sayı 13 - ODA Sanat
Transkript
sayı 13 - ODA Sanat
ODA NİSAN - MAYIS 2009 13. SAYI ! Bir Hindistan rüyası: Milyoner, Varoşların Köpeği. Editörden Alper Bilgili- İstem.......................................................................................................... 4 Mürvet Sarıyıldız- Bulutların Yıkadığı Şehir..................................................................... 5 Sadık Yemni - Tepe Dünyaya Taklak.............................................................................. 6 Ferya Aydın - Özgür Çocuk............................................................................................ 9 Murat Gür - Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?............................................................. 10 Osman Özbaş -Aynadan Yansıyan ............................................................................. 11 Sadık Yemni - Sessiz Amerikalı.................................................................................... 13 Şeyda Koç - Hollanda’nın Yazarları.............................................................................. 16 Sadık Yemni - Kayıp Sinema ....................................................................................... 19 Şeyda Koç- Bekler seni................................................................................................ 15 Can Çelebi- Slumdog Millionaire................................................................................. 16 Şeyda Koç- Buklesinde Reyhan Kokusu..................................................................... 19 Sinan Tabanlı- En Sevdiğim Günah............................................................................. 21 Sadık Yemni - Atları da Vururlar....................................................................................23 Faysal Apak - Şiirler..................................................................................................... 27 Can Sever- Şiirler.......................................................................................................... 27 Osman Özbaş - Safdil.................................................................................................. 28 Tuğba Cincil - Telgraf II................................................................................................ 28 Handan Kalsın - Allah’a Kafa Tutmak...........................................................................29 Erol Kasırga - Rüya İçinde Hikaye................................................................................31 2 ODA NİSAN - MAYIS 2009 Sevgili Oda Dergisi Okurları, Zaman tavşan, esin emeğiniz kaplumbağa oldu ve birlikte 13. sayıya eriştik. Öykü odamızda kıpır kıpır 7 öykümüz var. Alper Bilgili’den İstem, Sadık Yemni’den Tepe Dünyaya Taklak, Osman Özbaş’tan Aynadan Yansıyan ve Safdil, Şeyda Koç’tan Buklesinde Reyhan Kokusu, Handan Kalsın’dan Allah’a Kafa Tutmak ve Erol Kasırga’dan Rüya İçinde Hikaye. Anlam Ayrılıklarda Gizlidir ve Selim Millionaire yazısıyla karşınızda. Temo, Can Sever’den Ruh Defteri ve Objektif ve Tuğba Cincil’den Telgraf II. Tiyatro yazarı Murat Gür soruyor; Siz bu fotoğrafın neresindesiniz? Fikir Yongalama odamızda güncel konular kol geziyor. Sinan Tabanlı’dan 14. sayıda görüşmek üzere. En Sevdiğim Günah ve Sadık Yemni’den Sessiz Amerikalı ve Trio Durumları ve Atları(özneyi)da Vururlar. Sinemacı Şiir odamızda 8 şiir ışıyor. Mürvet yazarımız Can Sarıyıldız’dan bulutların Yıkadığı Şehir, Çelebi kısa bir Ferda Aydın’dan Özgür Çocuk, Şeyda ayrılıktan sonra Koç’tan Bekler seni, Faysal Apak’dan Slumdog 3 Alper Bilgili - İstem İç Ege'de ova üzerine kurulmuş kasabalardan birisini getirin aklınıza. Hatta Menderes'e komşu olsun. Yazı yaz gibi, kışı kış gibi... Bu kasabada bir kahvehanenin önündeyim. Dışarı atılmış sandalyelerden birine kurulmuşum. Sandalyenin sırt kısmını oluşturan tahtalar bile huzurumu kaçırmaya yetmiyor. Burası Ege. Burada zaman yavaş akıyor. İnsanlar tasasız. Öğleden sonra... İtfaiye toz kalkmasın diye sokakları suluyor. Serinlik oturanlara biraz enerji verir gibi oluyor. Tavla oynayanlar pulları daha bir sert çarpıyorlar. Yan masadaki ihtiyar, Kore'de nasıl esir düştüklerini anlatıyor gururla. Söz bir türlü karşısındakine gelmiyor. Amcamın oğluna dönüp "Artık eve gitmem gerekiyor" diyorum. Umursamıyor. Koreli kızlar daha çok ilgisini çekiyor o an. Kalkıyorum. O Koreli kız hikayesinden bir şey çıkmayacağını bildiğim için tereddüt de etmiyorum. Bisikletimin sağ pedalını yukarı gelecek şekilde ayarlayıp itfaiyenin ısladığı sokaklarda yavaşça ilerliyorum. Çamur kokusu yol boyunca peşimi bırakmıyor. Rahatsız olmuyorum. Ağır ağır kayıyorum yolun üzerinde. Kerpiç evler azalıyor. Bu azalma kasabanın eski merkezinin sonuna geldiğimi gösteriyor. Yeni yapılan evler kasabanın dışında ve yeni oldukları için hepsi tek tip, betonarme. Nedense kasabanın merkezinde oturanlar kerpiç evlerden vazgeçemiyorlar. Babam misal. O kadar söyledik. “Daha güvenli, daha sağlıklı, daha güzel, daha…” dedik. Ama kar etmedi. Aslında hiçbir zaman “Olmaz!” demiyor. Her seferinde "Hele bu sene bir çıksın." gibi cümleler kuruyor. Ama belli ki o da yaşıtları gibi yeni evinde kendini yabancı hissetmekten korkuyor. Haksız mı? Yabancısı olduğun bir yerde ölmek ne kötü bir histir... Şimdi etrafımda tek bir kerpiç ev yok. Yol tamamen toprak oldu. Az sonra sağa dönüp eve yöneleceğim. Bacaklarım, ellerim bile ezbere biliyor ne zaman döneceğimi. Onlara güveniyorum. Ama hayret! Nasıl oluyorsa kaçırıyorlar doğru girişi. Onlara hükmetmesini söylüyorum. Kime mi? Bilmem. Kime söylenirse ona... Olmuyor. Bacaklarım daha hızlanıyor. Ellerim gidonu sıkıca kavramış. Dümdüz ilerliyorum. Allahtan yol boş ve düz. p1180465_bikeDoğrudan, uzuvlarımla konuşmayı mı denesem? Nasıl bir fiil kullanmalı? "Durun!" Sessizler. İşlerine, yani bana isyan etmeye o kadar konsantre olmuşlar ki... "Size diyorum be! Beni dinlemeniz gerekiyor!" "Neden?" Bu alaycı soru hangisinden geliyor bilmiyorum. Sanırım az sonra bükülüp hızımı artıracak olan belim olabilir bana meydan okuyan. Korkum, heyecanım ve merakım artıyor. Hangisi diğerlerini nasıl etkiliyor şu an düşünecek durumda değilim. Boğazım kurudu. Biraz da midem bulanıyor. Bari sen yapma diyorum. Dinliyor sanki. Şaşıyorum. "Ama nasıl olur? Seni kontrol edebilmem..." Eğer bu bir kabus değilse düpedüz bir yanlışlık var olup bitende. Mideme söz geçirebilmem bir mucize. Yani, bu, istemim dışında çalışması gereken düz kaslarımı kontrol edebiliyorum demek. Buna karşılık çizgili kaslarım yani ellerim, kollarım, bacaklarımdaki kaslar kontrolümden çıktı. Pek karlı bir alışveriş gibi görünmüyor. En azından şimdilik... Bir köy öğretmeninden daha fazlasını beklememeli. Çaresini bulamadım ama en azından hastalığı teşhis ettim değil mi? "Durun! Yapmayın!" 4 Dinlemiyorlar. Çok hızlandık. Çok uzaklaştık. İşte, Menderes de görüş alanıma girdi. Neyse ki beynim hala benimle. Aklıma yine midemi kullanmaktan başka bir çare gelmiyor. Ondan kusmasını istiyorum. "Ama öyle bir kusmalısın ki Menderes'e düşüp boğulmamı planlayan organlarım benim kolay teslim olmayacağımı anlasınlar." Sözümü dinliyor. Sadece ağzımdan değil burnumdan da bir şeyler çıkıyor. Sallanan vücudum dengesini kaybedip yere çakılıyor. Şimdi iki ihtimal var. Kaslarım bu işten kendilerinin de zararlı çıkacağını anlayıp sözümü dinlemeye başlayabilirler. Ya da ne olduğunu umursamayıp... İkincisi oluyor. Ellerim az ilerideki taşa uzanıyor. Taşlı el, kafama üç kez ard arda, tereddüt etmeden iniyor. *************** Mürvet Sarıyıldız Bulutların Yıkadığı Şehir Tutunamamıştım bana gösterilen Ve öğretilen bütün kimliklere Ruhumun avazı çıplak Düşerken çöle Benimseyemediğim yıldızlı geceler Vardı penceremde Dalgalandığım bütün denizlerin Gemileri batmıştı Bütün yüküyle düşümde Aklında. Düşünüp giderdin caddenin köşesinden Ve caddeler bütün kırıntılarını toplardı Umutlarımın. Ayaklar altında kıvranmanın dehlizlerinde Kaybolurdu gölgen. Şehrin üstüne bir bulut gelip dururdu. Ustayla çırak arasında Kavgayla başlardı geleneğin aktarımı. Mısralarla konuşmayı öğrendiğinde çocuk Bulutlar çoktan şehri yıkamış olurdu. Sana küsen şiirler dökülürdü şehrin kaldırımlarına Güvercinler gagalarıyla toplardı Savrulan rüzgârın peşinde Cümlelerini alıp giderdi, akşamüstleri. Ve akşamüstleri hep gözlerimde kızıllığıyla Kalırdı. Kaderin yalan söylediğini öğrendiğimde Vakit çok geç dediler Geçtim o günden sonra bütün yoksunlukların Sokağından Hepsinin de ışıkları sönmüş, Duvar dibine çökmüş Yalnızlıkların adımları vardı. Yankılanan, yankılandıkça Yaraları bir daha bir daha baştan Kanatan. Şehrin üstüne bir bulut gelip dururdu. Ustayla çırak arasında Kavgayla başlardı geleneğin aktarımı. Mısralarla konuşmayı öğrendiğinde çocuk Bulutlar çoktan şehri yıkamış olurdu. Örselenmiş yamalı günler ödünçtü bana Kelimelerimin çizdiği yalnızlık Açmamış papatya da fal tutmak İsterdi gönlünce. Takılıp bir bulutun gölgesine Uzanıp güneşin çıplak tenine İzlemek vardı seni Örsün altında ezilen düşüncelerimin Dişlerinin arasından dudağına değen Tümcelerin sonunda Vurulduğunu görürdüm her defasında Her defasında ağlayan kalbimi Susturmak bana kalırdı. Açlığımı dindirecek bir tokluk yoktu Gözlerinin parıltısında Uzandığında mevsimler saçlarına Başkalarının öğrettiği hayaller olurdu 5 Sadık Yemni Tepe Dünyaya Taklak Mert Kesir onu ilk kez bir mağaza vitrininin yansısında gördü ve hayatı tepetaklak oldu. Camekâna konmuş en yeni cep telefonlarına bakıyordu. Kaldırım kalabalıktı. Gelip geçenler nedeniyle cama iyice yaklaşmıştı. Bu nedenle görmesi biraz gecikmişti. Aklı ve hevesinin bütçesi için çok tuzlu olan telefonlardan yansıdaki şeye dönmesi saniyeler aldı. Sağ eli yıldırım hızıyla kısa saçlarını yaladı geçti. Sanki başında duran zehirli bir böceği fırlatıp atmak ister gibiydi. Başında duran şey diğer bir baştı. Yüzü kendisininkiyle tıpatıp aynıydı. Beden ve kıyafet olarak da benzeriydi. Saçı saçına değecek şekilde ters olarak kafasının üzerinde dimdik durmaktaydı. Saçlarını yalayarak geçen karete darbesi gibi hızlı el haraketleri yapması gelip geçenlerin dikkatini çekmişti, ama Mert’in panik ve şaşkınlıktan buna aldıracak hali yoktu. Başının tepesini iten bir ağırlık algılayamıyordu. Eliyle o şeye dokunamıyordu, ama ters duran ikizini görmeye devam ediyordu. Mert delirdim, beynimde tümör var, belki de ölmek üzereyim cinsinden düşüncelerle telefoncunun yanındaki lahmacuncuya yöneldi. İçerisi kalabalıktı. Yanlarında dört yaşında, uzun bukleli sarışın, yaramaz bakışlı bir kız çocuğu olan genç bir çift dışarı çıkmaktaydılar. Mert onların gitmesini bekledi ve vitrindeki aksine baktı. Oradaydı Allah belasını versin. Boyunu tam göremiyordu, ama yüzü, kıyafeti, vücut tipi falan tıpatıp kendisiydi. Mert Kadıköy’ün en kalabalık caddesi boyunca yürüdü. On beş yirmi camekânda kendine bakmış durmuştu. O şey, ikizi tepesindeydi. Ağırlığını hissetmiyordu, ama her saniye tepesinde dikilmiş durmaktaydı. İlk panik hali yerini ağdalı bir şaşkalozluğa, bir çeşit yılgınlığa bırakmıştı. Garip hareketler yapmazsa kimse ona bakmıyordu. Kafasında ters duran ikizini görmüyorlardı. Çizim: Altuğhan Aydınoğlu Kendi kendine yarım yamalak bildiği birkaç duayı okuyarak, tanrıya hayırsız kulunu şimdi hemen şuracıkta daha fazla delirtmemesi için yalvararak ve ara sıra saçlarını yoklayarak minübüs durağına doğru yürüdü. Duraktakilerden hiçbiri ona özel bir merak bakışı yapıştırmadı. Memur emeklisi tipli şişmanca kadın, saçlarını hoş bir kırmızı renge boyamış uzun boylu kız, durmadan filmlerden bahseden yaşıtı iki delikanlı, o durağa gelirken ne irkildiler, ne de sinsi bir şekilde düşüncelerini saklar tavır aldılar. Mert bir yetmiş dört boyunda, sıradan giyimli, yüzü başarı ışımayan bir gençti. Yirmi beş yaşına basalı dört gün olmuştu. Gecikmiş yaşgünü hediyesi kafasına yapışmış bu yaratıktı. Moralini iyice çökertmek için kendi kılığına bürünmüştü. Minibüsten Suadiye’de indi. Tepesindeki belayı vitrinlerde bularak, beton duvarlarda kaybederek yürüdü. Uzaktan bir tanıdıkla selamlaştı. Liseden arkadaşıydı. Elinde gitar aşırı havalı görünmek için biraz fazla çabalamış hissi veren hoş bir kızla beraberdi. Kızın kumral uzun saçları içini çekmesine neden olmuştu. Kendisinin kız arkadaşı yoktu şu sıralar. Gitarı, yakışıklı bir yüzü ya da arabası olmadığı için belki de. Bir şeye dikkat etmişti. Mevcut kız arkadaşları yeni yıl, 3 ocak doğumluydu, yaklaşırken ilişkilerini bitiriyorlardı. Son üç ilişkisi böyleydi. Mart nisanda başlama, eylül ekimde final. Kasımda son uzatmalar. Atlas apartmanının kapıcısı Behim abisi kapıda durmuş etrafı kesmekteydi. Havanın soğuğuna rağmen gri anorağının önü açıktı. Kalın ekose gömleğinin yakasının bittiği yerde göğüs kılları fışkırmıştı. Eğri burnundan çıkanlarla buluşmaya çalışır bir halleri vardı. Kendinde dışa açık bir farklılık varsa Behim’in keskin gözlerinden kaçmazdı. “Naber Behim abi?” “İyilik Mert. Erkencisin bugün.” “Öyle.” 6 “Asansör bozuk. Tamirci hemen şimdi gelicem demişti. İki saat önce.” Mert beşinci katın basamaklarını çıkarken sorununun dışarıdan görünmeyen cinsten olduğuna karar verdi. Besim’in yüzünde 25’inde hâlâ üniversitenin ikinci sınıfında olan, haftada iki gün dayısının üçüncü sınıf lokantasında çalışa çalışa nihayet bu mesleğe geçmesi mukadder olan birine yönelmiş bakışlar vardı. Sonunda lokanta çalıştıracaksan niye işletme okuyorum diye böbürleniyorsun demek istiyordu. Pratik bir adamdı. Haticeye değil neticeye bakıyordu. Dayısı daha şimdiden seneye burayı sen işletirsin artık demeye başlamıştı. Bodrum’da bir evi vardı. Oraya yerleşmeye hazırlanıyordu. Mert’in kalbinde üstünkörü teyelli duran tanınmış bir işletme profesörü olmak, sanat kollarından birinden iyi anlamak, aklıyla alengirli bir işler başarmak gibi idealleri kötürümleştiren gelişmelerdi bunlar. Evde kimse yoktu. Babası iki yıldır emekliydi. Hafta sonu hariç hergünün on iki ile altı arasını kendi gibi emekli mühendislerin takıldığı lokalde geçiriyordu. Annesi işteydi. Uzak akrabalarının şirketinde muhasebecilik yapıyordu. Emekliliği çoktan gelmişti. Kadın son beş yıldır çalışma hayatımın son yılı diyordu. Mert bunun en az beş yıl daha süreceğinden emindi. Annesi iş hayatını, çalışmayı seviyordu. Evde zaman geçirebilecek bir tip değildi. Ablası da onun gibiydi. Çalışma hayatını neredeyse hiç sekteye uğratmadan iki çocuk yapmıştı. Küçük kızı üç yaşına gelmişti bile. Kreşe gidiyordu ablasıyla birlikte. Tepetaklak ikizi bütün aynalarda mevcuttu. Kalan ömrüne arka plan olmak üzere kâbus perdesi şeklinde yeni yeni inmekteydi. Belanın kalıcılığının bakır pası tadını hissetmekteydi dilinde. Başkaları için şeffaf olan bir delilik maskesi takmıştı. Kimse yardım için müdahale edemesin diye. “Kimsin sen lan? Ha! Konuşsana ulan. Benmişim numarası yapma götlek. Konuşsana be…” Banyo aynasından beline kadarki kısmı gördüğü ikizinin yüzü kıpırtısızdı. Yüz ifadesi donuktu, ama vardı. Söyleyeceği şeyi aklından geçiren birinin ifadesi diyeceği geliyordu. Eliyle kimbilir kaçıncı kez saçlarını yokladı. Aynada hem elini, hem de başına monte edilmiş diğer başı görebilmekteydi. Eli tepetaklak ikizinin başının içinden geçmiyordu. Kendi saçlarına değiyordu sadece. Bunu yaptığında aynı yerde birbirlerine değmeden varkalmaya devam ediyorlardı. Optik bir felaket söz konusuydu yani. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken ikizinin kuru yanakları tek bir his kıpırtısı vermedi. Hıçkırıkları donmuştu adeta. Başını ayna karşısında belli bir konumda tuttuğunda ilk kez ikizinin ayaklarını görmüştü. Ayakların dokunduğu bir zemin de vardı. Çözünürlüğü az bir fotoğraf gibiydi. Hatları, ayrıntıları şeçilemiyordu, ama bir zemin vardı. O da bir yere basıyorsa ve bu banyonun zemini değilse neresiydi acaba? Bilimkurgu filmlerini hiç kaçırmazdı. Eskiden muntazaman okuduğu devirler de vardı. Şimdi kitap isimleri tutmakla yetiniyordu aklında. Okumadığı kitaplar hakkında hiç de fena değil, ilginç bir çizgisi var vb. cinsinden kısa görüşler verdiği de oluyordu. İki Mert boyunda bir koridorda başaşağı durumda yürümekte olduklarını hayal etmek çok zordu. Kafaların tepesindeki tavanlar, mavi gökyüzü, bulutlar, yıldızlar neredeydiler? * 10 Ocak Pazar günü saat 19.02’de Mert arı gibi çalışan lokantanın işlerine odaklanmıştı. Milletin ne yiyeceğini sormak ve bunu servis etmek sayesinde her dakika tepesindeki ters duran şeyi düşünemiyordu. Böyle anlarda her aynaya bakışta üç günlük tepetaklak makamındaki hayatını yeniden hatırlıyordu. İlk günkü sıklıkta saçlarını yoklamayı bırakmıştı. Sokakta yürürken her vitrine bakmayı da. Normal yürürse hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu. Yeni durum üzerinde etkili olmuştu haliyle. Bir tür miskinlik hali denebilecek yavaşlığından sıyrılmıştı. Yüzü gözü de biraz başka türlü ışıyor olmalıydı. Bu sabah annesi iyi görünüyorsun bugün değerlendirmesi yaptığında babası başıyla onaylamıştı. Eski manitalarından biriyle karşılaştığında kız aşık mısın bu sıralar diye sormuştu? Müşteri bayanlardan alıcı gözle bakanların sayısı farkedilecek kadar artmıştı. Dayısı bile dün roket gibi çalışırken enerji içeceği mi içtin yoksa diye takılmıştı. Duruma alışması, dışarıya enerjik bir hal sergilemesi ve kimsenin bir çakmaması olumlu bir şeydi, ama bütün bunlar bu sorunun geçiciliği üzerine kuruluydu. Önündeki muhtemel elli yılı tepesindeki şeyle geçiremezdi. Evlenince bir de bu tür çocukların babası olursa ne yapardı? Sezgileri tepesindeki durumun uzun sürmeyeceğini fısıldamaktaydı. Etkisi ömür boyu sürecekti yalnız. Çünkü son nefesine kadar aynalara ya da görüntü yansıtan 7 herhangi bir şeye asla normal gözle bakamayacaktı. Şimdi cesaret edip hiç kimseye söz edememişti. Bu şey çekip giderse bir gün mutlaka birine anlatacak ve belki de arkadaşları arasında yeni bir lakaba kavuşacaktı. Fanilasına kalbi hizasında iğnelenmiş muskası bile vardı artık. Dün babaannesine gidip bilumum belalara karşı muska yaptırırken, az kalsın kadına her şeyi anlatacaktı. İyi ki yapmamıştı. Bizim torunu cin çarpmış diye yedi aleme duyururdu anında. “Size bir izah borçluyum.” Mert sonradan en şanslı açı diyecekti. Boşalmış masadan tabakları, bardakları toplamaktaydı. Sol masadaki iki delikanlı sohbete dalmışlardı. Sağındaki masada iki çocuklu bir aile oturmaktaydı. Sekiz yaşındaki oğlan hiçbir yemeği beğenmediği için ona peynirli tost yapmışlardı. Boyunlu sarı bir kazak giymiş, testi göğüslü annesi salataya yağ koymayın diye üç kez tembih etmişti. Altı yaşlarındaki mavi yün elbiseli cin bakışlı kız da bir saat içinde beş kez tuvalete gitmişti. Aralarında etkin müşteri dedikleri gruptandılar. Mert bu sözü yakınlardaki müşterilerden kimin ettiğini kestiremediği için, kendi aralarında konuşuyorlar diye değerlendirmeye karar verdi. Elinde altı tabakla mutfağa vardığında ses bu defa kulağında patladı. “Size bir izah borçluyum.” Elindeki tabakları az kalsın yere fırlatacaktı. Kendini güç tuttu ve eyveye koydu. Ahçı Ömer ve yamağı Mustafa harıl harıl çalışmaktaydılar. Özellikle hafta sonları saat altıyla sekiz arası çok yoğun iş olurdu. Kafası hızla çalışmıştı bu arada. Pantolonun sağ cebindeki telefonu çıkartıp kulağına götürdü ve “Kimsin?” dedi. “Adım önemli değil. Aynı bilinç diliminde değiliz.” “Nesin yani? Cin misin?” “Hiç cin görmedim şimdiye kadar.” Mert yoğun çalışma temposuna falan boş vererek depo olarak kullandıkları arka bölmeye geçti. Ömer merakla arkasından bakmış, ama bir şey dememişti. Kalbi hızlanmıştı. Eğer iyice delirmiyorsa çok önemli bir aşamaya ulaşmıştı. Sirke kokan depodaki yağ tenekelerinden birinin üstüne oturdu. “Niye tepemde duruyorsun?” “Sen de benim tepemde durmaktasın. Benim ayaklarım da yere basmakta.” “Nasıl yani?” “Tamam, paradoksal, ama öyle. Boyut geçişlilliği sayesinde.” Mert, ne yapıyorsun burda ya?” Dayısının iri yarı bedeni depo kapısını iyice doldurmuştu. Mert heyecandan hâlâ telefonunu elinde tuttuğuna şükretti. “Tel… telefon… Önemli. Bir arkadaş.” “Evden mi?” “Değil.” “Hemen gel içeri. Müşteri bastı yine.” “Tamam.” Dayısı görmüş geçirmiş insan sarrafı biriydi. Zekiydi de. Kız tavlamaktaki marifet derecesini, çok samimi arkadaşlara sahip olmadığını falan iyi biliyordu. Evde de bir sorun yoksa iş maratonu için bütün şartlar yerinde demekti. Adam kapıyı aralık bırakıp çıkınca Mert hızla kararını verdi ve deponun arkadan kilitli kapısını açarak yan sokağa çıktı. Üzerinde sadece fanila ve beyaz bir gömlek olduğu için üşeyecekti, ama buna aldırdığı falan yoktu. Sokak tenhaydı. İyice ilerideki bir restoranın önünde bir araba durmuştu. Taksiydi. Müşteri indiriyordu. Elindeki telefonu kulağına götürdü ve “Anlat şimdi. Nesin sen?” “Zeka taşıyan bir canlıyım, ama sana zerre kadar benzemiyorum. İkizin mikizin değilim. Türkçe de bilmezdim az öncesine kadar. Dünya dediğiniz gezegeni tanıyorum haliyle. Transport hatlarımızın üstündedir. Ama hiç sokaklarında gezmedim. Üst düzey ilgi alanımızın dışındasınız.” Mert’in beynindeki soruların yığışması yüzlerce karıncanın bir şeker kübüne üşüşmesi gibiydi. Kübe ilk varan karıncanın sorusu çok mantıklıydı. “Niye benim tıpa tıp aynımsın o zaman?” “Gördüğün ben değilim ki? Senin tependen fışkıran üst ışıma hokkana oturmuş çok seyreltik olan zeki ve özerk kopyamın marifeti. Sizden bir nedenle hoşlanmış olmalı. Yoksa ikiziniz gibi görünmezdi. Aslında bu hokka çok suret barındırır, ama bunları göremiyorsunuz henüz. Beni göremediğiniz gibi.” “Sen nerelisin peki?” “Henüz varlığından bihaber olduğunuz, gezegen dediğiniz cinsten bir yerdenim. Bu galaksidenim. Bir şey… Konuşabilme zamanımız çok sınırlı. Sizler oralarda ışık hızına oranla çok yavaş devinen kimselersiniz. Biz ışığın 1056,6 katı hızla yolculuk yapabilmekteyiz. Buna rağmen size varabilmem üç dünya günümü aldı. Bana en çok merak ettiğiniz şeyi sorun.” Mert 3 x 86400 x 300000 x 1056,6 sayılarının çarpımını kafadan sonuçlayamazdı, ama muhatabının bayağı uzakta ikamet ettiği belliydi. “Bu son konuşmamız mı?” “Evet. Birazdan beni göremeyeceksin. Bir de… Bir şey itiraf edeceğim. Biz ağır donukları, yani sizin insan dediğiniz yaratıkların enerjilerini kullanarak ileriye doğru sıçrarız. Zararsız bir işlemdir. Bu yüzden uzak kopyamı görebildiniz. Çok nadir raslanan bir arızadır. Milyarda bir neredeyse. Sizi üzdüm. Özür dilerim. Metanetli çıktınız yine. İyi dayandınız. Birazdan gözden silineceğim. Buradan köşeyi dönüp ön kapıdan içeri girin. Enerjinizi kısa bir süre destekleyeceğim.Telafi olarak. Hoş…” “Ne telafisi?” 8 Mert sorusunu birkaç kez yineleyip cevap alamayınca içini çekerek etrafına baktı. İlerideki taksi gitmişti. Sigara içen yaşı belirsiz biri başı önüne eğik karşı kaldırımdan geçmekteydi. Sol elinde duran telefonu pantolon cebine tıkıp köşeye doğru yürüdü. Soğuğu hissetmiyordu hâlâ heyecandan. Başaltı adlı lokantaya girdiğinde küçük bir şokla sarsıldı. Oturan ya da ayakta duran herkesin tepesinde tıpatıp benzeri bir ikizi vardı. İnsanları Hızır kadar hızlı yaratıklar tarafından seviliyor görmek ne kadar ferahlık verici bir şeydi. Bir müşteriye servis yapan dayısı neredesin lan sinyalli bakınca az kalsın kahkahalarla gülecekti. Tepesinde kendi gibi iri yarı ikiziyle gözüne çok komik görünmekteydi. Hızlı adımlarla mutfağa doğru yürürken bir şeyi farketti. İçeride yirmi kadar müşteri vardı. Sadece bir kişinin tepesinde kendi ikizi yoktu. O da iki arkadaşıyla birlikte oturan bir genç kızdı. Bir yerden gözü ısırıyordu, ama hemen çıkaramadı. Uzunca düz siyah saçlı, orta boylu, hoş bir kızdı. Üniversiteli tipli kızlardılar. Birden onlarla bir kez daha konuştuğunu hatırladı. Yine üç kız gelmişlerdi. Bir ay kadar önce. O zaman iri ela gözleri ve minicik burnuyla biraz bebek yüzlü olan kız ona yeşil sinyal yakmış gibi gelmişti. Şimdi emindi. Çünkü tepesinde duran şey kızın kendisinin değil, Mert’in ikiziydi. * Mert hızla servise girişti. Kızlar daha yeni gelmişlerdi. Pilav üstü az kuru yiyeceklerdi. Ve de ayran. Servisi yaparken iki şeyden emin oldu yeniden. Kız kendisine meyilliydi. Ve müşterilerin hiçbirinin tepesinde artık tepetaklak duran tipler görmediğine bakılırsa tepede ikiz görme hastalığı iyileşmişti. Tuvalet aynasında başının üstünü boşalmış görme anında hissettiklerini izah etmek zordu. Sağ eli gömleğin üstünden kalbi hizasındaki sertliğe dokunur durumda dakikalarca aksini izledi. O aşırı hızlı varlıklar görünmez ve hissedilmez oldukları sürece ne yaptıklarıyla hiç mi hiç ilgilenmemekteydi. Arka arkaya yaşadığı durumlar ve de belki biraz enerji desteğiyle eski tutukluğunu aşmıştı. Kızlarla seviyeli şakalaştı ve giderlerken telefonunu yazdığı pusulayı kapıyı açıyor bahanesiyle gözlere hedef olmadan kızın eline tutuşturdu. Kızın eli hiç şaşmamıştı buna. Dudaklarındaki sırlı bir gülümsemeyle çıkıp gitmişti. Aradan yarım saat falan geçmişti. Mert tuvalette çişini yapıyordu. İçerde iki müşteri vardı. Bütün masalar toplanmıştı. Saat ona yaklaşıyordu. Kızlar arka arkaya üçer çay içerek bayağı uzun oturmuşlardı. Mert eliyle tepesinin boşluğunu kutsarcasına saçlarına dokundu. Lokantadan çıktığında yazdığı kağıdın buruşturulmuş bir şekilde kaldırımın üstünde durduğunu göreceğini hayal eden yanı basbağırdı. Telefonu mesaj geldi sinyalini çalınca yıldırım gibi davrandı. Adım Ceylin. Mert kalbi gümbür gümbür atarak ekranda numarası görünen kıza Biliyorum. Duydum arkadaşlarınızdan yazdı ve sildi. Benimki de Mert. Mesajı yollayınca saçlarına bir kez daha dokundu ve memnuniyetle sırıttı. Uzaklarda oturan isimsiz dostu iyi bir kıyak geçmişti doğrusu. Kızı çok beğenmişti. Üç günlük deliliğe değerdi yani. Eğer Ceylin’le önlerindeki 358 günü çıkarabilirlerse kıza küçük bir itirafta bulunacaktı. Yaş günü pastasının mumlarını üfledikten sonra ama. Daha önce asla olmazdı. Ferda Aydın Özgür Çocuk Ben özgür çocuk, uçmak istiyorum kuşların kanatlarında, ben özgür çocuk, esmek istiyorum dağların zambak kokan yamaçlarında, ben özgür çocuk, yaşamak istiyorum sonsuzluğun gizemli kollarında. Ben özgür çocuk, uyumak istiyorum, silah sesleri olmadan, yeryüzünün cennet kucağında. 9 Murat Gür - Siz bu fotoğrafın neresindesiniz? Siz bu fotoğrafın neresindesiniz? Bir tiyatro oyunu üzerine “Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?” sorusu bana Velazquez’in Las Meninas tablosunu hatırlatıyor. Acılar Şenliği’nde dünyayı değiştirmek adına yola çıkmış, üç gencin fotoğrafı zamanı mühürlüyor. Bozuk ve zorba düzenin yasalarının, bu üç genci ve fotoğrafı çeken sokaktaki adamı, çarklarında nasıl liğme liğme ettiğini, savurduğunu ve toplumsal vicdanı dumura uğrattığını anlatıyor. Hiçkimselerin yaşadığı insanlar mı olmuştur toplum? Kadın bütün içtenliği, sevgisi ve ”gelecek güzel günlere” olan inancıyla solmuş bu fotoğrafı avuçlarında tutarak, “eşi ve doğmamış kızı” olduğunu söylediği Che’nin doğum gününe, eski bir yoldaşını götürebilmek için yola düşer. Bu arayış, vicdanın ölmediğine ilişkin bir duyumsama, bir sorgulamadır. Umuttur, gerçekliktir. Üç gençten biri işadamı olmuştur. “Pireler kendilerine köpek almak için düşler kurarmış.” Sömürüyle, ortak çıkarlar peşindedir. Kapitalistdemokrasilerde, anımsamak korkusu yüzünden bunaklara dönüştürülen, hiçkimselerden bir kimsedir artık. Kadının kapısını çaldığı 2. genç; baskılar, tutuklamalar, işkencelerin sürdüğü, kısacası terör kültürünün yaşamın gerçekliği haline getirildiği ve özellikle sola yöneltildiği bir toplumda, devrimci dergilerden birinin yöneticisidir. Yaşamın sürek avına dönüştürüldüğü bir sahne gösterimdedir. Hücrede intihar ettiği için Che, yoldaşlarının tarih sayfasından silinmiştir ve ”cenaze töreninde dosta düşmana karşı matem marşı” okunmamıştır. Che’nin doğum gününü kutlayacak vicdanı bulamayan kadın, Nazım’ın Lodos şiirindeki gibi kalakalmıştır. Kimbilir kaç milyon ton ağırlığında ummanda çalkalanmakta su. En yalnız dalganın üzerinde boş bir konserve kutusu. Bu bağlamda gösterilen yoğun(!) fotoğraflar insanlığımızın çağ atlaya atlaya nereye atladığının, ilerleye ilerleye ne kadar ileriye gittiğinin bir göstergesidir. Bu yoğunluğun, seyrimi zaman zaman engellediğini de belirtmeliyim. Yönetmenimiz Özkan Schulze ülkemde son zamanlar rastlanmayan yaratıcı bir oyun sahneye koymuştur. “Gelişigüzel” sahneden kovulmuş ve detayları algılamanın verdiği keyifle oyunu seyrettim. Seyirci olarak az kişi olmamıza karşın, alkışlarımız kocaman bir çığlık kopardı. Bu kucaklaşmanın çığlığıydı. Oyun hakkında daha fazla bilgi www.aramatiyatrosu.com Kadın “Vicdan, nerdesin vicdan” diye gücünü tüketirken, sokağın adeta ironik ve alaycı maskesi sarhoş, paçavraya dönüştürdüğü bu vicdanla alay eder ve omurgasız “yüzer gezer”çoğunluklardan oldukları için, birlikte intihara doğru yol alırlar. Sokaktaki adamın Sheakspeare’in sonesini ezgili yüreğiyle söylemesi, benliklerimize yaşamın dağarcığında dünyanın dönüşebileceğine dair umudu, bu yeniden doğumu aşılar. Oyunun yazıldığı dönem 12 Eylül darbecilerinin resmi geçidinin süregittiği ve dünyanın bir sinevizyon gösterisine dönüştürüldüğü 90’lı yıllardır. Liberalleşme, sivilleşme, demokratikleşme, ( kimin eliyle? ), özgürleşme ( insanın özgürlüğüne karşı, paranın özgürlüğü), köleleşme, kalleşleşme ve daha bilimum “leş” lerle… 10 Osman Özbaş - Aynadan Yansıyan Polis arkadaşına, telsiz anonsu yaptınız mı? diye sordu. Sonra ona döndü; ‘’Bak delikanlı, herşeyi anlatmazsan içerde çürür gidersin.’’ Memur sıkıntıyla konuşuyordu. Devam etti: ‘’Sen buradan çıkmak istemiyor musun? Hayır mı?.. Bak buraya neden geldiğini, binayı neden kazımaya çalıştığını söylemiyorsun, varsayalım ki amacını unuttun, olur ya, ama kimliğin yok, tanıdık bildik kişilerin adını adresini ver oradan Bir türlü beklenilen açıklamalar gelmiyordu. Genç adam arada bir kakülleriyle oynayarak etrafı araştırıcı gözle süzüyordu. ‘’Gerçeğinin hemen hemen aynısı,’’ dedi. Polis, ‘’ne diyorsun,’’ dedi, ‘’söyle, duyabileceğim sesle konuş, mırıldanma.’’ çalışma,’’ dedi. ‘’postane istasyonu burası; bakın, resmi yapanın boyu şu kadarcıkmış.’’ Amir, ‘’Dalgamı geçiyorsun bizimle,’’ dedi, ‘’ sinirle, ‘’atın şunu kodese, salak bu,’’ dedi, ‘’ne hali varsa görsün.’’ ’‘Amirim.’’ Genç adam ‘’Ne var, götür şunu dedim ya.’’ ‘’Biliyorsunuz burası bir zamanlar postane binasıymış; hani karakol yerleşmeden önce.’’ ‘’İyi; seni de onunla birlikte kodese mi atayım yani, birlikte resim yaparsınız ha.’’ ‘’Yok o değil de, bir haftadır aynı yere gelip duvarı kazıyor. Bir yerlerde rakam olacakmış, onu arıyordu.’’ araştıralım diyoruz yine söylemiyorsun. Tüm bunlar zaman ve eleman işi. Bize yardımcı olmayacak mısın hâlâ... Bak sonra külâhları değişiriz ama.’’ Sonra masanın üstünde, raspayı, üç tane yağlıboya fırçasını gösterip zoraki gülümsedi, bakışları bir suç delili arar gibi bir poşete bir yeniyetme çocuğa dönüyordu. Delikanlının tişörtü iyice yıpranmış, göğsü tenin yumuşaklığından hafif titreyişlerle inip kalkıyordu. ‘’Öyle susup oturacaksan kodese tıkayım seni, çürür gidersin kimsenin de ruhu duymaz, anladın mı,’’ dedi. yavaşça yerinden kalktı. Çevresindekiler hareketlerini izlemeye almıştı. Biraz geri çekildi. Kafasındaki resmin koordinatını hesap eder gibi kompozisyonunu tablosuna yerleştirdi. Hayalindeki şövalenin ayaklarını dikti, ağız rafına tuvali oturttu. Kafası bir kapıya bir tabloya döndü. Tablodaki ışık üzerine söyleyecekleri var gibi, orada sanki bir şeye dikkat çekmek istiyordu. Pencereye yaklaşıp gözleri yarı şaşkın, bilmecemsi bir konuyu tartar gibi kapıya bakıp, ‘’Güzel bir ‘’İşimiz kalmadı, bunlarla uğraşacağız değil mi? Ee’’ ‘’Hani kazsın diyorum; o da rahat eder, biz de eğleniriz biraz.’’ Amir La Havle çekerek sandalyesinin arkasına yaslandı. Arkadaşına kulağını yaklaşmasını işaret ederek. ‘’Ne haliniz varsa görün,’’ dedi, ‘’ama çocuğu sonra buraya getirme, sal gitsin.’’ Üç polis ve genç dışarı çıktılar. Kazı yapacağı duvara gideceği sanılırken o açığa yürüdü. Biri ellerini 11 oynatarak deli işareti yaptı. Ressam ise işine yoğunlaşmıştı, kafası bir İstasyon binasına bir de hayalindeki tabloya dönüyordu. Bir çocuğun gözünden kapıya yoğunlaşan ışık oyunlarıyla hedef tutulan bir kompozisyondu!.. Evet evet, resmin konu aldığı mekân şu an avlusunda bulundukları postane binasından başka yer değildi! Özellikle binayı alttan gören açı dikkatini çekiyordu. Yetmiş, yüzyıllık ağaçlar Dolunayda İstasyon binası daha da karanlık görünüyordu. Sonra duvara doğru hızla koştu, peşindeki polislerden yaşlıca olanı, ‘’Çalışmana başlarım senin,’’ deyip bir küfür salladı. ‘’Bu köşe değil, öteki köşede, simetriyi unuttum.’’ Biri iyice sinirlenerek ‘’ben bu mesleğin içine Genç adam iki eliyle raspasını hırsla ayak boyuna yakın hizada ‘’Ben sana bir yumruk çakarım, simetriyi görürsün sen, defol hadi, yürü.’’ Bazen düşünürüm, o ‘delinin’ tüm mücadelesi salt ‘haklı çıkmak’ üzerine miydi, ya da ‘anlamak’ mı?... Çünkü sonraki günlerde de o genç adam birkaç kez karakola geldi ama duvara yaklaştırılmadı. Kovalanmadan önce hep ‘bir şans daha’ vermeleri için yalvarıyordu. resmedilmiş, gar kapısı ön planda tutulmuş, resmin yapım konumuna çok yakın hizada yapraklar siyahlaşıyor, çizgilerin netliği kapı yönünde belirsizleşiyor. Sonra kenar yapılarını inceledi. Binayı işaret ederken gözü tuvaldeki bir ayrıntıyı dikkatle ölçüyordu, bir noktaya yürüyüp çömeldi. Fırçasını çatıya doğru götürüp baca yaptı. ederim,’’ dedi, ‘’it kopuklarla bir yana bir de deliler başımıza bela.’’ Düşünüyorum da belki hayatta en tehlikeli ve belki en baskın olan şey bir aynadan yansıyan olabilir. Siz siz olun simetriyi gözden uzak tutmayın. Genç adam tekrar sürtüyordu. tekrar, ‘’Baca öteki tarafta, Kazıdıkça dolunay bu yanda, simetriyi ümitlendi, ve aniden durdu. unuttum!’’ diyordu. Etrafındaki polisler, ‘’Şimdi ne oldu,’’ dedi. 12 Sadık Yemni - Sessiz Amerikalı Orta yaşlı İngiliz Fowler’ı, Michael Redgrave ve Vietnamlı dilber Phuong’u da Giorgia Moll canlandırdılar. Sessiz Amerikalı ve Trio Durumu Ünlü İngiliz yazar Graham Green, Quiet American adlı kitabını 1955’de yayımlandığında anti-Amerikancılık yapmakla suçlanmıştı. İngiliz Gizli servisiyle ilişkisi üzerine çok spekülasyon yapılmış olan Greene, sonradan İkinci Dünya savaşı sırasında MI6 için çalışırken gizli servisin başı Kim Philby’le yaşam boyu arkadaşlık kurduğunu basına açıklayacaktı. Bir ara Komunist partiye de üye olan yazar çok seyahat etti ve dünyanın sorunlu olarak tanımladığı yerlerinde geçen eserler verdi. Indochina savaşı sırasındaki Vietnam, Mau Mau yıkımı sırasındaki Kenya, Stanilist Polonya, Castro’nun Kübası ve Duvalier’in Haitisi bunların arasındadır. bir üçüncü dünyalı, oryantal bir ruhtur. Biraz da bitmemeye kararlı gibi görünen savaş ortamı nedeniyle kendini garantiye almak için bir Batılıyla evlenmeye şartlanmıştır. Sessiz Amerikalı’nın konusu Fowler sadece memleketteki henüz kısaca şöyledir: 1952 Saygon, evli olduğu karısı nedeniyle değil, Vietnam savaşı sürüyor. Yardım kadının İngiltere’de mutsuz olacağını kuruluşları adına orada bulunan Alden düşündüğü için de Phuong’u oraya Pyle adlı bir Amerikalı London Times götürmeyi istemez. Oysa bir göçmen gazetesi için çalışan Thomas ülkesi olan Amerika, Pyle’ın gözünde Fowler’la arkadaş olur. Fowler kadın için ideal bir yerdir. Vietnamlı metresini adama tanıştırınca aralarında üçlü bir ilişki başlar. Gizli İngiliz tarafsızlık adı altında sırlar ortaya dökülür ve sonu ölümle savaşta pasif kalırken Amerikalı biter. büyük bir gayretle doğru bildiği şeyleri yapmaktadır. Amerika yavaşça büyük bir kıyıma neden olacağı ve ağır bir hezimet yaşayacağı savaşa İki emperyal ve Phuong doğru çekilmektedir. Pyle öncüdür. Thomas Fowler, eski, deneyimli ve biraz da yorgun bir emperyaldir. Alden Pyle, genç, çocuksu, hevesli yeni emperyali sembolize eder. Fowler Phoung adlı yerli bir kadında sembolleşen üçüncü dünyayı Pyle’la kaptırmamak için ahlaki bir bahane bulur. Kıskançlık daha çok metafordur. Avanta anaforunu gizlemek için ortaya salınmıştır. Üstlerinin kuklası da olsa Amerikalı daha dürüsttür. Tehlike anında Fowler’ın hayatını kurtarmakta tereddüt etmez. İngiliz bunu bir çeşit hakaret ve alçalma olarak algılar. Bu tavrı İngiltere’nin artık Amerika’nın hamisinde, liderliğinin gölgesinde kalacağı devrin geldiğini muştular. Sessiz Amerikalı (Quiet American) kitabı 1958 yılında Joseph L. Phuong çocuksu, saf, kendini Mankiewicz tarafından filme çekildi. üsluplu bir şekilde peşkeş çektiren, Genç Amerikalı Pyle’ı, Audie Murphy, Her gece çektiği afyon sayesinde Saygon’daki yaşamına tahammül edebilen Fowler’ı için için çileden çıkartan bir haldir bu. Dünyaya kendi menfaatine uygun bir şekil verme serüveninde ipler başkasının eline geçmiştir. Kendisi yaşlanmakta ve yolunu yalnızlık beklemektedir. Bu nedenle Phuong türünde genç, güzel, kendisine ömür boyu hizmet edecek, aşkını sunacak, emansipe olmamış, doğası bozulmamış bir kadına ihtiyacı vardır. Aynı şeyi bir İngiliz kadınla gerçekleştirmesi mümkün değildir. Amerikalının değiştirmek istediği dünya Phuong türü kadınların varlığını da sona erdirecektir. Pyle’ın sonunu getiren süreçte bunların da rolü vardır. Amerikalının Phuong’a 13 aşık olduğunu itiraf ettiği sahneye bir bakalım. “Bundan sonraki hamlen ne olacak?” Pyle doğrulup sırtını sandıklara dayadı. “Şimdi sen öğrendiğine göre her şey değişmiş görünüyor. Ona evlenme teklif edeceğim, Tom.” “Bana Thomas desen daha iyi olur.” “Aramızda bir seçim yapmak zorunda kalacak, Thomas. En adil çözüm bu.” Öyle miydi gerçekten? İlk kez hissettim yalnızlığın vaat ettiği soğukluğu. Olanlar akıl almaz şeylerdi, ama yine de. Zavallı aşık olabilirdi ben de zavallı bir adamdım. Oysa onun elinde saygınlığın sonsuz serveti vardı. Pyle soyunurken gençliği de var diye düşündüm. Pyle’ı kıskanmak ne acıydı. “Onunla evlenemem.” Dedim. “Memlekette karım var. Beni asla boşamaz. Kilisesine çok bağlıdır bilirsin.” ---“Thomas bu olayı kabul etmenle ilgili ne düşünüyorum biliyor musun? Müthişsin, müthiş!” “Teşekkür ederim.” “Sen dünyayı benden çok görmüş bir insansın. Boston biraz sıkıcıdır, biliyor musun? Hatta adın Lovell ya da Cabot olsa bile. Bana öğüt vermeni isterdim, Thomas.” “Ne hakkında?” “Phuong.” “Yerinde olsam vereceğim öğütlere pek güvenmezdim. Ben taraf tutarım. Onu elimden kaçırmak istemiyorum.” “Senin dürüst, katıksız dürüst bir insan olduğunu biliyorum. Sonra ikimiz de kızın iyiliğini düşünüyoruz.” Birden onun bu çocuksuluğuna isyan ettim. “Onun iyiliği beni ilgilendirmiyor. “ dedim. “Onun iyiliğini sen düşünebilirsin. Ben onun vücudunu istiyorum. Yatakta onu yakınımda istiyorum. Onun çıkarlarını gözetmektense onunla yatıp onu hırpalamayı tercih ederim.” “Ah.” Dedi karanlıkta zayıf bir sesle. “Sen yalnızca onun iyiliğini düşünüyorsan, Tanrı aşkına rahat bırak kızı. Diğer bütün kadınlar gibi o da esaslı bir…” Bir havan mermisinin düşmesi Pyle’ın Boston kulaklarını kaba bir Anglosakson sözcüğünden kurtardı. --“Ben de bedene düşkün bir insanım , Thomas. Ancak Phuong’u mutlu etmek için her zevkimden seve seve vazgeçerdim.” “Ama mutlu o.” “Olamaz… bu durumda mutlu olamaz. Çocuk sahibi olmaya ihtiyacı var. “ “Sen onun ablasının anlattığı saçmalıklara gerçekten inanıyor musun?” “Bir abla kimi zaman daha iyi bilir.” “Senin daha çok paran olduğu için bir fikri sana satmaya çalışıyordu o, Pyle. Bunu gerçekten başardı demek.” “Benim aylığımdan başka param yok.” “Eh, hiç olmazsa döviz kuru daha yüksek.” Sessiz Tanık Vigot Fowler’ın Pyle’ın ölümü olayını araştıran Fransız polis Vigot’la konuşmaları da çok şey açıklar durumdadır. Fransızlar Vietnam’da kaybeden taraftır artık. Bu nedenle belki de Pyle’yi tanımlayan ve kitaba başlık olan Sessiz Amerikalı deyimini tedavüle Vigot sokar. Sonunda sessiz bir işbirliğini vurgulayan sahne bunu destekler gibidir. Fransız, Amerikalının ölümündeki İngiliz entrikasına sessiz kalır. Yıl 1952. Fransızlar çekilecek ve Vietnamdaki savaş bataklığına Amerika gömülecektir. Yıl 2002. The Quiet American yine popüler The Quiet American, 2002 yılında Philip Noyce yönetiminde yeniden filmleştirildi. Fowler’ı o rolle oskara aday gösterilen Michael Caine, Pyle’ı Brendan Fraser ve Puhong’u Do Thi Hai Yen canlandırmaktaydı. İkiz kulelerin vurulmasından sonra artık yeni Vietnam Orta Doğu’ydu. Körfez savaşları yapılmıştı. Amerika terörle mücadele bahanesiyle Irak’ı işgale hazırlanıyordu. Öykünün ruhu inanılmaz derecede canlıydı hâlâ. Sadece Puhong gitmiş yerine Pakize gelmişti. Diğer iki aktör aynıydı. Kitabın arka kapağında bulunan açıklayıcı metinden birkaç satıra göz atalım. Alden Pyle çevresindekilerin saf, utangaç ve sessiz bir adam olarak tanıdığı genç bir Amerikalıdır. Fransız ordusu ile Vietminhlerle(Việt Nam Ðộc Lập Ðồng Minh Hội’nin kısaltılmışı) kıran kırana savaşırken Pyle, ‘Üçüncü Güç’ün bölgeye demokrasiyi getireceğine dair ütopik bir inançla General The’ye mali yardım sağlamaktadır. Bir yere demokrasi götürmek amacıyla müdahale etmek altmış yıl önce de bayağı popülermiş. 14 Trio Durumları 1991 de vefat eden Graham Greene Irak işgalini ve bunda İngilizlerin, Blair’in oynadığı trio rolünü göremedi. Ama şu anda Vigot(Fransız), Hans(Almanya), Kader(İran), Osman(Türkiye) ve İvan(Rus) da bundan sonraki filmde rol almak istemekteler. Pakize’nin rolü bu nedenle biraz karmaşıklaşmış durumda. Sessiz Amerikalı adlı kitap elli küsur yıl sonra dahi hem eğlencelidir, iyi kurgulanmıştır, hem de bize bugünlerin gözde dümenlerini faş eden pasajlarla yüklü olması açısından bilinç parlatıcı bir özelliğe sahiptir. The Quiet American’ın Mehmet Harmancı’nın keyifli diliyle yapılan çevirisi Everest yayınları tarafından 2003’de basıldı. Yarım yüzyıl sonra kitabın verdiği mesajın zerre kadar eskimediğini görmek şaşırtıcı gelmemeli. Ne de olsa uzun soluklu hesaplar bunlar. Politik polisiye yazmak isteyenler için ideal bir adrestir Graham Greene. Len Deighton, John le Carre ve daha bir çok tanınmış yazara Şeyda Koç - Bekler Seni Mavi saçlı gönül gözlü kız Araf kokuları estirdin yüreğime Koca bir yürek şimdi bende bıraktığın Sen anlatmıştın ben dinlemiştim Bildirmiştin ama bilememiştim Yorgun şarkıları beraber söylemiştik Beraber o gölün seyrine dalmıştık Beraber uçurumda oturup Balık tutma hayellerine dalmıştık Balık tutma mevsimi çoktan geçti şarkılarda artık yorulmuyor Kelimeler mevsimlere döndü artık Yazda kışı kışda seni görür oldum Uçurumda balık tuttugum kız!… Hala balık bekliyor musun?.. Neredesin şimdi bilmem!.. Özler seni koca yürek ,çıkıp gelsen Söylenmemiş şarkılarla coşsak yeniden… esin kaynağı olmuştur. NOT: 1 - Fowl: Kuş, kümes hayvanı anlamına geliyor. Faul okunuyor. Bizde fol yok yumurta yok derler ya. Bu fol, o fowl olmasın? Pyle’de de Pilon, direk, kule tınısı var sanki. 2 - Henry Graham Greene 1904’de Berkhamsted, Hertfordshire’de doğdu. Altı kardeşten dördüncüsüydü. Gençliğinde çok duyarlı ve utangaçtı. Sporu sevmezdi ve Rider Haggard ve R. M. Ballantyne türü yazarların serüven öykülerini okumak amacıyla okulu sık sık ekerdi. Bu eserler üzerinde çok etkili olmuş ve yazım üslubunu şekillendirmesinde rol oynamıştır. Birkaç intihar girişiminden sonra on beş yaşında okulu bırakan Greene’i tedavi eden psikoloğu onu yazmaya özendirdi ve edebiyat çevrelerine tanıştırdı. Bayağı hayırlı bir iş yapmış psikolog. ------------------------------ 15 Can Çelebi - Slumdog Millionaire Bir Hindistan rüyası: Milyoner, Varoşların Köpeği. Danny Böyle adına: Vizyona girmesinden aylar önce konuşulmaya başlanan ve bu yıl dağıtılan oscar ödüllerinden onuna aday olup sekizini kazanan Slumdoğ Millionaire’in kendine özgü, sıradışı bir anlatımı var. Yıllarca Ankarada yaşamış – neredeyse anadili gibi Türkçe konuşan bir konsolosluk görevlisi olan Vikas Swarup’un bestseller olmuş, başarılı kitabından uyarlanmış, güçlü ve oldukça zekice, tabiri yerindeyse oya gibi ince ince işlenerek kurgulanmış bir senaryoya sahip. İnanır mısınız aslında filmi yarattığı gürültüden çok Danny Boyle adına duyduğum hayranlıktan dolayı izlemek istedim. Daha önceki tüm filmlerinde beni Filmin kunyesi: kendisine hayran bırakan bu İngiliz Orjinal Adı: Slumdog Millionaire sinema ustası, bu filminde de yine Yönetmen: Danny Boyle, Loveleen ustalığını ve yeteneklerini Tandan konuşturmuş. Sinematoğrafisinden Senaryo: Simon Beaufoy, Vikas hafızalarımıza kazınmış bir çok Swarup (Kitap) filminde olduğunun tersine Slumdoğ Oyuncular: Irfan Khan, Anil Kapoor, Millionaire Boyle nin yaptığı en geniş Mia Drake, Imran Hasnee, Madhur bütçeli film olarak adlandırılıyor. Mittal, Dev Patel, Freida Pinto, Azharuddin Mohammed Ismail, Ayush Filmin kurgusu muhteşem, Danny Boyle başarılı olmaktan öte, son Mahesh Khedekar, Rubiana Ali, derece yaratıcı bir yönetmen. Sheikh Wali, Jira Banjara (Shallow Grave (1994), Trainspotting Tür: Aksiyon / Dram / Komedi / (1996), The beach (2000), 28 days Romantik / Suç later (2003),Milions (2004) Şunshine Yapım: 2008, ABD / İngiltere / (2007)………….) Boyle bu sefer bizi Hindistan, 120 dak. bir Hindistan rüyasıyla (yoksa kabusumu demeliydim) ters köşeye yatırıyor. Filmin konusu: Hindistan’ın izlenme rekorları kıran “Kim Milyoner Olmak İster?” adlı televizyon şovunda kaçınılmaz karar anı ... Yakıcı stüdyo ışıkları altında nefeslerini tutan izleyiciler, 18 yaşındaki yetim sokak çoçuğü Jamal Malik’in 20 milyon rupi kazanmak için son soruyla vereceği cevabı heyecanla beklemektedir Programın sunucusu Prem Kumar, sıfırdan zengin olacak bu sokak çocuğunun tüm soruları bilebilme ihtimaline inanmaz ve onu hile yaptığı iddiasıyla polise ihbar eder. Şova ara verildiğinde, polisler Jamal’ı hile yapmak suçuyla tutuklarlar. Gece boyunca sorguya çekilen yarışmacının karşısına soruları tekrar çıkarırlar. Jamal her sorunun doğru cevabını nasıl bulduğunu anlatmaya başlar. Bunun sonucunda, genç çocuğun inanılmaz yaşam hikayesi gün yüzüne çıkacaktır... Bir Filmi başarılı yapan nedir? Bir filmi bence başarılı yapan ilk ve en önemli şey atmosfer yaratmadaki başarısıdır. Bir film, eğer sizi uzun metraj bir film süresi içinde, ki bu bazen 70 bazen de 120 dakikayı bulabiliyor, daha uzun ve kısaları da denenmiştir; başka bir dünyanın içine sokup o ilizyonu iliklerinize kadar hissetmenize neden oluyorsa, o film başarı için ilk basamağı aşmış demektir. Görüntü yönetmeni koltuğunda “28 Gün Sonra”(2002) “Dogville”(2003) ve “Just Like Home”(2007) gibi filmlerden 16 tanıdığımız ünlü bir usta, Anthony Dod Mantle var. Daha önceleri Lars von Trier’le yaptığı başarılı çalışmaları hala hafızalarımızdaki yerini korurken bu filmedeki atmosfer yaratma yeteneği ve başarısı bir kez daha takdire değer. Buradan bakınca Slumdoğ Millionaire daha ilk dakikalarında sizi hemen sarıp sarmalıyı veriyor. Boyle nin filmlerinde sık sık kullandığı koşma- kovalamacayı kamerayla takip etme olayı burada çevrenin, sosyo-kültürel kartını çıkartma açısından oldukça işlevsel kullanılmış ve yönetmenin Trainspotting filmini akla getirir nitelikte. Filmin bütçesinden kaynaklansa gerek – bu sefer sadece şarjo yardımıyla değil uçaktan yapıldığı izlenimi veren muhteşem kuşbakışı görüntüler de zaman zaman karşımıza çıkıyor. Pis sularda burunları hizmalı rengarenk sarileriyle çamaşır yıkayan kadınlar, girişi ve çıkışı olmayan balcık içindeki kirli sokaklar, yüzlerinden eksik olmayan gülücükleriyle varosun yoksul itleri - çocukları, derme çatma, üst üstü alt alta gecekondular, yokluk ve sefalet görüntüleri ve bu görüntülerin üzerine düşen çocuk çığlıklarıyla beslenen nefes nefese bir müzik. Hoşgeldiniz! Hindistandaşınız, dahası Hindistanın varoşları ete kemiğe bürünmüş, çapcanlı karşınızda duruyor. Arkanıza yaşlanın 120 dakika boyunca iyisiyle kötüsüyle acısıyla tatlısıyla hiçbir yabancılaşmaya izin verilmeden orada,öylece, o insanların hayatına ortak olacaksınız. Bütün bir hayatın özeti sadece 15 soru? Hani hepiniz bilirsiniz canım, biz küçükken dilden dile bir tekerleme gibi dolaşan bir cümle vardı? Hani okulda çok başarılı olanlara, kitap kurtlarına, okuya okuya şişe dibi gözlük sahibi olanlara inceden bir dokundurmayı da içinde saklayan bir cümle. Şöyle bakayım « Çok okuyan mı yoksa Çok gezen mi daha iyi- çok bilir ». Tabiiki hepimizin cevabı aynıydı. Çok gezen.İşte bu film boyunca hep bu cümleyi evirip çevirdim zihnimde. ’Çok okuyan mı yoksa çok yaşayan mı bilir?’ Jamal in tanık olduğumuz hayat hikayesi bize yaşamın ne büyük bir öğretmen olduğu gerçeğini kanıtlıyor. 15 soru 15 anektot – flashback lerle soruların doğru cevaplarının arkasındaki sırlar. İşte bu ! Bir hayat, bir varoluş mücadelesi, sadece ve sadece 15 soru… Her ne kadar Jamal in yağane amaçı para değil, yalnızca sevdiği kızın, güzeller güzeli Latika nın kendisini görmesini sağlamak olsa da, tüm bu sorulara verilen doğru cevapların sonunda kazanç 20 milyon rupi. Bu sadece yarışma mükafatı değil aynı zamanda çile dolu hayatının bir özürü, bir hediyesi – telafisi de olmalı! Düşman kardeşler. Jamal kadar doğru, Salim kadar inandırıcı: Aynı aileden gelen iki kardeşin birbirine tıpatıp benzeyen aynı şeyleri yaşayarak farklı farklı yolları tercih etmelerindeki neden, filmin içinde dikkat çeken neredeyse üzerine kuram kitapları yazılacak bir felsefi tartışmanın da fitilini ateşliyor. İnsanı iyi ya da kötü yapan şey nedir? Doğuştan getirdiğimiz kişilik özelliklerimizin burada ki rolü içine doğduğumuz şartların ve kültürün rolünden daha mı çok etkilidir ? Ya da bambaşka bir bakış açısıyla Tüm yaşamımız aslında yaptığımız seçimlerimiz midir? Ben film boyunca Salemin yaptığı hatalı seçimlerini daha inandırıcı buldum desem yalan olmaz. Bir insanın o şartlar içinde varolurken Jamal kadar doğru (¡)kalması bence pekte mümkün değildi. İşte burada insan ister istemez; galiba bizi tetikleyen, seçimlerimizi yaparken feyz aldığımız biyolojik bir takım etkenler de yok değil diyor. Film içinde iki kardeşin kişilik özellikleri öylesine güzel işlenmiş ki ortaya sinema dünyasının kolay kolay unutamayacağı iki karakter çıkmış. Duygusal ve naif, sevgi arayışı içinde olan fakir ama gururlu, kendi doğrularına sıkı sıkıya bağlı olan Jamal ile tüm duygularını içine gömmuş, güçlü olmak ve kolay paraya ulaşmak için mafyanın tetikçiliğini yapan- insanları öldürmeye gitmeden önce namaz kılıp Allah’tan özürdileyen ama yine de öldüren, gözü yükseklerde, bencil,öfkeli ve hırslı Salem. Kaderin kendisine ördürdüğü ya da kendisinin kaderine yardım ederek beraber ördükleri simsiyah bir örümcek ağı üzerinde, Fight Club benzeri bir “Sahip olmak istediklerin bir şekilde sana sahip olurlar ve sen onların esiri olursun.” Önermesini aslında hayatı boyunca yaşıyor. Çocukluklarında sokaklarda – çöplüklerde yaşarlarken Latika, Jamal ve Salimi kaçıran dilenci mafyasının elinden kaçarlarken iki kardeşin bindikleri trene yetişmeye çalışan zavalli Latika nin tuttuğu elini burakarak ondan öçalan Salem böyle böyle, zaten ilerisi için bu karmaşık kişiliğinin tohumlarını seyircinin zihnine ekiyordu. Kardeşini kör olmaktan, ömür boyu dilencilik yapmaktan kurtaranın da, Latikayla, Jamal’in kendi hayatını feda ederek birleşmelerini sağlayanın da aynı 17 Salem olduğuna inanmakta güçlük çekmiyor insan.Var bu tür insanlar, Salem de onlardan biri işte diyor, yadırgamıyor, kolayca kabulleniveriyor. Filmin bu bölümlerinde City of God yansımaları yok değil. Bazen ya! Bu kadar da benzerlik olmaz diyebiliyorsunuz ama sonuçta her iki film de varoşlardaki insanların etkileyici ve çarpıcı varolma hikayelerini dile getiriyor. Bir farkla City of God bir başyapıtken, Slumdog milionair ne yazık ki onun bire bir ölçekte, biraz da arabesk denebilecek bir kıvamda sulandırılmış hali. Buna rağmen çok şey söylüyor Slumdoğ Millionaire. Kapitalizmi sorgulayip, kapitalizmin kaynağı olduğu bütün toplumsal çarpıklıkları , hindistandaki etnik kavgaya dayalı ayrımcılığı ve şiddeti, kast sistemini ve o sistemin hatalarını, bir bir reyting düşkünü popüler kültürün mısır patlaklağı tadıyla, seyircisinin boğazına dize dize yediriyor. Bir hindistan rüyası: Paran olmasada, en alttan gelsende, boka batmış, dibe vurmuş olsan da; aşk ve paraya ulaşabileceğin bir çağda yaşıyorsun. Alın size Amerikan rüyası. Geçtim rüyayı, ekonomik krizi de dillendirip “mucizesi” diyeceğim artık. Politik filmleri göz ardı ederek, popülist yaklaşımlara çanak tutarak amaçtan uzaklatıkları ve taraflı oldukları gerekçesiyle sık sık eleştiri bombardımanına tutulan Academy de görevli üyelerin bu filme 10 da 8 ödül ( İnsan hemen rahmetli Ömer Kavur’un aynı temayı rüyalara – mucizelere sığınmadan daha sade, daha entellektüel bir bakış açısıyla anlattığı “Yusuf ile Kenan" adlı filmini içini çeke çeke hatırlıyor.Böylesi de yapılmıştı ne haber diyesi geliyor.) Filmin konuşulmaya değer bir başka yanı da oyuncu kadrosunun büyük bir bölümünün amatörlerden oluşturulması. Profesyonel bir kaç isimden biri olan başrol oyuncusu Dev Patel’in performansı çok başarılı ve etkileyici ama bunun yanında kahramanların çocukluklarını oynayan isimler olağan üstü. Gerçek hayatta tam da filmde anlatıldığı gibi bir çevreden geliyorlar ve neredeyse filmde kendi hayatlarını oynamışlar. Sahnelerin ruh halini en iyi şekilde destekleyen işlevsel olarak, dozunda kullanılmış müzikler harika, etnik, sımsıcak, kişilikli ve insani sarıp sarmalıyor. 120 dakika boyunca hayata bambaşka bir pencereden bakmanızı sağlayan, yürek burkarken düşündüren, masalsı bir hikaye. Bu yılın en başarılı filmlerinden biri. yağdırmasının altında kesinlikle filme sinmiş bu ideolojik düşünce yatıyor. Filmi görünce- ya da gördüyseniz eminim sizde bana katılacaksınız. Filmin Kim milyoner olmak ister gibi Bir takım negatif yanlarıkapitalizmin çirkin yüzlerinden biri olan popüler bir tv programını eleştirel eksiklikleri görmezden gelebilirsek bence kaçırılmaması gereken bir film. bir gözle didikleyip alaycı bir üslupla kullanıyor olması bence film için bir İyi seyirler. artı puan. Anaparacı düzenin bireyler üzerindeki korkutucu etkisini vurgulamak açısından iyi bir gönderme. 18 Şeyda Koç - Buklesinde Reyhan Kokusu Kapıyı çaldı adam ve kadın açmaya gitti… - Nerde kaldın? - Üst kattaydım, çamaşır falan - Yok ya? bu saatte çamaşır mı kalır… ? - Yine çarşı Pazar gezdin değil mi? Kadın yorulmuştu bu sorulardan. Senelerdir giydiği bir çift ayakkabısına takıldı gözleri… Ayakkabılıkta öylece duruyordu, bu yarı sarhoş eve gelen adama ne diyebilirdi ki! On beş sene çalışmıştı. Doktor böbreklerinde sorun olduğunu söyleyene kadar ilaç fabrikasında çalışmaya devam etti. Ama çocukluğundan beri süre gelen bakımsızlık sonunda orta yaşlarına doğru ortaya çıkmış ve kadın gelen hastalık karşısında yenik düşmüştü. Bir böbreğinin alınması söz konuşuydu. Kocası Kemal, geçmiş yemek masasına çoktan oturmuştu… - Peh… Kadına bak, Yemek diye yutturacak bunları! - Ama Kemal, bu çocukların da senin de en sevdiğin yemek değil mi… Neden ki bu huysuzluğun? Hiddetle baktı Kemal!... - Kes lan beğenmedim işte. Kadın olsan aynı yemeği pişirip pişirip önüme koymazsın! Gözleri dolmuştu Nermin’in, yıllarını verdiği Kemal severek evlendiği, gurbete bir heves, adeta koşa koşa geldiği kocası yıllarca sıkıntılı ve küfürvarî konuşmalardan başka iki güzel çocuk verebilmişti . Haline şükrediyordu ama her gün bitmeyen, yıllar geçtikçe de artan hakaretler karşısında artık ruhu da dayanamıyordu, üstüne üstelik birde bu hastalık onu iyiden iyiye moralsiz kılıyordu… - Ya kalk şuradan kadın, ya önüme geçme, işin yok mu senin, aç şu televizyonun sesini. Televizyonda evlenmek isteyen insanların başvurusuyla hazırlanmış olan program yayınlanıyordu… Televizyona şöyle bir baktı, kadınlar evlenerek birilerine birilerini yakıştırıyordu, işin tuhaf yanı bu yakıştırmaları yapıp baş göz eden seyircinin çoğu spikerde dahil evli değildi (!) - Kemal unutmadın değil mi? yarın doktorda randevumuz var. - Şu gavur memleketinde bir işini yapamadın gitti. Benim ne işim var doktorda, gidicen görünücen... Oğlanla git, işim gücüm var benim. Metinler bekliyo... Nermin ne diyebilirdi ki, böylesi bir durumda bile yarın arkadaşları ile yapacağı maçı düşünen kocasına, demedi o da… Diyemedi. Kalktı, yemek masasını toparlarken kapıdan henüz içeri giren oğlunu gördü; - Anne hazır mı yemeğim? - Hazır, oğlum Birazdan diğeri de gelirdi. Diğer akşamlardan çok da farkı yoktu yine o akşamın… Her zaman olduğu gibi mutfağını temizledi. Nermin kadın, içeriden gelen bağırış sesleri arasında hemen anladı, belli ki heyecanlı bir maç vardı televizyonda… seslerden anlaşılıyordu. Temiz kapları da yerlerine yerleştirdi… Sancısı çoktan başlamıştı… Çaresiz artık çok da faydası olmayan ilacından aldı. Dengesi zorlaşan bacaklarıyla, doğruca odasına gidip kendini yatağa attı… yattığı yerden gelen kocasının sesini duydu en son ‘’Yattı yine iki bulaşık sonra yatak, iki gün sonrada toprak” diyerek peşinden gülüyordu kocası... Sabahında çıktı evden. Önce alışverişini yaptı, memleket ürünleri satan bakkaldan. Buranın bir yeşili, bir yağmuru meşhurdu ya hani… Bugün ona yağmur tarafı düşmüştü gurbetin…Biraz ıslandı ama sabahın o çiğ kokusunu da teneffüs etmiş oldu… Sabah koşuşunu yapanları, köpeğini gezdirenleri, çocuğunu okula götürenleri işe yatişmeye çalışanları tramvay bekleyen öğrencileri gördü… Evdekiler hala yatıyordu ama dışarıda adeta savaş öncesi hazırlık vardı. Bu manzarayı birde tatil günleri başlamadan görmek mümkündü, sonrasında derin bir sessizlik hakim olurdu, yağmurlu caddelerde çoğu yalnız beklediği akşamlarının gündüzünden çok farkı olmazdı o zaman Nermin’in… Yerden iri siyah çakıl taşını alırken yerden... Anıları depreşti. ***** Anası arkadan bağırdı: ‘’Kız Nermin geldiler, koy kahveyi ocağa, geç mutfağa çabuk!.’’ Bir haftadır köyde komşuların konuştuğu tek şey kendisiydi. “Alamancılar istemiş Nermin´i duydunuz mu?..” diyor birisi diğerine. Çeşme başında en çok bu konu konuşuluyor diğer analar kıskanç 19 bakıyorlar, Nermin´in iri ela gözlerine …Kızlar kıkırdıyor: “Kız Nermin amcanlara mı gelin gidicen, kız Nermin!...” Bütün kızlar gülüşüyor…Nermin mahcup …Bir haftadır sokağa utancından çıkamaz olmuştu Nermin. Yazları gördüğü amcaoğlu, delikanlı olduktan sonra çok da gelmemişti köye ama yengesi oğlunu gelip gittikçe methetmişti. Köyün komşularına kendi akrabalarına… Nermin’de hayallemedi değildi, zaman geçtikçe oda merak eder olmuştu. Gelip de onu istediklerinde. Evlilik adımının ilk heyecanını duymuş artık büyüdüğünü anlamıştı. - Yaptın mı kahveyi kızım, istediler seni anan kurban olsun sana Alamanya’ya gelin gidicen. - Orası nasıl güzel mi bizim köy gibi anacım? - Güzel diyorlar artık kendin gidince görecen. Biraz hasratlık olcak ama napalım senin istikbalin,katlanırız helbet… Nermin, tuzlu fincanı da tepside eksik etmeden hazırlamıştı. Salona servise çıktı. Yengesini ilk gördü ama…ama…O kadar! Genç biri yoktu ortada, bir amcasına bir halaya derken kahvelerini dağıttı. Amcası uzanırken fincana mecburen “o değil amca öbürü” diye seslendi. Tuzsuz fincanı işaret etmişti. Bir acı kahvesini dahi tutacağı, servis yapacağı damat yoktu ortada. Hasta denmişti .Yol yorgunu denmişti…Denmişti de gelmemişti işte. Bukle bukle saçları, geri bağladığı eşarbının altından sallanırken yün çorapları ayağındaydı. Çatıya giden merdivenin altındaki mutfağına geçti Nermin… Kara taşı fırlattı ilerdeki ağacın dibine gurbet kadını Nermin... Bir köyü düşüyordu aklına, bir yeni gelin geldiği yıllar gurbet eline. Yıllar sonra öğrenmişti kendisi de o gün damat olacak gencin diğer amca oğlu ile kasabaya sözde kız tavlamaya gittiğini. Sonra ilk gözağrısı evladına sütü dahi yetmediği bulamadığı acı dolu yıllar: “Ben mi istedim kızım seni, kendin koştun geldin’’…dedi kocası.. ‘’mecbursun bu evde beni beklemeye, karnın doyuyor ya ona şükret.” “Ama Kemal, çocuk aç kaldı sütü bitmişti. Ağlamasına Alman karısı dayanamadı yine süt vereceğdi… Sen öncekinde kavga ettin diye veremedi.Eh ben napam evde bir şey olmayınca çocuk bu”? “Kes lan, duyanda aç bıraktık sanıcak.” Yıllar ne çabuk geçiyordu. Okul yıllarında da çocukların okuluna gidemedi, kocasından sonra çocukları istemedi onu.Ya kıyafeti ya yürüyüşü hep bahaneydi yavruları için “Bu kadar mı vebalıyım çocuğum neden utanır benden, şuradan sınıfına baksaydım” diye düşünürdü… Şimdi o çocuk büyümüş de bir fabrikaya işçi de olmuştu çoktan. Alaman bir kızla da yaşar olmuştu, utandığı anasına sadece yemeğe uğradığı oluyordu, ara sıra o kadar. Yirmi beş senenin ardından fırlattığı taşa bakarken o taş kadar değerinin kalıp kalmadığını düşündü… Köyde kalsaydı… Köyden yine isteyen biri vardı… Halil’di ismi gencin. Ona varsaydı ne olurdu? diye düşündü. Belki ondada farklı sıkıntı çekerdi, kader bir değil miydi sonuçta…Ama yine de çocukları ondan utanmazdı. Alaman kadınları gibi makyajlı olmadığı için Almancayı bülbül gibi şakımadığı için güzel yemeklerini yiyip de bir fotoğrafa bile girmekten çekindikleri bir anaları olmadığı için utanmazlardı… Sonraları duymuştu ki ‘Halil’ sağlık binasına hademe olmuştu. Şimdilerde emekli olacaktı. İki kızı bir oğlu olmuştu…Köydeki eş dost muhabbetinde evlendikten yedi sene sonra gittiği baba ocağında duymustu. Yine de şimdi ki haline şükretti Nermin, göğe yüzünü kaldırıp ‘’çok şükür Rabbim’’ derken. İki oğlu da canı ciğeriydi, onlarda anlayacaktı zamanla cahilliklerini ,varsın şimdi gençlik telaşlarını sürsünlerdi.. Aniden sancısı tuttu. Amaliyat günü de yaklaşıyordu..Tedirgindi ama önce Allah’a sonra kendine güveniyordu. Sık sık dile döküyordu bu duasını ameliyattan sonra ilk iş köyüne dönecekti. Kararlıydı. Reyhan kokularını özlemişti köyünün. Anasının babasının bakımsız evinde kalmaya razıydı. Buradaki hizmetçiliği de nasıl olsa artık eskisi gibi ise yaramıyacaktı... Çocuklar da büyümüştü. Kararlıydı köyüne dönecekti. Ama şimdi eve gidip kahvaltıyı hazırlayıp kocasını küçük oğlunu kaldırmalıydı. Kafasında planları gönül gözünde köyünün dağları, bahçesinde saçlarını taradığı baba evi,burnunda reyhanların kokusu vardı. **** İçeri girince seslendi; - Haydın kemal !…. Mesut !… Masa hazır.Geç kalmayın! - Allah belanı versin kadın, ne bağırıyorsun sabah sabah! - Aman mama! Bir öğrenemedin doğrudürüst uyandırmayı… yavv..ne bağırıyorsun baykuş gibi! 20 Sinan Tabanlı - En Sevdiğim Günah "Kibir... Kesinlikle en sevdiğim günah." göre. Fakat imtihan bu ya; Azâzil sadakatinin sınanmasında başarısız oldu ve isyan bayrağını çekiverdi. Devil's Advocate'in Şeytan'ı oynayan Dumansız ateşten yaratılan varlık, aktörü Al Pacino'nun filmdeki son çamurdan halkedilmiş olanın önünde sözleriydi bunlar. eğilemezdi. İtaatsizliğin cezası, büyüklük taslamanın mukabilinde sürüldü Huzûr-u İlahî'den. Şeytan sıfatıyla muttasıf oldu. Sûr'a dek sürecek olan yeminini etti. Varlık tarihinin en büyük andını içti.Tek misyonu vardı: Adem ve neslinin kendisinden üstün olmadığını kanıtlamak. Bu uğurda, insanın içine ekilmiş her kötü tohumu yeşertmeye çalışacak ve vazifesini layıkıyla ifa edip hegemonyasını kuracaktı kötülüğe meyilli insanoğullarında. Bugün dahi, kâhir ekseriyette insanın en zayıf ve Şeytan için en işlek kavşağı konumunda bulunan yeri Azâzilînkine müşabih enaniyet duygusudur. Şeytan'ın bizzat kendisine sorsak daha farklı bir cevap alamazdık sanırım. Yalan konuşmayacaksa tabî. -İslam inancına göre- Azâzil yani Şeytan, Allah'a ubudiyetini ifâ eden, O'nu en iyi şekilde ta'zim ve tesbih eden bir cindi. (Yanlış bilinenin aksine Azazil bir melek değil cindi.) Ta ki Adem yaratılasıya kadar. Azâzil'den, Allah'tan başka birinin üstünlüğünü kabul etmesi istenince buna razı olmadı. Allah vardı, sonra o. Bu ikisinin arasına birisi giremezdi ona Ben, ene, ego, hôd. Benlik, enaniyet, egoizm, hôdfüruşluk. Tevâzu ile yollarımız kısa süren bir birlikteliğin ardından Kâbil Hâbil'i katlettiğinde ayrılmış oluyordu. Ve nadiren araya köprüler kursak da, bu yollar bir daha hiç birleşmedi. Maddî sebepler yüzünden Azâzilîn düştüğü hataya düşüyoruz. İnsanın gözüyle gördüğüne olan inancı hissettiğine olana nazaran daha büyüktür. Herhangi birşeye karşı olan yakînimiz işittikçe, hele ki görüp bizzat müşahede ettiğimizde kesret kazanır. Bu şekilde sarsılmaz bir duvar öreriz o inancın etrafına. Bu insandaki en tabî algılardan biridir aynı zamanda, ki yadsınamaz zaten. Bunun gibi, doğruyu ve yanlışı ayırdedebilme hususunda beş duyumuza hitap eden maddi ve gözle görülür sebepler daha kolay idrak edilirler. Örneğin, ateşin etinizi yaktığını anlamanız için kibritle yapılacak küçük bir deney bu tecrübeye kolayca erişmeniz için kâfidir.Alevin vücutla direkt olarak temas etmemesi gerektiği bilgisi basitçe elde edilir. Akıl ve mantık ile eksiksiz bir uyum içerisinde çalışan 5 duyumuzdan gelen bilgiler beyinde hemen kategorize edilebilirler. Bu ana kadar bir hayvan metabolizması ile insan vücudu, zekadaki eşitsizlik yoksayılarak- aynı kefeye konulabilir. Bunda bir beis olmasa gerek. Lakin insan iki yönlü yaratılmış ve varolmuştur. Bedeni ile alakalı olan kısmı olduğu gibi, bir de gönül ve his dünyasına ait latifeleri de vardır. Sevme, öfkelenme, kıskanma, umursama gibi birçok manevi his de barındırır. İnsan hayatına yön vermede bu hissiyatın da çıkarları gözetilerek davranılır. Fakat, manevi duyular akıl potasında mantık süzgecinde dolaylı olarak geçtikleri için çözümlemeleri daha zor yapılır. Korkmanın saçma olduğu bir şeyden bir hayat boyu korkabilir, mantıksız bir şekilde, çirkin ve vefasız bir yâre gönül çeldirip Kays gibi bir dağ delisi olup çıkabilirsiniz. Bu duyuların da 21 kendi içlerinde esnekliği ve bir tarafa çekilebilirliği vardır. Birşeylerden nadiren korkan biriyseniz bu sizi cesur, aşırı korkan biriyseniz de korkağın teki yapabilir. Sevgi, hayatınızın değişmez bir parçasıysa eğer kutlu bir insan, önemsiz bir yere haizse duygusuz biri oluverirsiniz. Bu şekilde ilerleyerek, hissiyat koridorumuzdaki kapıları birer birer yokladığımızda karşımıza “gurur” kapısı çıkar ki, insandaki manevi hastalıkların nirengi noktası belki de burasıdır. televoleleşmekten enaniyeti yalama yapmış kolpa sanatçılarımız vardır. Diz çökmenin ve acziyeti kabul etmenin sembolü olan namazda, tilavetinin güzelliğiyle tüm cemaati büyülediğini sanıp göğüs geren imam efendilerimiz eksik değildir. Marifet bilip hata kabul etmeyen zeytinyağı karakterlilik şiarımızdır. Hitabet ve ikna yeteneğini her yerde gururu ve egosu için işlettiren zeki şeytanlarımız da mevcut. Ne acıdır ki, mezartaşına dahi ölen babasının askeri rütbesini kazıtan akılalmaz insan zihniyetleri de yaşıyor hala. Üstelik sivil kabristanlarda. Gurur, hisler arasında kendisini en az Misalleri çoğalttıkça çoğaltın asla belli eden, nadiren renk veren, kainatı tükenmeyecekler. Ve sen bu satırların doldurduğu söylenen esîr maddesi okuyucusu, kendini ve bu satırları gibi her an bizimle olan fakat hiç yazanı şu yukarıdaki insanlardan gayrı yokmuş gibi duran bir şey. görme. Düşün ki, her lahzâ, içinde Derinlemesine dikkat kesilin. Gün hürriyet ve vitrinlik olmak için boyu her yerde beraber olduğumuzu tepişmekte olan gururun seni böyle görebiliriz. Yaptığımız işlerde, uzun ve biri olmak için zorluyor. İstisnasız. kısa vadeli her girişimimiz de belirleyici bir etken. Lafı İnsan varoldukça haddini hiç gevelemektense örneklendirmek bilmeyecek, benlik duygusu dahilinde daha mı mantıklı ne? korunması gereken sınır olan özgüven Mesela çocukken, her zaman küçük haddini mütemadiyen aşacaktır. İyilik kardeşin ekmek almaya gitmesi yaptığını zannederken kendisine, gerektiğini düşünen ağabeyizdir biz. mutsuz sona varışını hızlandıracaktır. Bazen sohbet meclislerinde küçüğe Çözümü oldukça zor olan bu tür laf düşürmeyen yaş-saygı oranı manevi marazların ruhumuzda çarpık meraklıları, bazen de mesleğindeki kentleşmesi ve buna bağlı olarak rütbeyi ev kapısında isminin yanına yaşadığımız tatminsizlikler, kaotik yazdıran gösteriş budalalarıyız. ruhsal ortam. Neticesinde karmaşa ve İşyerinde hal-hatır sormada protokol karakterdeki ipi kopukluktan neşet gözettiğimiz de olur bizim, hiçbir eden, dışa vurulmuş süslü ve boyalı ücret ödemeden sahip olduğumuz soytarılıklar. fizikî güzelliğimizin diğer bir hemcinsimizinkinden üstün olduğunu Bütün bunlar beni ütopik bir dünya belli etmeye çalıştığımız da. hayaline yönlendiriyor. Ne ezikliğin, Zaman zaman azarlanırız, ne de büyüklüğün olmadığı. Sevginin, Başkonsolosa konsolos diye hitap alçakgönüllülüğün ve ettiğimiz için. Televizyonda her gün yardımseverliğin esas alındığı bir yer, karşılaştığımız pohpohlanmaktan ve bir ada. Etrafı güven denizi ile çevrili olan. Gökyüzünden şefkat akan ve kayaları mertlik taşından yapılmış. Bu dünya Diyojen'e elinde fenerle sokakta güpegündüz insan arattığı gibi, bu asırda da tiksinti uyandırıp içinde boğulduğu manevî vebadan yüz çevirtiyor. Kimimizi dağlara kaçırtırken, bazımızı da bir insan olmaktan utandırıp ölüme şafak saydırtıyor. Terhis olmak için gün bekletiyor dünyadan. Daha ironik olanı da bu kibirli ve benmerkezci adamlardan bir din mensubu olanların sıkça bulunması. Kulluğu ve tevazuyu emreden dinlerin kendi mensuplarının o akîdeye ihaneti söz konusu. Bütün amacı beni ortadan kaldırıp O'na ulaştırmak olan, benliği yok edip fenafillaha, yani Hakk'ta yokolmaya erdirmek olan tasavvuf mesleği dahi,bugün sözde sufîlerin ellerinde içi boşaltılarak acıyla kıvrandırılmaktadır. Eyyüb peygamberin vücudunun her yeri hastalıklı idi. Derisindeki yaralardan vücuduna kurtlar girip çıkıyordu. Biz bu kadar manevi rahatsızlığa sahipken, içimiz dışımıza çevrilseydi, acaba Eyyüb peygamberden daha mı sağlıklı görünürdük? 22 Sadık Yemni - Atları (özneyi) da Vururlar Sadık Yemni’nin uyarlamasıyla Wallerstein’dan (Son Gerçek) konferans: Jeopolitika, ekonomik kriz ve kapitalizm çökerken özne olmak Sonunda kriz yaratacağı çok aşikâr olan Neo Liberal sistemlerde ve krizlerin içinde özne kalabilmek mümkün mü? 1969 yapımı bir film hakkındaki bilgilerimizi tazeleyip Wallerstein’in sözlerine kulak verirsek bu soruya ciddi bir cevap bulabileceğiz. Son Gerçek 1969 ABD yapımı dramatik dönem filmidir.Özgün adı They Shoot Horses, Don't They? dir.Senaryosunu James Poe ve Robert E. Thompson’un Horace Mccoy’un 1935 yılında yazdığı aynı adlı romanından birlikte uyarladıkları filmin yönetmeni Sydnel Pollacktır. Filmin Önemli rollerinde Jane Fonda, Michael Sarrazin, Susannah York, Gig Young, Red Buttons ve Bruce Dern oynamışlardır. Film TRT Televizyonunda Atları da Vururlar adı ile gösterilmişti. Filmde ABD'de 1930'larda yaşanan "büyük ekonomik bunalım" sırasında çaresiz bir grup yarışmacının para ödüllü bir dans maratonunda onurlarını çiğnetmek pahasına da olsa ölümüne yarışmaları anlatılmaktadır. 1930 'lu yıllarda ABD 'de Büyük Ekonomik Buhran hüküm sürerken fakirlik ve çaresizliğin pençesindeki işsiz milyonlarca insandan biri de Gloria Beatty (Jane Fonda)'dir. Sürekli Hollywood hayalleri kuran, geçmişte hep aldatılmış, gençlik yılları çok gerilerde kalmış hayalperest ve tatminsiz bir kadın olan Beatty uğradığı sayısız ihanetlerden birinin sonucunda intahara teşebbüs etmiş, hastanede yatarken eline geçen bir dergide büyük para ödüllü bir dans yarışmasının ilanını görmüştür. Bu yarışma o yıllarda kitlelerin dikkatini ekonomik buhrandan başka yönlere çekmek için yapılan sayısız çılgınlıklardan sadece biridir. Sıradan bir yarışma değildir bu, bir maratondur adeta. Arada verilen çok kısa molalar haricinde yarışma haftalarca hatta aylarca sürecek, en son ayakta kalan çift yarışmayı kazanacaktır. Ödül o yıllar için küçük bir servet sayılabilecek bir miktar olan 1500 dolardır. Yarışma tabii ki radyodan da naklen yayınlanacaktır. Gloria partneri olarak film yönetmeni olma hayalleri kuran bir aylak olan Robert Syverton (Michael Sarrazin)'i seçer. Diğer yarışmacılar ise yaşlı ve bıkkın bir bahriyeli olan Harry Kline (Red Buttons), gebe bir çiftçi kızı olan Ruby (Bonnie Bedelia) ve onun kocası James (Bruce Dern)ve gözü yükseklerde bir aktris olan (Susannah York)'tur. Tabii bir de kendi çıkarları için yarışmayı manipüle eden şikeci antipatik sunucu Rocky (Gig Young) vardır. Yarışma ikinci ayına girdiğinde yarışmacılar arasında esen kuşku, belirsizlik ve güvensizlik rüzgarları olayları kontrolden çıkarır. Bu eziyetli maraton Gloria'nın zaten dengesiz olan ruh halini iyice bozmuştur. Her geçen gün umutsuzluğu daha da artan Gloria çevresine karşı daha saldırgan olur ve partneri Robert 'tan yaşadığı bu ızdıraba son vermesi için kendisini vurmasını ister. Zaten sakatlanan ve ızdırap çeken atları da bu şekilde vurmuyorlar mı? Film en fazla sayıda dalda Akademi ödülüne aday gösterildiği halde (9 dalda aday gösterilmişti) En İyi Film Akademi Ödülüne aday gösterilmeyen tek film budur. Film sadece En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Akademi Ödülünü kazanabilmişti. Wallerstein’dan konferans: Jeopolitika, ekonomik kriz ve kapitalizm çökerken özne olmak –Sendika.Org 13 Mart 2009 - Immanuel Wallerstein 23 Geçen yıl yaşamını yitiren tarihçi Faruk Tabak anısına 6-8 Mart tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Küresel Perspektifle Tarih sempozyumunun ilk günü Immanuel Wallerstein’ın ‘Jeopolitika ve Dünya Ekonomisi – Bir Dönüşümün Krizi’ başlıklı konferansına ayrılmıştı. Wallerstein, iki salon dolusu dinleyiciyle ABD’nin gerileyişi ve ekonomik krizin açığa çıkardığı tablo üzerinden analiz ve öngörülerini paylaştı. Wallerstein’ın konferansını Sendika.Org okurları için izledik. Sistem yapısal bir kriz içinde belirten Wallerstein, bu avantajın temel olarak 1940’lar ile 1960’lar arası dönem için geçerli olduğuna dikkat çekti. Daha sonra da Avrupa ve Japonya’nın öne geçtiğine işaret ederek, “60’ların sonundan itibaren bu dayanak ortadan kalktı” dedi. Wallerstein, ABD hegemonyasının ikinci temel dayanağı olarak tanımladığı askeri güç konusunda ise şunları söyledi: “ABD’nin kendisinden sonra gelen 10-15 gücün toplamını Wallerstein, iki yıl önce medyada uzmanların her şeyin iyiye gittiğinden bahsettiğine ancak şimdi ise “her şey felaket” dediklerine dikkat çekerek, bugün yaşanmakta olan krizin sistem açısından yapısal bir kriz olduğunu ifade etti. “ABD hegemonyasının ertesindeyiz. ABD geriliyor. Kondratief 1 evresinin sonundayız. Bu çok görüldü. Şimdi sistemin yapısal krizi yaşanıyor” diyen Wallerstein, ABD’nin gerilemesinin 40 yıllık bir geçmişi olduğunu, yavaş bir şekilde açığa çıkan bu gerileyişin şimdi hızlandığını belirtti. aşan bir askeri gücü var. Ama bir sorun var. 1990’lı yıllarda Clinton döneminde Beyaz Saray’da bir konferans yapılıyor. Madeleine Albright Balkanlar’da bir şeyler peşinde. Colin Powel buna direniyor. Albright ‘kullanmayacaksak o kadar övündüğümüz bu askeri gücümüz neye yarar’ dedi. Powel, kullanırsanız kazanamayacağınızı biliyordu. ABD’nin ekonomik gücünün dünyanın Albright bilmiyordu.” Wallerstein, ABD geri kalanına göre daha çok ve daha hava gücünün askeri operasyonlarda ucuza üretim yapabilmesi olduğunu yetersiz kaldığı ve yeni “ABD, 50’ler-60’larda gücünün doruğundaydı ve istediğinin %95’ini yapabiliyordu” diyen Wallerstein, ABD hegemonyasının ekonomik güç, askeri güç ve doların rezerv para olmasına dayandığını şimdi ise bu dayanakların büyük ölçüde zayıfladığına dikkat çekti. operasyonların kara harekatlarını gerektirdiğine dikkat çekerek, ABD askeri gücünün eski önemini yitirdiğini belirtti. Wallerstein daha sonra ABD gücü gerilerken iktidara gelen George W. Bush yönetiminin, ABD hegemonyasının gerileyişini durdurma çabasının ters teptiğini söyledi. “George W. Bush iktidara gelince bir teori vardı. ABD hegemonyası geriliyordu. ‘Bunun nedeni liderlik’ diyorlardı. Ben buna ‘tek taraflı maço militarizm’ diyorum. ABD hegemonyasını yeniden kurmak yerine gerilemeyi hızlandırdı. Avrupa, Rusya, Çin ABD’den uzaklaştı. Nükleer programlar hızlandı. Irak’ın işgal edilmesinin nedeni nükleer silahlarının olmamasıydı. Kuzey Kore ve İran bundan gerekli dersi çıkardılar.” “Son dönemde bir istihbarat raporu var. 20 yıl sonra ABD eskisi gibi olmayacak. Peki ne olacak?” diyen Wallerstein, çok taraflılık ve bölgeselleşme eğilimlerine dikkat çekti. “Şimdi çok taraflı bir duruma giriyoruz. Batı Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, Brezilya, G. Afrika, İran… Bunlar özerk güç merkezleri…” Türkiye’nin durumuna ise ayrıca değinen Wallerstein, Türkiye dış politikasının da 20 yıl öncesine göre oldukça farklılaştığını belirtti. “Türkiye dış politikası 20 yıl öncesinden çok farklı. Kollarını çok çeşitli yönlere uzatıyor… Jeopolitik gücünü artırmak istiyor. ABD’ye kafa tutuyor. Irak’a Türkiye üzerinden asker 24 göndermesine direndi. 10-20 yıl önce böyle olmazdı. ABD’ye karşı çıkamaz ama engel çıkarabilir.” Wallerstein ayrıca bundan sonraki sürecin de dengeleri sarsılmış ve bu nedenle de öngörüde bulunmayı zorlaştıran bir süreç olduğuna dikkat çekti. “Ortada kaotik bir gerçek var. Afganistan ve Pakistan’da neler yapılabileceğini bilemiyorum. Çöküntüleri öngörmek zor…” “Obama’nın politik gücü ABD’nin gücünün bir türevidir” Obama’nın karizmatik ve zeki bir lider olarak iktidara geldiğini ifade eden Wallerstein, yeni başkanın ABD’nin gerileyişini durdurabileceğini düşünmediğini söyledi. Wallerstein, artık ABD’nin uluslararası alanda tüm dünyanın uyacağı kurallar belirleme gibi bir pozisyonu olmadığını belirterek, Obama’nın politik gücünün de ABD’nin politik gücünün bir türevi olduğunun altını çizdi. “10-15 yıl sonrası için çok şey söylenebilir ama çok ihtimal var” diyen Wallerstein, Obama döneminde de gerilemenin sürmesini beklediğini ifade etti. Dünya ekonomisi Dünya ekonomisinin 400-500 yıldır döngüsel bir harekete sahne olduğunu belirten Wallerstein, bu döngüyü şu şekilde tarif etti: “Önce genişliyor, büyüyor. Belli ürünler bir süre gelişiyor, geliştiriyor, bir süre sonra tıkanıyor. Bir üründen birileri kar ediyor, sonra diğerleri dahil olup tekeli kırıyor, paylaşıyor. Kar göz kamaştırıcılığını yitiriyor. Artık burada evre B Kontradief’tir. B evresinde üretim yer değiştiriyor. Fabrikalar düşük maliyete gidiyor. 1945 sonrasında fabrikalar ABD, Avrupa ve Japonya’dan diğer ülkelere akıyor. Ama gerçekte olan, düşük gelirli üretimin bu ülkelere gitmesidir. Bu ülkeler kalkınıyor ama bu sorunlu bir kalkınma. (…) Fabrikalar yer değiştirince işsizlik oluyor. Bunun üzerine işsizlik ihraç edilmeye çalışılıyor. ABD, Avrupa, Japonya birbiri arasında bunu yapıyor. Üretim zayıfladıkça para sahibi parasını üretimden çekip, spekülasyona yatırıyor. Bu sürece finansallaşma deniyor. Bu yeni değil, daha önce de çok kez yaşandı. Kontradief B’nin karakteri bu.” Wallerstein bu süreçte, üretimin 3. Dünya Ülkelerine kaydığını, gelişmiş kapitalist ülkelerin 3. Dünya’ya borç verdiklerini, ardından 1980’lerin borç krizinin yaşandığını ve sonra da çöp tahviller döneminin geldiğini, sonunda onun da çöktüğünü belirtti. Bu sürecin sonunda ABD’nin en büyük borçlu haline geldiğini, aynı şekilde ABD’li tüketicilerin de borçlandığını belirten Wallerstein, bunun da bu borç balonunun patlamasıyla sonuçlandığını belirtti. “Bu inanılmaz borç, Kondradief B evresinde patlıyor. Çöküş yaşanıyor. Bu, eskilerden daha büyük. Burada bir fasit daire çıkıyor. Bankalar kredi vermiyor, hükümetler istiyor ama bankalar doğal olarak vermiyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik oluşuyor, işler daha da kötüleşiyor.” “En az birkaç yıl daha buradan çıkmayacağız” diyen Wallerstein, yönetime geldikten birkaç hafta sonra “Durum sandığımızdan da kötü” diyen Joe Biden’ın da, Wall Street’in de bunun farkında olduğunu ifade etti. “Obama ne yapabilir?” Wallerstein, Obama’nın ne yapabileceği konusunda ise şunları söyledi: “Fazla bir şey yapamaz. Bu aşağı gidişi durdurabileceğini sanmıyorum. Hasar denetimi yapabilir. Nasıl? Pek çok ülke başkanı ayaklanmadan korkuyor. Sarkozy de neoliberal bir liderdi ama geri adım atıyor. Fransa sömürgelerinde halk sokaklara dökülüyor. Guadulop’ta halkın %10’u sokaklara döküldü ve kazandı. Bu dalga Martinik’e de sıçradı, Reunion’a da gidebilir. Fransa tarihinde 68 dahil böyle bir isyan yaşanmadı. Rusya da aynı durumla karşı karşıya, Çin de, ABD de aynı…” “Leap Europe adlı Avrupalı bir think-tank kuruluşunun 25 2-3 ay önce yayınlanan raporuna göre bu gelişmiş ülkelerde iç savaşa kadar gidebilir. Halkın silaha erişimi ne kadar kuvvetli ise o kadar tehlikeli. ABD’de iç sorun çok büyük.” “ (…) Obama yoksullara yardım etmeye çalışacak. ben de bundan yanayım. Bunu yapmayan hükümetler ayakta kalamayacak. Ama bu da çözüm değil. Ekonomi düzelmeyecek. Sadece yoksulların yaşamı biraz daha çekilir hale gelecek.” Kapitalist dünya sona yaklaşırken… Jeopolitika ve ekonominin çok kötü olduğuna değinen Wallerstein, geçmişte de böylesi durumlarla karşılaşıldığını ve krizdeki hegemonyacı gücün yerinin yeni bir hegemonyacı güçle doldurulduğunu ancak henüz böylesi bir yeni hegemonyacı gücün kendini ortaya koyamadığını belirtti. Bugün dünya ekonomisinin girdiği krizin kapitalist ekonomik sistemin yapısal krizi olduğunu belirten Wallerstein, “bir sistemin tarihinde tek bir kriz vardır. O da bu evre” diyerek tartışmanın odağında kapitalizmin yerine neyin geçeceği sorusu olduğunu vurguladı. Mevcut krizi anlayabilmek için 400-500 yıllık geçmişe bakmak gerektiğini söyleyen Wallerstein, 1945 sonrası alım gücünün artırıldığı 20-25 yıllık verimli ettiğini belirten Wallerstein, bu süreci 500 yıl öncesine uzattığınızda da aynı döngüsel yükselişin adım adım gerçekleşmesinin görüleceğini ve nihayetinde de bu döngünün sınıra dayandığını söyledi. yaptığımız çok önem taşıyor. Berbat bir keşmekeş içindeyiz. Alışıldığın dışında…” diyerek bugün yürütülecek öznel/iradi çabaların geçmişe nazaran çok daha etkili sonuçlar doğurabileceğini ifade etti. Sistem çökerken özne olmak *** Wallerstein krizden nasıl çıkılabileceği konusunda ise şunları söyledi: “Teknik olarak iki farklı çözüm olabiliyor. Biz yeni bir sistemi oluşturmaya ilerliyoruz. İki ihtimal var. Sistem gereği gibi işleyemiyor. Kapitalizm yerine geçecek olan nedir? Ya daha iyi, ya da daha kötü bir sistem. Bilemeyeceğimiz bir şeyden söz ediyorum. 30 yıl sonrası belirsiz. Bu bir aşamada tek bir kanala gelip oturacak. Bunu biliyorum.” Bu iki olasılık arasındaki farkı “Davos ruhu ile Porto Alegre arasındaki fark” şeklinde tarif eden Wallerstein, “Davos hiyerarşik, sömürgeci bir sistem. Porto Alegre demokratik, insancıl. Gerçekleşecek olan nasıl bir şey bilmiyorum, kimse bilemez” dedi. Feodalizmin çözüldüğü “1450 yıllarında da yeni sistem neye benzeyecek diye bir tartışma vardı, kimse bilmiyordu” diyen Wallerstein, ancak bu durumun bizi çaresiz duruma düşürmeyeceğini ifade etti. Bugünkü esas meselenin “özne olmak” olduğunu belirten Wallerstein, tartışmanın determinizm ile özgür irade arasındaki, ‘kader mi irade mi’ tartışması olduğunun altını çizdi. “Bir bir döngü ve emeğe saldırıyla sistem normal bir evresinde iken geçen 1980-2000 arasındaki deterministtir. Siz ne yaparsanız neoliberal dönemin ardından yapın, denge noktasına çekilir. Rus ve kapitalist sistemin bir sınıra geldiğini Fransız devrimlerinde insanlar ifade etti. Kapitalist açısından üç dünyayı değiştirmek için çok çalıştı temel maliyet kaleminin, yani işçi ama sistem denge noktasına çekildi” ücreti, girdi maliyeti ve vergilerin diyen Wallerstein bugüne ilişkin ise 1980’e kıyasla düşük olsa bile 1945’le daha umutlu bir tespitte bulundu. kıyaslandığında arttığını, döngüsel “Ama kriz ortamında birdenbire bir olarak yükselen bir eğriye işaret özgürlük anı yaşanıyor. Bugün ne Ek: Sunumunun ardından dinleyicilerin sorularını yanıtlayan Wallerstein, Karl Marx’ın bugünkü okuma listesinin üst sıralarında bulunduğunu ama Marx’ın başkalarının alıntıları ve yorumları üzerinden değil, doğrudan kendi eserlerinden okunmasını tavsiye ettiğini söyledi. ABD’nin yerine ortaya çıkacak yeni hegemon gücün hangi devlet olabileceği sorusuna ise, gerilemesi 1870’lerde başlayan İngiltere’nin yerine ABD’nin geçmesinin 75 yıl sonra, 1945’te gerçekleştiğine dikkat çekerek, ABD gücündeki gerilemenin hemen bugün yeni bir hegemon gücün ortaya çıkacağı anlamına gelmeyeceğini belirtti. Bugünkü muhtemel adayların gelecekte varlıklarını sürdürüp sürdürmeyeceklerinin bile tartışmalı olduğunu belirten Wallerstein, en olası yeni hegemon gücün 2075’te ya da 2100’de Doğu Asya’dan çıkabileceğini, bunun da Çin ya da Japonya değil, Çin, Japonya ve Kore dahil bütün bir Doğu Asya’yı kapsayan bir yapı olabileceğini söyledi. ------------------------------ 26 Faysal Apak Anlam Ayrılıklarda Gizlidir Anlam ayrılıklarda gizlidir Kaç parça oldum bilemezsin Herkes bir yarım Yarım eklendi kendine ben hala yarım Parça kaldım kendimde Anlam ayrılıklarda gizlidir dediler Anlama böldüler beni Bir anlam taşımıyorken ben Hala boşluktayken Kimi göstereyim kimi Kimse yok ki Anlam içi boş bir yağmur tanesi Kadar parçalı ve boş Bir ayrılıkta gizlidir Anlam ayrılıkta gizlidir dediler Ve anlama böldüler beni Artık ben bir anlam taşımıyorken Selim Temo Selim Temo bir geç kalmışlık Dallarda as- kılı kalmış gözleri Yirmi iki meridyende Ahmed Arif gibi Eski bir fuzulidir Kürtçe’nin Selim Temo yırtık hüzünleri Surlara asılı Van gölü gibi deniz olmaya aday Büyümemiş bir iç dondur şimdilik Ermeni keşişlerin tabakalarında En çok içilen esrar gibi Temo Erzurum’dan kaç Batmanlık Eski bir divançedir İki kardeş nehrin yakasını tutmuş Sağ Selim Bir öğle sonrası uyku gözler Meridyeni kırılmış ülkenin Can Sever Ruh Defteri deliler hastanesinin ilk konuğu ruh bedenden aykırı haykırışların yatağı iç ülkesinde her köşe başı uçarı lakin, üst üste geçtikçe sıradanlaşan yıllar gözlerimde eski çocuk.kırılgan… gözden düşecek kadar… eski çocuk eski kadın eski sevgili hayatımda ne yoksa eski! tezatın tetiğinin hali hazırdaki hali gibi yıkımlara açık tutku ülkesinin kıyısından çekilen su, gövdeden çıkıntı akıntıların yatağı… kayıp şeyler ülkesinin sahibi ey ruh! geldiysen; delidefterine dipnot olarak düş beni!… Objektif gözümüzdeki tek kadraj hayat içine sığabilseydik ne mutlu bize dudak mesafesinde donuk zaman aşk motor diyecek kabahatli tarihimize! başrolleri hediye ettiğimiz melekler öldü cesetler kayıp. bütün yerlerin yerle bir kulağı var sustuklarımız suç konuştuklarımız ayıp. sorgusuz kalbimizi kanatacak yavru celladlar içim içine sığmıyor eski şiir gözyuvalarımda gizli sahi, içine sığamadığınız şiir hangisi? 27 Osman Özbaş - Safdil Cevapların yanıltıcı olmasından kuşkulanıyorum hep; bir bilmece oyununda gibiyim. Bazen kendimi kıskanıyorum; bazen kararsızlığımı yenmek ve başımı çevirip gitmek istiyorum. Adımı andığım an çıplak bir kol uzanıyor omzuma, yalınayak biri, ‘’Haydi şerefimize içelim,’’ diye bağırıyor, bembeyaz küpler cirit atıyor çevremde, insan kendi kendisiyle nasıl çarpışır? ‘’Niyetini kimseye belli etmiyordun, değil mi… ‘’Kenara çekil; dans edemiyorum. Ve şu bulmacayı çöz.’’ Hilem kendime; belki de soruları yanlış soruyorum, çünkü harfleri kutucuklara zaten ben yerleştirdim. Yukarıdan aşağıya ‘yalnızım’; parlak yüzünü görürsün: Sevgili. Kendinden saklarsın: Çocuk. Meslek hanesi: Sekreter. Adım aralığı: Sene. Kalem: Tükenmez… Mutludur: Acı. Basitlik: -Bu işte bir terslik var.- Yol: Kaygı. Zaman: Bir daha hiç gelmeyecek. Eski dilde Aşk:? Konuşmadığım bir konu değil, dert etme.- Müzik: -Işıkları karartın; düşünmek bile istemiyorum.- Başka bir dilde ‘sürpriz’. Önümde bir siyah kare. Şaşkınım; sözcüklerin dengesi o kadar değişken ki. Ama bu siyaha söz geçiremiyorum, karanlık sanki kafama düşüyor. Kaşıntı: Uyuz musun?.. Yanlış, kesişen harf yok. Direnç: Sezgilerinde görürsün. –Doğru, bak uydu; demek rast gele atınca da oluyor.- Tatlı mı tatlı: Ekşi. Ansiklopedik bir not ekle istersen. Ekşi anlamına gelen ‘acı’ sözcüğü en eski Türkçe sözcüklerdendir. Sadece bu bilgiyi vermek için büfenin üzerinde, artık bir köşeye kaldırıp attığın kolileri açmak zorunda kaldın; sen manyak mısın! Cevap dört harfli. ‘Evet.’ ‘Hayır diyeceksin diye ummuştum. Neyi kanıtladın şimdi. Dürüst olduğunu mu?’ Son iki cümleyi özetleyen doğru anlam aşağıdakilerden hangisidir. a- görev, b-boşalma, c- diş… d-haklı çıkma; e- tuzak, z, hiçbiri. Bir kutucuk fazla. Siyahın üstüne oturdum, şimdi isteğin gibi yazabilirsin. ‘Diş geçiremiyorsun değil mi? Boşal; aksın, dürüst ol. Haklısın. Ve sen kesinlikle tuzak kurmazsın.’ Kutucuğun boyutları hiç önemli değil biliyorsun; siz: sen; süt rengi beyaz. Bu kutucuk işaretlenmemiş. Şarap: günah… Açıklama: Aşağıdaki cümle içinde doğru cevap saklıdır. ‘İnsanın hileleri vardır, bazıları tıpkı şarap tadı gibi ilk günahın cezasından inanca bir köprü kurup arınmaya çalışır. Bazıları ise bir damlası haram olan şaraba parmağın ucunu değdirip ıslaklığı atıp sonra içer. O bir katre eksilmeyle günahtan arınmıştır artık.’ Yorum: Sana ne. Yine de parçalı sözcüklerden bir anlamlı cümle oluşturabilirsin: ’Tuhaf, şey.’ ‘’Şey… Tuhaf.’’ Sahi yukarıdaki şu sekreter karşılığı nereden çıktı? ‘’Ben dikte ettirenin yalancısıyım.’’ Tuğba Cincil Telgraf II ben sana düzenli olarak telefon ediyorum sonra seni cinayetler işlerken görüyorum ben görüyorum ustam görüyor dünya görüyor kendi gerçekliği içinde yaşayan arzu jesti üzerine bulaştığı bedeni rüya olarak algılarmış senin adam öldürmenle benim bedii estetik zevk dürtüm yerlerini değiştiriyorlar ben sen oluyorum öldürmek istediğim ben istediğim sen iyi ki varsın diyorum yoksun ama varsın yoksa kendi kendime yayın yapan bir radyodan farkım olmazdı senin yakın planını tasavvur ediyorum pikseli büyüyen fotoğraf gibi yakından genele büyüyosun bu sefer çok yakından bakınca senden çok uzağa düşüyorum koşarken kendiliği geçmek hiçliğin koşarken kendiliğin gerisinde kalmak herşeyin kendilikle aynı hızda koşmak gerçekliğin ve koşarken aniden durmak kendiliğin güvercin kendiliği koşamazken, yapabildikleri havada yüzmek olduğu için anlayamazlar bu astral seyahetimi bak ne diyor ustam; acı kolektif bir duyumdur hüsrana takıldığı anda yalnızlığa dönüşür.. hazzın karşıtında acı değil sadece yalnızlık vardır.. yalnızlığın erojen bölgesi bakıştır.. ne kadar okşarsanız okşayın boşaltamazsınız onu; rengi tan kırmızısı, kokusu, galaksi mavisidir.. 28 Handan Kalsın - Allah’a Kafa Tutmak Zaman geçmek bilmiyor, neredeyse bir saat oldu ve otobüsüm bakıyorlar. Meymenetsiz adamın hâlâ bana baktığını görüyorum ve sinirle Hayatın sıradan seyri esnasında hala gelmedi. Bir okul arkadaşımla karşıya bakıyorum. Yan gözümde gerçekleşen paranormal olaylar yok değil. Birkaç sene önce mucizeleri karşılaşıp ayaküstü sohbet ediyoruz. Uzun zamandır otobüs bekliyorum ve jeepte, çünkü ne inen var ne binen, varsa yoksa şöför mahallinde sırıtan zihnimde sorgularken başıma gelen işin tuhafı durağa ard arda dizilmesi bir pişmiş kelle sözde yakışıklı jöleli olaylar zincirini solumanızı istiyorum. gereken farklı hatlara ait otobüslerden taranmış saçlı bir adam. Ilık bir esinti bile bir iki tane geçti. İki saati oluyor ve gayri ihtiyari göz açıp Göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşme deyimini bilirsiniz. doldurduğumdan eminim fakat anlamadığım duraktaki insanların kapıyorum. Anaaaaaa! Araç yok!? Lan koskoca jeep nereye gitti?! Sağa sola Bunun eskiden beri gizemli olaylar şikayetsiz sakin tavırları. Herkes aceleyle bakınıyorum, önümden geçip için kullanıldığını birçoğumuz duymuşuzdur. Güzel bir yaz günü ve gözünü otobüsün geleceği tarafa dikmiş tek kelime konuşmadan gitse dümdüz yol görmezmiyim? Tam kafayı sıyırma durumu. İnsanlara Beşiktaş her zamanki gibi kalabalık. Sahil yolu üzerindeki durak tıklım beklemekte. Her zaman geldiğimde bakıyorum nasıl bıraktıysam öyleler. Kafalar otobüs güzergâhına dönük, Fantastik bir dünyada değiliz. tıklım. Üzerimde hayatın olağanlığının çok sesli orkestra desibelinde susmak bilmeyen bir dolu insanın verdiği bezginlik, ayaktayım ve yarım saatte bir geçen otobüsümü beklediği bu durakta nedenini bilmediğim bir sessizlik aryası hakim. bekliyorum. Akşamdan beri Artık trafik de durgunlaştı, oysa bu yol biniyorum ama her şey her zamanki her daim kalabalıktır. Otobüsten ümidi haline dönüveriyor. Sıradan bir düşündüğüm bir şey var. Mucizeler kestim karşımdaki parka ruhlar bezgin ve sönük. Birine sorsam mı sormasam mı demeye kalmadan otobüsler geliyor. Mecburen Beşiktaş günü oluveriyor. Neden bakıyorum ,ama yan gözüm sonra şöföre otobüs niye bu kadar hâlâ otobüs yolunda. Topu gecikti diye sormak aklıma geliyor. topu üç şeritlik yolun orta Adam ne gecikmesi abla erken bile şeridine simsiyah bir jeep yanaştı. Dönüp bu geldik, saat daha dört. Ne? Ben en az iki saat bekledim orada yahu saat altı münasebetsizin yüzüne değil mi? Yahu iki saat bu boru değil ya, insan zaman mefhumunu bu bakıyorum. Bir de utanmadan bana bakıp sırıtıyor, emin olmak için yeniden bakıyorum. Evet o kadar mı yitirir diye düşünerek şaşkaloz bir biçimde otobüsteki yerimi alıyorum… haylaz gülümsemenin anlatılırken göz açıp kapayıncaya kadar oldu derler eskiler. O kısacık anda sizce de biraz abartı yok mu? Yaşadığımız tekdüze hayatta bunun mümkün olduğunu sanmak delilik değilse ne?... hedefi benim. Duraktaki insanlara bakıyorum kimse Eve varıyorum ama delireceğim. Düşün,düşün gerçekten işim bok. jeepe bakmıyor. Tuhaf, insanımız lüks araçlara meraklıdır. Hiçbir şey olmasa Ben durağa zaten dörtte geldim; sırf okul arkadaşıma rastlamadan önce orta şeritte durup yolu tıkama bir saat geçmişti, zamanda bir şeyler ihtimaline çoktan birkaç kafadan homurtu çıkmalıydı. Herkes mi oldu? Yok canım olmaz öyle şeyler de o araç nasıl kayboldu göz açıp anlaşmışçasına aracı yok sayıp istiflerini bozmadan tam gaz sola kapayıncaya kadar..Anam her şey falso. Elle tutulur ne yanı var ne de 29 açıklaması. Bizimkilere anlatıyorum, göz yanılması diyip geçiyorlar. Atma ona soracağım dede geçti mi geçmedi mi böylece Allah’ın foyası Takip eden günlerde ufak tefek ortalıktan yok olma durumları Recep din kardeşiyiz misali ortada ortaya çıkacak haşa. Adam yaklaşıyor gözümün önünde gene göz açıp kalakalıyorum. Resmen neye elimi atsam elimde kalıyor zihnimde. Ah bakar mısınız demeye kalmadan eliyle kapayıncaya kadar geçen süre içinde koluyla işaretler yapıyor, hem sağır cereyan ettiyse de çevremdekilerin diyorum duraktakilere sorsaydım ah hem dilsiz. Olduğum yere sana öyle gelmiştir telkinleriyle görüp eşek kafa!... çivileniyorum, ürperiyorum resmen. Sen misin bit kadar aklınla Allah’a de görmezden gelmeyi başardım. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda Sabah oldu ve bizim mezarlığın oradaki sakin durakta otobüs kafa tutan oh olsun. Ardından da iki yaşlı kadın geliyor ama Allah onlarla kendimi zorla bana öyle gelmiştirlere yarım yamalak inandırdığımdan olsa bekliyorum bir yandan deli gibi jeep kimseyi göz göze getirmesin sanki bu gerek, olayların üzerinde fazla görme korkusu ve merakıyla etrafa bakınıyorum. Ama Allahtan az önce dünyadan değiller. Öyle bir bakıp geçip gidiyorlar ki höt deseler altıma durmuyorum. Bildiğim tek şey paralel evrenlerin, mucizelerin bir şekilde var geçen jeep durmuyor, içi de görünmüyor. yapıp üstüne oturacağım. Kadınlar olduğu… Yoksa kafayı yerdim. Önümden bastonlu ihtiyar bir amca geçiyor, yol veriyorum, ama kaldırıma çıkmadan devam ediyor. Gözüm takılıyor; o gidiyor ben bakıyorum, ben bakıyorum, o gidiyor. Derken pat diye yok olmasın mı? Hay salak ne baktın ardından, ne kaşındın oh olsun sana. Yolun ortasına kadar geçiyorum dede yok. Yahu nasıl olur, akıl var mantık var. Yok arkadaş bu sefer işimi garantiye alacam, içimden Allah’a kafa tutuyorum haşa sen mi soğuklar bildiğin soğuk, geçerken resmen yanından soğuk hava kütlesi geçiyor. Morgdan kaldırıp insan getirsen ancak bu kadar olur. Gerisini siz düşünün. O korkuyla siteye gerisin geri üçbuçuk ata ata nasıl koştuğumu varın siz düşünün. akıllısın ben mi misali. Dedenin istikametinden bir adam geliyor. Şimdi 30 Erol Kasırga - Rüya İçinde Hikaye Hemen soğuk ve karanlık pencereye koştum; Gökyüzündeki bulutlar aşağıya inmiş gibi, koyu bir sisin içindeki kaldırımda, polis müdürünün giderek uzaklaşan ayak sesini dinledim sessizce. Bu hayatın içinde tek başıma yapayalnız kaldığımı, hayatın anlamsızlığını, suskunluğumu, çaresizliğimi, bütün ruhumu sonuna kadar kaplayan suçluluk duygusunu, korkaklığımı, nerede hata yaptığımı düşündüm ve düşündükçe neyi düşünmem gerektiğini düşündüm ama bir süre sonra aklım körleşti, düşünemez oldum. Melek yüzlü karım, beni yapayalnız bırakıp bu hayattan çekip gitmişti, geride kalan gün çiçeği kokusu ve elimde Beatrice’in yıllar önce çekilmiş esrarlı gölgelerin titreştiği siyah beyaz resmi, pencerenin önünde ölüm sessizliği içinde neyi düşüneceğimi bilemeden öylece kalakaldım. Düşünmeye başlayınca, İsimsiz’in bu şehre ne amaçla geldiğini, Beatrice’le nasıl tanıştığını, nasıl kandırdığını düşündüğümü anladım ve düşündükçe ona olan öfkem, hiç hafiflemeden tam tersi yalnızlığımla beslenerek, dayanılmaz bir nefrete ve kıskançlığa dönüşmeye başlamıştı. Nefret duygusu ve kıskançlık uçurumlardan süratle sürüklenip, önüne gelen her şeyi içine alıp yutan bir yaratık gibi, bütün korkunçluğuyla ruhuma tamamen yayılmaya başladı. Daha sonra, hayalimde ona orta çağın en korkunç işkencelerini yaparken, nefretim daha da çok büyüdü ve içime sığmaz olunca, onu defalarca öldürdüm ama içimdeki nefret duygusu, kanayan yüreğime daha çok acı vermeye başlamıştı. Karmakarışık düşünceler aklımı iyice körleştirmiş, onu bulmak için çıkmam gereken, sonu meçhul yolculuğu ve şehrin içindeki kayıp gölgeleri düşünürken, ne yapmam gerektiğini bilmediğimi anladım ve birden hayatın içinde kaybolmuş gibi hissettim kendimi. Bu düşünceler, kıskançlıklar, şüpheler ve tedirginlikler arasında yavaş yavaş parçalanıp eridiğimi hissederken, üçlü koltuğa kıvrılıp uyuyakaldım ve tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, yarı karanlık bir odanın içinde, büyük bir pencerenin önünde, bir koltukta oturuyordum. Camın arkasından, gökyüzündeki kızıl bulutlara bakarak, aylarca düşündükten sonra, kapalı kapı ardında yazı masasında yalnızlık içinde hikâye yazmaya başlayan bir yazar gibi, bir hikâyenin ilk bölümünü düşlemeye başlamıştım. Daha sonra, düşlediğim hikâyenin ilk bölümünü camda bir film gibi seyretmeye başladım. garındaki bütün renkler soluklaşarak, trenin geride bıraktığı beyaz dumanın içinde eriyip aynı rengi aldıktan hemen sonra, bütün sesler birdenbire silinip, derin bir sessizliğe büründü ama uzaklaşan trenin sesi halen duyuluyordu. Heykeltıraşın ruhunda, trende göz göze geldiği kadının melek yüzü canlanmıştı, artık iki canı vardı, bir tarafı aşk yolculuğuna çıkmak isterken, diğer tarafı da buna karşıydı ve içindeki diğer canla konuşurken yolculuğa çıkma kararını çoktan verdiğini, heykeltıraşın yüzündeki şaşkın bir çocuk ifadesinden anlamıştım. Göz göze geldiği kadının gittiği şehre, başka bir trene binerek geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkan biri gibi, aşk yolculuğuna çıkan heykeltıraşın başını kaldırıp şöyle bir gardaki saate hüzünle baktığını görünce, aynı hüznü bende hissettim yüreğimde. İlk bölümü seyrettikten sonra, hikâyenin devamını düşlemeye başladım ve hemen arkasından görüntüleri seyretmeye koyuldum. Heykeltıraş, adı bilinmeyen şehre gelince, trenden inip dar sokaklarda, Camdaki görüntüde, genç bir renk renk ışıklı vitrinleri olan heykeltıraşın tren garında bir dükkânların sıralandığı caddelerde, arkadaşını yolcu ettikten sonra, rüzgârın istediği gibi estiği geniş hareket etmeye başlayan bir trenin meydanlarda ve hüzünlü gölgelerin penceresinde genç ve güzel bir dolaştığı renksiz kaldırımlarda ve her kadınla göz göze geldiğini gördum yerde trende gördüğü melek yüzlü ama ilginç olan heykeltıraşın kadını aradığını ama insanların hissettiklerinin aynısını, sanki genç gözlerinin altındaki hep aynı hüzünlü kadınla göz göze gelen benmişim gibi gölgeyi görünce, ümitsizliğe hissediyordum. Heykeltıraş uzaklaşan kapıldığını ve aşkı yitirmenin korku ve trenin arkasından karmakarışık telaşı içinde, önceden duygularla bakarken, bir anda tren düşünemeyeceği kadar huzursuz 31 olduğunu gördüm. Gecenin kör karanlığında dar bir sokaktan geçerken, birden heykeltıraşın karşısına yüzlerinde korku fırtınaları esen, karanlık yüzlü üç kişinin çıktığını görünce, her şeyin düşlediğim gibi olduğunu anladım ve büyük bir yazar gibi hissettim kendimi. Adamlardan iri yarı olanı kim olduğunu, uzun boylu olan adam ne aradığını ve yüzünde yara izi olan adam ise nereye gittiğini sorunca, heykeltıraş hareket etmeye başlayan bir trenin penceresinde güzel bir kadın gördüğünü, kadına âşık olduğunu ve onu aramak için bu şehre geldiğini anlatırken, adamların bakışlarından niyetlerinin kötü olduğunu da anlamıştı. Yüzünde yara izi olan adam karanlığın içinde patlayan kahkahalarla güldükten sonra “Cenneti gözünün önüne getir, âşık olduğun kadını görürsün.” dedi ve hemen arkasından “Bunu bir kitapta bende okumuştum.” dedi uzun boylu adam, İri yarı adamın gözlerinde, yanıp sönen ateş kırmızısı ışığı gören diğer adamlar, Heykeltıraşa birden saldırmaya başladılar. Karanlık yüzlü üç adam, Heykeltıraşı bayıltana kadar dövdükten sonra, bütün parasını alıp, üçünün de gözlerinde ateş kırmızısı görünce, nedense suçlu hissettim ışık, zifiri karanlığın içinde kayboldular kendimi. sessizce. Ertesi gün, yaşlı adam bir kumaş İkinci bölümü camda seyrettikten mağazası olduğunu, eğer isterse sonra, hikâyenin devamını düşledim orada çalışabileceğini, trende hemen. Heykeltıraş kanlar içinde gördüğü kadınla mağazada bir gün soğuk kaldırımda yatıyordu ki, birden mutlaka karışılacağını ve mağazanın yanı başında beyaz sakallı yaşlı bir arkasında yatabileceğini söyledi. adamın onu yerden kaldırmaya Çünkü şehirdeki bütün kadınlar, çalıştığını gördüm. Yaşlı adam, evine kumaş almak için, yılda bir kere de getirdiği heykeltıraşın yaralarını olsa, mutlaka yaşlı adamın mağazasına gelirlerdi. Heykeltıraş kumaş mağazasında çalışmaya başladı ve kadın müşterilere renk renk kumaşlar açarken, hangi renk kumaşın daha güzel olduğunu soran kadınlara, ten ve göz renklerine yakışan renkleri tavsiye ediyordu. Şehirdeki kadınlar arasında, heykeltıraşın renkleri ve renklerin anlamını çok iyi bildiği o kadar çok konuşulur ki, dükkân kadın müşterilerle dolup taşmaya başlayınca, hemen hikâyenin devamını düşlemeye başladım. Camda, heykeltıraşın renk renk kumaşların arasında acısını zaman zaman unuttuğunu ama yalnız kaldığı zamanlarda, trende gördüğü melek yüzlü kadını bulamadığı için çok üzgün olduğunu ve her gün yeni bir umutla trende gördüğü kadını beklediğini görünce ona acıdım. sardıktan sonra, başına neler geldiğini sordu ama Heykeltıraş yaşadıklarının hepsini anlatamadan, bitkin bir halde uykuya dalmıştı. Yaşlı adamın çaresiz bir hastalığa yakalanmış birine bakar gibi acıyarak heykeltıraşa baktığını Birdenbire camdaki görüntüler değişmeye başladı ve Heykeltıraş düşlediğimden tamamen farklı davranmaya başladı. Camdaki görüntüde, mağazaya gelen bir kadına bir yandan beyaz renk kumaşlar gösteriyor, bir yandan da kadının gözlerine büyülenmiş gibi, 32 aşkla bakıyordu. Camda gördüklerimden tamamen farklı, trendeki kadını hayal ederek sokaklarda dolaşırken düşledim ama o düşlediğimin tam tersi kendi başına, kendi istediği gibi davranmaya devam ediyordu. Düşlediklerim başka, camdaki görüntüler bambaşkaydı artık. O an, elinden oyuncağı alınan bir çocuk gibi, çok mutsuz hissettim kendimi. Görmek istemediği bir filmi seyretmek zorunda kalan biri gibi, huzursuzdum ama çaresiz camdaki görüntüleri seyretmeye devam ettim. Heykeltıraş karşısındaki kadına aşkla bakarken, trende göz göze geldiği kadının güzel yüzünün, artık onun belleğinden silinmiş olduğunu anladım. Daha sonra heykeltıraş ve kadın birlikte yaşamaya başladılar. Camdaki görüntüler hızla akmaya başlayınca, aradan uzun bir zamanın geçtiğini ve heykeltıraşın ilk başta âşık olduğunu zannettiği kadına âşık olmadığını, bunun bir kaçış, bir yanılsama olduğunu anlayıp, pişmanlık içinde acılar çektiğini görünce, yeniden düşlediklerimin yaşanacağını anladım sevinçle. Heykeltıraşın hafızasının karanlık köşelerinde, trendeki kadının yüzünü yeniden aramaya başladığını ama beyaz bir boşluktan başka bir şey göremediğini hissediyordum. Heykeltıraşı şehrin tren garında bütün gün gelip geçen yolcululara bakarak, unuttuğu kadının yüzünü arayıp, akşam olunca istasyondaki ahşap bir bankta yarı aç uyurken görünce, ona acıdığımı hatırlıyorum. Yaşlı adamın, bir bankın üstünde üstü başı perişan avurtları çökmüş, gardaki çalışanlarının verdiği kuru ekmeği yerken gördüğü heykeltıraşı, alıp evine götürdüğünü görünce, şefkat ile sevinç duygusu kapladı içimi. dinledikten hemen sonra, içeriye Marie diye seslenince, içeriye genç ve güzel bir kadının girdiğini gördüm ve heyecanla olacakları düşledim. Heykeltıraş genç kadını görünce, şaşkınlıktan yüreği duracak gibi olmuş, karşısındaki kadının trende gördüğü kadın olduğunu anlamıştı ve o an bütün bunların bir rüya olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Yaşlı adam, onu ilk gördüğünden beri, kızına âşık olduğunu ve onu aradığını bildiğini ama aşkının gerçek mi, yoksa yanılsama mı olduğunu anlamak için, kızıyla birlikte aylarca beklediklerini anlatıyordu o sırada. Yaşlı adamın “cenneti gözünün önüne getir, âşık olduğun kadını görürsün” dediğini duydum ve birden Yaşlı adam, neden böyle perişan guguklu saatin korkunç sesiyle kan bir halde tren garında yaşadığını daha ter içinde uyandım. sormadan, heykeltıraş trendeki kadına benzeyen bir kadını mağazada Pencereden karanlık sokağa bakarken, bu tuhaf rüyayı gerçekten karşısında görünce, içindeki ikinci beni dinlediğini ve kadına âşık gördüm mü diye düşünmeye olduğunu zannettiğini ve bu yüzden başladım. trendeki kadının yüzünü unuttuğunu, ruhunda birikmiş bütün gözyaşlarını dökerek anlatmaya başlamıştı bile. Yaşlı adam, heykeltıraşı sessizce ODA SANAT - WWW.ODASANAT.ORG HOLLANDA 1. Türkçe Yazarlar Platformu Platform dergisi 2008 ve 2009 yılında her ay Hollanda’da yaşayan ve Türkçe yazan bir yazarımızın portresini ve eserlerinden örnekleri okuyucularına tanıttı. Bu süreçten aldığımız ilhamla Hollanda’da yaşayan yazarlarımızı bir araya getirmeyi düşündük. 3 Mayıs Pazar günü Amsterdam’da Karel Doormanstraat 125 adresinde, 1. Türkçe Yazarlar Platformu düzenlenecektir. Öykü, Şiir, Anlatı(meddahlık) ve müzik yüklü programın içinde, Platform dergisinin düzenlediği 2008 yılı Avrupa Şiir Yarışması’nın sonuçları da açıklanacak ve kazananların ödülleri verilecektir. 33