, aynı statüde olmadıklarını ileri sürerek Ortak 9.11.2013. fttp://www.ydh.com.tr/YD387_isidi-ilga-eden-zevahiri-mi-el-cezire-mi-.html, (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 140 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Şeriat Mahkemeleri’ni tanımadığını belirtmiştir. Kendi Şeriat Mahkemeleri’ni kurmuş ve kendi mensuplarını burada yargılamaya başlamıştır. IŞİD’in bazı Ahrar liderlerine ve mensuplarına yönelik tutuklama, işkence ve cinayetleri, muhaliflerin toplu bir biçimde IŞİD’e tepki göstermesine neden olmuştur. Suriye Rejimi muhalifler arasındaki bu çatışmayı kışkırtmış, IŞİD’e yönelik ciddi bir saldırıda bulunmamıştır. IŞİD de Suriye Rejimi’nden daha çok muhaliflere saldırmıştır. IŞİD bu süreçte kontrol ettiği alanları genişletmeye başlamış, Rakka, Haseke ve Deyrizor bölgelerini ele geçirmiş, Suriye-Irak sınır bölgelerine ve petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelere hâkim olmuştur. El-Kaide lideri Zevahiri’nin Mayıs 2014 başlarında yayımladığı “Şam’daki mücahitlerin akan kanının durdurulmasına şahitlik” başlıklı mesajı etkili olmamış, IŞİD el-Nusra Cephesi’ni açıkça hedef almıştır. Bu dönemde iki taraf arasındaki çatışmalar daha da artmıştır.36 IŞİD, Rakka, Haseke ve Deyrizor bölgelerinde hâkimiyetini pekiştirdikten sonra kuzeybatıya doğru ilerledi ve 14 Eylül 2014’te Kobani’yi kuşattı. Bölgeden kaçan 200 bin mülteci Türkiye’ye sığındı. Kobani tarafından yer yer Türkiye tarafına havan mermileri düştü. Küçük Kendircikli ve Büyük Kendircikli köylerinin sınıra yakın bölgeleri tahliye edildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait 100 civarında tank sınıra geldi ve namlularını Kobani’ye çevirdi. Kobani’de YPG’li militanlarla çatışan IŞİD hâkim tepeleri ele geçirdi ve 2000 kişiyle 6 Ekim 2014’de doğudan Kobani’ye girdi. Kobani’de 3 bölgede hâkimiyeti büyük ölçüde sağladı. Bu tarihten itibaren YPG ile IŞİD arasında sokak savaşları başladı.37 Kobani’nin düşmesi durumunda IŞİD’in YPG kontrolünde olan Afrin, Rasulayn, Kamışlı gibi yerleri de almayı hedefleyeceği değerlendirildi. Kobani’nin düşmesi halinde, hem terör örgütünün Suriye’de kurduğu sözde kantonların hem de Erbil’in düşeceği öne sürüldü. 36 Muhammed Ebu Rumman, “El-Kaide ile IŞİD arasındaki anlaşmazlığın boyutları,” Aljazeera Türk, 2.6.2014. http://www.aljazeera.com.tr/gorus/El-Kaide-ile-isid-arasindakianlasmazligin-boyutlari (Erişim Tarihi: 3.4.2015) 37 Hasan Kırmızıtaş, Ali Leylalı ve Metin Faruk Tamer, “DHA ekibi Kobani’ye girdi,” Doğan Haber Ajansı, 15.10.2014. http://www.dha.com.tr/dha-ekibi-kobaniye-girdi_779989. html (Erişim Tarihi: 8.4.2015) 141 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm IŞİD’in Kobani kuşatmasının kritik bir duruma gelmesi Türkiye’de 6-7 Ekim olaylarını tetikledi. PKK/KCK terör örgütünün ve HDP’nin “süresiz eylem çağrısı” halkı sokaklara döktü. Gösteriler 40’a yakın şehirde 50’ye yakın vatandaşın ölümü ve yüzlerce insanın yaralanmasıyla sonuçlandı.38 Çatışmalarda terör örgütü mensupları ve sempatizanları şehir merkezlerinde bulunan birçok iş yeri, kamu binası, parti merkezi ve belediye binasını ateşe verdi. Bingöl Emniyet Müdürlüğüne yönelik saldırıda iki polisin şehit olması ve Tunceli’de bir karakola saldırı düzenlenmesi iki yılını doldurmak üzere olan Çözüm Süreci’nin geleceğinin sorgulanmasına yol açtı. Birçok ilde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. ABD’nin yoğun hava harekâtı ile IŞİD mevzilerinin vurulması, 200 civarında Peşmergenin ve ağır silahların Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesi ve çatışmalara destek vermesi sonucunda, IŞİD bir ayı aşkın süredir ele geçirmeye çalıştığı Kobani’den çekilmek zorunda kaldı. Böylece IŞİD Suriye’de de doruk noktasına ulaştıktan sonra taarruz gücünü büyük oranda yitirdi. Ancak el-Kaide’nin Suriye kolu el-Nusra güçlenmeye başladı. El-Nusra; Ahrar eş-Şam, Aksa Askerleri, Sunne Ordusu, Feylek eş-Şam ve Hak Tugayı gibi İslamcı gruplar ile birlikte Fetih Ordusu’nu oluşturdu. Fetih Ordusu İdlib’e saldırdı ve saldırının beşinci gününde kent merkezini ele geçirdi. El-Nusra, İdlib eyaletinin neredeyse tamamını kontrolü altına aldı. İdlib, 2013’te IŞİD’in eline geçen Rakka’dan sonra Esed rejiminin kaybettiği ikinci eyalet başkenti olmuştur.39 Şehrin rejim karşıtı güçlerin eline geçmesiyle birlikte İdlib’den geçen ve Suriye’nin kuzeyini başkent Şam’a bağlayan stratejik otoyol hattı da rejim karşıtlarının kontrolüne girmiş oldu. İdlib, Halep ile Akdeniz kıyısındaki Lazkiye’yi karayoluyla birbirine bağla38 Ali Dağlar, “6-7 Ekim’in Acı Bilançosu: 50 ölü,” Milliyet, 6.11.2014. http://www.hurriyet. com.tr/gundem/27525777.asp (Erişim Tarihi: 8.4.2015) 39 “El-Kaide İdlib’i 5 gün içinde ele geçirdi,” Milliyet, 29.3.2015. http://www.milliyet. com. tr/El-Kaide-idlib-i-bes-gunde-ele/dunya/detay/2035731/default.htm (Erişim Tarihi: 9.5.2015.) 142 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği maktadır. Lazkiye’nin güneyinde Hama kentine sınır olan İdlib, kuzeyde ise Hayat kentinin sınırında yer almaktadır. Bu nedenle İdlib merkezi ve Cisr eşŞuğur ilçesi stratejik önem arz etmektedir. Ancak muhalif grupların hedefi Esed rejimine bağlı güçler arasındaki ikmal yollarını ele geçirmekle sınırlı değildir. Bu gruplarının hedefinin aynı zamanda Lazkiye ve Akdeniz’e ulaşmak olduğu değerlendirilmektedir. Lazkiye stratejik olarak muhalifler açısından önem arz etmektedir. Nusayrilerin tarihsel başkenti olan Lazkiye’nin nüfusunun önemli bölümü de Nusayrilerden oluşmaktadır. Esed ailesi de Lazkiyelidir ve rejime bağlı güçler bünyesinde Lazkiye kökenli birçok üst düzey subay bulunmaktadır.40 El-Kaide ve IŞİD Gibi Dini Motifli Terör Örgütlerinin Özellikleri El-Kaide ve IŞİD gibi terör örgütleri, küresel sistemi ve bu sistemi büyük ölçüde yönlendiren Batı’yı hedef alan, farklı ülkelerde ağları ve uzantıları olan, dünyanın farklı coğrafyalarında eylemler yapan küresel terör örgütleridir. Dolayısıyla bu örgütleri ortaya çıkartan nedenler, süreçler, özellikler ve alınması gereken tedbirler incelenirken küresel, bölgesel, ülkesel ve yerel bakış açıları dikkate alınmalıdır. Genelden özele inilerek karşılıklı etkileşimler değerlendirilmeli ve sonuçlar çıkartılmalıdır. El-Kaide ve IŞİD gibi terör örgütleri küresel dengesizliklerden, güç boşluklarından ve çöken devlet sistemlerinden beslenmektedir. Küresel dengesizlikler ve adil olmayan sistem değerlendirmeleri merkez-çevre, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen ikilemleri üzerinden yapılmaktadır. İkilemin bir tarafına genellikle gelişmiş ülkeler yani Batı, diğer tarafında gelişmemiş ve azgelişmiş ülkeler yer almaktadır. Son yüzyılda ezilen ve sömürülen ülkeler konusunda bir değerlendirme yapıldığında hemen hemen bütün İslam ülkelerinin bu grup içinde yer aldığı söylenebilir. Zengin petrol yatakları ve jeopolitik özellikle-ri, bu devletlerin savaşların, işgallerin, müdahalelerin, sömürünün merkezinde 40 Mahmut Hamsici, “Suriye: İslamcı Grupların Hedefinde Akdeniz mi var?,” BBC Türkçe, 28.4.2015. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2015/04/150427_suriye_idlib_analiz_ mahmut_hamsici (Erişim Tarihi: 16.5.2015.) 143 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yer almalarına neden olmuştur.41 Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, manda yönetimleri, bağımsızlık mücadeleleri, Filistin sorunu, savaşlar, işgaller, yoğun olarak İslam coğrafyasında meydana gelmiştir. Bu gelişmeler İslam toplumlarında bir travma meydana getirmiş ve var olan kendi iç problemlerini derinleştirmiştir. Son 40 yıl içinde ise Afganistan’ın önce Sovyetler Birliği ve daha sonra ABD öncülüğünde oluşturulan koalisyon tarafından işgali, körfez savaşları sonrasında Irak’ta devletin bütün kurumlarıyla yok edilmesi, İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği katliamlar, Libya’ya müdahale ve Suriye’de çöken devlet bu travmaları büyütmüştür. Bu gelişmelere Çeçenistan ve Balkanlarda yaşanan savaşlar da dâhil edilebilir. Çöken devletler, yaşanan göçler, ölümler, açlık ve sefalet de olumsuzluklara çarpan etkisi yapmıştır. Bu gelişmelerin çoğu Soğuk Savaş ve “Medeniyetler Çatışması” tezi sonrasında meydana gelmiştir. Ayrıca Batı toplumlarında artan İslamofobi ve İslam karşıtlığı Müslümanlarda ötekileşme algılarını kuvvetlendirmiştir. Süreç içinde oluşan travmalar ötekileşme algısı ile birleşince İslam toplumlarında terör örgütlerinin istismar edebileceği hassasiyetler oluşturmuştur.42 Bu hassasiyetler dini motifli terör örgütlerinin ortaya çıkmasına ve hızlı bir şekilde gelişmesine neden olmuştur. Dini dalga terörün tüm dünyada yoğun olarak yaşanması için uygun ortam sağlamıştır. Savaşlar, işgaller, ayaklanmalar ve müdahaleler sonrasında çöken devletler, oluşan güvenlik boşlukları ve yaşanan travmalar ile İslam ülkelerinin kendi iç problemleri birlikte değerlendirildiğinde neden İslam ülkeleri, neden Afganistan, neden Irak, neden Suriye, neden Libya, neden Somali, neden Nijerya sorularına uygun cevaplar verilebilir. Çöken devletlerde gelişen terör örgütleri uzaydaki kara delikler gibi küresel sistemi ve insanlık medeniyetinin kazanımlarını yok etmektedir. Adeta küresel sisteme ve medeniyetin temel değerlerine meydan okumadır. 41 Serhan Yalçıner, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Terörizmin Dönüşümü ve Terörizmle Mücadele,” SDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 2, Sayı 4 (Güz 2006): 105. 42 Emre Kongar, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington, 11 Eylül (İstanbul: Remzi Kitapevi, 2011), 67. 144 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Dini motifli terör dalgasının Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile başladığı söylenebilir. Sovyet yayılmasının durdurulması ve işgalin sonlandırılması için ABD ve Batı, Afganistan halkının direnişini desteklemiş ve bu direnişin kuvvetlendirilmesi için İslam’daki şiddet yanlısı cihad anlayışını kullanmıştır.43 Bu kapsamda direnişçilere yardım etmek için farklı ülkelerden çok sayıda Müslüman gönüllü Afganistan’a gelmiştir. Gelen gönüllüler burada silah, mühimmat, patlayıcı eğitimleri, muharebe taktikleri, teşkilatlanma konularında hem yetiştirilmiş hem de deneyim kazanmıştır. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra çöken devlet sisteminde şiddet yanlısı cihad anlayışına sahip Taliban ve el-Kaide ön plana çıktı. Taliban çöken devletin sisteminin yerine radikal bir anlayışa uygun bir devlet sistemi oluşturmaya çalıştı. Usame Bin Ladin, gönüllü bulmak, mali ve lojistik destek sağlamak maksadıyla 50 ülkede Hizmet Bürolarından oluşturduğu ağı işgal sonrasında el-Kaide adlı yeni bir yapıya dönüştürdü. Bu yapı dini motifli terör dalgasının gelişmesine öncülük etti. ABD öncülüğünde oluşturulan Batılı koalisyonun Irak’ı işgal etmesi ve Orta Doğu’ya yerleşmesi sonrasında el-Kaide işgal güçlerini, ABD ve müttefiklerinin ana yurtlarını hedef aldı. Terör dalgası coğrafi olarak genişledi ve şiddeti arttı. El-Kaide, ABD’nin Arap dünyasından çekilmesi, Batı yanlısı Müslüman devletlerin ve sistemlerin yıkılması ve Orta Doğu’da halife yönetiminde sözde bir İslam devleti kurulması hedefi doğrulusunda teşkilatını geliştirdi ve eylemlerini artırdı. Bazı İslam ülkelerindeki ağlar el-Kaide’ye biat eden, bulundukları ülkelerde yarı müstakil olarak hareket eden terör örgütlerine dönüştü. Geniş siber ağ bağlantıları vasıtasıyla internet ortamında propaganda yapma, mali kaynak ve eleman temin etme olanakları farklı terör örgütlerinin de elKaide’ye biat etmesinin yolunu açtı. Dini motifli terör dalgasının ulaştığı son boyutu temsil eden IŞİD, geniş bir coğrafi alanı kontrol etmesi, sözde devlet yapısına sahip olması, askeri gücünü 43 Emre Kongar, “Soğuk Savaş Kalıntıları Radikal İslam Terörünü Besliyor,” Defne Sarısoy’un Röportajı, 1.12.2003. http://dipnotkitap.net/DENEME/KureselTeror.htm (Erişim Tarihi: 8.4.2015) 145 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm strateji ve taktik esaslar çerçevesinde kullanarak muhasım askeri kuvvetlerle çatışmalara girmesi, kendi kendini finanse etmesi gibi özellikleri nedeniyle daha önce görülen birçok terör örgütünden farklılıklar göstermektedir. Nihai amacı olan devlet kurma hedefine ulaşan IŞİD’nin en üst düzey yöneticisi aynı zamanda halife olarak ilan edilmiş olan Ebu Bekir el-Bağdadi’dir. Ebu Ali el-Anbari ve Ebu Müslüm el-Türkmeni, Irak ve Suriye’deki faaliyetlerden sorumlu iki üst düzey yöneticidir.44 Savaş kabinesi olarak değerlendirilebilecek üst yapıda mali, lojistik, savunma, içişleri, dışişleri, yabancı teröristlerin koordinasyonu işlevlerinden sorumlu yöneticiler yer almaktadır. Irak ve Suriye topraklarından meydana gelen ülke 24 ile bölünmekte ve her ile bir vali atanmaktadır. Irak’ta Babil, Diyale, Selahaddin, Anbar, Nineva; Suriye’de Haseke, Deyrizor, Rakka, Badiya gibi illerde belediye hizmetleri verilmektedir. Bunlara ilave olarak örgüt kurduğu mahkemelerde yargılama yapmaktadır. IŞİD, oluşturduğu devlet teşkilatı ile Irak ve Suriye’de yaklaşık 90-100 bin km karelik geniş bir alanı kontrol etmekte, bu topraklar üzerinde yaşayan yaklaşık 8-10 milyon civarındaki halkı yönetmektedir. Ayrıca halife olarak ilan edilen el-Bağdadi’ye bağlılıklarını açıklayan Lübnan’daki Özgür Baalbek Sünniler Tugayı, Nijerya’daki Boko Haram, Mısır’daki Ensar Beytül Makdis, Libya’daki Ensar el-Şeriat, Filipinlerdeki Ebu Seyyah ve benzeri örgütler vasıtasıyla etki alanını genişleten IŞİD, Müslümanların yaşadığı birçok ülkede ağ bağlantıları ve hücreler oluşturmuştur. IŞİD’in, Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısını düzenleyen Kouachi kardeşler, market baskını gerçekleştiren Amedy Koulibaly45 ve ABD topraklarında Teksas’taki saldırıyı düzenleyen Elton Simpson46 gibi binlerce sempatizanı bulunmaktadır. Bütün bunlar dikkate alındığında, IŞİD’in bu güne kadar görülen en gelişmiş küresel terör 44 Audrey Kurth Cronin, “ISIS Is Not a Terrorist Group,” Foreign Affairs on Digital Platforms, (March/April 2015), New York, 91. http://www.foreignaffairs.com/articles/143043/ audrey-kurth-cronin/isis-is-not-a-terrorist-group (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 45 “Fransa saldırılarında IŞİD kuşkusu,” Gazeteciler Online, 10.1.2015. http://www. gazeteci- leronline.com/newsdetails/15990-/GazetecilerOnline/fransa-saldirilarinda-isidkuskusu-polis- o-kadinin (Erişim Tarihi: 9.5.2015) 46 “ABD’de Binlerce IŞİD Sempatizanı Var,” USA Sabah, 8.5.2015. http://www.usasabah. com/Guncel/2015/05/08/abdde-binlerce-isid-sempatizani-var (Erişim Tarihi: 9.5.2015) 146 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği yapılanması olduğu sonucuna varılabilir. Bununla birlikte IŞİD’in öncelikli hedefi Irak ve Suriye’dir. Bu bölgede savaşı kazandıktan sonra küresel hedeflere ağırlık verebilir.47 IŞİD’i diğer terör örgütlerinden ayıran diğer bir özellik elde etmiş olduğu askeri gücü ve uyguladığı stratejilerdir. Askeri gücü konusunda çok farklı görüşler ileri sürülse de bunların doğru ve güvenilir bilgiler olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ancak yine de askeri gücü hakkında bir fikir vermektedir. Suriye’deki İnsan Hakları Gözleme Örgütü Ağustos 2014’te IŞİD’in Suriye’deki savaşçı sayısının 50.000, Irak’ta ise 30.000 olduğunu bildirilmiştir. CIA ise Eylül 2014’te örgütün Suriye ve Irak’ta toplam 20.000 ile 31.500 arasında savaşçıya sahip olduğunu açıklamıştır. 2013 yılında 5 bin civarında yabancı terörist savaşçısı olduğu değerlendirilmektedir. Ancak çeşitli kaynaklarda 2014 yılında 15,000 katılım olduğu belirtilmektedir. Türk istihbarat birimlerinin son raporlarına göre IŞİD saflarında 600-700 Türk savaşçı olduğu tahmin edilmektedir.48 IŞİD, en az bir adet Scud füzesine ve Stinger tipi alçak irtifadaki uçak ve helikopterlere karşı kullanılan füze sistemlerine sahiptir. Henüz kullanabilme kabiliyeti olmasa da Musul Havalimanı’nda ele geçirdiği Sikorsky, UH60, Black Hawk askeri taşıma ve taarruz helikopterleri ve kargo uçakları bulunmaktadır. Bunların dışında tanklar, toplar, havanlar ve tanksavar silahları vardır. En az bu silahlı güç kadar önemli olan husus bunların kullanılmasına yönelik askeri strateji ve uygulamalarıdır. Özellikle Baas yönetimindeki askerlerin katılmasından sonra, bu güne kadarki gelişmeler dikkate alındığında, IŞİD’in askeri strateji ve uygulamalarında belirli bir yeteneğe sahip olduğu görülmektedir. IŞİD’in bir diğer özelliği kendi kendine yeterli gelir elde edebilme kabiliyetidir. Diğer terör örgütlerinin kullandığı yöntemlerin dışında, daha farklı 47 “İslam Devleti Aslında Ne İstiyor,” Takva Haber, 28.2.2015. http://www.takvahaber.net/ medya-makale/islam-devleti-aslinda-ne-istiyor-h11396.html (Erişim Tarihi: 9.5.2015) 48 Fevzi Kızılkoyun, “Aileler IŞİD’e katılan çocukların peşinde,” Hürriyet, 27.6.2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26695861.asp (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 147 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm gelir elde edebilme yöntemleri de bulunmaktadır. Bu kapsamda IŞİD, halktan haraç toplamakta, şirketlerden rüşvet almakta, kaçakçılık, uyuşturucu ve silah ticareti yapmakta, rehineler karşılığında fidye almaktadır. Yurt dışındaki sempatizanlarının yaptığı yardımlar, İslam ülkelerindeki şirketler ve şahıslardan elde edilen destekler ve biat eden diğer örgütlerden aktarılan gelirler de önem taşımaktadır. Ayrıca IŞİD işgal altındaki bölgelerdeki banka ve devlet kaynaklarına el koymakta, bölgeyi terk eden insanların varlıklarını yağmalamakta, ele geçirdiği şirket ve çiftliklerden gelirler elde etmekte, petrol kuyularından çıkardığı petrolü satmakta ve vergi toplamaktadır.49 IŞİD, yıllık yaklaşık 2 milyar dolar civarında bir gelir elde etmektedir.50 IŞİD ideolojisi, dini fanatizm, Selefi İslam anlayışı, Batı karşıtlığı ve terörizmden oluşmaktadır. Baas rejimlerinde görülen Marksizm-Arap milliyetçiliği etkileşimi, farklı bir şekilde Marksizm-Selefi şiddet yanlısı cihad anlayışı etkileşimine de yansımıştır. Batı müdahaleleri ve halkların alternatifsizliği Selefiliğin ve Vahhabiliğin şiddet yanlısı olarak siyasallaşmasına neden olmuştur. Selefi gelenek, katı nakilci tavrı, aklı öncelemekten kaçınması, kıyas ve rey gibi metotlara itibar etmemesi yönleriyle diğer İslami metotlardan ayrılır. Selefilik, değiştirmeyi, dönüştürmeyi vaat ederken İslam’ın ilk zamanlardaki “saflığına” ve özüne muhakkak geri dönülmesi gerektiğini ifade eder. Bu değişimin gerekirse “zor kullanarak olması” gerektiğini söyler. Selefiliğin bu özellikleri nedeniyle ötekileştirmeye ve radikalleşmeye yatkın bir yorum olduğu değerlendirmeleri yapılmaktadır. Dini motifli terör örgütlerinin “Batı bizi eziyor, onun maşası olan tağut, yani yalancı İslamcılar da onlarla işbirliğine gidiyor” yorumu ve Dar-ül Harp olarak nitelenen ülkelerde sivillerinde öldürülebileceği değerlendirmesi çok sayıda Müslüman’ın katledilmesine neden oluyor. Müslüman Müslüman’ı öldürüyor. Kâfir olarak değerlendirilen insanlar kafası kesilerek ve kurşuna dizilerek öldürülüyor. 49 Cronin, a.g.e., 91-92. 50 Oktay Bingöl ve Bilgin Varlık, “IŞİD’e Karşı Olası Operasyonun Boyutları: Stratejiler, Riskler, Öneriler,” Merkez Strateji Enstitüsü, Rapor-002, 02.10.2014, 1-5, 1-6. http:// merkezstrateji.com/wp-content/uploads/2014/12/141002_RP_IŞİD_s.6aWeb1.pdf. (Erişim Tarihi: 30.3.2015) 148 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Dini motifli terör örgütleri, dünyanın birçok ülkesine yayılan ağ uzantılarını, interneti ve sosyal medyayı etkin olarak kullanarak, İslam ile yeni tanışan heyecanlı ancak yeterli bilgiye sahip olmayan ve çoğunlukla kişilik sorunu yaşayan gençleri, radikal Selefi yorumla doktrine ederek eleman ve destek kazanmaktadır. Bazı Müslüman devletler, toplumlar ve kişiler de radikal terör örgütlerinin saldırılarını işgalci Batı güçlerine ve işbirlikçilerine karşı savaş veya Şii yönetimlerin Sünni halka karşı yürüttüğü politikalara bir direniş, hak arayışı olarak değerlendirmekte ve radikal örgütlere destek sağlamaktadır. Realizm kuramını benimseyen bazı devletler de bölgede yerel bir gücün gelişmesini kendi çıkarlarına tehdit olarak değerlendirdiğinden vekâlet savaşları kapsamında dini motifli terör örgütlerine yardımda bulunabilmektedir. Bazı devletler de bu örgütlerin çalışmalarına, personel ve finansal hareketlerine karşı yeterli, etkin ve kararlı tedbirleri almamaktadır veya gelişmeler kendi çıkarlarını tehdit eder duruma geldiğinde almaktadır. IŞİD’in Stratejisi ve Muhtemel Hareket Tarzları IŞİD dini motifli bir terör örgütü olmasına rağmen Mao’nun izlediği üç aşamalı stratejiyi uygulamaktadır. Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik taarruz safhalarını kapsayan bu strateji, genellikle ayrılıkçı terör örgütleri tarafından uygulanmaktadır. IŞİD 2014 yılında Irak’ta belirli bir bölgeyi kontrol edinceye ve yeterli güce ulaşıncaya kadar stratejik savunmada kaldı. Bu tarihten sonra ikinci safha olan stratejik denge safhasına geçti; Anbar, Felluce, Ramadi ve diğer bazı bölgeleri ele geçirdi. Irak ve Suriye’deki hassasiyetler nedeniyle kolay ve süratli başarılar elde eden örgüt, stratejik denge yeterince oluşmadan üçüncü safhaya yani stratejik taarruza geçti.51 Kısa sürede Suriye’de Rakka’yı, Irak’ta Musul’u ele geçirdi. Operatif ve stratejik seviyedeki bu başarılar dünyada çok yankı buldu ve örgütün morali had safhaya ulaştı. Ele geçirdiği petrol ve diğer kaynaklar ile Musul Merkez Bankası’ndan ele geçen paralar çekim merkezi oluşturdu. Sünni aşiretlerin önemli bir kısmının desteğini aldı ve yabancı savaşçı akınına 51 Oktay Bingöl ve Bilgin Varlık, “IŞİD’e Karşı Olası Operasyonun Boyutları: Stratejiler, Riskler, Öneriler,” 7. 149 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm uğradı. Devlet oluşumu için yeterli toprağa, halka, kuvvete ve yönetime sahip olan IŞİD 29 Haziran’da halifeliğini ilan etti ve diğer örgütlere kendisine biat etmesi için çağrı yaptı. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Nijerya’da ve Somali’de bazı örgütler bu ilana olumlu yanıt verdi. IŞİD’in Irak’ta Musul, Diyale, Felluce, Ramadi; Suriye’de Deyrizor, Rakka ve Haseke’nin önemli kısımlarını ele geçirmiş olması bu örgüte operatif seviyede coğrafi derinlik sağlamaktadır. Güney ve batıda Fırat Nehri’ne yaslamış, doğuda Dicle Nehri’ni aşmış İran sınırına dayanmıştır. Güneyde Bağdat’a 60 km yaklaşmış, kuzeyde Musul’u ele geçirmiştir. Bu coğrafya su ve petrol kaynakları bakımın zengin, tarıma elverişli alanları kapsamaktadır. Meskûn mahaller savunma imkânlarını artırmaktadır. IŞİD’in stratejik denge ve stratejik taarruz safhalarını çok kısa sürede gerçekleştirmesi örgütün hassasiyetlerini de artırmıştır. Ayrıca işgal ettiği bölgelerde katliamlar yapması halk arasında korku salmasıyla birlikte tepkilere de neden olmuştur. Güneyde Bağdat’a kuzeyde Erbil’e ve Kobani’ye saldırıları, ABD ve koalisyon güçlerinin yoğun hava taarruzları ile yavaşlatılmıştır. Gönüllülerin desteklediği Irak Ordusunun, Peşmergelerin ve PYD’nin karşı saldırıları ile bu saldırılar püskürtülmüştür. IŞİD askeri açıdan kısa sürede doruk noktasına ulaşmış taarruz gücünü kaybetmiştir. IŞİD’in hava gücü ve hava savunma imkân kabiliyeti hemen hemen hiç yoktur. ABD’nin hava taarruzlarına karşı hassastır. Bu nedenle açık arazide savunma yapmaktan ziyade meskûn mahallere dayalı bir savunma yapması olasıdır. El-Kaide’den kopan IŞİD’in bölgede el-Kaide’ye bağlı olan el-Nusra gibi diğer dini motifli örgütlerle çatışmaya girmesi, kendisine biat eden örgütlerin ayrışması karşılaşacağı risklerdir. Özellikle zayıflaması ve çöküş sürecine girmesi durumunda bu risklerin ön plana çıkması daha muhtemeldir. Irak Ordusunun, Peşmergelerin, Özgür Suriye Ordusu ve PYD’nin sağlanan desteklerle kuvvetlenmesi, iç hat durumunda olan IŞİD’in mevcut durumunu korumasını zorlaştıracaktır. Ayrıca bazı Sünni aşiretler IŞİD’in uygulamalarından rahatsız olmaktadır. Irak Başbakanı Haydar el-Abadi’nin ılımlı politikaları dikkate alındığında bu aşiretlerin IŞİD’e verdiği desteği geri çekmesi beklenebilir. 150 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Ayrıca BM kararları doğrultusunda finansal kaynakların kontrol altına alınması, uluslararası ağların ve hücrelerin takibi, istihbarat yeteneklerinin geliştirilmesi, IŞİD’e dışarıdan yapılan finansal desteği ve militan teminini zorlaştıracaktır. Buna rağmen bölgedeki nüfus ve ekonomik kaynaklar dikkate alındığında IŞİD’in bu zorlukları aşabileceği değerlendirilebilir. Bununla birlikte kontrol ettiği coğrafyanın büyüklüğü yapılacak savunmanın maliyetini artıracak olup, havadan etkin olarak desteklenecek bir kara saldırısına uzun süre dayanamayabilir. Özellikle böyle bir savaşta silah ve cephane ihtiyacını kesintisiz karşılayabilmesi zordur. Hava gücüne ve hava savunma imkân kabiliyetine sahip olmayan IŞİD, muhtemelen meskûn mahallere dayalı savunma stratejisi uygulayabilir. Meskûn mahallerde yaşayan sivil halk nedeniyle koalisyon güçlerinin hava saldırısı yapma yeteneği sınırlanabilir. Hava saldırıları yapılması durumunda yaşanacak sivil ölümleri ve şehirlerin tahrip olması propaganda aracı olarak kullanılabilir. Yeterli eğitim, teşkilat ve teçhizata sahip olmayan, aralarında koordinasyon ve işbirliği yeteneği sınırlı olan Irak Ordusu, Peşmergeler, Özgür Suriye Ordusu ve PYD’nin kara saldırıları, meskûn mahallerin savunma imkânları kullanılarak durdurulmaya çalışılabilir. IŞİD kendisine yönelik saldırıları din savaşlarına dönüştürmeye çalışabilir. Medeniyetler savaşı tezini doğru çıkartacak şekilde yapılan saldırıları haçlı seferi olarak göstermeye yönelebilir ve sözde halife olarak tüm dünyada cihat ilan edebilir. Küresel sisteme meydan okuyarak sömüren-sömürülen, ezen ezilen ikilemini kullanarak, neo-Marksit görüşe sahip devletlerin, toplumların ve insanların desteğini almaya çalışabilir. Nitekim örgüt lideri Bağdadi, Müslümanlara Suriye ve Irak’ta hilafet ilan ettikleri bölgelere hicret etmeleri çağrısında bulunuluyor ve ayrıca şu hususlara vurgu yapıyor. “İslam hiçbir zaman barışın dini olmadı. İslam, savaşın dinidir. Hiç kimse, başlattığımız savaşın İslam Devleti’nin savaşı olduğuna inanmamalı. Bu tüm Müslümanların savaşıdır, İslam Devleti de bu savaşa öncülük ediyor. Bu Müslümanların kafirlere karşı savaşıdır.”52 52 “IŞİD Bağdadi’ye ait ses kaydı yayınladı,” BBC Türkçe, 15.5.2015. http://www.bbc.co.uk/ turkce/haberler/2015/05/150514_isid_bagdadi_mesaj (Erişim Tarihi: 16.5.2015) 151 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm IŞİD benzer şekilde Irak ordusunun saldırılarını mezhep savaşları olarak göstermeye çalışabilir. Irak Ordusunun Şii kökenli yapısı, İran desteği ve Şii aşiretlerin oluşturduğu gönüllüleri öne çıkararak, yapılan saldırıları Sünni-Şii savaşı olarak yansıtmaya da çalışabilir ve mezhep savaşlarını başlatmaya gayret edebilir. İran’ın Şii hilalini kullanarak bölgedeki etkinliğini genişletmesi, çatışmaların içinde neredeyse açık olarak yer alması ve Şii-Sünni geriliminin alevlenmesi bu girişimin uygulama olasılığını artırmaktadır. Irak ve Suriye’de meskûn mahallerde savunma stratejisi ile ele geçirilmiş olan coğrafi alan korunurken, Libya, Nijerya, Lübnan gibi ülkelerde kendisine biat eden örgütlerle farklı coğrafyalardaki etki alanlarını genişletmeye çalışabilir.53 Farklı ülkelere yayılmış ağları, terör hücreleri ve örgütleri vasıtasıyla, koalisyon içinde yer alan veya destekleyen başta ABD ve Batılı devletler olmak üzere, komşu ülkeler ve diğer ülkelerde kitlesel katliamlara neden olacak terörist saldırılar yapabilir. Üst düzey devlet yetkililerine suikast, kritik tesislere sabotaj, toplu katliamlar, adam kaçırma ve rehin alma girişimlerinde bulunabilir. Terörist saldırıların etkisini artırmak için siber ağları kullanabilir veya Fransız yayın kuruluşu TV5’e gerçekleştirdiği gibi siber saldırılar düzenleyebilir.54 Korku, dehşet ve endişe dalgası yaratarak, kendisine karşı kurulan koalisyona var olan kamuoyu desteğini azaltmaya çalışabilir. IŞİD’le Mücadele Stratejisi ABD, IŞİD’in yayılmasını durdurmak, yalnızlaştırmak ve bu örgütü zayıflatmak maksadıyla; sınırlı askeri güç ve taktik, kapsamlı diplomatik strateji olarak adlandırılan “offensive containment” yani IŞİD’in yayılmasını engellemeyi amaçlayan bir taarruz stratejisi uygulamaktadır.55 ABD’nin IŞİD terör örgütüne yönelik stratejisi; sistematik hava saldırıları, sahadaki güçleri destekleme, insani yardım ve uluslararası terörle mücadele faaliyetleri olmak 53 “IŞİD, Libya’yı yutuyor,” Hürriyet, 11.4.2014. 54 “Fransız yayın kuruluşu TV5 Monde’a siber IŞİD saldırısı,” BBC Türkçe, 9.4.2015. http://www. bbc.co.uk/turkce/haberler/2015/04/150409_fransa_siber_saldiri (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 55 Cronin, a.g.e., 88. 152 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği üzere dört ayaktan oluşmaktadır. Kanserin organlara yayıldığı gibi sivil halkın içine yayılmış olan IŞİD terörünün yok edilmesi; kapsayıcı, sürdürülebilir ve uzun vadeye yayılan bir strateji ile gerçekleşebilir. Klasik terörle mücadele stratejilerinden farklı olan bu stratejinin işleyebilmesi, güçlü bir koalisyon oluşturulmasına bağlıdır.56 Stratejinin birinci ayağı IŞİD’e karşı sistematik hava saldırıları düzenlemek ve örgütün taarruz gücünü kırmaktır. Müteakiben sistematik olarak yapılan hava taarruzları ile IŞİD’in komuta kontrol sistemleri, lojistik tesisleri, ağır silahları vurulmakta ve karşı saldırı için silahlı güçleri zayıflatılmaktadır. Ayrıca IŞİD liderlerine nokta operasyonları yapılmaktadır.57 Hava saldırıları IŞİD’in Suriye’deki hedeflerine de yapılmaktadır. Suriye’deki hava saldırılarının etkinliği, bu ülkedeki hedef istihbarat yeteneklerine bağlı olarak gelişmektedir. Stratejisinin ikinci ayağı, sahada teröristlerle mücadele edecek güçlere desteğin artırılmasıdır. Sahada Amerikan kara kuvvetleri bulunmayacağı için Irak’ta Irak ordusu ve peşmergelerin, Suriye’de ılımlı muhaliflerin önemi artmaktadır. ABD, Irak’ta Irak Ordusuna ve Kürt güçlerine eğitim, istihbarat, danışmanlık ve askeri donanım gibi alanlarda desteğini artırmaktadır. Bu kapsamda Obama, Irak’a ek 475 Amerikan askeri personeli göndermiştir. Bu ekibin Irak’a varmasıyla, ülkedeki Amerikan askeri personelinin sayısı 1,600’e çıkmıştır. Suriye’de ise ABD, ılımlı muhaliflerin güçlendirilmesine koalisyon ortaklarıyla birlikte yardım etmektedir. Bölgede muhaliflere destek için Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelerle işbirliğine gidilmektedir. Suriyeli muhaliflere askeri donanım verilecek ve eğitim desteği sağlanacaktır. Stratejisinin üçüncü ayağı dünya genelindeki ortaklarla çalışarak IŞİD’in finans kaynaklarını kesme çabalarını geliştirmek, istihbaratı artırmak, savunmaları güçlendirmek, IŞİD’in çarpık ideolojisine karşı koymak ve yabancı 56 Barışkan Ünal, “Obama’nın IŞİD Stratejisi 4 ayaktan oluşuyor,” Anadolu Ajansı, 11.9.2014. http://www.aa.com.tr/tr/dunya/387391--obamanin-isid-stratejisi-4ayaktanolusuyor (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 57 Bu kapsamda IŞİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi, iki numaralı lideri Ebu Ala el-Afri ve Suriye’deki petrol ve doğalgaz operasyonlarından sorumlu komutanı Ebu Sayyaf’a operasyon yapılmıştır. 153 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm savaşçıların Orta Doğu’ya giriş ve çıkışını önlemek olacaktır. Bu tedbirlerle yabancı savaşçıların IŞİD’e desteği engellenecek, para kaynakları kesilecek, istihbarat artırılacak ve paylaşımı sağlanacaktır. IŞİD içindeki kıdemli militanlar, eski Irak Ordusu mensupları, Sünni aşiretler ve direnişçiler arasındaki ayrışma noktaları belirginleştirilerek içten zayıflatma girişimlerine ağırlık verilecektir. IŞİD’in propaganda faaliyetleri engellenmelidir. Örgütün çarpık ideolojisini yansıtırken, kafa kesme ve toplu katliam gibi videoların yayımlanması, örgüte zarar vermenin yanında rakiplerine de korku saldığı ve gücünü artırdığı dikkate alınmalıdır. Ayrıca bu görüntüler kişisel macera ve güç peşinde koşan kişilik problemleri olan insanları da örgüte çekmektedir. Stratejinin dördüncü ayağı ise insani yardımlara devam edilmesidir. İyi bir koordinasyon ve işbirliği gerektiren bu adımlar, özellikle geniş çaplı güçlü koalisyonun oluşturulabilmesiyle daha etkili olabilir. Halen 40 civarında ülke IŞİD’e karşı mücadeleye destek vermektedir. Hava harekâtına Irak’ta; ABD, Fransa, İngiltere, Hollanda, Danimarka, Belçika ve Avustralya iştirak etmektedir. Suriye’de ise ABD, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün katılmaktadır. Türkiye, eğit-donat projesi kapsamında 2 bin Özgür Suriye Ordusu personelini, Kırşehir’de Hirfanlı yakınlarında bulunan askeri eğitim bölgesinde eğitmeyi planlamaktadır.58 İncirlik ile ilgi konular görüşülmeye devam edilmektedir. Bu stratejinin en eleştirilen yanı ABD askerlerinin veya iyi eğitimli ve donatılmış birliklerin kara harekâtına katılmamasıdır. Ancak hava taarruzlarıyla IŞİD zayıflatılırken bu süre içinde Irak Ordusuna, peşmergelere ve Suriyeli muhaliflere silah, teçhizat, para, eğitim, istihbarat ve planlama desteği verilerek harekâta hazır hale getirilecektir. Koalisyon kuvvetlerinin psikolojik harekât ve özel kuvvet çalışmalarıyla harekât ortamı şekillendirilecek, IŞİD’in komuta kontrol ve muhabere sistemi parçalanacak ve yapılacak hava taarruzlarıyla kara harekâtının önü açılacaktır. Musul’u savaşmadan teslim eden Irak Ordusuna, Peşmergelere ve Suriyeli 58 “ÖSO’ya eğitim Hirfanlı’da, Ankara PYD konusunda çekinceli,” Hürriyet, 15.11.2014. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27585429.asp (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 154 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği muhaliflere yeterli güven yoktur. Ancak aynı kuvvetler hava saldırıları sonrasında yıpranan IŞİD kuvvetlerine karşı moral kazanmış ve başarılı karşı saldırlar gerçekleştirmiştir. Bu nedenle bu stratejinin başarılı olmasının ağırlık noktası Sünni aşiretlerin IŞİD’e verdiği desteği kesmeleri olacaktır. Aynı şekilde İslam âlimlerinin teröre karşı fetvalar vermesi ve İslam dünyasının bu fetvalar doğrultusunda teröre karşı tavır almasıdır. Masum insanların katledilmesi, insanların kafasının kesilmesi ve yakılması, kadınların satılması, camilere bomba atılması İslam ile bağdaştırılamaz. Muhtemel Senaryolar ABD öncülüğünde oluşturulan koalisyonun, yukarıda açıklanan strateji doğrultusunda yapacağı harekâtın başarısına bağlı olarak, üç muhtemel senaryo gelişebilir. Birinci senaryo; harekâtın başarısız olması ve Afganistan’da Taliban’ın varlığını devam ettirmesi gibi IŞİD’in de halen kontrol ettiği coğrafyada varlığını korumasıdır. İkinci senaryo; harekâtın kısmen başarılı olması, IŞİD’in Irak’ta etkisizleştirilmesi ancak Suriye’deki varlığını devam ettirmesidir. Üçüncü senaryo; harekâtın başarılı olması ve IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de yok edilmesidir. Birinci senaryo; IŞİD’in halen kontrol ettiği coğrafyada varlığını korumasıdır. Bu senaryo harekâtın başarısız olacağı öngörüsüne uygun olarak geliştirilmiştir. Bu senaryonun gerçekleşeceğine inananlar Afganistan’daki gelişmeleri örnek olarak göstermektedirler. Afganistan’da 2001 yılında 50’den fazla ülkenin katılımıyla oluşan NATO’ya bağlı Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü’nün (ISAF), 2015 yılına kadar Taliban ve el-Kaide’ye yönelik gerçekleştirdiği harekâta rağmen bu örgütlerin ülkedeki varlığı devam etmektedir. ISAF bu harekât süresince 2.224’ü Amerikalı 3.500 asker zayiat vermiştir. BM verilerine göre sadece Ocak-Kasım 2014 döneminde 3.188 sivil ve 4.600 Afgan güvenlik personeli hayatını kaybetmiştir.59 Afganistan’da harekât hedeflerine ulaşılmadan, ISAF 2015 yılı başında görevini Afgan güvenlik güçlerine devretmek zorunda kalmıştır. 59 “NATO Afganistan’dan Çekildi,” Sabah, 28.12.2014. http://www.sabah.com.tr/dunya/2014/12/28/nato-afganistandan-cekildi (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 155 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Bu senaryoda IŞİD’e karşı mücadelenin de genel olarak benzer şekilde gelişeceği değerlendirilmektedir. Afganistan’da 90 bini Amerikan askeri olmak üzere 130 bin kişilik çok iyi eğitimli ve donanımlı birlikler kullanılmıştır. IŞİD’e karşı kara harekâtı yapacak unsurların; Musul’u savaşmadan terk eden Irak Ordusu, IŞİD saldırıları sonrasında hızla çekilen ve Erbil’i riske sokan Peşmergeler ve emir komuta birliği dahi oluşturamayan Özgür Suriye Ordusu olduğu dikkate alındığında, başarılı olma şansının düşük olması beklenebilir. Ayrıca IŞİD’in, küresel sistemde, Irak’ta, Suriye’de ve genel olarak İslam coğrafyasında yaşanan bir dizi sorun sonucu ortaya çıkmış ve güçlenmiş bir örgüt olduğu dikkate alınırsa, bu sorunlarla ilgili olumlu gelişmeler yaşanmadan IŞİD’i yenmenin zor olacağı düşünebilir. Ancak Suriye-Irak coğrafyasının Afganistan coğrafyasından farklı olduğu unutulmamalıdır. İkinci senaryo; IŞİD’in Irak’ta etkisizleştirilmesi ancak Suriye’deki varlığını devam ettirmesidir. Bu senaryo harekâtın kısmen başarılı olacağı öngörüsüne dayanmaktadır. ABD bu harekâtın sıklet merkezini Irak’ta oluşturmaktadır. Irak hükümeti ve ordusu harekâta iştirak etmesine rağmen Suriye’de Esed yönetimi ve ordusu harekâta katılmamaktadır. Ayrıca Irak’ta hava harekâtına katılan İngiltere, Fransa, Hollanda, Danimarka, Belçika ve Avustralya BMGK kararı veya Suriye hükümetinin yardım talebi olmaması nedeniyle Suriye’de hava harekâtına iştirak etmemektedir. Bunlara ilave olarak muhalifler çok parçalanmıştır. ÖSO ve diğer muhalifler tam olarak oturmuş bir teşkilata sahip olmadığı gibi hem silah ve donanım hem de eğitim yönünden çok zayıftır. Irak’la mukayese edildiğinde harekâtın Suriye’de başarı şansı daha düşüktür. Irak’ta harekât başarılı gelişirken, çekilen birçok IŞİD unsuru Suriye’ye geçebilir ve bu ülkede savunmasını güçlendirebilir. IŞİD ile el-Nusra ayrışması ABD ve koalisyon saldırıları nedeniyle geri plana itilebilir ve bu iki örgüt birlikte hareket etmeye başlayabilir. Üçüncü senaryo; IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de yok edilmesidir. Bu senaryo harekâtın başarılı olacağı öngörüsüne dayanmaktadır. IŞİD’le mücadele stratejisinin başarıyla icra edilmesi; IŞİD’e finans desteğinin kesilmesi, yabancı savaşçı akışının engellenmesi, Sünni aşiretlerle işbirliğinin ortadan kaldırılması, âlimlerinin vereceği fetvalarla İslam ile terör arasına mesafe 156 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği konulacak şekilde etki yaratılması ve psikolojik harekâtla IŞİD unsurlarının ayrışmasının sağlanması. Hava taarruzlarıyla IŞİD’in komuta kontrol, lojistik, mühimmat ve ağır silahlarının vurulması. Etkili silahlarla donatılmış, iyi teçhizat ve eğitime sahip Irak ordusu, Peşmergeler ve Suriyeli muhaliflerle yapılacak kara taarruzları başarılı olabilir ve meskûn mahallerin temizlenmesi gerçekleşebilir. Ancak bu gerçekleşse bile IŞİD kısa süre içinde küllerinden yeniden doğabilir veya nasıl el-Kaide’den IŞİD çıktıysa şu ana kadar adını duymadığımız yepyeni bir yapılanma çok daha güçlü ve etkili bir şekilde karşımıza çıkabilir. Türkiye’ye Etkileri Irak ve Suriye’de meydana gelen her gelişme siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel açılardan Türkiye’yi etkilemektedir. Bunun birçok nedeni vardır. Suriye ile 911, Irak’la 384 kilometre ortak sınır olması, komşu ülkeler olarak siyasi ve ekonomik ilişkilerin yaratacağı fırsatlar ve riskler, sınır güvenliğinin sağlanması ve hatta iç güvenlik kaygıları, dış müdahalelerin yansımaları, göçler ve sayıları 2 milyona ulaşan sığınmacıların sorunları bunlardan bazılarıdır. Özellikle Batı dünyası içinde yer alması, NATO üyesi olması, ABD ile model ülke kapsamında stratejik ilişkileri nedeniyle, IŞİD Türkiye’yi Dar-ül Harp olarak görmekte ve hedef ülke olarak belirlemektedir. Bu durum Türkiye’nin bölgedeki gelişmelerden etkilenme derecesini artırmaktadır. Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarını; yönetici siyasi elitin tutkuları, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde pozisyon alınmasındaki kararsızlıklar ve geç pozisyon alınması ile 2012 yılında Suriye krizinin başlangıç aşamasında ABD ile işbirliğinde erken pozisyon alması ve yarı yolda yalnız bırakılması deneyimleri etkilemektedir. Irak’ın işgalinde zamanında pozisyon alınmaması, Irak’ın yeniden yapılanmasında Türkiye’nin etkinliğini sınırlandırmış ve etkin rol almasını engellemiştir.60 Bu durum Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye olumsuz yansımasına ve PKK/KCK terör örgütünün Türkiye’deki etkinliğini artırmasına yol açmıştır. 60 Oktay Bingöl ve Bilgin Varlık, “IŞİD’e Karşı Olası Operasyonun Boyutları: Stratejiler, Riskler, Öneriler,” 20. 157 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Sınırlarının hemen bitişiğinde meydana gelen kaotik ortamın sonucu olarak; güvenlik, ekonomi, ticaret, finans alanlarında meydana gelen sorunlar ve çok sayıda sığınmacının yarattığı problemler, Suriye politikası konusunda Türkiye’de farklı değerlendirme ve görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hükümet ve destekleyicileri Türkiye’nin Suriye politikasının insani ve bölge halklarının çıkarları doğrultusunda geliştiğini ileri sürmektedir. Mezhep ayrımı yapmadan, bölgesel barış ve istikrarın oluşturulması ve yerleşikleştirilmesi için çaba sarf ettiklerini söylemektedir. Karşı görüşte olanlar ise Türkiye’nin “Yeni Osmanlıcılık” tutkusu doğrultusunda, ABD ve Batı yönlendirmeleriyle gelişmelere gereksiz müdahil olduğunu ve Esed yönetiminin devrilmesi için muhaliflere destek sağladığını belirtmektedir. Bu görüşün savunucuları bölgenin yeniden şekillendirilmesinde etkin olmak için erkenden Suriye iç savaşına taraf olunduğunu, daha sonra müttefikleri tarafından tarafından yalnız bırakıldığını ve bölgedeki gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine gelişme gösterdiğini iddia etmektedir. Birinci deneyim sonunda Irak’ın kuzeyinde bağımsızlığa giden özerk Kürt devletinin kurulduğunu, PKK/KCK’nın tekrar gelişme gösterdiğini ve Türkiye’deki eylemlerini artırdığını; ikinci deneyimde terör örgütünün PYD vasıtasıyla Suriye’nin kuzeyinde özerk bir yapı oluşturmak için fırsat yakaladığını vurgulamaktadırlar. Gelişmelere bağlı olarak, Türkiye ve ABD politikaları IŞİD konusunda tekrar kesiştiğinde, yaşanan travmaların etkisiyle Türkiye karar verme sürecinde fırsatı kaçırmama ve aldatılma ikilemi yaşamıştır. Başlangıçta IŞİD’in gelişmesi Irak’ta Sünni ayaklanması olarak değerlendirilmiş ve operasyona sıcak bakılmamış ve Cidde’de yapılan toplantı sonuç bildirisi imzalanmamıştır.61 Ancak daha sonra IŞİD’in genişlemesi ve insanlık dışı eylemleri sonucu Türkiye’yi de tehdit ettiği görüldükten, BM’nin IŞİD ve el-Nusra olmak üzere el-Kaide bağlantılı terör örgüleriyle mücadele kararı alındıktan ve rehin alınan Musul konsolosluk personeli serbest bırakıldıktan sonra koalisyona katılmıştır. Ayrı61 “Türkiye Cidde’de imza atmadı,” TRT Haber, 12.9.2014. http://www.trthaber.com/haber/ dunya/turkiye-ciddede-imza-atmadi-143951.html (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 158 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği ca bununla ilgili olarak hazırlanan Bakanlar Kurulu Tezkeresi 2 Ekim 2014’de TBMM’de kabul edilmiştir.62 Türkiye’nin ABD ve Batılı devletlerden beklentileri; Suriye’de tampon ve güvenli bölgeler oluşturularak uçuşa yasak sahaların ilan edilmesi, Esed yönetiminin Hama, Humus ve özellikle Halep’e yönelik hava saldırılarının engellenmesi, bu sayede Türkiye’ye bundan sonra yoğun kitlesel göçlerin olmamasıdır. Türkiye ayrıca Esed yönetiminin de sorunun önemli bir parçası olduğunu vurgulamakta, bu yönetim değiştirilmeden bölgedeki sorunlara çözüm bulunamayacağını belirtmektedir. Türkiye, PKK/KCK terör örgütü ve Suriye’deki uzantısı PYD’in kara unsuru olarak harekâta katılmasına ve bu kapsamda örgüte silah, mühimmat, teçhizat ve eğitim desteği verilmesine karşı çıkmaktadır. Ancak ABD ve Batılı ülkelerin Türkiye’nin bu beklentilerini ve kaygılarını yeterince dikkate aldığı söylenemez. Beklentilerinin ve kaygılarının yeterince dikkate alınmadığı böyle bir durumda, Türkiye’nin muharip bir güç ile koalisyon kuvvetlerine katkı yapması mümkün değildir. Hatta görüşmeler devam etmesine rağmen İncirlik üssünün de sınırlı istihbarat, lojistik ve insani yardım amacı dışında, harekât üssü olarak kullanılması da gerçekleşmeyebilir. Gerçekte Bağdat ve Erbil’de kurulan müşterek harekât merkezleri, koalisyon güçlerinin kullandığı üsler ve uçak gemileri dikkate alındığında ABD’nin İncirlik üssüne ihtiyacı da hayati değildir. Bununla birlikte Sünni aşiretlerin desteğine yönelik girişimlerde, Suudi Arabistan ve Ürdün yanında Türkiye’den de beklentiler olabilir. Harekâtın lojistik ihtiyaçlarının karşılanması için Türkiye’nin lojistik hatlarından istifade edilmesi talebi gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye’den beklentilerinin; jeopolitik konumu, sosyo-kültürel özellikleri dikkate alınarak, geniş koalisyondan beklenenlerle örtüşeceği değerlendirilmektedir. Bunlar; sınırların kontrolü, yabancı savaşçıların geçişinin engellenmesi, IŞİD’in mali kaynaklarının kesilmesi ve petrol satışlarının önlenmesi, IŞİD’e silah ve teçhizat akışını durdurma çabalarına destek veril62 “Meclis tezkere kararını verdi,” Hürriyet, 2.10.2014. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27318216.asp (Erişim Tarihi: 10.4.2015) 159 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm mesidir. Ayrıca IŞİD ile bağlantılı unsurların etkisizleştirilmesi, Türkiye’den IŞİD’e katılımın engellenmesi, sığınmacı kamplarında radikalleştirmeye fırsat verilmemesi beklentiler arasında yer almaktadır. Bunlara ilave olarak PKK-YPG’nin IŞİD’e mücadelesine tepki gösterilmemesi63 istenmektedir. Türkiye’de kamuoyu Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmelerle ilgili olarak tarihinde hiç olmadığı kadar bölünmüş durumdadır. Toplumun bir kısmı hükümetin Sünni mezhepçi bir politika izlediği ve hatta IŞİD’e yardım ettiği görüşündedir. Türkiye’nin Kürt dinamiğinin önünü kesmek için IŞİD’i kullandığını öne sürenler de vardır. Bir kısmı da IŞİD’i, Irak ve Suriye’de Şii tahakkümüne karşı Sünnilerin direnişi, ABD başta olmak üzere Batıya ve İsrail’e karşı bir başkaldırı olarak görmektedir. Diğer bir kesim IŞİD’i, ABD’nin bölgede çıkarlarını korumak için kullandığını ve bağımsız Kürt devletini kurmak için bir vekâlet savaşı yürüttüğünü ileri sürmektedir. Sonuçta siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine, araştırma merkezlerinden akademisyenlere, gazetecilerden yazarlara kadar yaşanan bölünmüşlük, kutuplaşmaya dönüşmekte ve iç güvenlik hassasiyeti oluşturmaktadır. Mevcut konjonktürün PKK/KCK ve Kürt dinamiğinin çıkarları doğrultusunda önemli fırsatlar yarattığı değerlendirilmektedir. Terör örgütüne katılımların artması, militanlarının eğitilmesi, silah ve teçhizat temin etmesi, itibar ve özgüven kazanması mümkündür. Suriye’nin kuzeyinde ABD hava taarruzları ve Türkiye’nin Peşmerge ağır silahlarının Kobani’ye geçmesine müsaade etmesi sayesinde, IŞİD Kobani’den püskürtülmüştür. PYD’nin gelecekte harekâtın gelişmesine paralel olarak Cizire, Kobani, Afrin’deki sözde kantonları birleştirmek için çaba göstermesi olasıdır. Terör örgütü, fırsatları değerlendirerek IŞİD’in kontrol ettiği petrol kaynaklarını ele geçirebilir, PYD’nin bölgede yürüttüğü etnik temizlik politikası neticesinde Arap ve Türkmen nüfusu seyrelterek Suriye’nin kuzeyinde özerk bir devlet ilan edebilir. PKK/KCK, Suriye’nin kuzeyinde özerk bir devlet kurmak için sıklet merkezi tesis ederken, çözüm süreci kapsamında Türkiye’de siyasal mücadele ile bir63 Oktay Bingöl ve Bilgin Varlık, “IŞİD’e Karşı Olası Operasyonun Boyutları: Stratejiler, Riskler, Öneriler,” 21. 160 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği çok hak elde etmeyi, Abdullah Öcalan’ı bir lider olarak meşrulaştırmayı ve Kürtlerde özgürlük düşüncesini derinleştirmeyi hedeflemektedir. Çözüm süreci kapsamında sınır dışına çekilmediği gibi silahlarını bırakmaması, Kobani’yi Kürt özgürlük mücadelesi olarak mitleştirmesi, 6-7 Ekim olaylarında genel bir ayaklanma provası yapması dikkate alındığında, PKK/KCK’nın gelişen fırsatları değerlendirerek Türkiye’den giderek genişleyen özerklik taleplerinde bulunacağı öngörülebilir. Irak’ta ise mevcut gelişmelerden istifade eden Kuzey Irak Kürt Yönetimi, demografik yapısını değiştirdiği Kerkük şehrini, dolayısıyla bu kentteki zengin petrol yataklarını ele geçirerek kendi kendine yeterli duruma gelmiştir. ABD, IŞİD’e yapılacak harekâtta Kürt yönetimi ile doğrudan ilişki geliştirmekte, Peşmergelere çok miktarda silah ve cephane vermekte ve eğitim desteği sağlamaktadır. Özerk Kürt yönetimi devlet sistemini geliştirmekte, petrol gelirlerinin düzenli olarak alınmasına paralel olarak ekonomik durumunu iyileştirmekte ve halkın refahını artırmaktadır. Gelişmeler yakın gelecekte Kürt yönetimine bağımsızlık için fırsatlar oluşturabilir. Bu yönde bir girişim için ABD’nin tavrı belirleyici olacaktır. Gelecekte birleşik bir Kürt devletinin kurulması hayali artık ulaşılabilir bir hedef haline dönüşmektedir. IŞİD’e karşı harekâtın gelişmesine ve çatışmaların derinleşmesine paralel olarak Türkiye IŞİD’in hedefi haline gelebilir. Terör olaylarının yaşanma olasılığı ve riski artabilir. Türkiye’nin operasyona aktif olarak katılması durumunda bu risk yükselir. Türkiye’deki IŞİD hücreleri, çatışmaları Sünni-Şii savaşı veya Hıristiyan-Şii ittifakının Sünnileri yok etme girişimi olarak göstererek, kitlesel halk gösterilerini kışkırtabilir. Irak ve Suriye’deki çatışmaların meskûn mahallerde yoğun tahribat yapacağı dikkate alındığında, Türkiye yeni sığınmacı akınlarına uğrayabilir ve sığınmacı sorunu kontrol edilemez boyutlara ulaşabilir. Bu sığınmacılarla beraber terör örgütü unsurları da Türkiye’ye geçebilir. Bu durum Türkiye’deki terör hücrelerini güçlendireceği gibi Türkiye üzerinden diğer ülkelere giden unsurlar, gittikleri ülkelerde eylemler yapabilir. Bu durumdan sorumlu tutulan Türkiye’ye baskılar artabilir. Sınır güvenliği daha büyük bir sorun olarak gelişme gösterebilir. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin iç ve dış güvenlik sorunlarını kontrol edilemez boyuta taşıyabilir. 161 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Öneriler BM vekâlet savaşları kapsamında terörün bir araç olarak kullanılmasını önleyecek uluslararası anlaşmalar hazırlamalı ve teröre destek veren devletlere karşı daha etkin yaptırımlar uygulanmalıdır. Ayrıca BM, küresel terörün gelişmesine neden olan ortamın iyileştirilmesi için daha adil bir küresel sistemin oluşturulması ve küresel dengesizliklerin giderilmesi maksadıyla politikalar geliştirilmesine öncülük etmelidir. Terörle mücadele, insani müdahale veya koruma görevi kapsamında yapılan operasyonlar sonucu devletlerin çökmesinin, daha uzun ve daha güçlü terör yapılarının gelişmesine neden olduğu dikkate alınmalıdır. Planlar hazırlanırken operasyon sonrasında nasıl bir ülke ve bölge hedeflendiği belirlenmeli ve uygulanacak stratejiler bu hedefi gerçekleştirecek şekilde geliştirilmelidir. Bu hedeflere ulaşıncaya kadar stratejiler kararlı bir şekilde uygulanmalıdır. Operasyon güçleri operasyon hedeflerine ulaşmadan bölgeden çekilmemelidir. Medeniyetler çatışması tezinin etnik ve dini motifli terörün gelişmesine ortam hazırladığı değerlendirilerek, etnik veya dinsel ötekileştirmenin, düşmanlıkların önlenmesi için çok kültürlülük ve kültürler arası uyum konuları eğitim programlarına dâhil edilmelidir. Kültürler arası etkileşimin artırılması için projeler geliştirilmelidir. İslam din adamları ve öğretim üyeleri, terör örgütlerinin istismar ettiği dini referanslarla ilgili olarak istismarı önleyici fetvalar vermelidir. Ayrıca terör eylemlerinin İslam’a uygun olmadığını içeren dini referansların öne çıkartılması için çalışmalar yapılmalıdır. Hıristiyan din adamları da Hıristiyan-İslam düşmanlığını derinleştiren terör örgütlerinin istismar edebileceği beyanlardan kaçınmalıdır. İslam Konferansı Teşkilatı ve Arap Birliği gibi teşkilatlar İslam ülkeleri arasında ekonomik, ticari ve kültürel ilişkilerin gelişmesine yönelik daha etkin politikalar hayata geçirmelidir. Ayrıca üye ülkelerin güvenliği ile ilgili daha fazla sorumluluk almalıdır. Zor duruma düşen İslam ülkelerine yardım için projeler geliştirilmelidir. 162 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi İslam ülkeleri nüfuz alanlarını genişletmek ve etkinliğini artırmak maksadıyla mezhepsel farklılıkları kullanmamalıdır. Mezhepsel politikalar İslam dünyasında ötekileştirmelere, kalıcı düşmanlıklara ve savaşlara neden olabileceği için büyük zararlar verebilir. Dış ve güvenlik politikalarında başarılı sonuçlara ulaşmak için halkın büyük çoğunluğunun desteğinin alınması çok önemlidir. Halkın desteğini alamayan politikalar toplumsal ayrışmalara neden olur ve halkın milli bir duruş sergilemesi mümkün olmaz. Bu nedenle özellikle Suriye, Irak ve IŞİD politikaları konusunda Türk halkındaki bölünmüşlüğün nedenlerinin araştırılması faydalı mütalaa edilmektedir. Dış ve güvenlik politikaları oluşturulurken daha planlama aşamasında yönetişim ilkelerinin uygulanmaya konması; iktidar partisi dışındaki siyasi partilerin, üniversitelerin, araştırma merkezlerinin ve sivil toplum örgütlerinin görüşlerinin alınması ve farklı görüşler arasında optimal bir yaklaşımın ortaya çıkartılması gereklidir. Politika oluşum aşamasında halkın karar süreçlerine katılması ve farklı kesimlerin görüşlerinin hazırlanan politikalarda dikkate alınması sonucu oluşan sinerji, halkın topyekun bu politikalara destek sağlamasına katkı yapar. Ayrışmaya değil birlik ve beraberliğin oluşmasına neden olur. Bu şekilde hazırlanan politikalar milli politikalar olarak algılanır. Politikaların uygulanması aşamasında da benzer şekilde toplumun her kesiminin gelişmeler hakkında doğru olarak bilgilendirilmesi ve uygulamayla ilgili görüşlerinin alınması geri besleme açısından faydalıdır. Bu uygulama halk desteğinin devamının sağlanması açısından gereklidir. Bunlar yapılmadığı takdirde toplumda meydana gelecek bölünmüşlük, ötekileşmeyi ve kutuplaşmayı artıracak ve yabancı güçlerin istismar edebileceği bir hassasiyet oluşturacaktır. Muhalefet partileri de kendi dış ve güvenlik politika önerilerini hazırlarken yukarıdaki esaslara dikkat etmelidir. Dış ve güvenlik politikalarını iç siyasi mücadelenin vasıtası olarak kullanmamalı, yönetişim kavramının önünü açacak yapıcı eleştirel yaklaşımlar geliştirmeli ve uzlaşmaya açık olmalıdır. 163 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Üniversiteler, araştırma merkezleri ve sivil toplum örgütleri benzer yaklaşımlar sergilemeli akılcı, bilimsel ve gerçekçi politika önerileri geliştirmelidir. Medya kendi içinde dış ve güvenlik politikaları konusunda etik kurallar geliştirmeli, reyting kaygısıyla değil, halkı doğru bilgilendirecek, farklı yaklaşımların görüşlerine yer verecek, uzman kişilerin görüşlerini halka yansıtacak programlar yapmalıdır. Kutuplaştırıcı değil uzlaştırıcı bir dil kullanmalıdır. Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları yukarıda açıklanan hususlar dikkate alınarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında ve kuruluş felsefesine uygun olarak ortaya konulan dış politika hedef ve stratejilerine sadık kalınarak yeniden belirlenmelidir. Bu çerçevede Orta Doğu politikasında yeni yaklaşımlar geliştirilmeli, bu yaklaşımlara uygun olarak ülkelerin iç işlerine karışma anlamına gelebilecek tutum ve davranışlardan kaçınmak suretiyle Suriye, Mısır, İsrail, İran ve diğer Arap ülkeleriyle ile ilişkiler gözden geçirilmelidir. ABD ve koalisyon güçlerinin Irak ve Suriye’de yapacağı harekâta IŞİD tarafından Türkiye’yi doğrudan hedef alan bir saldırı olmadığı müddetçe muharip unsurlarla katılmamaya ve sıcak çatışmalara girmemeye özen gösterilmelidir. Ancak bölgenin yeniden şekillenmesinde söz sahibi olacak şekilde koalisyon güçleri içinde yer alınmalıdır. Irak ve Suriye’deki çatışmaların Türkiye’yi de içine çekebileceği dikkate alınarak, caydırıcılığı sağlamak maksadıyla bölgeye yeterli kuvvet konuşlandırılmalıdır. Gelişmeler ve muhtemel senaryoların PKK/KCK ve Kürt dinamiğinin çıkarları doğrultusunda önemli fırsatlar yaratabileceği dikkate alınarak, Suriye’nin kuzeyinde PYD’nin özerk bir Kürt devleti kurma ve petrol sahalarını kontrol etme girişimi; Irak’ın kuzeyindeki Kürt Yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesi; PKK/KCK’nın Türkiye’de kitlesel bir ayaklanma başlatma riskine karşı bütüncül politikalar geliştirilmeli ve tedbirler alınmalıdır. Irak ve Suriye sınırlarının etkin kontrolü bir zarurettir. Bu kontrolün kabul edilebilir düzeyde sağlanması ve mevcut geçirgenliğin sona erdirilebilmesi için istihbarat yeteneği geliştirilmelidir. Bu kapsamda hudut istihbaratı için milli uydu sistemlerinden yararlanılmalı, uydulardan ve İnsansız hava araçla- 164 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği rından temin edilen istihbaratın kıymetten düşmeden, zamanında kullanıcılara ulaşmasını temin edecek bilgi akış yöntemleri geliştirilmelidir. Koalisyon ülkeleri ile de istihbarat paylaşımı sağlanmalıdır. Ayrıca sınır güvenliği fiziki ve elektronik güvenlik sistemleri ile takviye edilmeli ve gerekli teknoloji desteği temin edilmelidir. Eşgüdümün sağlanması maksadıyla devletin ilgili kurumları arasında yasal kanallar, yeterli alt yapı ve muhabere sistemleri tesis edilmelidir. IŞİD’in Türkiye içindeki hücreleri ve bağlantıları yakından izlenmeli eylem hazırlıkları önlenmelidir. Sığınmacı kamplarında etkin denetimler yapılmalı ve bu kamplarda terörist faaliyetlere fırsat verilmemelidir. Yurt dışındaki diplomatik misyonların, işletmelerin ve vatandaşların güvenliği için tedbirler artırılmalıdır. Sonuç olarak el-Kaide ve IŞİD gibi dini motifli terör örgütleri ile mücadelede, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensipleri olan demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti anlayışını esas alan, kuruluş felsefesinde belirlenen dış politika prensiplerine sadık, değişen dünya dinamiklerine uygun, üyesi olduğu örgütlerle uyumlu stratejiler ve politikalar geliştirmelidir. Bu strateji ve politikalar kararlı şekilde uygulanmalı, ikircikli yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Ayrıca bölgede siyasi, güvenlik, ekonomik, ticari ve sosyo-kültürel işbirliğinin geliştirilmesine öncülük etmelidir. 165 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kaynakça Acar, Ünal. A’dan Z’ye Terörizm. Ankara: Kripto Yayınları, 2012. Acun, Can. “Neo el-Kaide: Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD).” SETA Perspektif, Sayı 53, Haziran 2014, http://file.setav.org/Files/Pdf/20140616184404_ neo-el-kaide-isid-pdf.pdf (Erişim 26.3.2015) Aydın, Nurullah. Küresel Terör ve Terörizm. İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2009. Atwan, Abdel Bari. The Secret History of Al Qa’ida. London: Abacus, 2006. Bingöl, Oktay ve Bilgin Varlık. “IŞİD’e Karşı Olası Operasyonun Boyutları: Stratejiler, Riskler, Öneriler.” Merkez Strateji Enstitüsü, Rapor-002, 02.10.2014. http://merkezstrateji.com/wp-content/uploads/2014/12/141002_ RP_IŞİD_s.6aWeb1.pdf. (Erişim 30.3.2015) Bingöl, Oktay ve Bilgin Varlık. “IŞİD’e Karşı Harekatın (4 Aylık) Ara Durum Değerlendirmesi.” Merkez Strateji Enstitüsü, Rapor-005, 04.12.2014. http:// mer-kezstrateji.com/wp-content/uploads/2014/12/141204_RP05_4-AylıkIŞİDe-Karşı-Hrk-Değerlendirme_-s.2aWeb.pdf. Caşın, Mesut Hakkı. Uluslararası Terörizm. Ankara: Nobel Yayınları, 2008. Cinoğlu, Hüseyin ve Süleyman Özeren. “ABD’nin Yeni Terörle Mücadele Konsepti: Savaş Yerine Uyumlu İşbirliği Mi?.” İ. Bal ve S. Özeren (eds), Dünyadan Örneklerle Terörle Mücadele. Ankara: USAK Yayınları, 2010. Cronin, Audrey Kurth. “ISIS Is Not a Terrorist Group.” Foreign Affairs on Digital Platforms (March/April 2015) http://www.foreignaf- fairs.com/ articles/143043/audrey-kurth-cronin/isis-is-not-a-terrorist-group (Erişim 10.4.2015) Demirel, Emin. Ölüm Arabaları. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004. Dünyadaki Terör Örgütleri. Polis Akademisi Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi, UTSAM Raporlar Serisi: 25, Ocak 2013. 166 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Ergil, Doğu. “Uluslararası Terörizm.” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 47 Sayı: 3, (1992): 139-143. Göçer, Orhan. “Uluslararası Terörün Soğuk Savaş Sonrası ve Gelecekteki Durumu.” Kara Kuvvetleri Dergisi, Yıl 4, Sayı 14, (Kasım 2005). Güler, Recep Tayyip ve Ömer Behram Özdemir. “El- Kaide’den Post-Kaide’ye Dönüşüm: IŞİD.” Sakarya Üniversitesi Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, (2014): 113-154. Gürbüz, Beyhan. Dini Motifli ve Uluslararası Bir Terör Örgütü Olarak elKaide. Yüksek Lisans Tezi, Atılım Üniversitesi, Ankara, 2008. Haass, Richard N. “Managing the ISIS Crisis.” Project Syndicate the World’s Opinion Page, http://www.project-syndicate.org/commentary/isis-sunnicrisis-management-by-richard-n--haass-2015-02. March 30, 2015. Havabulut, G. Terörizmin Değişen Yönü ve El-Kaide’nin Sosyo-Kültürel Yorumu. Yüksek Lisans Tezi, 2007. Hobsbawm, Eric J. Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm. çev. Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008. Katzman, Kenneth. Iraq and Al Qaeda. CRS Report for Congress, 28 Nisan 2008. Kedikli, Umut. Uluslararası Terörizm ve Devlet Sorumluluğu. Ankara: Nobel Yayınları, 2013. Kılıç, Zafer. Küreselleşme ile İvme Kazanan Uluslararası Terörizm ve Buna Karşı Alınan Tedbirler. Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler, 2007. Kirdar, Muhammad J. “Al Qaeda in Iraq.” CSIS, Case Study Number 1, 2011, http://csis.org/files/publication/110614_Kirdar_AlQaedaIraq_Web.pdf (Erişim 26.3.2015) Kongar, Emre. Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington, 11 Eylül. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2011. 167 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Kongar, Emre. “Soğuk Savaş Kalıntıları Radikal İslam Terörünü Besliyor.” Defne Sarısoy’un Röportajı, 1.12.2003. http://dipnotkitap.net/DENEME/KureselTeror.htm (Erişim 8.4.2015) Laqueur, Walter. Terrorism. New York: Macmillan, 1974. Lewis, Jessica D. Al Qaeda in Iraq Resurgent: The Breaking the Walls Campaign. Part I, Middle East Security Report 14, ISW, September 2013. http:// www.understandingwar.org/sites/default/files/AQI-Resurgent-10Sept_0.pdf (Erişim 28.3.2015) Lund, Aron. “Pushing Back Against Islamic State of Iraq and the Levant: Path of Conflict.” Carnegie Endowment, Ocak 2014. http://carnegieendowment.org/ syriaincrisis/?fa=54086 (Erişim 10.3.2014) Münkler, Herfried. Yeni Savaşlar, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010. Onay, Yaşar. Etki Odaklı Hareket: Terör. İstanbul: Yeniyüzyıl Yayınları, 2009. Örgün, Faruk. Küresel Terör. İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2001. Rapoport, David C. “The Four Waves of Rebel Terror and September 11.” Anthropoetics, Vol. 8, No. 1, (Spring/Summer 2002), http://www.anthropoetics.ucla. edu/ap0801/terror.htm (Erişim 16.3.2014) Rapoport, David C. “The Fourth Wave: September 11 in the History of Terrorism.” Current History, Vol. 100, No. 650 (December 2001): 419–424. Ayrıca bkz: Rapoport, David C. “Generations and Waves: The Keys to Understanding Rebel Terror Movements.” Paper presented at the “Seminar on Global Affairs.” Ronald W. Burkle Center for International Affairs, University of California, Los Angeles, November 7, 2003, http://www.international.ucla.edu/cms/ ªles/ David_Rapoport_Waves_of_Terrorism.pdf. Swetnam, Michel S. ve Yonah Alexander. Bir Terörist Ağının Profili Usame Bin Ladin. (çev. Derya Engin), İstanbul: Güncel Yayınları, 2001. 168 Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği “The Islamic State” Mapping Militant Organizations, Stanford University. http://web.stanford.edu/group/mappingmilitants/cgi-bin/groups/view/1 (Erişim 26. 3. 2015) Tunç, Abdullah. “IŞİD El-Kaide’den Ayrılıyor Mu?.” Ankara Strateji Enstitüsü, 3.2.2014, http://www.ankarastrateji.org/haber/isid-el-kaide-denayriliyor-mu-1126/ (Erişim 3.4.2015) Whelan, Richard. El-Kaidecilik, İslam’a Tehdit Dünya’ya Tehdit. (çev. Hüseyin Bağcı, Bayram Sinkaya ve Pınar Arıkan), Ankara: Platin Yayınları, 2006. Yalçıner, Serhan. “Soğuk Savaş sonrası Uluslararası Terörizmin Dönüşümü ve Terörizmle Mücadele.” SDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 2, Sayı 4 (Güz 2006): 98-119. Yayla, Atilla. “Terörizm: Kavramsal Bir Çerçeve.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt XLV, Sayı: 1-4 (1990): 335-385. Zelin, Aaron Y. “Al-Qaeda Disaffiliates with the Islamic State of Iraq and alSham.” The Washington Institute, Şubat 2014. http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/al-qaeda-disaffiliates-with-the-islamic-state-ofiraq-and-al-sham (Erişim 10.3.2014) 169 PKK/KCK’yla Mücadelede Dört Boyutlu Strateji Önerisi PKK/KCK’YLA MÜCADELEDE DÖRT BOYUTLU STRATEJİ ÖNERİSİ* Türkiye, PKK ile başlayan ve bugün KCK projesiyle devletleşmeye teşebbüs eden bölücü terör örgütüne karşı mücadelesini otuz yılı aşkın bir süredir sürdürmektedir. Terör olaylarının gerçekleştiği ilk dönemde, örgütün yaptığı eylemlerin küçümsenmesi ve önemsenmemesi zaman içerisinde sorunun daha karmaşık hale gelmesine sebep oldu. Daha sonra her önemli olay yaşandığında, üst düzey sivil ve askeri yetkililer olay yerine giderek verdikleri mesajlarla kamuoyunun infialini yatıştırmaya çalıştı. Görüşülen kişiler ve yapılan ziyaretlerden elde edilen bilgi ve izlenimlerle süreç yönetilmeye çalışıldı. Bu dönemde mücadelenin ekseni, büyük ölçüde güç kullanımına dayalı kaldı. Terörle mücadelede başarı kriteri öldürülen terörist sayısına endekslendi. Bu kriter vahim hatalar zincirinin de başlangıcı oldu. Hukuk kuralları dışında bazı tedbirler alınmaya çalışıldı. Faili meçhul cinayetlerin sayısı arttı. Teröristlerin lojistik desteğinin kesilmesi için çok sayıda köy boşaltıldı. Kısa süre içinde köyünü terk etmek zorunda kalan binlerce insan göç ettikleri coğrafyada sefalete düştü. Bu aileler ve çocukları büyük ölçüde örgütün etki alanına girdi. Güvenlik güçlerinin aldığı tedbirler zaman zaman terör örgütüne karşı önemli başarılar sağlasa da bu tedbirlerin azaltılmasından sonra örgüt yeniden toparlanma sürecine girmiş ve kesin bir sonuç elde edilememiştir. Bu durum terörle mücadele algısının değişmesine neden olmuştur. Terörle mücadele algısının değişmesi sonrasında, sorunun sadece güç kullanarak çözülemeyeceği, çok boyutlu bir sorun olduğu, güvenlik dışındaki si*Bu bölüm 2011’de BİLGESAM tarafından yayımlanan “Terörle Mücadele Stratejisi” başlıklı Bilge Adamlar Kurulu raporunun başlangıç kısmında yer alan Vizyon bölümünün gözden geçirilmiş şeklidir. BİLGESAM’ın PKK/KCK’yla mücadele kapsamında geliştirdiği dört boyutlu stratejinin ayrıntılı açıklaması için bakınız: Sandıklı, Atilla. Terörle Mücadele Stratejisi. Bilge Adamlar Kurulu Raporu (İstanbul: BİLGESAM, 2011) 171 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm vil alanların da devreye sokulması gerektiği anlaşılmaya başlandı. Aslında bu mücadelenin zihni planda doğru bir mecraya girişinin de başlangıcı oldu. Bu dönüşümden sonra bazı bilimsel araştırmalar yapılmaya başlandı. Ancak yapılan araştırmaların çoğu sorunun tespitinden öteye gidemedi. Bu dönemde daha çok sorunlar konuşuldu, tespitler yapıldı, fakat gerçekçi çözümler üretilemedi. Bugün bile çok sayıda üniversitemiz olmasına rağmen konuyla ilgili olarak yapılan araştırma sayısının azlığı ve yıllardır uğraşılan bir sorun olmasına rağmen ülkemizdeki bilim insanlarının halen büyük ölçüde özgün çalışmalar gerçekleştirememesi durumun vahametini göstermektedir. Birkaç ciddi araştırma hariç tutulursa, son dönemde yapılan bilimsel araştırmaların çoğunun, fazla derinliği olmayan, yüzeysel ve şekli bilimsel araştırmalar olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle çözüm odaklı ve somut projelere dönüştürülebilen araştırmalara olan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Uzun süren terörle mücadele süreci içinde uluslararası sistemde önemli bir değişim yaşanmıştır. Soğuk Savaş döneminde, düşük yoğunluklu çatışma ortamında, ulusları yönlendirmek ve dönüştürmek için terör bir araç olarak kullanılmıştı. Soğuk Savaş dönemi sonrasında 11 Eylül saldırıları, İngiltere, Moskova ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan terör eylemleri terörün lanetlenmesine ve küresel ölçekte mücadele edilmesi gereken bir tehdit olarak algılanmasına neden oldu. Dolayısıyla uluslararası sistemde silahlı terör örgütlerine karşı yürütülen mücadele meşruiyet ve destek kazandı. Teröre destek veren ülkelere karşı yaptırımlar uygulanmaya başlandı. Teröre destek veren ülkelerin eylemleri delilleri ile gündeme getirildiğinde, o ülkelerin geri adım atmaları sağlandı. Geri adım atmayan ve teröre destek sağlamaya devam eden ülkelere yönelik yapılan operasyonlara tepkiler sınırlı kaldı. Bu operasyonlar ülkelerin iç işlerine karışmak olarak algılanmadı. Soğuk Savaş sonrasında küreselleşmenin siyasal dinamikleri özgürlük, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi gibi kavramlar teknolojinin imkânları ile yayıldı ve gelişmekte olan ulusların özlemleri haline geldi. Karşılanamayan her özlem ve beklenti o ülkelerin hassasiyet- 172 PKK/KCK’yla Mücadelede Dört Boyutlu Strateji Önerisi lerini oluşturdu. Bu potansiyel iç ve dış dinamiklerin herhangi biriyle harekete geçince son yıllarda yaşanan halk ayaklanmaları ve isyanlar meydana geldi. Artık terörün yerini halk ayaklanmaları ve isyanlar aldı. Devletlerin halk ayaklanmalarına müdahaleleri ve güç kullanımı eleştirildi. İsyanlara silahlı müdahale, devletlerin kendi halkına şiddet uygulaması olarak algılandı. Zayiatın artması ve düzenin bozulması, uluslararası müdahalenin yapılabilmesi için meşru bir zemin oluşturdu. BM’nin kararı ile bu ülkelere yönelik uluslararası operasyonlar yapıldı. Yönetimlerin değiştirilmesi ve yargılanması için gerekli girişimler gerçekleştirildi. PKK terör örgütü küresel sistemdeki bu değişimi dikkate alarak terör stratejisinin son aşaması olan siyasallaşma ve kitlesel ayaklanma ile amaçlarını gerçekleştirmek için çalışmalara başladı. KCK bu maksatla teşkilatlandı. Etnik milliyetçilik ve sosyalizm esasları üzerine oluşturulan “demokratik özerklik” hedefleri ortaya kondu. Bu hedef Ortadoğu’da Baas rejimlerine benzer otoriter bir yapılanmayı öngörüyordu. Ancak Ortadoğu halkları bu çağdışı kalmış siyasi yapıları değiştirebilmek için çok büyük bedelleri göze alarak ayaklanmıştı. Nitekim Demokratik Toplum Kongresi’nde bile birçok katılımcı bu konudaki endişelerini ve eleştirilerini gündeme getirdi. Gelinen noktada sürdürülebilir demokrasi, istikrar, güvenlik, kalkınma ve refah için Türkiye “Terör Sorunu”, “Kürt Sorunu” veya “Güneydoğu Sorunu” olarak çeşitli şekillerde ifade edilen bu sorunu çözmek zorundadır. Gecikme sorunu çok daha karmaşık hale getirdiği gibi, her geçen zaman çözümün maliyetini de artırmaktadır. Sorunun çözümü için bilimsel çalışmalara ve alan araştırmalarına dayalı, çok boyutlu bir strateji belgesinin hazırlanmasına ve etkili bir teşkilatla uygulanmasına ihtiyaç vardır. Terörle mücadele kapsamında bugüne kadar elde edilen deneyimler, uluslararası sistemdeki ve PKK/KCK terör örgütünün stratejisindeki değişimler dikkate alındığında, “ülke içinde birlik ve beraberliği korumak” maksadıyla, “terör örgütünün günlük hayatı etkilemeyecek şekilde marjinal duruma getirilmesi”ni hedefleyen terörle mücadele stratejisinin ağırlık merkezi, “Kürt kökenli vatandaşlarımızın aidiyet duygusunun geliştirilmesi, ayrılıkçı düşünce 173 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ve faaliyetlerin entegrasyonu engellemeyecek şekilde zayıflatılması” olmalıdır. Stratejinin temel esasları: “çağcıl demokrasi çerçevesinde etnik kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşlarımızın özgürlük alanlarının genişletilmesi; insan hakları ve hukukun üstünlüğü esaslarına uygun olarak güvenliğin sağlanması; bölgesel gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkların azaltılması ve refahın yaygınlaştırılması; çağcıl devlet yapısının geliştirilmesidir.” Bu stratejinin dört boyutlu olarak yürütülmesi önem arz etmektedir. Bunlar; Demokratikleşme boyutu: Özgürlükler temelinde demokratik değerlerin geliştirilmesi, Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyut: Terörü besleyen koşulların ortadan kaldırılması ve halk desteğinin sağlanması, Güvenlik boyutu: Teröristle mücadele ve silahlı terör örgütünün dağıtılması, Uluslararası ilişkiler boyutu: Teröre sağlanan uluslararası desteğin kesilmesi ve terörle mücadeleye destek sağlanması. Güvenlik bölgenin en önemli sorunu olmaya devam etmektedir. Ancak sorunun kaynağı çok boyutlu olduğundan güvenliğe de sadece güç kullanım boyutlu olarak değil, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, eğitim, iletişim, psikolojik vb. diğer bütün boyutları da kapsayan bir bütünlük içerisinde yaklaşılması gerekmektedir. Ayrıca, güç kullanma ile diğer alanlarda alınacak önlemler arasında hassas bir dengenin kurulması çok önemlidir. Yakın zamana kadar güvenliğin sağlanmasında güç kullanma boyutu ön plana çıkmış, ancak bölgedeki travmatik etkisi görülünce, son dönemde hiç güç kullanmama şeklinde ters yöne doğru bir savrulma yaşanmıştır. Etkin güvenlikte en önemli husus, ne fazla güç kullanmak ne de güç kullanmayı tamamen terk etmektir. Fazla güç kullanma, travmatik yan etkileri nedeniyle uzun vadede terör örgütüne güç katarken, hiç güç kullanmama da terör örgütünün bölgede hâkimiyet kurmasına yol açmaktadır. Özetle çok güç kullanma ile hiç denecek kadar az güç kullanma, ikisi de aynı sonuca yol açmakta, terör örgütünü güçlendirmektedir. 174 PKK/KCK’yla Mücadelede Dört Boyutlu Strateji Önerisi Güvenlik stratejisindeki hedef; halkı baskı altına alarak silahların gölgesinde bölgeyi şekillendirmek isteyen terör örgütünün bölgede hâkimiyet kurmasına fırsat vermemek ve diğer alanlardaki rehabilitasyon önlemlerinin hayata geçmesini himaye etmek olmalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için; diğer bütün alanlardaki rehabilitasyon önlemleri hayata geçirilirken, soruna mümkün olduğu kadar barışçıl yaklaşılmalı fakat acze düşülmemeli, dış ve iç dinamikler kullanılmak suretiyle örgütün silah bırakması için gayret sarf edilmeli ancak silahlı gücünü koruyan örgütün uzlaşmaya yanaşmasının zor olduğu dikkate alınmalı, daha etkili ve yeni bir güvenlik yapılanmasına gidilmeli, güçlü bir istihbarat yapısı oluşturulmalı, terörle mücadeleye katılan kuruluşlar ve birimler arasında etkili bir koordinasyon sağlanmalı, teröristle mücadele çok boyutlu olarak yürütülmelidir. Koruculuk sistemi ıslah edilmeli, cezaevleri örgütün eğitim mekânı olmaktan çıkarılmalı, güvenlik güçleri modernize edilmeli, mücadele teknolojik olarak desteklenmeli ve sınır güvenliği etkili bir şekilde sağlanmalıdır. Yeni güvenlik yapılanmasına gidilmesi kapsamında; Başbakanın başkanlığında toplanan, Genelkurmay Başkanı, Ana Muhalefet Partisi başkanı, ilgili Bakanlıklar, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı, MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün dâhil olacağı “Terörle Mücadele Genel Kurulu’nun teşkil edilmesinin uygun olduğu değerlendirilmektedir. Bu kurul sayesinde terörle mücadelenin bütün boyutlarıyla değerlendirilmesi ve ana muhalefet partisinin gelişmeler konusunda bilgilendirilmesi ve desteğinin sağlanması mümkün olabilecektir. Güçlü bir istihbarat yapısının oluşturulması kapsamında; Terörle Mücadele Genel Kurulu yönlendirmesi ile sinerji sağlanacak şekilde istihbarat örgütleri arasında etkili bir koordinasyon ve işbirliği sağlanmalı, istihbarat bilgi ve değerlendirmelerinin karşılıklı olarak paylaşımı, düzenli bir şekilde istihbarat raporları hazırlanması ve raporların kurullarda değerlendirilmesi önem arz etmektedir. 175 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm İl bazında koordinasyon, terörle mücadeledeki lider rolü artırılarak mülki amirlerce yapılmalıdır. Ayrıca güvenlik birimleri ile adli birimler arasındaki iletişim en üst seviyeye çıkarılmalı, adli sürece ilişkin soruşturma ve operasyonlarda savcıların aktif katılımı sağlanmalı, güvenlik birimleri ile istihbarat birimleri arasındaki koordinasyon en üst düzeye çıkarılmalı ve bilgilerin zamanında paylaşılması sağlanmalı, operasyonlarda kırsal ve kent bütünlüğünü sağlayacak şekilde farklı güvenlik birimleri arasındaki koordinasyon en üst düzeye çıkarılmalıdır. Diğer yandan; teröristle mücadele çok boyutlu ve profesyonel unsurlarca yürütülmeli, örgütün finansal kaynakları kesilmeli, mücadele yalnızca güvenlik güçleri ile değil toplumun her kesimiyle beraber ve işbirliği içerisinde yürütülmeli, güç gerektiğinde ve yeteri kadar kullanılmalı, halkı rahatsız etmeden hedefe yönelik istihbarata dayalı operasyonlar yapılmalıdır. Soruna barışçıl yaklaşılmalı, ancak örgütle müzakere edilerek bir yere varılamayacağı bilinmeli; af çok boyutlu olarak düşünülmeli, fakat çözüm arayışının ön koşulunu oluşturmamalı; pişmanlık yasasından istifade edenlere psikolojik rehabilitasyon desteği sağlanmalı; örgütün silah bırakması karşılığında af çıkarılsa bile kontrol edilemeyen grupların silahlı mücadeleye devam edeceği dikkate alınarak, güvenlik tedbirleri alınmaya devam edilmelidir. Ayrıca; koruculuk sistemi ıslah edilmeli, cezaevleri örgütün eğitim mekânı olmaktan çıkarılmalı, güvenlik güçleri modernize edilmeli, mücadele teknolojik olarak desteklenmeli ve sınır güvenliği etkili bir şekilde sağlanmalıdır. 176 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi TERÖR ÖRGÜTÜNÜN KCK YAPILANMASI VE DEVLETLEŞME HEDEFİ* PKK terör örgütü, Orta Doğu’da bağımsız bir ulus-devlet tesis etmek ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki Kürtleri Marksist-Leninist ideoloji doğrultusunda dönüştürerek bu devlet altında birleştirmek hedefiyle kurulmuştur. PKK, kuruluşundan itibaren taktik eylemlerinde ve stratejisinde konjonktürel değişikliklere gitmişse de, bağımsızlık hedefinden vazgeçmemiş ve siyasallaşma izlenimi vermeye çalıştığı 2000’li yıllarda devletleşmeye yönelik bir örgütlenme arayışına girmiştir. Öcalan’ın yakalanmasını müteakip 2002’de KADEK, 2003’te KONGRA-GEL unvanlarını kullanan örgüt, belirgin biçimde devletleşme safhasına önce Nisan 2005’te KKK (Koma Komalen Kürdistan) yapılanmasıyla, Mayıs 2007’den itibaren ise KCK (Koma Civaken Kürdistan) adlı yapı ile geçmeye teşebbüs etmiştir. Örgüt, KCK yapılanması ile siyasallaştığı izlenimini oluşturmayı, böylece yurtiçinde ve uluslararası seviyede varlığı ve faaliyetleriyle meşru kabul edilen bir sistem ihdas etmeyi hedeflemiştir. KCK yapılanmasının amacı örgüte müzahir ve sempatizan çevrelerin iddia ettiği gibi terör örgütünün silahlı mücadeleyi sonlandırıp taleplerini demokratik zeminde siyaset kurumuyla sürdürmesi değildir. KCK sistemi Kandil bölgesindeki kamplarda yer alan mevcut silahlı gücünü muhafaza etmeye çalışarak silahlı mücadeleyi farklı yapılarla şehirlere taşımayı tasarlamaktadır. KCK’ya bağlı Siyaset Akademilerinde verilen derslerle örgütün Kandil’deki kamplarında verilen derslerin neredeyse aynı oluşu bu açıdan dikkate değerdir. Örgütün Varlığını Sürdürme Kaygısı KCK niteliğindeki bir yapılanmanın kurulmasında terör örgütü aleyhine gelişen uluslararası ortamın yanında Türkiye’nin Kürt sorunu ile ilgili attığı adımlar ve örgütün insan kaynağı noktasında yaşadığı sıkıntının etkisi de önemlidir. *Bu bölüm daha önce BİLGESAM internet sayfasında 7 Ekim 2011 tarihinde yayımlanmıştır. 177 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Türkiye, son on yılda Kürt sorununun çözümüne yönelik siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel alanlarda aldığı mesafe ile terör örgütünün istismar edebileceği şartları zayıflatmaya başlamıştır. 2000 yılından sonra Avrupa Birliği uyum sürecinde hak ve özgürlüklerin genişletilebilmesi için pek çok yasa çıkarılmıştır. Çıkarılan bu yasalarla örgütün kullanageldiği propaganda malzemeleri azalmıştır. Örgüt uzun yıllar Kürtlerin ezildiğini, insan yerine konmadığını, dilini konuşamadığını, kimliğinin tanınmadığını, Kürtçe yayın yapılamadığını vs. dile getirmekteydi. Dile getirdiği bu mağduriyet üzerinden propagandasını yürütmekte, dağdaki örgüt mensuplarını da mağduriyet psikolojisi üzerinden motive etmekteydi. Fakat propaganda malzemesi elinden alındıktan sonra son yıllarda artık bu propagandayı yapamaz hale gelmiştir. Türkiye’nin 2009’da başlattığı demokratik açılım süreciyle birlikte ise terör örgütü, Kürt sorununun çözümünde en büyük engel olarak görülmeye başlanmıştır. Terör örgütünün iç dinamikleriyle ilgili gelişmeler de örgütün KCK yapılanmasına gitmesinde beka kaygısının etkili olduğuna işaret etmektedir. 1984 yılından itibaren şiddet eylemleri gerçekleştiren PKK’nın gelecekte uzun yıllar daha dağ kadrosunu bir arada tutabilmesi mümkün görünmemektedir. Uzun süre dağda yaşamını sürdüren ve bağımsız devletin kurulmadığını gören örgüt mensuplarının daha fazla kırsal alanda tutulmasının oldukça zor olduğu gözlemlenmektedir. Zira örgüt mensuplarında büyük bir bıkkınlık, hayal kırıklığı, umutsuzluk ve yorgunluk hâkim olmuş, örgüte eleman katılımında belirgin bir azalma gerçekleşmiştir. Bütün bu gelişmeler çerçevesinde örgüt uzun vadede militanlarını dağda tutamayacağını görmüş, KCK yapılanması vasıtasıyla dağdaki varlığını sürdürecek ve destekleyecek insan kaynağı için şehirlerde de varlık göstermeyi hedeflemiştir. Öcalan’ın Dört Ayaklı Paradigması KCK sistemi Öcalan’ın dört ayaklı paradigması doğrultusunda örgütlenmiştir ve faaliyet göstermektedir. Öcalan’ın dört ayaklı paradigması Kent Meclisleri, Demokratik Siyaset Akademisi, Demokratik Toplum Kongresi ve Kooperatifçilik’tir. Halk Meclisleri’nin şehirlerdeki izdüşümü olan Kent Meclisleri KCK sisteminin tabana doğru yayılmasında en önemli yapı taşı- 178 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi dır. Demokratik Siyaset Akademisi, Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) bünyesinde oluşturulmuştur. Ayrıca bunun için Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne ait bir arsa üzerinde yeni bir Siyaset Akademisi Kampüsü oluşturulmuştur. Demokratik Siyaset Akademisi ile yasa dışı KCK örgütünü yönlendirebilecek entelektüel alt yapı oluşturulmak istenmektedir. Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Öcalan’dan gelen talimatla, geniş bir katılımcı ve destek kitlesi oluşturmayı hedeflemekte, Türkiye’de toplumun genelini Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde PKK güdümünde kurulabilecek bir özerk yönetim fikrine hazırlamayı amaçlamaktadır. Kooperatifçilik ile bölgedeki ekonomik üretim kaynaklarının ele geçirilmesi hedeflenmektedir. Kumbara ve Mavi Kampanya faaliyetleri ile bölgede etkili olmakta ve örgüte mali kaynak sağlanmaktadır. PKK terör örgütü özetle yurtiçinde ve uluslararası alanda yasal siyasi bir yapılanma görünümüyle meşruiyet kazanmak ve silahlı gücünü koruyarak varlığını sürdürmek hedefiyle KCK sistemini tesis etmiştir. KCK sisteminin, Kürt nüfusun hayatının her alanını kontrol etmek üzere düzenlenmiş yapısından totaliter özellikler taşıyan alternatif bir devlet projesi olduğu anlaşılmaktadır. Terör örgütü bu yapılanma ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin özellikle yerel ölçekteki imkânlarını kendi hedefleri doğrultusunda kullanarak alternatif devlet oluşturmaya çalışmaktadır. KCK sistemi; ilk etapta Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de “demokratik özerklik” kazanmayı, daha sonra demokratik konfederalizm ilan ederek bölgede 4 parçalı bir konfederal bağımsız bir devlet kurmayı hedeflemektedir. KCK, Öcalan’ın yakalanması sonrasında terörist başının emir ve direktifleri doğrultusunda planlanmış ve kuruluş aşamasında profesyonel akademik destek alınmıştır. 16-22 Mayıs 2005 tarihinde Kuzey Irak’taki terör örgütü kamplarında kabul edilen 47 maddelik KCK Sözleşmesi uyarınca oluşturulan yapılanma piramit tarzı bir örgütlenme modelini esas almaktadır. Anayasa şeklinde düzenlenen Sözleşme’ye göre KCK sistemi yasama, yürütme, yargı erkleri bulunan alternatif bir devlet yapısını öngörmektedir. Bu yapılanmanın, Türkiye, Suriye, Irak ve İran ayakları vardır. KCK sisteminin Türkiye içinde faaliyet gösteren birimine KCK Türkiye Meclisi denmekte, örgüte ait belgelerde KCK/TM olarak geçmektedir. 179 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm KCK sistemi vergi toplayan, üyelerine KCK vatandaşlığı statüsü veren ve İdeolojik Alan, Siyasi Alan, Sosyal Alan, Halk Savunma Alanı ve Mali Alan olmak üzere 5 alanda faaliyet gösteren bir yapıdır. Örgütün bu alanlarda faaliyet göstermesinin altında yatan neden toplumsal hayatın bütün alanlarını ele geçirme isteğidir. Örgüt, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde toplumsal hayatın bütün alanlarını eline geçirdikten sonra devletle pazarlık gücünü şehirlerde gerçekleştireceği kitlesel şiddet eylemleriyle sağlayacaktır. Genel hatları ile örgüt yapısına bakıldığında; KCK Önderliği Koma Ciwaken Kurdistan (Kürdistan Halklar Topluluğu) yapılanmasının kurucusu ve önderi olarak kabul ettikleri kişi, terörist başı Abdullah Öcalan’dır. KJB-Koma Jinen Bilind (Yüce Kadınlar Birliği) KJB, KCK terör örgütünün kadın yapılanmasıdır. Şehir merkezlerinde kadınların mahallelere kadar örgütlenmesi görevini yürütmektedir. A. Yasama 1. Kongra Gele Kurdistan-Kongra Gel (Kürdistan Halk Meclisi) Kongra Gel, KCK’nın sözde yasama organıdır. KCK Sözleşmesi’ne göre Kongra-Gel iki yılda bir “KCK vatandaşı” olarak nitelendirilen halk tarafından seçilen 300 üyeden oluşur. Kongra-Gel komisyon esasına göre çalışır. Bu komisyonlar; sosyal, siyasal, ideolojik, maliye, kadın, halk savunma ve halkla ilişkiler-örgütlenme komisyonlarıdır. Kongra Gel’e bağlı olarak parti yapıları adı altında terör örgütleri faaliyet göstermektedir. Bu örgütler ülkelere göre şöyledir: 1. PKK-Partiya Karkeran Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi) / Türkiye 2. PYD- Partiya Yekitiya Kurdistan (Kürdistan Birlik Partisi) / Suriye 3. PÇDK-Partiya Çaresera Demokrati Kurdistan (Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) / Irak 180 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi 4. PJAK-Partiya Jiyane Azade Kurdistan (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) / İran 2. Halk Meclisleri Kongra-Gel, yasa dışı KCK yapılanmasında Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki ilgili birimleri temsil edecek şekilde tasarlanmıştır. Halk Meclisleri ise bulundukları ülkelerin en üst yasama organıdır. Halk Meclisleri nüfus yoğunluğuna göre 100-250 kişiden oluşur. Bu meclislerin temel icra organı da Demokratik Ekolojik Toplum Koordinasyonları’dır. DETK’ler, Kongra-Gel ve bağlı oldukları Halk Meclisi kararları ve KCK’nın en üst icra organı olan Yürütme Konseyi’nin genelgelerini hayata geçirir. 2.a. Eyalet-Bölge Meclisleri KCK Sözleşmesi’nin 21. Maddesine göre bu meclisler bulundukları ülkenin coğrafi ve etnik-kültürel özelliklerine göre oluşturulur ve bu temelde örgütlenerek demokratik konfederalizm sistemi içinde yer alır. Eyalet-Bölge Meclisleri görev alanları içinde en üst yasama organıdır. Meclislerin üye sayısı nüfus yoğunluğu ve örgütlülük durumuna göre belirlenir. Eyalet-Bölge Meclisleri’nin temel icra organı Eyalet-Bölge Koordinasyonu’dur. KCK yapılanmasında Türkiye, 4 Eyalet-Bölge şeklinde belirlenmiştir. Bunlar Çukurova, Amed (Diyarbakır), Serhat (Erzurum) ve Ege bölgeleridir. 2.b. Kent Meclisleri Kent Meclisleri, Halk Meclisleri’ne bağlı olarak illerde oluşturulan yapılardır. İlin büyüklüğüne ve nüfusuna göre Kent Meclisleri 250-400 üyeden oluşur. Bu meclisler bünyesinde 30 kişiden oluşan Kent Yürütmesi grubu seçilmektedir. Kent Meclisleri temsil ettikleri yerleşim alanlarına ilişkin terör örgütünün hedefleri doğrultusunda politikalar üretme ve örgütün belirlediği sorunlara çözüm bulma yerleridir. Kent Meclisleri delegelik sistemi ile çalışır. Doğal delegelik, halk delegeleri ve kurum delegeleri bu sistemi oluşturmaktadır: - Doğal Delegelik: Yereldeki seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanı, belediye meclis üyeleri, siyasi parti il ve ilçe başkanları, STK başkanları, il genel meclislerinin temsilcileri, 181 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm - Halk Delegeleri: Herhangi bir tüzel kişiliği bulunmayan kişiler, - Kurum Delegeleri: Kurumların belirleyecekleri kişiler, Kent Meclisleri’ne delege olmaktadır. Kent Meclisleri’nin amaçları; Kürt halkının yaşamının bütün alanlarını kontrol etmek, ilçe ve mahalle meclisleri oluşturarak halk üzerindeki baskıyı artırmak, konfederal örgütlenme düşüncesini tabana doğru genişletmek, demokratik eylem çizgisi adı altında kitlesel provokatif şiddet eylemleri gerçekleştirmek ve kooperatif türü oluşumlara giderek toplumdan haraç toplamaktır. 2.c. Kasaba, Mahalle, Köy ve Sokak Örgütlenmesi Kasaba ve mahalle örgütlenmeleri söz konusu alanlardaki halkın sözde demokratik işlerini yürüten organdır. Köy ve sokak örgütlenmeleri ise Komün, Komün Yönetimi ve Ocak yapılanmalarından oluşmaktadır. Komünler köy ya da sokaktaki halkı terör örgütünün hedefleri doğrultusunda örgütlemeye çalışmaktadır. Komün Yönetimi, tüm KCK kararları ile söz konusu komünün aldığı kararların uygulanmasını koordine eder. Ocak ise Demokrasi Evleri adı altında örgüt mensuplarının eğitildiği yerlerdir. B. Yürütme Yürütme Konseyi, PKK/KCK terör örgütünün en üst icra organıdır. Terörist başı Abdullah Öcalan’ın ve terör örgütünün dağ kadrosunun kontrolünde olan Kongra Gel’in kararlarını uygulamakla yükümlüdür. KCK Sözleşmesi’ne göre Yürütme Konseyi, Kongra-Gel tarafından iki yılda bir sözde KCK yurttaşları arasından seçilen bir başkan ve otuz üyeden oluşur. Yürütme Konseyi Başkanı, terörist başı Abdullah Öcalan tarafından görevlendirilir ve KongraGel tarafından onaylanır. Yürütme; İdeolojik, Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Halk Savunma Alan Merkezleri şeklinde örgütlenmektedir. 1. Halk Savunma Alan Merkezi KCK sisteminin askeri kanadı olarak HPG (Hêzên Parastina Gel-Halk Savunma Güçleri) tasarlanmıştır. HPG yapılanması ile terör örgütü silahlı eylem gerçekleştirme yeteneğini şehirlere taşımayı hedeflemektedir. 182 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi 2. Ekonomik Alan Merkezi KCK Sözleşmesi’nin 14. Maddesi 5. Fıkrası’na göre “ekonomik alan merkezi, demokratik toplum konfederalizminin maliye ve ekonomi politikasını geliştirir ve uygular. Toplumun ihtiyaç duyduğu ekonomik ve mali örgütlenmelere gider. Kaynak yatırım ve istihdam amaçlı projeler geliştirir. Halkın özgücünü harekete geçirerek ekonomik sorunlara çözümler üretir.” şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak bu tanımlamanın ardında örgüt adına yapılan finansal faaliyetler göze çarpmaktadır. Para transferleri ve toplama işlemleri, haraç ve uyuşturucu ticareti ile kaynak temin etme faaliyetleri görülmektedir. KCK/TM Ekonomik Alan faaliyetlerini 7 maddede özetlemek gerekirse; 1. GÖÇ-DER adına yurtdışından gelen ve yurtiçindeki örgüt yakınlarına aktarılan paralar, 2. Yurtdışından ve yurtiçindeki belediye başkanlarından örgüt militanlarının hesabına yatırılan aidatlar, 3. Arazi yolsuzlukları yoluyla temin edilen kazançlar, 4. Mavi Kampanya ve Kumbara (esnaf ve işadamlarından alınan paralar) 5. Belediyelerde ihale kazanan firmalar yoluyla temin edilen kazançlar, 6. Belediyelerdeki istihdam yolsuzlukları, 7. Örgüt adına kurulan ve faaliyet yürüten şirketlerin işleri. 3. Siyasi Alan Merkezi Siyasi alan merkezinde KCK sistemi, Kürtlerin ezildiği ve yok sayıldığı yönünde söylemler üreterek Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı demokratik siyaset adı altında ayrılıkçı faaliyetler yürütmektedir. Siyasi alan merkezindeki faaliyetlerle Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki ve yurtdışındaki siyasi çalışmalar örgütlendirilmektedir. Siyasi Alan Merkezi bu eylemlerini şu komiteler aracılığı ile yürütür; 183 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm a. Siyasi Komite b. Ekoloji ve Yerel Yönetimler Komitesi c. Hukuk Komitesi d. Dış İlişkiler Komitesi e. Azınlıklar ve İnanç Komitesi Bu komiteler aracılığıyla terör örgütünün yaptığı faaliyetleri kısaca belirtmek gerekirse; 1. Avrupa-Kırsal-Kandil-İmralı ile irtibat ve haberleşme 2. Yerel Yönetimler ve Kent Meclisleri faaliyetleri 3. İhale yolsuzluğu ve devlet kurumlarını örgütsel amaçlı suiistimal 4. Yurtdışına sahte evrak ve pasaportla çıkış temini 5. Yurtdışı Koordinasyon Birimi’nin (KYB) Avrupa faaliyetleri 6. Seçim Komisyonu faaliyetleri 7. DTP/BDP’yi (bugün HDP’yi) yönlendirme faaliyetleri Bunların yanı sıra KCK Sözleşmesi 14. Madde 4. Fıkra’ya göre: Dış İlişkiler Komitesi’nin görevi KCK’nın dış politika çizgisini hayata geçirmek, Kürdistan halkının özgürlük mücadelesini uluslararası alanda tanıtmak için çalışmak, diplomasi çalışmalarını geliştirmek, stratejik ve taktik ittifaklar oluşturmaktır. 4. Sosyal Alan Merkezi KCK, sosyal alan merkezi faaliyetlerinde toplumun bütün kesimlerini kontrol altında tutmak için gerekli politika ve kurumları oluşturmaktadır. Sosyal Alan Merkezi’nde 8 farklı komite faaliyet göstermektedir: a. Sosyal Komite 184 Terör Örgütünün KCK Yapılanması ve Devletleşme Hedefi b. Halk Sağlığı Komitesi c. Dil ve Eğitim Komitesi d. Emekçiler Komitesi e. Şehit Aileleri ile Dayanışma ve Gaziler Komitesi f. Gençlik Komitesi g. YJA-Yekiniya Jinen Azad (Özgür Kadınlar Birliği) Komitesi h. Özgür Yurttaşlık Koordinasyonu Sosyal alanda yapılan faaliyetlere bakıldığında; 1. Terörist cenazeleri organizasyonu, 2. Ölen, cezaevinde/gözaltında olan örgüt mensuplarını ve yakınlarını kollama, 3. Kadın ve gençlik faaliyetleri görülmektedir. 5. İdeolojik Alan Merkezi Yasa dışı KCK yapılanmasının tüm ideolojik çalışmalarının örgütlendirilip yürütülmesinden sorumludur. Bilim-Aydınlanma Komitesi, Kültür Komitesi, PKK İnşa Komitesi, PAJK Komitesi ve Basın Komitesi’nden oluşmaktadır. Gün TV, Kürdi-Der, Kürt Enstitüsü, Tevçant, Mezopotamya Kültür Merkezi gibi birimler ideolojik alan merkezi içerisinde faaliyet göstermektedir. Bunların yanı sıra Abdullah Öcalan’ın bahane edilmesi ile ortaya çıkan ve kentlerdeki şiddet eylemleri, provokasyon ve gündem oluşturma, PKK’nın yıldönümleri ve önemli günlerinde yapılan kitlesel eylemler bu komiteler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. C. Yargı KCK sisteminin yargı alanındaki örgütlenmesi İdari Adalet Mahkemesi adlı bir üst mahkemeye bağlı olan üç farklı mahkemeden oluşur. Bunlar Halk Özgürlükler Mahkemeleri, Yüksek Askeri Mahkemeler ve İdari Mahkemelerdir. 185 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Halk Özgürlükler Mahkemeleri KCK Sözleşmesi’nin 28. maddesine göre Halk Özgürlükler Mahkemeleri adı ile örgütlenen yasa dışı mahkemeler “halkın onurunu ve özgürlüğünü korumak” ve sözleşmenin uygulanmasını gözetmekle sorumludur. Bu mahkemeler “teslimiyet ve ihaneti” yargılamak, “halkın özgürlüğünü ve demokratik sistemini” savunmakla görevlidir. Halk yargısının en üst organı olan Halk Özgürlükler Mahkemeleri, diğer yargı organlarının kararları için temyiz mahkemesi konumundadır. 1. Halk Mahkemeleri Halk Mahkemeleri, Halk Özgürlükler Mahkemeleri’nin alt birimi olarak örgütlendirilmiştir. Bu mahkemeler Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkemelerini fiilen devre dışı bırakmayı hedeflemekte, bu kapsamda halk içinde ortaya çıkan olay ve sorunlara, can ve mal güvenliğine yapılan saldırılara, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb. alanda çıkan ciddi ihtilaflara bakmak ve karara bağlamakla yükümlüdür. KCK’nın temel hedefi olan toplumun tüm alanlarına yayılma noktasında bu yasa dışı sözde adli yapı önemli bir işlev üstlenmektedir. 2. Yüksek Askeri Mahkemeler Terör örgütünün silahlı kanadındaki suçlara bakmakla yükümlüdür. 3. İdari Mahkemeler Sözleşme’nin 30. maddesine göre İdari Mahkemeler, yasa dışı KCK oluşumunun genel organlarında işlenen disiplin ihlalleri, görevi ihmal ve suiistimal gibi idari suçlara ve idari görevlerle ilgili davalara bakar. 186 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar DERİNLİKLİ SAVUNMA KANDİL’DEN BAŞLAR* Artan Terör Eylemlerinin Nedenleri 2023: Suriye’de devam eden çatışmalar ve bunun Türkiye’ye yansıması ile ilgili başlamak istiyorum. Suriye’deki mevcut durumu ve artan bölücü terör örgütü faaliyetlerini değerlendirir misiniz? A. Sandıklı: Tabiî özellikle son zamanlarda Türkiye’de artan terör eylemlerini görüyoruz. “Neden bu terör eylemleri son aylara kadar büyük bir artış oldu” diye hemen hemen toplumun bütün kesimlerinde büyük bir soru işareti oluştu. Bununla ilgili de basın yayın organlarına çok sayıda görüşler ortaya kondu. Bu artışın temel nedenini değerlendirirken ben farklı bakış açılarından bakarak bunu değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum: Bunlardan bir tanesi Arap Baharı ve Suriye’deki gelişmeler, diğeri de özellikle terör örgütünün stratejisindeki yaklaşımlar. Bu iki başlık altında bunları anlatırsak daha rahat olacak. Birincisi Arap Baharı özellikle otoriter yönetimler altında bulunan Arap dünyasının özgürlük talepleriyle ön plana çıktığı ve bu otoriter yönetimlerin yıkılmasıyla sonuçlanan bir yapı. Bu açıdan Tunus’ta başlayan gelişmeler daha sonra Mısır’da, Yemen’de ve son olarak tam sınırlarımızın dibinde Suriye’de önemli sonuçlar doğuruyor. Suriye’deki gelişmeler tabiî bütün bu Mısır’daki, Libya’daki, Yemen’deki gelişmelerden çok farklı olarak Türkiye’yi daha derinden etkiliyor. Neden? Bir kere çok uzun bir sınırımız var, 800 kilometrelik. Sınırın dışında Suriye’de yaşayan insanların önemli bir kısmıyla tarihsel, kültürel veya akrabalık derecesinde ilişkilerin olması, gene PKK/KCK terörü gibi konular doğrudan Türkiye’ye etkileyen konular. Malûmlarınız Suriye’de başlangıçta bu halkın özgürlük taleplerinin uygulanması için siyasî iktidar özellikle de Esad ile görüşmeler yaptılar. Bu konuda hem o özgürlük taleplerini karşılayabilecek değişime Bu bölüm daha önce 15 Eylül 2012 tarihinde, 2023 (İki Bin Yirmi Üç) dergisinde söyleşi olarak yayımlanmıştır. 187 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yönlendirmek istediler. Hem de Suriye yönetimini uluslararası sisteme entegre etmeye çalıştılar. Bu açıdan çok önemli girişimler oldu. Fakat başlangıçta bunları Esad belki kendisi kabul etmiş görünse de ya içten bunları kabul etmedi ya da Baas rejimine bu değişim konusunda herhangi bir etkide bulunamadı. BOP’un Hedefleri ABD’nin de bölgeye yönelik Büyük Ortadoğu Projesi gündemdeydi, yaklaşık 2004-2005 yılından itibaren her yıl 1 milyar dolar bölgedeki sivil topluma örgütlenmeleri için verildi. ABD özgürlük ortamını oluşturacak sivil toplumun örgütlenmesini yönlendirmek ve bu fikirleri oraya yaymak için çaba sarf etti. Dolayısıyla bir müddet sonra Tunus’ta başlayan özgürlük talepleri Suriye’ye de yansıdı ve bu özgürlük talepleri karşılanmayınca bu talepler gösterilerle gündeme getirilmeye çalışıldı. Bu gösteriler karşısında Esad yönetimi, Baas yönetimi, sert tepkiler sergileyince karşı taraf da sertliği arttırdı. Diyeceksiniz ki neden yâni bu devletin iç işidir, dolayısıyla bu gösterileri bu şekilde bastırabilir. Bir kere Suriye’nin durumu farklıdır. Biliyorsunuz Bush Doktrini’nde “şer ekseni” olarak tanımlanan ülkeler vardı, bunlar kimlerdi? Irak’ta Saddam rejimiydi, devrildi. İkincisi Libya’da Kaddafi idi, devrildi. Üçüncüsü ise Suriye’ydi. Bu otoriter rejimlere karşı bir değişim rüzgârı var. Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel esası oydu. İkincisi artık güvenlik, yâni bireyin güvenliği ön plana çıkmaya başladığı için artık otoriter yönetimlerin halka karşı şiddet kullanması ve katliamlar seviyesine ulaşan müdahaleleri o ulusların içişleri olarak kabul edilemez bir duruma gelmişti. Bu açıdan sivil halk da örgütlendi, tepki göstermeye başladı, silâhlı çatışmalar oldu. Esad daha büyük güçlerle bastırmaya çalıştı. Sonuçta bugün geldiğimiz nokta 20 binin üzerinde ölü, belki onun iki, iki buçuk katı kadar da yaralı. En az 200 bin civarında insan mülteci konumuna düştü. Bunun dışında 500-700 bin arasında yer değiştiren Suriye vatandaşları olduğunu görüyoruz. Tabiî Türkiye’de burada, bu değişimde Amerika Birleşik Devletleri ile beraber hareket etti ve Suriye yönetimiyle neredeyse hatta neredeyse demeyelim, birbirlerini karşılıklı olarak düşman yönetimler olarak görmeye başladılar. Doğrudan doğruya özellikle sıfır sorun ve bölgesel entegrasyonla ilgili en üst 188 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar seviyeye geldiğimiz Suriye ile bir yıl içerisinde tam tersine düşman iki ülke pozisyonuna geldik. Suriye’deki bu olaylar iki şekilde Türkiye’yi etkiledi. Birincisi hemen yanı başında iç savaş var, oradan göç eden insanlar var. Bunların barındırılması var. Akrabalık derecesine varan irtibatlar var, oradaki ıstırabı paylaşıyoruz. İkincisi ise iç savaş olarak baktığınızda orada bir otorite boşluğu söz konusu. Böyle bir durumda Suriye yönetiminin daha önce yaptığı gibi terör örgütlerine destek verme özelliği var. Özellikle Abdullah Öcalan’ın Suriye’de barındırıldığı yıllarda, PKK/KCK terör örgütünün Suriye’de kamplar kurmasına, teröristlere eğitim, istihbarat, lojistik kaynak tedariki silâh tedariki, parasal destek sağlanması gibi hususlar Baba Esad döneminde vardı, bu durum hasım ülke pozisyonuna gelince yeniden ortaya çıktı. Özellikle Ortadoğu ülkelerine yönelik bir cazibe merkezi olma yolunda ilerleyen, ekonomik, kültürel ve siyasî yönden güçlenen ve etkisi artan Türkiye’nin bu etkisini kıracak ve onu bir noktada iç meseleleriyle uğraşmaya zorlayarak Suriye’ye olan ilgisini azaltacak ve Türkiye’deki iç kamuoyunu Türkiye’nin Suriye politikalarına desteğini azaltacak bir girişimi Suriye’nin yapması lâzımdı. Gene geçmişte olduğu gibi terör örgütünü bu noktada taşeron olarak kullanabileceği ortaya çıktı. PKK/KCK’nın son zamanlarda terör eylemlerini artmasının önemli nedenlerinden bir tanesi, terör örgütünün taşeronluk özelliği nedeniyle özellikle Suriye’den önemli destek ve yönlendirme almasıdır. Arap Baharı’nın ikinci etkisi de şu oldu: Nasıl Arap halkları özgürlük talepleri doğrultusunda belli girişimler yapıyordu, işte Suriye’de olduğu gibi sivil halkla askeri karşı karşıya getiriyordu. Terör örgütü de aynı stratejiyi uygulamak istedi. PKK/KCK’ya bu konuda sâdece Suriye de destek olmuyor. İran’da biliyorsunuz PJAK vardı, PKK/KCK’nın oradaki uzantısı. İran Kandil’e doğru bir operasyon yaptı. Bu arada Karayılan’ın yakalandığı haberi ve söylentileri çıktı. Ondan sonra bir baktık ki PJAK birden bire ortadan kalktı. Yâni bu değişimde iki sebep olabilir. Birincisi artık PJAK’ı gündemden düşürmüştür terör örgütü, tamamen sıklet merkeziyle Türkiye’ye yönlenmeyi düşünmüş olabilir. İkincisi de İran’la karşılıklı anlaşma vardır. Çünkü İran’la da ilişkilerimiz gerilmeye başladı. Dolayısıyla İran’ın da desteği konusu gündeme gelebilir. Biliyorsunuz ayrıca son olaylarda İran’daki 189 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kamplarda eğitildikleri, provaların orada yapıldığı da gazetelerde yer alan iddialar arasında. Tabiî aynı şekilde Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetiminin de PKK/KCK’ya desteği söz konusu olabilir. Her ne kadar Dışişleri Bakanımız Suriye’deki gelişmelerde Suriye’nin kuzeyindeki PKK/KCK varlığına karşı işbirliği konusunu gündeme getirmesine rağmen Barzani yönetimi geçmişte olduğu gibi ikircikli bir politika izliyor. Türkiye’ye olumsuz cevap vermiyor ama diğer yandan “Kürtler hiçbir zaman birbirleri ile çatışmaz. Dolayısıyla Kürtlerin bölgedeki özgürlük taleplerinin karşılanması bizim de talebimizdir” diyor. Ayrıca “Türkiye’de ateşkes olsun” diyor Barzani. Şimdi bir devletin terör örgütüne ateşkes uygulaması söz konusu olabilir mi? Kendi sınırları içerisinde silâhlı terör örgütü mensupları dolaşacak ve devlet de ateşkes uygulayacak! Böyle bir şey söylemesi bile Barzani’nin ikircikli politika uyguladığının kanıtıdır. Terör Örgütüne Dolaylı Destek Verenler 2023: Peki malum ülkelerin dışında Amerika da PKK/KCK’yı bu dönemde kullanıyor olamaz mı? A. Sandıklı: Şimdi şöyle söyleyeyim, PKK/KCK taşeron bir örgüt. Peki bu taşeronun görevi ne? Türkiye’nin hızlı bir şekilde gelişerek bölgede cazibe merkezi hâline gelmesini engellemek ana görevlerinden bir tanesi ve Türkiye’yi yıpratmak. Dolayısıyla ihtiyaç olduğunda destek sağlanıyor, palazlanıyor daha büyük zararlar veriyor Türkiye’ye, ihtiyaç azaldığında da belli tedbirlerle destekler azaltılmak sûretiyle etkisi sınırlanıyor. Bölge ülkelerinden destek olduğu gibi, tabiî geçmişte olduğu gibi Amerika’nın da desteği olduğu söylentileri var bu konuda. Yâni bunu bir gerçeklik, bir somut veri olarak kullanamasak da bunun olabileceği ile ilgili değerlendirmeler ağır basıyor. Batılı ülkeler ile ilgili de bu değerlendirmeler söz konusu. Ama bunlar devamlı mı yapıyorlar bunu? Tabiî kendi politikalarına hizmet ettiği müddetçe destek veriyorlar. Ama destek olmasalar bile, bu konuyu yazmanızı özellikle istiyorum, Türkiye’nin terörle mücadelesine destek verdiğini söyleyen ABD’nin ve batılı ülkelerin ne kadar destek verdiğini sorgulamamız lâzım. Yâni iki şekilde destek verilebilir terör örgütüne. Ya doğrudan destek 190 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar ya da sizin terörle mücadelenize destek vermeyerek dolaylı destek. Eğer siz Türkiye’nin terörle mücadelesine, Ortadoğu politikalarınız bu kadar iç içe geçmişken destek vermezseniz, olmaz. Türkiye’ye destek açıklamaları var. Ama gerçekte bakıyoruz bu desteğin altı dolu mu tam mânâsıyla? İnsansız hava araçları en büyük ihtiyacımız. Veriyor mu bize? Vermiyor. Helikopter terörle mücadelede çok önemli bir araç, verdi mi? Vermedi. Bunun yanında dikkat ederseniz son zamanlarda Irak’ın kuzeyine Kandil ve Türkiye’ye yakın Hakurk, Zap, Metina gibi kamplara biz herhangi bir operasyon yapıyor muyuz? Çok nadir olarak yapıyoruz ve etkili olmayacak şekilde yapıyoruz. Bu açıdan Türkiye gibi bir müttefikine destek olmaması bile bana göre dolaylı olarak terör örgütüne bir destek olarak değerlendirilmesi gerekir. PKK/KCK’nın Strateji Değişikliği 2023: PKK/KCK’nın bir strateji değişikliği yaptığı bu dönemde dile getiriliyor, siz de aynı minvalde bir açıklama yaptınız. Nedir bu strateji değişikliği? A. Sandıklı: PKK/KCK terör örgütünün bütün terör örgütleri gibi üç safhalı bir stratejisi vardı. Birinci safha örgüt olarak tanınma, şiddet ve kanlı eylemlerle kendi ismini duyurma, toplumda bir baskı ve şiddet ortamı oluşturma. İkincisi bu baskı ve şiddet ortamıyla toplumu yönlendirme etkisi oluşturma ve devlet güçleriyle belirli bir dengenin oluşturulmasını sağlamak. Üçüncü safha ise belirli bir bölgede devlet otoritesini kitlesel halk ayaklanmasıyla ortadan kaldırma ve yerine kendi otoritesini tesis etme. Şimdi terör örgütü, Arap Baharı ve bu son taşeronluk görevi ile beraber bu ikinci safhayı tam gerçekleştiremeden, yâni silâhlı kuvvetlerle belirli bir bölgede denge oluşturamadan bu üçüncü safhaya geçmek istedi. Başlangıçta Türk-Kürt çatışması çıkartmak sûretiyle meydana gelebilecek olaylarda Kürt vatandaşlarımızı Türkiye’ye karşı ayaklandırmayı düşündü. Ama vatandaşlarımızın sağduyulu davranışları PKK/KCK’nın bu provokasyonunu engelledi ve sonuç alamadı terör örgütü. İkinci uygulama şekli şöyle oldu: Kitlesel halk gösterileri yapmak, bu halk gösterilerinde sivil halkı gerekirse kendisi öldürmek sûretiyle orada bir provokasyon yapmak ve bu olayları kitlesel halk ayaklanmalarına dönüştürüp halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeye çalışmaktı. 191 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Fakat gene gerek Kürt vatandaşlarımız gerekse güvenlik güçlerimiz çok aklıselim davrandılar ve buna da prim vermediler. PKK/KCK’nın geriye bir tek seçeneği kaldı: Sınırlı da olsa bir tek bölgede devlet otoritesini ortadan kaldırıp o bölgede kendi otoritesinin olduğunu gösterip sivil halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmek, sivil halkı vurmak sûretiyle güvenlik güçleri vurdu deyip hem Türkiye’nin uluslararası alanda terörle mücadeledeki desteğini kesmek, hem terörle mücadeledeki halkın siyasî iktidara desteğini ortadan kaldırmak, hem de Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikasını akamete uğratmak. Bu üç hedefi birlikte gerçekleştirmeye çalıştı terör örgütü ve bunu ilkin Şemdinli’de uygulamaya çalıştı. Son zamanlarda özellikle terör örgütü ile mücadelede bir dönem belli çözüm arayışları vardı, müzakereler, ateşkes falan ama olmadı. Terör örgütü tam tersine bunu kendi lehine kullandı. KCK yapılanmasına geçti. Bunun yanında anlaşmalar yapıyormuş gibi oyalayarak bölgeye iyice yerleşti, şehirlere kadar. Ama Allah’tan birçok kuruluş, işte bizim gibi kuruluşlar, KCK’nın ne demek olduğunu, bunun ne kadar problem doğuracağını dile getirdi. “Terörle Mücadele Strateji” diye bir kitap yazdık biz ve gönderdik onları da. Bundan sonra değişti. Demokratikleşmenin, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel boyutlarının yanı sıra güvenlik ve uluslararası ilişkiler boyutuyla da uygulanmaya başladı. Bu boyutlar da uygulanmaya başlayınca terör örgütü çok büyük zayiat verdi. Terör örgütü zayiat vermeye başlayınca toplumun üzerindeki baskı kalkmaya başladı. Bu baskı azalmaya başlayınca sivil toplum örgütlerinden ve bölgenin ileri gelenlerinden yavaş yavaş artık silâhlı şiddet yoluyla çözüm arayışının yanlış olduğu, belirli uzlaşma sûretiyle bir çözümün bulunması gerekliliği konusunda yargılar artmaya ve dillendirilmeye başladı. Bunu nereden biliyorum? İşte Baydemir’in açıklamaları susturuldu, Zana’nın açıklamaları susturuldu. Hüseyin Aygün’ün kaçırılması da bu yöndeki girişimleri susturmak için yapılmıştır, o da aynı şeyleri söylüyordu. Dolayısıyla bu ne demek? PKK/KCK terör örgütü artık zemin kaybediyor demek. Şimdi böyle bir durumda marjinal duruma gelmemesi için ne yapması lâzımdı? Varlığını şiddet ve kanla hatırlatması lâzımdı. Şemdinli’de yapılmak istenen şuydu: Hem Şemdinli kırsalın- da terör örgütü mensubu bulundurmak, ikin- 192 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar cisi Şemdinli’ye gelen yolları mayınlamak, üçüncüsü Şemdinli ilçe merkezine terör örgütü mensuplarını getirmek, devlet kurumlarının üzerine gitmek, oraya bayrağı çekmek, güvenlik güçleriyle sivil halkı karşı karşıya getirecek bir provokatif eylem yapmak. Şemdinli bölgesi hem İran’a hem de Irak’a sınırdır ve çukurda kalan bir bölgedir. Orada bir kurtarılmış bölge oluşturmak ve isyânı bu bölgeden yaymaktı PKK/KCK’nın hedeflerinden bir tanesi. Gene tutmadı. Tutmamasının en büyük sebeplerinden bir tanesi de terör örgütünün yavaş yavaş beslendiği zemini Türkiye’nin kaydırmaya başlamasıdır. Dolayısıyla Türkiye demokratikleştikçe artık Kürtler kendi Kürt kimliklerini rahatlıkla söylemeye başladılar. İkincisi Kürtçe eğitim imkânları oluşmaya başladı üniversitelerde. Bunun yanında kurslar açılmaya başladı, şimdi ekonomik olarak da bölgeye büyük teşvikler veriliyor. Terör örgütü tam tersi bölgenin ekonomik ve sosyal açıdan gelişmesinin karşısında yer almış ve gelişmelere engel olmaya çalışmıştır. Bölgedeki iş makinalarını yakan, şantiyelere baskınlar yapan bir örgüt. Bölgenin ekonomik yönden gelişmesi, Kürt vatandaşlarımızın kimliklerini söyleyebilmesi örgütü rahatsız ediyor. Sonuçta Kürt vatandaşlarımız da şunu demeye başladı: PKK/KCK terör örgütü Kürt sorununun çözülmesinde bir katkı sağlamıyor, tam tersi engel oluyor. Bunu neden anlattım, bölgede eski kökenim nedeniyle arkadaşlarım var. Oradan sorduğumda “nasıl alındı bu istihbarat” diye, bizzat Şemdinli’deki vatandaşlar bu sızmaları güvenlik güçlerine haber veriyor. İkinci haber veren kim biliyor musunuz? Orada PKK/KCK terör örgütünden kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan teröristler bunu haber veriyor. Dolayısıyla başarısız oldular. Güvenlik Yaklaşımı Sonuç Elde Etmiştir! 2023: 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan bölücü terör, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra yavaşlamış durma noktasına gelmişti. Fakat 2002, 2003 ve 2004 yıllarından sonra bir başka deyişle ABD’nin Irak’a yerleşmesinden sonra hızlı bir şekilde tırmanmaya başladı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? A. Sandıklı: Biz terör ve Kürt sorunu ile ilgili en fazla araştırma yapan 193 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kurumlardan bir tanesiyiz BİLGESAM olarak. Bu sorunla ilgili biz bölgede 10 bin kişi üzerinde bir alan araştırması yaptık, 320 sorulu. Yüz yüze görüşme yöntemiyle. Ondan sonra bölgede 200 tane kanaat önderiyle görüştük. Arkasından bölgenin etnik kimlik yapısını çıkartan bir araştırma yaparak bölgenin haritasını çıkardık. Bölgede ne kadar farklı etnik ve dinsel kimlikte kimseler var onları çıkardık. Arkasından çözüm yollarına yönelik de 28 tane, Van ve Diyarbakır’da çalıştay yaptık. “Terörle Mücadele Strateji Belgesi” diye bir kitap yayınladık bu çalışmaların ışığında. Burada çok kısaca biz zaten bunu açıkladık. Başlangıçta Kürt sorunu sadece terör sorunu olarak ele alındı ve bu sorun güvenlik güçlerine havale edildi. Dolayısıyla farklı uygulamalar söz konusu oldu. Birincisi başarı öldürülen terörist ile ölçülmeye çalışıldı. Ama her öldürülen teröristin aynı zamanda Türkiye’ye düşman aileler de ortaya çıkardığını hiç dikkate almadık. İkincisi bu teröristleri yok etmek için hukuk dışı yollara da başvuruldu zaman zaman. Dolayısıyla bu yanlış uygulamalar güvenlik boyutuyla mücadele ederken terör ortamının daha da artmasına neden oldu. Ancak güvenlikçi yaklaşım hiç mi başarı kazanmadı? Çünkü böyle iddia edenler var. Ben buna hiç katılmıyorum. Güvenlikçi yaklaşımla elde edilmek istenen netice alındı aslında. Ne zaman alındı? 1996-1997 yıllarında. Hem Türkiye’de yapılan çok büyük çaplı operasyonlar hem de Irak’ın kuzeyine ve Kandil’e yapılan operasyonlar sonucunda PKK terör örgütü marjinal hâle geldi. Marjinal hâle gelince taşeronluk yaptığı ülkelerden bir tanesi olan Suriye, Atilla Paşa’nın bir söylemiyle Abdullah Öcalan’ı ülkeden çıkarttı. Daha sonra ABD ile yapılan baskılar sonucu Moskova’da, İtalya’da, Yunanistan’da barınamadı, en sonunda Kenya’dan Türkiye’ye teslim edildi. Eğer siz Türkiye içinde ve Kuzey Irak’ta terör örgütünü marjinalleştirmeseydiniz bunu yapamazdınız. Dolayısıyla güvenlik yaklaşımı aslında bir sonuç elde etti. Bunu nereden söyleye- biliyoruz? Çünkü istatistiki verilere baktığınızda 1998-1999’dan 2003-2004’e kadar doğru düzgün bir PKK terör eylemi yok. O zaman Kürt sorunun terörle ilgili kısmına bir çözüm bulmuşuz. Fakat eksik kalmış. Kürt sorunu sâdece terör sorunu değildi. Kürt sorunun beslendiği bazı sorunlar vardı, demokratikleşme sorunu gibi, ayrıca sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ve uluslararası ilişkiler sorunuydu… Demokratikleşmede, sosyo-kültürel 194 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar ve sosyo-ekonomik konularda herhangi bir gelişme olmadığı için, terörü besleyen bataklık devam ediyordu. İkincisi uluslararası ilişkiler boyutunda Irak, ABD tarafından işgal edilince orada meydana gelen otorite boşluğu ve bizim oraya müdahil olamamamız yâni Irak’ın kuzeyindeki yapılanmaya çok müdahil olmamamıza neden oldu. Dolayısıyla 2004’ten itibaren hem taşeronluk görevi hem uluslararası ortamın uygun olmasından dolayı, bataklık da kurumadığı için, PKK tekrar etkisini arttırdı. Daha sonra “Bu sorun güvenlikçi yaklaşımlarla çözülmez. Demokratikleşme ve benzeri yöntemlerle çözülür” denildi. Bu arada devletin bazı organları Abdullah Öcalan ve PKK/ KCK’yla görüşmeler yaptı. Ama terör örgütü silâhlarını tutuyor ve bunu da fırsat biliyor ve üçüncü aşamaya geçmek için KCK yapılanmasıyla şehirlere kadar geliyor, şehirlerin yakınlarında kamplar kuruyor, kendini dinlemeyen insanları oraya getiriyor, cezalandırıyor. Siz de çok iyimser bir şekilde “demokratikleşme” diyorsunuz. Bunların yapılması lâzım ama güvenlik boyutu ihmal edildiği zaman çok önemli bir aksaklık oluyor. Bu da yanlıştı. KCK yapılanması çok tehlikeliydi. Derinlikli Savunma Kandil’de Başlar! 2023: Peki gelinen noktada PKK/KCK ile mücadele neler yapmak lâzım? A. Sandıklı: Baktığımızda bir buçuk sene önce önemli bir değişiklik oldu terörle mücadelede. Demokratik haklar tanınırken KCK operasyonu da çok yerinde bir tedbir olarak alındı. Geç kalınsaydı büyük tehlike yaşardık. PKK/ KCK terör örgütüne uluslararası boyutta da engellenme yapılmaya çalışıldı. Bu açıdan bakıldığında dört ayaklı terörle mücadele çok etkin olarak uygulanmaya başladı. Terör örgütünün de zaten toplumun üzerindeki yönlendirici etkisi yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Geldiğimiz seviyede olay şöyle. Parasal kaynaklarının kesilmesi noktasında belli girişimler oluyor. Meselâ ABD’nin terörle mücadele konusunda daha fazla desteğini sağlamak üzere elimizde Ortadoğu ve Suriye politikaları kozu var. ABD’nin hem İHA hem taarruz helikopterleri hem de Kuzey Irak’a yapılması planlanan operasyonlar için daha esnek imkân sağlaması lâzım diye düşünüyorum. Fakat genel strateji doğru olmasına rağmen PKK/KCK ile mücadelede bir şey eksik 195 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm kaldı. Biz şimdi sâdece yurt içinde büyük operasyonlar yapıyoruz. Bizim güvenlik konusunda bir temel prensibimiz vardır; “İleriden savunma” veya “derinlikli savunma” şeklinde tanımladığımız. Yâni problemin başladığı noktadan savunma yapmak lâzım. Nerede? Kandil’de. Burada rahat hareket ettiği için Türkiye’ye yakın yerlere Zap, Hakurk, Haftanin gibi yerlere de kamp kurabiliyor ve Türkiye’de eylem yapabiliyor. Önemli olan rahat hareket etme imkânlarını kaldırmak. O nedenle tam güçle kara harekâtına gerek yok. Barzani yönetimiyle bunu yapabilirsiniz. Böyle olmuyorsa tekrar eden hava harekâtları yapılabilir. Veya oradaki terör örgütü elebaşılarını kaçırıp Türkiye’de yargılayabilirsiniz. Hele hele sınıra yakın kamplara sık sık kara harekâtı yapılması lâzım. Dolayısıyla stratejide bir noksanlık var ama genelde terörle mücadelede siyasî kararlılık yerinde, bu doğru bir olay. Güvenlik güçlerinin mücadelesi yerinde. Güvenlik güçlerinin hukukla normlarına uygun olarak hareket etmesi çok yerinde. Bu harekât konusunda da tahmin ediyorum ABD’nin Irak’ın kuzeyiyle ilgili sınırlandırmaları olabilir, bunu mutlaka aşmamız lâzım. “Küresel aktör bölgesel güç Türkiye” diyorsak en hayatî konumuz olan terörle mücadelede başarılı olmalıyız. Kaldı ki Ortadoğu politikalarımızın başarılı olması tamamen Kürt ve terör sorununu çözmemize bağlıdır. Çözemezsek Ortadoğu politikalarımızdan da istediğimiz hasılayı elde edemeyiz. Bu nedenle ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ikna edilmeli, bunun için de fırsat vardır. Barzani ile Irak merkezî yönetiminin bu kadar gergin olduğu bir ortamda, bizim ABD ile bu kadar birlikte Ortadoğu politikaları yürüttüğümüz bir ortamdan daha büyük bir fırsat olamaz. Artan terör olayları da terör örgütlerinin marjinalize olmadan önceki hâlini andırıyor. Meselâ son zamanlardaki şehitlerimize tabiî üzüleceğiz ama bu bizim kararlılığımızı etkilememeli. Çünkü terör örgütü yılgınlık yaratmak sûretiyle “ne olursa olsun, bu mücadele sona ersin” kanaatini yerleştirmeye çalışır. Bunu her ülke, ABD dahil yaşıyor. Diğer taraftan bizim demokratikleşmeye ve açılımlara da devam etmemiz lâzım ve yapılanları da halkımıza anlatmamız lâzım. Bunun önündeki en büyük engelin de terör olduğunu vurgulamamız lâzım. Bugün terör olmasa Türkiye, demokratikleşme ve benzeri açılımları daha rahat mı yapar, daha zor mu? Tabiî ki daha rahat yapar. 196 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar Kürt vatandaşlarımızın bunu anlaması lâzım. Güneydoğuyu düşünün, bir Gaziantep’i bir de diğer şehirleri. Terör olmayan yer gelişiyor, Hakkari’de ise havaalanı bile yapamıyorsunuz, adam geliyor yakıyor iş makinelerini. Otoriter Rejimlerle Entegrasyon Olmaz 2023: Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Suriye’deki gelişmeleri okursak, Suriye’de bir bölünme tehlikesi görüyor musunuz? Bu noktada Türkiye’nin sergilediği politikayı muhtemel sonuçları açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? A. Sandıklı: Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili ilk makaleyi yazan, ilk kitabı çıkartan insanlardan biriyim ben. Bölgedeki soğuk savaş sonrasında otorite boşluğunun ABD tarafından doldurulma girişimidir ve bu bölgenin zenginliklerini uluslararası sisteme açma projesidir. Eskiden bu bölgelerde Rusya etkindi. Rusya dağılınca Balkanlar’da olduğu gibi bir değişim öngörüldü. Burada otoriter yönetimler vardı, belirli anlaşmalar yapıyordunuz, bir müddet sonra ilişkiler gerilince o anlaşmaları ortadan kaldırıyordu. İkincisi o kaynakları topluyor, halka yayılmıyor birkaç aile zenginleşiyordu. Halka yayılmayınca da pazar olmuyor. Pazar olsa ticaret daha fazla gelişecek. Yâni burada halkın bir yılgınlığı ve değişim isteği olduğu kadar Batılı güçlerin kendi menfaatlerini sağlamak için bu dönüşümde etkisi olduğunu kabul etmemiz lâzım. Ne sâdece halkın, ne de sâdece Batılı ülkelerin yaptığı bir şey. İkisinin ortak etkileşimi ile oluyor. Entegrasyon teorileri ışığında Ortadoğu’yu incelemiştim. Ben entegrasyonu sağlayan faktörleri ortaya koydum. Bunlar; tarihi ve kültürel yakınlık. Siyasal değerlerde, ekonomik değerlerde ve coğrafî değerlerde yakınlık. Bu yakınlıklar olduğunda entegrasyon işi artıyor. Ortadoğu’ya baktığımızda ortak yönlerimiz var ama meselâ Araplar bizi düşman olarak görüyor, biz Arapları düşman olarak görüyoruz. Biz Araplarla yakınmış gibi gözüküyoruz ama Arapça bilen kaç tane elitimiz var? Siyasal değerlerde hiçbir yakınlığımız yok. Biz demokratik bir yönetimiz, onlar otoriter. Gene ekonomik değerlerimiz farklı. 197 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Ben Ortadoğu ile entegrasyon girişimlerimizin çok başarılı olamayacağını söylemiştim. Denedi bunu Sayın Davutoğlu, bu arada bu dene- menin en başarılı olduğu ülke Suriye idi. Ama o da başarısızlığa uğradı. Neden? O da otoriter rejimden dolayı. Bundan sonraki gelişmeler olumlu olursa, bölgede daha özgürlükçü ve demokratik bir yapı, piyasa ekonomisi ve siyasal değerlerde bir yakınlık olursa, bölgedeki ülkelerin örnek alacağı cazibe merkezi olan ülke kim olacak? Türkiye olacak. O zaman daha kalıcı ve gelişmeye daha açık bir entegrasyon süreci sürdürülebilir. Şu anda sancılı bir dönüşüm yaşanıyor. Dönüşümün olması için otoriter yönetimlerin çökmesi gerekiyor. Irak parçalı bir hâlde ama parçalı olması o ülkenin parçalanmış olması anlamına gelmez. Örneğin Belçika iki toplumlu üç bölgeli bir cumhuriyet. Almanya federal bir cumhuriyet. Burada önemli olan merkezî idarenin hukukî normları oluşturması ve farklı etnik ve dinsel kimliklerin o idare içinde kendini bulması. Eğer Maliki yönetimi hem Kürtler hem Sünnîler üzerinde bu kadar baskı kullanmasa, ayrışma azalır. Ama siz Kürt yönetiminin petrol gelirlerini vermezseniz, Amerikalıların çekildiği günün hemen ertesinde Sünnîlerin Cumhurbaşkanı Yardımcısını tutuklamaya kalkarsanız ayrışmaya yönlendirirsiniz. Suriye’de de böyle bir ayrışma söz konusu olacak ama umarım bölgede bir ayrışma olmaz. Bu bir risktir. Bölge yönetimlerin uygulamaları bu ayrışmayı ortadan kaldıracak veya ilerletecek. Mısır’daki, Irak’taki, Libya’daki, yönetimler, Suriye’de kurulacak olan yönetim ne kadar bütün grupları temsil edebilirse bu ayrışma olmaz. Burada ana sorulardan bir tanesi, “ABD parçalanmayı mı istiyor” şeklinde. Buna da cevap verelim, Bush zamanında kuvvet kullanmak sûretiyle bölgede bir değişim yapmaya çalıştı ABD. Bu nedende prestiji en kötü hale düştü. Dolayısıyla Obama bu imajın değişmesi için seçildi zenci olmasına rağmen. Bu süreç ayrışmayla sonuçlanırsa ABD’nin düzeltmeye çalıştığı imajı da kayba uğrar, çünkü bu ayrışmanın sorumlusu olarak ABD gözükür. Doğrudan doğruya parçalamanın, farklı farklı devletler kurmanın ben ABD’nin ana planları içerisinde olduğunu zannetmiyorum. Ancak bu değişim bu riski doğuruyor. Bunun hangi yönde seyredeceği kurulacak yönetimlerin başarısına bağlı. Belki bir iki ülkedeki yönetimde olabilir ama bütün ülkelerde olacağını zannetmiyorum. 198 Derinlikli Savunma Kandil’den Başlar 2023: Peki Türkiye’nin sergilediği politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? A. Sandıklı: ABD Irak’a ikinci harekâtı yaptığında Türkiye müdahil olmadı. Dolayısıyla Irak’taki yeni devletin oluşumunda söz sahibi olamadı. Bu kapsamda hem oradaki Türkmen yapısının anayasal hazırlık sürecinde belirli haklar elde etmesine yardımcı olamadı hem de Kürtlerin daha fazla imtiyazlar almasına imkân sağladı. Bu deneyimi dikkate aldı. Dolayısıyla bu değişim olacak, Türkiye birlikte hareket etmeli. Türkiye’nin menfaatleri bu birliktelik içinde... Bu değişimin içinde olmaktan ziyade maalesef Batılı güçler Suriye’deki değişimi tamamen Türkiye’nin sırtına yüklemeye çalışıyorlar. Böyle bir oyuna da gelmememiz lâzım. Silâhlı çatışmaya girmememiz lâzım. Suriye’de bu noktada biraz sorunun bir parçası olacak şekilde içine girildiği, provokasyonlara gelebileceğimiz konusunda endişelerin arttığını görüyoruz. Bu önemli bir nokta. 199 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu PKK/KCK’NIN ŞEMDİNLİ PLANI VE ŞAFAK OPERASYONU* Eylül 2012’de Şemdinli’de çok önemli gelişmeler yaşandı. Olaylar basın yayın organlarında öyle bir verildi ki herkesin aklında bazı sorular oluştu. TSK ve güvenlik güçleri gerçekten Şemdinli’de PKK/KCK terör örgütüne karşı başarısız mı oldu? Yoksa tarihine yeni bir destan mı yazdı? Operasyon Öncesi Terör örgütünün “final yılı” olarak ilan ettiği 2012 yılında, başta Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar olmak üzere, bölgesel dengelerde oluşan değişimler nedeni ile stratejik hedeflerine ulaşma konusundaki beklentileri artmıştır. Türkiye içerisinde sözde kurtarılmış bölgeler kurabileceğini değerlendiren terör örgütü, halkımız üzerinde duygusal boyutta etki yapacak ve bir güven bunalımı oluşturacak kadar sansasyonel eylemlere yönelmiştir. Bu nedenle terör örgütünün lider kadrosu özellikle Haziran ayı başından itibaren tüm Türkiye’de, asker ve sivil ayırımı yapmadan eylem yapma ve halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirme konusunda alt kadrolarına kesin bir talimat vermiştir. Terörle mücadele geneli incelendiğinde aslında tarihi sayılabilecek gelişmeler yaşandığı böylesine kritik bir dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri, her ne kadar basına fazla yansımasa da, aralıksız ve yoğun bir şekilde operasyonlara devam etmiş, terör örgütünün yükselen beklentilerini boşa çıkartarak ve örgüte beklemediği ölçüde büyük zayiatlar verdirmiştir. Şemdinli’de terör örgütü oldukça tehlikeli bir planı devreye sokmuştur. Yaklaşık bir senedir büyük bir baskı altında bulunan, özellikle Tunceli, Bingöl, Diyarbakır, Siirt, Şırnak kırsalında kesintisiz devam eden operasyonlarla hedeflediği eylemleri yapamayan ve psikolojik olarak yıpranan örgüt; kendine çıkış kapısı olarak, hem yurt dışı kamplara yakın olan, hem de amaçları için *Bu bölüm daha önce 29 Eylül 2012 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında “Şemdinli’de Ne Oldu?” başlığıyla yayımlanmıştır. 201 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm uygun olduğunu değerlendirdiği Şemdinli bölgesini seçmiştir. Şemdinli’nin tamamen ele geçirilmesi ve “kurtarılmış bölge” oluşturulması olarak özetlenebilecek stratejik hedefleri doğrultusunda terör örgütü; Temmuz ayı başından itibaren İran’da bulunan Şehidan, Irak’ta bulunan Hakurk (Cerme, Kaniraş, Ari) ve Avaşin-Basyan kamplarından eylemlerinde asıl hedef olarak seçtiği Şemdinli’ye yoğun bir şekilde terörist aktardığı yönündeki duyumlarda artış kaydedilmiştir. Mayıs 2012’de TSK tarafından Irak’taki kamplara yönelik basına yansımayan bir sınır ötesi operasyon icra edilmiştir. Bu operasyonda geçmişten farklı olarak terör örgütü mensupları güvenlik güçleri ile yoğun çatışmaya girmek yerine ısrarla temastan kaçınmış ve bu operasyonlarda hiç çatışma yaşanmamıştır. Bu durum, TSK tarafından dikkatle değerlendirilmesi gereken bir gelişme olarak görülmüş ve Şemdinli’ye yönelik duyumlarla birlikte ele alındığında terör örgütünün normalden farklı bir faaliyet hazırlığı içinde olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Haziran ayı başından itibaren, bölge halkından, İran ve Irak’taki kamplardan Şemdinli kırsalına kalabalık terörist gruplarının geldiğine yönelik alınan duyumların sayısında büyük artış olmuştur. Bu duyumların teyidi maksadıyla teknik istihbarat gayretleri (telsiz kestirmeleri ve dinlemeleri, İHA ve diğer hedef tespit vasıtaları ile elde edilen görüntülerin analizi vb.) Şemdinli ve civarına yoğunlaştırılmıştır. Bu nedenle, İHA’lar1 ve keşif uçakları ile bu bölge üzerinde Temmuz ayı başından itibaren yoğun olarak gözetleme ve hedef tespiti yapılmaya başlanmıştır. Büyük bir gizlilik ile yürütülen bu keşif ve hedef tespiti faaliyetlerinde, terör örgütünün Şemdinli ve civarındaki köylere hâkim tepelere doçka ve keskin nişancı tüfek mevzileri tesis ettiği, hazırladığı mevzilerini direnek noktaları şeklinde tahkim ettiği ve bu direnek noktalarına yaklaşma istikametlerini ma1 Kamuoyunda İHA’larla ilgili yanlış bilinen ve düzeltilmesi gereken önemli bir husus vardır. Bir bölgede havada İHA bulunması bu bölgenin her yerinin gözetlendiği anlamına gelmemektedir. İHA’lar uydudan alınan resimler gibi geniş bir alanı değil, kameralarının özelliği gereği 200mX200m’lik gibi dar bir alanın resmini alabilmektedir. Yani 10kmX10km’lik bir alanda bir hedefin tespit ihtimali 0.004 (onbinde 4)’tür. Bu nedenle geniş coğrafyada devam eden terörist faaliyetlerin tamamını aynı anda izleme imkânları bulunmamaktadır. 202 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu yın/EYP ile tuzaklayarak engel ve erken ihbar sistemleri tesis ettiği, aslında kendini bir “BÜYÜK MÜCADELE” için hazırladığı görülmüştür. Bu dönemde önemli bir istihbarat başarısı da Şemdinli bölgesi civarındaki terörist grupların telsiz çevrimlerinin başarılı şekilde çözülmesidir. Bölgede yayına çıktığı tespit edilen 70 farklı telsiz kodu tespit edilmiş, bu eyleme katılmak için toplamda 200-350 civarı teröristin bölgeye geldiği değerlendirmesi yapılmıştır. Ağustos ayı boyunca Türkiye gündemi çok daha başka konularla meşgulken Ankara’da Genelkurmay Karargâhında toplantı üstüne toplantı yapılmış ve yapılacak operasyonun ayrıntıları planlanmıştır. Bölge halkından gelen duyumların teknik istihbarat gayretleri ile teyit edilmesi ile Şemdinli bölgesinde terör örgütünün sansasyonel bir eylem hazırlığında olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Genelkurmay Karargâhında büyük resmi elde etmek için yapılan istihbarat analizlerinde, bu terörist grupların Şemdinli İlçe merkezinde büyük çaplı eylemlerde bulunabileceği, yollar üzerinde Mayın, El Yapımı Patlayıcı (EYP) döşeme ve halkı sindirmek için yol kesme gibi faaliyetler yürütebileceği sonucuna ulaşılmıştır. Yapılan telsiz ve telefon dinlemelerinde, terör örgütünün planlamalarında çatışmaları Şemdinli şehir merkezine taşımayı ve sivil halkı da çatışma ortamının içine çekerek Şemdinli ve Hakkâri bölgesinde halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyi temel hedef olarak seçtiği öngörülmüştür. Ayrıca, terör örgütü mensuplarının, Şemdinli’deki vatandaşlarımızı, içindeki işbirlikçilerini kullanarak silahlandırmaya çalıştığı ve halk ile güvenlik güçlerini silahlı bir çatışma ortamında karşı karşıya getirmeye yönelik hazırlık içinde olduğu da istihbar edilmiştir. Burada terör örgütünün bu karanlık emellerine, Şemdinli halkının destek vermediğinin bilinmesinde büyük önem vardır. Operasyon aslında sadece TSK’nın değil, Şemdinli halkının da bir başarısıdır. Operasyona katılan üst düzey bir askeri yetkilinin “Şemdinli halkının desteği, başarımızın anahtarıdır.” şeklindeki açıklamaları bu açıdan çarpıcıdır. Çünkü Şemdinli halkı, örgüte tarihi bir tepki göstermiş, baskı altında olmasına rağmen örgüte “HAYIR” demiştir. 203 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Bu tarihlerde terör örgütünün basın-yayın organlarında çıkan “Şemdinli’de kontrol bizde.” şeklindeki haberler ve bunu destekleyici nitelikte yapılan açıklamalar da (PKK’nın Irak-Türkiye sınırında 33 km. derinliğinde ve 400 km. uzunluğunda bir alanı kontrol ettiği açıklamaları) terör örgütünün fiilen yapamadığı ve oluşturamadığı algıyı propaganda yoluyla oluşturma gayreti olarak yorumlanmıştır. 27 adet 3000 metrenin üstünde zirvenin bulunduğu, ortalama rakımı 2000 metre olan dağlık bölgede; arazinin sert ve kesikli yapısı, operasyonda kendi kendine yetebilen, profesyonel ve üstün eğitimli küçük unsurlara ihtiyaç göstermiştir. Bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanının başında olduğu Özel Kuvvetler Karargâhı, Eylül ayı başında bölgeye gönderilmiş, Özel Kuvvetler Komutanlığı, arazi keşfi ve hedef tespit faaliyetlerine başlamıştır. Yine Özel Kuvvet unsurlarına, arazi keşfi faaliyetlerinde Hava Kuvvetleri mensubu tecrübeli pilotlardan ve astsubaylardan oluşan (Taktik Hava Kontrol Ekibi İHK+HİS) timleri de bilfiil katılmıştır. Hem operasyon öncesi hem de operasyon sırasında 10’a yakın tecrübeli Hava Kuvvetleri personelinin kara unsurları ile bilfiil arazide görev yaptığının bilinmesi önemli bir detaydır. Öte yandan Jandarma Özel Harekât Taburu (Efeler), Şemdinli Polis Özel Harekât unsurları ve komando taburlarından oluşan 2000’e yakın personel, gizliliğe tam riayet ederek operasyon planlamasını ve yığınaklanma faaliyetini başarı ile icra etmiştir. Yığınaklanma esnasında terör örgütü mensuplarına herhangi bir “emare” verilmemesi de operasyonda başarıyı getiren temel etkenlerdendir. Operasyonun İcrası Şafak Operasyonu; terör örgütünün Şemdinli bölgesindeki vatandaşlarımız üzerindeki son dönemde artan fiziki ve psikolojik baskısını kırmak, terör örgütünün planladığı hedeflere ulaşmasını engellemek ve bölgeyi teröristlerden temizlemek maksadıyla, Şemdinli’nin 4-5 km güneyinde Kırmızı T.-Sandalye T.-Geyrezini T.-Kelek T.-Geniş T.-Nirkola T.-Gomane T. hattını kapsayan bölgede, 8 Eylül 2012 tarihinden itibaren, Komando, Jandarma Özel Harekât, Özel Kuvvetler ve Polis Özel Harekât timleri gibi tamamı profesyonel yakla204 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu şık 2000 personel ile bölge halkından 100 civarında korucunun katılımıyla 8 Eylül akşamı başlatılmıştır. Karadan katılan unsurlara Taarruz Helikopterleri ve F-16 uçakları ile yoğun yakın hava desteği, Skorsky helikopterleri ile lojistik destek sağlanmıştır. Operasyonun bütün aşamaları başlangıçtan itibaren mülki makamların izni çerçevesinde, yerel ve merkezi istihbarat birimleri ile tam bir koordinasyon içinde yürütülmüş, operasyon ile ilgili olarak sürekli bir şekilde hükümetin ilgili birimleri bilgilendirilmiştir. Operasyonun ilk aşamasında; (8-9 Eylül) farklı bir taktik yaklaşım uygulanmıştır. Eskiden bu tarz kritik operasyonlarda Hava Kuvvetleri kullanılamaz, önce operasyon bölgesi çevre emniyet unsurları ile çembere alınmaya çalışılır ve bu unsurların himayesinde diğer unsurlar operasyon bölgesine girerdi. Oldukça yorucu ve zaman kaybettirici olan bu yöntemde çoğunlukla teröristler durumu fark eder ve operasyon bölgesinden kaçarlardı. Ancak Şafak Operasyonunda baskın etkisi sağlamak maksadıyla bu yaklaşım terk edilmiştir. Yaklaşık 1,5 aydan beri titizlik ve gizlilikle yürütülen arazi ve hedef keşfi faaliyetlerinden elde edilen bilgiler ışığında belirlenen hedefler, arazideki özel birlikler tarafından, LİMÖS (Milli savunma sanayi tarafından geliştirilmiş lazer işaretleyici) ile işaretlenmiş ve F-16’lar tarafından lazer güdümlü mühimmatla vurulmuştur. Operasyon boyunca şoku üzerinden atamayan ve kontrolsüz bir şekilde araziye dağılan terör örgütü mensupları operasyonun müteakip aşamalarında küçük birlik harekâtı icra edilen seçkin birliklerce etkisiz hale getirilmiştir. Operasyonun ikinci aşamasında; (9-10 Eylül) öncelikle tank takviyeli motorlu piyade kolları tarafından operasyon bölgesindeki kritik sıyrılma istikametleri tutulmuş ve bu unsurların gece ve gündüz gözetlemeleri ile operasyon bölgesi tecrit edilmiştir. Yine bu aşamada bölgede keşfe uygun hâkim arazi arızaları Özel Kuvvet unsurları tarafından tutulmuş ve operasyon bölgesinin tamamında karadan bir keşif ve gözetleme ağı kurulmuştur. İHA’lar tarafından havadan, yerdeki unsurlar tarafından karadan yapılan gözetleme (özellikle gece termal gözetleme) sayesinde Hava Kuvvetleri uçakları tarafından ağır darbe yiyen, bu nedenle araziye dağılan terörist grupların yerleri bir bir tespit edilmiştir. Bu aşamada, şehit ve yaralı verilmemiştir. 205 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Operasyonun üçüncü aşamasında; (10-15 Eylül) Yerleri tespit edilen terörist gruplara yönelik Özel Hava Grubu helikopterleri ve özel kuvvet unsurları tarafından gece uçar birlik indirmesi şeklinde görüntü alınan yerlere nokta operasyonu düzenlemiştir. Dünyada çok az ülke ordusu bu tarzda ve bu çapta gece uçar birlik harekâtı kabiliyetine sahiptir. Müteakiben JÖH (Efeler) unsurları, görüntü alınan bölgelere nokta operasyonu yapmak üzere 11 Eylül sabaha karşı uçar birlik harekâtı ile (Skorsky helikopterle) bölgeye atılmış ve operasyona dâhil olmuştur. Bu aşamada, 11-15 Eylül tarihleri arasında (tam 4 gün) araziye atılan bu unsurlar sürekli temasta kalmıştır. Özellikle 13 Eylül günü, Şemdinli’ye hâkim bir arazi olan ve bu aşamadaki çatışmaların yoğunlukla yaşandığı Gomane Tepe, bir komando bölüğü tarafından kontrol altına alınmış, bölüğün girdiği çatışma ve sonrasında, hava kuvvetleri uçakları ve Fırtına Obüslerinin etkili ateşleriyle, Gomane Tepe’de 10 terörist etkisiz hale getirilmiştir. Bu çatışmada, Hava Kuvvetleri uçaklarının Ziyaret T., Cami T. Evliyanyayla, Kelketi T. bölgelerine, İHA ve karadan lazerle işaretlenen hedefleri vurması ile teröristler ağır kayıp vermiştir. Ayrıca kullanılan teknoloji sayesinde, sivil yerleşim yerlerinin zarar görmesi engellenmiş, nokta atışlar icra edilmiştir. Gomane Tepe’de bulunan bölük personelinin başarısıyla, teröristler beklemedikleri şekilde yakalanmış, direnmek isteyen teröristler ateş altına alınarak etkisiz hale getirilmiştir. Genelkurmay Başkanı, 13 Eylül günü sabah saatlerinde devam eden Şafak Operasyonunu yerinde görmek ve birliklere moral vermek maksadıyla Şemdinli’ye gelmiş, devam eden başarılı operasyonu yerinde izlemiştir. Operasyonun dördüncü aşamasında; (15-19 Eylül) Bir önceki aşamada, tam dört gün boyunca aralıksız süren çatışmalarda sürekli temastan kaçan terör örgütü mensuplarını elinden kaçırmamak amacıyla yapışan güvenlik güçlerinin ısrarlı takibi sonucu operasyon bölgesi yaklaşık 3 km kuzeybatıya doğru kaymıştır (Şemdinli 4 km batısı). Aslında büyük bir sürprizle başlayan (F-16’ların nokta atışları), küçük birliklerin nokta tarzında operasyonlarıyla devam eden, tankların görerek ve etkili atışları ile de bölgede sıkışıp kalan teröristlerin, teması keserek kaçma gayretleri operasyonun kuzeybatı istikametine kaymasına 206 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu neden olmuştur. Bu gelişmeyle 11 Eylül’den beri çatışan ve bölgede bulunan unsurlar yerine, yeni birlikler, teröristlerin muhtemel kaçma istikametlerini kapatacak şekilde pusu icra etmek üzere bırakılmışlardır. Bu aşamada; Hava Kuvvetlerinin nokta atışlarıyla şaşıran, bir önceki safhada unsurların ısrarlı temasları ile ağır kayıplar veren dağılmış terörist gruplar, kaçma istikametlerini kapatacak şekilde araziye havadan indirilen birliklerle kıskaca alınmıştır. Kaçan teröristlerin tamamı Özel Kuvvetler, Şemdinli PÖH ve JÖH unsurlarından oluşan bu ikinci dalganın cenderesi altında sıkıştırılmışlardır. Bu son darbeyi de yiyen terörist gruplar iyice dağılmış ve panik içinde toplu olarak operasyon bölgesinden kaçma girişiminde bulunmuşlardır. Teması keserek bölgeden kaçmak isteyen teröristler bu sefer, F-16’ların ve Havadan Yere güdümlü füze atma kabiliyetine sahip taarruz helikopterlerinin atışları ile etkisiz hale getirilmiştir. Teröristlerin ”bozguna uğraması” olarak adlandırılabilecek bu son aşamada, 3 asker şehit olmuş ve 5 asker yaralanmıştır. Öte yandan 62 terörist etkisiz hale getirilmiş, 1 terörist ise kendi isteği ile güvenlik güçlerine teslim olmuştur. 14 Eylül’de terörist elebaşlarının Kandil’den Şemdinli’de ağır kayıplar verdikleri, ne pahasına olursa olsun mutlaka bir karakola sansasyonel bir saldırı düzenlenmesi yönündeki talimatları üzerine, bir grup terörist Güzelkonak Karakoluna intihar sayılabilecek şekilde, gündüz saatlerinde (öğlen 15.00’te) sivil tip bir kamyonla, sivil kıyafetlerle saldırmıştır. (Teröristler gündüz koşullarında normalde karakollara saldırmazlar.) Araçtan inerek nizamiyeye saldıran bu gruptan 4 terörist nizamiye kapısından atlayarak karakola sızmaya çalışmış, ancak Kulede Nöbet tutan mehmetçiğin dikkati sayesinde ikisi, karakol personelinin karşılık vermesiyle de diğer iki terörist etkisiz hale getirilmiştir. Daha sonra devam eden çatışmalarda 5 terörist daha etkisiz hale getirilmiş, karakoldan şehit verilmemiştir. Bu saldırıdaki en önemli ayrıntı ise, Güzelkonak Köyü halkının teröristlerin kendilerini “canlı kalkan” olarak kullanma talepleri ve tehditlerine rağmen, teröristlere karşı çıkmaları ve güvenlik güçleri ile birlikte hareket etmeleridir. Bu nedenle teröristlerle köyde yaşayan vatandaşlar arasında çıkan çatışmada, 207 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm köyünü savunan korucu Abdülaziz Marmara şehit olmuş, 2 korucu ve bir vatandaş da yaralanmıştır. Köye sızmayı başaran teröristlere köy halkının karşı koyması olmasa, karakola yönelik köyün etrafındaki ağıllardan ve karakolun karşısındaki ilköğretim okulundan gelen atışlar pek çok kayıp verilmesine neden olabilirdi. Kısaca Güzelkonak Köyü halkı teröristlere karşı köyünü savunmuş, şehit vermiş, ancak köyünü teröristlere teslim etmemiştir. Yine, 15 Eylül akşamı itibarı ile teröristlerin 18 Ağustos 2012 tarihinde, BDP’li milletvekilleri ile kucaklaştıkları Zorgeçit bölgesi ve bölgedeki en kritik arazi olan Kırmızı T. bölgesi tamamen emniyet altına alınmıştır. Ayrıca Şemdinli-Derecik yolunun da emniyeti sağlanarak yol 24 saat kullanıma açılmıştır. 16 Eylül sabaha karşı kara unsurlarının bildirmesi ve İHA’ların doğrulaması ile F-16’ların 20 kişilik bir grubun tamamını etkisiz hale getirmeleri operasyonun en büyük başarılarındadır. Bu örnek aynı zamanda terörle mücadelede kara ve hava unsurlarının yakın koordinesinin ve yüksek teknolojiyi etkin kullanmanın güzel bir örneğidir. 16 Eylül, öğlen vakitlerinde ŞemdinliGüzelkonak istikametinde iki kobra aracı ile intikal eden güvenlik güçlerinin dikkati neticesinde, teröristlerin yola döşediği EYP fark edilmiş, araçlarda bulunan askerlerin müdahalesiyle EYP’yi patlatmak için bekleyen iki terörist etkisiz hale getirilmiştir. 8 gündür devam eden çatışmalar sonunda tükenme noktasına gelen örgüt mensupları, 16 Eylül öğleden sonra, Irak’ın kuzeyindeki kamplardan personel ve mühimmat takviyesi istemişlerdir. Bu istek üzerine, Irak kuzeyinden bölgeye mühimmat getiren terörist grup da (7 terörist ve 12 katır) İHA’larla tespit edilmiş ve Irak kuzeyinde uçaklarımızla etkisiz hale getirilmiştir. Irak’tan gelen takviyeleri vurulan teröristler, bu sefer de İran’da bulunan kamplardaki gruplara yönelmişler ve onların bölgeye takviye getirmelerini istemişlerdir. Operasyonun Sonuçları On bir gün süren Şafak Operasyonu neticesinde 137 terörist ölü, 1 terörist sağ olarak ele geçirilmiş olup terör örgütünden çeşitli cins tüfek, mühimmat ve pek çok malzeme ele geçirilmiştir. Ayrıca, uydu görüntüleri ve hava keşfi neticesinde, Irak kuzeyinde bulunan örgüt mezarlıklarında açılan yeni mezar 208 PKK/KCK’nın Şemdinli Planı ve Şafak Operasyonu sayısındaki büyük artışlar, terör örgütünün verdiği kayıpları göstermesi açısından anlamlıdır. Teröristlerin operasyonda ağır kayıplar verdiğinin bir diğer göstergesi ise operasyon sonrasında Irak’ın kuzeyindeki kamplardan merkez kamplara giden Şemdinli bölgesini gösterir yoklama kayıtlarıdır. Bu kayıtlardan Şemdinli bölgesine gelen teröristlerin yaklaşık %60’nın etkisiz hale getirildiği değerlendirilmektedir. Operasyonda çıkan çatışmalarda toplam 6 personel ve 2 GKK şehit olmuş, dokuz personel ise hafif şekilde yaralanmıştır. Şafak Operasyonu hem taktik yaklaşım hem de kullanılan teknoloji açısından öncekilere benzemeyen bir tarzda icra edilmiştir. Bu operasyon pek çok açıdan ilklere sahne olmuştur. Örneğin; (1) Taktik açıdan eskiden kullanılan ARA-BUL-YOK ET olarak özetlenebilecek sadece kara birliklerine ve teröristlerin bir çember içine alınarak bu çember içinde aranıp bulunmasına dayanan eski yaklaşım yerine yoğun istihbarata dayanan, kara ve hava unsurlarının müşterek kullanıldığı ve özel birliklerle hava kuvvetlerinin yakın koordinesiyle icra edilen, hedef tespitinde, haberleşmede ve mühimmatta ileri teknoloji kullanımını öngören İZLE-GÖR-YOK ET yaklaşımı başarı ile uygulanmıştır. (2) Operasyon boyunca tank ve diğer zırhlı araçların hem ateş gücünden hem de arazi gözetleme (gündüz görüş ve termal) yeteneklerinden azami istifade edilmiştir. (3) Tecrübeli pilotlar bizzat karadan özel birliklerle harekâta katılarak F-16’ların yerdeki gözleri olmuşlardır. (4) Halktan gelen duyumların teknik istihbaratla teyidi sonucunda yapılan istihbarat analizleri ile operasyonun planlaması yapılmıştır. Bu kadar kısa sürede bu kadar az sayıdaki birlikle bu kadar büyük çaplı başarı sağlanan operasyonun başarısında istihbarat gayretlerinin payı büyüktür. Terör örgütüne tam da Şemdinli’yi hedef seçtiği planını yürürlüğe koymadan önce bölgede en fazla gücünü topladığı zamanda hiç beklemediği şekilde ilk darbe vurulmuş ve müteakip süreçte de insiyatif sürekli elde tutularak toparlanmasına imkân verilmemiştir. Örgütün en çok kayıplarını 14, 15, 16 Eylül tarihlerinde vermesi de bunu göstermektedir. 209 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Operasyon süresince İnsansız Hava Araçları, termal kameralar ve operasyondaki birliklerce tespit edilen 30 hedefe 11 Hava Harekâtı icra edilmiştir. Bu hava harekâtları sonucunda çok sayıda teröristin etkisiz hale getirildiği, elde edilen görüntülerin değerlendirilmesinden ve birliklerin gözetlemelerinden anlaşılmıştır. 8-19 Eylül tarihleri arasında 11 gün süren ve her gün gece gündüz çatışmaların yaşandığı operasyonda Skorsky helikopterler 151 sorti personel nakliyesi, 108 sorti ise mühimmat ve kumanya takviyesi yapmış olup, bu 259 sortinin toplamında 2372 saat (819’u operatif amaçlı ve gece karanlığında) uçuş yapılmıştır. Operasyon boyunca tüm helikopter ve uçak pilotları büyük bir özveri ile uçuş saati limitlerini zorlayarak uçmuştur. Uçuş saati limitlerine rağmen hava boyutunda bu kadar yoğun geçen operasyonda bir kaza yaşanmaması da büyük bir başarıdır. Operasyona katılan hava araçlarından sadece bir Skorsky helikoptere 14 Eylül tarihinde teröristlerce ateş açılmış, kuyruk kısmından ve gövdeden 5 isabet almasına rağmen helikopter başarı ile üssüne geri dönebilmiştir. Operasyonun ilk aşamasına katılan personel 4 gün boyunca, ikinci aşamasına katılan personel 6 gün boyunca bilfiil arazide kalmıştır. Üzerlerinde sırt çantası, çelik başlık, çekil yelek, silah ve mühimmatlarla 30 kg’a yakın yükle operasyona katılan her bir personelim insanüstü bir gayretle operasyon boyunca ortalama 40-50 km. yol yürümüştür. Taktik anlamda, operasyon PKK/KCK terör örgütünde tam bir şok yaratmıştır. Öncelikle terör örgütü Şemdinli hakkında planladığı hiçbir amacına ulaşamamış, bırakın Şemdinli’de hâkimiyeti sağlamayı böylesine büyük bir saldırı için hazırlanan güçlerinin büyük bir bölümünü kaybetmiştir. Özellikle telsiz dinlemelerinden saldırıyı planlayan ve saldırıya katılmak üzere bölgede bulunan, ancak kaçmayı başarabilen, kurtulan sözde lider kadroların uğradıkları büyük başarısızlığın hesabını vermek üzere Kandil’e çağrılmışlardır. Operasyonun son günü itibarı ile teröristlerin bölgede yoğun olarak yuvalandıkları yerler olduğu değerlendirilen Zorgeçit ve Kelketi Dağı bölgeleri temizlenmiş, örgüt tarafından yerlerinden edilen Zorgeçit köylüleri Şemdinli Kaymakamlığı tarafından köylerine davet edilmiştir. 210 PKK/KCK İçin 2012 Final Yılı Değil Hüsran Yılı Oldu PKK/KCK İÇİN 2012 FİNAL YILI DEĞİL HÜSRAN YILI OLDU* BİLGESAM Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı ile Türkiye’nin PKK/KCK terör örgütüyle mücadelesinde 2012 yılındaki gelişmeler üzerine bir söyleşi gerçekleştirilmiştir. BİLGESAM Araştırma Koordinatörü Erdem Kaya tarafından yapılan söyleşide Doç. Dr. Sandıklı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeni taktiklerini, örgütün psikolojisini ve halkta örgüte karşı gelişen tepkiyi değerlendirmiştir. Soru: Son günlerde PKK terör örgütü liderlerinin kendi kamuoylarına ve uluslararası basına yönelik propaganda gayretlerinde bir artış olduğu göze çarpmaktadır. Murat Karayılan Le Temps’e “2012’de farklı bir strateji izledik ve başarılı olduk” diyor. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir? Örgüt 2012’de farklı bir strateji izledi mi? Ne kadar başarılı oldu? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: PKK terör örgütü 2012 yılında bir hesap hatası yaptı. “2012 Final Yılı olacak” gibi büyük iddialarda bulundular. Terör örgütünün geçmiş yıllarda da buna benzer söylemlerde bulunduğu bilinen bir gerçek. Ancak, bu durum örgütün 2012 yılına çok daha büyük bir anlam yüklediği gerçeğini de değiştirmiyor. Zira bu yıl bölgesel gelişmeleri de kendi adlarına değerlendirmek istediler. Geçmiş yıllardakinden farklı, kendi boyundan büyük işlere girişerek 90’lı yıllarda denediği ve faturasını ağır olarak ödediği “bir araziyi elde tutma taktiğini” Şemdinli’de denemek istediler. Ancak, aslında bu yeni bir taktik değil ve ilk defa uygulamıyorlar. Geçmişte denenmiş ve pahalıya mal olmuş bir taktiği yeniden denediler, sonuç yine aynı oldu. Terör örgütünün Şemdinli kırsalına Irak’ın kuzeyinden ve İran’daki kamplardan getirdiği teröristlerin neredeyse tamamı imha oldu. Örgütün bu hesap hatası TSK’nın teröristle mücadelede uyguladığı yeni taktikleri çözememesinden ve *Bu söyleşi daha önce 13 Kasım 2012 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 211 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yanlış anlamasından kaynaklanıyor. Son günlerde kendi medya organlarına ve uluslararası yayın kuruluşlarına terörist elebaşlarının yaptıkları açıklamalardaki ”başarılı olduk” mesajı bu hatalarını örtme çabası. Soru: O zaman Karayılan’ın yakın zamanda BBC’ye yaptığı konuşmada ve hemen ardından Le Temps’ta yayınlanan görüşmede verdiği mesajlar doğru değil mi? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Karayılan’ın Le Temps’e verdiği fotoğraftaki hali esasen örgütün içinde bulunduğu gerçek psikolojiyi yansıtıyor. Hatırlarsanız, geçmişte bu tür röportajlarda Karayılan masa-sandalyeli, bir binanın önünde veya teröristlerle toplu halde görüntüler vererek “Biz burada rahat rahat faaliyetlerimizi yapıyoruz, kimse de bize dokunamıyor.” mesajı vermeye çalışırdı. Bu sefer, “yerinin TSK tarafından havadan tespit edilebileceği ve her an vurulabileceği endişesini” yansıtır şekilde ağaçlar arasında kendisini gizlemeye çalıştığı belli olan ve arkasında silahlı bir koruma ile görüntü verdi. Tedirgin hali fotoğrafa da yansımış. Esasında bu görüntü TSK’nın yurt içinde ve dışında gerçekleştirdiği operasyonlar ve bu operasyonlarda uyguladığı yeni taktikler karşısında PKK/KCK’nın içinde bulunduğu psikolojinin bir aynası gibi. Soru: TSK’nın yeni taktiklerini biraz açabilir misiniz? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: TSK’nın bu yıl İZLE-GÖR-VUR diye özetlenebilecek bir konsepti uygulamaya soktuğu biliniyor. Bu, teröristlerin halen anlayamadıkları bir konsept. Teröristler, hiç beklemedikleri zamanlarda ve hiç beklemedikleri yerlerde vurularak ağır kayıplar verdiler. Birdenbire helikopterleri ve profesyonel kuvvetleri karşılarında buluyorlar. Sadece Şemdinli’de yürütülen hava ve kara operasyonlarında son iki ayda 262 teröristin etkisiz hale getirildiği bildirildi. Bu yeni ve etkin harekât şeklinden örgüt de ciddi ölçüde rahatsız. Göremedikleri, nereden geldiğini bilemedikleri darbelere karşı bir tedbir de geliştiremiyorlar. Bunun yerine “Niye havadan geliyorsunuz? Karadan gelin. Havadan gelince karşılık veremiyoruz. Kayıp veriyoruz. Böyle yapmayın.” gibi acziyetlerinin itirafı niteliğinde bir söylem geliştirdiler. İşin gerçeği şu ki karadan da havadan da baskı altındalar. Eylem yapmadıkları halde bu kadar kayıp vermiş olmanın sıkıntısı içindeler. Örgüt bu kayıpları 212 PKK/KCK İçin 2012 Final Yılı Değil Hüsran Yılı Oldu tabanından gizlemek için çeşitli çarelere başvurdu, kayıplarını az gösterdi ve gerçekleri gizledi. Ancak, bu kadar büyük kayıpları gizlemek de mümkün değil. Örgütün kendi içinden ve ölen teröristlerin ailelerinden gelen baskılar ve eleştiriler var. Son zamanlarda yapılan açıklamalar bu eleştirileri göğüslemeye yönelik gayretler. Soru: Karayılan’ın fotoğrafının “örgütün psikolojisinin aynası” olduğunu belirttiniz. Örgütün psikolojisi nasıl? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Örgüt, gerek yurt içinde gerekse yurtdışında Karayılan’ın Le Temps’e verdiği fotoğraftaki “her an vurulabiliriz” endişesi içinde. Bu durum hareketlerini kısıtlıyor. Psikolojilerini bozuyor. Yurtiçinde yıllarca teröristlerin en fazla eylem yaptığı Gabar, Bestler-Dereler, Sağgöze, Ali Boğazı gibi yerlerde bu korku ile bu yıl bir tane bile eylem yapamadılar. Bu durum teröristlerin telsiz görüşmelerine de yansıyor. Bizzat Karayılan ve Fehman Hüseyin örgüt bölge sorumlularını askeri birliklere eylem yapamamaları konusunda eleştiriyor, tehdit ediyor, ancak buna rağmen eylem de yapılamıyor. Bunların bilincinde olan Karayılan’ın ve diğer elebaşlarının Le Temps’e ve kendi yayın organlarına söyledikleri yine başarısızlıklarını örtme çabası ile izah edilebilir. Soru: PKK/KCK terör örgütü eskiden eylem yaptığı birçok yerde eylem yapamadı diyorsunuz. Ancak, yaz boyunca birçok eylem yaptığı da basına yansıdı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Yurt içindeki bu ”eylem yapamama” durumu, örgütü askeri birliklere saldırmaktan daha kolay, yapılması daha az riskli olan ve basının ilgisini çekecek adam kaçırma, yol kesme, öğretmenleri tehdit etme ve kaçırma, şantiye yakma, canlı bomba gibi eylemlere yöneltti. Ancak, bu eylemler her ne kadar riski az, kolay ve basının ilgisini çekecek eylemler olsa da bölge halkının tepkisini çeken, terör örgütünün sorgulanmasına yol açan eylemler. 213 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Soru: Halkın tepkisinden neyi kast ediyorsunuz? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Örneğin, bildiğiniz gibi örgüt Tunceli’de bir milletvekilini kaçırdı. Ancak, bu eylem ters tepti. Tunceli’deki tabanı bile örgüte karşı çıktı ve örgüt Tunceli’deki tabanını kaybetme noktasına geldi. Ayrıca, Iğdır/Bulancak köyünde öğretmenine sahip çıkan ve örgüte karşı gelen köylülerin fotoğrafı uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek nitelikte. Bu eylem ve okullara yönelik diğer eylemler terör örgütünü okul ve eğitim düşmanı Taliban gibi bir örgüt durumuna düşürdü. Geçen yıl KCK baskısıyla başlatılan okul boykot eylemlerine belli bir düzeyde katılım sağlarken halkın bu yıl örgütün bu tür eylemlerine gösterdiği tepki nedeniyle okul boykotu eylemlerine hiçbir katılım olmadı. Yani, örgütün kolay hedeflere yönelik eylemleri de kendisine büyük zarar verdi. Bu eylem talimatlarını mevcut lider kadro verdi. Başarısızlıkları aşikâr. Çocuk yaştaki Kürt gençlerini kandırıp dağa çıkarıyor, sonra da ölecekleri kesin olan eylemlere gönderiyorlar. Bu başarısızlıklarını da propaganda yaparak örtme gayreti içindeler. Ancak bölge halkı da bu durumu fark ediyor. Kesin talimatlar verdiler “Sakın ha köylere yaklaşmayın. Halkla temas etmeyin.” diye. Hakkını savunduklarını iddia ettikleri halkla temas etmekten bile korkan bir örgüt haline geldiler. Şimdi son çare olarak, yol kesmelerde “dini propaganda yapın, dini temalara ağırlık verin” diyorlar. Ancak, yıllarca Marksist-Leninist ve büyük ölçüde ateist bir çizgide olan ve Zerdüşt dininin propagandasını yapan, oruç tutmayı yasaklayan bir örgütün bu alanda başarılı olması ve “İslam dinine döndüğüne” halkı inandırması da mümkün gözükmüyor. İşin doğrusu yol kesmelerinde propagandaya maruz kalan bölge halkı da örgütün samimiyetine inanmıyor, hatta “Ne oldu da örgüt birdenbire dine sarıldı?” diye alaycı bir dille bu durumu eleştiriyorlar. Şehir merkezlerinde de bu yıl istenilen eylem düzeyine ulaşılmış değil. Yapılan etkinliklere, terörist cenazelerine eskiden olduğu gibi adam toplayamıyorlar. Bu durumda KCK operasyonlarının etkisi büyük. KCK operasyonları sayesinde eskiden kepenk kapatma eylemlerine zorla ve tehditle geniş katılım sağlarken şimdi kepenk kapattıramıyorlar. Bu durum, Kandil’i çok rahatsız 214 PKK/KCK İçin 2012 Final Yılı Değil Hüsran Yılı Oldu ediyor. Başka arayışlara ve daha büyük hatalara itiyor. Örneğin yakın zamanda Fehman Hüseyin telsiz konuşmasında “Diyarbakır halkının çok liberalleşmeye başladığı ve savaşı unuttuğundan” şikâyet ediyor ve çözüm olarak rahatlarının bozulmasının uygun olacağını, “Diyarbakır’da örgütün birkaç bomba patlatmasının gerektiğini” söylüyor. Bu talimattaki yaklaşım örgütün kendine müzahir tabana nasıl yaklaştığını göstermesi açısından çarpıcı. Aynı zamanda, taban kaybeden örgütün çaresizlikten ne yaptığını bilemediğinin, eylemlerinin sonuçlarını kestiremediğinin de göstergesi. Soru: Sizce bu başarısızlık ve eylem yapamama durumunun örgüt içinde de bir etkisi oldu mu? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Evet, oldu. Örgüt, ”2012 Final Yılı olacak” gibi büyük iddialarla başladığı yılın sonunda aldığı yanlış kararlar neticesinde “acaba 2013 örgütün son yılı mı olacak?” endişesine düştü. O nedenle, “kışın da eylemler sürsün ki canlılığımızı koruyalım, yoksa bir dağılma sürecine girebiliriz” görüşü lider kadroda hâkim düşünce haline geldi. Bu yönde talimatlar veriyorlar. Ancak, tüm bu talimatlara rağmen kışın istedikleri eylem düzeyine ulaşamayacaklarını da görüyorlar. Zira alandan gelen raporlar, şartların zorlamasıyla teröristlerin şimdiden kış tertiplenmesine geçmeye başladıkları yönünde. Talimatlara aykırı bu faaliyetlere rağmen “bizden uzaktalar, verdiğimiz cezalar uygulanmazsa grupları topluca kaybedebiliriz” korkusuyla cezalandırma yoluna da gidemiyorlar. Bu, operasyonların baskısı ve TSK’nın yeni konseptinin etkisiyle meydana gelen hareketsizlikten ve irtibatsızlıktan kaynaklanan bir durum. Lider kadro Hakkâri-Çukurca ve Şemdinli’ye gönderdikleri gruplar hariç yurtiçindeki gruplara tam olarak sözünü geçiremiyor. Geçmişte örgütün de bazı eylemlerde kabul ettiği “bağımsız hareket etme” zafiyeti şimdi “merkezden gelen talimatları istediği gibi yorumlama ve uygulamama”ya dönüşmüş durumda. Bu da örgütte lider kadro ile alan arasında “söylem ve eylem farklılıklarına” ve başıbozukluğa yol açıyor. Söz geçirebildikleri Hakkâri-Çukurca ve Şemdinli’ye Irak’ın kuzeyinden ve İran’dan gönderdikleri grupların yanlış bir stratejiyle ölmeye mahkûm edilmeleri de lider kadronun kararlarının alt kadrolarda ve alanda sorgulanmasına yol açıyor. Bütün bu nedenlerle, yakın zamanda toparlanmak için yine bir “ateşkes ilan etme” taktiğine başvurması şaşırtıcı olmaz. Son yapılan açıklamalardaki “ba215 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm şarılı olduk, daha güçlüyüz” vurgusunu “ateşkes ilan etme” öncesinde ortamı hazırlama çabası olarak okumak da mümkün. Soru: Hocam ilave etmek istediğiniz hususlar var mı? Doç. Dr. Atilla Sandıklı: Terör örgütü, 2012 yılını final yılı olarak ilan etmişti. Ancak terörle mücadelede alınan etkin tedbirler ve başarılı operasyonlar sonucu 2012 yılı final yılı değil hüsran yılı oldu. Terörle mücadelede siyasi kararlılık, yurt içinde ve dışında sürekli ve etkili operasyonlar, lider kadrolarının etkisiz duruma getirilmesi için girişimler, bölge halkının gönlünü kazanacak sıcak ilgi, Türkiye’nin batısı ve doğusundaki vatandaşlarımızı bir araya getirecek etkin projeler ve sivil toplum örgütlerinin gönüllü katkıları ile 2013 yılı PKK/KCK için tükeniş yılı olabilir. 216 PKK/KCK’nın 2013 Yılı Stratejisi: “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” PKK/KCK’NIN 2013 YILI STRATEJİSİ: “KIRA DAYALI ŞEHİR SAVAŞI”* PKK/KCK terör örgütü “dördüncü stratejik dönem” olarak adlandırılan ve “devrimci halk savaşı”olarak ifade edilen eylem planlarında belirlenen hedefleri, güvenlik güçlerinin etkin mücadelesi nedeniyle gerçekleştirememiştir. Terör örgütü, kırsal alanda büyük kayıplar vermiş ve bu kayıpları karşılamakta zorlanmaya başlamıştır. Final yılı olarak ilan ettiği 2012 yılında yaşanan başarısızlık karşısında PKK/KCK, sadece kıra dayalı bir sözde savaşın, örgütün “kesin zafere” ulaşmasını engellediğini, “demokratik özerkliğin” inşa edilebilmesi için şehirlerde daha etkin örgütlenmenin ve “şehir savaşının” zorunlu olduğunu ifade etmeye başlamıştır. Bu nedenle örgüt “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” stratejisini oluşturmuş ve bu strateji doğrultusunda faaliyetlerini planlamıştır. PKK/KCK’nın 2013 yılında uygulayacağı bu stratejinin temel esasları nedir? Bu strateji doğrultusunda hangi faaliyetler yürütülmektedir? Bu strateji ile başarıya ulaşılabilir mi? Bu strateji kapsamında PKK/KCK’nın, örgüte destek veren Kürt vatandaşların dışındaki bütün Kürt gruplarını da içine alacak şekilde Demokratik Toplum Kongresi’ni (DTK) geliştirmeye çalışacağı ve bütün devrimci unsurları bir araya getirecek Halkın Demokratik Kongresi’nin (HDK) oluşturulması için girişimlerini artıracağı değerlendirilmektedir. Terör örgütü, bu örgütlenme ile özgürlük, demokrasi, barış ve insan hakları kavramlarını istismar ederek ikircikli bir anlayışla bütün Kürt vatandaşların ve bütün sol görüşlü unsurların kendi hedefleri doğrultusunda hareket etmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Her türlü hassasiyeti kullanarak toplum içinde ayrışma duygusunu artırmaya ve farklı etnik, dinsel ve düşünsel farklılıkları ön plana çıkararak devlete karşı eylemlere dönüştürmeye çalışacağı kıymetlendirilmektedir. *Bu bölüm daha önce 19 Aralık 2012 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 217 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm DTK ve HDK her türlü hassasiyeti istismar ederek halkı devlete karşı kışkırtırken ve bu doğrultuda eylemlere yönlendirirken PKK/KCK’nın, “devrimci halk savaşını” başlatabilmek için “şehir terörizmi”ni önümüzdeki dönemde yaygın bir şekilde kullanmaya çalışacağı öngörülmektedir. Terör örgütü gelecek aylarda “devrimci halk savaşı” stratejisini kırda ve şehirde eşgüdüm içerisinde yürütmeye çalışacaktır. Bu uygulamanın temel dayanak noktalarını ise “kır örgütlenmesi”, “şehir örgütlenmesi” ve “ayaklanma unsurları” oluşturacaktır. Bu strateji doğrultusunda örgüt, paralel devlet anlayışıyla devleti sınırlandırmaya ve etkisizleştirmeye yönelik eylemler yaparken, “demokratik konfederalizm” hedefiyle KCK adını verdiği sistemi hayata geçirmeye çalışacaktır. Bu anlamda, sadece askeri tarz eylemlerle sınırlı kalmayarak, “şehir terörizmi” eylemleriyle şehir merkezlerinde bazı bölgelerde devlet iktidarını sınırlayarak ve etkisizleştirerek alan kazanmaya, şehir merkezlerini “savaş alanına” dönüştürmeye, bu şekilde ayaklanma unsurları için uygun koşulları oluşturmayı hedeflemektedir. Belirlenen bölgelerde örgütlenerek devlet ve KCK olmak üzere iki farklı yönetimin geçerli kılınması, ilerleyen süreçte ise bu sözde kazanılmış alanların genişletilerek yaygınlaştırılması öngörülmektedir. Kır ve şehir örgütlenmesi ile eylemler artırılırken sivil itaatsizlik girişimleri ve halk ayaklanma unsurları ile kasabaların ele geçirilmesi planlanmaktadır. Planlarda akşamdan harekete geçilip sabaha kadar yerleşim yerinin tümden kontrol altına alınması, polisin etkisizleştirilmesi ve birçok mahallenin günlerce elde tutulması öngörülmektedir. Terör örgütü bu amaçla “şehir teröristi” yetiştirmek için örgüt mensuplarına dersler vermektedir. Bu derslerde; • Terör örgütünün kırsal alan faaliyetlerinden azami derecede istifade etmeye çalışacağı ve kırsal alandan yönlendirileceği, • Kentlerde konumlanma ve saldırı hedefi belirleme için “şehir örgütü” ve bu örgütten sorumlu kırsaldaki örgüt mensubunun ortak inisiyatifle faaliyet göstermesi, eylem sürecinde kentsel alanda gerekli koşulları “şehir örgütü” oluştururken, malzeme gibi lojistik çalışmalardan kırsal kadro 218 PKK/KCK’nın 2013 Yılı Stratejisi: “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” örgüt mensubunun sorumlu olması, eylem sonrasında ise kırsaldaki örgüt mensubunun şehir teröristlerini kırsal alana taşımakla görevli olduğu, • Gerekli durumlar ile deşifre ve güvenlik sorunlarının baş göstermesi durumunda, şehir teröristlerinin uygun koşullar oluşturularak dağa çıkacağı, • “Şehir örgütlenmesi”nin kırsaldan kaynaklı her türlü deşifre durumunda kırsaldaki örgüt mensubunun ağır yaptırımla karşı karşıya bırakılacağı, • Kırsal alanda sözde eyalet şeklinde örgütlendiği gibi şehir merkezlerinde de mahalle, kasaba, ilçe şeklinde örgütlenmelere gidileceği, • Örgütlenme faaliyetlerinde gizliliği esas alacağı, her birimin sadece kendini bileceği, buna göre bir hareket tarzının benimseneceği, yeni bir hareket tarzı oluşturularak ve günlük yaşantı sokaktaki bir insan gibi tanzim edilerek hareket edileceği, • Metropollerde hücre tipi örgütlenme tarzının benimseneceği, en fazla dört kişiden oluşacak bu örgütlenme tarzında sayının çoğaltılmamasına dikkat edileceği, • Hemen hemen tüm önemli şehirlerde örgütlenileceği, sözde savaşın yaşanmadığı ve beklenmedik yerlerde üslenmeye önem verileceği, • Diğer örgütsel yapılanmalardaki şahıslarla görüşülmeyeceği, böylece deşifre olup yakalanan bir örgüt mensubunun başka bir örgüt mensubunu deşifre edemeyeceği, üç-beş kişi yakalansa bile diğer örgüt mensuplarının deşifre olmayacağı ve mutlaka birden çok saldırı yapılabileceği ifadelerine yer verilmektedir. Günümüzde siyasal alanda görevlendirilmiş “şehir örgütlenmesi”nin devletin tasfiyesi için planlama ve çalışma yürüttüğü, gelecekte “kır örgütlenmesi” devleti tasfiyeye ve sıkıştırmaya çalışırken “şehir örgütlenmesi”nin tüm birikimini kullanarak halkı, “zafer” için son aşama olan “ayaklanma unsurlarına” dönüştürmek için faaliyette bulunacağı ve şehirlerde eylemlerini artırmaya çalışacağı değerlendirilmektedir. 219 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm PKK/KCK’nın bu kapsamda kış aylarında “şehir örgütlenmesi” olarak nitelendirdiği yapıyı harekete geçeceği, şehirlerde gerçekleştirilecek eylemler ile hem şiddetin kentlere yayılması hem de sokak eylemlerinin önünün açılması için girişimlerde bulunacağı ve suikast tarzı eylem arayışlarına kış boyunca devam edeceği öngörülmektedir. PKK/KCK’nın, “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” stratejisinin başarılı olup olamayacağını doğru değerlendirebilmek için küresel ve bölgesel güvenlik ortamındaki ve Türkiye içindeki gelişmeleri değerlendirmek gerekmektedir. Küresel güvenlik ortamında ilginin, ABD’nin Pasifik stratejisi doğrultusunda Orta Doğu’dan Pasifik’e kayacağı değerlendirilmektedir. Bu nedenle ABD Irak’tan kuvvetlerini çekmiş ve Pasifik’e güç kaydırmaya başlamıştır. Irak’tan çekildikten sonra ABD’nin Orta Doğu bölgesinde güvenli işbirliği yapabileceği en önemli bölgesel güç Türkiye’dir. Bu durum Türkiye-ABD ilişkilerinin gelecekte artarak devam edeceğini göstermektedir. Bu durum Türkiye’nin terör örgütüyle daha uygun koşularda mücadele edebilmesi için elverişli şartlar oluşturmaktadır. Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’nin önemini daha da artırdığı dikkate alındığında, terör örgütünün dış desteğinde her geçen gün bir azalma olacağı öngörülebilmektedir. Dolayısıyla bölgesel gelişmeler Türkiye’nin terörle mücadelesi için 2012 yılına göre daha uygun bir ortam oluşturmaktadır. PKK/KCK’nın 2012 yılında eylemselliğini artırmasının en önemli nedenlerinden birisi olan Suriye krizi 2013 yılı içinde belirli bir aşama kaydedebilir. Suriye’de muhalefet daha iyi örgütlenerek geçici bir hükümet kurabilir ve Özgür Suriye Ordusu yeniden teşkilatlanabilir. Karşısında siyasi bir muhatap ve daha düzenli bir ordu bulan ABD ve Batılı güçler muhaliflere silah yardımı dâhil daha büyük bir destek sağlayabilir. Güçlenen muhalif güçler her geçen gün dış desteği aşınan ve zayıflayan Esed yönetimini devirebilir. İktidarı ele geçiren ve güçlenen muhalefet PYD üzerindeki etkisini artırabilir ve PKK/KCK’nın bölgedeki etkinliğini baskı altına alabilir. Irak’ta merkezi Irak yönetiminin kuzey Irak üzerindeki artan baskısı Barzani yönetimini Türkiye’ye daha fazla yaklaştırabilir. Maliki yönetiminin 2012 220 PKK/KCK’nın 2013 Yılı Stratejisi: “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” yılında uygulamaya koyduğu politikalar, kuzey Irak’taki bazı bölgeler üzerindeki yönetim anlaşmazlığı ve petrol anlaşmalarının ancak merkezi idare tarafından yapılması esası ile ilgili anlaşmazlık 2013 yılında da devam edebilir. Kuzey Irak yönetiminin yabancı petrol şirketleriyle imzaladığı anlaşmaların Irak merkezi idaresinde yarattığı güvensizlik, çeşitli sebeplerle kuzey Irak yönetimiyle merkezi idare arasında savaşa varacak bir gerginliğe dönüşebilir. Böyle bir durum Türkiye’nin terör örgütünün kuzey Irak’taki kamplarına yönelik operasyonlarını kolaylaştırır. Türkiye’deki iç duruma baktığımızda terörle mücadelede başarı için 2012 yılına göre daha uygun koşuların olduğu görülmektedir. PKK/KCK’nın 2011 ve 2012 yılında eylemlerinin artmasının en önemli iç nedenlerinden birisi bu tarihlerden önceki yıllarda müzakereler nedeniyle etkili operasyonların yapılmamasıdır. Terör örgütü rahat hareket edebildiği böyle bir ortamda belirli şehirler etrafında yerleşik kamplar kurmuş, kırsal örgütlemesini geliştirmiş, şehir örgütlenmelerini oluşturmuş, kır ve şehir örgütleri arasındaki etkileşimi sağlamış ve bölgeye çok miktarda silah, cephane, patlayıcı ve lojistik malzeme getirmiştir. Şehir merkezlerine yakın kamplarda oluşturduğu sözde mahkemelerde kendi istediği şekilde hareket etmeyen ve para vermeyen insanları yargılamaya ve cezalandırmaya başlamıştır. Böyle bir ortam terör örgütünü cesaretlendirmiş, örgüt Arap Baharını fırsat bilerek sonuç alabileceği değerlendirmesini yapmıştır. Bu gelişmeler Habur rezaletinin ve Silvan acısının yaşanmasına neden olmuştur. Etkili tedbirler alınıncaya kadar terör örgütünün artan eylemlerinde çok sayıda askerimiz, polisimiz ve vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Artan güvenlik tedbirleri ile PKK/KCK’ya etkili darbeler vurulurken 2011 yılının sonunda Uludere’de yaşanan üzücü olay terörle mücadelede gösterilen siyasi kararlılığı ve güvenlik güçlerinin etkili operasyonlarını geçici bir süre yavaşlatmıştır. Ağustos 2012’de örgütün Şemdinli’ye saldırması ve “vur, kal” stratejisi, TSK’nın “izle, gör, vur” stratejisi doğrultusunda gerçekleştirdiği etkili operasyonlar sonucu başarısızlığa uğratılmıştır. Asker, jandarma, polis ve istihbarat unsurlarının koordineli çalışmaları, sürekli, kararlı ve cesur operasyonlarla terör örgütüne büyük zayiat verilmesini sağlamıştır. 221 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Terör örgütü, 2012 yılı sonuna gelindiğinde eylem inisiyatifini büyük ölçüde kaybetmiştir. Müzakereler döneminde uygulamaya konan demokratik açılımlar ise Kürt vatandaşlarımızın özgürlük alanlarını genişletmiştir. Sağlanan demokratik haklar, ekonomik yatırımlar ve teşvikler ile terör örgütünün beslendiği konular bir bir ortadan kaldırılmıştır. Bu durum terör örgütünün varlığının ve gerekliğinin sorgulanmaya başlamasına neden olmuştur. PKK/KCK bütün baskı ve girişimlerine rağmen Kürt-Türk çatışmasını çıkartamamıştır. Sağduyulu Kürt vatandaşlarımızı sokaklara dökememiş ve istediği kitlesel eylemleri gerçekleştirememiştir. Terör örgütü halk desteğini her geçen gün kaybetmeye ve dağa çıkartacak eleman bulmakta zorlanmaya başlamıştır. Daha da ötesi son zamanlarda Kürt vatandaşlarımız PKK/KCK’nın eylemlerini güvenlik güçlerine haber vermektedir. Sivil toplum kuruluşlarının girişimleri ve Türkiye’nin doğusu ve batısındaki çocukları ve gençleri bir araya getiren projeler, terör örgütünün Kürt vatandaşlarımızdaki ayrışma duygusunu artırmak için her konuyu istismar ederek yaptığı girişimlerin etkisini azaltmaktadır. Kırsalda ve şehirlerde yapılan operasyonlar terör örgütünün halk üzerindeki baskısını azaltmakta, buna paralel olarak Kürt vatandaşlarımız, terör örgütü ve örgütün oluşturduğu yapıların dışında şiddeti ve terörü benimsemeyen sivil toplum kuruluşları ku rmaktadır. Sonuç olarak; PKK/KCK terör örgütü, “Kıra Dayalı Şehir Savaşı” stratejisi kapsamında 2013 yılında gerçekleştireceği uygulamalarda başarılı olamayacaktır. Hedeflendiği şekilde Kürt vatandaşlarımızı ayaklandıramayacağı gibi Türk-Kürt çatışmasını da gerçekleştiremeyecektir. Siyasi ve askeri kararlılık ile gerçekleştirilecek etkili operasyonlar sonucu terör örgütünün büyük çaplı eylem yapma kabiliyetini giderek kaybedeceği ve halk üzerinde sahip olduğu yönlendirme gücünü kaybetmeye başlayacağı değerlendirilmektedir. Terörün azalması ile PKK/KCK ve BDP’nin Kürt vatandaşlarımız üzerindeki siyasi baskısı hafifleyecek ve vatandaşlarımız siyasi özgürlüğüne kavuşacaktır. 222 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? PKK/KCK’YLA MÜZAKERE NASIL YÜRÜTÜLMELİDİR?* Türkiye, Oslo’da yapılan görüşmelerin gerek örgütün aşırı talepleri gerekse görüşmelerin basına sızdırılması nedeniyle başarısızlığa uğramasının ardından çözüm maksadıyla tekrar PKK/KCK’yla temasa geçmiştir. Yeni süreç, terör örgütü ve uzantıları tarafından sürekli tek muhatap olarak gösterilen Öcalan’la görüşmelerle başlamıştır. Türkiye’nin yeni süreçte Oslo’daki görüşmelerden alınan derslerle hareket etmeye başladığı, terör örgütüyle görüşmeler devam ederken güvenlik güçlerinin operasyonlarını durdurmadığı ve görüşmelerin hedef ve içeriğini makul bir çizgiye çektiği müşahede edilmektedir. Oslo görüşmelerinden farklı olarak bu görüşmelerin hedefi PKK/KCK’nın silah bırakması olarak belirlenmiştir. Hâlihazırdaki görüşmeler kapsamında terör örgütüyle sadece örgütle ilgili konuların konuşulduğu, Kürt meselesi ve diğer siyasi konulara girilmediği anlaşılmaktadır. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (BİLGESAM) terör örgütü PKK/KCK ile yapılacak müzakerelerin planlaması üzerine yaklaşık iki ay önce yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda hazırlanan bu analiz, örgütle yapılan görüşmelerde geçmişten alınması gereken derslere değinerek müzakerenin çerçevesi ve zamanlamasına ilişkin somut öneriler sunmakta, stratejik bir planlama dâhilinde terör örgütüyle üç safhalı bir müzakere süreci yürütülebileceğini öne sürmektedir. Terör Örgütleri İle Müzakere Devlet, bekası uğruna düşmanla görüşebilir. Devletler, sıcak savaş süreçlerinde düşmanla temasa geçebilir, ateşkes veya muhtemel bir barış sürecinin şartlarını müzakere edebilir. Ancak bu seçeneğin devletlerarası simetrik savaşlardaki uygulaması ile devletlerin terör örgütleri gibi asimetrik tehditlerle karşı karşıya kaldığı çatışma süreçlerindeki uygulaması farklı değerlendirilmelidir. *Bu bölüm daha önce 12 Ocak 2013 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 223 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Devletlerarası savaşlarda, düşmanla savaş sırasında müzakere kastıyla temasa geçmek çoğu zaman akılcı bir seçenektir. Taraflar, uzayan savaşın yol açtığı zararlarla yüzleştikçe savaş öncesindeki tutum ve taleplerini gözden geçirmekte, anlaşmazlığın karşı tarafla görüşmelerle çözülebileceğine ihtimal verebilmektedir. Netice alınamayan ve uzayan devletlerarası savaşların müzakerelerle sona erdirilmesi bu nedenle makul bir yöntemdir. Ancak bir etnik unsuru temsil iddiasıyla ortaya çıkan terör örgütleriyle müzakere, birbiriyle savaşan iki devlet arasında gerçekleştirilen müzakerelerle mukayese edilmemelidir. Devletlerarası müzakereler eşit statüdeki taraflarca yürütülürken, devletlerin terör örgütleriyle yürüttüğü müzakere süreçleri eşitler arasında değildir. Bu nedenle taraflardan birinin devlet dışı aktörlerden oluştuğu ve nitelikleri bakımından geleneksel devletlerarası savaşlardan ayrılan yeni savaşlarda düşmanla müzakerenin zamanlaması ve uygulaması farklılık arz etmektedir. Terör örgütleri müzakere süreçlerini çoğunlukla meşruiyet ve zaman kazanmak için kullanmakta, ahde vefa ilkesine riayet etmemekte ve müzakerelerde eli zayıflayınca şiddet eylemlerine başvurarak süreci sabote edebilmektedir. Terör örgütleri nadiren vaat ettiği eylemsizlik kararlarına bağlı kalmakta, silahlı mücadelenin beyhude olduğunu idrak etmeden taleplerini gözden geçirmeye meyletmemektedir. Nitekim geçmişteki benzer çatışma süreçleri, terör örgütlerinin silahlı eylem kabiliyetleri büyük bir darbe almadıkça, dış desteği büyük ölçüde kesilmedikçe ve lider kadroları belirledikleri hedeflere ulaşmak noktasında karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmedikçe silah bırakmaya yanaşmadığını göstermektedir. Bu nedenle terör örgütüyle müzakerenin sürdürülebilmesi ve netice vermesi için müzakerenin stratejik planlaması önem arz etmektedir. Bu terör örgütü, PKK/KCK gibi devletleşme hedefiyle hareket ediyorsa, yaygın bir gelir şebekesine, güçlü bir dış destek ve himayeye sahipse müzakerede daha hassas bir stratejik planlama tercih edilmelidir. Türkiye, müzakerenin planlamasını terör örgütünün sonbaharlardaki taleplerine göre değil kendi stratejisi doğrultusunda tayin etmelidir. Müzakerenin zamanlaması, kış aylarında eylem gerçekleştirmede zorlanan terör örgütünün tasarrufuna teslim edilmemelidir. Terör örgütünün ancak silahlı eylem yeteneğinin bertaraf edil224 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? diği ve lider kadrolarının terörizmle sonuç alınamayacağını idrak ettiği bir dönemde örgütle müzakerelerden netice alınabilir. Terör örgütü 2012 yılında hüsran yaşamıştır ancak örgüt silahlı eylemlerle bağımsız veya özerk bir devlet kurma ümidini henüz yitirmemiş, KCK yapılanması ile tasarladığı devletleşme hedefinden vazgeçmemiştir. Bu nedenle Türkiye’nin PKK/KCK’nın temsilcileri veya uzantılarıyla görüşmelere nispeten erken başladığı ifade edilebilir. Görüşmeler sürdürülmelidir. Ancak terör örgütünün henüz silah bırakmayı kabul edebilecek bir psikolojiye girmediği ve bu psikolojiye girebilecek düzeyde yıpranmadığı değerlendirilmektedir. Öcalan’ın tutuklu olması ve terör örgütünün bütün uzantıları ile birlikte çözüme yönelik görüşmeler için tek muhatap olarak Öcalan’ı göstermesi ve Öcalan’la yapılacak görüşmeleri dikkate alacağını beyan etmesi Türkiye açısından bir avantaj olarak görülebilir. Ancak 1999’dan beri tutuklu bulunan Öcalan’ın terör örgütünün fiili lideri konumundaki Murat Karayılan ve ekibi üzerindeki etkisinin zayıfladığı değerlendirilmektedir. Öcalan’ın ayrı bir devlet ve demokratik özerklikten vazgeçmesi, örgütün silah bırakması doğrultusunda irade göstermesi Kandil’de ve örgütün Avrupa kanadında yeterince karşılık bulmayabilir. Geçmişten Alınması Gereken Dersler Terör örgütü ile daha önce de görüşmeler gerçekleştirilmiş, ancak örgüt bu görüşme süreçlerini kendi stratejisi doğrultusunda kullanmış, kırsalda ve şehirde şiddet eylemlerine devam etmiştir. PKK/KCK’nın söylemde barış eylemde şiddet siciline bakıldığında, geçmişte bu süreçleri istismar ettiği, uzantıları insan hakları ve barıştan bahsederken örgütün güvenlik güçlerine ve sivillere silahlı saldırılar düzenlediği görülmektedir. Terör örgütü geçmişte söylemde barışı gündeme taşımışsa da eylemde şiddetten vazgeçmemiş, güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik terörist saldırıları imkânları nispetinde devam ettirmiştir. Geçmişteki hareket tarzı terör örgütünün zayiat verdiği dönemlerin ardından ateşkes söylemine başvurarak operasyonların durması için çaba sarf ettiğini 225 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ve böylece zaman kazanmaya çalıştığını göstermektedir. Görüşmeler yapılırken operasyonlar durdurulduğu için terör örgütü bölgede cephane ve diğer temel ihtiyaçlarını tedarik etmekte, lojistik yapılanmasını yeniden tesis ederek kırsalın şehirlerdeki unsurlarla irtibatını sağlamakta ve moral-motivasyonunu tekrar toplamaktadır. Terör örgütüne yönelik yapılan operasyonların belirli dönemlerde durdurulması örgütün gerek kırsalda gerekse KCK sistemi ile şehirlerde güçlenmesine imkân tanımakta, örgütün Kürt nüfus üzerindeki baskısı artmaktadır. Terör örgütü 2012’de devletle görüşmeler devam ederken “devrimci halk savaşı” kurgusunu hayata geçirmeye çalışmış, halkı silahlandırmaya dönük kampanyalar başlatarak halkla devleti karşı karşıya getirmeye teşebbüs etmiştir. Örgüt bu hedef doğrultusunda 2012 yılını “final” olarak tespit etmiş, Türkiye’de planladığı kargaşa ortamını dünya kamuoyuna “Kürt baharı” olarak yansıtmayı hedeflemiş, Şemdinli’de ve Beytüşşebap’ta bayrak dikme girişiminde bulunmuştur. Geçmişten ders çıkarılarak terör örgütüyle görüşmeler sürdürülürken güvenlik güçlerinin operasyonları durdurulmamalıdır. Terör örgütünün ateşkes söylemine itimat edilmemeli, örgütün silah bırakmak üzere Türkiye sınırları dışına çekilmesi şartından taviz verilmemelidir. Türkiye sınırları içinde örgüt mensupları dolaştığı sürece operasyonlar devam etmeli, Kandil’deki örgüt kamplarına yönelik sınır ötesi harekâtlar gerçekleştirilmelidir. KCK tutukluları serbest bırakılmamalıdır. Örgütlenme faaliyetlerine devam ettiği müddetçe ve bölücü girişimlerde bulunduğu sürece KCK operasyonları devam etmelidir. KCK yapılanmasına karşı yürütülen güvenlik tedbirleri sürdürülmelidir. Terör örgütüyle anlaşma; ancak örgütün bütün silahlı unsurlarını Türkiye sınırları dışına çekmesi ve bütün terörist eylemlerini sona erdirmesi, KCK unsurlarının ve siyasi uzantılarının bölücülük eylemlerinin son bulması, KCK’nın hücre evlerini kapattırması, faaliyetlerini durdurması ve şehirlerdeki unsurlarını silahlandırma teşebbüsüne son vermesi temelinde sağlanmalıdır. Örgüt sınır dışına çekilince ve bütün silahlı eylemlerini durdurunca yurtiçi ve sınır ötesi operasyonlar kendiliğinden duracaktır. PKK/KCK unsurlarının ve siyasi 226 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? uzantılarının söylemlerini bölücülükten birlikte yaşama ve birlik ve beraberliğe dönüştürmesi durumunda ise müzakerelerin ilerlemesi için elverişli bir zemin ortaya çıkabilecektir. Nitekim böyle bir süreçte devletin dili de yavaş yavaş değişebilir. Müzakerenin Çerçevesi 2012 yılında Oslo’daki görüşmeler sürecinde basına PKK/KCK’nın Türkiye’den talepleri olarak yansıyan bilgiler terör örgütünün ütopik beklentiler içinde olduğunu göstermiştir. Basına yansıdığı şekli ile terör örgütü Oslo görüşmelerinde; güvenlik güçlerinin operasyonlarının durdurulmasını, KCK’ya yönelik operasyonların sona ermesini, KCK tutuklularının tahliye edilmesini, örgütün KCK sistemiyle devletleşme faaliyetlerine müsaade edilmesini, Öcalan’ın ilk etapta ev hapsine alınmasını daha sonra serbest bırakılmasını, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da örgütün idare edeceği ve örgüt militanlarının kolluk kuvvetini oluşturacağı özerk bir yapıya geçişi talep etmiştir. Terör örgütünün bu talepleri yinelemesi halinde örgütle müzakerelerin sonuç vermeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır. Örgütle hâlihazırda yürütülen görüşmeler sürdürülmelidir ancak görüşmelerde uzlaşma Türk toplumunun kabul edebileceği çerçevede sağlanmalıdır. Örgüt ve uzantılarıyla görüşülmesi gereken konu silah bırakma olması gerekir. Türkiye sadece örgütün silah bırakması üzerine müzakereye oturmalı, müzakereler ancak örgütün silah bırakması ve örgüt mensuplarının topluma kazandırılmasına yönelik yürütülmelidir. Görüşmelerde PKK/KCK sorunu ile Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunları birbirinden ayrı tutulmalıdır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunları Türkiye’nin çağcıl demokrasi olma sorunuyla ilgilidir. Bu konu terör örgütüyle görüşülebilecek bir konu değildir. Örgütle görüşmelerin hedefi örgütün silah bırakması ve silah bırakma sonrasında örgüt mensuplarının topluma kazandırılmasıdır. Aksi takdirde terör örgütü Türkiye’nin Kürt meselesinin çözümüne yönelik gerçekleştirdiği açılım ve reformları sahiplenmeye, bu gelişmeleri terörizm vasıtasıyla elde ettiği kazanımlar olarak göstermeye başlamaktadır. Örgütle bugüne kadar yapılan görüşmelerde bu ayrım yeterince yapılmadığı için başarılı olunamamış, görüşme süreci sonuç vermemiştir. 227 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Örgütle görüşmelerde Türkiye’nin uluslararası sistemle bütünleşmiş durumda ve demokrasisiyle Orta Doğu’da model bir ülke olduğu vurgulanmalıdır. Görüşmelerde PKK/KCK’ya uluslararası sistemin bölgede Türkiye’ye karşı savaşan bir terör örgütünün varlığını kabul etmediği mesajı verilmelidir. Uluslararası sistemin örgütün çözülmesine zemin hazırladığı gerçeği yanında bölgedeki mevcut konjonktür değerlendirilmeli, Rusya, İran, Irak (merkezi yönetim) ve Suriye’nin terör örgütüne destek sağlayabileceği dikkate alınmalıdır. Terör örgütünün bu ülkelerin sağladığı destekle varlığını ve faaliyetlerini sürdürebileceği ve örgütün önceki görüşmeler gibi bu görüşmeleri de kullanarak zaman kazanmaya çalışabileceği hesaba katılmalıdır. Müzakerenin Zamanlaması Terörle mücadele kapsamındaki uygulamalar açısından müzakere sürecinde izlenecek stratejide zamanlama temel faktördür. Terör örgütüyle müzakereden sonuç alınabilmesi için örgütün lider kadrolarının terörizmle netice alınamayacağını anlamış, örgütün eylem inisiyatifini kaybetmiş, KCK yapılanması ile ulaşmaya çalıştığı hedefleri gerçekleştirebileceğine yönelik ümidinin azalmış, halk üzerindeki baskısının hafiflemiş ve örgüte sağlanan dış desteğin önemli ölçüde kesilmiş olması gereklidir. Terör örgütü hâlihazırda eylem yapma kabiliyetini henüz yitirmiş değildir ve örgütün halk üzerindeki baskısı devam etmektedir. 2012 yılında yaşadığı hezimetten dolayı örgütün moral-motivasyonunda önemli ölçüde yıpranma olsa da, örgüt 2013 yılında “kıra dayalı şehir savaşı” stratejisi doğrultusunda eylemler planlamakta, KCK yapılanması ile hedeflediği neticelere ulaşabileceğini ümit etmekte ve hala ciddi bir dış destek ve gelir temin edebilmektedir. Zamanlama açısından böyle bir ortamda PKK/KCK’nın temsilcileri veya uzantıları ile örgütün silah bırakmasına yönelik başlatılacak müzakerelerden ancak sınırlı düzeyde bir sonuç alınabilir. Terör örgütüne sağlanan dış destek güçlü iken örgütün müzakere sürecini istismar edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Terör örgütü görüşme sürecini Türkiye aleyhinde kullanabilir ve bölgedeki konjonktürün kendi lehine gelişmesi için bekleyebilir. PKK/KCK, Türkiye ile 228 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? anlaşmaya vardığında ise anlaşma metninin örgütün menfaatleri lehinde düzenlenmesi için terörist eylemler gerçekleştirebilir ve süreci provoke edebilir. Habur hadisesinde olduğu gibi problem çıkabilir ve süreç sekteye uğratılabilir. Örgüt hala silahlı gücünü korumaktadır ve çözülme aşamasında değildir. Müzakerede acele edilmesi bu nedenle Habur benzeri sorunlara yol açabilir. Uzlaşmanın sağlanması durumunda bile terör örgütünün yol haritasının uygulanması aşamasında güçlük çıkarabileceği hesap edilmeli, Silvan saldırılarına benzer gelişmelerin yaşanabileceği göz ardı edilmemelidir. Terör örgütünün silah bırakmayı kabul edebilecek psikolojiye girmesi için görüşmelerde örgütün elinin zayıflaması ve müzakere sürecindeki uygulamaları provoke etme kabiliyetini yitirmesi gerekmektedir. Bu kapsamda terör örgütünün finansman kaynakları üzerine kararlılıkla gidilmeli, uyuşturucu ticaretinden, yurtiçi ve yurtdışında bağış adı altında topladığı haraçlardan gelir temin etmesi engellenmelidir. Terör örgütünün lider kadroları üzerinde yakalanacakları ve etkisiz hale getirilecekleri baskısı oluşturulmalıdır. Terör örgütünün silahlı kuvvet kabiliyetine darbe vurularak örgütün eylem inisiyatifi zayıflatılmalı, terör örgütün toparlanmasına fırsat verilmeden operasyonlar devam ettirilmeli ve böylece örgüt mensuplarının moral-motivasyonu çökertilmelidir. Terör örgütü mensupları ve yöneticileri üzerinde gerçekleştirilecek zihinsel çöküntü örgütü çözülme aşamasına hazırlayacak, silah bırakma psikolojisine sokabilecektir. Türkiye operasyonları sürdürerek terör örgütünün elini zayıflatacak adımları atarken müzakere zamanının oturabilmesi için görüşmelerin devam etmesi gerekir. Görüşmelerde müzakere inisiyatifi devletin elinde bulundurulmalı, müzakerelerde sonuca varılacak hususlar devlet adına görüşmelere katılan kişiler tarafından belirlenmelidir. Terör örgütü ve uzantılarında aşırı beklentiler oluşmasına fırsat verilmemeli, Habur’daki gibi kamuoyunda infiale yol açabilecek bir krizin ortaya çıkmaması için tedbirli olunmalıdır. Görüşmeler devam ederken terör örgütünün silah bırakma atmosferine girmesi için örgütün halktan tamamen koparılması elzemdir. Güneydoğu’da şantiyeleri basan, esnafa kepenk, dolmuş şoförlerine kontak kapattıran; okulları, 229 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm üniversiteleri, öğrenci yurtlarını yakmaya teşebbüs eden terör örgütünün Kürt nüfusun refahının önündeki en büyük engel olduğu vurgulanmalıdır. PKK/ KCK’nın küresel ve bölgesel güçlerin elinde taşeron bir örgüte dönüştüğü, terör örgütünün yürüttüğü savaşın Kürtlerin haklarını savunmaktan çıktığı, örgütün ekonomik ihtiraslarla uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göçten menfaat temin eden, Kürt esnaf ve işadamlarından haraç toplayan mafya tipi bir yapı arz ettiği sık sık telaffuz edilmelidir. Terör örgütüyle görüşmeler yapılırken Kürt meselesinin çözümü için adımlar devam ettirilmeli, demokratikleşme ve bölgenin ekonomik kalkınmasına yönelik adımlar sürdürülmelidir. Terör örgütünün silah bırakması konusu netleştirilmediği müddetçe güvenlik güçlerinin operasyonları durdurulmamalıdır. Operasyonlar sayesinde terör örgütü zihinsel çöküntü yaşadığı ve çözülme aşamasına geldiği nispette radikal taleplerdeki ısrarlarından vazgeçecektir. PKK/KCK’da çöküş olmadıysa örgüt devletin şartlarını kabul etmeyecek, ısrarlarını devam ettirecektir. Terör örgütünün silah bırakmasına yönelik başlatılacak müzakerelerde zamanlamayı bu emare belirleyecektir. Hâlihazırdaki siyasi kararlılık ve operasyonların sürdürülmesi durumunda örgütle müzakereler için en iyi zamanlama olarak 2013 yılının Ekim-Kasım-Aralık dönemi düşünülebilir. Basına müzakerelerin 2013 yılının Mayıs ayında Erbil’de gerçekleştirileceği yansımıştır. Öcalan’ın ayrı devlet ve demokratik özerklikten vazgeçmesi, Esed rejimine karşı Suriye’de işbirliği önermesi ve MİT mensuplarının Kandil’de terör örgütüyle gerçekleştirdiği görüşmeler olumlu bir hava meydana getirmişse de PKK/KCK’nın silah bırakmasına yönelik başlatılacak müzakere sürecinin olgunlaşması için daha fazla zamana ihtiyaç olduğu ifade edilebilir. Nitekim Öcalan’ın çözüme ilişkin tutumunun terör örgütünün lider kadrosu üzerindeki etkisi ile ilgili soru işaretleri bulunmaktadır. Öcalan silah bırakma adımı için irade gösterse de Kandil’in silah bırakmayı kabul edecek psikolojiye henüz girmediği gözlemlenmektedir. 3 Safhalı Müzakere Süreci Başarılı bir stratejik planlama dâhilinde terör örgütünün silah bırakmaya yönelmesi ile yürütülecek müzakereler üç safha olarak tasarlanabilir. Müzake230 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? relerin hassasiyeti göz önünde bulundurulduğunda sürecin zarar görmemesi için her safha kendi içinde değerlendirilmeli, gelecek safha(lar) için spekülasyonların önüne geçilmelidir. İlk safha ayrıntılı biçimde belirlenecekse de müteakip safhalar sadece ana hatlarıyla tespit edilmeli, sürecin selameti için gelecekte atılacak adımlar konuşulmamalı, yersiz beklentilere ve endişelere sebep olunmamalıdır. Terör örgütüyle müzakerelerde şeffaflık dengeli tutulmalıdır. Tamamen gizli kapılar ardında yürütülen faaliyet zararlı olabileceği gibi erkenden yapılan açıklamalar da görüşmelerden sonuç alınmasını olumsuz yönde etkileyebilir. Müzakerelerde üç aşama devam ederken Kürt meselesinin çözümüne yönelik demokratikleşme adımları sürdürülmeli, terör örgütünün her uygun hareketinde Türkiye de adım atmalı, sürecin kendi çözüm dinamiğini ortaya çıkarmasına imkân tanımalıdır. Birinci safhanın hedefi karşılıklı güvenin oluşturulmasıdır. Bu safhada terör örgütüne Türkiye sınırlarının dışına çekilmesi, eylemselliğini tamamen sona erdirmesi, KCK sistemi kapsamındaki bölücü faaliyetlerini ve hücre yapılanmasını durdurması için belirli bir süre verilmelidir. Bu safhanın en az 2-3 ay sürebileceği değerlendirilebilir. Terör örgütünün sınır dışına çekilmesi, eylemselliğinin sona ermesi ve KCK’nın bölücü faaliyetlerinin ve hücre yapılanmasının durması ile çözüm konusunda güven ve umut artacak, Türkiye’de terör örgütüne karşı tepkisellik nispeten azalacaktır. Örgüt mensuplarında çözüme ulaşılabileceği yönünde kanaat oluşacak, PKK/KCK’nın eylemleri olmasa da Türkiye’nin demokratikleşme istikametinde ve ekonomik dengesizliklerin giderilmesi için çaba sarf ettiği görülecektir. Birinci safhada Türkiye, terör örgütünün Türkiye sınırlarının dışına çekilmesi, eylemselliğini sona erdirmesi, KCK sistemi kapsamındaki bölücü faaliyetlerini ve hücre yapılanmasını durdurmasına mukabele etmeli, ikinci ve üçüncü safhada atacağı adımlar için gerekli hukuki reformları gerçekleştirmelidir. Bu safha kapsamında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, silah bırakan örgüt militanlarının cezalarının indirimli olarak infazı ve denetimli serbestlik sürelerinin tespitine yönelik hukuki düzenlemeler tasarlanmalı, örgütün liderlik kadrosunun yurtdışında ikamet edebilmesi için hazırlık yapılmalıdır. Böylece terör örgütüne müzakereden sonuç alındığı mesajı verilmiş olacak, ikinci safha için gerekli güven ortamı ve elverişli zemin ortaya çıkabilecektir. 231 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm İkinci safhanın hedefi terör örgütünün silahsızlandırılmasıdır. Birinci safhada güven oluşturulmuşsa ikinci safhada terör örgütünün silah bırakması aşamasına geçilebilir. PKK/KCK’nın silah bırakması teşkil edilecek bir heyet müşahedesinde gerçekleştirilebilir. Bırakılan silahlar imha edilmelidir. İkinci safhada terör örgütünün silahlarını bırakması ile birlikte Öcalan’a normal hükümlü uygulaması başlatılabilir. Öcalan böylece sıradan mahkûmların yararlandığı haklardan yararlanmaya başlayabilir. Yine bu safhada güven mesajı vermek için AB Yerel Yönetimler Şartı’na konulan çekinceler kaldırılabilir. Silah bırakma işleminin ardından terör örgütü mensupları arasından silahlı eylemlere katılmayanların süratle topluma kazandırılması için gerekli çalışmalar başlatılmalıdır. Terör örgütü içinde uyruğu diğer ülkelere ait militanların da kendi ülkelerinde topluma kazandırılması için bu devletlerle koordinasyon sağlanmalıdır. Örgütteki militanların yaklaşık üçte birinin Suriye uyruklu olduğu göz önünde bulundurularak militanların topluma kazandırılması aşamasının Suriye ayağının problem doğurmaması için tedbir alınmalıdır. İkinci safhada terör örgütünün silah bırakması ile birlikte örgüt mensuplarının ceza ve denetimli serbestlik sürelerini düzenleyen kapsamlı bir kanun tasarısı hazırlanmalı, örgütün çözülmeye başlamasıyla da kanun çıkartılmalıdır. Türkiye’ye getirilen ve belirli bir suç işlemeyen örgüt mensupları için topluma kazandırma projeleri hazırlanmalı ve uygulanmalıdır. Diğer örgüt mensupları yaş düzeyi, silahlı eyleme katılıp katılmadığı ve herhangi bir ölüme sebep olup olmadığı göz önünde bulundurularak belirli cezalar alabilir. Bu cezalar belirli oranlarda düşürülebilir. Hazırlanan kanun kapsamında örgüt mensuplarının cezaları düşürülerek infaz edilebilir. Örgüt mensupları ardından denetimli serbestlik dönemine sokularak zorunlu bir rehabilitasyon süreciyle kademeli olarak topluma kazandırılmalıdır. İlgili kanunun, serbest bırakıldıktan sonra suç işleyenlerin daha önceki cezalarının da infazına imkân tanıyacak şekilde düzenlenmesi, örgüt mensuplarının tekrar teröre bulaşmalarını engelleyebilecek bir etki oluşturabilir. İkinci safhada terör örgütünün lider kadrolarının Türkiye’ye belirli bir süre (örn: 10-15 yıl) giriş yapamayacak şekilde başka bir ülkede ikamet etmesi için 232 PKK/KCK’yla Müzakere Nasıl Yürütülmelidir? gerekli şartlar hazırlanmalıdır. Örgütün lider kadrosunun kalacakları ülkelerde temel yaşam ihtiyaçlarının Türkiye tarafından karşılanması gibi bir uygulamaya gidilebilir. Lider kadronun farklı kaynaklardan destek arayışına girmemesi için temel yaşam ihtiyaçlarının Türkiye tarafından karşılanması faydalı olabilir. Yurtdışında ikamet ettirilen lider kadronun faaliyetleri denetlenmelidir. Lider kadronun gelecekte Türkiye’ye dönüşleri ise yurtdışında terörist faaliyetlerden uzak durmaları şartına bağlı olarak değerlendirilebilir. PKK/KCK’nın silah bırakması ve örgüt mensuplarının topluma kazandırılması sürecinin sağlıklı bir şekilde işlemesiyle Türkiye’de terörün tamamen sona ereceği üçüncü safha için gerekli zemin oluşacaktır. Üçüncü safhanın hedefi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının terörizmden kaynaklanan yaralarının sarılması, özgürlüklerin derinleştirilmesi ve ekonomik dengesizliklerin ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye devlet yapısını ademi merkeziyetçi çizgide geliştirerek, çağcıl bir demokrasiye terfi ederek ve toplumsal refahını adaletli bir şekilde artırarak süreci devam ettirmelidir. Üçüncü safhada çözüm yollarının konuşulması ve ulaşılacak en uygun sonuçların uygulamaya konması için uygun bir ortam ortaya çıkabilecektir. Barış ve güven ortamının oluşacağı üçüncü safhada nihai çözümün ayrıntılarının tartışılmasının daha isabetli olduğu değerlendirilmektedir. Bu ayrıntıların bugünden konuşulması sürece zarar verebilir. Sonuç Terör örgütüyle yürütülen görüşmeler sayesinde örgütün meşruiyet kazanacağı yönünde kamuoyunda bir tedirginlik vardır. Ancak Türkiye mevcut uygulamada dünyada terörle mücadele eden bütün devletlerin yaptığı gibi terör örgütüyle alt seviyedeki bürokratlar vasıtasıyla görüşmektedir. Örgütle yürütülen mevcut görüşmelerde Oslo sürecindeki gibi PKK/KCK’ya Türkiye’deki Kürtlerin temsilcisi sıfatı kazandırabilecek siyasi konular değil, sadece örgütün silah bırakması konuşulmaktadır. Dolayısıyla görüşmeler neticesinde terör örgütünün meşruiyet kazanacağı düşüncesinin sürecin muhtevasıyla bağdaşmadığı ve bu düşüncenin kamuoyunda yol açtığı endişelerin giderilebileceği ifade edilebilir. 233 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Hâlihazırda sürdürülen görüşmeler ve terör örgütünün silah bırakmasına yönelik başlatılacak müzakereler dikkatli bir stratejik planlama doğrultusunda icra edilmelidir. Zamanlama ve planlamadaki aksaklıklar sürece zarar vereceği gibi toplumda çözüme yönelik yeşeren ümidin kaybedilmesine ve toplumun moral-motivasyonunun zedelenmesine yol açabilir. Müzakerelerde bilgi kirliliği ve gelecek aşamalarla ilgili konuşulması da süreci akamete uğratabilecek dinamikler doğurabilir. Bu nedenle terör örgütüyle yürütülen görüşmeler ve Türkiye’nin çözüm istikametinde atacağı adımlar stratejik bir planlama dâhilinde yürütülürken dengeli bir şeffaflık içinde kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Görüşmelerin başarısız olması durumunda dahi bugüne dek gerek PKK/KCK gerekse DTK ve BDP tarafından görüşmeler için tek adres olarak gösterilen Öcalan’ın yegâne muhatap olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu durumda örgüt içinde Öcalan’ın liderliği konusunda bir ikilem ve anlaşmazlık meydana gelecek, çözüm sürecinin önündeki en büyük engelin terör örgütü olduğu belirginleşecektir. Sürecin terör örgütü içindeki anlaşmazlıklar neticesinde tıkanması ile örgüt kendi tabanının desteğini de kaybedecek ve halktan tamamen kopmuş olacaktır. Görüşmelerin başarılı olması ve terör örgütünün silah bırakma sürecine girmesi halinde ise örgüt içindeki bazı unsurların silahsızlanmaya karşı çıkacağı ve süreci sekteye uğratmaya çalışacağı dikkate alınmalıdır. Orta Doğu’da statükonun yeniden yapılandırıldığı bir dönemde terör örgütünün küresel aktörler tarafından daha çok kullanılabileceği hesaba katılmalıdır. Suriye, Irak ve İran’dan “Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefiyle örgüte katılmış militanlar üzerinde Türkiye ile PKK/KCK arasında başlatılan bir sürecin ne ölçüde etkili olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye, bu nedenle başarılı bir müzakere sürecine rağmen terör örgütü içinde silah bırakma aşamasında ortaya çıkabilecek problemlere hazırlıklı olmalıdır. 234 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler ÇÖZÜM SÜRECİ: UMUTLAR, GERÇEKLER VE ÇELİŞKİLER* PKK/KCK terör örgütü “devrimci halk savaşı” hedefiyle 2012’yi final yılı ilan etmiş, Hakkâri bölgesinde devlet otoritesini ortadan kaldırmaya, Şemdinli ve Beytüşşebap’ta bayrak dikmeye teşebbüs etmiştir. Terör örgütü, Orta Doğu’da Arap Baharı’nın yaşandığı bu dönemde dünya kamuoyuna Türkiye’de “Kürt baharı” olduğu yönünde bir izlenim vermeye çalışmıştır. Örgüt, başta Hakkari olmak üzere Güneydoğu’da kurtarılmış bölge(ler) oluşturmak için “vur kal” taktiğini uygulamaya başlamıştır. Ancak Türk Silahlı Kuvvetlerinin Şemdinli’deki başarılı mücadelesi ve akabindeki etkili operasyonları sonucunda 2012 yılı terör örgütü için hüsran yılı olmuştur. Jandarma kuvvetlerinin ve Emniyet teşkilatının KCK yapılanmasına yönelik kararlı operasyonları neticesinde ise 2013’te terör örgütünün çözüleceği yönünde değerlendirmeler yapılmaya başlanmıştır. Aynı dönemde PKK/KCK terör örgütünün ütopik talepleri nedeniyle çıkmaza giren görüşmeler, İmralı’da Abdullah Öcalan’la örgütün silah bırakmasına yönelik tekrar başlatılmıştır. Terör örgütüyle çok boyutlu mücadele sürdürülürken, İmralı’da görüşmelere devam edilmiş ve Türkiye’de terör sorununun çözüleceği yönünde iyimser bir hava meydana gelmiştir. PKK/KCK terör örgütünün silah bırakması amacıyla başlatılan çözüm süreci kapsamında BDP milletvekillerinin İmralı’yı ziyaret etmesine imkân tanınmıştır. Görüşmeler sürdürülürken, Paris’te aralarında PKK’nın kuruluşunda yer almış bir militanın da bulunduğu üç kadın terörist öldürülmüş, cinayetlerin Türkiye’deki çözüm sürecini sekteye uğratmak amacıyla gerçekleştirildiği iddiası öne çıkmıştır. BDP’li milletvekillerinin ikinci ziyaretinin ardından ise vekillerin Öcalan’la yaptığı görüşmeler basına sızdırılmış, görüşmelerde Öcalan’ın sürece ilişkin sarf ettiği cümleler ve kullandığı üslup kamuoyunda infiale yol açmıştır. Bu bölüm daha önce 16 Nisan 2013 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 235 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Ancak bütün olumsuz gelişmelere rağmen çözüm süreci sürdürülmüş, Türkiye kamuoyunda süreci destekleyen güçlü bir kitle ortaya çıkmıştır. Nitekim Öcalan’ın görüşme tutanaklarının basına sızdırılması ile çözüm sürecinin sabote edildiği ve durabileceği yönünde değerlendirmeler yapılmışsa da süreç devam etmiştir. BDP milletvekillerinin İmralı ziyaretinin ardından Öcalan’ın mektupları, BDP’ye ve BDP’liler aracılığıyla Kandil ve terör örgütünün Avrupa yapılanmasına gönderilmiştir. Öcalan’ın sürece ilişkin mesajını içeren mektubu 21 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında okunmuş, metin yaşanan olumsuz gelişmelere ve soru işaretlerine makul açıklamalar getirmiştir. Diyarbakır’daki Nevruz kutlaması çözüm sürecindeki müspet havaya zarar verebilecek uygulamalar içerse de, Öcalan’ın mesajı olarak okunan metin ile birlikte Türkiye’de terör sorununun çözüleceği yönünde beklentiler artmıştır. Öcalan’ın sınır dışına çekilecek teröristlerin silahlarını bırakarak çekilmesi için irade göstermesi, Kandil’e bu doğrultuda talimat vermesi ülke genelindeki çözüm beklentisini güçlendirmiştir. Çekilme süreci ile ilgili olarak ise Kandil’in Öcalan’ın çekilme talimatının yer aldığı mektubuna bazı tereddütlerle birlikte olumlu cevap verdiği basına yansımıştır. 14 Nisan 2013 tarihinde BDP’li heyet İmralı’yı beşinci kez ziyaret etmiş, Öcalan’ın sürecin ilerlemesine yönelik hazırladığı mesajının birkaç gün içinde kamuoyuna duyurulacağını açıklamıştır. Çözüm süreci kapsamında, hükümet tarafından sürecin ilerlemesine katkı sağlamak ve atılacak adımları topluma anlatmak için Türkiye’nin 7 bölgesinden her biri 8 üye ve bir başkandan oluşan 63 kişilik bir Akil İnsanlar topluluğunun oluşturulduğu ilan edilmiştir. Akil İnsanlar topluluğu ilk toplantısını Başbakan’ın katılımıyla 10 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirmiş ve çalışmalarına başlamıştır. Akil İnsanlar topluluğunun teşkilini müteakiben TBMM’de terör sorununun çözümüne yönelik sürecin bütün boyutlarıyla değerlendirilmesi, Meclis’in ve toplumun bilgilendirilmesi için yapılan araştırma komisyonu teklifi CHP ve MHP’nin sert muhalefetine rağmen kabul edilmiştir. 236 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler Süreçte Yeşeren Umutlar Gerçeklerle Örtüşüyor mu? Terör örgütlerinin silah bırakması ve militanların topluma kazandırılması için doğru bir stratejik planlama ve zamanlama dâhilinde müzakere seçeneğine başvurmak makul bir yöntemdir. Örgütü silah bırakmaya ikna edebilecek liderle bu konuda mutabakatın sağlandığı durumlarda müzakere seçeneğinin değerlendirmesi akılcı bir tercihtir. PKK/KCK terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan 1999’dan beri İmralı cezaevine tutuklu bulunmaktadır ve Öcalan’ın özerklik ve bağımsızlık fikirlerinden vazgeçtiği öne sürülmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin PKK/KCK terör örgütünü tasfiye etmeye yönelik başlattığı çözüm sürecine Öcalan’la görüşmelerle başlamasının isabetli bir hareket tarzı olduğu ifade edilebilir. Ancak Öcalan’la başlatılan görüşmelerle başlayan süreçte yaklaşık 30 yıllık bir çatışma döneminin sona ereceği yönündeki umutlar gerçeklerle birlikte değerlendirilmelidir. 2012 yılı sonlarından itibaren başlayan süreçte toplumda çözüm umutları artmış, “terörsüz bir Türkiye” beklentisi zirveye çıkmıştır. Toplumda PKK/ KCK terör örgütünün yurtdışına çıkacağı ve silah bırakacağı konuşulmaya başlanmış, sürecin başarıya ulaşabileceğine yönelik inanç gelişmiştir. Çözüm süreci ile birlikte kamuoyunda terör sorununun “bu sefer çözüleceği” görüşü hâkim olmuştur. Barış havası kamuoyunu tesiri altına almış, sürecin karşısında duranlar ve süreci eleştirenler barış düşmanı olarak gösterilmeye, kandan ve şehit cenazelerinden medet uman çıkarcı kişiler ve gruplar olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Barış ortamı güçlenirken toplumun farklı katmanlarında gerilim artmış, miting meydanlarında sürecin Türkiye’ye zarar vereceği öne sürülmüş, “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganları yükselmiştir. Üniversitelerde karşıt görüşlü gruplar arasında gerilim artmış, zaman zaman bu gerilim çatışmalara dönüşmüştür. Peki, gerçekten çözüm süreci olarak isimlendirilen bu süreçteki gelişmeler kamuoyuna hâkim olan iyimser hava kadar umut verici midir? Sürecin başında zikredilen ihtiyatlı iyimserlik hayalperestliğe mi dönüşmüştür? Sürece hâkim olan umut ve beklentiler, gerçeklerin fark edilmesini engellemekte midir? Sürecin nasıl gelişeceğini kestirebilmek için hangi emarelere dikkat 237 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm edilmesi gerekir? Süreçte riskler ve çelişkiler var mıdır? Bu soruların cevabı çözüm sürecinin nasıl gelişebileceğini değerlendirmek için önem arz etmektedir. Türkiye’nin ihtiyatlı iyimserliğini muhafaza ederken sürecin risklerini hesap ederek gerekli tedbirleri alması, çelişkileri gidermesi ve süreci başarıyla yürütmesi elzemdir. Habur’daki hayal kırıklığının bir kez daha yaşanmaması için gerçekçi değerlendirmeler ışığında gerekli tedbirler alınmalıdır. 1999 Tecrübesinden Çıkarılması Gereken Dersler Öcalan 16 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildikten sonraki dönemde PKK terör örgütüne şiddet eylemlerine son vererek sınır dışına çekilme talimatı vermiş, PKK militanları bu talimata riayet ederek Eylül 1999 döneminde çekilmeye başlamıştır. Öcalan böylece, yakalandıktan sonra Türkiye kamuoyunda kendisine karşı oluşabilecek öfkeyi yatıştırmayı ve olası bir idam cezasını engellemeyi hedeflemiştir. Öcalan’ın sınır dışına çekilme talimatı sayesinde PKK terör örgütünün kontrolden çıkarak ve radikal eylemlere yönelerek kendini tüketmesi önlenmiş, örgütün toparlanmasına ve siyasallaşmasına elverişli bir dönem elde edilmiştir. 1999’daki çekilme sürecinde PKK terör örgütü Türkiye sınırlarından tamamen çekilmemiş, örgüt mensubu silahlı militanların yaklaşık %30’u yurtiçinde bırakılmıştır. 1999’daki çekilme döneminde güvenlik güçleri örgütün saldırılarına cevap niteliğindeki birkaç temas dışında çekilen teröristlere topyekûn bir harekât düzenlememiş, PKK’lıların sınır dışına çıkmasına müsaade edilmiştir. Bu kapsamda BDP’lilerin 1999’daki sürece referansla çekilme sırasında 500’ün üzerinde teröristin etkisiz hale getirildiği yönündeki iddialarının gerçeği yansıtmadığı belirtilmelidir. 1999’da etkisiz hale getirilen terörist sayısı bütün yıla ait veriler dikkate alındığında yaklaşık 1000 civarındadır. Ancak bu sayının büyük oranı 1999 yılının Eylül ayına kadar güvenlik güçleri ile PKK terör örgütü arasında devam eden çatışma sürecine aittir. Çekilmenin gerçekleştiği Eylül ayında etkisiz hale getirilen terörist sayısı 50 civarındadır. Çekilmenin Ağustos ayından itibaren başladığı farz edilirse Ağustos ayında etkisiz hale getirilen terörist sayısı 150 civarındadır. 1999 yılında ölü olarak ele geçirilen 238 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler toplam terörist sayısının çekilmeden önceki yıllarla mukayese edildiğinde ise daha az olduğu görülmektedir.1 1999 sonrasındaki gelişmeler, terör örgütünün bütün silahlı unsurlarını Türkiye sınırları dışına tamamen çekmeden ve kesin silah bırakmadan netice alınamayacağını göstermiştir. Öcalan’ın yakalanmasıyla sınır dışına çekilen örgüt çözülme sürecine girmemiş, aksine toparlanıp güçlenerek daha büyük hedefler doğrultusunda faaliyet göstermeye başlamıştır. PKK terör örgütü, 2002’ten itibaren TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) adı altında, 2004’ten itibaren ise tek taraflı ateşkesi sona erdirdiğini beyan ederek şiddet eylemlerine geri dönmüştür. Örgüt ABD işgalinin Irak’ta yol açtığını otorite boşluğundan istifade ederek güçlenmiş, Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bir Kürdistan hedefiyle 2007’de KCK sistemini kurmuştur. 2007’den itibaren kendini KCK olarak tanımlayan terör örgütü demokratik açılım sürecinde operasyonların yavaşlatılmasıyla gerek şehirlerde gerekse kırsalda güçlenme fırsatı yakalamıştır. 1999’daki çekilme sürecinin ardından çözülme sürecine gireceği zannedilen PKK terör örgütü 2012’ye gelindiğinde Türkiye’ye karşı “devrimci halk savaşı” gerçekleştirmeyi planlayabilecek kadar özgüven sahibi olmuştur. Bu nedenle mevcut süreçten netice alınabilmesi için PKK/KCK terör örgütünün bütün silahlı unsurlarının Türkiye sınırları dışına tamamen çekilmesi, Kandil’deki dağ kadrosunun dağıtılması ve silahlara mutlak surette veda edilmesi zaruridir. Mevcut süreci 1999’daki süreçten daha karmaşık kılan unsur ise terör örgütünün KCK sistemi kapsamındaki faaliyetleridir. Örgütün KCK sistemi bünyesindeki Öz Savunma Birlikleri sürekli silah taşımamakta, üniforma giymemekte ve şehirlerde hücreler halinde müstakil eylemler yapabilecek şekilde eğitilmektedir. Mevcut çekilme sürecinde bu unsurların nasıl ele alınacağı belirsizliğini korumaktadır. 1 1990’lı yılların ikinci yarısında ölü olarak ele geçirilen terörist sayılarına ait veriler: 19953007, 1996-3063, 1997-2330, 1998-1583, 1999-1017, 2000-307. Bkz: TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu, (Ankara: TBMM, 13 Şubat 2013), 62. 239 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Süreçte Ortaya Çıkan Çelişkiler Çözüm sürecinin toplumda memnuniyetle karşılandığı ve büyük umutlar doğurduğu ifade edilebilir. Ancak süreçteki gelişmelere bakıldığında Başbakan’ın beyanatları ile terör örgütü lideri Öcalan’ın basına sızan BDP’lilerle görüşme tutanakları, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın ve Konsey üyesi Duran Kalkan’ın açıklamaları ve telsiz konuşmaları arasında farklar bulunduğu gözlenmektedir. Toplum genelinde çözüm sürecinin meydana getirdiği mutluluk ve beklentiler gerçeklerin görülmesini engellememeli, bu çelişkiler göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin gerçekleri akılcı ve bilimsel bir biçimde değerlendirip, ihtiyatlı iyimserliğini sürdürürken gerekli tedbirleri alması gerekmektedir. Başbakan’ın açıklamaları ve Öcalan’ın Nevruz’da okunan mektubunda ifade edilen yaklaşımla, Öcalan’ın basına sızan ifadeleri, Nevruz’un kutlanma biçimi, Karayılan’ın ve Kalkan’ın telsiz konuşmaları ve beyanatları arasındaki çelişkiler çözüm sürecinin birçok zorlukla karşılaşacağına işaret etmektedir. Başbakan Erdoğan’ın çözüm süreci ile ilgili yaptığı açıklamalar göz önünde bulundurulduğunda sürecin bütün olumsuzluklara rağmen sağlıklı işlediği ve terör örgütüne hiçbir taviz verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Başbakan, Kürt meselesinin çözümünün terör örgütü ile müzakere edilmeyeceğini, hâlihazırdaki sürecin amacının terör örgütüne silah bıraktırmak ve terör sorununu çözmek olduğunu beyan etmektedir. Başbakan Erdoğan, 29 Mart 2013 tarihinde katıldığı bir televizyon programında “Öcalan ne karşılığında silah bırakmaya davet ediliyor?” sorusuna, Öcalan’a ve terör örgütüne silah bırakma karşılığında hiçbir şey verilmeyeceğini, sadece İmralı cezaevinde Öcalan’ın kaldığı odadaki şartların iyileştirildiğini, daha fazlasının mümkün olmadığını ifade etmiş, Öcalan’a ev hapsinin söz konusu olmadığını vurgulamıştır. Başbakan, PKK/KCK terör örgütünün ve BDP’nin başkanlık sistemine destek vermesi karşılığında Güneydoğu’da özerk bir yönetime geçileceği doğrultusundaki iddiaların mesnetsiz olduğunu dile getirmiş, çözüm sürecinin tek gayesinin güven, istikrar ve milletin huzuru olduğunu kaydetmiştir.2 2 “Başbakan’dan ‘Öcalan’a Ev Hapsi’ Açıklaması,” Sabah, 30 Mart 2013. Erişim Tarihi: 6 Nisan 2013, http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/03/30/basbakandan-ocalana-ev-hapsi-aciklamasi. 240 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler Süreçteki çelişkilerin anlaşılması için Öcalan’ın çözüm sürecine ilişkin mesajının yer aldığı mektubundaki olumlu yaklaşımın da değerlendirilmesi gerekmektedir. Öcalan’ın Diyarbakır’daki Nevruz etkinliğinde okunan mektubu çözüm sürecindeki iyimser havaya katkı sağlamıştır. Okunan mektubun Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğunun kabul edebileceği bir çerçeve ihtiva etmesi ise Öcalan’ın metni tek başına yazmadığı yönünde bir algıya neden olmuştur. Metin incelendiğinde Ak Parti’nin görüşlerinin ve Ahmet Davutoğlu’nun vizyonunun mektuba yansıdığı fark edilmiş, mektubun Öcalan’la birlikte istihbarat görevlileri tarafından hazırlandığı yönündeki iddialar güçlenmiştir. Mektuptaki en önemli eksikliğin ise PKK/KCK terör örgütünün silah bırakmasından bahsedilmemesi olduğu belirtilmelidir. Terör örgütünün silah bırakmasına yönelik başlatıldığı ifade edilen çözüm sürecine ilişkin Öcalan’ın mesajında silah bırakmanın zikredilmemesi dikkat çekmiştir.3 Diyarbakır’da Nevruz’un kutlanma biçiminin ise Öcalan’ın mektubundaki üsluptan farklı olarak çözüm sürecinin ruhuna uygun olmadığı değerlendirilmektedir. Kutlamada katılımcılar genel olarak KCK bayrağı (yeşil zemin üzerindeki sarı güneşin ortasında kırmızı yıldız), PKK bayrağı, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bayrağı ve Öcalan posterleri taşımış, meydanda tek bir Türk bayrağı dalgalanmamış, İstiklal Marşı okunmamıştır. “Başkanım barışa da savaşa da hazırız” ve “Müzakereye de mücadeleye de hazırız” yazılı pankartların açıldığı kutlamada sahnenin arka planında “Öcalan’a Özgürlük, Kürtlere Statü” yazılı pankart kullanılmış, katılımcılar kutlama boyunca bu sloganı atmayı sürdürmüştür. Kutlama meydanında terör örgütü militanlarının kıyafetlerini giyen yüzleri kapalı kişiler yer almış, BDP Nevruz etkinliğini PKK/KCK terör örgütünün gövde gösterisine dönüştürmeye çalışmıştır. Diyarbakır’daki Nevruz kutlaması, Öcalan’ın PKK/KCK terör örgütünün lideri konumundan bütün Kürtlerin lideri konumuna getirilmesine ve terör örgütünün meşrulaştırılmasına hizmet edecek şekilde gerçekleştirilmiştir. 3 Namık Durukan, “İşte İmralı’daki Görüşmenin Tutanakları: Başarısızlık Ben Yokum,” Milliyet, 5 Mart 2013. Erişim Tarihi: 5 Nisan 2013, http://siyaset.milliyet.com.tr/iste-imrali-dakigorusmenin-tutanaklaribasarisizliktabenyokum/siyaset/siyasetdetay/28.02.2013/1674358/ default.htm. 241 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm BDP milletvekillerinin ikinci İmralı ziyaretinin ardından sızdırılan görüşme tutanaklarında, çözüm süreci kapsamında terör örgütünün silah bırakacağı beklentisiyle ortaya çıkan iyimser hava ile Öcalan’ın hedef ve beklentileri arasında önemli farklılıklar olduğu ortaya çıkmıştır. Tutanaklarda, kamuoyuna yansıdığı gibi Öcalan’ın hedeflerinden vazgeçmediği, KCK sistemini sürdürmek istediği, barış ve demokrasi söylemiyle hapishaneden çıkmaya yönelik bir strateji izlediği anlaşılmıştır. Öcalan, kendi stratejisinin başarılı olması durumunda hapishaneden çıkacağını, bütün KCK tutuklularının serbest kalacağını, Kürtlerin kendini yöneteceği bir idareye sahip olacağını, bu idari yapının parlamentosu olarak Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) esas alınabileceğini ifade etmiştir. Öcalan, görüşmede KCK’ya yönelik operasyonların isyan sebebi olduğunu, gerekirse Türkiye’ye karşı 50 bin kişi ile bir “halk savaşı” başlatabileceğini, örgütün sınır dışına çekilmesinin ise hükümetin beklediği gibi ve tek taraflı olmayacağını ve ancak meclis kararı ile gerçekleşebileceğini belirtmiştir. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın açıklamaları ve telsiz konuşmaları da süreçteki umut ve beklentilerle çelişmektedir. Terör örgütünün dağ kadrosunun fiili lideri konumunda olan Karayılan’ın çözüm süreci kapsamındaki açıklamaları, örgütün muhtemel hareket tarzı ve silah bırakmaya bakışını göstermesi açısından göz önünde bulundurulmalıdır. Karayılan süreçle ilgili yaptığı açıklamalarda terör örgütünün 23 Mart 2013 tarihinden itibaren ateşkes düzenine geçtiğini, örgütün “mücadele tarihindeki” en güçlü döneminde olduğunu, barışa da savaşa da hazır bulunduğunu ifade etmiştir. Karayılan, silahlı mücadelenin bütünüyle sona ermesinin zannedildiği kadar basit olmadığını, KCK tutukluları, siyasi partiler yasası, seçim barajı, terörle mücadele yasası, faili meçhuller, Uludere hadisesi gibi konularda “yol temizliğine” ihtiyaç olduğunu, Kürt meselesinin çözüme kavuşturulmasından sonra tüm teröristlerin ve terörist başının katılımıyla bir kongre düzenleneceğini ve ancak böyle bir kongrede silah bırakmanın gündeme geleceğini beyan etmiştir. Karayılan planlanan çekilme süreci ile ilgili olarak ise sınır dışına çekilmenin sonbahara kadar sarkabileceğini açıklamıştır. 242 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler Murat Karayılan, The New York Times gazetesinde 11 Nisan 2013 tarihinde yayımlanan söyleşisinde terör örgütünün savaşarak sonuç alabileceğine inandığını ve örgütün silah bırakmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir.4 Aynı tarihte El Cezire televizyonunda yayımlanan söyleşisinde ise terör örgütünün mevcut lider kadrosunun düşüncelerinin Öcalan’la aynı doğrultuda olsa da, örgütteki bütün yöneticileri arasında mutabakatın sağlanmasının zor olduğunu dile getirmiştir.5 Bu kapsamda KCK Yürütme Kurulu üyesi Duran Kalkan’ın 13 Nisan 2013 tarihinde terör örgütünün Avrupa’da yayın yapan televizyonu Sterk Tv’ye yaptığı açıklamaları da değerlendirilmelidir. Duran Kalkan, PKK/ KCK terör örgütünün çekilmek istemediğini, çekilmeye yönelik bir hazırlığın söz konusu olmadığını, örgütün hâlihazırda sadece ateşkes konumunda olduğunu, ancak savaşa da hazır bulunduğunu açıklamış, örgütteki yöneticilerin Öcalan’a özgürlük istediğini ilave etmiştir.6 Öcalan’ın basına sızan görüşmesi, Karayılan’ın ve Kalkan’ın açıklamaları, PKK/KCK terör örgütünün çözüm sürecini örgütün silah bırakmasına yönelik yürütülen bir süreç olarak görmediğine işaret etmektedir. Kandil’in fiili lideri konumundaki Karayılan, Türkiye’deki militanların silah bırakarak çekileceğini açıkladıktan sonra Öcalan’dan çekilme için ayrı bir talimat beklediğini ifade etmiştir. Karayılan, terör örgütünün yurtdışındaki unsurlarının silah bırakmasına yönelik ise bir açıklama yapmamıştır. Mevcut emareler dikkate alındığında, terör örgütünün yurtiçindeki unsurlarının bir kısmının silah bırakmasına rağmen büyük kısmının silahlarıyla birlikte gizlice Kuzey Irak’a geçebileceği ve burada yeniden teşkilatlanabileceği değerlendirilmektedir. Bu nedenle silahlı örgüt mensuplarının Türkiye sınırlarından tamamen ve silahsız çekilmesi yeterli değildir. 1999 sonrasındaki tecrübeler, çözüm sürecinin 4 Tim Arango, “Rebel Keeps Kurds’ Guns Close at Hand in Peace Talks With Turkey,” The New York Times, 11 Nisan 2013. Erişim Tarihi: 15 Nisan 2013, http://www.nytimes.com/2013/04/12/ world/middleeast/rebel-kurd-karayilan-defiant-in-turkish-talks.html?pagewanted=all. 5 Richard Hall, “Kurdish Rebels Prepare For Peace,” Al Jazeera, 11 Nisan 2013. Erişim Tarihi: 15 Nisan 2013, http://www.aljazeera.com/indepth/features/2013/04/2013411175654331966. html. 6 “Kalkan: Hâlihazırda Çekilme Pozisyonu Söz Konusu Değil,” Fırat News, 13 Nisan 2013. Erişim Tarihi: 15 Nisan 2013. http://www.firatnews.biz/news/guncel/kalkan-hali-hazirdacekilme-pozisyonu-soz-konusu-degil.htm. 243 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ilerlemesi için yurtdışındaki unsurların da kesin silah bırakması gerektiğini göstermektedir. Murat Karayılan’ın ve Duran Kalkan’ın açıklamaları diğer taraftan PKK/ KCK terör örgütünün çözüm sürecini Kürt meselesinin çözüm süreci gibi algıladığına, talep ve beklentilerini bu çerçevede belirlediğine işaret etmektedir. Terör örgütünün KCK sistemiyle planladığı devletleşme hedefi doğrultusunda Öcalan’ı bütün Kürtlerin lideri, örgütü ise bütün Kürtlerin temsilcisi konumuna getirmeye çalıştığı, bu nedenle Kürt meselesinin çözümünde yegâne muhatap kabul edilme ısrarının devam ettiği anlaşılmaktadır. Karayılan’ın ve Kalkan’ın açıklamaları, terör örgütünün çözüm sürecindeki hedefinin silah bırakmaktan ziyade Öcalan’ın serbest bırakılması olduğunu, süreç kapsamında eğitim ve teşkilatlanma faaliyetlerine ağırlık vererek toparlanmaya çalıştığını göstermektedir. Nitekim çekilme sürecinin 2013 yılının sonbahar dönemine kadar sarkması durumunda PKK/KCK terör örgütü, güvenlik güçlerinin operasyon yapmadığı uzun bir toparlanma dönemi elde edebilecektir. Terör Örgütünün Amaçları 2012 yaz döneminde PKK/KCK terör örgütü büyük bir darbe yemiş, bu darbenin ardından kış dönemine girilirken bir taraftan kış yığınağı yaptığı halde tekrar barış söylemine başvurmuştur. Terör örgütü, çözüm süreci başlatılırsa halkı istediği gibi yönlendirebileceğini ve 2013 yılı için hedeflediği “kıra dayalı şehir savaşı”nı7 gerçekleştirebileceğini hesap etmiş olabilir. Örgütün 2012 yılında verdiği ağır zayiatın ardından Güneydoğu’da belirli bölgelerde devlet otoritesini ortadan kaldırarak kendi otoritesini yerleştirmek gibi bir hedefi gerçekleştirmenin mümkün olmadığını idrak ettiği değerlendirilebilir. Bunun üzerin terör örgütünün Arap Baharı’ndan ilham alarak PKK/KCK’yı bir halk hareketi olarak göstermeyi, böylece terör örgütünü meşrulaştırmayı ve gerek iç kamuoyunda gerekse dünya kamuoyunda Öcalan’ı Kürtlerin lideri olarak göstermeyi amaçladığı ifade edilebilir. 7 Atilla Sandıklı, “PKK Terör Örgütünün 2013 Yılı Stratejisi: Kıra Dayalı Şehir Savaşı,” BİLGESAM, 19 Aralık 2012. Erişim Tarihi: 8 Nisan 2013, http://www.bilgesam.net/tr/index. php?option=com_content&view=article&id=2276:pkk-teroer-oerguetuenuen-2013-ylstratejisi-kra-dayal-ehir-sava&catid=122:analizler-guvenlik&Itemid=147. 244 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler Terör örgütünün, şehirdeki unsurlarına ve dağ kadrosuna yönelik operasyonların durdurulmasıyla ve KCK tutuklularının serbest bırakılmasıyla şehirlerdeki yapılanmasını kuvvetlendirmeyi hedeflediği dile getirilebilir. Örgüt, böylece kırsalda yığınak yaparken uzantıları sayesinde PKK/KCK’yı bir halk hareketi olarak göstermeye ve şehirlerde sivil itaatsizlik ve protesto gösterileri gibi silahsız kitlesel eylemler düzenlemeye başlayabilir. Nitekim terör örgütünün Türkiye’de PKK/KCK güdümünde bir özerklik düşüncesini yerleştirmek için kurduğu DTK ile Kürt meselesinin yanında işçi hakları, kadın hakları, çevre gibi konularda faaliyet göstermek üzere kurduğu HDK gibi oluşumları kullanarak daha geniş kitlelerin desteğini toplamaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Örgütün bundan sonraki süreçte kitlesel halk hareketlerini tahrik etmek maksadıyla şehirlerdeki unsurlarını eğitmeye ve örgütlemeye devam ettiği görülmektedir. PKK/KCK terör örgütünün, uzantıları ile birlikte Türkiye’deki süreci, Güney Afrika barış süreciyle ilişkilendirmeye, Mandela modelini gündemde tutmaya ve Öcalan’ın bu şekilde serbest bırakılması için gerekli siyasi ve psikolojik şartları hazırlamaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Terör örgütünün, Öcalan’ın konumu ile Güney Afrika’da hapishaneden çıkarak Cumhurbaşkanı olan Nelson Mandela arasında benzerlikler kurduğu, Öcalan’ı gerek iç kamuoyuna gerekse dünya kamuoyuna barış kahramanı olarak yansıtmaya çabaladığı görülmektedir. Güney Afrika’da başlatılan uluslararası kampanya ile Mandela’nın serbest bırakılması ve Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesi sağlanmıştır. PKK/KCK terör örgütü de Uluslararası Öcalan’a Özgürlük Girişimi, Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu, Öcalan’a Özgürlük İmza Kampanyası adları altında benzer bir kampanya ihdas etmiş, ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli platformlarda Öcalan’ın özgürlüğünü gündeme getirerek imza toplamaya ve destek sağlamaya başlamıştır. PKK/KCK terör örgütünün küresel ve bölgesel konjonktürdeki gelişmeleri de dikkate alarak çözüm sürecine yanaştığı değerlendirilmektedir. 1999 sonrası dönemde Irak’taki uzantısı PÇDK’yı, Suriye’deki kolu PYD’yi ve İran’da PJAK’ı kuran terör örgütü, Orta Doğu’daki bütün Kürtleri tek bir devlet çatısı altında toplamak gibi hayalî bir hedefle 2007’de KCK sistemini tesis etmiştir. 245 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Terör örgütü 2011’de İran’la anlaşarak sıklet merkezini Türkiye’ye kaydırmış, 2012’de Türkiye’de “devrimci halk savaşı” başlatmaya teşebbüs etmiş ve Suriye’deki yapılanması PYD üzerindeki etkinliğini artırmıştır. Terör örgütü 2013 yılında ise Türkiye’deki çözüm sürecini, sıklet merkezini Suriye’ye kaydırmaya yönelik bir fırsata dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Terör örgütü, Suriye’de Esed rejiminin sağladığı destekten ve iç savaşın yol açtığı otorite boşluğundan istifade ederek ülkenin kuzeyinde PYD üzerinden PKK/KCK güdümünde özerk bir yönetim kurmayı hedeflemektedir. Suriye’nin kuzeyinde eğitim kampları açan PYD’ye muhalefet eden aşiret liderlerini etkisiz hale getiren terör örgütü, hâlihazırda Kobani, Kamışlı ve Afrin gibi Kürtlerin ikamet ettiği bölgelerde etkilidir. Yakın gelecekte İran’a yönelik bir müdahale durumunda ise örgütün sıklet merkezini bu ülkede Kürtlerin yoğun biçimde yaşadığı bölgelere kaydırabileceği değerlendirilmektedir. Sürecin Neticelerine İlişkin Senaryolar Çözüm sürecinin nasıl gelişeceği Öcalan’ın Nevruz’da okunan mektubu, Diyarbakır’daki Nevruz kutlamasındaki uygulamalar, Öcalan’ın basına sızan görüşmeleri ve KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın telsiz konuşmaları ve açıklamaları göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Öcalan’ın mektubu büyük ölçüde Türkiye optimalini yansıtmaktadır ve kabul edilebilir bir metindir. Ancak mektupta silah bırakmaktan bahsedilmemesi en önemli eksikliktir. Diyarbakır’daki Nevruz kutlaması, çözüm sürecinin ruhuna aykırı uygulamalara sahne olmuştur. Kutlamada okunan mektuptaki yaklaşım ile etkinlik meydanındaki görüntüler birbiriyle çelişmiştir. Öcalan’ın basına sızan görüşmeleri, Murat Karayılan’ın telsiz konuşmaları ve açıklamaları ise dağ kadrosunun silah bırakmayı henüz düşünmediğini göstermekte, terör örgütünün Öcalan’ın serbest bırakılması ve çözüm süreci kapsamında kazanımlarını artırma çabası içine olduğuna işaret etmektedir. Öcalan’ın basına sızan görüşmeleri, Karayılan’ın telsiz konuşmaları ve açıklamalarından hareketle terör örgütünün çekilme ile birlikte Türkiye’deki bölücü faaliyetlerini daha etkili sivil girişimlerle takviye edeceği, Suriye’de PKK/KCK güdümünde özerk bir yönetim kurmaya çalışacağı, daha sonra 246 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler ise İran’daki faaliyetlerine ağırlık vereceği değerlendirilebilir. Türkiye’deki mevcut çözüm sürecinin hedefi PKK/KCK terör örgütünün silah bırakması ve dağdaki silahlı kadronun dağıtılmasıdır. Bu nedenle çözüm sürecinin olumlu ve olumsuz sonuçlanması büyük ölçüde terör örgütünün dağ kadrosunun hareket tarzına bağlıdır. Sürecin başarılı olması için Kandil’in çekilme sürecine riayet etmesi ve silah bırakmayı kabul etmesi gerekmektedir. Kandil’in çekilme sürecine karşı çıkması ve silahlanmaya yanaşmaması ise mevcut çözüm girişimini başarısız kılacaktır. Kandil’in çözüm sürecine riayet edeceğini ilan etmesi ancak uygulamada farklı hareket etmesi de ihtimal dâhilindedir. Çözüm sürecini başarılı kılmak ve sürecin doğuracağı tehlikeleri hesap etmek için Kandil’in muhtemel hareket tarzları göz önünde bulundurulmalı, gerekli tedbirler alınmalıdır. Çözüm sürecindeki iyimser hava ve çelişkiler birlikte değerlendirdiğinde süreçle ilgili Kandil’in hareket tarzına ilişkin üç farklı senaryodan bahsedilebilir. Birinci senaryo iyimser bir senaryo olarak düşünülebilir. Bu senaryoya göre Kandil’deki dağ kadrosu “Öcalan liderimizdir” yaklaşımını benimser, Öcalan’ın çekilme talimatını ve müteakip taleplerini yerine getirir. Bu senaryonun gerçekleşmesi Türkiye kamuoyunda süreçle ilgili ortaya çıkan umut ve beklentilerin büyük ölçüde karşılanabileceği bir netice sağlayabilir. PKK/KCK terör örgütü çekilme takvimine riayet edip, silah bırakma aşamasına geçebilir. İkinci senaryo ise karamsar bir senaryo olarak tasarlanabilir. İkinci senaryoya göre Kandil, Öcalan’ın Nevruz etkinliğinde okunan mektubundaki ifadelerinin ve hükümetle mutabakata vardığı çekilme ve müteakip süreçleri, iktidar baskısıyla zorla kabul ettirilmiş talimatlar olarak değerlendirir. Kandil “Öcalan liderimizdir ama şu anda bu talimatlara göre hareket edemeyiz” yaklaşımını geliştirir, şehirlerde ve kırsalda terörizmle sonuç almaya çalışmaya devam eder. Üçüncü senaryo ise terör örgütünün söylemde barış-eylemde şiddet çelişkisi dikkate alınarak düşünülebilir. Üçüncü senaryoya göre Kandil, hem Öcalan’la hem de toplumdaki çözüm beklentisiyle karşı karşıya gelmemek için, “Öcalan liderimizdir” diyerek Öcalan’ın mektuplarındaki yaklaşımı onayladığını ve talimatlara riayet edeceğini beyan eder. Ancak uygulamada siyasi iktidarın 247 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ve Türk halkının kabul edemeyeceği talepleri ileri sürer, taleplerinin karşılanmaması halinde süreci provoke edebilecek eylemlere teşebbüs eder. Nisan ayının ikinci haftasından itibaren çeşitli üniversitelerde meydana gelen hadiselerde PKK/KCK terör örgütünün gençlik yapılanması DYG’nin (Devrimci Yurtsever Gençlik) rolü bu kapsamda örnek verilebilir. Üçüncü senaryoya göre terör örgütü, DTK, HDK ve müzahir sivil toplum kuruluşlarını kullanarak topluma “ne olursa olsun sorun çözülsün” şeklinde propaganda yaparak kazanımlarını artırmaya çalışabilir. Örgüt, süreç çıkmaza girince 2013 yılı için “planladığı kıra dayalı şehir savaşı” stratejisini uygulamaya yönelebilir. Üç senaryo birlikte değerlendirildiğinde ve mevcut gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda terör örgütünün geçmişteki hareket tarzı dikkate alınarak üçüncü senaryonun ağırlık kazandığı gözlemlenmektedir. Sonuç & Alınması Gereken Tedbirler Türkiye’nin PKK/KCK terör örgütü sorununu barışçıl yöntemlerle sona erdirmek amacıyla başlattığı çözüm süreci toplumda ciddi umut ve beklentiler doğurmuştur. Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır devam eden çatışma döneminin ardından terör örgütünün silah bırakacağı beklentisi oldukça iyimser bir kamuoyu meydana getirmiştir. Ortaya çıkan müspet havanın muhafaza edilmesi sürecin devamı için gereklidir. Ancak Türkiye, sürecin başarılı ilerlemesi için süreçteki çelişkileri aklıselimle değerlendirmeli, gerekli tedbirleri almalı, çözüm sürecinin Öcalan’ın serbest bırakılmasına ve terör örgütünün meşrulaşmasına hizmet etmesini engellemelidir. Sürecin hedefi terör örgütünün silah bırakmasıdır. Bu kapsamda PKK/KCK terör örgütünün ateşkes söylemi ihtiyatla karşılanmalıdır. Çözüm sürecinin ancak terör örgütünün Türkiye sınırlarından tamamen çekilmesi, kesin silah bırakması ve KCK sisteminin feshedilmesiyle gerçekleşeceği göz ardı edilmemelidir. Terör örgütü geçmişte toplam 8 defa tek taraflı ateşkes ilan etmiştir. Ancak örgütün bu dönemleri güvenlik güçlerinin operasyonları durdurması amacıyla başlattığı, toparlanmak ve güçlenmek maksadıyla değerlendirdiği ve tek taraflı ateşkes vaadini her seferinde sona erdirdikten sonra terörist saldırılarını artırdığı bilinmektedir. Nitekim güvenlik güçlerinden en çok şehit ve 248 Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler yaralının ateşkes dönemlerinin ardından verildiği görülmüş, örgütün bu dönemlerle birlikte terörist saldırılarını ve Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerindeki baskısını artırma fırsatı bulduğu gözlemlenmiştir. Dolayısıyla ateşkes dönemlerinin ardından ortaya çıkan bu sonuçların, ateşkes sırasında Türkiye’nin gerekli tedbirleri almamasının maliyeti olduğu ifade edilebilir. Bu kapsamda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın çözüm sürecindeki muhtemel bir başarısızlığa işaret ederek “iş tersine dönerse tekrar başladığımız noktaya geliriz”8 yaklaşımının eksik bir tespit olduğu değerlendirilebilir. Sürecin başarılı olmaması durumunda PKK/KCK terör örgütünün hedeflerine biraz daha yaklaşacağı değerlendirilmektedir. Öcalan’ın süreçte bütün Kürtlerin lideri gibi ön plana çıkarılması ve sürecin uluslararası ölçekteki yansımaları Türkiye’nin terörle haklı mücadelesine zarar verebilir. Öcalan’ın ve PKK/KCK terör örgütünün gerek iç kamuoyunda gerekse dünya kamuoyunda kısmen meşruiyet kazanmasına yol açabilir. Serbest bırakılan KCK üyeleri sayesinde terör örgütü 2013 yılı için hedeflediği “kıra dayalı şehir savaşı” stratejisini uygulama fırsatı bulabilir. Türkiye, Öcalan’ın serbest bırakılması konusunda uluslararası baskıya maruz bırakılabilir. Hâlihazırda sadece DHKPC terör örgütüne yönelik operasyonlar sürdürülmektedir. Ateşkes uygulaması kapsamında güvenlik güçlerinin PKK/KCK terör örgütüne yönelik ise kırsalda veya şehirde herhangi bir operasyon yapmadığı gözlenmektedir. Terör örgütüne yönelik operasyonların çekilme süreci kapsamında geçici olarak durdurulması anlaşılabilirse de uzun süre operasyon yapılmamasının yanlış bir uygulama olduğu ve geçmişte yol açtığı problemler hatırlanmalıdır. Çözüm süreci, terör örgütünün serbest bırakılan sanıklarla birlikte KCK sistemini yeniden yapılandırdığı, Kandil’deki varlığını güçlendirdiği ve 2012’deki hezimetin ardından moral-motivasyonunu tekrar sağladığı bir döneme dönüşmemelidir. Örgüt militanlarının silah bırakarak çekilmesinin en uygun yöntem olduğu değerlendirilmektedir. Terör örgütünün Türkiye’den çekilme süreci MİT’in 8 Bülent Arınç’ın katıldığı Moderatör Haftasonu Programı, Kanal 24, 7 Nisan 2013. Erişim Tarihi: 9 Nisan 2013, http://www.yirmidort.tv/bulent-arinc-24te-video,2496.html. 249 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm denetiminde gerçekleştirilmelidir. Örgütün Türkiye sınırları dışına tamamen çekilmesi MİT’in gözetimi ile teminat altına alınmalı, 1999’daki gibi örgütün bazı unsurlarını yurtiçinde bırakması engellenmelidir. Terör örgütünün her bölgede kırsalda 10 kişilik timler bırakarak çekileceği öne sürülmektedir. Bu timlerin yurtiçinde bırakılmasına müsaade edilmemelidir. Örgütün KCK yapılanması bünyesinde şehirlerdeki silahlı unsurları da mutlaka çekilme kapsamına dâhil edilmelidir. Çekilme sürecini, kesin silah bırakma aşaması takip etmelidir. Sadece çekilme ile sınırlı bir süreç veya çekilme aşamasının uzaması terör örgütüne sıklet merkezini Suriye’ye, daha sonra ise İran’a kaydıracağı zamanı kazandırabilir. Silah bırakma aşamasında ise dağdaki militanların tamamen silah bırakması gerçekleşmeyebilir. Terör örgütü KCK sistemi bünyesindeki silahlı unsurlarını muhafaza etmeye ve dağ kadrosunun silah bırakma aşamasını uzun bir döneme genişleterek bölgesel konjonktüre göre kararını gözden geçirmeye çalışabilir. Türkiye bu nedenle barışçıl yöntemlerle çözüm doğrultusunda irade gösterirken gerek şehirlerde gerekse kırsalda PKK/KCK terör örgütüne karşı güvenlik tedbirlerini gevşetmemelidir. Çözüm süreci büyük ölçüde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan tarafından yürütülmektedir. Sonuçlar hesap edilerek değerlendirildiğinde sürecin sadece iki yetkili tarafından yönetilmesi önemli riskler doğurabilir. Sürecin başarılı olması, gerek Başbakan Erdoğan’ın gerekse MİT Müsteşarı Fidan’ın ön plana çıkmasına imkân tanıyacaktır. Sürecin akim kalması ise hem Başbakan’ın hem de MİT Müsteşarı’nın yıpranmasına yol açabilecek gelişmeler doğurabilir. 250 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? ÇÖZÜM SÜRECİ NEREYE GİDİYOR?* Çözüm sürecinde silahlı militanların Türkiye sınırları dışına çekilmesi şeklinde belirlenen ilk aşamada PKK/KCK terör örgütü, geri çekilme taahhüdünü yerine getirmemesine rağmen hükümeti gerekli adımları atmamakla itham ederek 9 Eylül 2013 tarihinde çekilmeyi durdurduğunu açıklamıştır. PKK/ KCK‘nın silahsızlandırılmasına ve militanların topluma kazandırılmasına yönelik İmralı’yla görüşmelerle başlatılan çözüm sürecinin, örgütün süreci istismar etme girişimi ve çekilmeyi durdurduğunu açıklaması ile çıkmaza girmeye başladığı gözlemlenmektedir. BDP heyetlerinin 3 Ocak 2013 tarihinde ilki gerçekleşen İmralı ziyaretleriyle gelişen çözüm sürecinde ülke kamuoyunda genel olarak olumlu bir beklenti meydana gelmiş, terör örgütünün silah bırakabileceği yönündeki kanaat güçlenmeye başlamıştır. İmralı’da yapılan ilk görüşmenin basına yansıyan tutanaklarında Öcalan’ın kullandığı ifadelere ve Diyarbakır’daki Nevruz kutlamasının terör örgütünün propagandasına dönüştürülmesine rağmen sürece yönelik iyimserlik sürdürülmüştür. Örgüt, Öcalan’ın Nevruz’da okunan mektubunun ardından 23 Mart’ta ateşkes dönemine girdiğini duyurmuş ve 8 Mayıs’tan itibaren geri çekilmenin başladığını beyan etmiştir. Başbakan Erdoğan’ın yurt sınırları içindeki teröristlerin silahlarını bırakarak çekilmesi talebine rağmen, örgüt mensuplarının silahlarıyla birlikte çekilmeye başlamasına müsaade edilmiştir. Kırsalda ve şehirde örgüte yönelik bütün operasyonlar durdurulmuş, KCK tutukluları büyük ölçüde tahliye edilmiş veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış ve geri çekilmeye başlayan örgüt mensuplarına müdahale edilmemiştir. 1999’dan beri İmralı cezaevinde tutuklu bulunan örgüt lideri Öcalan’la yürütülen görüşmeler, doğru bir stratejik planlama ve zamanlama şartıyla PKK/ KCK’nın silah bırakması için başvurulabilecek makul bir yöntemdir. Bu yön*Bu bölüm daha önce 9 Eylül 2013 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 251 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm temin sonuç vermesi ise Öcalan’ın açık biçimde örgüte silah bırakma çağrısı yapması ve Kandil’in bu çağrı doğrultusunda silah bırakmayı kabul ederek şehirlerde ve kırsaldaki silahlı varlığını tamamen sona erdirmesiyle mümkün görünmektedir. Öcalan’la görüşmelere dayalı icra edilen mevcut çözüm denemesinde sürecin başarısı büyük ölçüde örgütün Kandil bölgesindeki dağ kadrosunun hareket tarzına bağlıdır. Çözüm sürecinin başarılı olması ve sürecin doğuracağı olası tehlikelere karşı gerekli tedbirlerin geliştirilmesi için Kandil’in muhtemel hareket tarzları göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle çözüm süreci başlatılınca Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) olarak Kandil’in nasıl hareket edebileceğine ilişkin üç senaryo geliştirmiş, ihtiyatlı bir iyimserlik içinde süreçteki gelişmeleri bu senaryolar kapsamında analiz etmeye çalışmıştık.1 1. Gelişmeler Hangi Senaryoyu Doğruluyor? Çözüm sürecinde dağ kadrosunun muhtemel hareket tarzı ile ilgili geliştirdiğimiz birinci senaryo çözüm sürecine topyekûn karşı çıkan bakış açısı uyarınca karamsar niteliklidir. Birinci senaryoya göre Kandil, Öcalan’ın hapiste bulunduğunu ve Türkiye’nin kontrolünde olduğunu belirterek Nevruz’da okunan mesajının, çekilme ve müteakip talimatlarının siyasi iktidarın baskısıyla ortaya çıktığını değerlendirecektir. Bu senaryoya göre dağ kadrosu “Öcalan liderimizdir ama şu anda bu talimatlara göre hareket edemeyiz” yaklaşımıyla hareket edecek, terörizmle sonuç almaya devam edecektir. PKK/KCK’nın Öcalan’ın talimatlarına bağlı kalacağını duyurarak ateşkes ilan etmesi ve ateşkes dönemine (3 Temmuz ve 17 Temmuz’daki saldırılar dışında) bugüne kadar riayet etmesi bu senaryonun gerçekleşmediğini göstermiştir. İkinci senaryo Türkiye’de süreçle birlikte ortaya çıkan müspet beklentiler çerçevesinde iyimser niteliklidir. İkinci senaryoya göre Kandil’deki dağ kadrosu “Öcalan liderimizdir” yaklaşımıyla çekilme talimatına riayet edecek ve İmralı’nın müteakip talimatlarını yerine getirerek çözüme katkı sağlayacaktır. BDP heyetinin ilk İmralı ziyaretinden bugüne geçen sekiz aylık 1 Atilla Sandıklı,“Çözüm Süreci: Umutlar, Gerçekler ve Çelişkiler,” 16 Nisan 2013, BİLGESAM, http://bit.ly/17j1uWX 252 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? dönemde gözlemlenen gelişmeler ve örgütün çekilmeyi durdurduğunu açıklaması bu senaryonun gerçekleşmediğini gösteren emarelerdir. Üçüncü senaryoda ise Kandil, söylemde Öcalan’ın talimatlarına uyacağını ifade ederek çözüme karşı olmadığı izlenimi verecek ancak uygulamada örgütün mevcut hedefleri doğrultusunda hareket etmeye devam edecektir. Bu senaryoya göre Kandil’deki dağ kadrosu, bir taraftan “Öcalan liderimizdir” yaklaşımıyla çözüm sürecine bağlılığını beyan ederken diğer taraftan KCK sözleşmesinde belirtilen konfederal devlet yapılanmasına yönelik örgütlenme faaliyetlerini sürdürecek ve süreç çıkmaza girince dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisini gerçekleştirmeye teşebbüs edecektir. BİLGESAM’daki çalışmalarımız çerçevesinde çözüm sürecinin ilk aylarında Başbakan’ın ve terör örgütü yöneticilerinin açıklamalarıyla ortaya çıkan çelişkilerden hareketle üçüncü senaryonun ağırlık kazandığını tespit etmiş, örgütün muhtemelen üçüncü hareket tarzını benimseyeceğini öngörmüştük.2 Nitekim süreç kapsamında terör örgütünün kendi sorumluluklarını yerine getirmemesi, çekilme aşamasına riayet etmemesi, 9 Eylül 2013 tarihinden itibaren çekilmeyi durdurduğunu açıklaması ve elde ettiği serbestliği fırsata dönüştürmeye çalışması üçüncü senaryonun gerçekleşmekte olduğunu göstermektedir. Geri çekilme tamamlanmadığı halde gerek PKK/KCK gerekse BDP milletvekilleri yurt içindeki teröristlerin sınır dışına çekime sürecinin 1 Haziran 2013 tarihinde tamamlandığını öne sürerek Türkiye Cumhuriyeti devletini aldatmaya çalışmıştır. Terör örgütü süreç kapsamında kendi sorumluluğunu yerine getirmediği halde, örgüt yöneticileri hükümeti süreci çıkmaza sokmakla suçlamakta ve Türkiye’yi sürekli tehdit etmektedir. Örgüt, dünya kamuoyunda çözüm sürecini sona erdiren taraf olarak anılmamak için ölümlere yol açabilecek terörist saldırılara henüz yönelmemişse de diğer bütün eylemlere ve faaliyetlere devam etmektedir. Terör örgütünün bölgedeki uyuşturucu operasyonlarını engellemeye çalıştığı, baraj ve karakol inşaatlarının durdurulması için provokatif eylemler düzenlediği, şantiyeleri basarak adam kaçırdığı, işyerlerini ve iş makinelerini kundaklamaya devam ettiği basına yansımak2 A.g.e. 253 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm tadır. Örgütün süreç kapsamında bölge kırsalında çözüm çadırı, barış nöbeti çadırı, protesto yürüyüşleri, cenaze törenleri, dağ şenlikleri ve çeşitli kültürel etkinlikler adı altında propaganda amaçlı faaliyetler düzenlendiği, teröristlerin silahlarıyla birlikte bu faaliyetlere iştirak ettiği ve halkı yönlendirdiği görülmektedir. Terör örgütünün halkı bu faaliyetlere katılmaya zorladığı, esnaflara kepenk kapattırdığı ve faaliyetlere katılmak istemeyen vatandaşları ise tehdit ettiği bilinmektedir. PKK/KCK terör örgütünün çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da elde ettiği serbestliği sınır dışına çekilmek için değil bu bölgelerdeki devlet otoritesini ortadan kaldırmaya yönelik kullandığı, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisi doğrultusunda teşkilatlandığı ve hazırlık yaptığı gözlenmektedir. Bölgede yol keserek kimlik kontrolü yapan, sözde savunma ve asayiş birlikleri tesis eden, bölgedeki esnaf ve işadamlarından haraç toplamaya devam eden, vergi adı altında ihalelerden pay almaya çalışan ve bölgedeki vatandaşlar arasındaki ihtilafları KCK mahkemelerinde yargıya taşıyan terör örgütü, çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki varlığını giderek kamu otoritesine dönüştürmeye çalışmaktadır. Örgütün çözüm sürecinin sonunda bu bölgelerin PKK/KCK’ya devredileceği yönünde halka telkinde bulunduğu, halkı örgütle işbirliğine teşvik ettiği, kendisini destekleyen kesimleri silahlandırmaya başladığı, kurulacağını öne sürdüğü özerk bölgede istihdam vaadiyle gençleri ve çocukları dağa çıkardığı, korucuları tehdit ettiği ve güvenlik güçlerinin bölgeyi terk etmesi gerektiği yönünde söylemler geliştirdiği müşahede edilmektedir. Bütün bu emareler, terör örgütünün dağ kadrosunu güçlendirmeye çalıştığına, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” hazırlığı yaptığına ve bu süreci sivil itaatsizlik temalı kitlesel halk hareketleriyle başlatabileceğine işaret etmektedir. Nitekim terör örgütünün hâlihazırda 2013-2014 eğitim sezonuna yönelik kapsamlı bir sivil itaatsizlik uygulaması hazırlığı içinde olduğu, Kürt kökenli vatandaşlarımıza çocuklarını okula göndermemeleri için baskı yaptığı bilinmektedir. PKK/KCK terör örgütünün tehdit dolu açıklamalarına ve çözüm sürecini kendi stratejisi doğrultusunda fırsata dönüştürme girişimine rağmen sürecin medyada yeterince dengeli işlenmediği ve tartışılmadığı görülmektedir. “Ba254 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? rış dili” konusunda siyasi karar mercilerine yöneltilen eleştirilerin terör örgütü yöneticilerinin tehditkâr üslubuna yöneltilmemesi dikkat çekmektedir. Çözüm süreci sadece hükümetin atması gereken adımların gündemde kaldığı ancak terör örgütünün bölgedeki eylemlerinin, devletleşme faaliyetlerinin, silahlı kuvvetini ve militan sayısını artırma çabasının göz ardı edildiği bir sürece dönüşmektedir. Sürecin ilerlemesine katkı sağlamak amacıyla teşkil edilen Akil İnsanlar Heyetinin sonuç raporu da bu açıdan tenkit edilebilir. Heyetin hazırladığı raporda yer alan bütün talepler çözüm süreci kapsamında devletin atabileceği adımlara yönelik olarak hazırlanmıştır. Taleplerin sürecin muhatabı statüsündeki Öcalan’ın ve PKK/KCK terör örgütünün atması gereken adımları ihtiva etmemesi önemli bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir. 2. Örgütün Süreci Fırsata Dönüştürme Çabası PKK/KCK terör örgütü, çözüm süreci kapsamında ölümle sonuçlanabilecek silahlı eylemler dışında bütün faaliyetlerini aralıksız sürdürmekte, süreci demokratik özerklik taktik ara hedefi ve bağımsızlık nihai hedefi doğrultusunda fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır. Gezi Parkı olayları sonrasında terör örgütü içinde ve örgüte müzahir kesimde bağımsız bir Kürdistan kurulabileceği yönündeki beklentinin güçlendiği bilinmektedir. Diyarbakır’da terör örgütünün Demokratik Toplum Kongresi (DTK) üzerinden “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” adı altında gerçekleştirdiği toplantının sonuç bildirgesi, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bünyesindeki faaliyetleri, Kongra-Gel’in 9. Genel Kurulu’nda alınan kararlar, BDP’li milletvekillerinin ve KCK Yürütme Konseyi üyelerinin açıklamaları terör örgütünün bağımsızlık hedefinden vazgeçmediğini ve çözüm sürecini bu hedefe ulaşmak gayesiyle kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Dolayısıyla çözüm sürecinde ülke kamuoyunda terör örgütünün önce sınır dışına çekileceği, daha sonra silah bırakma aşamasına geçeceği yönündeki beklentiler mevcut gerçeklerle çelişmektedir. PKK/KCK terör örgütü, sınır dışına çekilme aşamasını zamana yaymakta ve silah bırakma aşamasına geçişi Türkiye’nin kabul etmeyeceği şartlara bağlamaktadır. Terör örgütü süreç kapsamında dağ kadrosunu kuvvetlendirmeye, halkı silahlandırmaya, KCK sistemini şehir 255 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm merkezlerinde kitlesel eylemler yapabilecek ve devletleşme safhasına geçebilecek düzeyde güçlendirmeye çalışmaktadır. Örgüt öncelikli olarak Kürt meselesinin çözümüne yönelik atılabilecek adımları değil Öcalan’ın serbest bırakılmasını, Suriye’nin kuzeyindeki PYD’nin konumunu tahkim etmeyi ve uluslararası düzeyde meşruiyet kazanmayı amaçlamaktadır. 2.1. Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı PKK/KCK azınlık konumundaki unsurların kaygı ve taleplerinin dile getirildiği bir platform oluşturarak kısa vadede özerkliğe geçiş aşamasında bu platformu kullanmak, uzun vadede ise yurt ve dünya kamuoyunu Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız Kürdistan fikrine hazırlamak maksadıyla 2011’de Türkiye’de Kürdistan Konferansı ve 2012’de Ortak Akılla Kolektif Birlik Toplantısı adı altında faaliyetler icra etmiştir. Örgüt çözüm sürecine rağmen bu toplantı serisini sürdürmüş, 16 Haziran 2013 tarihinde Gezi Parkı olaylarıyla aynı dönemde Diyarbakır’da “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” adı altına yeni bir toplantı gerçekleştirmiştir. Kuzey Irak için “Güney Kürdistan,” Suriye’nin kuzeyi ve İran’ın kuzeybatısı için “Kürdistan’ın parçaları” ifadelerini kullanan terör örgütünün bu konferansla birlikte Güneydoğu Anadolu bölgesi için “Kuzey Kürdistan” ifadesini tercih etmesi manidardır. Konferansın sonuç bildirgesinde Öcalan’a özgürlük talep edilmiş, “Kürdistan halklarının” kendi tercihleriyle özerklik, federasyon veya bağımsızlık gibi statülerini belirleme hakkına sahip olduğu ifade edilmiş, dünyadaki tüm uluslararası teşkilat ve devletlere PKK’yı terör örgütleri listelerinden çıkarma çağrısı yapılmıştır.3 2.2. Kongra-Gel 9. Genel Kurul Kararları Terör örgütü, çözüm süreci devam ederken KCK sisteminde öngörülen devlet yapısının sözde parlamentosu niteliğindeki Kongra-Gel’in 9. Genel Kurul toplantısını gerçekleştirmiş, toplantıda yeni stratejiler geliştirmiş ve kararlar almıştır. Avrupa ve diğer bölgelerden gelen yaklaşık 200 teröristin katılımıyla Kandil bölgesinde düzenlenen kurulda alınan kararlar, terör örgütünün 3 “Çözüm ve Birlik Manifestosu,” 18 Haziran 2013, Özgür Gündem, http://bit.ly/10qcIeS 256 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? gündeminde geri çekilme ve silah bırakma olmadığı, örgütün aksine yeni atılımlar içine girdiği ve konfederal devlet yapılanması hedefine yönelik mesafe almaya çalıştığına işaret etmektedir. 9. Genel Kurul kararları, Türkiye’nin karşısında silah bırakarak Kürt meselesinin çözümüne katkı sağlama eğilimli bir örgütten ziyade bağımsızlığını ilan etmek üzere hazırlık yapan bir devlet yapısı olduğu izlenimine yol açmıştır. Terör örgütü kurulda aldığı kararlarda, Orta Doğu’da konfederalizm hedefiyle Kürtlerin yaşadığı dört ülkede ilk etapta özerklik elde edilmesi gerektiğini ifade etmiş, silahlı kuvvetini ve “serhildan” adını verdiği sokak eylemlerini artıracağını, Öcalan’ın serbest bırakılması için başlatılan imza kampanyalarının güçlü bir şekilde sürdürüleceğini beyan etmiştir.4 Kongra-Gel Genel Kurulu kararlarında terör örgütü yurtiçindeki batılı şehirlere ve yurt dışına göç etmiş Kürtlere (KCK sözleşmesinde geçtiği üzere) “kendi anavatanına” dönüş çağrısı yapmış ve tüm uluslararası güçleri PKK’yı terör listelerinden çıkarmaya davet etmiştir. Örgüt, toplantının sonuç bildirgesi niteliğindeki kararlarda Türkiye’yi Kürtlere soykırım yapmakla suçlamış, 1925’te Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılması için hazırlanan Şark Islahat Planı adlı belgenin soykırım suç belgesi olduğunu iddia etmiş ve bu konuda uluslararası bir çalışma başlatacağını ilan etmiştir. Kurul kararlarında “Kürdistan’ın dört parçası”, “Kürdistani güçler”, “konfederalizm”, “özerklik” ve “özgür yaşamın inşası” gibi tercih edilen ifadeler terör örgütünde Orta Doğu’da kurmayı hedeflediği dört parçalı konfederal bağımsız Kürdistan romantizminin göstergesi niteliğindedir.5 9. Genel Kurul’da ayrıca KCK Yürütme Konseyi’ne eş başkanlık uygulaması getirilmiş, İran’a yakınlığıyla bilinen sertlik yanlısı Cemil Bayık ve Alevi kimliği ile öne çıkan Bese Hozat Konsey’in eş başkanları olarak belirlenmiştir. Cemil Bayık’ın Konsey eş başkanlığına getirilmesi terör örgütü üzerindeki İran etkisinin artabileceğine ve örgütün terörizmle sonuç alma eğiliminin devam edeceğine işaret etmektedir. Öcalan’ın Bese Hozat’ı eş başkanlığa getir4 “Kongra-Gel Genel Kurul Sonuç Bildirgesi Açıklandı,” 10 Temmuz 2013, FiratNews, http:// bit.ly/1a2Jqnt 5 A.g.e. 257 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm mesinin de Nevruz’da okunan mesajın örgüte müzahir Alevi kesim içinde yol açtığı rahatsızlığı giderme ve Batılı ülke kamuoylarında terör örgütünün kadın haklarına saygılı bir vizyona sahip olduğu izlenimi oluşturma maksadı taşıdığı değerlendirilmektedir. Murat Karayılan’ın Konsey başkanlığından alınarak (KCK sisteminin sözde silahlı kuvvetleri olarak teşkil edilen) Halk Savunma Güçleri’nin (HPG) başına getirilmesinde ise Öcalan’ın Karayılan’ın örgüt içinde öne çıkmasından rahatsız olmasının etkili olduğu tahmin edilmektedir. 2.3. Örgüt Geri Çekilip Silah Bırakacak mı? Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı adlı toplantının sonuç bildirgesi ve Kongra-Gel’in 9. Genel Kurulu’nda aldığı kararlar PKK/KCK terör örgütünün çözüm sürecini farklı algıladığını, bu süreçte sınır dışına çekilmek gibi bir amacı öncelikli olarak benimsemediğini göstermiştir. Mevcut çekilme aşamasında bu nedenle örgütün oldukça sınırlı düzeyde çekildiği 1999’daki sürecin tekerrür etme ihtimalinin kuvvetlendiği değerlendirilmektedir. Nitekim terör örgütü, 9 Eylül 2013 tarihinde sınır dışına çekilmenin durduğunu açıklamıştır. Hükümet yetkililerinin çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda terör örgütünün Türkiye sınırları içindeki silahlı militanlarının sadece %20 ’sini çektiğini, geri çekilen militanların ise çoğunluğunun hasta, kadın ve çatışmalarda zafiyet gösterebilecek teröristlerden oluştuğu ifade edilmiştir. Çözüm sürecinde ortaya çıkan müspet beklentilere rağmen ve Türkiye’nin örgüt mensuplarının silahlarıyla birlikte çekilmesine müsaade ettiği halde, terör örgütünün militanlarını büyük ölçüde yerinde tuttuğu ve bölgede gelecek vaatleriyle propaganda yaparak çocukları ve gençleri dağa çıkarmaya devam ettiği bilinmektedir. Çözüm sürecindeki gelişmeler bir bütün olarak dikkate alındığında PKK/KCK terör örgütünün silah bırakmak gibi bir amaç da taşımadığı doğrultusundaki görüş ağırlık kazanmaktadır. Murat Karayılan 25 Nisan 2013 tarihinde Kandil’de düzenlediği basın toplantısında ancak ilgili anayasa değişiklikleri gerçekleştikten ve başta Öcalan olmak üzere örgüt mensuplarının tamamının özgür olduğu bir süreçte KCK’nın silah bırakma kararı alacağını ifade etmiştir. Terör örgütünün silah bırakma safhasına geçişi, Kürt meselesinin çözü- 258 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? mü adı altında PKK/KCK’nın meşruiyet kazanmasına imkân tanıyacak anayasa değişiklikleri, Öcalan’ın cezaevinden çıkarılması, bölgedeki güvenlik güçlerinin ilk etapta işlevsiz kılınması, daha sonra geri çekilmesi, bölgede KCK sisteminin devlet otoritesi gibi hareket etmesine izin verilmesi ve bütün teröristlerin Türkiye sınırları içinde serbest kalarak siyasete girmesi gibi ütopik hedeflerle ilişkilendirdiği gözlemlenmektedir. Koruculuk sisteminin kaldırılmasını isteyen, ordu ve kolluk kuvvetleri bünyesindeki özel harekât birliklerinin lağvedilmesi, bölgedeki barajların, kalekolların inşasının durdurulması ve karakolların kapatılması gibi talepler sıralayan terör örgütü alenen Türkiye’nin bölgedeki egemenliğine son vermeyi hedeflemektedir. 2.4. Örgütün Silahlı Kuvvetini Artırma Girişimi Sınır dışına çekilme aşamasına riayet etmeyen ve silah bırakmaya yanaşmayan terör örgütünün çözüm sürecini silahlı kuvvetini artırmaya yönelik istismar ettiği gözlenmektedir. Terör örgütünün çözüm süreciyle birlikte elde ettiği serbestliği dağ kadrosundaki militan sayısının artırılmasına yönelik kullandığı, 1990’lı yılların başlarında olduğu gibi her evden bir militan çıkarma doğrultusunda hareket ettiği bilinmektedir. Örgüt mensupları bölgede silahlarıyla yerleşim yerlerinde dolaşabilmekte, gerek doğrudan gerekse sempatizan aileler yoluyla baskı ve propaganda ile halkı çocuklarını dağa göndermesi için ikna etmeye çalışmaktadır. PKK/KCK’ya müzahir ve BDP’ye oy veren aileleri ikna sürecinde örgüt tarafından kurulacağı iddia edilen özerk yönetimin kolluk kuvvetlerinde istihdam kaygısı öne çıkarken, çocuğunun terör örgütüne katılmasına rıza göstermeyen aileler ise silahlı militanlar karşısında çaresiz kalmaktadır. AK Parti Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu 2 Temmuz 2013 tarihinde çözüm sürecinin başlangıcından itibaren terör örgütünün yaklaşık 2,200 genci dağa çıkardığını ifade etmiştir.6 Siirt Valisi Ahmet Aydın da 23 Temmuz’da gazetecilere yaptığı açıklamada bölgede terör örgütüne katılımda ciddi artış olduğunu dile getirmiştir.7 6 “Galip Ensarioğlu: Geri Çekilenler, Yaşlı ve Hasta PKK’lılar,” Türkiye Gazetesi, 15 Temmuz 2013, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/53797.aspx 7 “Vali: PKK’ya Katılımda Ciddi Artış Var,” Aktif Haber, 23 Temmuz 2013, http://www. aktifhaber.com/vali-pkkya-katilimda-ciddi-artis-var-826674h.htm 259 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm Dağ kadrosunu yeni silah sistemleriyle teçhiz ve takviye eden terör örgütü, çözüm sürecinin sağladığı serbestlikle aynı zamanda Öz Savunma Birlikleri (ÖSB) adını verdiği silahlı hücre yapılanmalarına ağırlık vermeye başlamıştır. Örgütün bu kapsamda BDP teşkilat binalarında ve dağda verdiği eğitimlerle çok sayıda genci terörist eylemler yapabilecek şekilde eğittiği ve şehir merkezlerine yerleştirmeye başladığı bilinmektedir. 2.5. KCK Sisteminin Yeniden Tesisi ve Güçlendirilmesi Terör örgütünün çözüm sürecinde elini güçlendiren en önemli gelişmenin ise KCK tutuklularının tahliye edilmesi veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması olduğu ifade edilebilir. Van Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2011 yılında KCK’ nın PKK ile organik bağa sahip terörist bir yapılanma olduğu yönündeki kararı ve Yargıtay’ın 2012’de bu kararı onaylamasıyla KCK’ nın terör örgütü olduğu tescil edilmiştir.8 KCK operasyonlarının terörle mücadeledeki kritik işlevi siyasi ve güvenlik bürokrasisinden yetkililer tarafından değişik vesilelerle vurgulanmış, Türkiye’nin kendi sınırları içinde paralel bir devlet yapılanmasına müsaade etmeyeceği konusunda mutabakat sağlanmıştı.9 Güvenlik güçlerinin 2011 yılından itibaren KCK/TM İstanbul Kent Meclisi, KCK Siyaset Akademisi ve Öcalan-KCK Yürütme Konseyi arasındaki talimat akışını koordine eden Önderlik Komitesi’ne yönelik gerçekleştirdiği başarılı operasyonlar, terör örgütünün kırsal alanlar ile kent merkezleri arasındaki bağlantısını sekteye uğratmış, örgütün batıdaki büyük şehirlerde planladığı onlarca bombalama eyleminin önüne geçilmişti. Örgütün İstanbul’da araç kundaklama ve molotof atma gibi gençleri kitleler halinde sokaklara dökerek gerçekleştirdiği şiddet eylemlerini organize eden KCK/TM İstanbul Kent Meclisi’nin, örgüte kadro yetiştirmek üzere BDP teşkilat binalarında siyasi ve askeri eğitim veren KCK Siyaset Akademisi’nin ve avukatlardan oluşan KCK 8 “Yargıtay Onadı: KCK Silahlı Terör Örgütü,” Sabah Gazetesi, 21 Şubat 2012, http://www. sabah.com.tr/Gundem/2012/02/21/yargitay-onadi-kck-silahli-teror-orgutu 9 Nuh Albayrak, “Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’le Röportaj: Lider Kadronun Peşindeyiz,” Türkiye Gazetesi, 26 Eylül 2012, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/ a550284.aspx, Yalçın Akdoğan, “PKK Ne Yapmaya Çalışıyor,” Star Gazetesi, 13 Ağustos 2012, http://haber.stargazete.com/yazar/pkk-ne-yapmaya-calisiyor/yazi-663768 260 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? Önderlik Komitesi üyelerinin tutuklanması, terör örgütünün dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisini imkânsız kılmıştır. Çözüm sürecinde tutukluların serbest bırakılmasıyla terör örgütünün KCK sistemini güçlendirmeye ve Türkiye genelinde Kürt kökenli vatandaşlar üzerinde tekrar baskı kurmaya başladığı görülmektedir. Terör örgütü, KCK sistemini yeniden inşa ederek devletleşme safhasına geçişte kurumlarına işlerlik kazandırmakta, kırsaldaki unsurlarıyla şehirlerdeki unsurları arasındaki irtibatı kuvvetlendirmekte ve şehirlerde kitlesel eylemler gerçekleştirebilecek örgüt altyapısını tesis etmektedir. Terör örgütü hâlihazırda KCK sisteminde ulaştığı mevcut örgütlenme düzeyini göz önünde bulundurarak Türkiye’ye karşı “devrimci halk savaşı” stratejisini uygulayabileceğine kanaat getirmekte, örgüt yöneticileri bu özgüvenle tehdit dolu açıklamalar yapabilmektedir. 2.6. Öcalan’ın Konumunun Güçlendirilmesi ve Serbest Bırakılması PKK/KCK terör örgütü Öcalan’ın konumunun güçlendirilmesi ve serbest bırakılması hedeflerini çözüm sürecindeki öncelikli gündemi olarak belirlemiş, “Öcalan’sız barış olmaz” sloganıyla bu hedeflere yönelik profesyonel ve kapsamlı bir kampanya başlatmıştır. Daha önce cezaevlerindeki tutuklu PKK’lıları açlık grevine sokarak Öcalan’ın özgürlüğünü gündeme getiren terör örgütü, çözüm süreciyle birlikte Öcalan’ı bütün Kürtlerin önderi statüsüne yükseltmeyi, dünya kamuoyuna “barış kahramanı” olarak takdim etmeyi ve başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere uluslararası teşkilatlar tarafından dikkate alınan bir lider haline getirmeyi planlamaktadır. Örgüt sürecin sona ermesi ve çatışmaların tekrar başlaması durumunda BM nezdinde Öcalan’ın muhatap konumuna getirilmesini, böylece terör örgütünün meşrulaştırılmasını ve sorunun uluslararasılaştırılmasını hedeflemektedir. Çözüm sürecinin ilk aylarında Güney Afrika barış sürecini ve “Mandela modelini” gündemde tutarak Öcalan’ın serbest bırakılması talebini dile getiren PKK/KCK terör örgütü, süreç ilerledikçe bu talebini açıkça ve daha sık ifade etmeye başlamıştır. Terör örgütü, Öcalan’ın serbest bırakılması projesini, yurtiçi ve yurtdışındaki siyasi ve sivil uzantılarının çalışmalarıyla uluslararası bir talebe dönüştürmeye, böylece Türkiye üzerinde bu konuda yakın gelecek261 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm te ciddi bir baskı oluşturmaya çalışmaktadır. Avrupa’da Öcalan’a Özgürlük Otobüs Seferleri ve alan etkinlikleri düzenleyen örgüt, Uluslararası Öcalan’a Özgürlük Girişimi, Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu ve Öcalan’a Özgürlük İmza Kampanyası gibi isimler adı altında ulusal ve uluslararası platformlarda Öcalan’ın serbest bırakılması için imza ve destek kampanyaları başlatmıştır. BDP milletvekillerinin ve terör örgütünün Avrupa’daki uzantılarının Öcalan’ın serbest bırakılması için çözüm süreci ile birlikte olağanüstü çaba gösterdiği, Avrupa’nın önde gelen şehirlerindeki üniversitelerinde stantlar açarak imza topladığı gözlenmektedir. İmza kampanyasının Kuzey Irak’ta da oldukça yaygın olduğu, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin parlamentosunda Neçirvan Barzani dâhil 100’e yakın milletvekilinin kampanyaya imza atarak destek verdiği görülmektedir. Terör örgütü, ayrıca Öcalan’ın Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesini sağlayarak Türkiye üzerinde belirgin bir baskı oluşturmayı hedeflemektedir. Örgütün özellikle Almanya’daki uzantısı niteliğinde faaliyet gösteren bazı derneklerin bu konu üzerine çalışmaları olduğu, bazı Avrupalı akademisyen ve yetkililerin referansıyla Norveç’teki Nobel Barış Komitesi’yle yazışmalar yaptığı bilinmektedir. ABD’de yayımlanan Time dergisinin (Sinn Fein lideri Gerry Adams’ın tanıtım yazısıyla) Abdullah Öcalan’ı dünyanın en etkili 100 ismi arasında göstermesinin bu döneme denk gelmesi ise düşündürücüdür. 2.7. Uluslararası Düzeyde Meşru Bir Örgüt Olma Hedefi PKK/KCK terör örgütü çözüm süreciyle birlikte Türkiye’de, Orta Doğu’daki bütün Kürtler nezdinde ve dünya kamuoyunda meşru bir aktör olmaya yönelik yaptığı çalışmaları hızlandırmıştır. Örgütün süreç kapsamında Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümüne katkı sağlayan ve barışı destekleyen bir aktör izlenimi vermeye ihtimam gösterdiği, düzenlediği son konferanslarda ve Kongra-Gel’in 9. Genel Kurulu’nda bütün ilgili uluslararası teşkilat ve devletlere PKK’yı terör listelerinden çıkarma çağrısı yaptığı görülmektedir. Rusya ve Çin’in terör örgütü olarak tanımadığı PKK/KCK Avrupa’da da oldukça rahat faaliyet göstermektedir. Kendisini 2007’den itibaren KCK olarak tanımlayan terör örgütü hâlihazırda KCK unvanıyla Avrupa ülkelerinde meşru bir 262 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? teşkilat olarak faaliyetlerini sürdürebilmektedir. Avrupa Birliği PKK’yı terör örgütü olarak kabul etse de, Avrupa ülkelerinin İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan teröristleri teslim ettiği, PKK’nın uzantısı niteliğindeki dernek ve vakıfların faaliyetlerini yasakladığı ve örgütün Avrupa’daki finansman tedarik faaliyetlerine müdahale ettiği oldukça nadirdir. Avrupa Birliği’nin son İlerleme Raporları’nda KCK tutuklamalarının eleştirilmesi de oldukça manidardır. Çözüm süreci dönemde Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Türkiye’nin üyelik süreci ile ilgili hazırlanan Türkiye İle İzleme Süreci Sonrası Diyalog Raporu’nda çözüm sürecinin desteklenmesi çağrısının yer aldığı paragrafta PKK/KCK terör örgütü militanları için “aktivist” ifadesi kullanılmıştır. Fransız sosyalist vekil Josette Durrieu tarafından hazırlanan rapora AKPM Genel Kurulu’nda sunulan değişiklik önergesiyle eklenen paragrafta Türkiye’den çekilen terör örgütü mensupları için “PKK aktivistleri” ifadesi tercih edilmiş, önerge Türkiye’den bazı milletvekillerinin de “evet” oyuyla kabul edilmiştir. Bütün bu gelişmeler, terör örgütünün belirli bir strateji doğrultusunda hareket ettiğini, 2013 yılı için tayin ettiği dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” ve Öcalan’ın serbest bırakılması hedeflerinden vazgeçmediğini ve bu hedeflerini gerçekleştirmek üzere çözüm sürecini istismar ettiğini göstermektedir. Kırdaki silahlı gücünü takviye eden, KCK yapılanmasını güçlendirerek devletleşme safhasına geçişi amaçlayan, şehirlerdeki hareket kabiliyetini kitleselleştirmeye çalışan terör örgütünün çekilme aşamasına riayet etmediği ve henüz silah bırakmaya yönelik emareler göstermediği gözlemlenmektedir. Bu şartlar altında PKK/KCK’nın hedefleri göz önünde bulundurulduğunda; mevcut çatışmasızlık ortamı terör sorununun sona ereceği yönünde bir beklenti oluştursa da Türkiye’yi gelecekte daha büyük problemlerle karşı karşıya bırakabilir. Nitekim geçmişte de terör örgütünün tek taraflı ateşkes ilan ettiği ve güvenlik güçlerinin operasyonları durdurduğu dönemler olmuş, ancak örgüt bu dönemleri toparlanmak amacıyla değerlendirmiş ve daha büyük hedeflerle yeni çatışma sürecini başlatmıştır. Güvenlik güçlerinin en çok kayıp verdiği dönemlerin çatışmasız geçen bu dönemleri takip etmesi tesadüf değildir. 263 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm 3. Örgütün Suriye’nin Kuzeyinde Devletleşme Teşebbüsü PKK/KCK çözüm sürecini Suriye’de örgüt lehine fiili bir durum meydana getirmeye yönelik istismar etmektedir. Suriye’deki iç savaş şartları dâhilinde Esed rejiminin terör örgütüne ülkenin kuzeyinde sağladığı serbestlik ve Türkiye’deki çözüm süreci PKK/KCK’nın PYD’yi Suriye Kürtleri üzerinde etkili bir aktöre dönüştürmesine hizmet etmiştir. Suriye’nin kuzeyinde artan faaliyetleri terör örgütünün çözüm sürecine Suriye’ye ağırlık vermek için girdiği, Türkiye’deki süreci Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız Kürdistan hedefine yönelik kullandığı yönündeki kanaatin güçlenmesini sağlamıştır. Terör örgütü, Türkiye’de dağa çıkardığı çocukları Irak’ın kuzeyi üzerinden Suriye’nin kuzeyine göndermekte ve bu bölgede PKK/KCK güdümünde tesis etmeye çalıştığı özerk yönetim amacıyla çatışmalara sokmaktadır. PKK/KCK, PYD üzerinden 2012 yılında Suriye’nin kuzeyinde özerklik ilan etmiştir. Örgütün Suriye’de iç savaş şartlarında ülkenin PYD yapılanmasını güçlendirerek devlet otoritesine dönüşmeye çalıştığı, bu ülkedeki Kürtler üzerinde tahakküm kurmaya çabaladığı basına yansımaktadır. Nitekim Ağustos ayı içinde Suriyeli Kürtlerin kitleler halinde ülkeyi terk etmeye başlamasında PYD’nin kendi otoritesini dikte etme girişiminin temel sebep olduğu gözlemlenmektedir. PKK/KCK terör örgütü, PYD’nin silahlı kolu olarak tesis ettiği Hakçı Koruma Birlikleri (YPG) çerçevesinde Suriye’nin kuzeyinde Efrin, Derik, Kamışlı, Kobani, Serekaniye ve Halep bölgelerinde toplam 8 eğitim kampı kurmuştur. Terör örgütü, “tugay” adı altına oluşturduğu bu kamplarda Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den getirdiği çocuk ve gençleri eğitmekte, Suriye’nin kuzeyini Kandil bölgesinden sonra ikinci daimi karargâhına dönüştürmektedir. PKK/ KCK terör örgütü ülkenin kuzeyindeki faaliyetleri neticesinde Türkiye’yi Suriye sınırı boyunca tehdit edebilecek bir yeteneğe kavuşmuş durumdadır. Esed rejimine bağlı kuvvetler, Özgür Suriye Ordusu karşısında kuzey bölgelerden geri çekilirken envanterindeki ağır silah sistemlerini, füze sistemlerini ve muharebe tanklarını terör örgütüne teslim etmiştir. Rejimin örgüte kimyasal silah verdiği ile ilgili iddialar da basına yansımıştır. Terör örgütünün Suriye’deki bu “kazanımlarını” gerek çözüm sürecinde elini güçlendirmek için gerekse süreç sona erdiğinde Türkiye’yi Suriye sınırında zora sokmak için kullanacağı değerlendirilmektedir. 264 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? PKK/KCK terör örgütünün Esed rejiminin desteğiyle Özgür Suriye Ordusu’na karşı savaşarak PYD’yi ülkenin kuzeyinde baskın konuma getirdiği süreci, “Rojava devrimi” adı altına Suriye Kürtlerinin hür iradesiyle gerçekleştirilen bir halk hareketi olarak Türkiye ve dünya kamuoyuna takdim ettiği görülmektedir. Örgüt PYD unvanıyla bu ülkedeki varlığının halkın desteğiyle mümkün olduğu yönünde propaganda yapmaktadır. Terör örgütünün Türkiye ve Avrupa’daki siyasi ve sivil uzantıları Suriye’nin kuzeyi için “Rojawa Kurdustan” (Batı Kürdistan) ifadesini kullanmakta, bu ifadenin yaygınlaşmasını sağlamaya çalışmaktadır. Örgüt böylece Suriye’nin kuzeyinin müstakbel konfederal devletin batı bölgesi olduğu algısını yerleştirmeye, bu algı üzerinden Türkiye ve dünya kamuoyunda bağımsız dört parçalı Kürdistan’ın fikri altyapısını inşa etmektedir. Türkiye’de özellikle BDP’nin bu konuda seferber olduğu, PYD propagandasına hız verdiği ve PYD’ye destek mitingleri düzenlediği gözlemlenmektedir. PYD üzerinden Suriye kuzeyinde elde ettiği fiili özerklik terör örgütü için önemli bir tecrübe ve itibar niteliğindedir. Terör örgütü PYD’yi özerk yönetim sıfatıyla diğer devletlerle ilişkiye sokmakta, Suriye’nin kuzeyindeki varlığını meşrulaştırmaktadır. Nitekim PYD’nin özerkliğine Esed rejiminin destek verdiği, İran ve İsrail’in ise sıcak baktığı bilinmektedir. Terör örgütü, hâlihazırda Suriye’nin kuzeyinde uygulamayı başardığı KCK projesini, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde, Irak’ın kuzeyinde ve İran’ın kuzeybatısında da uygulayabileceği bir yönetim modeli olarak dünya kamuoyuna takdim edebilecektir. Örgüt, PYD üzerinden böylece meşrulaşma sürecine girmeyi, KCK sözleşmesinde çerçevesini çizdiği konfederal devlet modelini hayata geçirmeyi hedeflemektedir. Türkiye’nin bu nedenle PYD’yi Suriyeli Kürtlerin temsilcisi sıfatıyla tanıması ve PYD ile meşru bir özerk yönetim statüsüyle işbirliğine girmesi, PKK/KCK terör örgütünün bu ülkedeki varlığına meşruiyet kazandıracaktır. Suriyeli Kürt aşiretleri arasında Esed rejimine muhalefet eden liderlere Muhaberat ile işbirliği içinde suikast düzenleyen, Kürtlerin rejim karşıtı protesto gösterilerini silahlı kuvvetle bastıran PYD, Suriyeli Kürtleri temsil etmemektedir. PYD, Suriyeli Kürtlerin hak ve özgürlükleri için değil Öcalan’ın ve KCK Yürütme Konseyi’nin talimatları doğrultusunda hareket 265 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm etmektedir. Bu açıdan PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde ilan ettiği özerk idari yapı, Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi ile mukayese edilmemelidir. 4. Çözüm Süreci ve Dünyadaki Diğer Örnekler Çözüm sürecine PKK/KCK’nın mukavemetini sürdürdüğü ve bölgesel konjonktürün örgütün güçlenmesine elverişli şartlar taşıdığı bir dönemde başlanmış olması dünyadaki benzer örneklerin yeterince incelenmediğini göstermektedir. Türkiye’deki terör sorununun çözümüne yönelik takip edilecek en uygun yöntemin tespitinde dünyadaki benzer terör örgütlerinin silah bırakma süreçleri daha dikkatli analiz edilmelidir. Mevcut çözüm sürecinin tasarımında kısmen İngiltere’nin Kuzey İrlanda tecrübesinin dikkate alındığı değerlendirilmektedir. İngiltere’nin IRA’yla mücadelesi, 1998’da başlatılan süreç neticesinde örgütün 2005’te silah bırakmasıyla sonuç vermiştir. Türkiye’deki çözüm sürecinde tatbik edilecek metodolojinin tayininde İngiltere deneyiminin ihtiva ettiği uygulamalar doğru okunmalıdır. Kürt meselesinin çözümüne yönelik adımlar atıldıkça ve sadece müzakereler yoluyla PKK/KCK’nın silah bırakmaya yöneleceği kanaati sağlıklı bir mukayeseye dayanmamaktadır. PKK/KCK’nın finansman ağı, silahlı kuvvet kabiliyeti, militan sayısı ve aldığı devlet desteği bakımından IRA’dan daha avantajlı bir konumda bulunduğu ve devletleşmeye teşebbüs edebilecek düzeyde örgütlü olduğu dikkate alınmalıdır. Diğer taraftan İngiltere’deki terör sorununda siyasi kanat konumundaki Sinn Fein’in silahlı kanat IRA’nın üzerinde nüfuz sahibi olduğu göz ardı edilmemelidir. PKK/KCK terör örgütü sorununda, İspanya’daki ETA ve Sri Lanka’daki LTTE örneğinde olduğu gibi siyasi kanat tamamen silahlı kanadın kontrolü altındadır. Türkiye’deki BDP ve aynı çizgide geçmişte faaliyet göstermiş partiler terör örgütünün sözcülüğünün ötesinde varlık gösterememiş ve farklı bir yaklaşımla çözüme hizmet edememiştir. Nitekim mevcut çözüm sürecinde de BDP’nin işlevi Öcalan’ın ve Kandil’in hedefleri doğrultusunda hareket etmekten ibarettir. İngiltere, IRA’nın silah bırakma kararı aldığı süreci -demokratikleşme ve sosyoekonomik adımların yanında- ABD’nin desteğiyle örgütü finansman kaynaklarından mahrum bırakarak ve güvenlik tedbirlerini sürdürerek ha266 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? zırlamıştır. İspanya 2011’de ETA’nın silah bırakmasına giden süreçte örgütü marjinalleştirmeyi başarmış, örgütün dış desteğini büyük ölçüde durdurarak, özelde Fransa genel olarak ise AB’nin desteğini arkasına alarak başarılı olmuştur. ETA’yı bütün uzantılarıyla birlikte yasaklayan ve örgütün siyasi kanadı Herri Batasuna’nın AB terör örgütleri listesine alınmasını sağlayan İspanya, güvenlik tedbirlerini ihmal etmeden ve örgütle ilişiği olan hiçbir oluşuma müsaade etmeden çözüme ulaşmıştır. Sri Lanka’nın LTTE terör örgütüyle mücadelesinde kaydettiği başarı da dış desteğin kesilmesine ve güvenlik tedbirlerinin aralıksız sürdürülmesiyle mümkün olmuştur. Sri Lanka devleti müzakere süreçlerini silahlı kuvvetini ve militan sayısını artırmaya yönelik kullanan LTTE’yi Çin ve Hindistan’ın desteğini alarak ve kesintisiz yürütülen operasyonlar sayesinde etkisiz hale getirmiştir. Gerek İngiltere’nin IRA ile gerekse İspanya’nın ETA ile belirli dönemlerde gerçekleştirdiği müzakere ve görüşmeler, bu örgütlerin meşruiyet kazanmaya başladığı ve devletleşme doğrultusunda hareket edebildiği şartlara yol açmamıştır. PKK/KCK ise çözüm süreci kapsamında Kandil’de Türkiye’den gazetecilerle basın toplantısı düzenleyebilmekte, KCK Yürütme Konseyi üyelerinin ve Avrupa’da mukim yönetici statüsündeki teröristlerin basına verdiği demeçlerle meşru bir siyasi parti gibi hareket etmektedir. Terör örgütü Orta Doğu’da “Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefiyle ihdas ettiği KCK sistemiyle devlet yapılanmasını inşa etmeye çalışmakta, çözüm sürecini bu istikamette kullanmaktadır. PKK/KCK’nın bu açıdan benzer barış süreçleri kapsamında Sri Lanka’daki LTTE ve Kolombiya’daki FARC gibi hareket ettiği, çözüm sürecini nihai hedefleri kapsamında fırsata dönüştürmeye çalıştığı görülmektedir. 5. Çıkmaza Girmekte Olan Süreç Nasıl Yönetilmelidir? Türkiye demokratikleşmede devamlılığı sağlamalı, terör örgütü talep ettiği için değil çağcıl demokrasiler düzeyinde çoğulcu bir sistem inşa etmek için reformlar sürdürülmelidir. Türkiye’de özgürlüklerin önünün açılması, demokratik reformların yapılması hiçbir şekilde çözüm süreciyle bağdaştırılmamalıdır. Türkiye gerek Kürt meselesinin çözümü kapsamında gerekse ülkedeki di- 267 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ğer unsurların sorunlarının giderilmesine yönelik atacağı adımları PKK/KCK terör örgütüyle pazarlık konusu yapmamalıdır. Temsilde adaleti, yönetimde istikrarı zedelemeyecek seviyede seçim barajının düşürülmesi ve anadilde eğitimin milli birlik ve beraberliği güçlendirecek şekilde sağlanması ile terör örgütünün istismar edeceği konu kalmayacaktır. Mevcut çözüm sürecinin muvaffak olması için terör örgütünün çekilme aşamasına tamamen riayet etmesi, bölgedeki genç ve çocukları dağa çıkarmaktan vazgeçmesi, KCK sözleşmesini ve sistemini feshetmesi, başta Öz Savunma Birlikleri olmak üzere KCK sistemi kapsamındaki bütün bölücü faaliyetlerini sona erdirerek özerklik ve bağımsızlık hedeflerini terk etmesi gerekmektedir. Ancak hâlihazırda terör örgütünün Orta Doğu’da konfederal bağımsız bir Kürdistan hedefinde ısrar ettiği, Suriye’de PYD sıfatıyla bu doğrultuda hareket ettiği ve çözüm sürecini bu hedef istikametinde suistimal etmeye gayret ettiği gözlemlenmektedir. Terör örgütü bu nedenle mevcut KCK sözleşmesindeki esaslar çerçevesinde, İran ve İsrail’in örgüte karşı değişen tutumu ve Suriye’deki gelişmelerle birlikte bölgede Türkiye’nin bütünlüğü açısından en önemli tehdit niteliğindedir. Mevcut KCK sözleşmesini ve yapılanmasını muhafaza ettiği ve silahlı varlığını devam ettirdiği sürece örgütün bu niteliği değişmeyecektir. Ülke birliğinin ve toprak bütünlüğünün muhafaza edilmesi, dünya kamuoyunda Türkiye’deki çözüm sürecini hangi tarafın sona erdirdiğine ilişkin algılardan ve seçim sonuçlarından daha önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin mevcut sınırları üzerindeki bekası, dünya kamuoyunun hangi gelişmeyi nasıl algıladığı yönündeki endişelerin ve yaklaşan seçimlerle ilgili hedeflerin üzerinde tutulmalıdır. Yakın tarihteki tecrübe, Türkiye’nin terör örgütüyle mücadelesinde dünyada zaten yalnız bırakıldığını göstermektedir. Türkiye’nin NATO bünyesindeki bazı Avrupalı müttefiklerinin terör örgütüne müzahir tutumu bu açıdan en belirgin örnektir. Kürt meselesinin çözümüne yönelik atılan pek çok adım karşılığında terör örgütünün şiddette ısrar etmesine ve uyuşturucu trafiğindeki işlevine rağmen, özellikle Avrupa kamuoyunda PKK/KCK’ya yönelik sempatinin ve desteğin devam ettiği görülmektedir. Hâlihazırdaki çözüm sürecinin terör örgütünün eylemleriyle son bulması 268 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? durumunda da bu sempatinin devam edeceği, örgüte bugüne kadar destek sağlayan Avrupalı devletlerin bu desteklerinden vazgeçeceği beklenmemelidir. Süreci sona erdiren taraf olma endişesi ve seçim kaygısı mülahazalarıyla PKK/KCK terör örgütünün Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden faaliyetlerine göz yumulmamalıdır. KCK’nın yeniden yapılanması ve örgütün KCK sözleşmesinde çerçevesi çizilen konfederal devlet modelini inşa teşebbüsüne seyirci kalınmamalıdır. Terör örgütünün çözüm sürecine rağmen bölgede 2000’in üzerinde genci dağa çıkararak silâhaltına alması, silahlı örgüt mensuplarının bölgedeki propaganda faaliyetleri, adam kaçırma ve kundaklama eylemleri karşısında tepkisiz kalınmamalıdır. Silahlı teröristlerin bölgedeki yerleşim merkezlerinde serbestçe dolaşması ve korucuları tehdit etmesi görmezden gelinmemelidir. Terör örgütünün yurtiçinde ve yurtdışında Öcalan’ın serbest bırakılması amacıyla başlattığı girişimler göz ardı edilmemelidir. PKK/KCK’nın bölgedeki eylemleri karşısında güvenlik güçlerinin operasyon talepleri valiliklerce geri çevrilmekte, örgüt mensupları sahip oldukları serbestliği Türkiye’nin bölgeyi terör örgütüne teslim ettiği şeklinde okumakta ve halka bu doğrultuda propaganda yapmaktadır. Çözüm süreci, silahlı terör örgütü militanlarının bölgede dokunulmaz konuma gelmesine hizmet etmemelidir. Terör örgütüne soğuk bakan bölge halkının silahlı örgüt mensupları karşısında yalnız kalmasının önüne geçilmelidir. Halkının güvenliğini sağlamak devletin temel sorumluluğudur ve çözüme hizmet etmesi umulan bir süreçteki olağanüstü şartlarda dahi bu sorumluluktan feragat mümkün değildir. Bu nedenle teröristlere süreç kapsamında sağlanan serbestlik çıkış güzergâhlarıyla sınırlandırılmalı, silah taşıyan militanların yerleşim bölgelerinde ve şenlik adı altındaki faaliyetlerde bulunması engellenmelidir. Çözüm sürecinde; Öcalan’ın fazlasıyla öne çıkarılması, terör örgütünün güçlenmesi, baskı ve şantajla Türkiye üzerinde baskı kurmaya çalışması, örgütün meşruiyet kazanma yolunda sınırlı da olsa mesafe kaydetmesi, PYD’nin Türk makamlarınca muhatap alınması ve terör örgütünün PYD vasıtasıyla Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler ve diğer unsurlar üzerinde hâkimiyet 269 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm tesis etme girişimi Türkiye’nin süreçteki inisiyatifi kaybetme ihtimaline işaret etmektedir. Çözüm sürecinde inisiyatif mutlak surette Türkiye’de kalmalıdır. İnisiyatifin Öcalan’a, KCK’ya, PYD’ye veya herhangi bir dış aktöre geçmesine izin verilmemelidir. Türkiye, PKK’nın Batılı ülkelerin terör örgütü listelerinden çıkarılmasına yönelik girişimlerini hassasiyetle takip etmeli, bu girişimlere karşı ilgili devletler nezdinde gerekli tedbirleri almalıdır. Ankara, profesyonel ve sistematik bir kampanya ile Türkiye’de Kürt meselesinin çözümüne yönelik atılan adımları ve KCK’nın ne olduğunu dünya kamuoyuna duyurabilmeli, bu amaca yönelik İngilizce başta olmak üzere dünyada en çok kullanılan dillerde yayın yapılmasını sağlamalıdır. Çözüm sürecinde terör örgütünün hareket tarzına bağlı olarak Türkiye’nin KCK’nın uluslararası terör örgütleri listelerine dâhil edilmesi için harekete geçmesi gerekebilir. Çekilme aşamasına riayet etmediği halde haziran ayında çekilmenin tamamlandığını beyan eden terör örgütü, 9 Eylül 2013 tarihinde ise çekilmeyi durdurduğunu açıklamıştır. Bu açıklama ile birlikte PKK/KCK’nın Türkiye sınırları içindeki silahlı varlığını sürdürmekte kararlı olduğu görülmüş ve örgütün çözüm sürecinin seyrini yurtiçindeki militanları yerlerinde tutarak yönlendirmeye çalışacağı anlaşılmıştır. Ateşkesin sürdüğünü ve çekilmenin durmasının sürecin sona erdiği anlamına gelmediğini beyan eden terör örgütü, böylece çözüm kapsamında yurtiçinde kendisine sağlanan serbestliğe süreklilik kazandırmaya çalışmaktadır. Ülke sınırları içinde silahlı bir gücün herhangi bir müdahale olmadan varlığını ve faaliyetlerini sürdürmesi ciddi bir devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır. PKK/KCK terör örgütüne sağlanan geçici serbestlik çekilme şartına bağlı istisnai bir uygulamadır. Çekilmenin gerçekleşmediği durumda terör örgütünün yurt sınırları dâhilinde silahlı varlığını ve faaliyetlerini devam ettirmesi Türkiye’nin devlet olma vasfı ile uyumlu değildir. Terör örgütünün yurtiçindeki silahlı varlığı ve KCK yapılanması kapsamındaki devletleşme faaliyetleri dikkate alındığında örgüt mensuplarının çekilmesinin tamamen durmasıyla çözüm sürecinin sürdürülebilir olmaktan çıkacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’nin kendi sınırları içinde ayrı bir devlet yapılanmasına müsaade etmesi veya bu yapılanma kapsamındaki faaliyetlerin 270 Çözüm Süreci Nereye Gidiyor? çözüm adına göz ardı edilmesi mümkün değildir. PKK/KCK’nın silahsızlandırılmasına yönelik ihdas edilen çözüm sürecinin terör örgütünün yurt sınırları içinde silahlı varlığını devam ettirerek ve mevcut devletleşme faaliyetleriyle birlikte yürütülmesi Türkiye’nin egemenliğine zarar verecektir. Hâlihazırda çatışmasız bir dönem bulunsa da, terör örgütünün geri çekilmediği bir süreç Türkiye’yi yakın zamanda büyük bir problemle karşı karşıya bırakabilir. Mevcut faaliyetlerinden kırsaldaki ve şehirdeki unsurlarına eşgüdüm kazandırarak dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” hazırlığı yaptığı anlaşılan terör örgütünün ilk etapta Gezi olayları benzeri kitlesel, yaygın ve uzun soluklu eylemler başlatabileceği beklenmektedir. Türkiye bu kapsamda gerekli istihbarat koordinasyonunu sağlayarak ve kapsamlı güvenlik tedbirleri geliştirerek teyakkuzu elden bırakmamalıdır. 271 Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci KÜRESEL VE BÖLGESEL ETKİLEŞİMDE ÇÖZÜM SÜRECİ* Çözüm süreci ile ilgili sorulara daha ikna edici cevaplar verebilmek için güvenlik kavramındaki gelişmelere bir göz atmak uygun olacaktır. Bu nedenle yapılacak analizlerde güvenlik kavramının boyutları ve coğrafi genişlemesi üzerinde durulacak, müteakiben çözüm süreci ile ilgili sorulara cevaplar aranacak ve muhtemel senaryolar üzerinde durularak alınması gereken tedbirler vurgulanacaktır. Güvenlik kavramı geçmiş dönemlerde sadece askeri güvenlik üzerinde durularak yorumlanmaktaydı ve güvenlik meselesi askere havale edilip çözülmeye çalışılmaktaydı. Ancak süreç içerisinde bu kavramın sadece askeri unsurları barındırmadığı; siyasi, ekonomik ve sosyokültürel konuların da güvenliğin ayrılmaz bir parçası olduğu görüldü. Günümüzde çevre faktörü de dâhil olmak üzere güvenlik kavramının boyutları genişlemiştir. Geçmişe dönüp bakıldığında Soğuk Savaş’ın bir sıcak savaş ile sona ermediği, tam tersi ekonomik ve siyasi gücün ön plana çıktığı bir mücadele sonucunda bittiği görülmektedir. Nitekim Soğuk Savaş sürecindeki güvenlik kavramı askeri unsurlar kadar siyasi, ekonomik ve sosyokültürel unsurların da önemini vurgulayan çarpıcı bir örnektir. Herhangi bir ülkenin güvenliği değerlendirilirken araştırmalar sadece o ülke odaklı kalırsa yapılan analizlerde yetersiz ve hatalı bilgi üretme ihtimali yükselir. Bunun başlıca sebebi güvenlik kavramının coğrafi olarak da genişlemesidir. Güvenliğin küresel, bölgesel, ülkesel, toplumsal ve bireysel olmak üzere birbirleriyle bağlantısı olan farklı uzantıları bulunmaktadır. Dolayısıyla sadece ülkesel güvenlik kavramını ele alarak politika önerileri sunup değerlendirme yapılırsa, diğer güvenlik kavramlarıyla olan etkileşim dikkate alınmamış olur. Akabinde de eksik bilgilerle eksik değerlendirme yapılır. Bu sebeplerden dolayıdır ki Kürt sorunu, günümüzde terör sorunu haline dönüşmüş ve çözüm *Bu bölüm Uluslararası Antalya Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci” başlıklı konuşmadan derlenmiş, daha önce 22 Mayıs 2013 tarihinde BİLGESAM internet sayfasında yayımlanmıştır. 273 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm süreci gündeme gelmiştir. PKK/KCK terör örgütü de dâhil olmak üzere dünya sistemindeki tüm sorunların çözümü için küresel değerlendirmeler doğru okunmalıdır. Bölgesel, ülkesel, toplumsal ve bireysel değerlendirmeler yapılarak sorun güvenlik açısından bütün boyutlarıyla değerlendirilmelidir. Türkiye hakkında çıkarımlarda bulunurken her zaman dış güçlerin etkisinden bahsedilmektedir. Fakat ülkemiz içerisindeki farklı etnik ve dini kimliklerin kendi güvenliklerini, özgürlüklerini, kültürel yapılarını geliştirme istek ve arzusunda olacakları, bunlar engellendiği zaman da potansiyel bir birikimden dolayı dış güçlerin bu unsurları kullanabileceği dikkate alınmamaktadır. Dolayısıyla dış güçlerden her bahsedildiğinde hatırlanması gereken konu, içerideki siyasi, ekonomik ve sosyokültürel zafiyetlerin buna elverişli ortam oluşturmasıdır. Soğuk Savaş’tan sonra sosyalist sistemin değerleri yenilgiye uğrayınca Orta Avrupa’da, Balkanlar’da, Orta Asya’da, Kafkaslar ve Orta Doğu’da yönetim ve güvenlik boşlukları oluşmuştur. Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” adıyla yazdığı tez ile birlikte Batılı değerlerin artık galip geldiği ve bu değerlerin dünyanın her coğrafyasında kabullenildiği belirtilmiştir. Bu kapsamda ABD’nin başını çektiği tek kutuplu dünya sistemi konuşulur olmuştur. Bugün ise tüm bu tartışmaların etkisini görmekteyiz. Mesela küreselleşmenin dinamikleri derken özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi aklımıza gelmektedir. Bu değerlerin farklı şekillerde tüm dünyaya yayıldığı açıktır. 2000’li yılların başında ABD’nin güvenlik stratejisinde Batılı değerlerin tüm dünyaya yayılmasının öneminden bahsedilmiştir. Güvenlik stratejisindeki en önemli kavramlar ise otoriter rejimlerin değiştirilmesi; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü kavramlarının yaygınlaştırılması olmuştur. Müteakiben dünyanın çeşitli bölgelerinde “kadife devrimler” gerçekleşmiştir. Farklı coğrafyalarda devrimler gerçekleşirken Orta Doğu bölgesinde boşluk oluşmuştur. Bu bölgenin hakları da özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisinin ülkeye yerleşmesi talebiyle otoriter rejimlere karşı direnmeye ve devrimler gerçekleştirmeye başlamıştır. 274 Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci Küresel aktörlerden bahsederken 11 Eylül saldırısının getirdiği etkileri göz ardı edemeyiz. Soğuk Savaş döneminde terörizm uluslararası siyaseti yönlendirmek için kullanılan önemli bir yöntemdi. Soğuk Savaş sonrasında terörizmin artık büyük güçleri tehdit eden bir unsur haline dönüşmesiyle beraber, uluslararası siyaseti yönlendiren büyük güçler uluslararası terörizmi sistemin dışına itmiştir. Artık terörizm desteğini yitirmiştir ve terörizmi destekleyen ülkelere de uluslararası sistemde baskılar uygulanmıştır. Günümüz dünya sisteminde terörizm “out” olmuş ve terörizmin yerini desteklenmesi meşru olan “halk ayaklanmaları” almıştır. Halk ayaklanmaları toplumları yönlendirmenin bir aracı olarak kullanılır olmuştur. Küresel boyuttan bölgesel boyuta indiğimizde Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber bölgesel güçlerin öneminin arttığını görmekteyiz. Soğuk Savaş döneminde bölgesel güçler, büyük güçlerin o bölgedeki bir oyuncusu durumundaydı. Soğuk Savaş sonrasında ise, bölgesel güçler etkinliklerini artırarak büyük güçlerin bölge hakkında danışacakları aktörler haline gelmiştir. İşte tüm bu gelişmeler sorunlu coğrafyanın ortasında bulunan Türkiye’nin cazibe merkezi haline gelmesine neden olmuştur. Türkiye, 2000’li yılların başında başlayan demokratikleşme hamleleri ile beraber gelinen süreçte bir cazibe merkezi haline dönüşmüş ve Orta Doğu bölgesinde örnek bir ülke seviyesini yakalamaya başlamıştır. AKP’nin bu konuda önemli bir rolü olmuştur. AKP döneminde eski Fransız dikte edici laiklik anlayışı değişmiş, yerini dini özgürce yaşama imkânı sağlayan laiklik anlayışı almıştır. Bu sayede sosyokültürel yapılardaki yakınlığın etkisiyle Türkiye Orta Doğu’da tesis edilecek yeni sistem için örnek devlet haline gelmiştir. Ortadoğu’da son zamanlarda önemli değişimler yaşanmaktadır. Tunus, Mısır, Libya ve son olarak Suriye’de halk ayaklanmaları gerçekleşmiştir. Rejimlerin meşruiyeti kalmamış ve iktidarlar değişime uğramıştır. Bunun dışında küresel sistemde de önemli bir değişim yaşanmıştır. Çin düşünülenden daha hızlı bir şekilde gelişerek Doğu Asya’da, Asya Pasifik Bölgesi’nde son derece etkin bir konuma gelmiştir. Bu gelişme ABD’nin Orta Doğu’daki angajmanlarını azaltıp kuvvetlerini ve ilgisini Pasifik’e kaydırmasına yol açmıştır. 275 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm ABD’nin odağını Pasifik’e kaydırmasıyla beraber Türkiye cazibe merkezi durumundan çıkıp, bölgesel bir oyuncu olarak küresel güçlerle ortak çıkarlar doğrultusunda bölgede düzen kurucu bir ülke konumuna doğru evrilmiştir. Nitekim Başbakan Erdoğan da bununla ilgili söylemlerini süreç içinde dile getirmiştir. Türkiye Orta Doğu bölgesinde bir İslam ülkesi olarak değişimlere katkı sağlayabilecek en önemli güç statüsündedir. Bu açıdan bakıldığında bölgesel bir güç olacak Türkiye’nin prangalarından kurtulması önem kazanmıştır. Bu prangaların en önemlilerinden bir tanesi de PKK/KCK terör örgütü sorunudur ve çözüm süreci ile bu sorunun giderilmesi hedeflenmektedir. Orta Doğu’da halk ayaklanmaları gerçekleşirken, terör örgütü bölgedeki gelişmeleri menfaatleri doğrultusunda okuyup, belli alanlarda kurtarılmış bölge oluşturarak bunu kitlesel ve bölgesel bir halk ayaklanmasına dönüştürme girişimini başlatmıştır. Şemdinli’deki girişim bunun bir örneğidir fakat terör örgütü burada büyük bir darbe yemiştir. Bu bölgede yaşanan mücadelede terör örgütünün yaklaşık 1500 militanı etkisiz hale getirilmiştir. Sonuçta büyük bir darbe yiyen PKK/KCK, artık sadece kırsal alanda yapacağı eylemlerle sonuca gidemeyeceğini anlamıştır. Kırsaldaki silahlı gücüne dayanarak geniş halk kitlelerinin kullanıldığı şehir savaşıyla sonuca gidebileceğini değerlendirip “kıra dayalı şehir savaşı stratejisini” geliştirmiştir. Bu konuda hem kırsalda hem de şehirdeki KCK yapılanmasında gerekli teşkilat değişikliklerine gidilmiş ve eğitimlere başlanmıştır. Açıklanan gelişmeler yaşanırken küresel ve bölgesel değişimleri iyi değerlendiren Türkiye Abdullah Öcalan’ı aktör olarak kullanmak suretiyle çözüm sürecini başlatmıştır. Böylece sadece terör örgütü sorununun çözümü gündeme gelmemiş, aynı zamanda İsrail özür dilemiş ve Maliki yönetimi Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istediğini açıklamıştır. Türkiye de sorunlarından kurtulup, ABD ile ortak çıkarlar doğrultusunda bölgeyi şekillendirecek bir güç haline gelmek adına çözüm sürecini başlatmıştır. Ayrıca açılım sürecinde güvenliğin diğer boyutları olan siyasi, ekonomik ve sosyokültürel alanlarda yapılan reformlar, PKK/KCK’nın istismar ettiği alanları devre dışı bırakarak çözüm sürecinin başlatılması için uygun koşulları oluşturmuştur. 276 Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci Çözüm süreci başladığında BİLGESAM, iyimser havayı ve çelişkileri birlikte değerlendirip süreçle ilgili terör örgütünün hareket tarzına ilişkin üç farklı senaryo geliştirmiştir. İlk senaryo diğerlerine nazaran iyimser tablo çizmektedir. Buna göre Kandil’deki kadro Öcalan’ın liderliğini benimser ve Öcalan’ın çekilme talimatlarını yerine getirir. Bu durumda PKK/KCK terör örgütü çekilme takvimine riayet edip silah bırakabilir. İkinci senaryoya göre Kandil, Öcalan’ın Nevruz günü okunan mektubundaki ifadeleri ve hükümetle vardığı mutabakatı, iktidar baskısıyla ve zorla kabul ettirilmiş talimatlar olarak değerlendirir. Bunun sonucunda da Öcalan’ın liderliğini kabul etse de talimatlarına uyamayacağını belirterek şehirde ve kırsalda terörizmle sonuç alma planına devam eder. Üçüncü senaryoya göre ise Kandil, Öcalan’la karşı karşıya gelmemek ve toplumun barış ve istikrar özlemlerinin karşısına geçip toplumsal desteği kaybetmemek için sürece karşı çıkmaz. Öcalan’ın liderliğini teyit ederek talimatlarına uyacaklarını belirtir. Fakat barış sürecinin her safhasında belirli şartlar, koşullar ve beklentiler ortaya atmak suretiyle süreci sekteye uğratabilir, geciktirebilir veya hedefleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışabilir. Bu senaryodan hangisinin uygulandığını görmek için mevcut gelişmeleri ve Kandil’in söylemlerini dikkate aldığımızda üçüncü hareket tarzının diğerlerine nazaran daha ağır bastığını fark etmekteyiz. Nevruz açıklaması Türkiye toplumunun büyük oranda kabul edebileceği bir açıklama olmuştur. Ancak Öcalan’ın, BDP ile yapmış olduğu görüşmelere ve BDP tarafından sızdırılan belgelere bakıldığında, Nevruz açıklamalarıyla çelişen çok farklı bilgilere rastlanmaktadır. Çelişen bilgilerde üçüncü hareket tarzını doğrulayan pek çok emare bulunmaktadır. Karayılan’ın ve Kandil’deki üst düzey yöneticilerin yapmış oldukları açıklamalarda dikkat edilmesi gereken konular bulunmaktadır. Bu açıklamalar terör örgütünün mevcut çözüm sürecini Abdullah Öcalan’ı Türkiye’deki bütün Kürtleri temsil eden bir lider konumuna getirmeye çalıştığını göstermektedir. Süreçte PKK/KCK terör örgütünün muhatap alınarak meşrulaşabileceği uygun ortamı elde etmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. Ayrıca terör örgütünün üst düzey yöneticileri, Öcalan’ın serbest bırakılması talebinde bulunmakta, 277 Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm yeni anayasa ve seçim kanununda düzenleme talep etmektedir. Tüm bunların dışında her ne kadar vazgeçtiklerini belirtseler de, özerklik ve halkların özgürlüğü gibi kavramlar, KCK hedeflerini yansıtan cinstendir. Sonuç olarak olumlu ve olumsuz olmak üzere iki tür senaryodan bahsedilebilir. Olumlu senaryo sürecin ufak tefek aksaklıklara rağmen devam etmesi ve sonuca ulaşmasıdır. Fakat Türkiye güvenliğini elden bırakmamalıdır ve senaryolarını buna göre hazırlamalıdır. Güvenlikle ilgili bir değerlendirme yapılırken olumsuz senaryolar dikkate alınmalıdır. Çünkü ancak bu sayede olumsuz senaryonun gelişmesine karşı gerekli tedbirler alınabilir. Bu açıdan baktığımızda olumsuz senaryo, örgütün yeni stratejiler belirlemesi ve teşkilatlanması olarak görülebilir. Yani PKK/KCK’nın Suriye ve İran’daki etkinliğini artırmasıyla beraber, Türkiye’de gelişen özgürlük ortamını ve serbest kalan KCK’lıları da kullanarak Kuzey Irak’taki silahlı güce dayalı şehir savaşına gitme ve halk ayaklanmasını teşvik etme şeklinde olumsuz bir senaryo çizilebilir. Bu doğrultuda PKK/KCK’nın yeni stratejisiyle beraber siyasi ve silahlı eğitimlerine devam etme ihtimali bulunmaktadır. Örgütün dağ kadrosu silahlarını bırakmadığı gibi Kuzey Irak’ta siyasi eğitimlerine devam edeceğini belirtmiştir. Kandil yöneticileri uluslararası ve bölgesel gelişmeleri gözlemleyerek uygun koşullar oluştuğunda kitlesel bir halk hareketiyle sonuca gitmeye çalışabilir. Süreç bir barış sürecidir ve olabildiğince desteklenmelidir. Fakat sonuca sağlıklı bir şekilde ulaşmak için gerçekçi ve akılcı değerlendirilmeler yapılmalıdır. Umutlar, beklentiler ve barış istekleri gerçekçilik adı altında değerlendirilmeli ve ihtiyatlı hareket edilip gerekli tedbirler alınmalıdır. Süreç sonuçlanıncaya kadar istihbarat faaliyetleri devam ettirilmeli ve terör örgütünün olası olumsuz girişimlerine karşı önlemler geliştirilmelidir. PKK/KCK silah bırakıncaya ve kendi yapısını lağvedinceye kadar bir terör örgütüdür ve bu sebepten dolayı da güvenlik tedbirlerinin devam ettirilmesi, olumsuz senaryolara karşı gerekli tedbirlerin alınması son derece önem arz etmektedir. Barış sürecinin sağlıklı gitmesi hepimizin en büyük umududur. Ancak terör örgütünün silah bırakması ve kendini lağvetmesi barış sürecinin olumlu sonuçlanması için öncelikli ihtiyaçtır. 278 Küresel ve Bölgesel Etkileşimde Çözüm Süreci ATİLLA SANDIKLI Atilla Sandıklı 1957 yılında İzmir’de doğdu. 1976 yılında (İzmir) Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra Kara Harp Okulu›na girdi. Sırasıyla Kara Harp Okulu, Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde eğitimine devam etti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde ve Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü’nde doktora derslerine iştirak etti. İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde doktora eğitimini tamamladı. 2010’da Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Anabilim dalında doçent oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli kademelerinde karargâh subayı ve komutan olarak görev yaptı. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nde müşavirlik, Harp Akademileri Komutanlığı’nda uluslararası ilişkiler öğretim üyesi ve uluslararası ilişkiler bölüm başkanlığı görevlerinde bulundu. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kuruluşunda görev aldı ve bir süre bu enstitünün müdürlüğünü yaptı. Kur. Kd. Alb. rütbesinde kendi isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli olduktan sonra Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM’ın kuruluşunda genel müdür olarak görev aldı ve bu merkezi kurdu. Bu görevi ve Stratejik Öngörü Dergisi’nin editörlüğünü 4 yıl sürdürdü. TASAM’dan ayrıldıktan sonra Türkiye’nin akil adamlarını bir platform içinde bir araya getirmek maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’ni (BİLGESAM) kurdu. Sandıklı, halihazırda BİLGESAM bünyesinde yılda iki defa yayımlanan ve hakemli bir dergi olan Bilge Strateji Dergisi’nin editörlüğünü yapmaktadır. BİLGESAM başkanlığı görevini sürdüren Sandıklı, aynı zamanda Haliç Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir. Atilla Sandıklı, çok sayıda ulusal ve uluslararası sempozyum ve kongrenin düzenlenmesinde birinci derece görevler üstlenmiştir. Uluslararası güvenlik, terörizm, Orta Doğu, Kafkasya ve Türk dış politikası alanında birçok makalesi bulunan Sandıklı’nın bugüne kadar 24 kitabı yayımlanmıştır. Bununla birlikte Sandıklı, askeri ve sivil yaşamında madalya dahil çok sayıda başarı ödülüne sahiptir. 281