PDF İndir
Transkript
PDF İndir
Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 ŞEHİRLEŞME Sayı: 65 Mart-Nisan 2012 ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN BAŞKA BİR ŞEHİRLEŞME MÜMKÜN MÜ? Prof. Dr. CENGİZ ERUZUN “TARİHİ YARIMADANIN MİMARİ KARAKTERİNDE HİÇBİR ZAMAN BETON YER ALMAMIŞTIR” FERRARA RESTORASYON FUARI ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN YAŞLILARIMIZ 65 İMTİYAZ SAHİBİ Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Erdem Kaya YAYIN DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak, Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez, Yakup Güler İLETİŞİM ADRESİ Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: mmg@mmg.org.tr YAYIN KOORDİNATÖRÜ İsmail Şaşmaz ismail@ajanspiksel.com EDİTÖR Fatih Göksu editor@ajanspiksel.com GÖRSEL YÖNETMEN Nevzat Albayrak RENK AYRIMI Muhammet Dilsiz REKLAM reklam@ajanspiksel.com Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.ajanspiksel.com E-posta: info@ajanspiksel.com BASIM Tor Ofset 0212 886 34 74 YAYIN TÜRÜ İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. M olarak dosya konumuzda son derece detaylı olarak konuyu birçok akademisyen ve sektörün uzmanları ile incelemeye çalıştık. imar ve Mühendis Dergisi olarak sizleri yeni tasarımımız, yeni yüzümüz ile geçen sayımızda karşılamıştık. Mart-Nisan dönemine ait bu sayımızda ise sizlere deyim yerinde ise dergiden çok bir yüksek lisans tezi sunuyoruz. 160 sayfa olarak hazırladığımız 65. sayımızda tüm çabamızı ve dikkatimizi “Şehirleşme” konusuna ayırmış bulunmaktayız. Ülkemizde şu anda şehirleşme konusu bir yandan kentsel dönüşüm gündemi ile bir yandan depremler ile bir yandan da afet yasalarıyla meşgul edilmektedir. Bilindiği üzere Türkiye’nin % 75’lik bir bölümü kentlerde yaşamaktadır ve önü alınamayan göçlerle bu oran artacaktır. Göçler doğal olarak konut ihtiyacı, konut ihtiyacı da belli bir sistemimiz olmadığı için kat kat yapılmış şehir ve insan tabiatına uymayan yapılara neden olmaktadır. Bu döngü içinde doğal afetlere uyum konusu, rant kavgası, yasalar, kanunlar iç içe geçmiş durumdadır. Mimar ve Mühendis Dergisi Şehirleşme konusu hariç Mimar ve Mühendisler Grubu olarak çok önem verdiğimiz ‘Siluet’ konusu da yine dergimizde farklı boyutlarıyla yer aldı. Bizi sevindiren bir gelişme olarak artık sadece biz değil, diğer yayınlarda da siluet konusundan bahsedilmeye başlandı. Bundan başka son derece ilginç ve okuması keyifli olan sinema yazımızı, makaleleri, gezi yazılarımızı, mimari değerlendirmeleri ve Mimar ve Mühendisler Grubu’ndan haberleri bu sayımızda da okuma fırsatı bulacaksınız. Bir sonraki sayımızda buluşmak dileğiyle… Ülkemizde şu anda şehirleşme konusu bir yandan kentsel dönüşüm gündemi ile bir yandan depremler ile bir yandan da afet yasalarıyla meşgul edilmektedir. Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR Hasan Omay, Mehmet Şimşek Deniz, Erhan Uludağ EDİTÖRDEN Sayı: 65 Mart-Nisan 2012 ŞEHİRLEŞME YAYIN KURULU Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir, Kadem Ekşi Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Osman Şahbaz, Yılmaz Ada ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN BAŞKA BİR ŞEHİRLEŞME MÜMKÜN MÜ? Prof. Dr. CENGİZ ERUZUN “TARİHİ YARIMADANIN MİMARİ KARAKTERİNDE HİÇBİR ZAMAN BETON YER ALMAMIŞTIR” FERRARA RESTORASYON FUARI ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN YAŞLILARIMIZ 65 Mimar ve Mühendis 65 KISA... KISA... 06 Derviş Eroğlu: Türkiyesiz Bir Kuzey 34 KAPAK ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN BAŞKA BİR ŞEHİRLEŞME MÜMKÜN MÜ? Giderek artan bir şekilde büyüyen ve kalabalıklaşan, şehirler değişir ve dönüşür. Bu değişim ve dönüşüm içerisinde daha mı iyi hale geliyor yoksa farkına bile varılmadan birer çirkin yığıntılar mı oluyor. Daha da önemlisi şehirle bağlantımız ne halde, biz mi onları oluşturuyoruz yoksa onlar mı bizi? Kıbrıs Olmaz... Şehirlerin Kimliği ve Geleceğe Taşınması... Bursa’da Kentsel Dönüşüm... Türkiye’nin Hammaddesi, Madenler... ‘Yeni Teşvik Yasası’nda Neler Var... Su Forumlarının Önemi... 3 Boyutlu Siluet... Akademisyenlerden Sultanahmet Çağrısı... MİMARLIK 28 İskilipli Mehmet Atıf Hoca GEZİ 24 132 Ferrara Restorasyon Fuarı’nın ardından... Anıt Mezar ve Külliyesi MEHMET İŞCİ MAKALE 140 MMG Basın açıklaması: AFET KANUNU ACELEYE GETİRİLMİŞTİR... HABER ANALİZ: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONUSUNDA ÖN PLANA ÇIKANLAR İş sağlığı ve güvenliğinin asıl amacı iş kazası ve meslek hastalıklarını önlemektir... BİZDEN HABERLER KİTAPLIK AJANDA 156 136 SİNEMA KENT VE YAŞAM Dünyada yaşanan mevsim değişikliklerinin hafife alınmaması gerektiğini en çarpıcı şekilde gösteren film, doğa ve insanı da karşı karşıya getiriyor. Şehirlerimiz dönüşürken yaşlılarımız ÇİZGİ YORUM ŞEHRİ FANUSA ÇEVİRMEDEN, AĞACI SAKSIDA GÖRMEDEN ÖNCE… Ş “Dünyanın en güzel şehirlerini ve evlerini yapan bu ülkede, kabul etmemiz gerekir ki bugün karar vericiler ve halk olarak büyük bir akıl tutulması yaşıyoruz. Eğer girdiğimiz bu yoldan ve içine düşürüldüğümüz bu hırs ve tamahtan çıkmadığımız takdirde, gerçekten bir fanusun içine tıkıldığımızı, ağacı saksıda ve sıradan hayvanları bile hayvanat bahçesi ve belgesellerde göreceğiz gibi.” ehirleri kuran akıl ve vicdan neyin eseri, bu mühendisler, bu mimarlar, bu şehir plancıları nereden geldiler, bu karar veren belediye başkanları, meclis üyeleri, bu müteahhitler nerede yaşıyor? Şehirde olup biten bütün şeylere seyirci kalan sen, ben, öteki ve şehirde yapıp edilen bütün olumsuzluklara şahit olup da susan gelecekle ilgili kaygısı olan iktidarı, muhalefeti, yazarı, çizeri, bürokratı, teknokratı sen nerede yaşıyorsun, ülkenin en önemli sorunu ne? Altından alınan toprak mı yoksa karartılan gökyüzün mü? Doğan çocuğun nerede oynayacak, yaşlı annen baban nerede sohbet edecek, sen işe gidip gelirken yeşili ve doğayı saksıda mı seyredeceksin? Bize özendirilen ve reklamlarla almamız için güdülendirilip de satın aldığımız ve geleceğimizi ipotek altına aldırdığımız, güvenlikli zannettiğimiz site ve rezidanslardaki dairemiz, girip alış-veriş yapmaksak kendimizi eksik hissettiğimiz AVM’ler bize ne vaat ediyor? Fanus da korunaklı mekânlar oluşturan bizler gerçektende bu yaşadığımız mekânlarda güvende miyiz? Kurgulanıp, tasarlanıp büyük cazibelerle sunulan bütün bu mekânlar hangi geleceği bize vaat ediyor? Bir konut sahibi olmak tarihin hiçbir döneminde bu kadar zor ve erişilemez olmamıştı. Gerçekten biz bir ev mi alıyoruz yoksa bir finans enstrümanı mı? Evimiz yuva olmaktan nasıl çıktı da borçları altında bizi ezen bir yapıya dönüştü? Gerçekten bu kadar sıkışık yaşamaya mahkûm muyuz? Yerimiz mi yok topraklarımız mı az, kaynaklarımız mı kısıtlı? Bütün bu soruları uzatabiliriz ama cevap çok da zor değil. Dünyanın en güzel şehirlerini ve evlerini yapan bu ülkede, kabul etmemiz gerekir ki bugün karar vericiler ve halk olarak büyük bir akıl tutulması yaşıyoruz. Eğer girdiğimiz bu yoldan ve içine düşürüldüğümüz bu hırs ve tamahtan çıkmadığımız takdirde, gerçekten bir fanusun içine tıkandığımızı, ağacı saksıda ve sıradan hayvanları bile hayvanat bahçesi ve belgesellerde göreceğiz gibi. Dünyanın aklı başında ve ne yaptığını bilen insanlarının yaşadığı bütün ülkelerde şehirler insanlar için yapılır. İnsan akl-i selim, zevk-i selim, kalb-i selimle olaylara baktığı zaman çarenin ve çözümün o kadarda uzakta olmadığını görüyor. Size, bir ülke ile bir şehrimizi karşılaştırmak istiyorum. Hollanda ve Konya’nın yüz ölçümleri birbirine yakın; Hollanda 41.500 km2, Konya 39.000 km2. Hollanda’da 16 milyon 700 bin kişi yaşamakta buna karşılık Konya’da 2 milyon 100 bin kişi yaşamaktadır. Hollanda dünyanın nüfus olarak en yoğunluklu, tarımı, sanayisi olan ve hayvancılıkta da Avrupa’nın et ve süt mamullerinde ihtiyacının büyük kısmını karşılayan bir ülkedir. Buna karşılık bu ülkede yaşayan insanların büyük bir kısmı %80’e yakını müstakil evlerde veya az katlı binalarda konut olarak yaşamaktadır. Bu ülkelerde çok katlı ofis alanlarını, otel ve benzeri binaları genellikle çok katlı yapıyorlar. Konya’da ise insanlarımızın % 70 çok katlı binalarda yaşamaktadır. Benzer karşılaştırmayı Japonya ve Türkiye arasında yapabiliriz. Japonya’nın toprakları 378 000 km2 Türkiye’nin ise 780 000 km2, Japonya’nın nüfusu 130 milyon kişi, Türkiye’nin ise 74 milyon kişi yani Japonya Türkiye’nin 4 misli nüfus yoğunluğuna sahip bulunmaktadır. Japonya 4 büyük ada ve etraflarındaki yüzlerce küçük adadan oluşan bir ülkedir. Japonlar, Tokyo ve yanındaki Yokohama şehrini çıkarırsak bizden daha az katlı binalarda ve çoğunlukla müstakil konutlarda yaşamaktadır. Japonya aynı zamanda büyük bir sanayi ülkesi olduğundan ülkenin her yanında büyük fabrikaları görebilirsiniz. Buna rağmen şehircilik açısından daha sakin ve doğayla barışık bir şehirleşmeyi ülkenin her yerinde görebilirsiniz. Üstelik bugün Tokyo’nun şehir merkezine yakın yerlerinde müstakil bir evi İstanbul’daki şehir merkezine aynı yakınlıktaki bir daireden daha ucuza alabilirsiniz. İlginç değil mi? Bizim mi daha çok paramız var yoksa onların mı çok aklı var. Bizim kaybettiğimiz ne onların muhafaza ettikleri ne? Daha merhametli, adaletli, insan ölçekli ve insan yüzlü şehirler kurmamızı engelleyen ne? Kanunlar mı yoksa yetmezliklerimiz mi doymazlıklarımız mı? Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın kurulduğu ve ‘Afet Riskinin Azaltılmasına Dair Kanun’ ile “Kentsel Dönüşüm” yasasının çıktığı günlerdeyiz. İçine girdiğimiz konut ve yaşam alanlarımızla ilgili bu akıl tutulmasından çıkacak, insanlarımızı daha huzurlu, sağlıklı ve güvenli şehir mekânlarında çocuğu, yaşlısı, engellisi ile yaşamamıza imkân sağlayacak sürdürülebilir ve yaşanabilir bir şehir ve ülke için bu günleri bir fırsata çevirmeliyiz. Bunu yapacak tarihi, kültürel, insani birikim bu ülkeni insanlarının hamurunda vardır. Yeter ki akl-i selimi hırsa ve açgözlülüğe kurban etmeyelim. Bütün taraflar olarak daha güzel, yaşanabilir ve erişilebilir şehirler için el ele vermeliyiz. Geç olmadan hemen şimdi. Avni Çebi MMG Genel Başkanı KISA... KISA... KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu “Türkiyesiz bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin olamayacağını bilen insanlarız” MMG DERVİŞ EROĞLU’NU AĞIRLADI Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu İstanbul Grand Cevahir Otel’de düzenlenen Kahvaltılı Çalışma Toplantısı’nda konuk etti. K ahvaltılı toplantıda konuşan Eroğlu; Birleşmiş Milletler (BM) tarafından aleyhimize kararlar çıktığı sürece Rum tarafının anlaşmaya yanaşmayacağını söyleyerek; “Dünya ülkeleri bizi tanımadığı sürece ve Avrupa Birliği (AB) üyesi bir devlet olan Rum tarafının, hele denizaltı zenginlikleri ortaya çıktıktan sonra bizimle anlaşmak gibi bir ihtiyacı tamamen ortadan kalkmıştır” dedi. Derviş Eroğlu, göreve geldikten sonra BM Genel Sekreteri’ne müzakereleri devam ettireceğine dair bir mektup yazarak taahhütte bulunduklarını ve bugün müzakere masasında anlaşma olması için öneri sunan taraf olduklarını dile getirdi. Rumların bugüne kadar ortaya çıkan her anlaşmayı ret ettiklerine işaret eden Eroğlu, “BM’de lehimize çıkan her kararı veto ettirmeyi başaran Rumlar, her ortaya çıkan anlaşmayı ret edişleri sonrasında, daha iyisini alabileceklermiş gibi hareket 6 Mimar ve Mühendis ettiler” diye konuştu. Annan Planı’nın Rum kesimi tarafından kabul edilmemesinin ardından, Kıbrıs halkının artık daha bilinçli hareket ettiğini vurgulayan Eroğlu, “Biz her şeyden önce kendimize güveniyoruz. Anavatan Türkiye’ye güvenmemiz gerekir. Ben siyasi hayatımın parti başkanlığı döneminde partimin gençlerini hep Atatürk ve Anavatan sevgisiyle yetiştirmeye çalıştım. Bugün bıraktığım taban, Türkiye’ye son derece bağlı bir tabandır. Türkiyesiz bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin olamayacağını bilen insanlarız. Dolayısıyla bunun da böyle olması gerekir. Türkiye’de birçok Başbakanla çalışma fırsatı buldum ve ilişkilerimizi hep sıcak bir noktaya taşıdık. Bugün de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkının büyük bir çoğunluğu Türkiye ile ilişkilerin daha da iyi olmasından başka bir düşünce içinde değildir” şeklinde konuştu. Kahvaltılı toplantıda söz alan MMG Genel Başkanı Avni Çebi ise, “Türkiye ve Kıbrıs ilişkileri iki ülkenin ilişkileri değil aralarına deniz girmiş iki kardeşin ilişkisidir. Bugün ülkemiz sağlamış olduğu ekonomik büyüklük ve imkânlar ile aradaki mesafeyi kaldırarak su ve elektriği adaya getirmek için gerekli çalışmaları başlatmıştır” dedi. Yaklaşık 10 yıl önce dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı ağırladıklarını söyleyen ve aralarında geçen bir konuşmayı aktaran Avni Çebi şunları söyledi; “21 Nisan 2002’de yine böyle bir kahvaltılı toplantıda dönemin Cumhurbaşkanı olan rahmetli Rauf Denktaş’ı konuk olarak ağırlamıştık. O konuşmasının bir yerinde Yaser Arafat’la geçen bir konuşmasını aktararak ‘Ben sizi kıskanıyorum. BM’de sandalyeniz var dedim’. Aynen hatırlıyorum bana şunu söyledi, ‘Ben ölsem benim gömülecek toprağım yok. Senin arakanda Türkiye var. Benim arkamda Türkiye gibi bir Arap ülkesi olsaydı ben de senin gibi kurtulurdum.’ Yine bu toplantıda bir soru üzerine “Kıbrıs AB ye alınırsa Türkler Rum kesimine geçer mi?”sorusuna da ‘Biz bu ülkeyi gidenlerle değil kalanlarla kurduk’ demişti.” Konuşmaların ardından karşılıklı olarak birbirlerine plaket ve hediyeler veren KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve MMG Genel Başkanı Avni Çebi, daha sonra MMG Yönetim Kurulu üyeleri ile toplu fotoğraf çektirdi. Mart-Nisan 2012 7 KISA... KISA... ‘ÜNİVERSİTE SANAYİ İŞBİRLİĞİ: SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER’ Mimar ve Mühendisler Grubu’nun Nisan ayında düzenlediği, “Üniversite Sanayi İşbirliği: Sorunlar ve Çözümler” konulu kahvaltılı toplantısı, Eresin Barcelo Topkapı Otel’de gerçekleştirildi. Enerji, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu ve MMG Yönetim Kurulu üyelerinin katıldığı Panelde, birçok akademisyen ve sanayici konuşmacı olarak yer aldı. T oplantıda açılış konuşması yapan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, MMG’yi ve geçmişte yaptıkları etkinlikleri katılımcılara aktardı. Kahvaltılı toplantıların ve her ay üniversitelerde düzenlenen etkinliklerin, katılımcılara büyük getirileri olacağına dikkat çeken Çebi, kahvaltılı toplantıların devam edeceğini belirtti. MMG olarak disiplinli bir şekilde çalışmalarına devam ettiklerine dikkat çeken Çebi, özellikle şehirleşme konusunda, üzerlerine düşen görevin büyük olduğunu ifade etti. Son günlerde tartışılan şehirleşme konusuna vurgu yapan genel başkan, İstanbul’da şehirleşme konusunda yanlışlıkların oldu- 8 Mimar ve Mühendis ğuna vurgu yaptı. Konu ile ilgili, MMG olarak basın açıklaması ve kamuoyu duyuruları yapıldığını belirten Çebi, “Şehircilik konusunda gelecek dönemde planlı ve iyi projelenmiş çalışmalar yapılmalı. İstanbul’daki alanlar değerlendirilirken, insanları ve değerlerimizi de göz önünde bulundurmak gerekir. Sanayi ve üniversitelerin işbirliği konusunda ilerleme kaydedilmesi gerekli. Sanayi ve diğer alanlarda hızla büyüyen ülkemizde, sanayi alanında yaşanan gelişmelere üniversitelerin de dahil olması gerekli. Burada üniversitelere büyük iş düşüyor. Üniversitelerin, sanayi sektörüyle ortaklaşa çalışmalar yapabilmeleri için daha aktif ve girişken olmaları gerekir.” dedi. Toplantıda söz alan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu, konuşmasına, MMG yönetim kuruluna toplantı daveti için teşekkür ederek başladı. Son on senelik süreçte Türkiye’nin kaydettiği büyük yükselişten bahseden Kavranoğlu, her alanda gelişim ve değişimin kaydedildiğinin altını çizdi. Yıllık ortalamalar dikkate alındığında sanayi üretiminin yüzde 8,9 büyüdüğüne dikkat çeken Bakan Yardımcısı Kavraroğlu, “Geçmişten günümüze çok zirveler ve çukurlar gördük. Artık hep daha fazla yükselmenin zamanı geldi. Bütçemiz sürekli büyüyor ve hükümet, makro ekonomi dengelerini bozmadan büyümeye devam etmemizin uygun olacağını düşünüyor.” dedi. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yapılan yatırımları artırabilmek için çalışmaların hızla devam ettiğini belirten Kavraroğlu, yeni teşvik paketi ile birlikte Doğu illerinde yapılacak yatırımlar sayesinde Türkiye ekonomisinin hızla gelişme göstereceğini vurguladı. Kavranoğlu ayrıca yeni teşvik paketi ile ilgili şöyle konuştu: “Yeni sistemle KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği ki; bunu asgari Avni Çebi “Şehircilik konusunda gelecek dönemde planlı ve iyi projelenmiş çalışmalar yapılmalı. İstanbul’daki alanlar değerlendirilirken, insanları ve değerlerimizi de göz önünde bulundurmak gerekir. Sanayi ve üniversitelerin işbirliği konusunda ilerleme kaydedilmesi gerekli. Sanayi ve diğer alanlarda hızla büyüyen ülkemizde, sanayi alanında yaşanan gelişmelere üniversitelerin de dahil olması gerekli. Burada üniversitelere büyük iş düşüyor. Üniversitelerin, sanayi sektörüyle ortaklaşa çalışmalar yapabilmeleri için daha aktif ve girişken olmaları gerekir.” BAKAN YARDIMCISI KAVRANOĞLU, “GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ÇOK ZİRVELER VE ÇUKURLAR GÖRDÜK. ARTIK HEP DAHA FAZLA YÜKSELMENİN ZAMANI GELDİ. BÜTÇEMİZ SÜREKLİ BÜYÜYOR VE HÜKÜMET, MAKRO EKONOMİ DENGELERİNİ BOZMADAN BÜYÜMEYE DEVAM ETMEMİZİN UYGUN OLACAĞINI DÜŞÜNÜYOR.” ücret üzerinden yapacağız. Faiz desteği, yatırım yeri tahsisi, gelir vergisi, stopajı desteği, KDV iadesi desteğini sağlayacağız” diyerek konuşmasını noktaladı. Toplantıya panelist olarak katılan Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, Teknoloji’nin gelişebilmesi için hammadde, iş gücü ve çalışmaların sürekliliğinin çok önemli olduğunu vurguladı. Çalışmalar konusunda hayal gücünün de bariz bir önemi olduğunu vurgulayan Yüksek, “fikirler çoğaltılmalı, çoğaltılan fikirlerin arasından en iyisini seçmek fikirlerin niteliğini de artırmış olur.” dedi. Üniversite Sanayi İşbirliği: Sorunlar ve Çözümler” konulu toplantıya panelist olarak katılan, İTÜ Enerji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Altuğ Şişman, üniversitelerin özellik bakımından diğer eğitim kurumlarından ayrıcalıklı olduğunu, bu ayrıcalığı da AR-GE özelliğiyle kazandığını belirtti. Üniversite ve sanayi işbirliği için AR-GE’nin şart olduğunu dile getiren Şişman, ayrıca projelerde çeşitlilik olmasının büyük önem arz ettiğine dikkat çekti. Marmara Üniversitesi Rektörü M. Zafer Gül, yaptığı konuşmasında, ülkemizin dünyadaki birçok ekonomik dalgalanmaya rağmen bu konuda dik durup, ekonomisini belli bir seviyede tuttuğunu, hatta parametrelerinin ileri gitmesini sağladığını kaydederken, “Bu önemli bir gelişme olmakla beraber, G-20’ler içersinde 17, 16. Sıralara kadar yükseldi. Kalkınma hızımız geçen sene 8.5 oranında hesaplanırken, bu oran beklenenin 0,3 puan üzerinde çıkmıştır. Parametreler gayet iyi gidiyor fakat G-20 ülkelerine baktığımız zaman, Avrupalı ülkelere nazaran üniversitelerimiz geri kalmış durumdadır.” dedi. MMG Akademik Kurulu Başkanı Prof. Dr. İlhan Kocaarslan ise eğitim sisteminde eksiklerin olduğunu söyledi. Sanayi ve üniversitelerin ortaklaşa çalışmasının çok önemli olduğunu vurgulayan Kocaarslan, üniversitelerdeki hocaların da sanayi ile geç tanıştığını belirtti. Üniversitelerin sadece araştırma yaptığını söyleyen Kocaarslan, araştırma konusuna verilen ağırlık kadar, geliştirme konusuna da önem verilmesi gerektiğinin altını çizdi MMG Eski Başkanlarından ve PİOMAK Yönetim Kurulu Başkanı Oral Avcı, Üniversite ve sanayi konularının birlikte ele alındığında, konuşulacak çok şeyin olduğunu söyledi. “Türkiye’yi kendi şirketim gibi yönettiğimi hayal edersem, herhalde iki üç yıl içinde, yönetim kurulu başkanlığından atılırdım” diyerek siyasi iktidarı elde ettikten sonra çalışmaların zorluğuna dikkat çekti. Ekonomik büyüme konusunda, Türkiye’nin Çin’den sonra gelen 2. ülke olduğunu kaydeden Avcı, katılımcılara istatistiksel veriler sundu. Mart-Nisan 2012 9 KISA... KISA... TARİHİ ve KÜLTÜREL MİR ASIN KORUNMASI: ŞEHİRLERİN KİMLİĞİ ve GELECEĞE TAŞINMASI M imar ve Mühendisler Grubu (MMG), Marmara Belediyeler Birliği ve Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen “Tarihi ve Kültürel Mirasın Korunması: Şehirlerin Kimliği ve Geleceğe Taşınması” konulu panel Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Yenikapı Mevlevihanesi Yerleşkesi’nde gerçekleştirildi. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Duman panelin açılış konuşmasında kültürel eserler denince ilk akla gelenin mimari yapılar olduğunu, kültürel miras ve gelenekleri korumanın insani diğer varlıklardan ayıran önemli özelliklerden biri olduğunu ifade etti. Rektör Duman, şehir ve insana duyarlı bir programa ev sahipliği yapmaktan dolayı büyük bir memnuniyet duyduklarını dile getirdi. Panelde “Şehir ve Tarihi Mirasın Geleceğe Taşınması” başlıklı bir sunum yapan Prof. Dr. Saadettin Ökten, bir toplumun resmine bakıldığında o toplumun kültürü hakkında çok net fikirler verdiği- 10 Mimar ve Mühendis ni söyledi. Medeniyet tasavvurlarının şehre yansımasıyla şehir kültürünün oluştuğunu ifade eden Prof. Dr Ökten, kültürlerin şehir üzerindeki etkilerinin ise değişken olduğunu belirterek, “Her şehir dönüştüğünde o toplumun hayatında bir sayfa açılır. Şehir kültürü denince ilk akla gelen de Bağdat’tır. Bağdat 9’uncu ve 12’nci yüzyılları arasında Bağdat olmuştur. Örneğin Paris dönüşen bir şehirdir. Medeniyet meselesi her zaman kimlik meselesidir. Medeniyet değerleri bir uzlaşı kültürüdür. Bunun korunması için de iktidar ve irade gerekir. Günümüzde iktidar var, fakat irade yok. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Tarihi mirastan kasıt, özgün olanıdır. İstanbul’un Suriçi tarihi bir mirastı. Bu mirası 1960-1970’lere kadar çaktırmadan yedik. Tarihi mirasta özgünlüğe dikkat edilmeli. Bir medeniyet insanı inşa eder, insan da şehirleri inşa eder. Değerin peşinde olmayan şeklibiçimi de koruyamaz” şeklinde konuştu. Marmara Üniversitesi İstanbul Araştırmaları Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Recep Bozlağan da “İstanbul nasıl bir küresel şehir olmalı?” başlıklı sunumunda, ekonomik, eğitim, Ar-Ge, sosyo kültürel ve diğer küresel şehir kriterlerini istatistiki verilerle sinevizyon eşliğinde aktardı. İstanbul`un topografyasının dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığını, Mimar Sinan’ın bu topografyayı göz önünde bulundurarak eserlerini inşa ettiğini vurgulayan Prof. Dr. Recep Bozlağan, günümüzde ise birçok konut projesi olarak sunulan gökdelenlerin İstanbul’un topografyasına aykırı olduğunu, bunun da İstanbul’un kimliğini kaybetmesine yol açtığını ve İstanbul’un bu gidişatıyla küresel bir şehir olamayacağını ifade etti. Prof. Dr. Bozloğan, “İstanbul’u İstanbul yapan 500–600 senelik siluetini korunması lazım. Boynuzun kulağı geçmesine müsaade etmeyelim” dedi. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Yılmaz ise, “Şehir kimliği oluşturmada üniversitelerin yeni görevleri, örnekler ve örneklemeler” başlıklı sunumunda günümüzde sayıları her geçen gün artan site-rezidans ağırlıklı yalıtılmış, temiz, düzenli üst sınıf mekanlarla gecekondu ağırlıklı, kirlenmiş ve bakımsız ortaalt sınıf mekanlarda yaşayan insanların tamamen birbirinden kopuk yaşantısının tarihi şehir kültürümüzde bulunmadığına dikkat çekti. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüsrev Subaşı da “Kent kimliği açısından yakın dönem camilerine bakış” başlıklı sunumunda Osmanlı ve Selçuklu döneminde yapılan cami ve medreselerin taşıyla, kapısıyla, minaresi ve kubbesiyle bir bütünlük sergileyip mimari estetik sunduğunu, günümüzde halkın kıt imkanlarını birleştirerek yaptığı camilerin bu estetikten ve şehir kültüründen kopuk olduğuna dikkat çekti. Panel MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve yönetim kurulu üyelerinin konuşmacılara plaket vermesi ile sona erdi. KENTSEL DÖNÜŞÜM BURSA’DA KONUŞULDU M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Bursa Şubesi tarafından düzenlenen kahvaltılı toplantılarının mart ayı konuğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mücahit Demirtaş oldu. Deprem riskli bölgelerdeki Kentsel Dönüşüm projeleri hakkında sunum yapan Demirtaş, inşaat sektörü ile ilgili yapılan çalışmaları da açıkladı. MMG Bursa şubesi başkanı Mustafa Bayraktar’ın da açılış konuşmasını gerçekleştirdiği toplantı, Bursa Milletvekili Bedrettin Yıldırım, Çevre ve Şehircilik Bursa İl Müdürü Eyüp Gül, İMO Bursa şubesi başkanı Necati Şahin ve çok sayıda mimar ve mühendisin katılımıyla gerçekleşti. BAKAN ERTUĞRUL GÜNAY: RANT HIRSI FRENLEMELİ O kan Üniversitesi tarafından düzenlenen `Kültür Turizmi ve İstanbul` konulu panel üniversitenin Tuzla Kampüsü`nde gerçekleştirildi. Panelde konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul`un değerinin bilinerek davranılmadığını söyledi. “İstanbul`a karşı çok suçluyuz” diyen Bakan Günay, “Şu anda İstanbul`da tarihi koruma, kültürü koruma, yeni sanat merkezleri yapma aşkının öncesinde rant merkezleri yapma gayreti var. Bu rant hırsını frenlemezsek İstanbul`a yazık olur.” dedi. Çin seyahatine gittiği sırada Turgut Cansever`in İstanbul`u anlamak kitabını okuduğunu dile getiren Bakan Günay şunları söyledi: “Turgut Hoca`nın kitabını altını çize çize baktım, dehşet verici gerçekler. Haliç İstanbul`nu mesire yeri. Biz Haliç`i bir sanayi çöplüğü yapmışız geçmiş yıllardı. İstanbul içinde, göbeğinde bu limanların ne işi var kardeşim. Bu doldurma boşaltma. Abdülaziz`den başlamış İstanbul`un tahribatı. Abdülaziz sarayın bahçesinden demiryolunu Sirkeci`ye taşımış. Be Allah`ın adamı Yenikapı`da tut bunu. Şimdi Yenikapı`ya çekmeye çalışıyoruz. İstanbul`un tarihi yarımadasına demiryolu saplanır mı?” Mart-Nisan 2012 11 KISA... KISA... MİMAR SİNAN’I ANLAMAK Mimar ve Mühendisler Grubu’nun düzenlediği ‘Yaşayan Mimar Sinan’ı Anlamak’ konulu panel Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde (MSGSÜ) gerçekleştirildi. İ lginin yoğun olduğu panelde panelistler konuşmalarına başlamadan önce yazar ve yönetmen Mustafa Aksay’ın hazırladığı 8 dakikalık Mimar Sinan Belgesel filmi gösterime sunuldu. Aslı 90 dakika olan film dünyanın etkili başşehirlerinde Londra’da, Roma’da, Berlin’de, Şam’da, Saraybosna’da ve en son Ankara’da Çankaya Köşkünde tanıtıldı.Budapeşte’de de tanıtılması planlanıyor. Üniversitenin Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda düzenlenen panelin açılış konuşmasını yapan MMG Genel Başkan Yardımcısı ve Türk-Macar İş Adamları Derneği Başkanı Osman Şahbaz, “Yaşayan Mimar Sinan’ı Anlamak” isimli panelin, MSGSÜ’nde yapılmasının ayrı bir anlam taşıdığını vurguladı. Mimar Sinan gibi büyük bir mimara sahip olmanın, ülkemiz için gurur kaynağı olduğunu, Sinan’ın yaptığı eserlerin ve 12 Mimar ve Mühendis adının 500 senedir yaşadığına dikkat çeken panelin moderatörü Osman Şahbaz, “Toplumlar büyük değerlere verilen kıymet ile yücelirler. Şayet bir tek Süleymaniye Cami ve külliyesi bir Batı toplumunda olsaydı, adına yüzlerce Süleymaniye Romanı, müzikali, şiiri, bestesi, filmi ve oratoryosu yapılırdı. Bugün ustaların ustası Koca Mimar Sinan’ı hatırlamaktan öte, doğup büyüdüğü, hayat sürdüğü coğrafyadan beslendiği kültür değerlerini, dehasını övünç kaynağımız olan Asya’dan Avrupa’ya uzanan coğrafyadaki eserlerinin mana ve önemini konuşacağız. Günümüzün mimarları neden Mimar Sinan’dan esinlenemiyorlar?” diye sordu. Mimar ve Mühedisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, Mimar Sinan’ı kendi adına yakışır derecede anlamak ve özellikle de adının yer aldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde anmak için böyle bir girişimde bulunduklarını belirtti. Büyük bir insan, büyük bir deha olarak adlandırdığı Mimar Sinan’ın mütevaziliğine dikkat çeken Çebi, Mimar Sinan’dan bir mimar ya da bir şehir plancısı olarak öğrenilmesi gereken çok şeyin olduğunu ifade etti. Başkan Çebi, Mimar Sinan’ın eserlerinde yaşamının, kişiliğinin ve yetişme tarzının çizgileri olduğunu vurgularken, ”Mimar Sinan’dan almamız gereken en önemli şey, kopyacı olmayışıdır. Tamam, yaşadığı çağın öncesindeki kültür ve medeniyetlerden faydalanmasını bilmiştir, ama onu kendi kültürü, zekası ve dehasıyla birleştirerek yepyeni mimari eserler ortaya getirmiştir.” dedi. Mimar Sinan’ın mimari eserlerinden kısaca bahseden Çebi, Bugün ki muhteşem İstanbul silüetinin oluşmasına Ayasofya’nın iki minaresi, Süleymaniye cami, Şehzadebaşı Cami ve Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camilerinin kubbe ve minareleriyle oluşturduğu görüntüye büyük katkısı olmuştur. MMG olarak Mimar Sinan’ın emekleriyle oluşan bu siluetin korunmasında her zaman duyarlı olacağını kaydetti. TÜRKİYE’NİN HAMMADDESİ; MADENLERİMİZ Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi tarafından Rixos Grand Ankara Otel’de gerçekleştirilen “Türkiye’nin Hammaddesi; Madenlerimiz” konulu kahvaltılı toplantı Ak Parti Ankara Milletvekili Tülay Selamoğlu ve Ak Parti Muş Milletvekili Faruk Işık’ın yanı sıra çok sayıda bürokrat ve STK temsilcilerinin katılımlarıyla gerçekleşti. A çılış konuşmasını yapan Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, MMG’nin gerçekleştirdiği etkinlikler ve yapılmakta olan çalışmalardan bahsederek; “Hızın, kazancın, fütursuzca tüketimin egemen olduğu bu çağda, daha insani yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bütün tüketim araçları, biz mühendislerin ürettiklerine göre şekilleniyor ve bu da çoğu zaman yaşam tarzımızı belirliyor” şeklinde konuştu. Panelde bir selamlama konuşması yapan Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi; “Günümüzün mimari anlayışı sadece sosyo-ekonomik anlamda üst gelir gruplarına yönelik yüksek, kalın duvarları olan siteler inşa etmekten ibaret ve bu durum sosyal yapıda ayrışmalara neden olmaktadır” dedi. Aynı zamanda Mühendis ve Mimar Odalarının yapılanması hakkında yeni bir çalışma yapılması gerektiğini söyleyen Çebi; MMG olarak bu konunun üzerinde hassasiyetle durduklarını belirtti. Açılış konuşmaların ardından konuşan Maden İşleri Genel Müdürü Mehmet Hamdi Yıldırım “Türkiye’de geçmişte maden arama ruhsatlarında standart olmayan, keyfi uygulamalar, günümüz madenciliğinin gelişememesine neden olmuştur. Yeni Maden yasası bu çarpık işleyişin önüne geçmekte, Türk madenciliğinin önünü açmaktadır ”dedi. Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürü Dr. Orhan Yılmaz’da paneldeki konuşmasında; “Türkiye’de Bor Kimyasallarının sanılanın aksine çok değerli olmamakla beraber, Türkiye dünya bor kimyasalları pazarının lideri durumundadır. Bor kimyasallarının kullanım alanlarının geliştirilmesine yönelik Eti maden İşletmeleri olarak çok ciddi çalışmalarımız var. Yakın zamanda bunu kamuoyu ile paylaşacağız” dedi. Yılmaz, dünyada 4 milyar ton bor rezervi bulunduğunu ancak bunun 4 milyon tonunun üretildiğini, dünyaya bin yıl yetecek bor rezervi olduğunu söyleyerek; “Bor hiçbir sektörde başrol oyuncusu değildir, figürandır. Stratejik ürün deniyor, eğer stratejik alanların üretiminde bordan istifade edebiliyorsanız stratejiktir. Yoksa hiçbir şeydir” dedi. Mart-Nisan 2012 13 KISA... KISA... BAŞBAKAN ERDOĞAN, TOKİ, YEREL YÖNETİCİLER VE MÜTAHHİTLERE SESLENDİ “YENİ İNŞA EDİLEN YAPILARDA İNSAN MERKEZLİ ŞEHİRLER İNŞAA ETMEK ZORUNDAYIZ” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından düzenlenen ‘Yerel Yönetimler ve Aile’ sempozyumunda bir konuşma yaptı. Şehirleşme ve aile kavramları üzerinde dikkat çekici analizler yapan Erdoğan’ın görmek istediğimiz ama henüz! çok fazla şahit olamadığımız kent sosyolojisi ile ilgili tespitleri, sosyologları kıskandıracak boyuttaydı. Tarih, mitoloji ve modernite kavramları ekseninde şekillendirdiği konuşmasındaki anektodlar ise oldukça dikkat çekiciydi. B aşbakan konuşmasında şunları söyledi: “Eski çağlarda bazı savaşçı kabilelerin şehirlere girmemeyi tercih ettiklerini biliyoruz. Çünkü şehrin insan ruhunu değiştirdiğine inanıyorlardı. Onun için şehirleri yakıp yıkıyorlar kitapları kütüphaneleri yakıyorlardı. Artık insanlar için değil arabalar için kentler inşa ediliyor. Yani insan şehre hükmetmiyor; modern şehirler insana hükmediyor hapsediyor. Biz insanın şehirleştirildiği bir medeniyetten değil insanın şehri insanlaştırdığı bir medeniyetten bahsediyoruz. İnsanı yutan değil insanı yücelten bir mimari tarzla karşılaşırsınız. Bunu Mekke’de Konya’da Bursa’da İstanbul’da gördüğümüz gibi eski Kiev’de de görürüz. Rastgele yapılaşma gerçekleştirilmemiştir. Ne zaman ki kendi tarihimize sırt çevrilmiştir işte o zaman şehirler bozulmuş hem de şehirde insan yıpranmaya başlamıştır. Pek çok hassasiyet kaybedilmiştir. Tarihte İstanbul’da öyle sokaklar vardı ki evlerin cumbalarındaki çiçeklerin bir anlamı vardı. Evinde hasta olanın cumbasında sarı çiçek vardır ki sokakta gürültü yapılmasın. Bugün ise sokaklara arabalar giriyor ve günün her saatinde kornalara basılıyor. Ben şehir tasavvurumuzun sadece nostalji olarak kalma- 14 Mimar ve Mühendis sının kültürümüze ve medeniyetimize bir haksızlık olduğu inancındayım. Oradaki felsefeyi unutmamak ve yeni inşa edilen yapılarda bu noktalarda insan merkezli şehirler inşa etmek zorundayız. En azından AK Partili belediyeler bunu başarmak zorundadır. Modern şehirler insanı ötelediği gibi aileyi de öteleyen hatta aileyi hedef alan bir anlayışla yükseliyor. Sosyal belediyecilikte aileyi dikkate alan belediyecilik yapmalıyız. Biz belediyeciliği sadece çöp toplayan ve park yapan bir şey olarak görmüyoruz. Süleymaniye’nin penceresinden bakan çocukla gecekondu penceresinde bakan çocuğun gelecek tasavvuru aynı değildir. Bizler tarihi dokunun kuşatıldığı yeşilin katledildiği şehirler emanet aldık. Biz çocukluğumuzu yaşadık ama şimdiki çocuklar yaşamadı. Yeri geldi toprağın içinde yoğrulduk. Büyükşehirlerde böyle bir imkan yok. İnşallah çocuklarımıza arzuladığımız şehirler emanet edeceğiz. Güvenli yeşille bezenmiş şehirler emanet edeceğiz. Hiç kuşkusuz belediyelerimize büyük sorumluluk düşüyor. Bu tasavvuru gerçeğe dönüştürecek atılımın içinde olmalıyız. Şehirlerin ailelere değil ailelerin şehirlere hükmettiği bir kent kültürünü hayata geçirmeliyiz.” Mart-Nisan 2012 15 KISA... KISA... 5’inci bölge desteklerinden yararlanabilecek. Stratejik yatırımlara, eğitime, taşımacılığa, madenciliğe ve bazı turizm yatırımlarına bölge ayrımı yapılmaksızın uygulanacak destekler şöyle: - Gümrük Vergisi Muafiyeti - KDV İstisnası - 7 yıl süreyle Sigorta Primi İşveren Hissesi Desteği ( 6’ncı bölgede ise 10 yıl) - Yatırıma katkı oranı yüzde 50 olmak üzere yüzde 90 Vergi İndirimi - Faiz Desteği (sabit yatırım tutarının yüzde 5’ini aşmamak kaydıyla azami 50 Milyon TL) - Yatırım Yeri Tahsisi - Bina inşaat harcamalarına KDV iadesi (500 Milyon TL ve üzeri yatırımlar için) - Gelir Vergisi Stopajı Desteği (Sadece 6’ncı Bölgedeki yatırımlar için 10 Yıl) YENİ TEŞVİK YASASI AÇIKLANDI Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan yeni paket 4 ana bileşenden ve 6 bölgeden oluşacak. Yatırımın hangi bileşende yer aldığına, büyüklüğüne ve bölgeye göre farklı teşvikler söz konusu olacak. Ancak stratejik yatırımlar adı altındaki sektörlere, eğitime, yük ve yolcu taşımacılığına, madenciliğe ve bazı turizm bölgelerine yapılan yatırımlar nerede olursa olsun 5’inci bölge desteklerinden yararlanabilecek. Yeni sistemle, cari açığın azaltılması amacıyla ithalat bağımlılığı yüksek olan ara malı ve ürünlerin yatırım ve üretiminin artırılması hedefleniyor. Yeni sistem 4 ana bileşenden oluşuyor. 1. Genel teşvikler 2. Bölgesel teşvikler 3. Büyük ölçekli yatırımların teşviki 4. Stratejik yatırımların teşviki Yeni sistemle, yatırım yapacak olanlara, 1- Katma Değer Vergisi (KDV) İstisnası, 2- Gümrük Vergisi Muafiyeti, 3- Vergi İndirimi, 4- Sigorta Primi İşveren Hissesi Desteği (asgari ücret üzerinden), 5- Faiz Desteği, 6- Yatırım Yeri Tahsisi, 7- Gelir Vergisi Stopajı Desteği 8- KDV İadesi Desteği sağlanacak. Yatırımın büyüklüğüne göre destekten yararlanma süresi de değişecek. STRATEJİK YATIRIMLARA VE EĞİTİME TAM DESTEK Belirli büyüklükteki savunma, havacılık ve uzay alanındaki yatırımlar ile otomotiv, uzay 16 Mimar ve Mühendis veya savunma sanayine yönelik test merkezleri ve rüzgar tüneli yatırımları, yatırım yerine bakılmaksızın 5’inci bölge desteklerinden yararlanabilecek. Özellikli eczacılık ürünleri olan biyoteknolojik ve onkolojik ilaçlar ile kan ürünleri üretimine yönelik yatırımlar, yatırım yeri dikkate alınmaksızın aynı şekilde 5’inci bölge desteklerinden yararlanacak. Yeni teşvik sisteminde, eğitim yatırımlarını da desteklenecek. Özel sektör tarafından gerçekleştirilecek olan ilk, orta ve lise eğitim yatırımları, hangi ilde yapılırsa yapılsın, Bölgesel Teşvik Uygulamaları kapsamında 5’inci bölge desteklerinden yararlanacak. Demiryolu ve denizyolu ile yük ve yolcu taşımacılığına yönelik yatırımlar, madencilik yatırımları, Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgeleri’nde yapılacak turizm yatırımları da aynı şekilde, nerede olursa olsun, YENİ TEŞVİK SİSTEMİNDEKİ 6 BÖLGE - Yeni teşvik sistemi, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere uygulamaya konulacak. - Bölgesel sistem yerine, ‘İl Bazlı Bölgesel Teşvik Sistemi’ne geçilecek: İllerin, bölgesel dağılımdaki yerleri, daha sonra TÜİK’in periyodik çalışmaları sonucunda elde edilecek veriler çerçevesinde gözden geçirilebilecek, bir değişim varsa, illerimizin listedeki yeri de ona göre değişebilecek. - 6’ncı bölgede asgari sabit yatırım tutarının üzerinde gerçekleştirilecek yatırımlar, sektör ayrımı yapılmaksızın bölgesel desteklerden yararlanacak. Bu illerde yatırım yapacak olanların ödemeleri gereken sigorta primi, işveren hissesinin asgari ücrete tekabül eden tutarı 10 yıl süreyle, yatırımların organize sanayi bölgelerinde yapılması halinde ise 12 yıl süreyle devlet tarafından karşılanacak. - 6’ncı bölgede yatırım yapacak firmaların yatırımlarının yüzde 50’sine, organize sanayi bölgelerinde yapılacak yatırımlar için ise yüzde 55’ine tekabül eden tutar kadar vergi ödeme yükümlülüğünden muaf tutulacak.. - Sigorta primi işveren hissesinin destek sürelerini bölgeler itibariyle yeniden belirlendi. Ayrıca bu destekten yararlanabilecek azami destek tavanlarını yükseltildi. Örneğin 6’ncı bölgede 31 Aralık 2013 tarihine kadar başlanacak yatırımlarda sigorta primi desteği 10 yıl süreyle uygulanacak. - Yatırımcı, vergi indirimi desteğini, yatırım döneminde tüm faaliyetlerinden elde ettiği kazançlarına da uygulayabilecek. Örneğin, Kocaeli’nde yatırımı olan yatırımcı, gidip Muş’a da yatırım yaparsa, yatırıma katkı oranının yüzde 80’ini Kocaeli’nden elde ettiği kazancın vergisinden düşebilecek. Mart-Nisan 2012 17 KISA... KISA... ANTOİNE GRUMBACH: “KENTSEL ALAN SONSUZ BİR BİTMEMİŞLİKTİR” B üyük Paris kentsel dönüşüm yarışmasında seçilen 10 projeden biri olan “Seine Métropole”ün sahibi Antoine Grumbach, “Büyük Paris: Projeler, Aktörler ve Müzakere Etapları” konulu tartışmakonferans serisinin ilkinde konuşmak üzere İstanbul’a geldi. Çağdaş metropollere yapılan büyük ölçekli müdahaleler ve ilgili konuların ele alındığı konferans Yapı-Endüstri Merkezi Etkinlik Salonu’nda gerçekleşti. Açılış konuşmalarının ardından Antoine Grumbach “Büyük Ölçekli Metropol Projesi: Büyük Paris - Paris - Rouen - Le Havre” başlıklı konuşmasında Grand Paris projesini ve Le Havre senaryosunu kentsel ve mimari seçimlerin yanı sıra bu seçimlerin gerçekleşmesini mümkün kılan, yerel yönetimleri dahil eden demokratik prosedürleri, kent politikaları, ekonomik ve sosyo-kültürel altyapı başlıklarıyla birlikte irdeledi. Şu anda Paris’i denizle birleştiren, Seine Nehri’ni bir ulaşım arteri haline getiren, ekolojiye dönüş “Büyük Paris” projesinin mimarı Grumbach, aynı zamanda Moskova’yı da planlayanlar arasında yer alarak Büyük Moskova “Grand Moscou” projesini, “Büyük Paris” modelinden yola çıkarak yürütmek için seçilen mimarlar arasında bulunuyor. Grumbach, parçalara ayrılmış kamu işlevleri ile çağdaş metropolleri yönetmenin imkansız olduğunu, kentleri planlamada esasın kamusal alanları muhafaza etmek ve geliştirmek olduğunu savunuyor. Antoine Grumbach, konferansta yaptığı konuşmada “Mavi muz” olarak adlandırılan AB stratejik haritasında Paris’in çok izole bir konumda olduğuna dikkat çekti ve kentin, tarihi gelişim süreci içinde hep dar sınırlar içinde sıkışıp kaldığını ekledi. Dünya met18 Mimar ve Mühendis ropolü Paris’in, çeper (periferi) ile kurduğu ilişkiyi güçlendirmesi gerektiğini savunan Antoine Grumbach, esas büyüme sorunsalının çeperde yaşandığı söyleyerek, Paris Belediye Başkanı’nın son 5-6 yıldır merkezdeki ve çeperdeki yerleşimler arasındaki ilişkiyi güçlendirmeye çalıştığını dile getirdi. “Büyük Paris” için proje geliştirirken, kentin jeopolitik boyutunu göz önünde bulundurduklarını belirten Grumbach, “Coğrafi bir kimliğin, kentsel yoğunluk ve doğa ile nasıl eklemleneceğini sorguladık” dedi. Hareketlilik boyutundan bahsederken, dünya ekonomisinin yüzde 80’inin deniz taşımacılığı ile sağlandığına dikkat çeken konuşmacı, başlıca dünya metropollerinin de bu nedenle liman kenti vasfı taşıması gerektiğini vurguladı. Konferansın ardından “İstanbul’daki Kentsel Projelere Karşılaştırmalı Bakış” başlıklı oturuma geçildi. Nora Şeni moderatörlüğünde düzenlenen oturuma Güzin Kaya, Hüseyin Kaptan, Korhan Gümüş ve Murat Güvenç, konuşmacı olarak katıldı ve Antoine Grumbach’a sorular yöneltti. Nora Şeni tarafından yöneltilen “Paris örneği üzerinden kurumsallaşmış proje prosedürlerinden bahsettiniz, ülkenizdeki yönetişim modelini biraz daha açabilir misiniz?” sorusuna Grumbach, Fransa’da gerçekleştirilen büyük projelerin mutlaka kamunun tartışmasına sunulduğunu ve Kamusal Tartışmalar Komisyonu çatısı altında gerçekleşen bu tartışmalarda 200-300 temsilcinin bir araya geldiğini, bu toplantıların yaklaşık 1 yıl sürdüğünü, sonrasında da projenin ilgili komisyona havale edildiğini söyleyerek cevapladı. Güzin Kaya ise Grumbach’a “Fransa’da planlar 1995 yılına kadar devlet tarafından yapılıyor. Daha sonra yetki yerel idareye geçiyor. Plan yerine şema yaklaşımının benimsendiği 2008 tarihli “Büyük Paris” projesinde ise yetki tekrar devlete geçiyor. Sizce bu proje, sürdürülebilirliği üst planda ele alması bakımından plan mıdır, proje midir? Metropoliten ölçekte plan-proje ilişkisini, hiyerarşisini nasıl görüyorsunuz?” sorusunu yöneltti. Soru karşısında, bölge (territoire) kavramının günümüzde çok değiştiğini söyleyen Grumbach “İnternet kullanımıyla birlikte istediğiniz plana ve hava fotoğrafına anında, ücretsiz erişebiliyorsunuz. Bu da size farklı araçlarla çalışma şansı tanıyor. “Büyük Paris” yarışması için geliştirdiğimiz projede Paris için hayal ettiğimiz vizyonu ortaya koyduk. Bizim işimiz, mekanın hangi koşullar altında, nasıl düzenleneceğini tayin etmek. Plan ise dinamik bir olgu. Biz, probleme nasıl noktasal bir çözüm getirebileceğimize odaklandık” şeklinde cevap verdi. İstanbul’un nüfusunun 1950 yılında 1 milyon iken, bugün 14 milyona ulaşmış durumda olduğunu, İstanbul’un kentsel içe patlamaların çok yoğun olduğu; çok yavaş desantralize olan, tüketilmesi gereken mekanı tüketemeyen bir kent olması nedeniyle şu anda ellerindeki planların çalışmadığını ve metropolü etkin bir şekilde istemediklerini dile getiren Murat Güvenç, Grumbach’ın sunumunda gördükleri metropol ölçeğinden büyük bölgelerin tasarlandığı bir ölçeğe geçişi gördüklerini, bunun da yeni bir planlama etiği ve vizyonu getirdiğini söyledi. Bu çerçevede Grumbach’a “Yeni Paris şemasının 21. yüzyılın ilk 50 yılında gerçekleşeceğini öngörürsek, yeni aglomerasyonda ne gibi işlevler olacak?” sorusunu yöneltti. Grumbach soruyu, “Çeper (periferi) üzerine odaklanmalı ve bu alanlarda çalışmalıyız. Fransa’nın planlama alanındaki başlıca kurumlarından ANRU (Ulusal Kentsel Rehabilitasyon Ajansı), kentsel sistem içinde yer alan milyonlarca konutu yenileyerek yerinde dönüştürdü. Halihazırda sanayileşmiş olan kentsel çeperin bu bağlamda müthiş bir potansiyel sunduğunu düşünüyorum” diye yanıtladı. Konuya ilişkin olarak Grumbach sözlerini şöyle sürdürdü: “Fransa’da yatırımcı denildiğinde ya devletten ya da topluluklardan bahsedilir. Kamusal bir alan söz konusu olduğunda kamu otoritesi mutlaka işin içindedir. Bugün plancının görevi, kamusal mekana (bu bir ulaşım altyapısı da olabilir) şekil vermektir. Bir proje hayata geçirilirken öncelikle onun “kamusal yaşam” anlamında bir getirisi olup olmadığına bakılmalıdır. Dünyada iyi mimarlar olduğu gibi kötü mimarlar da var. İyi ki de öyle, çünkü kenti kent yapan da bu. Ben kentsel alanı “sonsuz bir bitmemişlik” olarak niteliyorum. Mimarlar konuya sadece tasarımcı olarak bakmamalı” diyerek sorulara cevap verdi. Mart-Nisan 2012 19 KISA... KISA... İSTANBUL’UN 3 BOYUTLU SİLÜETİ ÇIKARILIYOR İ stanbul’un son aylarda sıkça tartışılan silüeti, bundan sonra 3 boyutlu dijital haritalarla kayıt altına alınacak. Haritalar belediyecilik, imar, taşkın-sel önleme, yapılaşma ve su havzaları olmak üzere tüm planlamalarda kullanılabilecek. Şehrin üzerinde uçacak bir helikopter ya da uçak vasıtasıyla alınacak dijital görüntüler, 3 boyutlu hale getirilip muhafaza edilecek. Silüetin korunması ve kentteki yapıların mevcut büyüklüğünün tespiti amacıyla gerçekleştirilecek çalışma ile şehrin tüm bilgileri 3 boyutlu ortamda kayıt altına alınacak. Avrupa`nın birçok başkentinde uygulanan hava lazer tarama sistemi sayesinde, binaların yükseklikleri de belirlenerek mevcut silüet eğrisi belirlenecek YAZILIM PROJELERİ ÇÖPE GİDİYOR YÜZYILIN DENEYİ’NE KKTC DESTEĞİ C ERN’deki büyük hadron çarpıştırıcısından elde edilen sonuçların hesaplanmasında, Yakın Doğu Üniversitesi’nin süper bilgisayarı da kullanılıyor. Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) tarafından yürütülen ve ‘yüzyılın deneyi’ olarak nitelenen bilimsel çalışmaya, Lefkoşa’daki Yakın Doğu Üniversitesi süper bilgisayarı da katkı sağlıyor. YDÜ Rektör Yardımcısı Prof. Fahrettin Sadıkoğlu, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, deneyle ilgili CERN’de “Higgs Boson” adı verilen atomaltı parçacığının izinin bulunduğunu belirterek, Yakın Doğu Üniversitesi’nin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak bu araştırmada yer aldığını söyledi. 20 Mimar ve Mühendis SU FORUMLARI YAPILIYOR, DUYAN VAR MI? D ünya su krizi söylemi 1990’lardan bu yana gittikçe şiddetlenirken uluslar ötesi su şirketlerinin dünya su piyasası güçlendirme ve ona hakim olma çabaları da büyüyor. Su şirketleri ve bürokratlardan oluşan Dünya Su Konseyi (1996), su krizini gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek nüfus artışı, suyun maliyetinin çok altında fiyatlandırılması ve buna bağlı olarak artan israfı ve kamunun suyu yönetmedeki beceriksizliği ile açıklıyor. Konseyin bu ideolojik söylemi üç yılda bir gerçekleştirilen Dünya Su Forumu ile yayılıyor. Forumun sonuncusu 12-17 Mart 2012 tarihinde Fransa, Marsilya’da gerçekleşti. STK’ların artık hemen hemen hiç katılmadığı bu toplantılarda tartışmalar yine “suyun özelleştirilmesi süreci ne hızda gidiyor”, “bu sürecin önündeki engeller nelerdir” ve “bunlarla nasıl başa çıkılır” gibi temalar üzerinde yoğunlaştı. S on yapılan araştırmalara göre ülkemizde, bilişim alanındaki yazılım projelerinin yarısı çöpe gidiyor. Türkiye’deki yazılım projelerinin yarısı, yüzde 50’nin altında bir başarı oranına sahip iken, proje başarı oranları yüzde 70’in üzerinde olan şirketler olsa dahi Türkiye’deki çoğu şirketin yazılım projeleri üzerine yaptıkları masrafların yarısı çöpe gidiyor BUZUL ERİME RAPORU AÇIKLANDI N ASA’nın açıkladığı araştırmacı sonucuna göre, yedi yıl süren analizlerin neticesinde, buzulların erimesi nedeniyle okyanuslardaki su miktarının 4.3 trilyon ton arttığını ve küresel su seviyesinin yaklaşık 1,27 cm yükseldiği tespit edildi. Buzullar ve dağlardaki buz örtülerinde yaşanan erimeleri gün ve gün analiz eden çalışma, 2003 ile 2010 yılları arasında yapıldı. REKOR AYASOFYA’DA G eçtiğimiz yıl en çok ziyaret edilen müze Ayasofya olurken, elde edilen gelir de son 10 yılda 9.7 kat artarak 254 milyon liraya ulaştı. Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı müze ve ören yerlerini 2011’de ziyaret edenlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 10 artış göstererek yaklaşık 28.5 milyon oldu. Geçen yıl en çok ziyaret edilen müze Ayasofya olurken, ören yerleri arasında İzmir Efes birinci sırada yer aldı. AKADEMİSYENLERİN SULTANAHMET ÇAĞRISI B izans tarihi, sanat tarihi, arkeolojisi ve mimarisi uzmanları, Sultanahmet’teki otel inşaatı sonucu tarihi duvarların yok olmasını protesto etmek amacıyla 51 imzalı bir metin yayımladı. Otelin kurulduğu yerin çevresindeki temel kazısında karşılaşılan Bizans ya da Bizans öncesi döneme ait tarihi duvarların yerle bir edildiğini ifade eden öğretim üyeleri, yıkımın raporla tespit edildiğini de kaydettiler. BAŞBAKAN’DAN AÇILIŞTA TÜRKÇE VURGUSU T SİLÜET KONUŞULMAYA DEVAM EDİYOR rump Towers’ın açılışına katılan Başbakan Erdoğan konuşmasında ‘tower’ yerine ‘kule’ dedi. Mecidiyeköy’de Doğan Grubu ortaklığında 400 milyon dolar yatırımla hayata geçirdiği Trump Towers Projesi’nin AVM açılışını yapan Başbakan Tayyip Erdoğan, yerli yatırımcıların marka seçerken ‘Mall’ ‘Tower’ ‘Kid’ gibi İngilizce kelimeler seçmesine karşı çıkarak, “Bu kavramların Türkçe’de çok güzel karşılıkları var. Türkçe 100 milyonlarca insan tarafından konuşuluyor. Yerli yatırımlarda Türkçe hassasiyeti rica ediyorum” dedi. D ünya Bülteni Araştırma Masası (DUBAM) tarafından düzenlenen Yuvarlak Masa Toplantıları’nın şubat ayındaki ayağında İstanbul ve siluet tartışmaları masaya yatırıldı. Dünya Bülteni Merkezi’nde gerçekleştirilen toplantıda İstanbul’un tarihi kimliğinin değişmesiyle sonuçlanan yeni yapılaşma politikaları tartışılırken, İstanbul’un geçmiş ve geleceği de geniş perspektifle ele alındı.‘Silüet Gölgesinde İstanbul’un konuşulduğu toplantıda Silüet tartışmalarını sağlam bir zeminde yürütebilmek amacıyla yakın tarihimizde uygulanan kent politikaları masaya yatırıldı. Mart-Nisan 2012 21 SÖYLEŞİ TURAN KOÇYİĞİT SÜPER PRATİK YAŞAM ALANLARI Afet sonrası barınma başta olmak üzere kamp, şantiye ve benzeri durumlardaki konaklama ihtiyacının kolay ve hızlı bir şekilde giderilmesi amacıyla geliştirilen Süper Pratik Yaşam Üniteleri; Vekonada, Vekonoba, Vekonest, Vekonas, Vekonant ve Vekonar olmak üzere altı farklı üründen oluşuyor. Bu yeni konaklama sistemiyle alakalı olarak Vefa Group İcra Kurulu Başkanı Sayın Turan Koçyiğit’ten bilgi aldık. İlk olarak Vefa Group hakkında bilgi verebilir misiniz? 1990 yılında kurulan Vefa Group’un, hedefini “estetik, uzun ömürlü, kısa sürede kurulan prefabrike yapı prensibinin uygulayıcısı” olarak belirlemiştir. 22 yıl boyunca bu prensipten taviz vermeden çalıştık. Müşterilerinden gelen talepleri göz önüne alarak çağın gereklerine uygun yeni fonksiyonel ürünler geliştirmeyi bir sektörel sorumluluk olarak algıladık. Bu çalışma azmimiz yenilikçi anlayışımız ve üstlendiğimiz sorumluluklar bize Vekon, Steelife, Nestavilla, Prenta, Profacto ve Neopan olmak üzere altı farklı marka ile dünyanın dört bir yanına çözümlerimizi ulaştırma imkanı sundu. Bizi, içinde bulunduğu geniş coğrafyanın prefabrike yapılar alanında üretim üssü olan Türkiye’de sektörün öncüsü ve vizyoneri konumuna getirdi. 2011 yılında dünyanın 27 farklı ülkesinde, Türkiye’nin 67 farklı şehrinde proje yürüttük. 2012 yılının ilk 22 Mimar ve Mühendis üç ayında ise 13 farklı ülke ve 25 farklı şehre ürünlerimizi ulaştırmayı başardık. Süper pratik yaşam üniteleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Vekon’un 3 ana ürün grubundan birini Süper Pratik Yaşam Üniteleri adıyla Türkiye’de ve dünyada ilk defa geliştirilen ve üretilen 6 farklı ürünle güçlendiriyoruz. Vekon’un Süper Pratik Yaşam Üniteleri; katlanabilme özelliği, hızlı kurulumu, taşıma ve depolamada sunduğu maliyet avantajı sayesinde geçici konaklama ihtiyacına pratik ve güvenli çözümler getiriyor. İnsanları bu üniteleri neden alsınlar? Ne tür yenilik sunuyorsunuz? Süper Pratik Yaşam Üniteleri’nin en dikkat çekici özelliğinin katlanabilir olmaları. Özellikle geçici konaklama ihtiyacına bugüne kadar görülmemiş şekilde pratik ve güvenli bir çözüm getiriliyor. Türkiye’de ve dünyada ilk defa Vekon tarafından geliştirilen, birbirinden farklı boyutlara ve kullanım özelliklerine sahip üniteler, kamp, şantiye, ofis, lojman, sosyal tesis binaları ve hobi evleri gibi kullanım alanları sayesinde, başta afet sonrası konaklama olmak üzere tüm acil konaklama ihtiyaçlarını en hızlı ve en güvenli şekilde karşılıyor. Bu ünitelerden ve ünitelerin özelliklerinden bahseder misiniz? Süper Pratik Yaşam Üniteleri içinde yer alan Vekonada’nın mevcut çadırlara alternatif olarak geliştirilmiştir. Bu ürünün hem bireysel kullanımlar hem de toplu kullanımlar için uygundur. Katlanma özelliği ile depolama ve nakliyede maliyet avantajı sağlayan bu ürünün geliştirilen ayakları sayesinde her türlü zeminde kullanılabildiğini, hafifliği sayesinde de bir çadır gibi ulaşımı zor olan bölgelere “Süper Pratik Yaşam Üniteleri’nin en dikkat çekici özelliğinin katlanabilir olmaları. Özellikle geçici konaklama ihtiyacına bugüne kadar görülmemiş şekilde pratik ve güvenli bir çözüm getiriliyor.” “ÇALIŞMA AZMİMİZ YENİLİKÇİ ANLAYIŞIMIZ VE ÜSTLENDİĞİMİZ SORUMLULUKLAR BİZE VEKON, STEELİFE, NESTAVİLLA, PRENTA, PROFACTO VE NEOPAN OLMAK ÜZERE ALTI FARKLI MARKA İLE DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA ÇÖZÜMLERİMİZİ ULAŞTIRMA İMKANI SUNDU.” helikopterler vasıtasıyla taşınarak bırakılabilir. Katlanabilir çok amaçlı yaşam ünitesi olan Vekonoba ise özellikle afet sonrası acil konaklama ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde hazırlanan toplu yaşam alanlarındaki yaşam üniteleri olarak kullanıldığını vurgulamak gerekir. Vekonoba’nın büyük çadırlara alternatif olarak düşünülebilir. Her biri 30 metrekarelik kullanım alanına sahip olan üniteler kendinden tabanlı olduğu için zemin betonuna ihtiyaç duymaz. Katlanabilir çok amaçlı ve estetik bir yaşam ünitesi olan Vekonest ise estetikliği sayesinde özellikle bu ürünün hobi evi olarak tercih edilebilir. Kurulumu sadece iki kişiyle herhangibir ekipmana ihtiyaç duymaksızın yapılabilmektedir. Bir TIR’da aynı anda altı adet ıslak hacimli ünite taşınabilmektedir. Islak hacimli ünite kurulmuş, kullanıma hazır haline göre üç kat daha küçük bir paket haline gelirken, ıslak hacimsiz ünitede bu oran altı kata kadar çıkmaktadır. Islak hacimli bir çekirdeğe sahip olan katlanabilir yaşam konteyneri olan Vekonant, Van depreminden sonra kullanılan yaşam konteynerlerinin katlanabilir versiyonu olarak geliştirilmiştir. Böylece nakliye maliyetlerinde üç kat avantaj sağlanmıştır. Merdiven ve ara kat döşemeden oluşan yaklaşık yüzde 15’lik bir maliyet ile üst üste iki kat şeklinde de kullanılabilir. Bu sayede alt yapı maliyetlerinden yüzde 50 tasarruf sağlanır. Vekonar ise, döner modüllerden oluşan iç içe geçmeli iki katlı çok amaçlı ofis ve yaşam konteyneridir. Estetik görünümü ile şantiyelerde yönetici ofisi olarak kullanımının yanı sıra konut, satış ofisi, restoran gibi çok farklı amaçlara da hizmet edebilmektedir. Katlanabilir olması sayesinde açık haline göre 2,5 kat daha küçük bir paket halinde depolanabilir ve taşınabilmektedir.” Mart-Nisan 2012 23 HABER ANALİZ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONUSUNDA ÖN PLANA ÇIKANLAR ‘İş sağlığı ve güvenliği kavramı’ işçilerin çalıştıkları işyerlerinde (koğuşlar dahil) sağlıklı ve güvenli bir ortamda çalışmalarını sağlamak üzere çalışanların sağlığını ve güvenliğini, üretim güvenliğini ve işletme güvenliğini sağlamak için sistematik olarak alınması gerekli önlemlerin tümünü kapsar. İş sağlığı ve güvenliğinin aslı amacı iş kazası ve meslek hastalıklarını önlemektir. > YAZI: BURHAN ERDİM / İş Güvenliği Uzmanı İ Ş kazaları ve meslek hastalıklarının en aza indirgenebilmesi için faaliyetler, önleyici (proaktif) önlemlere yönelik olmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği top- lumların gelişmişlik düzeyi ve sosyo-ekono24 Mimar ve Mühendis mik düzeylerine paralel olarak etkinleşmekte ve önemi artmaktadır. Güvenli çalışma ortamı sadece makine ve ekipmana yatırım yapmakla değil aynı zamanda insan unsuruna da yatırım yapmakla sağlanabilir. Hızla sanayileşmekte olan ülkemizde işyerlerinde meydana gelen iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle kayıplar küçümsenmeyecek düzeydedir. Bu kayıplar, kaybedilen iş gücü, kaybolan iş günü, ödenen maddi ve manevi tazminatlar, tedavi giderleri, tıbbi ve mesleki rehabilitasyon giderleri, sermaye ve materyal kaybı olarak özetlenebilir. Güvenli davranmayı gerek işyerlerinde gerekse işyerleri dışındaki yaşantımızda bir yaşam biçimi olarak benimsemeli ve hayatın her alanında uygulamalıyız. İSG’nin işyerlerinde uygulanması ve yönetilmesi için, işletmede çalışan her kişinin İSG konusunda sorumlulukları olduğu bilincinin yerleştirilmesi gerekmektedir. Bu bilinç olmadığı sürece, İSG işletmede istihdam edilen İSG uzmanı veya mühendisinin sorumluluğunu aşamaz ve tek bir kişinin görevi gibi görülür. IAEA tarafından Çernobil için hazırlanan raporda kurumun güvenlik kültürünün zayıflığından söz edilmiş ve kazanın nedenlerinden biri olarak gösterilmiştir. Acil durumların meydana gelmesi durumunda hareket tarzı, acil durumda müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi iş sağlığı ve güvenliği açısından ayrıca önemli bir konudur. Son 1 ay içerisinde insanın aklının almadığı iki büyük iş kazası yaşadık. Bunlara sadece iş kazası demek yeterince tanımlamıyor. Geliyorum diyen ama önlenemeyen, kelimenin gerçek anlamında iş cinayetleri bunlar. 11 Mart 2012 günü saat 21.00 sularında Kayı İnşaat’ın (ana yüklenici) Kaldem Yapı İnşaat Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’ne (alt yüklenici) ait işçi barınaklarında çıkan yangında yukarıda yazılanlar uygulansa idi 11 kişi yanarak ölmeyecekti. Günümüzde 30 bin m2 ve üzeri inşaat projelerine bakıldığında, çadır ve konteynerlerden oluşan, neredeyse inşaat alanına yakın kamp alanlarının ayrıldığını görüyoruz (Marmara Park AVM projesinin büyüklüğü 300 bin m2). Bu kamp alanlarında ortalama 100-4 bin kişinin kaldığı pek çok proje var İstanbul’da (Marmara Park AVM projesinde yaklaşık 4 bin kişi çalışıyor). Bu sayılar köy nüfusunun üzerinde hatta bir belde nüfusu kadar olmasına rağmen yetersiz yönetim ve yetersiz denetim koşullarında kurulup kaldırılmaktadır. Çalışanların insan olduğu unutulmamalı ve insana yakışır sosyal alanlarda istihdam edilmesi gereklidir. Konforda en ince detayların projelendirildiği, milyon dolarlık konutları yapan inşaat işçileri, kış koşullarında çadırlarda konaklatılırken, daha insani koşullar içinde yaşamlarını sürdürmeleri, birçok proje içinde yer almaz. Bu tür projelerde, proje hedefi, iş bir an önce bitsin, para gelmeye başlasın olarak belirlenir. Belirlenen süreye uyulması için işin yürümesi dışında her şey (yemek, yatacak yer, tuvalet, banyo) özensiz yapılır. Olaya da bu şekilde baktığımızda; çadırın asli değil tali unsur olduğu, olayın ne meydana gelmesinde ne de büyümesinde doğrudan çadırın etkili olmadığı söylenebilecektir. İLGİLİ MEVZUAT İŞ KANUNU Madde 2: İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve meslekî eğitim ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçlar da işyerinden sayılır. İşyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütündür. Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt işveren ilişkisi denir. Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur. İSİG TÜZÜĞÜ Madde 8: İşyerlerindeki hava hacmi, makine, malzeme ve benzeri tesislerin kapladığı hacimler dahil olmak üzere, işçi başına en az 10 metreküp olacaktır. Madde 38: 100 kişiye kadar işçi çalıştıran işyerlerinde 30 erkek işçi için, bir kabin ve pisuar, her 25 kadın işçi için de en az bir kabin (hela) hesap edilecek, 100’den sonrası için her 50 kişiye 1 tane hesabı ile hela bulundurulacaktır. Kadın ve erkek işçilerin birlikte çalıştığı işyerlerinde; kadın ve erkek helâları, birbirinden ayrı olacak ve günde en az bir kere iyice yıkanacak, her kullanmadan sonra temiz bir halde bulundurulması sağlanacak, kokuları sıhhi usullere uygun bir şekilde giderilmiş olacaktır. Madde 48: Koğuşlarda tavan yüksekliği 280 santimetreden aşağı olmayacak ve adam başına düşen hava hacmi, en az 12 metreküp olarak hesap edilecek, her koğuşta yatırılacak işçi sayısı, buna göre tespit edilerek koğuşun hava hacmi ile yatabilecek en çok işçi sayısını gösteren ve işveren veya işveren vekilinin imzasını taşıyan bir cetvel koğuşlara asılacaktır. Koğuşlardaki yataklar, tabanla bağlantısı kesilecek surette karyola ve somyalar üzerine yayılacak, aralarında en az 80 santimetrelik bir açıklık bulunacak başuçlarına, özel eşyaların konması için, küçük etejer veya komodinler konacak, iki katlı karyola ranza kullanıldığı hallerde, katlar arasındaki yükseklikle karyola veya somyaların genişliği 80 santimetreden az olmayacaktır. Koğuşlarda, duvarlara çivi çakılması, elbise ve benzerinin asılması yasaktır. Koğuşlarda yatan işçi sayısı kadar, kilitli ve uygun elbise dolapları bulundurulacak ve bunların yüksekliği 170 santimetreden aşağı olmayacaktır. Koğuşların, soğuk mevsimlerde sağlığa uygun bir şekilde ısıtılması gerekir. Isıtmak için soba kullanıldığında, duman, gaz ve yangın tehlikesine karşı, gerekli tedbirler alınacaktır. Mangal kömürü veya kok kömürü ile mangal veya maltız gibi vasıtalarla veya üstü açık ateşle veya borusuz petrol sobası veya havagazı sobası ile ısıtmak yasaktır. Tutuşturucu olarak benzol veya petrol gibi parlayıcı maddeler kullanılamaz. Koğuşlarda, havagazı ile aydınlatma yasaktır. Koğuşlarda yemek pişirmek ve yemek yemek yasaktır. Koğuşlar her gün, toz kaldırmayacak Mart-Nisan 2012 25 HABER ANALİZ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ bir şekilde süpürülüp temizlenecek, gereken yerlerin tozları alınacaktır. En az 6 ayda bir veya gerektiğinde antiseptik solüsyonlarla genel temizlik ve ensektisit ve rodentisit uygulaması yapılacaktır. Madde 55: Yol, demiryolu, köprü inşaatı gibi açık havada ve meskun yerlerde uzakta yapılan işlerde çalışanlardan gecelerini işyerinde geçirmek zorunda bulunanların açıkta yatmamaları için, basit barakalar veya çadırlar sağlanır. Baraka ve çadırlar, mahfuz bir yere kurulacak, yerler düzeltilecek, drenaj için gerekli tedbirler alınacaktır. Baraka ve çadırlar, sağlık şartları ve dış etkilerden korunma bakımından yeterli nitelikte olacaktır. Baraka ve çadırların ısıtılması için, gerekli araçlar sağlanacaktır. Yangın ve zehirlenmelere karşı, gerekli tedbirler alınmak suretiyle sobadan yararlanılabilir. Baraka ve çadırlarda mangal, maltız ve benzeri açık ateşler yasaktır. Baraka ve çadırlarda, yere yatak sermek suretiyle yatmak yasaktır. İşveren, karyola, ranza ve benzerini sağlamak zorundadır. Baraka ve çadırlarda, işçilerin gerekli şekilde örtünmeleri için, yeteri kadar battaniye, işverence verilir. Yatak, battaniye ve benzerleri temiz bir halde bulundurulup, gerektiğinde dezenfeksiyonu yapılır. Madde 116: Yangın tehlikesine karşı etkili ve yeterli söndürme malzemesi ile bu malzemenin kullanılmasını öğrenmiş personel veya ekipler, çalışma süresince hazır bulundurulacaktır. Madde 128: Seyyar yangın söndürme cihazları, en az 6 ayda bir defa kontrol edilecek ve kontrol tarihleri, cihazlar üzerine yazılacaktır. Madde 131: İşyerlerinde 6 ayda bir alarm ve tahliye denemeleri yapılacak, bu denemeler, 26 Mimar ve Mühendis yetkili ve tecrübeli bir şef, işyeri bekçileri ve yeteri kadar yardımcılardan kurulu bir ekibin gözetimi altında yapılacak ve işyeri yangın planına uygun olarak tertiplenecektir. YAPI İŞLERİNDE SAĞLIK VE GÜVENLİK YÖNETMELİĞİ EK – IV 4. Yangın algılama ve yangınla mücadele 4.1. Yapı alanının özelliklerine, işçi barakalarının boyutlarına ve kullanım şekline, alandaki ekipmana, alanda bulunan maddelerin fiziksel ve kimyasal özelliklerine, bulunabilecek maksimum kişi sayısına bağlı olarak uygun nitelikte ve yeterli sayıda yangınla mücadele araç ve gereci, gerekli yerlerde yangın detektörleri ve alarm sistemleri bulundurulacaktır. 4.2. Yangınla mücadele araç ve gereçleri, yangın detektörleri ve alarm sistemlerinin düzenli olarak kontrol ve bakımı sağlanacaktır. Periyodik olarak uygun deneme ve testleri yapılacaktır. 4.3. Otomatik olmayan yangın söndürme ekipmanı kolayca erişilebilir yerlerde bulunacak ve kullanımı basit olacaktır. Ekipmanlar ilgili yönetmeliğe uygun şekilde işaretlenmiş olacaktır. İşaretler uygun yerlere konulacak ve kalıcı olacaktır. İşyeri Bina ve Eklentilerinde Alınacak Sağlık ve Güvenlik Önlemlerine İlişkin Yönetmelik EK-I 3. Elektrik Tesisatı Elektrik tesisatı yangın veya patlama tehlikesi yaratmayacak şekilde projelendirilip tesis edilecek ve çalışanlar doğrudan veya dolaylı temas sonucu kaza riskine karşı korunacaktır. 5. Yangınla mücadele 5.1. İşyerinin büyüklüğüne, yapılan işin özelliğine, kullanılan maddelerin fiziksel ve kimyasal özelliklerine ve çalışanların sayısına göre işyerinde etkili ve yeterli yangın söndürme ekipmanı ile gerektiğinde yangın detektörleri ve alarm sistemleri bulunacaktır. 5.2. Yangın söndürme ekipmanı kolay kullanılır olacak, görünür ve kolay erişilir yerlere konulacak, önlerinde engel bulunmayacaktır. Yangın söndürme ekipmanı ve bulunduğu yerler Güvenlik ve Sağlık İşaretleri Yönetmeliğine uygun şekilde işaretlenecek, işaretler uygun yerlere konulacak ve kalıcı olacaktır. SONUÇ İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili önlemlerin alınması konusunda mevzuatın yetersizliğini söylemek, mevzuatı suçlu görmek doğru bir yaklaşım değildir. Ancak mevzuatın da günün şartlarına ve ihtiyaçlara uygun şekilde revize edilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda kamp alanlarına iş öncesinde projelendirilme zorunluluğu getirilebilir. Bu konuda asıl problem mevzuat hükümlerinin işyerlerinde uygulanmaması ya da eksik uygulanmasıdır. Bunun temelinde de iş güvenliği bilincinin gerek işveren kesiminde gerekse çalışan kesimde yeterli düzeyde olmadığını söyleyebiliriz. Her iki kesiminde iş güvenliği bilincinin oluşturulması ve işyerlerinde iş güvenliği kültürünün oluşturulması ile iş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemek mümkün olacaktır. Bu tür iş kazaları yeni İSG yasasının çıkmasıyla da önlenemeyecektir. Eğer o mevzuatı uygulatacak örgütlü bir toplumsal güç yoksa buna ek olarak kamu da denetim görevini yerine getiremiyorsa, en mükemmel yasalar da sorunu çözmek için yetersiz kalacaktır. Mart-Nisan 2012 27 MİMARLIK İSKİLİPLİ MEHMET ÂTIF HOCA ANIT MEZAR ve KÜLLİYE PROJESİ İSKİLİPLİ MEHMET ÂTIF HOCA ANIT MEZAR ve KÜLLİYE PROJESİ Şapka inkılabından 18 ay önce yazdığı ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı kitabı gerekçe gösterilerek İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edilen İskilipli Atıf Hoca’nın memleketi Çorum’un İskilip ilçesinde yapılan anıt mezar bu alime bir iade-i itibar vazifesi görmektedir. > YAZI: MEHMET İŞCİ / Mimar MİMARİ YAKLAŞIM VE TEKNİK BİLGİLER KÜLLİYE GENEL TANITIMI İskilip merkezinde Gülbaba Mezarlığında 784,00 m2 arsa üzerinde yer alan külliyeye iki sütun arasındaki iki kanatlı ferforje bahçe kapısından girilmektedir. Külliyeye girişte Osmanlı-Selçuklu mimari geleneğine güncel yorumlar katılarak tasarlanan mütevazı taç kapı yer almaktadır. Geleneksel mimarimizde hakim olan simetri ve denge ana temasıyla tasarlanan külliyeye merkez aksından girilmekte, girişin tam karşısında anıt mezar yer almaktadır. Girişin her iki yanında aynı mimari formda, Çorum yöresinde hakim olan Selçuklu ve Osmanlı Mimarisinin izlerini hatırlatacak tarzda pencere, söve, silme ve motiflerle süslü, duvarındaki kitabesiyle ziyaretçi bayan mescidi ve vakıf idare binası yer almaktadır. Külliyenin yol cephesindeki bahçe duvarında, her iki yanda dörder adet olmak üzere toplam sekiz adet bahçe penceresi yer almakta ve bu pencerelerde Osmanlı Mimarisinde sıkça görülen söve ve ferforje korkulukların stilize biçimi yer almaktadır. Külliye bahçesindeki Peygamberimizin remzi 28 Mimar ve Mühendis olan güllerin hakim olduğu peyzaj bize aynı zamanda Atıf Hoca’nınannesinin Mekkeli oluşunu da hatırlatmaktadır. Bahçe içindeki yürüme yollarında serbest formlu kayrak taşlarının derzlerinden fışkıran çimlerle tamamen doğal bir doku elde edilerek mezar çevresinin tabiatla bütünleşmesi amaçlanırken, öte yandan anıt çevresinin temizlik ve bakımı kolaylaştırılmakta ve görsel kirliliğin de önüne geçilmektedir. Anıt mezar iç zemini kaplaması doğal taş, merhumun lahdi beyazyeşil renkli mermer ile kaplanacaktır. Bahçede en sağda yer alan bay mescidi, misafir kabul yeri binası ve en arkada şadır- van yerleştirilerek külliyenin simetrik yerleşim algısı korunmakta ve bahçe bütünlüğü sağlanmaktadır. Aynı zamanda bay mescidin yol cephesinde yörenin meşhur Hacı Ali kaynak suyunun akacağı bir sokak çeşmesi tasarlanmıştır. Şadırvan- WC binası girişleri revaklarla gizlenerek yan cephelerden verilmiş olup, bahçe yönünde yer alan üç revakın altında yer alan ahşap banklarla ziyaretçilere oturma ve dua mekanları oluşturulmuştur. Külliye bahçesinden açılan bir kapıdan geçilerek –Atıf Hoca’nın şehadet yaşına isabet eden-51 basamakla çıkılan merdivenle mezarlığa ismini veren “Gül BabaTürbesi”ne ulaşılmaktadır. Bahçe kenarlarında kökleriyle duvara zarar vermeyenmezarlık servi ağaçlarıyerleştirilerekmevcut taş duvar yüzeyindeki görsel kirlilik giderilmeye çalışılmıştır. Bahçe genelinde tabii çimlendirme yapılmış olup, on beş ayrı yerde yediveren güllerden oluşan düzenlemeler, iki adet yarım daire oturma bankı ile iki adet kemer oturma bankı ile ziyaretçilerin oturarak dua edip- Kur’an okuma yerleri oluşturulmuş, yarım daire oturma banklarının her iki yanına birer adet çınar ağacı dikilerek gölgelenmeleri sağlanmıştır. ANIT MEZAR : Anıt mezar, külliyenin merkezinde olup, 56,20 m2 alanı, 6,60 m kubbenin yerden yüksekliği ve 7,29 m alem yüksekliği ile en önemli, en büyük ve vurgulu yapısıdır. Yapının mimari formu tamamen özgün olup, külliyenin diğer yapılarından bu yönüyle ayrılmaktadır. Yatay ve düşeydeki şeffaflığıylakapalı bir mekan algısı oluşturmadan- iç-dış ortam farklılığını tevhid eden, “ötelerin ötesine açılan” derinliğiyle üç boyutlu mekan algısı oluştururken, dış ortama açıklığını koruyan, özgün formuyla yakın tarihimizde yaşanmış olan hazin hadiseleri stilize eden ve sembolik mesajlar taşıyan bir anıtsal yapı hedeflenmiştir. BAYAN MESCİT & İDARE/GÜVENLİK : Vakıf idareve bayan mescit binası; her biri 16,75 m2 alanıyla külliye girişinin iki yanında simetrik yerleşimi ve yerel geleneksel mimari tarzında kodlarını ele vermektedirler. İdare ve misafir kabul yapıları Çorum Bölgesinde mevcut Selçuklu-Osmanlı yapılarındaki pencere formları, söve ve silme gibi yapı elemanlarının yeni yorumlarıyla canlandırılmak- ta, geçmiş mimari tarz günümüze kısmen taşınarak tarihi arka planımızla bağlantı kurulmaktadır. girişlerin yan cephelerde gizlenmesiyle mahremiyet sağlanmakta, ortamın manevi havası muhafaza edilmektedir. BAY MESCİT-MİSAFİR KABUL YERİ VE ÇEŞME: Külliyenin simetrik tasarımının dışında kalan ve en sağda yer alan bay mescit-misafir kabul yerine ait bina 60,43 m2 alanı, Selçuklu-Osmanlı Mimarisindeki taş işçiliği ve sütun, kemer gibi yapı elemanlarıyla çevreye geleneksel bir tat katmakta, bahçenin ortamında geçmiş-gelecek geçişini vurgulamaktadır. Külliyeye gelen misafirlerin ağırlanacağı, çay kahve ikram edileceği misafir kabul yeri aynı zamanda VIP misafirlerin de karşılanacağı bir mekan olmaktadır. İSKİLİPLİ ATIF HOCA ANIT MEZAR PROJESİ FELSEFİ ARKA PLANI ŞADIRVAN-WC Külliyenin simetrik tasarımının dışında kalan ve mescit binasının arkasında yer alan şadırvan-wc binası, 36,00m2 alanı, SelçukluOsmanlı Mimarisindeki taş işçiliği ve sütun, kemer, revak gibi yapı elemanlarıyla çevreye geleneksel bir tat katmakta, bahçenin ortamında geçmiş-gelecek geçişini vurgulamaktadır.Ön cephede revakların yer alması, Mimaride Tevhid Temelli Tasarım Anıt Mezar; İslam Mimarisinin hikmet buudunun ifadesi olan “Mimaride Tevhid” temelli bir tasarım ana teması üzerine kurgulanmıştır. Bu yaklaşım; İslam medeniyet tasavvurunun ruhuyla, mimarimizin geleneksel kodlarını 21.yüzyıla taşıyan yorumunu mezceden felsefi temelini yansıtmaktadır. Yatay ve düşeydeki şeffaflığıyla-kapalı bir mekan algısı oluşturmadan iç-dış ortam farklılığını tevhid eden, “ötelerin ötesine açılan” derinliğiyle üç boyutlu mekan algısı oluştururken dış ortama açıklığını koruyan yaşanmış olan hazin tarihi hadiseleri stilize eden ve sembolik mesajlar taşıyan bir anıtsal yapı hedeflenmiştir. Anıt formu seçilirken bir yandan muarızlarıyla hesaplaşacak düzeyde izzetli duruşla diğer yandan da ait olduğu medeniyetin ruhuna uygun mütevazı oluşun paradoksal dengesi Mart-Nisan 2012 29 MİMARLIK İSKİLİPLİ MEHMET ÂTIF HOCA ANIT MEZAR ve KÜLLİYE PROJESİ Külliye bahçesinden açılan bir kapıdan geçilerek -Atıf Hoca’nın şehadet yaşına isabet eden51 basamakla çıkılan merdivenle mezarlığa ismini veren “Gül Baba Türbesi”ne ulaşılmaktadır. Anıt Mezar; İslam Mimarisinin hikmet buudunun ifadesi olan “Mimaride Tevhid” temelli bir tasarım ana teması üzerine kurgulanmıştır. Bu yaklaşım; İslam medeniyet tasavvurunun ruhuyla, mimarimizin geleneksel kodlarını 21.yüzyıla taşıyan yorumunu mezceden felsefi temelini yansıtmaktadır. öngörülmüştür. Geriden bakıldığında adeta bir miğferi andıran anıt mezar, sekizgen form üzerine yerleştirilen sekiz sütundan oluşuyor. Bu sekiz sütun; “sekiz cenneti”, içe doğru eğimli sütunlar sonsuza doğru yönelimi “sonsuzluk- şehitlik-ölümsüzlük ve rabbin katına ulaşmayı” stilize etmektedir. Anıt mezarın yalın olarak beyaz renkli taştan yapılması, Atıf Hoca’nın Anadolu insanının kalbinde aklanmış, efkâr-ı umumîye nezdinde suçsuz olduğuna delalet etmektedir. Stilize edilen Sarık ve Miğfer Formu Önemli bir vurgu unsuru olarak önerilmekte olan kubbeyi birleştiren kademeli geniş kasnak kiriş ise Atıf Hoca’nın Mahkemede bile çıkartmayı asla kabul etmediği ‘sarığı; “metal kubbe ise ‘miğfer’i temsil etmektedir. Kubbeyi taşıyan sütunlar; alışılmış formlar ve statik şartlar tepetaklak edilircesine küçük kesitten büyüğe doğru biçimlendirilerek o dönemdeki yaklaşımların adaleti ve ilmi haki30 Mimar ve Mühendis katleri akıl almaz ölçüde ters yüz ettiği vurgulanmaktadır. Kavisli formuyla tepe noktasında birleşerek kubbeyi oluşturan taşıyıcı ferforje çubukların kubbe zirvesinde birleşimi; döneminin karanlık infazlarındaki ‘çoklu darağacı’nı simgelemektedir. Kubbedeki kavisli ferforje demirlerin birleştiği metal daire ve dairenin üstünde zirvedeki hilal başlıklı pirinç alem İslâmın izzetini/en yüce oluşunu, yegane kurtuluşun hilalin gölgesinde/ İslâmda oluşunu ve cennete kavuşmayı tasvir etmektedir. Anıtın sekiz sütunu arasındaki çepeçevre kuşatan ferforje korkuluklar; yerleşik ideolojinin o dönemde ülkeyi yarı açık bir hapishaneye dönüştürdüğü, temel hak ve özgürlüklere vurmuş olduğu ve halen devam etmekte olan ‘pranga’yı ifade etmektedir. Tabii zeminden başlayan içe müteveccih eğimli sütunların kubbe kasnağı aracılığıyla kubbeye aktarılarak nihayetinde en tepedeki tek bir noktada /alemde birleştirilmesi; par- çaların anlamlı bir hiyerarşik bütünlükle bire ulaşması ‘mimarideki tevhidi anlayışı’ stilize etmektedir. Esaret, Zulüm ve İdam İzleriyle Dolu Demir Parmaklıklar Demir parmaklıklar üzerinde yer alan iç içe geçmiş iki daireden; zincirle asılı dıştaki daire darağacının idam halkasını, içteki daire ise idam edilen mazlumların başını stilize etmektedir. Anıt giriş kapısı olarak tasarlanan demir parmaklıklı bölümde ise; Atıf Hoca’nın idam gömleğiyle sonsuzluğa/cennete yürüyüşüne açılan kapı, darağacında asılı bekletildiği günleri ve şehadeti temsil edilmektedir. Anıt mezarın arkasında yer alan akarsu görünümlü şelale ile akıbetin hayırlısının inananların olacağı ilahi müjdesi, “mü’minlerin altlarından ırmaklar akan cennetlere konulacağı” vurgulanmaktadır. Mütevazı ve Şeffaf Anıt mezar, İslam öğretilerine uygun olarak, ferforje kubbesi ve sütun aralarındaki ferforje korkuluklarıyla kapalı bir mekan algısı oluşturmayacak biçimde bütünüyle dış ortama açık, doğallığı korunarak çevresinde dua edilen bir mekan şeklinde tasarlanmıştır. İçerde yeşil doğal taştan üstü açık bir lahid, mezar taşı ve doğal taş zemin kaplaması önerilmektedir. Anıt mezar peyzajında hakim unsur olan güllerin çokluğu, peygamberimizin remzinin gül oluşu ve Atıf Hoca’nın anne tarafından Mekkeli olduğunu hatırlatmaktadır. Anıt mezarın mütevazı yapısı, tezyinatı, dış ortama açık mekan önerisi İslam mimarisinin ruhunu yansıtmaktadır. Anıtın beyaz renkli taşla kaplanmış tümüyle şeffaf tasarımı İslâm’ın ileri görüşlülüğünü ve ufkundaki derinliği temsil etmektedir. Külliye bahçesinden açılan bir kapıdan geçilerek -Atıf Hoca’nın şehadet yaşına isabet eden- 51 basamakla çıkılan merdivenle mezarlığa ismini veren “Gül Baba Türbesi”ne ulaşılmaktadır. Proje müellifinin uygulama sürecinde 51 yaşında olması da ilginç bir tevafuku hatıra getirmektedir. Anıtın çevresinin zemini doğal formlu ve serbest büyüklükte, geniş derzli ve akar kenarlı doğal taş seçilmiş olup, bu kaplamanın oturduğu kısma rastlayan bölümlerde alt zemin toprak olarak bırakılmıştır. Toprak zemin altlığı; bir yandan döşeme taşlarınınserbest derz aralarından çimlerin çıkarak mezar çevresinin tabiatla bütünleşmesi amaçlanırken, öte yandan anıt çevresinin temizlik ve bakımı kolaylaştırılmakta ve görsel kirliliğin de önüne geçilmektedir. Mart-Nisan 2012 31 MAKALE PROF. DR. BURHANETTİN CAN 32 Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 33 DOSYA: ŞEHİRLEŞME GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN BAŞKA BİR ŞEHİRLEŞME MÜMKÜN MÜ? Şehirler; geçim kaynaklarının tarım ve hayvancılık dışı işlerden oluştuğu, toplumsal ilişkiler, kültürel alanlar, nüfus yoğunluğu ve yaşam olanakları gibi birçok yönden kırsal alanlardan farklı olan mekânlar olarak tanımlanabilirler. Şehirleşme ise kent sayısının ve nüfusunun artması olarak ifade edilebilecek bir olgudur, aynı zamanda toplumun ekonomik ve doğal yapısındaki değişimler de şehirleşmeyi etkileyen faktörler arasındadır. Şehirleşme 1800’lerin sonlarına doğru, sanayi devrimi sonrası İngiltere’de örneğini gördüğümüz, kırsaldan şehirlere doğru göç dalgasıyla hayatımıza giren önemli bir kavram ve sorundur. Giderek artan bir şekilde büyüyen ve kalabalıklaşan, şehirler değişir ve dönüşür. Bu değişim ve dönüşüm içerisinde daha mı iyi hale geliyor yoksa farkına bile varılmadan birer çirkin yığıntılar mı oluyor. Daha da önemlisi şehirle bağlantımız ne halde, biz mi onları oluşturuyoruz yoksa onlar mı bizi? 34 Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 35 DOSYA: ŞEHİRLEŞME GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ HEM UYGUN HEM ÖZGÜN ŞEHİRLEŞME SON GÜNLERIN EN MODA KAVRAMI “KENTSEL DÖNÜŞÜM” OLSA GEREK. BIR TARAFTAN ŞEHIRLERIMIZIN IÇINDE BULUNDUĞU BAŞTA ULAŞIM, ÇARPIK YAPILAŞMA VE YAPI STOKUMUZUN KALITESI GIBI PROBLEMLER ILE ŞEHIRLERIMIZI TEHDIT EDEN DEPREM, SEL V.S GIBI OLASI AFETLER KARŞISINDAKI RISKLERI VE BUNLARLA ILGILI OLARAK BIR ŞEYLER YAPILMASI MECBURIYETI, ÖTE TARAFTAN, “KENTSEL DÖNÜŞÜM” ADI ALTINDA, ŞEHRIN YERLEŞIK SAKINLERININ ŞEHIR DIŞINA ÇIKARILIP, ŞEHRIN IÇININ SEÇKINLEŞTIRILEREK RANT DEVŞIRILECEĞI ENDIŞESI. B ir taraftan doğru uygulanması halinde, ülkemiz ve şehirlerimizin yenilenmesi açısından çok önemli bir fırsat olan “Kentsel Dönüşüm” hamlesi, öte taraftan sadece, şehir arazisinden nasıl daha fazla rant elde edilebilir düşüncesiyle konuya yaklaşıldığında mahalleyi ortadan kaldırıp kendi içinde bir dünya kuran, çevresinden izole adeta gettolaşan, isimlerinde Türkçenin kaybolduğu, çok katlı siteler, orta ve küçük ölçekli esnafı ortadan kaldıran dev market ve alışveriş merkezleri, formaliteden oluşturulmuş yeşil alanlar, çocuk, yaşlı ve engellilerin şehir içindeki varlıklarını önemsemeyen, doğayla ve coğrafyayla mücadele eden bir yapılaşma gerçeği. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulmasıyla başlayan ve 23 Ekim 2011’de meydana gelen Van Depremi ile hızlanan Kentsel Dönüşüm hamlesi ve bu hamlenin anayasası olacak “Afet Riski Altındaki Alanları Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun” kamuoyunda ümit ile birlikte endişe de meydana getirmiştir. Ümit edilen sonuçlara ulaşılması ve duyulan endişelerin giderilmesi için bu konu aceleye getirilmeden, tüm boyutlarıyla, enine boyuna müzakere edilerek değerlendirilmelidir. Bu yasa hakkında duyulan en büyük endişe, konu ile ilgili hemen hemen tüm yetkilerin Bakanlık bünyesine toplanmasıyla yerel yönetimlerin ve meslek örgütlerinin yetkisiz ve etkisizleştirilerek, uygulamaların planlama, kontrol ve denetiminde yerel yönetim ve halkın söz sahibi olamayacağıdır. Bir başka endişe de yasa içeriğinin 36 Mimar ve Mühendis tamamen yıkıma yönelik olması, ancak dönüşüm sonrası kurgulanan şehirleşmeye yönelik yoğunluk, yerleşim, çevresel, sosyal ve kültürel donatı alanları ile ilgili herhangi bir kriter belirtilmemiş olmasıdır. Bu konudaki endişelerin esas nedeni, şimdiye kadar ki dönüşüm uygulamalarını gerçekleştiren ve kanun kapsamında da bundan sonraki dönüşüm uygulamalarının lokomotifi olacak olan TOKİ’nin şehircilik açısından eleştirilen uygulamalarıdır. Bu konudaki endişeleri gidermek için, dönüşüm uygulamalarının yönetim ve kurgulaması, rahmetli Turgut Cansever gibi kamuoyu tarafından kabul görecek tarafsız ve profesyonel bir ismin başkanlığında oluşturulacak bir kurul tarafından yapılabilir. Ayrıca, genel olarak şehirleşme eğilimimizi de sağlıklı bir şekilde değerlendirmeliyiz. Son nüfus sayımı verilerine göre bugün ülke nüfusunun %75’i şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusumuzun %30’u topraklarımızın %8,5’ini oluşturan Marmara bölgesinde, %18’i sadece İstanbul’da yaşamaktadır. Avrupa’ya kıyasla ülkemizin nüfus yoğunluğu genelde daha az olmakla birlikte, bölgeler arası gelişme farklılığı nedeniyle yoğunluk belli merkezlerde toplanmıştır. Bu merkezlerde oluşan arsa rantları ayrı bir çekim gücü oluşturarak bu dengesiz dağılıma katkı sağlamaktadır. Şehirleşme eğilimlerimizi değerlendirirken şehrin “çekim”, kırsalın “itim” gücünü küresel kapitalizmi de göz ardı etmeden değerlendirmeliyiz. Oluşan mega kentler beraberinde mega sorunları, mega sorunlarda çözüm için mega projeleri getirmektedir. Mega projeler de küresel sermayenin finansmanıyla gerçekleşebilmektedir. Dola- Şehirler, bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni bir idrak ile inşa ve ihya ederken, şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalı, bugün yaptığımız şehirlerle yarınlarımızı belirlediğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. yısıyla ülkenin, maddi “üretim” ve manevi “huzur” gibi kaynakları şehirlerde yaşayacağımız sevdasıyla küresel finans çevrelerine lehine kullanılmaktadır. Ayrıca, şehirler tüketimi de körüklemekte ve insanlara gerçekten ihtiyacı olanından fazlasını ihtiyacıymış gibi sunmaktadır. Sonrasında da insanlar, bu sanal ihtiyaçlara ulaşmak için nefes almaksızın çalışmaya ve tüketmeye kanalize edilerek, gelecekleri de kredi borçlarıyla ipotek altına alınmaktadır. Bizi bu yoğunlukta şehirleşmeye iten ve kırsaldan koparan nedenleri de sorgulayarak, ülke kaynaklarını tüm coğrafyaya dengeli bir şekilde dağıtmanın yollarının geliştirmeliyiz. İstanbul’da yapılan yanlışlıkların birkaç sene sonra Anadolu şehirlerinde yapıldığını ve şehirlerimizin kendi özgün kimliklerinden uzaklaşarak gitgide birbirlerine benzediklerini görüyoruz. Burada temel sorun medeniyet-şehir ilişkisinin sağlıklı kurulamamasından kaynaklanmaktadır. Tarihimizde nasıl şehirler oluşturduğumuza bakıp oradan bugünler için dersler çıkarmamız gerekmektedir. Bugünkü şehirlerimiz maalesef şehir kültürü oluşturma kaygısından uzak, sadece şehir rantı üzerinden sermaye oluşturmaya odaklanmış bir yapılanma göstermektedir. Şehirler, bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni bir idrak ile inşa ve ihya ederken, şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalı, bugün yaptığımız şehirlerle yarınlarımızı belirlediğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Bugün yaşamakta olduğumuz ve önüne geçilmezse gelecekte daha da büyüyecek olan toplumsal birçok problemimizin çözümünde kendi kültürel kodlarımıza uygun, sağlıklı şehirleşme çok önemli bir rol oynayacaktır. Oysa bugün şehirlerde yaşanan hızlı değişimler toplumsal hafızamızı tahrip etmekte ve aidiyet duygusu yerini yabancılaşmaya bırakmaktadır. Son dönemlerdeki uygulamalarda yüksek katlı yapılaşmaya olanak sağlanmasıyla, insan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklardan oluşan şehir siluetleri ortaya çıkmış, kat sayısı ve bina yüksekliği arttıkça, kalitenin ve modernliğin arttığı gibi yanlış bir algıya düşülmüştür. Hatta olay öyle boyutlara ulaşmıştır ki, İstanbul’un yüzlerce yılda oluşan tarihi siluetine, gökdelenler hançer gibi saplanmış, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi değerlerimizi gölgesine hapsetmiştir. Bu bağlamda şehirleşme konusu çok kapsamlı bir şekilde ele alınarak bütüncül bir şehircilik anlayışı ortaya konulmalı ve konu ile ilgili olarak şehir plancılarından mimarlara, çevre mühendislerinden sosyologlara, ilahiyatçılardan psikologlara kadar bütün disiplinlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve meslek odalarının ortaklaşa çalışmaları sağlanmalıdır. Şehirlerimizin siyasi ve ekonomik rant odaklı olarak planlamaktan çıkarılıp, insan ve çevre odaklı planlanması, iktisadi ve maddi boyutlardan ziyade, inanç, ahlak ve kültürel boyutları ön planda tutan yaklaşımların hayata geçirilmesi, kentsel dönüşümden oluşacak rantın kamuya aktarılması için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Mart-Nisan 2012 37 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. KORKUT TUNA: “KENTSEL DÖNÜŞÜM SADECE YIKMAK DEĞİL AYNI ZAMANDA MUHAFAZA ETMEKTİR” MİMAR VE MÜHENDİS DERGİSİ OLARAK ‘TOPLUMA AÇIKLAMA GİRİŞİMİ OLARAK ŞEHİR TEORİLERİ’ KİTABININ YAZARI PROFESÖR KORKUT TUNA İLE ŞEHİRLERİMİZ VE SOSYOLOJİSİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ GERÇEKLEŞTİRDİK. > İlk olarak şehirleşme üzerine sizi yazmaya iten sebeplerden bahsedebilir miyiz? Bu konuya merakınız nasıl başladı, kısaca değinir misiniz? Siyasi gelişmeler çerçevesinde ve neticesinde şehirciliğe olan ilgim başladı diyebilirim. Şehir konusu gazetelerde çıkan bir haber üzerine gündemime oturdu. Burada Ahmet Yücekök’ün şehirlerin sahip oldukları oy oranları ile Türkiye’deki siyaseti tayin edeceği şeklindeki beyanatı dikkatimi çekmişti. Tabii tek neden bu değil, şehir kavramı sadece bu gün değil geçmişte de önemli konuları açıklama imkânı veriyor, Ben de bu konu üzerine önemli bir zaman ayırdım.1982’den sonra YÖK değişti ve şehir sosyolojisi de müfredata girince bu konuda ders vermeye başladım. Fransa’da da şehir sosyolojisi dahil konu ile ilgili incelemeleri görme imkânım oldu. Yaptığım çalışmada bu perspektiften yola çıkılmıştır. Burada belirtmemiz gereken yan, şehirlerin de insanlık tarihiyle beraber gitmesidir. Tabii günümüzde de kentsel yaşantı önemli bir yer etmektedir. Yakın zamanlarda kırlardan şehirlere doğru büyük bir göçün yaşandığını biliyoruz. Tüm bu saydıklarım da şehirler bağlamında toplumların incelenmesi açısın38 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: FATİH GÖKSU İlk şehirler ilk önce Mezopotamya’da sonra Mısır’da daha sonra Hint topraklarında ve Çin’de ortaya çıkan doğu şehirleridir. Bu şehirler doğudaki tarım üretiminin karşılaştığı sorunlara çözüm bulunan yerlerdir. Bu çözümler bir artı ürün yaratılması şeklinde olmuştur. dan önemli bir yer teşkil etmektedir. Bütün bunlar sosyolojinin de ilgi alanına girmektedir. Mesela yeryüzündeki önemli değişmelerin altında tabii ki bu göç hareketleri var. Feodal toplum biçiminde şehri görmek Bize ilk şehirlerin kurulmasından bahseder misiniz? İlk şehirler ilk önce Mezopotamya’da sonra Mısır’da daha sonra Hint topraklarında ve Çin’de ortaya çıkan Doğu şehirleridir. Bu şehirler Doğudaki tarım üretiminin karşılaştığı sorunlara çözüm bulunan yerlerdir. Bu çözümler bir artı ürün yaratılması şeklinde olmuştur. Bu tür şehir örnekleri Batı’da görülmez. Antik Yunan sitesinin yüzde 75’i köledir. Yunanlılar ancak Doğu’ya gidip ticaret yoluyla ya da soygun yoluyla artı ürüne el koymuşlardır. Batı’nın varlığı bir zaman sonra Doğu’yu istila etmesine ve artı ürüne el koymasına bağlı olarak devam etmiştir. Batı toplumları gibi Barı şehri de kendisine yeterli olamamıştır. Peki, şehir kültüründen bahsederken bu anlattıklarınız şehrin kültürüne girer mi? Şehir her şeyden önce bir iktisadî, hukukî, kültürel ve siyasî yapıdır ve muhakkak ki kendi yaşantı tarzının ve üretiminin getirdiği bir hayat tarzı vardır ama sadece bunlardan şehir kültürü diye bahsetmek olmaz. mümkün değil. Bir kasaba örgütlenmesinin ötesine gidemeyen bir yapı mevcut bulunuyordu o zamanlar. Tabii her şehrin bulunduğu konum itibariyle belli başlı farkları mevcuttur. DÜNYADA SÜRDÜRÜLEN İLİŞKİLERİNİN ŞEHİRLER ARACILIĞIYLA OLDUĞUNU, AYNI ŞEKİLDE TÜRKİYE’DE DE İSTANBUL ÖRNEĞİNİ GÖZ ÖNÜNE ALACAK OLURSAK, BÖYLE BİR AKTÖRLÜĞÜN OLDUĞUNU, HER AÇIDAN ŞEHRİN TAYİN EDİCİ BİR ROLÜ OLDUĞUNU ANLAMAMIZA YARDIMCI OLUYOR. Doğu’nun farklı Batı’nın farklı teorileri var. Günümüz İslam coğrafyasını da düşünürsek bu farklılık nerede açığa çıkıyor? Tarihteki gelişme süreci içinde uzun dönem Doğu şehirlerinin ve uygarlıklarının bir üstünlüğü bulunmakta ve bu üstünlük belli siyasî yapılarla kendini göstermektedir. Doğu efsanevi şehirlere sahip ama Yunan şehirleri de bir Batı şehri olarak, dönemleri açısından bir başarı ortaya koymuştur ve doğunun artı ürününden pay alabilmiştir. Bu bakımdan onlar da Doğu şehirlerinden 1000 yıl sonra şehirlere sahip olmuşlardır. Daha sonraki dönemlerde benim kitabımda da bahsettiğim gibi Batılı düşünürler ‘Şehir Teorileri’nde ilk şehirlerinin nasıl ortaya çıktığını araştırmaya başlamışlardır. İlk teorilerin o dönemlerle ilgili açıklamalarında sınırlı kalması, Batı dünyasının o koşullar içinde henüz uzaklara ulaşamaması neticesinde bir eksiklik meydana gelmiştir. Ben de çalışmamda kapsamlı bir açıklama geti- remediklerini varsayarak daha çok tarihî bir zeminden hareket etmeyi düşündüm ve tabii günümüze gelirken şehri güncel bilgilerden de yararlanarak açıklama amacı taşıdım. Kitabın ikinci kısmında zaten bu tarihî süreç ve bu tarihî sürecin sistemleştirmesi gündeme gelmektedir. Arnold Toynbee, geleneksel şehirlerden geleceğin şehirlerine bir köprü kuruyor. Toynbee burada büyük şehirlerden ve bu büyük şehirleri yönetmesi gereken dünya hükümetlerinden bahsediyor. Bu öngörü şu ana kadar nasıl gerçekleşti? Bu düşünce açısından bakarsak şehirlerimizde tektipleşme, benzeşme mi oldu? Toynbee ‘geleceğin dünya kenti’nden (œcumenopolis) söz ediliyor. Tabii burada fizikî/mekânsal manada dünyanın her yanını kaplayacak bir şehirden çok bugün kısmen yaşadığımız egemenlik ilişkisine dayanan şehirlerden bahsediliyor. Belki kitabın yazıldığı yıllarda, günümüzde küreselleşme olarak değerlendirdiğimiz olguları kestirmiş olabilir. Egemen toplumlarla diğer toplumların ilişkisini kentsel ilişkiler çerçevesinde ortaya koymuş olduğu açık. Burada değinilmesi gereken bir başka yan ise bütün ilişkilerin ve gelişmelerin şehirler üzerinden düşünülüyor olması. Dünyada sürdürülen ilişkilerinin şehirleraracılığıyla olduğunu, aynı şekilde Türkiye’de de İstanbul örneğini göz önüne alacak olursak, böyle bir aktörlüğün olduğunu, her açıdan şehrin tayin edici bir rolü olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Fatih Sultan Mehmet’in “Dünya Devleti” düşüncesiyle de örtüşen bir proje yani? Tabii İstanbul üç kıtayı denetim altına alan bir şehir. İmparatorluğun son yıllarında eski gücü kalmasa bile bu konumundan dolayı ihtişamını korumuştur. Dolayısıyla ayağını İstanbul üzerine koyacağınız bir pergeli ne kadar açarsanız açın hükmedebildiğiniz yerleri görürsünüz. Tabii İstanbul’un günümüzde bu konumunu örneğin THY seferle- Mart-Nisan 2012 39 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TOKİ’Yİ ELE ALIRSAK, KONUT SIKINTISI YAŞAYAN İNSANLAR İÇİN TOKİ’NİN YAPTIĞI BÜYÜK BİR HİZMET AMA TOKİ’DE EKSİK OLAN ŞU: TOKİ SADECE APARTMANLARDAN OLUŞAN ŞEHİRLER YAPIYOR AMA BİR ŞEHRİN SADECE BİNALARDAN OLMADIĞINI GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURMUYOR. rinin dağılımında da görebiliriz. İstanbul bu açıdan her yere gayet yakın ve ulaşılabilir bir konuma sahip. Her şeyden önce iki kıtaya yaslanmış bir şehir olması, aynı zamanda Afrika’ya da yakın olması tabi Hint Okyanusuna da açılması tarihteki ve günümüzdeki önemini ortaya koyuyor. Böyle bir yerde oturunca taşrada kalmış hissi olmuyor. Nasıl olursa olsun dünyanın merkezinde otuyor gibi oluyoruz. Kitabınızda bahsettiğiniz bir başka konu da şehirlerin sorunları. İstanbul üzerinden gidersek bu sorunları biraz da insan temelli olarak anlatabilir misiniz? Tabii muhakkak şehirler değişecek. Bizans’ın İstanbul’undan Fatih’in İstanbul’una bir değişme var. Günümüzde de İstanbul’un üstüne yeni bir kentsel doku örtüsü geçiyor. Bu dönüşüm Osmanlı’yı ve İstanbul’u ortaya çıkaran güzel eserleri ortadan kaldırdı veya 40 Mimar ve Mühendis gözden sakladı. Bu yeni örtü ahşap binaları ve onların göze hoş gelen yanlarını yok etti. Ama şunu da unutmamak lazım, bir zamanların İstanbul’unu oluşturan o yapıları da, günümüzde çok hurda bir biçimde görüyoruz. İhmal edilmiş, tamir edilmemiş bir sürü yapı var. Bir şekilde devre dışı bırakılmış. Şimdi, eski mutlaka bir tarafta muhafaza edilmeli ama bu tarz mimarinin yerine oluşturulan apartman tarzı yapılarla şehri hoş göstermeyen bir siluet oluşturuldu. Ortaya konan mimaride yaz gelince hamam gibi sıcak kış gelince buz gibi soğuk olan yapılar hâkim. Şimdi bu çerçeve içinde günümüze geldiğimiz zaman, İstanbul’un siluetinin bir taraftan gecekondularla değiştiğini görüyoruz, bir taraftan mevcut şehir apartmanlarıyla değiştiğini görüyoruz. Mesela Turgut Cansever; yapıların, eski tarzı sürdüren mahalle mimarisine bağlı olarak inşasında kimse kimsenin önüne çıkmadığını, ışığını kesmediğinden bahseder. Tabii apartmanlaşma hem yaşam tarzını değiştirdi hem de ahşap tarzı yapılaşmanın sağladığı kalabalık bir ailenin barınabileceği çok işlevselli ev modelini bozdu. Bu eski yapılarda mesela giriş çıkış 2-3 yerden yapılabiliyordu. Bunlar ortadan kalktı ve tek düzelik geldi. Tabii planlama çalışmaları ile İstanbul yıkıldı. Eski İstanbul insanın yürüyerek ulaşabildiği bir şehirdi ama büyüyen İstanbul’un otomobillerine yer açma fikirleri doğdu. Sonuçta fikirlerine başvurulan yabancı mimarlar yıkılacak yerleri gösterdiler ve yıktırdılar. Eskiden çok fazla yüksek bina yoktu. Göç, kat mülkiyeti kanunu ve benzeri uygulamalarla binalar çoğaldı ve yükseldi. Sonra zamanla, günümüze geldikçe şehrin yapısına ters düşecek binalar daha da çoğaldı. Çoğu gökdelen. Ortaya çıkan gelişmeler halkın konut ihtiyacını karşılamaktan çok bir yarışma gibi adeta, bu da İstanbul’un çehresini değiştiriyor. Şehrin topografyası, çukurları, yükseltileri göz önüne alınmadan inşaatlar yapıldığı ve yaygınlaştığı açık. Bu yaygınlaşma İstanbul’un kapladığı alanın coğrafî özelliklerini göz önünde bulundurmuyor. Eski dere yatakları su baskınlarına yol açıyor. Bütün bunlar İstanbul’un coğrafyasına ve eski şehir müktesebatına uymayan yapıların ortaya çıkmasına bağlı olarak gelişiyor. Her bir yapı tek başına güzel görünse dahi bir bütün içinde estetik yok. Kendiliğinden oluşan denetimsiz ve çürük yapılar için ‘Kentsel Dönüşüm’ faaliyetlerinden söz ediliyor şimdi. Şehre yeniden bir çeki düzen vermeyi amaçlıyor olsa gerek. Size göre şehirlerimiz git gide büyüyüp gelişirken insanın, toplumun yapısı ön plana çıkıyor mu? İnsan şehirleşme konusunda ön plana alınıyor mu? İnsan merkezli olabilir ama yapıların tek başına bir anlamı yok. Bütünlük yok. Burada TOKİ’yi ele alırsak konut sıkıntısı yaşayan insanlar için TOKİ’nin yaptığı büyük bir hizmet ama TOKİ’de eksik olan şu: TOKİ sadece apartmanlardan oluşan şehirler yapıyor ama bir şehrin sadece binalardan olmadığını göz önünde bulundurmuyor. Neredeyse bazı yerleşim yerlerinde şehre ait hiçbir özellik yok. Oralarda oturacak insanların en ufak ihtiyaçları için şehre inmeleri gerekecek. Bir küçük kasabada her şey var, düğmeciden tut, kasabına kadar. Alışveriş merkezi önemli değil çünkü kaybolan bir sosyallik söz konusu oluyor burada. Ayrıca başka bir konuda Anadolu’dan oraya giden insanlarında çektikleri zorluklar. Yaşam tarzına alışmak kolay değil. Bahçesi, toprakla meşgul olacağı alanlar yok. Buralarda her şeye para verecek insanlar. Bir sürü yol parası ve aidat verecekler. Bir bakkal bulamazsınız, bakkallar daha bireysel ilişkilerin olabildiği yerler değil mi? Nesnelleşme ve organik bağların mekanikleşmesi söz konusu. Peki tüm bu değişimlerin olduğu bu süreç doğal bir süreç mi? Tabii ki bu normal bir süreç bunu önlemek mümkün ama ortaya çıkan şeyler tartışma konusu. TOKİ’nin sadece konut yapan bir yer gibi hareket etmemesi lazım, insanın sosyal ihtiyaçlarını düşünen yapılar yapması lazım, yoksa gayet güzel, emniyetli, ısı kaybı olmayan yerler yapıyorlar. Ama mesela birçok yerde de mevcut tarihî dokuyu hoyratça ihmal eden çalışmalar yapıyorlar. Mesela Bursa Ulu Cami’nin yanına 30 katlı blok dikilmesi inanılır gibi değil. Belli bir tarza sahip değiliz değil mi? Maalesef değiliz. Bakınca tek tek güzel evler, yapılar var ama bir araya gelince bir güzellik oluşturmuyor. Coğrafyayı kullanmayı bilmiyoruz. Kot farklarına, seviye farklarına dikkat etmiyoruz. Ben yaptım oldu şeklinde bir anlayış hâkim. Bu yüzden mimari de gelişmiyor. Bir dönem sonra şehirlerimiz şehir olmaktan çıkınca ne yapabilirsin? Önceden bizim stilimiz vardı, o camiler, kubbeleri, minareleri ve bunları süsleyen sanatlar olsun, coğrafyayı çok güzel kullanmışız daha önce ama sonradan bir kopukluk olmuş. PROF. DR. KORKUT TUNA 1944 yılında Balıkesir’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1977 yılında Sosyoloji Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. “Yurt Dışında Çalışma Olayının Sosyolojik Eleştirisi” başlıklı doktora tezinin ardından, 1982’de yardımcı doçent, 1985’te doçent, 1992’de de profesör unvanlarını aldı. Dekanlık görevinden önce Sosyoloji Bölüm Başkanlığı, Anabilim Dalı Başkanlığı, Sosyoloji Araştırma Merkezi Müdürlüğü gibi idari görevlerde bulundu. Prof. Dr. Tuna’nın “Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi”, “Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme”, “Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine” ve “Yeniden Sosyoloji” isimli yayımlanmış kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor. Peki, çözüm olarak neler yapabiliriz? Burada tek başına şu yapılmalı demek çok güç ama en azından bir mimarimiz oluşmalı. Mesela bütün liseler hep aynıdır, 3-5 katlı uzunca yapılar. Bazen güzellik olsun diye yapılan ilaveler bile çok acemice olmuş. Bunlar biraz hevesle ve görenekle ilgili şeyler. Eski düşünceyi eski mimariyi bilmezsen nasıl uygulayabilir, nasıl öğretebilirsin ki? Türkiye’de yaşanan bir dönüşümle birlikte bazı şeylerin yok olduğu açıktır. İşimiz çok zor bu bakımdan. Aklımız çok karışık aynı şehirlerimiz gibi. Kafanızda oluşmuş ideal bir şehir örneği var mı ya da ideal şehir örneğini daha önce yakalamış bir toplumdan bahsedebilir miyiz? İstanbul yine de ideal şehir benim için. Ama romanlara yansıyan sokaklar, çeşmeler yok oldu ne yazık ki. Ben Edremit’te büyüdüm, o güzelim kıvrımlı olsa da sokakların, caddelerin ve üzerinde yer alan evlerin, sokağa bakan cumbaların yarattığı güzellikler günümüzde apartmanlarla işgal edilmiş yerler oldu. Kentsel dönüşümden bahsediliyor şimdiler ama kentsel dönüşüm sadece yıkıp yenisini yapmak değil bazı şeyleri de muhafaza etmektedir. Sahip olduğumuz değerlere sahip çıkılması gerekiyor. Mart-Nisan 2012 41 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yüksek Mimar Şimşek DENİZ Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi SİNİRLİ ŞEHİRLER İstanbul’da yapılan bozukluklar birkaç sene sonra Anadolu’da da yapılıyor. Şehirlerimizin birbirine benzemesi de kaçınılmaz hale geliyor. . Halen bir New York, bir Hong Kong oluşturulmaya çalışılıyor. Tabi ki Y eni yerleşim ve şehirler mi, şehirlerin iyileştirilmesi mi? Aslında her ikisi de yerine göre doğru yaklaşımlar. Ancak ülkemizde yeni yerleşimler dendiği zaman İstanbul’daki Başakşehir gibi TOKİ uygulamaları gibi site şehir ve yaşamı akla geliyor. Cami, ticaret alanları ve etrafında saçaklanan 10-20 katlı apartmanlar, bir de tabi site yönetim ofisleri. Esenler ve Esenyurt’taki gibi tipik düzensiz yerleşimden, düzenli yerleşime geçiş çabaları, emlak fiyatlarının yüksek olduğu semtlerde yapılan rezidanslar ve alışveriş merkezleri (AVM) İstanbul’un kuzeydeki yeşil makroformunu tehdit eden villa yapılanmaları ve çarşaf çarşaf büyük gazetelerin emlak ekleri, parayla reklamını yaptıran müteahhitlerin boy boy resimleri ve özel hayatları. Meslek insanından çok patrona önem veren bir yaklaşım. Çıldıran trafik, sinirli insanlar ve asabi şehirler. Aslında yeni şehirler fikri tartışılır. Belki yeni yerleşimler demek lazım. Yeni yerleşimler zamanla adeta demlenerek şehirler oluyor ve ruhunu oluşturuyor. Şehirlerimizin iyileştirilmesi dendiği zaman akla kentsel dönüşüm uygulamaları geliyor. Ülkemizde çok konuşulan ama doğru örneğinin ve metodolojisinin ortaya konamadığı bir kavram. Ankara Protokol Yolu’ndaki çoğunluğu 1-2 katlı yanında yöresinde yeşili olan evleri yıkıp çok katlı, cephesi pahalı malzemeden, ancak beton görünümünden kurtulamamış binalar tasarlamak ya da İstanbul Sulukule örneğinde olduğu gibi mahalledeki 42 adet tescilli ahşap sivil mimarlık örneklerini yok edip yerine hemen yanıbaşındaki Tarihi İstanbul Surları’na saygısız, arkada gri renkte beton fon oluşturan kimliksiz yeni yapılar yapmak. İstanbul’da kentsel dönüşüm denince, nedense akla hep tarihi dokular ve oraların yaşayan fakir halkı geliyor. Ben zenginim, gelip senin yerini alıyorum, ben oturacağım demenin devlet eliyle yapılmış şekli. Sünnetullah’a ve rızaya aykırı. Romanlar da fakirler de Allah’ın kulu. Şehirler asla unutmaz, ahı çıkar. 42 Mimar ve Mühendis üretim-tüketim modelleri değiştiği için şehirlerimiz de değişecektir ama bu değişimin insan-tarih ekseninin iyi bir şekilde incelenerek yapılması, bizi biz yapan faktörlerin korunması lazım. Sulukule’de namazını kılan, orucunu tutan, vatanını seven, iki küçük kızıyla mücadele veren Sezer Tanınmış’tan dinleyin bir de kentsel dönüşümü. Parsel ölçeğindeki bir dönemi ve mimari üslubu yansıtan binaları tevhid edip birleştirerek, özgün strüktürünü ortadan kaldırmak, ön cephesini koruyan uzun mono blok yığınlar ortaya çıkarmak da kentsel dönüşüm olmamalı. Tarlabaşı ve Fener-Balat bölgesi yaklaşımlarında olduğu gibi. Kentsel dönüşüm ve ‘Yenileme Yasası’ da tıpkı ‘Afet Riskli Yapılar ve Bölgeler Yasası’ gibi aceleye getirildi. Tartışılmadı, uygulama araçları ve yetki dağılımı sağlıklı bir şekilde oluşmadı. Medeniyet ve kültür yaklaşımının getirdiği ön hazırlık safhaları ve insana saygı göz ardı edildi. Artık şehirlerimizin birbirine çok benzemeleri, mimari ve şehircilik farklarının da ortadan kalkması üzüntü verici. Mardin, Safranbolu, Beypazarı gibi birkaç örneğin dışında, şehirlerimizin birbirinden farkı kalmadı. Kütahya, Diyarbakır, Antakya, Sinop, Ağrı kent merkezlerine gidin, hepsi birbirinin aynısı. Yerel mimari unsurları ve yerel malzemeyi ön planda tutan imar planları, cephe düzenleri ve imar disiplinini acil olarak ortaya koymamız ve mevzuatla desteklememiz gerekiyor. Binaların yöresel mimari cephesi, sokak rejimi ve yapı malzemesi konusunda çoğunluğu bölgedeki tecrübeli mimarlardan oluşan tarihçi ve şehir plancısının da olduğu, şehir üniversitesinin de temsil edildiği bir ‘Yöresel Mimari ve Estetik Kurulu’ söz sahibi olmalıdır. İmar şartları yine belediye tarafından (emsal, irtifa, taban alanı vs.) belirlenmelidir. Aksi takdirde yine bir yapı adası içinde, birbiriyle uyumsuz onlarca bina ve onların görüntü kirliliklerini görmeye devam edeceğiz. ‘Estetik Kurullar’ ve ‘Kent Konseyleri’ birçok şehrimizde, ilçemizde mevcut ama doğru yorumlanmamış, danışılan ancak fikirleri uygulanmayan oluşumlar halinde. Ülkemizde DPT coğrafi bölgelere göre planlar yapıyor. Kentsel dönüşüm ve ‘Yenileme Yasası’ da tıpkı ‘Afet Riskli Yapılar ve Bölgeler Yasası’ gibi aceleye getirildi. Tartışılmadı, uygulama araçları ve yetki dağılımı sağlıklı bir şekilde oluşmadı. Medeniyet ve kültür yaklaşımının getirdiği ön hazırlık safhaları ve insana saygı göz ardı edildi. Bölgesel fonksiyonlar veriyor. Ancak ölçekli ‘Çevre Düzeni Planlar’da ve nazım planlarda bölgelere göre fonksiyon paylaşımları ve uygulamalar yerine getirilemiyor. ‘İhtisas Şehirler’ ya da ‘Temalı Şehir’ ya da ‘Konulu Şehir’ ve onları destekleyen yeni yerleşmelerin daha doğru olacağı düşüncesini taşıyorum. Mesela Eskişehir’in organize hale gelmiş sanayisiyle, aynı zamanda bir üniversite şehri haline de gelmesi gibi. Gaziantep, Denizli, Kayseri gibi büyük metropollere göçü durduran, tutan ve işyeri-konut ilişkisinin nisbeten sağlıklı olduğu şehirler gibi. Yavaş yaşayan şehir ve ekolojik kentlerin Türkiye’de yeterli konuşulmadığını, tartışılmadığını düşünüyorum. Bu konuda yapılan panel ve konferans sayısı az. Ekolojik denince çatısı çim kaplı yapılar akla geliyor. Yapı malzemeleri sürekli değişiyor ve gelişiyor. Ancak yeni yapı malzemelerinin içerdiği kimyasal ve terkiplerin insan yaşamına, psikolojisine etkilerini, kanserojen madde içerip içermediklerini irdeleyen bir kontrol mekanizması yok ülkemizde. Yerel yönetimler bünyesinde yeni yapı malzemelerinin analizlerini yapan bir labaratuar ve denetim mekanizmasının acilen kurulması gerektiğini düşünüyorum. Metropol kentlerimizdeki ulaşım ve trafik sorunu, bilhassa İstanbul Tarihi Yarımada’da son 6 aydır had safhada, yeni yollar açma ve yol genişletmelerinin ulaşım planlaması açısından bir kısır döngü olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Yeni yapılan ulaşım altyapıları cazibe oluşturuyor ve yeni nüfus yoğunluğunu beraberinde getiriyor. Toplu ulaşım ağının yaygınlaştırılması ve park and ride (park et-git) sistemleriyle beslenmesi doğru çözüm. Ancak ana mesele bir türlü çare bulamadığımız ve bulacağımızı da ummadığımız göç olgusu. Nüfus planlaması denince az ve çok çocuk sayısından önce, ülke nüfusunun, ülke topraklarına dengeli dağılımı gelmeli değil mi? İstanbul artık istiab (taşıma) haddini aşan araç gibi. Tarihi merkezlere, lastik tekerlekli araba girişine bir şekilde acilen kısıtlama getirmemiz gerekiyor. Karakollara ulaşan ya da ulaşmayan birçok kavgada otopark sorunu var. Dükkanlarının önüne set koyan esnaflar, otomobilini park edemeyen üst katta oturan konut sahibi. Komşuluk ilişkilerinin bozulması ve tahammülsüzlük. Toprak bulamayan ve toprak oyunu oynamayan çocuklar. Misket ve çivi oynayan erkek çocukları, uygun bir yere kilim serip evcilik oynayan kız çocukları. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bizim nesil bunları görüp kaybetti. Yeni nesil hiç görmedi. İkisi de acı. 2004 yılındaki yasal düzenlemelerle kaçak yapılaşma konusunda ülkemiz çok mesafe aldı. Ancak bir düzeltip bir bozmakta üstümüze yok. Spekülatif plan tadilatlarıyla askeri alan ve cami hazineleri hariç her yer, AVM, plaza ve rezidans oldu. Şehirlerimizin doğal kliması ve dolu-boş oranı bozuldu maalesef. Yanlış olan bir şeyi sadece yeni diye kabul edemeyiz. Yeni yanlış işler yapmaktansa, doğru olan eskiyi tercih ederim. İnsanın para kazanma hırsından en çok şehirlerimiz zarar görüyor ve bu durum bizi doğru yerlere götürmüyor. Mimarlık ve şehir planlama eğitiminin yeniden tanımlanması gerekiyor. Acilen ülkemizde ve muhtemelen birçok şehirde ‘Ulusal ve Yerel Mimarlık Parkları’nı hayata geçirelim. Ülkemizde sivil mimarlığın 1/1 ölçekli örneklerinin sergilendiği, inşaat tekniklerinin öğretildiği gibi yerel ve çağdaş mimari teknik ve malzemenin tanıtıldığı atölye çalışmalarıyla desteklenen mimari ve şehir planlama okuyan öğrencilerin ikinci adreslerinin olacağı bir merkez. Ölçek ve kıyaslamayı öğrensin öğrenciler. Şehirlerimiz ve mimarimiz açısından işler iyi gitmiyorsa, meslek erbablarının da bunda payının olduğu ve olacağı gerçeğine gözümüzü kapatmamalıyız. Mimarlar, şehir plancıları ve mühendisler. Bizim iyi, donanımlı ve cesur olarak bu işleri yönlendirmemiz gerekmiyor mu? Mart-Nisan 2012 43 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Y. Doç. Dr. Ömer Faruk KÜLTÜR İstanbul Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü ŞEHİRLERİN İYİLEŞTİRİLMESİ (Kentsel Dönüşüm) NASIL OLMALIDIR Ş Bir aile için ev ne kadar önemli ise aileler için de şehir o kadar önemlidir. Nasıl ki evimize dışarıdan müdahaleyi uygun görmüyorsak şehirlerimize de dışarıdan müdahaleyi tasvip etmek mümkün değildir. Milletimizi oluşturan ana kültürümüz bize her işte karşılıklı rızanın oluşmasını tavsiye etmektedir. İnsanların geleceklerini şekillendiren yaşayacakları evleri ve şehirleri söz konusu olduğunda bu daha da önem arz etmektedir. ehirlerin iyileştirilmesi başlığı belki de ilk defa telaffuz edilmiş olabilir, bu bilinçli seçilmiş bir kavramdır. Kullandığımız dil ve kavramlar bizim sözün arkasındaki niyetlerimizi de ele vermektedir bir bakıma. Mesela “vakıf“ kelimesinin karşılığını İngilizcede bulmanız mümkün olamamaktadır. Anne babaya itaat ile ev ve şehir mimarisinin alakası ne diye sorulabilir. Bazıları hiç ilgisi yok diyebilir. Bizler yıllarca evlerimizi ve şehirlerimizi kendi kültür değerlerinden bağımsız adeta batıdan kopya ederek pervasızca inşa edip geldiğimiz noktada hayatından memnun olmayan bedbin mutsuz nesiller yetiştirdik. Oysaki milleti oluşturan kültür değerleri ağacın kökleri mesabesindedir. Şayet köklere su vermeyi unutur ağacın görünen yapraklarını parlatmaya kalkarsak bunun geçici bir parlaklık olduğunu görürüz. Kavramlar da hakeza aynı bir cadde gibidir. Her farklı cadde bizi farklı yerlere götürür. Şehir bir medeniyetin ete kemiğe bürünmüş halidir. Madde planında evler sokaklar meydanlar olmasına rağmen mana planında ruh vardır, toplum değerleri ve ahlakı vardır. Kentsel dönüşümün önümüzdeki yılların en önemli konularından birisi olacağı, insanların geleceklerini şekillendireceği noktasından önem arz etmektedir. Bu yüzden toplum kesimleri tarafından tartışılıp irdelenip olgunluğa erişmesi gerekmektedir. Şayet uygun çözümler üretilemezse toplumsal travmalara sebep olup huzur ortamının kaybolmasına yol açabilir. Tek bir çözüm şeklinin tüm ülke sınırları içinde uygulanması belki zor olabilir. Değişik yöntemlerin geliştirilmesi farklı enstrümanların devreye sokulması kolaylık ve çabukluk sağlayabilir. Aşağıdaki satırlarda kentsel dönüşümün nasıl uygulanması konusunda bir öneri sunulmuştur. 44 Mimar ve Mühendis 1. Pilot kuruluş: İnşa izni ve oturma ruhsatını veren ilgili belediyenin imar müdürlükleridir. Şimdiye kadar uygulanan bu süreç zenginleştirilmeli, güçlendirilmelidir. İçi boşaltılmamalıdır. Yani işin pilot kuruluşu, ilgili belediyenin imar müdürlüğü olmalıdır. 2. Denetleyici kuruluş: Bakanlığa bağlı müstakilen oluşturulmuş denetçi kuruluş. Bunun içinde üniversiteden bir danışman, mesleki örgütlerden bir eleman, muhasebeciler odasından bir eleman ve ada mukimi mal sahibi seçilmiş dört eleman bulunmalıdır. 3. Müşavir kuruluş: İyileştirilecek adanın mülkiyet durumlarını tespit edecek planlarını, projelerini yapacak veya yaptıracak yapımcı kuruluşun hak edişlerini düzenleyecek iskana hazır hale gelinceye kadar sorumlu olacak kuruluş. 4. Yapımcı kuruluş: Açık ihale şeklinde plan ve projeler hazırlandıktan sonra en uygun teklifi veren mali, teknik, idari şartlara haiz iş bitirmesi olan şirket veya şirketler topluluğu. İyileştirme esasları ve uygulama nasıl olmalıdır. 5. Mevcut adada mülkiyet sahipleri veya onların resmi temsilcilerinden oluşan “….adası iyileştirme sakinler kurulu” oluşturulur. Mülkiyet durumları tespit edilip itiraz süresi kadar askıda tutulup malikler tespit edilir. Malikleri tespit edilemeyen veya ortaya çıkmayanların haklarının noter tarafından tespiti yapılır 6. İmar müdürlüğü tarafından kapalı zarf usulü yeterlilik almış müşavir firma belirlenir. 7. Denetim kuruluşu tarafından onay aldıktan sonra iş teslimi yapılır. 8. Müşavir firma plan ve projeleri hazırlar. İmar müdürlüğünün onayına sunar. 9. İmar müdürlüğünün onayından sonra denetim kuruluşu tarafından onay aldıktan sonra yeterlilik almış yapımcı firmalardan kapalı zarf usulü teklifler alınır ve en uygun teklifi veren firmaya yer teslimi yapılır. 10. Yer teslimleri dükkânı olana dükkân, evi olanlara ev verme esas alınır. Yerin konumuna göre mevcut metrekarelerden yüzden 40’lara kadar gerileme veya artı değer olabilir. İşi alan yapımcı firma, ada içinde oturanların yapım süresince ikametini sağlayacak tedbirler almalıdır. 6. Evcil hayvanlar için uygun mimari çözümlerle neslinin devamı sağlanmalıdır. 7. Kimsesiz yetim ve yoksullar için her adada çözümler üretilmelidir. 8. Kendi enerjisini bir miktar üretebilecek tasarımlar geliştirilmelidir. 9. Toplu taşımaya uygun çözümler geliştirilmelidir. 10. Atık suların ada içinde tasfiye edilerek bahçe sulamasına ve rezervuar sularına dönüştürülmesi sağlanmalıdır. 11. Tesisat çözümleri geliştirilerek mutfak çıkışı ile tuvalet banyo çıkışları ayrı olmalıdır. 12. Isınma modeli toplu fakat kullanılan kadar ödeme sistemi geliştirilmelidir. 13. Enerji yönetimi bina bazından ada bazına çıkarılmalıdır. 14. Katı atık yönetimi ada bazında çözülmelidir. Organik atık ambalaj atığı ve kirli atıklar ayrı toplama düzeni kurulmalıdır. 15. İbadethane, okul, sağlık birimi ve ada yönetimi için yerler ayrılmalıdır. 16. Evlerde inanç değerlerine saygılı olunmalı tuvaletlerin yönü ile kıble yönü çakıştırılmamalıdır. 17. Ada bazında küçük esnafı kalkındırıcı kasap, manav, bakkal, berber vs. çözümler geliştirilmelidir. Esaslar 1. İsteyene memleketinden daha büyük metrekareye sahip konut imkanları seçenek olarak sunulmalıdır. 2. Ada yönetimi oluşturularak mahalle kavramı güçlendirilmelidir. 3. Yıkımlardan çıkan molozlar kesinlikle tabiata atılmamalı, işlenerek tuğla briket vs. yapılmalıdır. 4. Yaşlı anne, baba ve evlatların yan dairelerde yakın olmalarını gözetecek mimari çözümler üretilmelidir. 5. Ada içinde çözülecek otopark vs. mekanların belli bir geliri gelecekte ada içindeki konutların tamir bakım masraflarına ayrılmalıdır. Önerilen teklifin faydaları: • Merkezi değil mahalli çözümlerin öne çıkması. • “Anlaşma” gibi ne olduğu müphem konu etrafında değil açık sistem önermesi. • Belediyelerin zayıflamasını değil güçlenmesini getirmesi. • Mesleki sivil örgütlerin enerjisinin katılması. • Üniversitenin gelişmeci bakış açısının kullanılması. • Yerli unsurların ve korunması gerekli kesimlerin korunmasını getirmesi. Kavramlar da hakeza aynı bir cadde gibidir. Her farklı cadde bizi farklı yerlere götürür. Şehir bir medeniyetin ete kemiğe bürünmüş halidir. Madde planında evler sokaklar meydanlar olmasına rağmen mana planında ruh vardır, toplum değerleri ve ahlakı vardır. Mart-Nisan 2012 45 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Osman ŞAHBAZ Makina Mühendisi, Türk - Macar İşadamları Derneği Başkanı İKİ TARİHİ ŞEHİR; KONYA-BUDAPEŞTE KIYASLAMASI, KARŞILAŞTIRMASI B Budapeşte coğrafi konumu, tarihî eserleri ve diğer çekicilikleri ile Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir. Konya ise Türkiye’deki en eski yerleşim birimlerinden biri olup yerleşimin Prehistorik (Tarih öncesi) çağdan başladığı görülmektedir. Bu iki şehrin birbirleriyle kıyaslaması sonucu ise son derece ilginç bilgiler ortaya çıkmaktadır. udapeşte, Tuna Nehri’nin iki yanından Buda ve Peşte’den oluşan Macaristan’ın başşehridir. Buda, Tuna Nehri’nin batı sağ yanı ve doğu sol tarafında Peşte’nin 1873 yılında birleşmesiyle oluşmuş 23 ilçesi olan bir şehirdir, Budapeşte. Tarihi şehrin bütüncül bir anlayışla korunması, yenilenmesi ve geliştirilmesi dengeli bir şekilde sağlanmıştır. Buda ve Peşte’yi birbirine bağlayan tarihi köprüler vardır. Bunlardan en eskisi 637 m. uzunluğunda, üzerinden araç, insan ve tramvayın geçtiği Margit Köprüsü 1872 yılında inşa edilmiştir. Tarihi geçmişi birçok zenginliği barındıran Budapeşte tarihi dokusu 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir edilmiştir. Savaş sonrasında devlet eliyle yeniden inşa edilmiştir. Bilindiği gibi o dönem mülkiyet devlete aitti. Avrupa’nın tahıl ambarının büyük Macaristan ovaları olduğunu biliyoruz. Budapeşte’de ülkenin başkenti olmasından dolayı yakın illerinde ekilebilir alanları mevcuttur. Konya ve Budapeşte iklim açısından da benzerlik arz eder. Karasal iklim hakimdir. Konya, başkent Ankara ve Akdeniz’in incisi, dünyanın önemli turizm destinasyonlarının başında gelen Antalya ile sınırı olan bir kentimizdir. Nüfusun artırılması, doğum teşvikleri konusunda, yeni seçilen hükümet (2010 Mayıs) birçok teşvik edici kanunlar çıkartmıştır. İkinci bir konu km2’ye düşen kişi sayısıdır. Budapeşte il alanı olarak Konya ile kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Bu da nüfus yoğunluğundaki farkı açmaktadır. Kadın erkek nüfusu Macaristan’ın genelinde farklılık göstermektedir. Budapeşte; Macaristan kadın erkek ‘’ortalamasında’’ görünmektedir. Macaristan’daki demografik yapı tablo 3’te görüldüğü gibi bir hayli farklılık arz etmektedir. Konya Türkiye ortalamasına yakın bir demografik yapıya sahiptir. Konya şehri, dinamik iş gücü bakımından Budapeşte’ye nazaran önemli bir potansiyele sahiptir. Budapeşte’deki demografik yapı nedeniyle iki ülkenin sosyal güvenlik yapısında da farklılığa neden olmuştur. Macaristan’da emeklilik yaşının yıllardan beri 65 olması genç nüfusun azlığından kaynaklanmıştır. Diğer bir konu kadın erkek eşitsizliği Budapeşte’de farklılık arz etmesidir. Bunun nedeni de kadınlarla erkeklerin ortalama ömürlerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Tablo 4’de görüldüğü gibi istihdam oranı yüzde 75 hizmet, yüzde 20, sanayi yüzde 1 gibi küçük bir rakamla tarım sektöründedir. Budapeşte’nin özellikle kültür, turizm ve kongre alanında önemli bir paya sahip olması hizmet sektörünü ön plana çıkarmıştır. Sanayi sektöründeki ağırlığını sosyalizmden miras kalan ağır sanayi oluşturmaktadır. Ayrıca Orta Avrupa’daki konumundan kaynaklanan transit ülke olması hasebiyle lojistik, taşımacılık firmalarının merkezi ve bazı otomobil-otomotiv sanayisindeki firmalarının üretim üssü olarak tercih edilmesine neden olmuştur. Bu sanayi sektörün- TEMEL GÖSTERGELER İki şehrin karşılaştırmasında göze çarpan en önemli nokta +65 yaş gurubundaki farklılıktır. Budapeşte’de yaşlı nüfus oranı bir hayli yüksektir. Bunun en önemli nedeni doğum oranının ölüm oranından düşük olmasıdır. 2010 yılı verilerine göre Budapeşte nüfusu 5 bin 503 kişi azalmıştır. Buna Budapeşte’nin 2010 yılında 17 bin 632 kişi göç aldığını da hesaba katarsak doğum ve ölüm oranlarındaki uçurumu kestirmek mümkündür. 46 Mimar ve Mühendis Tablo 1. GENEL GÖSTERGELER (Yüzölçümü -Göller Dahil-) Kaynak TÜİK-KSH Yıl 2002 Birim km² Konya 40.813,52 Yüzölcüm olarak iki şehir bir hayli farklılık göstermektedir. Bizim bu iki şehri kıyaslama amacımız nüfusun birbirine yakın olmasından kaynaklanmıştır. Budapeşte 525,16 Tablo 2. NÜFUS, GÖÇ ve DEMOGRAFİ GÖSTERGELERİ Kaynak TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH Yıl 2010 2010 2010 2010 2010 2010 2010 2010 Birim kişi Toplam Nüfus kişi Kadın Nüfus kişi Erkek Nüfus yüzde 0-14 Yaş Aralığı Nüfusun Toplam Nüfus İçindeki Payı yüzde 15-64 Yaş Aralığı Nüfusun Toplam Nüfus İçindeki Payı yüzde Yaşlı Nüfusun (65+) Toplam Nüfus İçindeki Payı kişi Nüfus Yoğunluğu binde Yıllık Ortalama Nüfus Artış Hızı Konya 2.013.845 1.017.688 996.157 %26,80 %65,80 %7,40 52 ‰10,57 Budapeşte 1.721.556 935.204 786.352 %12,6 %68,60 %18 3.278 ‰-3,2 Tablo 3. BUDAPEŞTE NÜFUS PİRAMİDİ Kadın Erkek 85-x 80-84 75-79 70-74 65-69 60-64 55-59 50-54 45-29 40-44 35-39 30-34 25-29 20-24 15-19 10-14 5-9 0-4 90000 80000 70000 60000 40000 50000 30000 20000 10000 0 10000 20000 30000 40000 50000 60000 70000 80000 90000 NÜFUS 90-+ 85-90 80-84 75-79 70-74 65-69 60-64 55-59 50-54 45-49 40-44 35-39 30-34 25-29 20-24 15-19 10-14 5-9 0-4 Erkek İki şehrin karşılaştırmasında göze çarpan en önemli nokta +65 yaş gurubundaki farklılıktır. Budapeşte’de yaşlı nüfus oranı bir hayli yüksektir. Bunun en önemli nedeni doğum oranının ölüm oranından düşük olmasıdır. 2010 yılı verilerine göre Budapeşte nüfusu 5 bin 503 kişi azalmıştır. Buna Budapeşte’nin 2010 yılında 17 bin 632 kişi göç aldığını da hesaba katarsak doğum ve ölüm oranlarındaki uçurumu kestirmek mümkündür. 6 4 2 0 2 4 6 Mart-Nisan 2012 47 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Tablo 4. İŞGÜCÜ GÖSTERGELERİ Kaynak TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH Yıl 2010 2010 2009 2009 2009 2010 Birim adet Toplam girişimci sayısı % İstihdam Oranı % Tarım Sektöründe İstihdam Edilenlerin Oranı % Sanayi Sektöründe İstihdam Edilenlerin Oranı % Hizmetler Sektöründe İstihdam Edilenlerin Oranı % İşsizlik Oranı Konya 77.970 %46,50 %35,2 %24,6 %40,3 %8,2 Budapeşte 406.978 %54,7 %1,07 (2008) %20,8(2008) %75,10 (2008) % 9,1 Konya 6.355 Budapeşte 18.575 Konya 1.192.120 Budapeşte 37,4 (2000 yılı) Tablo 5. SAĞLIK GÖSTERGELERİ Kaynak Sağlık İl Md. -KSH Yıl 2008 Birim kişi Hastanelerde Toplam Yatak Sayısı Tablo 6. TARIM GÖSTERGELERİ Kaynak TÜİK-KSH Yıl 2008 Birim ha Toplam İşlenebilir arazi deki yatırımları AB’deki finansal ve ekonomik kriz döneminde dahi sürdüğünü görmekteyiz. Budapeşte son 20 yılda ciddi miktarda yabancı sermayeli firmaların yatırım merkezi haline gelmiştir. Konya Türkiye’deki yabancı firma sayısı bakımından 16’ncı sırada ve 85 adet yabancı sermayeli firma bulunmaktadır. Macaristan’da ise toplam yabancı sermayeli şirket sayısı 3 bin 500 adettir. Bu firmaların büyük bir bölümünün merkezleri Budapeşte’dedir. Macaristan’da şehirleşme yapısı ve yoğunluğu Batı Avrupa ülkelerindeki şehirlerin homojen dağılımına pek benzerlik göstermez. Budapeşte ülkenin nüfusunun 1/5’ine ev sahipliği yaparken, arkasından gelen 2’nci büyük ve geniş şehri olan Debrecen’in nüfusu 206 bin kişidir. Macaristan’ın şehirlere dağılan nüfus yoğunluk yapısı ve gelişmişliği Türkiye’yi andırmaktadır. Bölgesel farklılıklar gözle görülür bir şekilde hissedilmektedir. Ülkenin doğusu daha az gelişmiş, batısı daha müreffeh bir yaşam ve gelişmişliğe sahiptir. Budapeşte’de uluslararası alanda ün yapmış köklü üniversitelerinden, Eötvös Loránd Tudományegyetem (ELTE Üniversitesi) 1636 yılında kurulmuştur. Tarihi bir başka teknik okul ise Budapesti Műszaki és Gazdaságtudományi Egyetem (Budapeşte Teknik Üniversitesi – BME)’dir. Fen bilimleri, matematik, fizik, biyoteknoloji alanlarında Nobel ödülü almış bilim adamlarına sahiptirler. Macaristan’da işsizlik oranı 2008 global krizin etkisiyle tırmanışa geçmiş ülke genelinde yüzde 10’un üzerine çıkmıştır. Siyasi istikrarı olmasına karşın ülkedeki son yıllardaki ekonomik durgunluk ve yerel para biriminin aşırı değer kaybetmesi nedeniyle ülkedeki yabancı yatırımlar ve sıcak para girişi önemli ölçüde düşmüştür. Budapeşte’de sağlık hizmetleri kentin Türkiye’deki geleneğin aksine şehrin farklı noktalarına yayılmıştır. Aile hekimliği sosyalizm zamanından beri yaygın ve uygulanır bir şekilde devam etmektedir. Budapeşte’de sağlık alanında dikkat çeken en önemli konu ilaç israfının sıfıra yakın derecede olmasıdır. Türkiye’deki ilaçların aksine 48 Mimar ve Mühendis 30 tabletlik antibiyotikler yerine 3-5 tabletlik antibiyotiklerin olması ilaç israfını önlemiştir. Türkiye’de bir çocuk için toz antibiyotik alındığında en fazla 5 günlük kullanım süresi vardır. 5 gün boyunca yarım ölçek kullanıldığında ilacın yarısı israf edilerek çöpe gitmektedir. Aynı şey diğer antibiyotik tabletlerde de mevcuttur. Bu yönüyle Budapeşte ilaç pazarı yerine ilaç sanayi konumundadır. Konya Türkiye’nin tarım ve tahıl ambarıdır. Bu yönüyle Budapeşte’yle kıyaslanamayacak bir konumdadır. Budapeşte sanayi, yatırım, finans, ticaret, turizm, iş desteği hizmetleri, bilgi teknolojileri, kongre ve hizmet sektörüyle öne çıkmaktadır. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü verilerine göre yabancıların Türkiye’de satın aldığı gayrimenkulde birinci sırada 6 milyon 484 bin 158 m2 ile Konya ilimizi görüyoruz. Budapeşte’de geniş bulvarlar, caddeler, meydanlar göze çarpmaktadır. 1872 yılında inşasına başlanılan Andrassy Ut. (caddesi) , 2002 yılında UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’nde yerini almıştır. Konya’da böyle geniş ve nitelikli caddenin olmadığını biliyoruz. Sosyal yaşam, gece eğlence hayatı Budapeşte’deki turizm sektörünü olumlu yönde etkileyen unsurların başında geliyor. Budapeşte’nin başkent oluşundan kaynaklanan değerleri var. Bunların başında da 1904 yılında inşa edilen Macaristan Parlamentosu, bakanlıklar ve bunlara bağlık devlet kurumları, 1884 yılında inşası tamamlanan Avrupa’nın en iyi 3’üncü operası kabul edilen Macar Devlet Operası var. Kentsel yaşam kalitesi, açık ve yeşil alan dokusu, kentsel çevre kalitesi konusunda, Budapeşte’de eski yerleşim alanlarında büyük blok yapılaşmalara izin verilmiyor. Budapeşte Metrosu hızlı toplu taşımacılığı ciddi bir şekilde kolaylaştırıyor. Dünyanın en eski ikinci metrosu Budapeşte’dedir. Budapeşte’de üç ayrı metro bulunmaktadır. Bu metroları günlük 1 milyon 300 bin kişi kullanmaktadır. Dördüncü metro inşaatı devam etmekte ve beşinci hattın yapımı da planlanmaktadır. Budapeşte birçok turizm kataloğunda, turizm ve seyahat tanıtım broşüründe çok iyi bir şekilde tanıtılmakta, tarihi ve kültürel doku fotoğrafları ön plana çıkartılarak turizm ve kongre organizasyon- Tablo 7. KÜLTÜR ve TURİZM GÖSTERGELERİ Kaynak TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH Yıl 2008 2008 2009 2009 2009 2009 Birim adet Tesis Yatak Sayısı kişi Tesislere Geliş – Yabancı Sayısı kişi Sinema Seyirci Sayısı adet Tiyatro Sayısı kişi Tiyatro Seyirci Sayısı adet Müze Sayısı Konya 6.594 129.385 414.603 2 65.983 10 Budapeşte 40.351 1.971.958 6.731.000 9 2.408.000 223 Turizm tesis sayısı ve yabancı turist sayısı iki şehir arasında büyük bir fark göstermektedir. Bunun en önemli nedenleri Budapeşte’nin Avrupa coğrafyası içindeki konumu, tarihi, kültürel ve doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Tablo 8. ULAŞTIRMA GÖSTERGELERİ Kaynak KGM-KSH TÜİK-KSH TÜİK-KSH Yıl 2009 2009 2009 Birim km İl ve Devlet Yolu km Demir Yolu adet Özel Otomobil Sayısı Konya 2.964 298 196.835 Budapeşte 61 181 581.991 larıyla çok iyi gelir elde etmekte, tarihi dokuyu yaşatarak koruma altında tutmaktadır. Daha çok şehrin ana merkezinin dışındaki yerlerde inşaat faaliyetleri gerçekleştiriliyor. Şehrin ana merkezinde ise şayet bina tarihi değilse mevcut binanın yapı alanı kadar yeniden yapılmasına müsaade ediliyor. Eğer bina tarihi ise aynı fiziki durumunu muhafaza etmek kaydıyla sadece onarılmasına müsaade ediliyor. Kullanım fonksiyonunun değişikliği de belediye müsaadesi ile gerçekleşebiliyor. AB üyesi bir ülkenin başkenti konumundaki Budapeşte, tüm devlet yönetim kademe ve binalarını da burada barındırmaktadır. Bu gerekçelerden dolayı şehirde hiç bir trafik tıkanıklığı, aksaması ve yol kesintisine rastlanılmamaktadır. Bu açıdan Budapeşte’yi bir başşehir havasında hissetmezsiniz. 1950 yılında yeniden inşa edilen, şehrin merkezi yerinde bulunan hayvanat bahçesi, lunapark ve sirk (Vidampark) Budapeşte’nin simge yerlerinden bir tanesidir. Şehirde ayrıca ciddi miktarda termal tesisi ve havuzu da mevcuttur. Yeşil alan hususu, ‘’Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmelik’’e göre bu oran ; 10m2/kişidir. Amsterdam’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 48 m2, Stockholm’de 77m2, Frankfurt’da 154m2, Budapeşte’de 37m2’dir. Türkiye’de ise İstanbul’da 2.1 m2, Ankara’da da 2.3 m2’dir. Bu değerlerin Avrupa ülkeleriyle açık ara farklılık arz ettiğini gözlemliyoruz. Tablo 7’de de görüldüğü gibi turizm tesis sayısı ve yabancı turist sayısı iki şehir arasında büyük bir fark göstermektedir. Bunun en önemli nedenleri Budapeşte’nin Avrupa coğrafyası içindeki konumu, tarihi, kültürel ve doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Amerikan Forbes Magazine’e göre turistlerin tercih ettiği şehirler arasında 7’nci sırada Budapeşte yer almaktadır. Turizmin gelişmiş olması nedeniyle hizmet sektörünün ekonomideki ağırlığı önemli bir yere sahiptir. Yine kültür alanlarının yoğunluğu, müzelerin yoğun olarak varlığı, tabiat varlıklarının şehrin hemen yakınında iç içe oluşu da buraları ziyaret edenlerin sayısında da çok yüksek bir miktarla göze çarpmaktadır. Mart-Nisan 2012 49 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Tablo 9. KULLANIM AMACINA GÖRE YAPILACAK YENİ VE İLAVE YAPILAR,2009 (YAPI RUHSATINA GÖRE) KONYA A B C BUDAPEŞTE A B C Genel Toplam 3.594 3.868.983 17.184 1.083 1.048.000 - Bir daireli binalar 1.043 193.607 1.043 544 92.000 - İki ve Daha fazla Daireli Binalar 1.722 3.006.843 16.065 422 476.000 - Halka Açık İkamet Yerleri 23 56.259 117 480.000 - Tablo 10. YABANCI GİRİŞİMCİ FİRMALARI Bölgesel olarak Budapest Pest 2000 14.317 2.003 2001 14.440 2.009 2002 14.117 2.152 2003 14.143 2.149 2004 14.137 2.228 2005 14.926 2.220 2006 15.386 2.195 2007 16.397 2.429 2008 2009 17.655 17.821 2.671 2.764 Tablo 11. YABANCI GİRİŞİMLERİMCİ KURULUŞLARININ YABANCI SERMAYESİ, MİLYAR FT (FORINT) Bölgesel olarak Budapest Pest 2000 3.233,5 525,0 2001 3.338,4 688,7 2002 3.650,4 796,7 2003 4.063,7 1.352,7 2004 4.871,8 1.478,5 2005 6.184,8 1.594,5 2006 7.445,2 1.765,3 2007 2008 2009 8.190,6 7.743,0 8.441,9 1.827,4 1.866,5 1.964,8 Tablo 12. BÖLGESEL OLARAK DEVAM EDEN, YENİ KURULAN, KAPANAN FİRMALARIN SAYISI (1999–) YABANCI SERMAYESİ, MİLYAR FT (FORINT) İl Bölge Budapest Pest 1999 158.843 61.570 2000 173.662 66.659 2001 177.376 70.314 2002 188.434 77.745 2003 188.368 80.395 2004 190.562 82.309 2005 189.788 83.495 2006 2007 2008 2009 188.282 186.237 189.633 187.083 83.683 84.549 88.036 87.590 2003 18.303 8.352 2004 18.945 8.262 2005 16.705 7.579 2006 15.455 7.560 2007 15.753 7.783 2008 2009 18.798 17.157 9.409 7.949 2003 15.126 6.984 2004 15.107 6.855 2005 18.531 8.829 2006 16.724 8.016 2007 16.233 7.785 2008 2009 21.459 .. 10.314 .. Tablo 13. YENİ KURULAN TİCARİ KURULUŞLARIN SAYISI İl Bölge Budapest Pest 1999 .. .. 2000 23.867 9.283 2001 22.262 9.467 2002 27.207 11.713 Tablo 14. KAPANAN TİCARİ KURULUŞLARIN SAYISI İl Bölge Budapest Pest 1999 15.871 6.180 2000 16.264 6.530 2001 17.895 7.132 2002 16.548 6.954 Tablo 9’da konut sayısı, yüz ölçümü ve nitelikleri açısından Konya ve Budapeşte’yi değerlendirmede ciddi verileri içermektedir. Budapeşte’de inşaat sektörü 2000’li yıllarda mortgage kredilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte hareketlenmeye başladı. 2005-2006 yılına kadar dinamik bir şekilde yükselme trendi göstermiştir. Aynı yıllarda zamanın hükümetinin yeni evli çiftlere yönelik teşvik kredileri ve hibelerle yeni ev alma modası yaygınlaşmıştır. 2006 yılı sonrası ipotekli satışlardan doğan geri ödeme zorlukları nedeniyle inşat sektörü düşüş trendine girmiştir. Halk elde ettiğini sandığı evlerini kaybetme ve yüksek faiz oranlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Yine mortgage kredisi ve ipotekli ev almaların İsviçre Frank’ına endekslenmesi ve Forint’in İsviçre Frank’ı karşısındaki aşırı değer kaybetmesi 2008 yılı dünya ekonomik krizi sonrası tabiri caizse dip yapmıştır. İnsanlar üretecek çare bulamama noktasına gelmiştir. Konut sektörünün düşüş trendine girmesi inşaat firmalarını alışveriş merkezi yapmaya yöneltmiştir. Macaristan inşaat sektöründe kalifiye eleman konusunda Türk 50 Mimar ve Mühendis firmaları açısından, ortak çalışmaların gerçekleştirilebileceği alanlarda değerlendirilebilir. Özellikle ileri teknolojiye sahip altyapı hizmetlerinde önemli tecrübeye haiz firmalar mevcuttur. Türkiye inşaat sektöründe Macar teknik elemanlarını, mühendislik ve tecrübelerini değerlendirmelidir. Tüm bu veriler ve değerlerin ışığında, istatistik değerlerin Budapeşte’de açık ara fazla ve yoğun olmasına rağmen, düzenli, planlı, geniş cadde, bulvarları, ulaşımı rahat, toplu taşımacılığı uzun yıllar önce çözümlemiş ve sakin bir Budapeşte’yle karşılaşıyoruz. Budapeşte şehri ile Konya şehri yöneticilerinin ortak gerçekleştirebileceği birçok proje ve çalışmanın olacağı kanaatindeyiz. Teknolojik birikim ve deneyim konusunda transfer gerçekleştirilebilir. Gelecek yıllar içerisinde bilgi, tecrübe aktarımı ve geleceğimizin teminatı dediğimiz gençlerimizin değişim programlarıyla birçok güzelliği her iki şehrimizin de yaşaması mümkündür. Üniversite hocalarımızın da bu değişim programlarına kendilerinin de katılmaları her iki şehrimizdeki üniversitelerimize ayrı bir zenginlik katacaktır. Mart-Nisan 2012 51 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. CENGİZ ERUZUN: “TARİHİ YARIMADANIN MİMARİ KARAKTERİNDE HİÇBİR ZAMAN BETON YER ALMAMIŞTIR” CENGİZ ERUZUN’LA SÖYLEŞİYİ TÜRKİYE TARİHİ EVLERİ KORUMA DERNEĞİ’NİN CANKURTARAN’DAKİ MERKEZİNDE, OSMANLI MİMARİSİNİN TİPİK BİR ÖRNEĞİ OLAN AHŞAP EVDE, HAMAMİZADE İSMAİL DEDE EFENDİ EVİ’NDE, SICAK BİR ORTAMDA YAPTIK. Y. MİMAR - PROF. DR. CENGİZ ERUZUN HOCAMIZ UZUN HAYAT TECRÜBESİ VE MESLEKİ BİRİKİMİYLE YAŞINA RAĞMEN DİMDİK AYAKTA, HIZLA AKIP GİDEN ZAMANIN YIPRATTIĞI MEKANLARIN İÇERSİNDE KENDİ DEĞERLERİYLE BARIŞIK, MİMARİ VE ŞEHİRCİLİK ARAYIŞINI SÜRDÜRMEYE DEVAM EDİYOR. BİZİMLE YAPTIĞI BU SICAK VE SAMİMİ SÖYLEŞİYİ SİZİNLE PAYLAŞMAK İSTİYORUZ. > Mimarinin ve sanatın en güzel örneklerini üretmiş bir medeniyetin mirasçılarıyız. Ancak bu mirası hoyratça tükettik. Bugün geçmişten gelen değerlerimize sahip çıkamamanın yanı sıra yeni değerler de üretemiyoruz. Bu medeniyet yeniden küllerinden doğar mı? Bunun yolu nedir? Tabii, mimarinin ve sanatın en güzel örneklerini yıllarca üretmiş bir medeniyetin temsilcileriyiz. Bunlar yeteri kadar bilinmiyor. “Türk Evi” dediğimiz ev, insanın mutlu yaşamını öngörür. Bunun eski ustalar tarafından da sık sık tekrar edildiğini biliyoruz. İnsan yaşamının içinden çıkmış bir sistem. Mesela yattığınız zaman tavana bakıyorsunuz, o sizi saatlerce oyalıyor. O tavanın fonksiyonu, mekanın üstünü örtmektir ama insanın manevi dünyasına dahi zenginlik katabiliyor. Evin odalarında elin uzanabildiği yükseklikler çeşitli ihtiyaçların giderilebildiği çözümlere ayrılıyor. Daha yükseklerde gerek duvarlar gerekse tavan soyutlanarak süsleniyor. Kullanılan yapı ögelerinde, biçimleriyle, motifleriyle ve renkleriyle odanın boyutsal ölçülülükleri yanı sıra estetik değerler de içeren süslemelere yer veriliyor. Mesela kapılarda, dolap kapaklarında, pencere 52 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YAVUZ SARI / ERHAN ULUDAĞ kepenklerinde süslemeler var. Bunlar da aslında görsel ihtiyaçlardır. Ustaların bu tutumu Vitruvius’un “sağlamlık”, “güzellik” ve “kullanışlılık” sözleriyle özetlediği mimarlık tanımına çok iyi uyuyor. 80’li yıllarda “Eski Evler, Eski Ustalar” diye bir dizi yaptık Suha Arın’la birlikte. O sırada bütün Türkiye’yi gezdik. “Eski Evler, Eski Ustalar” dizisi on iki ayrı bölgeden oluşuyor. Derneğinizde bulundurmanızda büyük yararlar var. İlk film, Doğu Karadeniz evlerini konu alan ‘Sisler Kovulunca’dır. Belgesel çekimi sırasında, daha önce somut olarak görülen ve bilinen evlerin yerinde olmadığını görmek büyük bir moral çöküntüsü yarattı bizlerde. Geleneği geleceğe bağlamakta yapı ustaları çok önemlidir. İtalya, eski ustaları üniversiteye davet ederek onlara ders verdirdiler. Ülkemizde ise 1932’de Belediyeler yasası çıkarılırken ev ölçeğindeki yapıları yapabilme yetkileri ustaların elinden alındı, mimarlara ve mühendislere verildi. Böylece usta ve kullanıcının birlikte üretimi ortadan kalktı, yerine yatırımcı ve mimar birlikteliği geldi. Tabii mühendis ve mimar da gerekli. Mimar ve mühendislerin henüz ulaşamadıkları o dönemlerin estetik değerleri nasıl veriliyor, işlevler nasıl belirleniyor, süslemelere neden gerek duyulmuş, oranlar nasıl uygulanmış, bunlar önemlidir. Ünlü kültür tarihçimiz Bahaeddin Ögel’in 5 cilt “Türklerin Kültür Tarihi” kitabını incelemekte büyük fayda var. Evlerin nasıl biçimlendiğini anlamak için okunmalı. Evin kullanıcıları ve ustaların ortak kararları önemlidir. Mekanların kendi içinde işlevleri, bir de işlevlerin sırası var. Bu sırayı uygularken yemek yeme, dinlenme, eğlenme, sohbetler belli zaman dilimlerinde yapıldığında aynı mekana yeni kullanma olanakları sağlanır. Mesela eskiden yemek yerken yer yastıkları ya da iskemlelere oturulur, masa yerine yer sofrası ya da sini kullanılırdı. Bu elemanlar yanındaki katlanmış ayakla birlikte duvardaki mandalından çıkarılır, açılır ve ortaya yerleştirilir. Yemekten sonra kapatılıp eski yerine asılır. Artık o mekan diğer işlevlere hazır hale gelmiştir. Günlük yemek yeme süresi, sabah, öğle, akşam olmak üzere toplam bir buçuk saattir. Oysa şimdi yemek masası 24 saat ortada durmaktadır. Buna karşılık sedir ise, duvar diplerinde durur, üzerindeki yastıkların konumlarına göre çeşitli işlevleri karşılar. Oturulur, uzanılır ya da yatılır. Çok işlevli olan bunun gibi elemanlar sabittir. Yataklar ise hareketlidir. Gece serilir, gündüz kaldırılır. MEKANLARIN KENDİ İÇİNDE İŞLEVLERİ, BİR DE İŞLEVLERİN SIRASI VAR. BU SIRAYI UYGULARKEN YEMEK YEME, DİNLENME, EĞLENME, SOHBETLER BELLİ ZAMAN DİLİMLERİNDE YAPILDIĞINDA AYNI MEKANA YENİ KULLANMA OLANAKLARI SAĞLANIR. MESELA ESKİDEN YEMEK YERKEN YER YASTIKLARI YA DA İSKEMLELERE OTURULUR, MASA YERİNE YER SOFRASI YA DA SİNİ KULLANILIRDI. Bugün bunu örneklediğimizde hemen karşı çıkışlar başlar,“şimdi her gece yatak mı sereceğiz” diye şikayet edilir. Oysa günümüzdeki teknoloji buna çözüm getirebiliyor. Yani bir evin içinde yaşamla ilgili her şey yapılabilmeli. Eski ustalar neyi niçin yaptıklarını biliyorlardı. Ev mekanlarında dekorasyonla ilgili masrafınız olmaz eski evlerde. Hareketli elemanlar dışında sabit olanları değiştirmezsiniz, en fazla yastıklar, perdeler, yatak örtüleri v.b. değişir. Dış duvar, döşeme ve tavan detaylarını doğru yapıp uyguladığınızda ısı kaybını önlediğiniz için ısınma da sorun olmaz. Örneklenirse, bağdadi dış ve iç sıvaları yapıp duvar içindeki boşluğa toprak koyarsanız, izolasyon yapmış olursunuz. Bazı yörelerde toprak yerine blok ahşap dolgu yapılabiliyor.(Göynük, Mudurnu, Taraklı) Yöresel malzeme çeşitleri arttıkça oranın iklimine göre konforu sağlamak için değişik çözümler uygulanabiliyor. Mesela ahşap evlerde yapı malzemesi olarak en fazla kestane kullanılır. Ahşaptan her türlü ev eşyası yapılabilir. Ahşap yapı malzemesi ile çatı kaplaması da dahil her ayrıntıyı yapmak mümkündür. Dünyada tek tükenmeyen malzeme ahşaptır. Diğer bütün malzemelerin dünyamızdaki rezervi bellidir. Osmanlı evlerinin dörtte üçü ahşap malzemedir. Eskiden yangın riski fazla olmasına rağmen bu oran geçerliydi. Şimdi ise yeni yapı malzemeleri hem çok çeşitlidir ham de yaygın olarak kullanılmaktadır. Ama ahşabın yapısal özelliklerinin ve değerinin önüne hiçbiri geçemedi. Ahşap malzemeler içinde en yaygın kullanılan yapı malzemesi kestanedir. Dayanıklılığı, kurtlanmazlığı, yanmazlığı, hafifliği, suya dayanıklılığı ve boyanmasa bile uzun ömürlü oluşu nedeniyle en iyi yapı malzemesidir. Tabii tedbirini aldığınız zaman meşe ve ardıç da kullanılabilir. Ceviz de sağlam bir malzemedir. Ancak bu tür sert ağaçlar çok pahalı oluşları, kurtlanmaları nedeniyle kestane kadar fazla kullanılmamıştır. Ama gerçek şudur ki ahşapla taş çok kullanılmış, sonra tuğla ortaya çıkmıştır. Tuğla da sağlam bir malzemedir. Taş, tuğla, kerpiç gibi malzemeler, hep yığma olarak kullanılır ama bunların taşıyıcı olabilmeleri için mutlaka ahşaba ihtiyaç vardır. Ahşapla karma sistemler kurulduğunda, geleneksel mimarimizin yörelere göre dış görünüşlerinden iç mekanlara kadar zengin bir çeşitlilik arzeden estetik değerleri, doğal renkler ve mekanların boşluk değerleri yüksek düzeye ulaşmaktadır. Depremlerde kerpiç olup da yıkılan binaların çoğunda ahşap malzeme eksikliği vardır. Orada mühendislik hatası yapılıyor. Bir ürünün endüstrileşme süreci var bir de malzemenin yaşam ömrü var. O kısımlar pek hesaba katılmıyor değil mi? O halde geleneksel malzemelerden neden vazgeçiyoruz? Bu malzemelerle güzel binalar yapılamaz mı? Geleneksel mimari örneklerimizin çeşitliliği dünyada başka ülkelerde yoktur. ABD’den gelen bir arkadaş betondan Mart-Nisan 2012 53 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ yaptığımız iki katlı binaları görünce “Niye ahşap yapılmadı bunlar?” diye sordu. “Bizde (Amerika’da) hep ahşaptır”, sebebini sorunca “ucuz da ondan” dedi. “Yaptığınız binaların tek kusuru betonarme oluşu” diye ekledi. Bir kooperatif uygulamasıydı söz konusu evler. Mimarı bendim. Çok ısrar etmeme rağmen üyeler, ahşap malzemeyi kullanmayı istememişlerdi. Gerçekten yapı sistemimize de, geleneksel malzemelere de yer verebildiğimizde çok büyük bir tasarruf olacaktır. Yavuz Sarı: Dünyada artık yeni şehirler tamamen bu konsept üzerine geliştiriliyor. Malzemelerin coğrafyaya ait malzemeden yapılması konseptinden bahsediyorum. Nereye aitse malzemenin de o yöreye ait taş, ahşap, toprak ve varsa diğer çeşitlerinin kullanılması önemli, zaten eko-sistem açısından da o malzemenin dönüşmesi çok hızlı oluyor. Günümüzde meslekten bazı arkadaşlar yeni arayışlar içindedirler. Mesela bizim Dernek’te ahşap malzeme üzerinde çalışma yapanlar var. Örneklenirse, ahşap, hiç boyanmadan ya da yalnızca su bazlı boyaların emdirilmesiyle kullanıldığında, iç mekanların havasını pencereler kapalı olduğu zaman dahi temizler. Çünkü ahşabın gözenekleri kapatılmadığı için nefeslenebilmektedir. Su bazlı bir emprenye sıvısı sürüldüğünde, ahşap malzeme sudan 3-4 yıl süre ile korunabilmektedir. Bu malzemeyi bulan Kimya Profesörü üyemiz, burada tanıtım toplantısında deney yaparak bize kanıtladı. Ancak bizim yerel yöneticilerimiz inanamıyorlar ve bu emprenyeyi tarihi yapılarda bile denemiyorlar. Arkadaşımız da Almanlarla iletişim kurdu ve onlarla çalışıyor. Hatta yeni kullanıma açılan, müellifi olduğum Haliç Kültür ve Kongre Merkezi’nin duvarlarında uygulatmak istedim. Ama onay alınamadığı için uygulanamadı. Eserinizi gördüm. Eski mekanların, mimarinin tekrar canlandığı ferah mekanlardan oluşan bir eser olmuş. Merkez, Uluslararası Su Kongresi’nde 34 bin kişiyi ağırladı. Avusturya Filarmoni Orkestrasının konseri başta olmak üzere çok sayıda konser, v.b. etkinlikler yapıldı. Yurtdışından gelenler çok takdir ediyorlar, kaynaklarınızı iyi kullanmışsınız diyorlar. Avustralya’dan gelen bir mimar “Ünik bir bina. Özgün ve rasyonel. Ancak Türkiye’de olabilirdi.”diyor. 54 Mimar ve Mühendis DÜNYADA TEK TÜKENMEYEN MALZEME AHŞAPTIR. DİĞER BÜTÜN MALZEMELERİN DÜNYAMIZDAKİ REZERVİ BELLİDİR. OSMANLI EVLERİNİN DÖRTTE ÜÇÜ AHŞAP MALZEMEDİR. ESKİDEN YANGIN RİSKİ FAZLA OLMASINA RAĞMEN BU ORAN GEÇERLİYDİ. ŞİMDİ İSE YENİ YAPI MALZEMELERİ HEM ÇOK ÇEŞİTLİDİR HAM DE YAYGIN OLARAK KULLANILMAKTADIR. Su Kongresi sırasında bir diğerine ; “Neden bu kadar resim çekiyorsunuz?” diye sorduğumda “Bizim Belediye Meclis üyelerine göstereceğim. Sizin Norman Foster, Tony Farrell’iniz varsa Türklerin de bir Cengiz Eruzun’u var diyeceğim” yanıtını verdi. Bunu söyleyen Londra Belediyesinin baş danışmanı Michael Gibson. Cumhuriyet dönemine kadar çok kıymetli olan mimari, sanat bu hale nasıl geldi? Mimari açıdan Atatürk şöyle düşünüyor: “Tabii ki bizim estetiğimizi, bizim izimizi taşıyacak ama mimari modern olacak. İtalyan mimarisi Alman mimarisine benzemez” diyor. “Bizim mimarimiz de tabiidir ki, çağdaş olacak. Ama bizim tarzımızı yansıtan yapılar yapmalıyız.” Biz, batıdan daha üste çıkabiliriz, çünkü tarihimiz incelendiğinde onlardan daha fazla esin kaynağımız var. Atatürk’ün son zamanlarında dinlenebilmesi için Büyükada’da bir köşk yapılması düşünülmüştür. Köşk projesi için seçilen mimar Sedad Hakkı Eldem’dir. Atatürk, arsa ile ilgilenenleri, plancıları, hocamızı da çağırmış ve programı oluşturmuşlar. Daha sonra da eskiz çalışmalarını görmek istemiş. Hocamız göstermiş. Planları inceledikten sonra binanın görünüş çizimlerine bakmış. Çevresindekilere “Binayı nasıl buldunuz?” diye sormuş ve hiç cevap alamayınca; “İşte ben mimaride hep modern ama bizim tarzımızı yansıtan, bize özgü bir tasarım bekledim.” demiş. Bu çalışmaları olumlu bulmuş ve devam etmesini söyleyerek son halini de görmek istemiş. Ama ömrü buna vefa etmiyor. Bu bina da inşa edilemiyor. Projeleri duruyor. Bu küçük deneyimi, Sedad Hakkı Eldem’in belgeseli çekilirken kendi ifadeleriyle dinlemiş ve not etmiştim. Devletin en büyüğü doğru yolu gösteriyor. Ama mimari ile ilgilenenler, iskan modelini seçenler ve yapsatçılar, bilenlere danışmadan hareket etmişlerdir. Eskiyi araştırmadan, Batılıların yanlışlarını bilerek ya da bilmeyerek örnek almışlar, yalnızca rant beklentisiyle ülkemizin sözümona şehircilik ve mimarlıkla ilgili yeni modellerini ortaya koymuşlardır. Çabalarının sonucu da, şimdiki çarpık yapılaşma ve gökdelenlerdir. Bizim bu yaşadığımız şehirleşme kendi insanımızın yaptığı bir şehirleşme mi yoksa dışarıdan bize dayatılan bir şehirleşme mi? Mesela Dubai’de olan şehirleşme Arapların istediği bir şehirleşme mi yoksa yabancıların işine mi öyle geliyor? Hatta şöyle de başlayabiliriz; dünyada insanı ön planda tutan şehirleşmede ilkelerimiz ne olmalı? Bizdeki şehircilik neden böyle oldu, anlatmak lazım. Üniversitelerde öğretilen şehirciliğin teorik kurgusu pratikte uygulanamamış, her zaman lafta kalmıştır. Mesela bizdeki ülke planı 5 yıllık kalkınma planları olarak hazırlanır, ancak uygulanamaz. Çünkü neyin nasıl yapılacağı yalnızca yazılır. Bölge planları, çevre düzeni planları, nazım planlar, şehir planları, koruma imar planları, kentsel tasarım projeleri yoktur. Şehir ve Bölge Planlama Bölümleri var, şehircilik öğretiliyor ama bölge planlama öğretilmiyor, öğretilse dahi plancılar yetişmiyor. Çevre düzeni plan ölçeği var, 1/25 bin olandan söz ediyorum. Daha çok milli parklar, doğal alanlar, doğal sit alanlarını içeren çevre düzeni planı fikri çıkıyor, sonra da nazım planlar geliyor. Bu planlar da kentlerin il sınırlarına kadar olan alanların planlanmasıdır ki, bu da 1/5 bin ölçeğinde yapılır. Mesela İstanbul’un planlaması 1/50 bin ölçeğinde yapıldığı için yargı bunu iptal etti. 1/ 50 bin ölçekli planın “Metropolitan Plan” olduğu, nazım planın ölçeğinin 1/5 bin olması gerektiği gerekçesiyle reddedildi. Oysa İstanbul’un çok büyük bir kent alanı olduğu için ancak 1/50 bin ölçekli plan kentin bütününü içerebiliyor. Ölçek, plan karakterini belirlememelidir. Çünkü reddedilen 1/50 bin ölçekli plan, ekleriyle birlikte bir nazım plan karakteri yansıtmaktaydı. Bu konuda İhtisas Mahkemesi olmadığından yanlış karar verilmiştir. Tepebaşı’nda Büyükşehir Belediyesinin kurmuş olduğu İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu içinde Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi Grubu Başkanı olarak görev yaptığım sıralarda çok eleştiri aldım. Nedeni de, eski yapıların yıkılmadan restore edilmesi, zorunlu olarak yıkılsa bile yenilemede orijinal malzemenin kullanılmasının esas olduğu ve yeni yapılarda bile geleneksel yapı malzemelerinin kullanılmasının zorunlu olduğu düşüncesinde ısrarcı olmamdır. İstanbul’da tarihi doku içinde yeni yapılacak binalar için üslup ortaya koymayan ancak yapı ögelerinde ve dolu -boş oranlarında eski dokuyla çelişmeyen tasarımlara yer verilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Gerekçesi de, yeni yapıların eski üslubun kopyası olmaması ve onlarla yarışan başka bir üsluba yer verilmemesidir. Aksine, yalınlığıyla eski dokunun üslubunu daha çok ortaya çıkaran bir tasarım tarzı benimsenmelidir. Eleştirenler ise tarihi yarımadada betonarme binalar yapılabileceğini de savunuyorlardı. Oysa tarihi yarımadanın mimari karakterinde hiçbir zaman beton yer almamıştır. Eskiden kullanılmış yapı malzemeleri çoğunlukla ahşap, taş ve tuğladır. Çelik ise kargir binalarda kat döşemelerinin volta döşeme denilen çelik takviyeli yassı tuğla karma sisteminde ve bazı hallerde de düşey taşıyıcıların takviyesinde yardımcı malzeme olarak kullanılmıştır. Örneğin; İsrail, Kudüs’te eski yapıları onarırken ve hatta yeni binalarda dahi Kudüs taşı kullanımını zorunlu kılmıştır. İstanbul genelinde belli yaklaşımlarla geleneksel yapı sistemlerini bozdular. Bizlere zaman kaybettiren sistemler getirdiler. Bu sistemler birilerine para kazandırıyor. Yüksek ve yoğun binalar o kadar çoğaldı ki, yakın bir gelecekte iflaslar arka arkaya gelecek. Şimdi belli adamlar çıkıyor, büyük para kaybettirecek projeler sunuyorlar. Gebze’den Silivri’ye yol yapmak gibi projeler var. İstanbul Boğazına alternatif kanal projeleri var. Neden yapılıyor? Gereği var mı? Denize MİMARİ AÇIDAN ATATÜRK ŞÖYLE DÜŞÜNÜYOR: “TABİİ Kİ BİZİM ESTETİĞİMİZİ, BİZİM İZİMİZİ TAŞIYACAK AMA MİMARİ MODERN OLACAK. İTALYAN MİMARİSİ ALMAN MİMARİSİNE BENZEMEZ” DİYOR. “BİZİM MİMARİMİZ DE TABİİDİR Kİ, ÇAĞDAŞ OLACAK. AMA BİZİM TARZIMIZI YANSITAN YAPILAR YAPMALIYIZ.” BİZ, BATIDAN DAHA ÜSTE ÇIKABİLİRİZ, ÇÜNKÜ TARİHİMİZ İNCELENDİĞİNDE ONLARDAN DAHA FAZLA ESİN KAYNAĞIMIZ VAR. deniz taşıtı koysanız çok daha ekonomik ve konforlu ulaşım zaten sağlanıyor. Bu derin sularda karayolu yapmak milyarlara mal olacak. Ama zaten bunu elde etmek amaçlanıyor. Kanal ise tamamen yanlış. Doğayı bozmadan yapılabilecek alternatifler üzerinde durulmalıdır. Turgut Cansever Hoca ile çalışma imkanınız oldu mu? Turgut Hocanın da şehircilik üzerine mesela Habitat raporları, deprem raporları gibi çalışmaları var. Aslında sadece mimar ve mühendisi değil her kesimden şehircilik üzerine kafa yormak için istişare kurulu oluşturduğu biliniyor. Turgut Hoca ile benim fikir birliğim vardı. Benim yaptıklarımı beğenen tek büyük adamdı. En çok Haliç Kongre Merkezi’ni ona gösteremediğim için üzülüyorum. Habitat konusunda bir rapor hazırladı, okudum, çok ilginç görüşler var. Ben de o sıra ihtisas kentleri adını verdiğim, eskiden köy kent olarak tanımlanan, kentlerin yerinde büyütülmesi, göçlerin önüne geçilmesi amaçlanan küçük ölçekli kentlere alternatif öneriler hazırlığı içindeydim. Büyük kentler yerine, daha çok ama küçük kentler yapılmalıydı. Bunlar 20 bin – 100 bin nüfuslu ihtisas yerleşmeleri olmalıydı. Turgut Cansever de bu konuda benzer düşünceler içindeydi. Ayrıca, binaların az katlı ve modüler sistemlerle, üstelik bazı yapı elemanlarının standart üretiminin yaygınlaştırılmasının uygulama- Mart-Nisan 2012 55 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ları kolaylaştıracağını, insanların yapımda katkıları olacağını düşünmekteydi. Federal Alman Mimarlar Odası Başkanı Roland Ostertag geldi, bizim üniversitede bir konferans verdi. Konferans esnasında kendi yaptıklarını gösterdi, tam benim düşündüklerimle örtüşüyordu. Şehirleri küçültmeye çalışıyor ve nedenlerini net olarak söyleyemiyordu. Sorular bölümünde söz alıp bu büyük şehirlerden kurtulmamız gerektiğini ifade ettim. Bizde şehirlerin yağ lekesi şeklinde büyüdüğünü, merkezde yoğunlaşıp varoşlarda yaygınlaşan bir biçime dönüştüğünü ve çok büyüyünce artık engellenmesi imkansız hale geldiğini açıkladım. Bunun da kentin tarihi kimliğini, estetiğini yok ettiğini, oysa kendi başına yetebilen, küçük ama daha fazla şehirlerin yapılabileceğini önerdim. “Aynen sizin gibi küçük şehirlerden yanayım ama en büyüğünün de 100 binin üzerinde olmaması gerekir. Bu konuyu sizinle daha ayrıntılı konuşalım” dedi. Birlikte çıktığımız Boğaz gezisinden dönerken Süleymaniye’nin arkasında güneşin batışının kızıllığını, siluetin güzelliğini görünce gözleri takıldı kaldı. “İnsanların hafızalarından silinmeyecek muhteşem bir imaj bu” dedi. Şimdi koruyabildik mi biz bu silueti? Yedikule’deki üçlü gökdelenler yöneticilerimiz için çok daha makbuldür. Yanlışların başta önlenmesi ve yüksek binalardan vazgeçilmesi lazım. Belediye Başkanımız açıklıyor: “Yükseklikleri 80 metre ile sınırladık.” İnsanlar bunun 30 – 35 kata izin verildiği anlamına geldiğini anlamazlar ki. Defalarca konuştum bu yöneticilerle, ama ne fayda? Ne yazmanın ne söylemenin yararı var. Zamanında İmar Yönetmeliğine, İstanbul’un hiç bir yerinde 2,5 emsal aşılamaz maddesini koydurduk. Sonra Belediye Meclisinde 3 emsal olarak değiştirildi, daha sonra da plan iptal ettirildi ve kaldırıldı. Bilimsel verileri devreye sokarak gerçekleri yakalamak lazım. Son yaptığımız Tarihi Yarımada Koruma Planında, benden önce Belediyenin şehirci elemanları bina derinliğini sınırlayan anlamsız bir yaklaşma sınırı çizmişlerdi. Arsa büyüklüklerine göre bazıları derinleşmiş, bazılarının arsaları iyice küçülmüş. Oysa arsa sahipleri arasında hakkaniyet ölçüsünü ortaya koyacak bir sınır belirlenmeliydi. Bu sorunun çözümünü iki şehir plancısına bir türlü anlatamadım. Kurşun kalemle kendim çizmeme rağmen 56 Mimar ve Mühendis PROF. DR. CENGİZ ERUZUN 1941 yılında Fındıklı / Rize’de doğdu. 1970’de İ.D.G.S.A. (MSGSÜ) Y.Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1972’de Öğretim üyesi olduğu,1997 – 2000 arasında Mimarlık Fakültesi Dekanlığı yaptığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden 2005 yılında emekli oldu. 1997 – 2009 arasında T.C. Kültür Bakanlığı Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, Trabzon, İstanbul 1 ve 5 numaralı Koruma Kurullarında üye ve başkan olarak görev yaptı. 1992 – 1998 arasında TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesinde 2. Başkanlık ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Halen Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği Başkanlığı yanı sıra muhtelif sivil toplum kuruluşlarında kurucular kurulu, yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmaktadır. “TURKISH HOUSE” PROCESS ARCHITECTURE “TURKEY : PILGRIMAGE TO CITIES,TOKYO/ JAPAN (1990) (Başmakale ve editörlük) ve “ANADOLU’DA EV VE İNSAN”, “ANATOLIAN VERNACULAR HOUSE” , Emlak Bankası (1992-1996) kitaplarının yanı sıra çok sayıda inceleme, araştırma, bildiri ve makalesi yayınlanmıştır. “Diyarbakır Ziya Gökalp Üniversitesi (Dicle Üniversitesi ) Kampüsü” (Orhan Şahinler ile 1971), Tarlabaşı - Beyoğlu Tarihi Çevre Düzenlemesi (Erdal Küpeli ile 1988), Kültür Bakanlığınca açılan “Gelenekten Geleceğe Evimiz” (1991) konulu yarışmalarda ödüller almıştır. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde ve kentlerinde eski eser restorasyonları, turistik tesisler, tekil ve toplu konutlar ve çarşı projeleri, Tekirdağ, Kütahya, Bursa – Trilye, Birgi, Çanakkale Kentsel Sit Alanları Koruma Amaçlı İmar Planlarını, 1997- 2009 arasında Haliç Kültür ve Kongre Merkezi Kompleksi (186.000 m2) Proje ve Uygulama Kontrollüğünü yaptı. benim çizdiklerimi silerek kendi yanlışlarını ediliyor ya da edilmiyor. Zaten o zaman devam ettirdiler. mülkiyet yok, başkasına satılabilen, babadan Bizim Tanzimat döneminde çıkan bir yasa çocuklara geçen kullanım hakkı var. Zaman- var ya, “Ebniye Nizamnamesi”. Son derece la bu, “Ebniye Nizamnamesi” adı verilen ciddi bir imar kuralıdır. Eski İstanbul’da yönetmeliğe dönüşüyor. Bu Nizamname o uygulanan sistem. Fatih döneminde nüfus zaman, dış ülkelerden örnek alınmadan, artsın diye İstanbul’a göç serbest bırakıl- İstanbul’da eskiden yapılan bütün binaların mış. Sonra sadrazam; “Sultanım bu göç tetkik edilmesiyle hazırlanmıştır. Eski bina- böyle devam ederse İstanbul yaşanmaz lara ve sokaklara ait, kendi kurallarımıza hale gelir” diye padişahını uyarıyor. Önlem göre yapılmış bir nizamnamedir. Geçerli- alınarak İstanbul’a her geleni sokmamak liği günümüze kadar gelebilseydi, İstanbul için çift bozma vergisi konuyor. Ayrıca, bugün gökdelensiz, betonsuz, kaçak yapısız, gelenlere İstanbul’a katkısının ne olaca- dünyanın en güzel şehri olurdu. ğı sorularak şehirde yaşama isteği kabul Nizamnamesi konusunda Selim Timur isimli Ebniye bir şahsın tezi var. Herkesin okuması lazım bu çalışmayı. Şehircilik Bakanlığı bütün yetkileri kendi kontrolü altına alıyor, bütün planlarda kendi yetkili oluyor. Zaten yeni afet yasası diye bir yasa çıkarmak isteniyor ama birçok eksik var, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Teknik yönden bakıldığında çözemediğimiz bir konu yok zaten. Bataklığa dahi binalar yapılıyor. Sağlam yaparız diyorlar. Yeraltına istediğiniz gibi inebiliyorsunuz çünkü. Mühendisler de diyor ki, biz depreme dayanıklı binalar yaparız, binalar istenildiği kadar yükselebilir. Ama jeologlar da bu konularda mühendislerle dalga geçiyorlar. Evet, sağlam bina yapılabilir, her hangi bir depremde bina kırılmaz ama zemin sıvılaşması nedeniyle üç kat toprağa gömülür, yan yatar diyorlar. Bu binalar kullanılabilir mi? Türkiye’de plan hiyerarşisi esastır. İstanbul konusunda ulusal bir plan olmadan hiçbir tasarım ve uygulama yapamazsınız. Yani sorun yükseklik değil diyorlar. Sorun, yüksek binaların yapılmaması ile çözülür. Biz çözeriz diyorlar ama bugüne kadar kaç deprem yaşandıysa önce betonarme binalar yıkıldı. Ne zaman çözecekler? İnsanlar öldükten sonra ne anlamı var? İstanbul konusuna gelmişken, düşünülen büyük çılgın projeler İstanbul’un nüfusunu daha da artırmaz mı? Hem İstanbul’un hem Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atacak bir projeye dönüşmez mi? Aslında kanal ihtiyacı da yok. Başka alternatifler de var. En fazla tehdit petrol taşımacılığıdır. Neden mesela petrolü boru döşeyerek geçirmeyelim ki… Daha ucuz ekonomik çözüm varken, bu konuda ısrar ediliyor, anlaşılır gibi değil. Bu şehir 30 milyonluk bir şehir olacak. Tabii 30 milyonda durursa. Ama ne yazık ki, böyle giderse bu şehir batacak, tarihten silinecek. Bakın Mexico City şehrine, millet temiz havayı para ile alıyor, astım hastalıkları çoğalmış. Caddelerde bu hastalar için jetonla çalışan oksijen istasyonları var. Lütfi Kırdar’da bir sempozyum oldu, ben de konuşmacıydım. Şehircilik Bakanı da oradaydı ve ben sordum. Dedim ki; “Siz neden İstanbul’a bu kadar yüksek ve fazla bina yapıyorsunuz?” “İhtiyaç var” diyor. Oysa ihtiyaç olmadığı gibi tersine konut fazlası olduğunu ısrarla anlattığımda, göçlerin devam ettiğini, bunun gelecekte de devam edeceğini savunuyor. Bugün konut rezervi ihtiyacın çok fazlasıdır. Kanıtlamak için de, ülkemizde olabilecek bir şey değil ama imar ya da şehircilik kanununa yazsanız, “Herkes oturduğu evin sahibidir” diye. Bakın bakalım konut sorunu var mı? Asıl sorun göç, mesele göçün engellenmesidir. Her sene Eskişehir kadar göç geliyor. Bu plan hiyerarşisinin olmamasından kaynaklanıyor. Doğu, Güneydoğu ve Orta Anadolu’ya, sanayisi olmayan yörelere sanayi kurarak istihdam yarattığınızda insanlar batıya göç etmez. Divriği’yi (Sivas) gördünüz mü? Dağlar taşlar demir pası renginde ama maden azaldı diye yarı işlenmiş demir ithal edilmeye başlanmış. Demir Çelik İşletmeleri özelleştirilmiş. Bu uygulamalar batıya yeni göç vermiş doğal olarak. Binalar açıkta kalmış. Nüfus kalmamış ilçede. Demir konusunda ihracatından çok daha fazla ithalat var. 1992’lerde Birlik Vakfı tarafından ‘Türk İnsanının Konutla İlgili Yaklaşımları”nı konu alan bir çalışma yapmıştık. Sacit Adalı’nın başkanlığında yapılan bu çalışmaya Turgut Cansever, Hasan Şener, Saadettin Ökten gibi hocalar da bu çalışmaya dahil olmuşlardır. Türkiye genelinde anket yaptık ve sorular sorduk, sorulardan bir tanesi şuydu: “Az katlı binalarda mı, yoksa çok katlı apartmanlarda mı oturmak istersiniz?” Sonra kendi aramızda bu soruya verilebilecek yanıtları tahmin etmeye çalıştık. Ben, “yüzde 85 az katlı çıkar” dedim. Turgut Bey, “yüzde 50 az kat – yüzde 50 çok kat çıkar” dedi. Herkes farklı tahminlerde bulundu. Sonuç; Ülkemizin yüzde 93’ü az katlı bina istiyordu. Öyleyse % 97’lere varan bu yüksek binalar kimin için yapılıyor? Yeni göçler için mi? Yabancı spekülatörler için mi? Bir de ülke içinde yatırım yapma imkanı gibi mi görülüyor İstanbul? Eş dost birbirini çağırıyor, gelin yatırım yapın diyor. Taşı toprağı hala altın olarak görülüyor. Literatüre “Türk Evi” ismiyle girmiş mütevazi ve insancıl konut yapılarımız vardı. Bugün ise bunun yerini apartman blokları, rezidans daireleri almış durumda. Günümüzde “Türk Evi”ni yeniden canlandırmak ve sürdürülebilirliğini sağlamak mümkün mü? Mümkün ama nasıl, dediğim gibi sistemin değiştirilip yüksek binalardan vazgeçilmesi gerekiyor. Yüksek binadan vazgeçmezseniz, asla çözüm bulamazsınız. Türkiye’de eğer biz az katlı bina yaparsak ülkenin toprakları buna yetmez gibi bir algı var. Böyle bir şey var mı? Ben söylüyorum, net olarak 1,5 emsal ile yoğunluk kısıtlandığında ki maksimum emsal bu orandır, 3 katlı bina yapabiliyorsunuz. Şimdi Muğla’nın emsali 1’dir. Yürürlükteki sistemde bina taban oturma alanı %25’tir. 1 emsal ile ne yapılır? 4 kat bina çıkar. Hâlbuki Muğla’da 2 kat bina yapılır. Bir başka deyişle taban oturma alanı %50, bina toplam alanı da %50 olmak üzere 4 kat yerine 2 katlı ev yapılabiliyor. Çünkü komşusuyla mesafeyi sınırlıyor, geri kalan alanı da bahçe yapıyor. Yemyeşil bir şehir ortaya konuluyor orada. 1 kat daha ilave edersen (3 kat için) 1,5 emsal yeterli oluyor. Yer sorunu yok aslında. Suni bir bilgi bu. Türk evinin canlandırılması konusuna tekrar dönersek, malzemeyi konuştuk biz, o halde içini de konuşalım. Türk evi nasıl bir evdi? Gece, gündüz bütün mekanların kullanıldığı evlerdir. Her oda bir evdir aslında. Eski konaklara bakarsak, devasa ve bölümlü evler var, haremlik ve selamlık bölümleri olan evler var. Ama kasabalarda bu kadar büyük evler yok. Zaten göç de çok olmaz kasabalarda. O bakımdan plan şemaları da son derece önemli. Plan şemasında şöyle bir sorun var; büyük aile tipi vardı eskiden, burada bu tipte geniş aile dediğimiz aile de çıkıyor. Mesela teyze, amca vardır ve bazen gereklilikten dolayı onlara da bir oda veriliyor. Çocuklar büyüdükçe de evlendiriliyor, onlar da barınıyor. Sonra kardeş eşleri arasında kavgalar başlıyor, sonra teker teker büyükten itibaren göndermeye başlanır. Ama şimdi sistem çekirdek aile tipine döndü. Aslında yüksek binalarda çocuklar kilitlenip kalıyor. Onun için yükseklik çözüm değil. Yüksek olmayınca binalar, eğer yan komşunuzu rahatsız etmiyorsanız, sorun yok. Karadeniz’de dostluk neden fazladır biliyor musunuz? Çünkü komşularla mesafe fazladır. Yaklaştıkça sorun çoğalır. Evler, insanlara mutlu olabilecek mekanlar sunmalıdır. Mart-Nisan 2012 57 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Süreyya SU Sosyolog BAŞKA TÜRLÜ BİR KENTSEL DÖNÜŞÜM İÇİN KAFASI KARIŞIK DÜŞÜNCELER İ Bugün yaşanan yoğun imar faaliyetiyle, İstanbul’un şehir dokusu gittikçe yükselen apartmanlarla yeniden örülüyor. Öyle ki tek katlı müstakil binalar çoktan nostaljik ya da eskimiş kalıntılara dönüştü. Hatta bunlara üç dört katlı apartmanları bile ekleyebiliriz. Çoğu artık 50 yaşına varmış bu apartmanlar da var kalabilmek için koruma altına alınmayı bekliyor. stanbul’un şehir dokusuna baktığımızda tek katlıdan en fazla dört katlıya, bahçeli ve müstakil özelliği olan binaları şöyle kategorize edebiliriz sanıyorum: Çoğu ahşap, bazıları taş olan tarihi binalar, Cumhuriyet’in erken döneminde inşa edilmiş ve “mutena” semtlere özgü kübik apartmanlar, şimdinin varoş tabir edilen çevre semtlerinde arada kalmış eski gecekondu yapıları. Bunların çoğu da yıkılarak yerine, üzerinde durduğu arsanın elverdiği ölçüde yüksek binalara dönüşmeyi bekliyor. TOKİ ve büyük inşaat firmalarının ürettiği konut projeleri mimari üzerinde ideolojik bir hegemonya kurarak arsa sahiplerinin ve yerel müteahhitlerin tekil projelerini de şekillendiriyor. Sonuç olarak, söz konusu büyük inşaat firmalarının projelerinden “esinlenmiş” yapılardan oluşan birbirine benzeyen bir mimari manzara ortaya çıkıyor. Çiftehavuzlar’da yükselen bir rezidans kulenin benzerini Zeytinburnu’nda da görebiliyorsunuz. Şimdilerde moda olan, Fransız pencereli, mavi cam yüzeyli, kat aralarında kış bahçeli binaları ise Bostancı’dan Bağcılar’a kadar her yerde görmek olası. Peki, yaşam alanlarındaki bu benzeşme, yaşam tarzlarında bir benzeşmeye tekabül ediyor mu? Sadece dikkatli bir gözlemle bile varılabilecek bir çıkarsama, toplumsal alanda bir kamplaşmanın var olduğunu söyleyecektir. Bu kamplaşma, kimi yerde etnik, kimi yerde dinsel, kimi yerde de sınıfsal bir ayrıma dayanıyor. Çok katlı apartmanlaşmaya doğru dönüşen bir mimari evrim, çok kültürlü kozmopolitleşmeye doğru bir sosyal dönüşüme tekabül etmiyor; bilakis haneden semte kadar yayılan bir içe kapanma yaşanıyor. Toplum yan yana ama aralarındaki temasın asgari ölçülerde olduğu cemaatlerden oluşan bir yapı sunuyor. Burada, Cumhuriyet’in ideal bir şehirli hayat modeli ve etik oluşturamamasının etkisi olduğu söylenebilir. Hal böyle olunca, şehre göç eden yeni sakinler, kendi yordamlarıyla şehirlileşme tecrübesi yaşıyor. Almanya’ya göç eden işçilerin, Mercedes sahibi olma, giyim-kuşamını değiştirme, teknolojik ev aletleri alma gibi pratikler üzerinden “Avrupai” bir imaja bürünme çabalarına benzer şekilde, büyük şehirlere göç eden eski ve yeni sakinler de güvenlikli siteler içinde yüzme havuzundan spor salonlarına kadar her türlü konforu sunan binalarda oturarak kendi “mutenalaşmalarını” oluşturmaya çalışıyor. Kültürel olarak ise içe kapalı bir manzara arz etmekle beraber, korumaya çalıştıkları şeyin de çoktan dönüşmeye başladığı bir arada kalmışlık hali var. Sonuç olarak, şehirlileşme bir fiziksel yerleşme süreci olmakla beraber, daha önemlisi, bir toplumsal değişme sürecidir. Bu bakımdan, şehirlileşmenin toplumsal-kültürel içeriği kültürleşme süreci aşamalarını içerir. Bunlar, etkilenme, benzeme, dönüşme, melezleşme şekillerinde tezahür edebilir. Yine de şehirlileşme süreçleri, şehirleşme sürecine göre daha yavaş bir seyir izlemektedir. Şehirlileşme adına kaydedilebilecekler, daha çok sembolik sermayeyle ilgilidir, kültürel sermaye adına gelişme daha azdır. İstanbul’a bir tepeden bakıldığında şehrin küreselleştiği ve halkın hemen bu sürece uyum sağladığı görülüyor. Yüksek katlı plaza ve rezidanslar ile bunların arasında işleyen karmaşık bir ekonomik trafik. Bir ara Türkiye’de görev yapan bir İngiliz’in Türklerle ilgili önemli bir tespiti vardı: “Türkler, düzenli olması gereken şeyi düzensiz, düzensiz olması gereken şeyi de düzenli yapıyor” demişti. Örnek olarak, şehirlerin plansız, binaların herhangi bir simetri gözetilmeden yapılmasını vermişti. Ormanların ise tek sıra dizilmiş ağaçlardan oluştuğunu söylemişti. Yani doğallığına 58 Mimar ve Mühendis TOKİ ve büyük inşaat firmalarının ürettiği konut projeleri mimari üzerinde ideolojik bir hegemonya kurarak arsa sahiplerinin ve yerel müteahhitlerin tekil projelerini de şekillendiriyor. Sonuç olarak, söz konusu büyük inşaat firmalarının projelerinden “esinlenmiş” yapılardan oluşan birbirine benzeyen bir mimari manzara ortaya çıkıyor. bırakılması gereken şeye geometrik bir düzen vermeye çalışırken geometrik bir düzende olması gereken şeyi kendi doğallığına bırakıyoruz. Bugün belli bir plan dahilinde ve işlevine göre sınırları belirlenmiş bir bölgede inşa edilmesi gereken yüksek kulelerin, olur olmadık yerde, şehrin doğal örtüsü, silueti, estetiği gözetilmeden birer ayrık otu gibi, hatta şehrin ortasına bir incir ağacı gibi dikildiğini görüyoruz. Bu binaların yükseldiği yerlerde toplumsal ve kültürel hayatta yapacağı tahribat pek gözetilmiyor. İstanbul başta olmak üzere, özellikle göçmenler için şehirler kendilerine sadece geçim imkanı veren iş ve sermaye kaynağı olarak anlam kazanıyor. Hal böyle olunca, adaptasyon, şehre ve şehirlinin değerlerine değil, ilk defa bu yoğunlukta karşılaştığı para ekonomisi ve ücretli iş ilişkisine yönelik oluyor. Toplumsal ve kültürel hayatta olabilecek tahribatın nedenleri de tam olarak burada yatıyor. Küreselleşen İstanbul, giderek daha çok bir “Survivor Adası”na benziyor. Herkesin birbirinin rakibi olduğu, tek amacın hayatta kalmak olduğu, güçsüzün terk edilerek sistem dışına atıldığı, acımasızlığın ve kazanma hırsının tek motive edici güç olduğu bir dünya. Bu dünyada kazanan sadece iktisadi akıl oluyor. Küresel sermaye rejimi kentsel mekanı dönüştürüp yeniden üretirken, üretilen mekan da küresel sermaye rejiminin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynuyor. Bu döngü içinde şehrin geleneksel dokusunu oluşturan ve kamusal hayatın merkezi olan mahalleler, risk alanları olarak damgalanarak, küresel sermayenin mekan tasarımına göre dönüştürülüyor. Bu dönüşüm şehrin fiziki alanından hayat alanına kadar etkisi hissedilen bir sembolik şiddetle meydana geliyor. Bu noktada mutenalaşma denen süreç, temelde iki amaca hizmet eden bir makro projenin çıktısı olarak işliyor. Para ekonomisine entegrasyon ve dikey hareketlilik. Burada dikey hareket iki anlamda da kullanılabilir. Para ekonomisine entegre olan kesimler, statü değiştirirken, yükselen statülerinin bir gereği olarak yükselen yaşam alanlarına taşınıyor. Bunun ötesinde mutenalaşma ve binaların yükselmesi süreçleri arsa spekülasyonlarını ve rant ekonomisini besliyor. Şimdiye kadar tek derdi ikamet ettiği alanın yasallık kazanması olan kesimler de arsa spekülasyonundan ve rant ekonomisinden pay alma derdine düşmüş halde. Diğer yanda, kentte işsizlik, mevcut birikim rejimi içinde giderek artmış bulunuyor. Formel istihdamın ve üretim sektörünün öneminin azalması ya da daha az insan gücüne ihtiyaç duyar hale gelmesi işsizliğin önemli nedenlerini oluşturuyor. Sosyal güvenlik ağının içinde olma oranı düşüyor. Bu yüzden insanlar düşük ücretli olmasına rağmen sigortalı işlerde çalışmayı tercih ediyor. Gecekondu niteliğini taşıyan ya da eski konutlarda kiracılık artıyor. Tarım sektörünün zayıflamasıyla memleketten de artık eskisi gibi erzak gelmiyor. Yani istihdam, barınma ve sosyal güvenlik bağlamında pek de olumlu bir manzara yok. Bu koşullar içinde düşük ücretli kesimden insanlar ikamet için iş yerlerine ya da metro gibi toplu ulaşım merkezlerine yakın yerleri tercih ediyor. Hatta bir apartman dairesinde annebaba ya da bir akraba ile bir arada oturma ihtimali de çocuk bakımı veya emekli maaşıyla getireceği destek gibi avantajlara göre tercih edilebiliyor. Buna mukabil komşuluk ilişkileri daha formel bir niteliğe bürünüyor. Bireyselleşmiş bir toplumda hane içinde bile iletişim azalıyor. Apartman tasarımı zaten orta sınıf çekirdek aile değerlerini ve bu değerlerden türeyen pratikleri insanlara empoze ediyordu. Yeni apartman konsepti ise kapitalize olmuş birey değerlerini ve kültürel Mart-Nisan 2012 59 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TOKİ KAYABAŞI EVLERİ TOKİ HAMİTLER DOSYA: ŞEHİRLEŞME Apartman tasarımı zaten orta sınıf çekirdek aile değerlerini ve bu değerlerden türeyen pratikleri insanlara empoze ediyordu. Yeni apartman konsepti ise kapitalize olmuş birey değerlerini ve kültürel pratikleri empoze ediyor. Modernleşmenin bir ürünü olan apartmanlar, fiziki kuruluşları itibariyle modernleşmenin gereği olarak addedilen pratikleri dayatırken, postmodernleşmenin bir ürünü olan site apartmanları da yine fiziki kuruluşları itibariyle tüketim toplumunun ve postmodern birey kültürünün pratiklerini dayatıyor. 60 Mimar ve Mühendis pratikleri empoze ediyor. Modernleşmenin bir ürünü olan apartmanlar, fiziki kuruluşları itibariyle modernleşmenin gereği olarak addedilen pratikleri dayatırken, postmodernleşmenin bir ürünü olan site apartmanları da yine fiziki kuruluşları itibariyle tüketim toplumunun ve postmodern birey kültürünün pratiklerini dayatıyor. Dahası geleneksel olan ne varsa ancak dekoratif olduğu ölçüde kendine yer bulabiliyor; yoksa buharlaşıyor. İşte bu ahval ve şerait içinde geleneksel ve dinsel değerleri yeniden ihya etmek öyle pek de kolay görülmüyor. Geçtiğimiz yaklaşık 20 yıl içinde bilginin İslamileştirilmesi gibi bir tecrübe yaşadık. Amaç, modern bilgi ve kurumların İslami bir konsept içinde yeniden üretilmesiydi ama bu süreç modern olanın İslamileştirilmesinden çok, İslami olanın modernleştirilmesine yardım etti. Bankadan uzak duran kesimler, İslami finans kurumlarıyla bankacılık işlemleriyle tanıştı, pozitivizme karşı İslami bilgiyi oluşturmaya çalışırken İslam’a sosyal bilimlerin perspektifinden bakmaya başladı. Benzer şekilde İslami bir mimari ve şehircilik adına yapılanlar da Caprice Gold gibi rüküşlük abideleri ortaya çıkardı. Kapitalizm ve modernlik öyle bir sistem ki karşıtını kendisini güncelleyerek yeniden üretmek için bir imkan haline getirebiliyor. Nietzsche’den Derrida’ya kadar ikrar edilen bir gerçek şu ki Batılı metafiziğin dışında bir düşünmenin evi olacak bir dile sahip değiliz. O zaman bu dilin imkanlarıyla metafiziği içten dönüştürmeye çalışmaktan başka çaremiz yok. Bizim için İslami bir dilin imkanı var elbette ama o dille aramızdaki mesafe hayli açılmış durumda. İslami dille ilişkimiz, bir yabancı dili yeni öğrenen birinin dili kullanması gibi. Önce kendi dilimizde düşünüp zihnimizde düşündüğümüzü tercüme etmeye çalışıyoruz. Halbuki asıl olması gereken o dille düşünüp o dille konuşmak olmalı. Tabii ki bu uzun ve çok çalışmayı gerektiren bir sürecin sonunda elde edilecek bir hüner. İslami bir şehir ve İslami bir mimarlık için önce onların içinden neşet ettiği İslami bir akıl, İslami bir hayat, İslami bir toplum haline tekrar gelmek gerekiyor. Ama bundan da önce sanırım biraz yavaşlamalıyız, düşünmek için. Bugün bakıp da hem imrendiğimiz hem gurur duyduğumuz, İslam medeniyeti dediğimiz şey adına her ne varsa hayatı ibadet gibi yaşayan, dingin, mütevazı ve vakur kişiliğin ürünleridir. Telaş, kibir, hırs ise mevcut medeniyetin kişilik özellikleri. O zaman başka türlü bir hayatı düşünürken, o hayatın gerektirdiği meziyetleri de nasıl kazanacağımızı düşünmek gerekiyor. Bu, elbette topyekun bir retle olacak iş değil; ama modernliğin imkanlarını dönüştürmekle de olmuyor. Belki, öncelikle Batı karşısında tüm komplekslerimizden arınıp Kafka’nın Gregor’u gibi bir dönüşüm yaşamalıyız, bizi kendisine tabi kılan tüm ödipal tuzaklardan kaçmak için. Ramazan YETİM Yüksek Mimar ŞEHİRLER ENGELLİLER İÇİN NE KADAR UYGUN! T Adım Ramazan Yetim; 38 yaşındayım; yüksek mimarım. 1998 yılında geçirdiğim trafik kazası sonrası yaklaşık 14 yıldır omurilik felçlisi olarak tekerlekli sandalye üzerinde hayatıma devam ediyorum. Bu 14 yıllık süre zarfında, omurilik felçlisi bir kişi olarak, üzerimdeki sorumlukların gereği olarak gün içerisinde İstanbul’un hem Anadolu hem de Avrupa yakalarında, muhtelif yerlerinde bulundum. ekerlekli sandalye bağımlısı olmam nedeni ile 14 yıl boyunca hep özel ulaşım imkanlarını kullanmak zorunda kaldım, toplu ulaşım araçlarını kullanamadım. Bu durumun başlıca nedenlerini kendi özelimde özetlediğimde; 1. Bulunduğum mekandan en yakın durağa ulaşmak için geçmem gereken yol, kaldırım ve muhtelif geçitlerin standartlara uygun olmamaları nedeni ile yardımsız olarak bu mekanlara gitmemin mümkün olmaması, 2. Durak alanları bütününde bir standart sağlanamamış olması nedeni ile çoğunda emniyetli bir bekleme imkanının bulunmayışı, 3. Otobüslerin rampalı olmayanlarında, kapılarda bulunan basamaklar ve ortalarındaki direklerin, bu araçlara tekerlekli sandalye ile girmeyi imkansız hale getirmesi, 4. Otobüslerdeki yolcu yoğunluğu düşünüldüğünde, tekerlekli sandalye ile araç içerisinde durabileceğim emniyetli bir yerin bulunmayışı, 5. İstanbul’un genel yapısı ve ulaşım sistemi düşünüldüğünde, gideceğim yerlere ulaşabilmek için çoğunlukla bir diğer araca, bazen peş peşe birkaç araca aktarma yapmak gerektiği çok açıktır. Bu durumda tekerlekli sandalye bağımlısı bir kişi olarak her bir aktarmada ilk 4 maddede belirttiğim hususlar yenilenecek, tekrar edecektir. Özetleyerek ifade ettiğim bu sebeplere ilaveten kendi özür durumumla alakalı farklı bazı hususlar da benim günlük yaşantımda toplu ulaşım yerine özel ulaşım imkanlarını zorlamamı sağlamıştır. 14 yıldır fiziksel engelli olmama rağmen, Allah’ın bir lütfu olarak, bugüne kadar içinde bulunduğum imkanlar nedeni ile bir mahrumiyet yaşamadım; günün gerektirdiği yerlerde bulunabildim. Ancak yeterince imkanlara sahip olmayan ve sadece bu nedenle vaktinin neredeyse tamamını evinde geçirmek zorunda kalan, engelli bireyler var aramızda; çoğundan belki haberdar dahi değiliz. Bu problemin çözümü onlar için birer can suyu olacağı gibi toplumsal anlamda da önemli getirileri olacağı aşikardır. Problemin çözümünü üstlenecek kurum ise bir gelişmişlik ölçütü olan dünya standardına şehrimizi ulaştırmanın prestijini kazanmış olmanın yanında bu insanların dualarını alma bahtiyarlığını da yaşayacaktır. Problemin çözümünde gayret gösterecek ilgililere ve yetkililere bir tecrübe paylaşımı olması temennilerimle arz ederim. Mart-Nisan 2012 61 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. Pelin GÜNDEŞ BAKIR İnşaat Mühendisi, Kayseri milletvekili AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN TASARISI NELER GETİRİYOR? Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızca hazırlanıp başkanlıkça, Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm komisyonuna sevkedilen, ‘Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında T asarı ile afet riski altındaki alanlar ile bu alanların dışındaki riskli yapıların bulunduğu alanları kentsel yenileme ve kentsel iyileştirme kapsamına alarak, afetlere dayanıklı, her türlü sosyal donatıya sahip, sağlıklı, kimlikli mimariye haiz modern yeni kentler inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Bu kanunun çok aceleye getirildiği ile ilgili eleştiriler vardır. Ancak kanımca, aceleye getirilmemiş, tam tersi Türkiye’nin acil iyileştirme gerektiren vesayet rejiminin ıslahı gibi konuların öne çekilmesi zorunluluk arzettiğinden, kentsel dönüşümle ilgili bir kanun tasarısı hazırlanması uzun yıllar mecburen bekletilmiştir. 1999 Kocaeli ve Düzce Depremleri üzerinden 13 yıl geçmiştir. Bununla birlikte, kentsel dönüşüm doğrultusunda hala yol almamız gereken çok büyük mesafeler olduğu ortadadır. İstanbul’u büyük bir depremin beklediği tüm deprem bilimcilerce kabul edilmektedir. Beklenen İstanbul depreminin 50 bin can kaybına ve 150 milyar dolar maddi hasara neden olacağı tahmin edilmektedir. Artık, İstanbul’un bekleyecek başka bir vakti kalmamıştır. Söylenecek tüm sözler söylenmiş, tüm master planları yapılmış, raporlar, makaleler yazılmış, seminerler, konferanslar düzenlenmiş, deprem danışma kurulu onlarca kere toplanmıştır. Artık, söz söyleme, demeç verme, tartışma, danışma kurulları kurma, konferanslar düzenleme zamanı değil, iş yapma zamanıdır. Zaten çok vakit kaybeden İstanbul ve Türkiye’nin artık kaybedecek tek bir saate dahi tahammülü kalmamıştır. Aksi takdirde, olası bir İstanbul depreminde büyük bir felaketle karşılaşılacaktır. Modern afet yönetimi bilimi, afet olup bittikten sonra reak- 62 Mimar ve Mühendis kanun tasarısı’, 22-23 Şubat 2012 tarihlerinde bakanımız Erdoğan Bayraktar’ın da katıldığı komisyon toplantılarımızda tartışılarak oy çoğunluğuyla kabul edilmiştir. siyonel ‘yara sarma’ şeklindeki acil durum yönetimine değil, pro-aktif yani ‘yara almamak’ için afet öncesi girişimlerde bulunmaya, tedbir almaya ve afet risklerinin ve zararlarının azaltılması için etkin stratejiler izleme ve uygulama anlayışına dayanmaktadır. 15 Mart 2012 tarihinde TBMM’de görüştüğümüz bu kanun da aynı anlayış doğrultusunda hazırlanmıştır. ‘Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun tasarısı’ ile yoldaki tüm engellerin kaldırılması için her türlü tedbir alınmıştır. Bu kanunun çıkarılmasının arka planında, Türkiye’de depreme dayanıklı, her türlü sosyal donatıya ve kimlikli mimariye sahip yeni modern kentler kurulması doğrultusundaki kuvvetli irade ve kararlılık bulunmaktadır. 20 yıllık mesleki tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki Kocaeli ve Düzce Depremleri’nden sonra kentsel dönüşümün tam manasıyla gerçekleştirilememesinde etken olan saiklerin hepsi çok iyi bilinmektedir. Bu saiklerin en önemlisi ucube, çirkin bir de üstüne üstlük depreme dayanıksız yapıların yıktırılmasının önündeki kanuni engellerdir. ‘Yıkım’ için güçlü bir siyasi irade gerekmekteydi. Bugün şu noktayı açık yüreklilikle itiraf etmek zorundayız: Cumhuriyet döneminde, maalesef kimlikli mimariye sahip, şehirlerimizin tarihi dokusuyla uyumlu kentler inşa edemedik. Bu konudaki iflasımızı itiraf etmemiz en büyük erdem olacaktır. Bir üniversite hocası olarak tam da bu noktada bir özeleştiri yapmak istiyorum. Üniversiteler olarak da ‘Cumhuriyet’e ait, estetik, kimlikli bir Türk Mimarisi Ekolü’ geliştiremedik. Bunun niye böyle olduğunu kendimize sormamız gerekmez mi? Bundan 500 sene önce bu coğrafya- 1999 Kocaeli ve Düzce Depremleri üzerinden 13 yıl geçmiştir. Bununla birlikte, kentsel dönüşüm doğrultusunda hala yol almamız gereken çok büyük mesafeler olduğu ortadadır. nın üniversiteleri, bir Mimar Sinan yetiştirmiştir de niye günümüzün anlı şanlı teknik üniversiteleri 500 sene ilerlemeye rağmen bir Sinan daha yetiştirememiştir? Kim ne derse desin, bu kanunla, işte tarihi bir fırsat ele geçmiştir. Son 60 senede yapılan bu çirkin, ucube, depreme dayanıksız apartman bloklarının yıkılması doğrudur ve bu kanunla, bu yıkım ilk defa başarılabilecektir. Bizler bakanlığımızı çarpık, kimliksiz ve depreme dayanıksız yapıların yıkımı konusunda tüm kalbimizle destekliyoruz. Bu kanunla bunun başarılacağı da aşikardır. Ancak işin sadece yıkımla bitmediğini de biliyoruz. Yeniden inşa etmek ve bu inşa faaliyetinin nasıl yapılacağı sorusunun cevabı da bizler için bir o kadar önemlidir. İnsanlık tarihindeki en yüksek çevre bilincine sahip Peygamber Efendimiz (SAV), ‘İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir’ sözleriyle tüm insanlığa, çevresini güzelleştirme öğüdünde bulunurken ‘Ne isterseniz yapınız, her yaptığınız şey inancınızın tam bir yansıması olacaktır’ demiştir. Bu doğrultuda, bu kanunun ve arkasındaki desteğin ve toplumsal mutabakatın bir fırsat olduğunu unutmamak ve yeni yapılacak yerleşimlere bütüncül bir şehir planlama stratejisi ile yaklaşılarak, yeni kurulacak şehirleri, estetik, depreme dayanıklı, tarihsel dokuya uygun, kimlikli ve bizim medeniyetimizden esintiler taşıyan bir mimari ile inşa etmek de siyasilerimizin boynunun borcudur. Halkımızın, bakanlığımızın bu doğrultuda hareket edeceği ile ilgili bir inancı, güveni ve beklentisi bulunmaktadır. Bizim medeniyetimiz, şehirleşmede bundan 500 sene önce dünya medeniyetleri içinde zirveleri yakalamış bir medeniyettir. ‘Türkler şehirleşmeyi bilmez’ demek, Türk milleti ve Türk medeniyetine karşı derin bir haksızlık ve daha da derin bir bilgisizliğin tezahürüdür. Bu bağlamda bu kanun, Osmanlı mimarisinin bu coğrafyada tekrar ihya edilmesi ve bize ve kültürümüze özgü kimlikli bir mimarinin ülkemizde yeniden yeşermesi için önemli bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Yeni yasa neler getirmektedir? Yeni kanun ‘rezerv yapı alanı’, ‘riskli alan’, ‘riskli yapı’ gibi yeni kavramlar getirmektedir. ‘Rezerv yapı alanı’, bu kanun çerçevesinde, kentsel dönüşümün uygulanabilmesi için, yeni yerleşim alanı olarak bakanlıkça belirlenen alanları ifade etmektedir. ‘Riskli alan’ tabiri ile ise hem zemin yapısı hem de alanın üzerindeki bina stoğunun yapı kalitesi ve deprem güvenliği açısından risk taşıyan alan ve bölgeler kastedilmektedir. Ayrıca, kanun çerçevesinde, ‘riskli yapı’ kavramı getirilmekte ve hem riskli alan içinde hem de dışında olmak üzere, gerek toptan göçme ve ağır hasar görme riski olan binalar, gerekse de ekonomik ömrünü tamamlamış binalar ‘riskli yapı’ kavramı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Riskli yapıların tespiti için bakanlıkça bir yönetmelik hazırlanacak ve ilgili yönetmelikte, riskli yapıların tespiti için, usül ve esaslar belirlenecektir. Riskli yapıların tespiti işini, ilgili yönetmelik çerçevesinde, bakanlıkça lisanslandırılacak kurum ve kuruluşlar yapacaktır. Bu işlemlerde, tespit masraflarının yapı maliklerince karşılanması ve neticenin bakanlığa veya idareye bildirilmesi öngörülmektedir. Bakanlık, riskli yapıların belirlenmesi için yapı maliklerine bir süre vererek talep yapabilmekte, yapı malikleri bu işi yaptırmadıkları takdirde, riskli yapı tespitinin bakanlıkça veya idarece gerçekleştirileceği veya ilgili kuruluşlara yaptırtılacağı belirtilmektedir. Yeni kanun kapsamında, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ayrıca riskli yapıların tespitini idareden belirli bir sürede isteme hakkı verilmektedir. Yapılan risk tespitleri için 15 gün itiraz süresi bulunmaktadır. Mart-Nisan 2012 63 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ “Kim ne derse desin, bu kanunla, tarihi bir fırsat ele geçmiştir. Son 60 senede yapılan bu çirkin, ucube, depreme dayanıksız apartman bloklarının yıkılması doğrudur ve bu kanunla, bu yıkım ilk defa başarılabilecektir. Bizler bakanlığımızı çarpık, kimliksiz ve depreme dayanıksız yapıların yıkımı konusunda tüm kalbimizle destekliyoruz. Bu kanunla bunun başarılacağı da aşikardır. Ancak işin sadece yıkımla bitmediğini de biliyoruz. Yeniden inşa etmek ve bu inşa faaliyetinin nasıl yapılacağı sorusunun cevabı da bizler için bir o kadar önemlidir. İnsanlık tarihindeki en yüksek çevre bilincine sahip Peygamber Efendimiz (SAV), ‘İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir’ sözleriyle tüm insanlığa, çevresini güzelleştirme öğüdünde bulunurken ‘Ne isterseniz yapınız, her yaptığınız şey inancınızın tam bir yansıması olacaktır’ demiştir.” 64 Mimar ve Mühendis PENDİK TARLABAŞI DOSYA: ŞEHİRLEŞME Bu itirazları karara bağlayacak komisyonda, üniversite rektörlerince belirlenen 4, bakanlıkça belirlenen 3 bürokrat bulunacaktır. Bu maddeyle itirazların bağımsız bir biçimde, bağımsız heyetler tarafından değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Yeni kanun çerçevesinde, hazine mülkiyetinde olmayan ancak kamu idarelerinin mülkiyetinde olan arazi ve binalar, ilgili kamu idaresinin görüşü alınmak kaydıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na tahsis edilebilecektir. Aynı şekilde, bakanlığın talebi üzerine ilgili taşınmazlar, TOKİ veya idareye de bedelsiz devredilebilecektir. Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun, 6’ncı maddede de belirtildiği üzere öncelikli olarak maliklerle anlaşma yoluna gitmeyi hedeflemektedir. Anlaşma yoluyla kentsel dönüşümü teşvik edebilmek amacıyla, anlaşma ile iskandan arındırılan binalarda mal sahiplerine veya kiracılara ve bu yapılarda işyeri bulunanlara, geçici konut veya işyeri verilebileceği veya kira yardımı yapılabileceği belirtilmektedir. Riskli gecekondu tipi binalarda yaşayanlara da anlaşma ile riskli yapıyı tahliye ettikleri takdirde, geçici konut veya işyeri tahsisi veya kira yardımı yapılabileceği kanunda belirtilmektedir. Ancak kanun, gecekondu sahipleri ile yapılacak anlaşmaların, bunlara yardım yapılmasının, enkaz bedeli ödenmesinin usül ve esaslarını, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu’nun belirleyeceğini söylemektedir. 3194 Sayılı İmar Kanunu, riskli yapıların yıkılması görevini belediyelere vermekteydi. Ancak her belediyenin bu yıkımları yapacak yeterlikte insan gücü, ekipmanı, techizatı ve maddi kaynağı bulunmadığından bu yıkımlar gerçekleştirilemiyordu. Üstelik belediyeler, seçimle işbaşına geldiklerinden oy baskısı altında bulunmaktadırlar. Dolayısı ile geçmişte yıkımları pratikte gerçekleştirmeleri mümkün olmamıştır. Yeni kanunda, bu tecrübeler dikkate alınarak, riskli yapılar, malikleri tarafından yıktırılmadığı takdirde, mahalli idarelerin de katılımıyla, mülki amirler tarafından yıktırılacak veya yıktırtılacaktır. Yıkım işlemi belirtilen süre içinde yapılmadığı takdirde bakanlık, tespit, tahliye ve yıktırma işlerini kendi de yapabilecek ve masraflarını ilgili tapu müdürlüğüne bildirecektir. Üzerindeki binalar yıkılıp arsa haline getirilmiş taşınmazlar için kanunda ‘Uygulama alanında cins değişikliği, tevhit ve ifraz işlemleri, Bakanlık, TOKİ veya idare tarafından res’en yapılır veya yaptırılır. Parsellerin tevhit edilmesine, münferit veya birleştirilerek veya imar adası bazında uygulama yapılmasına, yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hasılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine, sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların enaz üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karara katılmayanların bağımsız bölümlerine ilişkin arsa payları, bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek bu değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılır. Bu suretle ANKARA paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, bu paylar, bakanlığın talebi üzerine, tespit edilen rayiç bedeli de bakanlıkca ödenmek kaydıyla tapuda hazine adına res’en tescil edilir ve yapılan anlaşma çerçevesinde değerlendirilmek üzere bakanlığa tahsis edilmiş sayılır veya bakanlıkça uygun görülenler TOKİ’ye veya idareye devredilir’ denmektedir. Bu maddenin, kentsel dönüşüm uygulamalarının önünü açacak çok önemli bir madde olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 2007 yılından önceki eski halinde, bir binanın depreme dayanıklı olmadığı tespit edildiğinde, daire sahiplerinden biri bile yıkılmasına itiraz ettiğinde, binanın yıkılıp yeniden yapılabilmesi mümkün olmuyordu. Bu husus, bilhassa İstanbul’da kentsel dönüşümün önünü tıkayan en önemli neden olmuştur. ‘Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun’ ile üçte iki çoğunluk sağlandığı takdirde gerekli yıkım kararının alınabilmesi, kentsel dönüşümün önünü açacak bir husus olarak ortaya çıkmaktadır. Üstelik, eğer binada yaşayan bazı vatandaşlarımız, binanın yıkılmasını uygun görmedikleri takdirde, bunlara ait arsa paylarının da diğer mal sahiplerine satılabilmesi mümkün hale gelmektedir. Eğer bu da mümkün değilse bakanlık, anlaşma istemeyen vatandaşların mülklerini rayiç bedelini ödeyerek satın alabilmektedir, hatta uygun gördüğünde TOKİ veya idareye devredebilmektedir. Kanunun arka planında, kentsel dönüşümde çıkabilecek her türlü problem, engel dikkate alınmış ve farklı durumlarda dönüşümün kesintiye uğramaması ve kanunun ileride kendisinin kentsel dönüşüm önünde bir engel teşkil etmemesi için maddeler olabildiğince bakanlığın elini rahatlatmak üzere esnek bırakılmıştır. Üzerindeki bina yıkılmış olan arsa malikleri en az otuz gün içinde üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlayamazlarsa, kanun Bakanlığa ilgili taşınmazı kamulaştırma yetkisini de vermektedir. Bakanlık, TOKİ veya idare, taşınmazın maliki belirlenemediği takdirde, kamulaştırma belgesini çıkarabilme amacıyla, mirasçı belgesi çıkarmaya, kayyum tayin etmeye veya tapuda kayıtlı son malike göre işlem yapmaya yetkili kılınmıştır. Ayrıca, anlaşma yoluyla tahliye edilen, yıktırılan veya kamulaştırılan yapıların maliklerine veya kiracılarına veya işyeri sahiplerine, konut, işyeri, arsa veya dönüşüm projeleri özel hesabından kredi veya konut sertifikası verilebilecektir. Aynı şekilde, gecekondu sahipleri, yoksul ve dar gelirli kesimlere verilecek konut ve işyerleri ‘borçlandırma’ suretiyle de verilebilecektir. Yine yoksul ve dar gelirli vatandaşlarımıza yönelik olarak, afet durumu veya bölgenin ekonomik durumu dikkate alınmak suretiyle, alt gelir grubundaki vatandaşlarımızı kolaylıkla mülk sahibi yapabilmek amacıyla, yeni yapılacak konut bedellerinin rayiç bedelinin altında verilmesine veya sosyal donatı alanları ve altyapı harcamalarının uygulama maliyetlerine katılmamasına Bakanlar Kurulu kararıyla karar verilebilecektir. Bu madde yardımıyla bölgeler arası veya bölge içi sosyal ve ekonomik farklar dikkate alınmakta ve insani amaçlı çözümler üretilmesi amaçlanmaktadır. Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun tasarısında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri de tanımlanmakta, Bakanlığa aşağıdaki görevler ve yetkiler verilmektedir. - Riskli yapılar, rezerv yapı alanları ve riskli yapıların bulunduğu taşınmazlar için her türlü plan, proje, arsa düzenleme işlemleri ile toplulaştırma yapmak, - Bu alanlardaki taşınmazları satın almaya, taşınmaz mülkiyetini veya imar haklarını başka bir alana aktarmaya, - Taşınmaz mülkiyetini anlaşmak kaydıyla menkul değere dönüştürmeye, - Kamu ve özel sektör işbirliğine dayanan usullerle çalışmaya ve kat karşılığı olarak gereğinde inşaat yaptırabilmeye, - Bakanlık ayrıca kentsel tasarımın yanında her türlü planlama standardı geliştirebilme ve plan yapma özgürlüğüne sahip olmaktadır. Mart-Nisan 2012 65 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ İZMİR DOSYA: ŞEHİRLEŞME 1999 Kocaeli ve Düzce Depremleri’nde Başbakanlık istatistiklerine göre toplam yapı stoğunun yüzde 6’sı toptan göçme veya yassı kadayıf biçiminde göçme tarif ettiğimiz bir biçimde göçmüştür. Depremlerde ölümler de en çok bu yassı kadayıf biçiminde göçen binalarda olmaktadır. - Bakanlığa, TOKİ veya idareye, dönüştürmeye tabi tutulan taşınmazlar için değer tespiti yapma veya yaptırtma yetkisi de verilmektedir. 1999 Kocaeli ve Düzce Depremleri’nde Başbakanlık istatistiklerine göre toplam yapı stoğunun yüzde 6’sı toptan göçme veya yassı kadayıf biçiminde göçme tarif ettiğimiz bir biçimde göçmüştür. Depremlerde ölümler de en çok bu yassı kadayıf biçiminde göçen binalarda olmaktadır. Bu tip yapılar, ‘riskli alan’ dışında da olabilmektedir. Ancak, Kocaeli ve Düzce Depremleri üzerinden geçen 13 sene zarfında, büyük bir deprem beklenen İstanbul gibi şehirlerde toptan göçme yaşama riski olan bu binalar için bir tespit işlemi henüz yapılmamıştır. Belirttiğimiz yüzde 6’lık dilime giren binaların muhakkak yıkılması ve yerlerine depreme dayanıklı yeni yapılar yapılması gerekmektedir. Bu tip standart altı binalarda, güçlendirme uygun bir seçenek değildir. 2007 Türk Deprem Yönetmeliği’ne göre depremlerde ‘Can Güvenliği Performans Seviyesi’ni sağlamayan ancak ‘toptan göçme riski’ taşımadığı tespit edilen yapılarda, eğer güçlendirme maliyeti, yıkıp yeniden yapma maliyetinin yüzde 40’ını aşmıyorsa, o takdirde güçlendirme uygun bir seçenek olarak ortaya çıkabilir. Ancak, Kocaeli ve Düzce depremleri üzerinden 13 sene geçmesine ragmen, gerek kamu binalarında gerekse de konut tipi yapılarda, yukarıda belirttiğimiz kriterler birçok binada sağlandığı halde güçlendirme işlemlerinin tamamlanamamış olduğu ortadadır. Güçlendirme faaliyetleri önündeki en önemli engel, yüksek maliyetler olarak ortaya çıkmaktadır. İşte bu engeli ortadan kaldırabilmek amacıyla, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ hakkındaki kanun çerçevesinde, yeni bir finans kaynağı ortaya konmuş, ‘riskli alan’ veya ‘rezerv yapı alanı’ dışında olup da güçlendirilebileceği tespit edilen yapılar için Bakanlar kurulu kararınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde, bakanlıkça Dönüşüm Projeleri özel hesabından güçlendirme kredisi verilebileceği belirtilmiştir. Bakanlık, ayrıca, bu kanunda belirtilen iş ve işlemlerle ilgili olarak TOKİ’ye veya idareye yetki devri yapabilecektir. Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki kanun ile dönüşüm gelirleri de belirlenmiş; - Çevre katkı payı ve idari para cezası olarak tehsil edilerek genel bütçeye gelir katdedilecek tutarın yüzde 50’si, - Hazine adına orman kanunu dışına çıkarılan yerlerin satışından elde edilen gelirlerin yüzde 90’ını geçmemek üzere Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenen orana tekabül eden tutar, - İller Bankası Anonim Şirketi’nin yıllık safi kar tutarının yüzde 49’u dönüşüm gelirlerine ayrılmıştır. Bu 66 Mimar ve Mühendis TOKİ UYGULAMASI İZMİR BURSA 6831 sayılı Orman Kanunu çerçevesindeki alanların kentsel dönüşüm bağlamında kullanılması gerekiyorsa, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması gerektiği belirtilmektedir. Yine Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun çerçevesindeki alanların dönüştürme amaçlı kullanıldığı takdirde, yine en az bu kadar alanın zeytinlik haline getirilmesi mecburidir. bağlamda, bakanlığın muhasebe birimi adına açılacak dönüşüm projeleri özel hesabına bu madde kapsamındaki ödenekler aktarılacaktır. Dönüşüm projeleri özel hesabına aşağıda listelenen gelirler kaydedilecektir. - Afet riski altındaki alanların dönüşümleri sonucu elde edilecek her türlü gelir ve hasılat, - Bakanlığa tahsis edilen taşınmazlardan imar almasından sonra hazineye tescil edilenlerin satışından elde edilecek gelirler, - Dönüşüm projeleri özel hesabından kullandırılan kredilerin geri ödemesi sonucu elde edilen gelirler, - Bağış ve yardımlar, - İller Bankası Anonim Şirketi’nin yıllık safi kar tutarının yüzde 49’u hariç olmak üzere İller Bankası Anonim Şirketi’nce aktarılacak diğer kaynaklar, - Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanun tasarısında kentsel dönüşüm uygulamalarında bulunan belediyelerin, yatırıma ilişkin bütçelerinin yüzde 5’ini ve tahsil edilen harç gelirlerinin yüzde 50’sini afet riski altındaki alanların dönüşümüne ayırmak zorundadır. Riskli binaların değerleme, iskandan arındırma, tespit ve yıktırma işlemlerini engelleyenler hakkında Türk Ceza Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulacaktır. Riskli yapıların belirlenmesi, bu binaların iskandan arındırılması ve yıktırılması işlemlerinde görevini ihmal eden kamu görevlileri için tabi oldukları ceza ve disiplin hükümleri uygulanacaktır. Eğer 6831 sayılı Orman Kanunu çerçevesindeki alanların kentsel dönüşüm bağlamında kullanılması gerekiyorsa, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması gerektiği belirtilmektedir. Yine Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun çerçevesindeki alanların dönüştürme amaçlı kullanıldığı takdirde, yine enaz bu kadar alanın zeytinlik haline getirilmesi mecburidir. Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları’na bağlı meslek odalarının herbiri tarafından, illerin nüfusları oranında bilirkişi ve ayrıca işi merkezleri için il idare kurulları ve ilçeler için ilçe idare kurulları tarafından, bu bölgelerde oturan mühendis veya mimar olan taşınmaz mal sahipleri veya kiracılar arasından nüfusa göre belirlenen bilirkişilerin en az üçte biri kadar bilirkişi, her yıl ocak ayının ilk haftasında seçilerek isim ve adreslerini belirten listeler valiliklere verilecektir. Eğer yeteri sayıda değerlendirme uzmanı bulunuyorsa, öngörülen değer tespitleri, Sermaye Piyasası Kurulu’ndan lisanslı değerleme uzmanlarından oluşan bilirkişilere, taşınmaz geliştirme konusunda yüksek lisans ve doktora yapmış olan uzmanlara veya idarenin belirleyeceği uzmanlara yaptırılacaktır. Yeni kanun, Boğaziçi ile ilgili olarak, Geri Görünüm ve Etkilenme Sahaları’nda da zaruri hallerde, kentsel dönüşüm yapılabileceğini söylemektedir. Boğaziçi’nin Geri Görünüm ve Etkilenme Sahaları’nda bugüne dek son derece çirkin estetikten uzak çarpık bir yapılaşmanın vuku bulduğu herkesin malumudur. Geri görünüm ve etkilenme sahalarında, yer yer 7-8 katlı apartman blokları görülebilirken, yer yer de 20 katlı gökdelenler inşa edilmiş olduğu bilinmektedir. Bu bölgede inşa edilmemiş yer kalmamıştır. Dolayısı ile bütüncül bir şehir bölge planlama yapılırken, bu alanların da bir plan ve program dahilinde olabildiğince dönüştürülmesi, hatta yeşillendirilmesi ve burada bir peysaj mimarisi stratejisi uygulanması çok uygun olacaktır. Mart-Nisan 2012 67 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Osman ARI Makina Mühendisi NERELİSİNİZ? C Köyden kente göç sadece bizim ülkemize has bir olgu değildir. Sanayi devrimiyle beraber üretim sürecinin makineleşmesi, üretimin şehirlerde yoğunlaşması ve tarımda makineleşmeyle birlikte kırsal kesimlerden, üretim merkezleri şehirlere doğru yoğun bir göç başlamıştır. umhuriyetle birlikte Türkiye de bu süreci çok yoğun bir şekilde yaşamış ve hala da yaşamaya devam etmektedir. 1927 yılında ülke nüfusunun yüzde 83,8’i kırsalda (yani nüfusu 10 binin altında olan yerleşim yerleri) yüzde 16,2 şehirlerde yaşıyordu. Bugün bu oran neredeyse tersine dönerek toplam nüfusun yaklaşık yüzde 75’i şehirlerde, yüzde 25’i de köylerde yaşamaktadır. Nüfus hareketleri göç alan şehirlerimizde gecekondu, çevre sorunları, trafik ve altyapı hizmetlerinin yetersizliği gibi pek çok problemleri de beraberinde getirmiştir. Bu problemler bu yazının konusu değildir. Bu göçlerle birlikte göç alan şehirlerimizin kültürel dokularının uğradığı tahribata dikkat çekilecektir. Başta İstanbul olmak üzere yoğun göç alan şehirler, bu göç dalgasını kendi özgün kültürü içersinde dönüştürememiş ve büyük şehirlerimiz adeta Anadolu’nun yöresel kültürlerinin yaşatılmaya çalışıldığı yerler olmuştur. Göç ettikleri şehre karşı kendilerini muhafaza etmenin en kestirme yolu hemşehri derneklerine sığınmak olmuştur. Hemşehri dernekleri vasıtasıyla “büyük şehrin yutuculuğuna ve zorluklarına” karşı hemşehri dayanışmasıyla karşı konmaya çalışılmaktadır. Ayrıca bu dernekler vasıtasıyla insanlar sosyalleşmektedir. Bu müspet yönlerinin yanında hemşehri derneklerinin kendi yöresel kültürlerini ve kimliklerini abartılı bir şekilde şehirde yaşatmaya çalışmaları, ikinci, üçüncü kuşağın şehre ve şehir kültürüne entegre olmaları yönünde çok ciddi bir engel teşkil etmektedir. İstanbul özelinden konuya yaklaşırsak 1950-1960 hatta 1980’li yıllarda İstanbul’a göç edenlerin (çocukluğu, gençliği doğduğu köyde, kasabada geçmiş, o havayı teneffüs etmiş yani o hayatı yaşamış) doğdukları köy ve kasaba ile ilgili nostaljilerinin anlaşılabilir insani bir yanı vardır. Fakat İstanbul’da doğmuş, İstanbul’da öğrenim görmüş bir gencin nerelisiniz sorusuna babasının, hatta dedesinin yaşadığı köyün, kasabanın ismini vermesi bana biraz tuhaf geliyor. Bunun ne zararı var efendim, aslımızı inkar mı edelim, itirazlarını duyar gibiyim. Elbette kimsenin aslını inkar etmesini beklemiyoruz. Ata toprağına olan duygusal bağın gereksizliğini de iddia etmiyoruz. Ancak bu duygunun abartılması, yaşadığımız şehre karşı yabancılaşmamızı ve beraberinde, kendimizi şehre ait hissetmememize yol açmaktadır. Kendimizi yaşadığımız şehre ait hissetmiyoruz. Yakın zamana kadar yapılan nüfus sayımlarında insanlar köylerinde sayılmak için otobüslerle memleketlerine giderlerdi. Şimdi de özellikle yerel seçimlerde hala hemşehri derneklerinden otobüsler kaldırılır. Şimdi bu ne demektir? “Ben İstanbul’da yaşıyorum, İstanbul’un yatırımlarından, nimetlerinden faydalanıyorum ama ben köyüme aidim, benim İstanbul ile ilgili bir endişem, kaygım yok!” Bundan dolayı da kendimizi ait hissetmediğimiz şehri, İstanbul’u sevmiyoruz. İstanbul’a ve İstanbul’a ait kültür- 68 Mimar ve Mühendis le aramıza mesafeler koyuyoruz. İstanbul’un göbeğinde köyümüzü, köyümüzün, kasabamızın adetlerini, göreneklerini yaşamaya hatta yaşatmaya çalışıyoruz. Örnek: Şehrin sokaklarında yapılan düğünler, asker uğurlamaları. (Çok çarpıcı başka bir örnek: 2011 TRT’nin iftar programında Urfalı bir ilahi grubu tercih edildi. Dikkat buyurunuz; şehir İstanbul, mekan Topkapı Sarayı!) Bütün bu eleştirilerden yöresel kültürleri küçümsediğim gibi bir mana çıkartılmasın. Bendeniz de Anadolu’nun bir kasabasında yetiştim. Anadolu’nun zenginliği bu kültürlere ihtimam gösterilmesi korunmasının, yaşatılmasının gereğine inananlardanım. Ancak bunun kendi coğrafyasında daha anlamlı olduğuna inanıyorum. Hatta İstanbul’a benzer endişeleri Kayseri, Erzurum, Sivas, Bursa, Diyarbakır, Konya gibi kadim kültürlere beşiklik yapmış şehirlerimiz için de taşıyorum. Yaşadığımız şehri sevmiyoruz. Şehrimizi sevmediğimiz için de şehre karşı her türlü kabalığı yapmakta bir beis görmüyoruz. Trafikte lüks otomobilimizle seyir halindeyken, çöp poşetini, kola kutusunu, pet şişeyi hiç sıkılmadan yola fırlatabiliyoruz. Dün dedelerimizin, babalarımızın imkansızlıklar içersinde güçleri gecekondu yapmaya yetmiş. Bugün imkanı ve gücü eline geçiren okumuş çocukları ve torunları da İstanbul’un bağrına kuleler dikiyor. Arada çok büyük fark yok. Belki gökdelenlerin yanında gecekondular daha masum, daha insani. Şehirlerimiz bir yandan aç gözlü müteahhit zihniyetin rant alanına çevrilip hoyratça talan edilirken, göç alan şehirlerimizin yüzlerce yılda damıtarak oluşturdukları şehir kültürü de artık yok olmak üzeredir. İstanbul’un her yerinde hemşehri dernekleri kendi köyünün kasabasının kültürünü, ananesini İstanbul’da yaşatmak için uğraş verirken İstanbul kültürüne, estetiğine, musikisine kimler sahip çıkıp yaşatacak? Korkarım ki İstanbul’u terk etmek zorunda kalan eski Rum ve Ermeni hemşehrilerimizi tekrar İstanbul’a çağırmamız gerekecek. İstanbul mimarisiyle, musikisiyle, kültürüyle, mutfağıyla Osmanlıİslam medeniyetinin en güzide, en billurlaşmış merkeziydi. Biz ne yaptık İstanbul’a böyle? Bu şehre karşı bu kadar düşmanlığımız niye? Ne mimarisini bıraktık ne siluetini ne musikisini bıraktık ne de kültürünü. Hepsini tarumar ettik. İşte çocuğumuza kendi doğup büyüdüğümüz (bir daha yaşamayı da pek düşünmediğimiz) köyü, kasabayı kendi memleketi olarak öğretirsek çocuğumuz İstanbul’da yaşamanın ne anlama geldiğini hatta İstanbullu olduğunun farkına varamaz. Bundan dolayı da İstanbul’a aidiyet hissetmez. Hemşehri derneklerinin yılda bir gittikleri köylerini, kasabalarını korudukları kadar, her gün havasını teneffüs ettikleri, suyunu içtikleri, kaldırımlarını çiğnedikleri İstanbul’a ait bir duyarlılık geliştirmeyi gündemlerine alsalar, emin bugünkünden çok daha güzel ve yaşanabilir bir İstanbul’da olurduk. Nerelisiniz? sorusuna babamızın hatta dedemizin doğduğu köy veya şehir yerine; aslen şehirliyiz ama ben İstanbul’da doğdum, İstanbulluyum cevabını verenlerin sayısı artmadığı müddetçe her gün biraz daha yitirdiğimiz İstanbul için daha çok gözyaşı dökeceğiz demektir. Elbette kimsenin aslını inkar etmesini beklemiyoruz. Ata toprağına olan duygusal bağın gereksizliğini de iddia etmiyoruz. Ancak bu duygunun abartılması, yaşadığımız şehre karşı yabancılaşmamızı ve beraberinde, kendimizi şehre ait hissetmememize yol açmaktadır. Mart-Nisan 2012 69 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU İTÜ Afet Yönetim Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü ŞEHİRLERDE AFET RİSKİNİN YÖNETİLMESİ M Antik bir savaşçıya göre, “Savaş ilan edilince ilk kaybedilen şey gerçektir!” 1999 depremlerinden sonra afetlere savaş açan bizlerin acaba gözden kaçırdığı gerçekler nelerdir? Bence afet, acil durum ve afet yönetiminin, evrensel anlamda bir bütünün parçaları olduğu gerçeğini gözden kaçırıyoruz. Bunun için öncelikle, afetlerin ve afet yönetiminin öğelerinin tümünü birden ele alarak durumumuzu gözden geçirmeliyiz. aalesef ülkemizde yapılan afet çalışmaları yakından incelendiğinde, gayretlerimizin çoğunu yanlış bir şekilde ve sadece afetlerden sonraki “müdahale etme” aşamasına yöneltmiş olduğumuzu görmeliyiz. Diğer bir deyişle, “Afet Yönetimi” sadece insanları enkaz altından kurtarmak, hastaneye yetiştirmek, yangın söndürmek, vb. benzeri müdahale çalışmalarını sevk ve idare etmek değildir. Aksine modern afet yönetimi önceliği (müdahale çalışmalarına duyulabilecek ihtiyacı minimize edebilmek için) insanları tehlikelerden korumak ve mevcut riskleri afetler olmadan önce azaltmaya yöneliktir. Diğer bir deyişle şehirlerdeki tüm afet risklerini belirlemek ve onları afet olarak ortaya çıkmadan önce azaltmak gerekir. Özetle “Afet Yönetimi” kavramı, her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olma, zarar/risk azaltma, müdahale etme ve iyileştirme amacıyla mevcut kaynakları organize eden analiz, planlama, karar alma ve değerlendirme süreçlerinin tümüdür. Böylece afet yönetimi, zarar/risk azaltma, hazırlık (risk yönetimi), müdahale ve iyileştirme (kriz yönetimi) gibi 4 ana evreden oluşur. Zarar/Risk Azaltma: Tehlikeli durumları ve bunların oluşturabileceği, can, mal ve iş/hizmet kaybı riskini azaltmayı amaçlayan ve sürekliliği olan aktivite ve önlemlerdir. Bunlar yapısal ve yapısal olmayan önlemlerden oluşur. Örneğin afet zararlarını azaltmak için tehlike ve risk analizi, afet senaryolarının üretilmesi ve çözüm yollarının geliştirilmesi, etki analizi, ihtiyaç ve olası hasarların belirlenmesine yönelik hazırlıklar, kısa, orta ve uzun vadeli zarar azaltma planları, toplumu ve kurumları ilgilendiren hazırlık ve planlar ile ilgili koordinasyonu sağlamak, erken uyarı alt yapısını kurmak, tehlikenin yeri, meydana gelebilecek zararlardan korunmak için alınması gereken önlemler konusunda toplumu sürekli ve doğru bir şekilde bilgilendirmek, kamuoyunu bilinçlendirilmek ve eğitmek, risk altındaki yapıları kamulaştırmak, kritik tesisleri güçlendirilmek, mevcut planları güncelleştirilmek ve tatbikatlar ile geliştirilmek, tarihi eserler, çevre ve doğal hayatı korumak, sürdürülebilir kalkınma için iş yerlerini de afetlere dirençli hale getirmek. Zarar ve riskleri azaltabilmek için öncelikle riskin ne olduğunun belirlenmesi gerekiyor. Onun için de şuan bina, kurum, kuruluş, mahalle, köy, ilçe, il, bölge ve ülke çapında tüm afetler göz önüne alarak çok ayrıntılı risk analizlerini bir an önce yapmalıyız. Böylece, ülkemizde şehir, vb. yerleşim yerlerinin seçiminde, yerleşim kararlarının alınmasında ve şehir planlamasında zemin gibi meteorolojik, vb. şartlar da yeterince göz önüne alınmalı. Diğer bir deyişle, afet ile ilgili çalışmalarımızın çoğunu risk ve zarar azaltmaya yöneltmeliyiz. Bu tür çalışmalar için afet öncesi harcanan 1 ise bunun afet sonrası 20 olarak geri döndüğü dünyanın pek çok yerinde görülmüştür. Bu konuyu, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaygın olarak bilinmeyen, afetlerin oluşturabileceği zarar ve riskleri azaltıcı tedbirler alınmasının 70 Mimar ve Mühendis “Plansızlığı planlayanlar, başarısızlığa planlanmıştır” sözü bize çoğu kez afet ve acil durumlar ani bir şekilde ortaya çıktığında o an için etkin bir çözüm bulmanın çok zor olduğunu söyler. Son yıllarda yaşadığımız maddi ve manevi kayıplar, “bize plan değil, pilav lazım” gibi sözleri çok geride bırakıp, artık her kurum ve kuruluşun iyi bir plana sahip olması gerçeğini de kabul ettirmiştir. önemini vurgulayan sözünü hatırlatarak bitirmek istiyorum. “Felaket başa gelmeden evvel önleyici ve koruyucu tedbirleri düşünmek lazımdır, geldikten sonra dövünmenin yararı yoktur!” Hazırlık Evresi: Bu safhadaki çalışmaların hedefi, tehlikenin insanlar için olumsuz etkiler doğurabilecek sonuçlarına karşı önlemler alarak, zamanında, en uygun şekilde ve en etkili organizasyon ve yöntemler ile müdahale edebilmeye hazırlanmaktır. Hazırlıklı olma, afet halinde yetki ve sorumlulukların belirlenmesi ve destek kaynaklarının düzenlenmesini de içerir. Bu aşamada tüm yönetimler acil durum/ afet yönetimi görevleri için gerekli atamaları veya belirlemeleri yapmalı, belirlenen görevlerin yerine getirebilmesi için gerekli olan personel, donanım ve diğer kaynaklar tanımlanmalıdır. Ekipman ve donanımların bakımı, tahmin ve erken uyarı sistemlerinin kullanımı, personelin eğitimi ve diğer aktiviteler sürekli güncellenmelidir. Bu kapsamda devletin, kurum ve kuruluşların ve halkın afete müdahale kabiliyetini artırmak için yapılması gereken çalışmalara ait örnekler şöyle sıralanabilir: Afet Acil Yardım Planları ve Toplu Bakım, Tahliye, İletişim, Barınma, Tıbbi Yardım, vb. Ekleri, Acil Yardım Hizmet Grupları ve Teşkilatı, Afet Yönetim Merkezi (AYM), Acil Durum Malzemeleri, AYM Elemanlarının Afet Yönetimi Eğitimi, STK’lar ile Geliştirilen İşbirliği, Tatbikatlar ve Egzersizler, Arama-Kurtarma faaliyetlerinin örgütlenmesi, geliştirilmesi, eğitimi ve yaygınlaştırılması, Tahmin, Erken Uyarı ve Alarm sistemlerinin kurulması. “Plansızlığı planlayanlar, başarısızlığa planlanmıştır” sözü bize çoğu kez afet ve acil durumlar ani bir şekilde ortaya çıktığında o an için etkin bir çözüm bulmanın çok zor olduğunu söyler. Son yıllarda yaşadığımız maddi ve manevi kayıplar, “bize plan değil, pilav lazım” gibi sözleri çok geride bırakıp, artık her kurum ve kuruluşun iyi bir plana sahip olması gerçeğini de kabul ettirmiştir. Bununla beraber, ülkemizin “afetle yıkım-yara sarma” sarmalından çıkması için afet planları konusunda daha doğru bir anlayış geliştirmeli ve bir an önce her seviyede uygulamalıyız. Özetle şimdi parolamız, “Ülkemizdeki herkes ve her kurum afetlere hazır olduğunda, ülkemiz afetlere hazır olacaktır” şeklinde olmalıdır. Ayrıca General Eisenhower’ın “Plan hiçbir şeydir, ama planlama süreci her şeydir” sözünü de unutmamalıyız. Böylece gözden kaçırmamız gereken gerçekler; planlama sürecindeki katılımcılık ve tüm afetlerin göz önüne alınmasıdır. Yani, kurum ve kuruluşlarda afet acil yardım planları sadece bir-iki kişinin görevi olmamalı. Ayrıca planlar, kopya edilmemeli ve teftiş fırçası gibi hazırlanıp raflara konulmamalı. Planlar mutlaka kurumun ve/veya toplumun her kesiminin katılımıyla her türlü tehlike için hazırlanmalı; çeşitli tatbikatlar ile tüm işlevleri test edilerek geliştirip güncellenmelidir. Müdahale Evresi: Afetin oluşumunu takip eden ve afetin oluşundan Mart-Nisan 2012 71 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Şehirlerimizin öncelikle tehlikelere bağlı olarak ortaya çıkabilecek risklerin azaltılmasına yönelik bir planlama ve yapılaşmaya ihtiyacı var. Bunun toplumsal ve fiziksel iyileşmeye destek verecek kolektif ve katılımcı bir yaklaşımla uygulanması da bir zorunluluktur. 72 Mimar ve Mühendis hemen sonra başlayarak, afetin büyüklüğüne bağlı olarak en çok 3 gün ila 1-2 aylık bir süre içerisinde yapılan faaliyetlerdir. Bu safhada yapılan faaliyetler arasında; Haber alma ve ulaşım, etkinin ve ihtiyaçların belirlenmesi, arama ve kurtarma, ilk yardım, yaşam hatları, tahliye, geçici iskân, yiyecek, içecek, giyecek, yakacak temini, güvenlik, çevre sağlığı ve koruyucu hekimlik, basın ve halkla ilişkiler, hasar tespiti, tehlikeli yıkıntıların ve enkazın kaldırılması vb. Ülkemizde yapılan afet çalışmalarının arkasında daha çok veya sadece “arama-kurtarma” mantığı yatsa da müdahale konusunda da birçok şey eksik kalmıştır. Örneğin, müdahalede standardize edilmiş bir organizasyon yapısı içinde işleyen iletişim, personel, ekipman, prosedürler ve imkânlar kombinasyonu yaratan bir olay yeri komuta sistemimiz de yoktur. Olay Komuta Sistemi gibi acil durum servislerinin içinde kurulup sevk ve idare edildiği, tüm tehlikelerde ve her düzey için oluşturulmuş bir modüler saha acil yönetim sistemi olmadan plan yapmak ve uygulamak da mümkün değildir. Böyle bir standart yönetim sistemi, yerel düzeyde, ilçe, il çapında ve ülke genelinde tüm afet ve acil durumlara hazırlık ve müdahale yönetiminin temeli olmalıdır. İyileştirme Evresi: Bu evrede yürütülen faaliyetlerin ana hedefi afete uğramış toplulukların haberleşme, ulaşım, su, elektrik, kanalizasyon, eğitim, uzun süreli geçici iskân, ekonomik ve sosyal faaliyetler vb. gibi hayati aktivitelerinin minimum düzeyde karşılanabilmesi için gereken çalışmaları yapmaktır. Bu evreye yeniden inşa evresi de dâhil edilebilir ve bu evre afetten etkilenen toplulukların ihtiyaçlarının en az afet öncesindeki veya mümkünse daha ileri bir düzeyde karşılanana kadar devam eder. Özetle iyileştirme altyapıyı, halkın sosyal ve ekonomik hayatını normale döndürmek için harcanan çabadır. Ancak bu aşamada zarar azaltma da bir amaç olarak göz önüne alınmalıdır. Kısa dönemde, temel insan ihtiyaçları (örneğin yiyecek, giyim ve barınak) ve sosyal ihtiyaçlar karşılanırken (yasal, psikolojik) gerekli altyapı sistemlerinin kurulmasıdır (enerji, iletişim, su, kanalizasyon ve ulaşım). İyileştirme, denge sağlandıktan sonra uzun süreli zarar azaltma ihtiyaçları da göz önüne alınarak, ekonomik hareketliliğin oluşturulması, kamu yapılarının ve konutların yeniden yapımı gibi uzun süreli çalışmaları da içerir. Böylece iyileştirme, “toplum ve bireylerin, işyerlerinin ve devlet kurumlarının kendi kendilerine çalışabilmeleri, normal yaşama dönmeleri ve gelecekte olası tehlikelere karşı korunmalarını sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması” şeklinde tanımlanabilir. SONUÇ VE ÖNERİLER Afetlerin sıkça yaşandığı ülkemizde, şehirlerin afete dayanıklı ve sürdürülebilir bir şekilde planlanması ve bu planların hayata geçirilmesi önem kazanmaktadır. Şehirlerimizin öncelikle tehlikelere bağlı olarak ortaya çıkabilecek risklerin azaltılmasına yönelik bir planlama ve yapılaşmaya ihtiyacı var. Bunun toplumsal ve fiziksel iyileşmeye destek verecek kolektif ve katılımcı bir yaklaşımla uygulanması da bir zorunluluktur. Sadece şehir ölçeğinde değil, bina ölçeğinde de afetlere karşı hazırlıklı olunması gerekmekte ve bu süreçte yerel yönetimlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Bunlara bağlı olarak, ilgili konuların irdelenmesi, bilgilenme ve uygun önlemlerin alınması gerekmektedir. İl ve ya ilçe sınırları, belediyenin yetki ve sorumluluk dâhilinde başta deprem, sel ve heyelan gibi doğal tehlikelerin yanı sıra yangın, uçak düşmesi, vb gibi teknolojik tehlikeler de ele alınmalıdır. İlçe ölçeğinde tehlike analizi ve mevcut durum analizi ile risk ve hassasiyet analizleri yapılmalı ve saptanan risklere dayalı zarar azaltma önlemleri üzerinde çalışılmalıdır. Bu nedenle şehirdeki tüm afetlere karşı • Belediye birimleri halk ve STK’ların hep birlikte etkin bir şekilde hazırlanabilmesi; • Binaların toptan çökmesini engellemek başta olmak üzere şehirdeki afet riski ve zararlarını (bilimsel bir tehlike ve risk analizi ile) azaltabilmek; • Afet sonrası ortaya çıkabilecek acil durumlara etkin bir şekilde ve diğer kurum ve kuruluşlarla eşgüdüm halinde müdahale edebilmek için kaynakların en iyi şekilde yönetilebilmesine yönelik kendi çözüm önerileri ve modelini geliştirmelidir. Özetle, başarı kör gibi fili tarifi etmekte değil; şimdiye kadar yapılan çalışmaları bir başlangıç olarak görüp bundan sonra afetlere ve afet yönetimine bir bütün ve bilimsel olarak bakabilmekte ve risk yönetimine önem vermekte yatıyor. Böylece afetlere hazırlık çalışmalarında mevcut yapıların deprem, sel, fırtına vb karşı dayanımının artırılması, afet acil durumlara karşı planlama ve eğitimle kapasitenin geliştirilmesi, afet riskli alanlarda mevcut kentsel dokunun korunması, iyileştirilmesi, tasfiyesi, yenilenmesi ya da yoğunluk azaltılması konularında yürütülen projenin ilgili kurum, kuruluş, sivil toplum örgütleri, toplum temsilcileri ve akademisyenlerle birlikte değerlendirilmesi hedeflenmelidir. Sonuç olarak, önce artık afetlerin kendisini tartışmaktan veya inkâr edip “bizde olmaz” demek ya da “hele bir olsun hallederiz” hastalığından kurtulmalıyız. Sonra da şehir planlamaları, sanayi ve yerleşim bölgelerinin seçimi, vb. problemlerin disiplinler arası çalışmaları gerektirdiği bilincine varılmalıyız. Afetler ile mücadelede başarılı olabilmemiz için tartışıp çözümler geliştirmekten, yasa ve kurumlarımızda gerekli reformları yaparak gerçek afet yönetimini tüm ilkelerini öğrenip uygulamaktan başka bir çaremiz olmadığını anlamalıyız. Özetle, başarı kör gibi fili tarifi etmekte değil; şimdiye kadar yapılan çalışmaları bir başlangıç olarak görüp bundan sonra afetlere ve afet yönetimine bir bütün ve bilimsel olarak bakabilmekte ve risk yönetimine önem vermekte yatıyor. Mart-Nisan 2012 73 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. Mesut İDİZ Gazikent Üniversitesi Kültürlerarası Diyalog ve Eğitim Merkezi Müdürü. MERHAMETLİ ŞEHİR AÇISINDAN MİMARLIK VE MÜHENDİSLİK Dünyanın, artık çok tehlikeli bir durumda olduğu ve umutsuzca bencil kültürlerden, acımasızlıktan ve engelsiz şiddetten geçişi sağlayacak bir şeye ihtiyaç duyulduğu çok açık. Dünyanın herhangi bir yerinde, İ slam medeniyetinin gelenek ve kültüründe merhamet, Allah’ın Rahim isminden ve sıfatından kaynaklanır. Allah’ın rahmetini günlük hayatımızda sık sık kullandığımız ve Kuran’da 114 kez tekrarlanan “Bismillahi-r-rahmani-r-rahim”de görmek mümkündür. Yine Kuran’da yüzlerce ayetler arasında merhamet kökünden gelen farklı kavram ve terimler Yüce Rabbimiz tarafından kullanılmaktadır. Bunların arasında, rahman, rahmeten, yerhamun, terhamun terimleri yer almaktadır. Netice olarak bütün bu terimlerin pekiştiği nokta merhamettir. Merhametin sözlük anlamı “herhangi bir canlının acısını, kederini, mutsuzluğunu, yüreğinde hissedip üzüntü duyma ve ona karşı yardım hisleriyle dolma, acıma.” Örnek vermemiz gerekiyorsa devamındaki ayetler ve hadisler merhamet veya rahmetin ne anlam taşıdığını gösterecektir: “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” (A’raf Sûresi, 156) “Senin bağışlama¬sı bol Rabbin merhamet sahibidir” (Kehf Süresi, 58). Bir hadis-i kutside “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyrulmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) merhametin evrensel mesajlarını terennüm etmiştir: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” “Allah’ın kuluna merhameti, şefkatli bir annenin çocuğuna olan merhametinden daha fazladır.” “Cenâb-ı Hakkın yüz rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dün¬yaya indirdi ve o bütün yaratıkların birbirine acımasına yetti. Kalan doksan dokuz merhametini âhirete bıraktı.” “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır!” İslam’da merhamet sadece insanlığı değil; bütün yaratıkları içine alır. Hz. Muhammed (S.A.V.) “Bir kediyi aç bırakarak ölümüne sebep olan kadının azap göreceğini, susayan bir köpeğe acıyarak su içiren günahkâr bir kişinin de bu merhametli davranışı ile Allah 74 Mimar ve Mühendis neredeyse her an, masum insanların canına kast eden birçok şiddet olayları oluyor. Şehirler ise bu şiddetin yaşandığı yerlerin açık ara önünde oluyor. tarafından bağışlandığını” haber vermiştir. Müslüman uluları İslam’da dinin ve merhametin hem teoride hem de pratikte eş değerde olduğunu belirtmektedir. Hiçbir din yol¬cusu, bütün canlı varlıkları sevinceye, on¬lara şefkat ve merhamet besleyinceye, görünen ayıplarını örtünceye kadar erdemliğe ulaşamaz. Temelinde bunu slogan olarak inançlı olanlara hitaben Peygamberimizin (S.A.V.) meşhur evrensel hadisi şerifi bulunmaktadır: “Kendin için istemediğini başkası için de isteme” Merhametli şehir hem maddi hem de manevi olarak işte bu küresel kavrama dayanarak inşa edilmelidir. Geçtiğimiz 9 Mart 2012 tarihinde Gazikent Üniversitesi ve Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “Merhamete Doğru Gaziantep’in Rolü” konulu konferansta Amerika merkezli Uluslararası Merhametli Şehirler Enstitüsü (The International Institute of Comppassionate Cities) üyesi ve Washington Şubesi Kurucu Eş Başkanı Dr. Helen McConnell konuşmacı olarak katılımlarıyla, Gazikent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir Merhametli Şehir, Merhametli Üniversite başlıklı konuşmasında bugünkü mimar ve mühendislerin yararlanabileceği insanlık tarihinden birçok örnekler vererek konuştu. Prof. Özdemir Atinalı Socrates’ten (M.Ö.470-399) bir örnekle başlayıp sözlerine devam etti. Socrates’i idamla yargılayan yargıçlar karşısında sadece kendisini savunmuyordu; vatandaşı olduğu Atina’yı da savunuyordu. Atinalıları kendi şehirlerine sahip çıkmaya çağırıyordu. Savunmasında şehrin kimliğinin Atinalılara getirdiği sorumluluğu şu şekilde dile getiriyordu: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşerisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın? “....ben, genç, ihtiyar, hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, her şeyden önce ruhun en yüksek terbiyesine önem vermeniz gerektiğine kandırmaktan başka bir şey yapmıyorum”. GAZİANTEP, BAKIRCILAR ÇARŞISI Şehrimizin ruhunu ihmal edemeyiz. Bunu da bilgi temelli olarak yapmak durumundayız. İşte o zaman, ünlü bilim adamı ve filozofumuz Farabi’nin (870-950) “erdemli şehir” hayaline yaklaşan şehirler oluşturabiliriz. Prof. Dr. Özdemir sözlerine şöyle devam ediyor: “Socrates’ten öğreniyoruz ki sadece para kazanmak, maddi gelişmeye katkı sağlamak yeterli değildir. Şehrimizin ruhunu ihmal edemeyiz. Bunu da bilgi temelli olarak yapmak durumundayız. İşte o zaman, ünlü bilim adamı ve filozofumuz Farabi’nin (870-950) “erdemli şehir” hayaline yaklaşan şehirler oluşturabiliriz. Fârâbî’nin önerdiği erdemli şehir projesi, yüzyıllarca tüketilemeyen ve eskimeyen bir ideal şehir tasvirini sunmaktadır. Erdemli şehirlerin teşekkülü, ancak erdemli başkanların varlığıyla mümkündür. Fârâbî’nin erdemli şehrinin inşası, yaşadığı çağdan ziyade, içinde bulunduğumuz zamana daha uygun gözükmektedir. Fârâbî’ye göre, ahlâkın temeli en “yüksek hayrı” (el-hayru’l-afdal) veya ‘iyiliği’ elde etmektir. Bunu elde eden toplumlar mutluluğu kazanırlar. Bu ise ancak her yönüyle tam olarak kurulmuş bir şehirde (el-medînetu’l-mutekâmile) gerçekleştirilebilir. Böyle bir şehir anlayışı ancak Peygamberimizin (S.A.V) buyurduğu “ameller niyetlere göredir” inancıyla ölçülür. Merhametli şehir olma gayesiyle şehir planlamasıyla üstlenmiş görevli mimar ve mühendislerin iyi niyetli olmaları gerektiğini ve bu konunun başında iyi eğitim gelmektedir. Bu alanlarda eğitim görenler adalet kavramını anlamak zorundadır. İslam’da adalet “bir kişiyi veya bir şeyi en doğru yere yerleştirmek, koymaktır.” Adalet kavramı kaide olarak beş unsura harmanlı şekilde dayanmaktadır: a) hıfz-i akıl; b) hıfz-i din; c) hıfz-i mal; d) hıfz-i nefs; ve e) hıfz-i nesil. Anlaşılan bir mimar veya mühendis adalet kavramının temeli olan bu beş unsura dayanarak çalıştığı herhangi bir projede doğru ve hadsiz dürüst uyguluyorsa, insanlara ve çevresine huzur verecek bir çalışmaysa, canlı varlıkları rahatsız etmiyorsa, aydınlığa doğru hizmete sebep oluyorsa, böyle bir adaletli davranış netice olarak bir merhamettir. Aksi takdirde, insanlara ve çevresinde ki canlı varlıklara zulüm etmiş olurlar. Karen Armstrong’un 2009 yılında kurmuş olduğu Merhamet Bildirgesi (Charter for Compassion) ve bu bildirgeden esinlenerek, 2010 yılında, merhamet şehirleri, iş yerleri, üniversiteleri ve okulları kurmak için bir “Uluslararası Kampanya” oluşturmuştur. Kampanya, Armstrong’un da bir üyesi olduğu, Uluslararası Merhamet Şehirleri Enstitüsü tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Merhamet Bildirgesi’nin temel taşını oluşturduğu bu enstitü, merhamet girişimcileri için, bildirgeye dayalı dünya çapında bir sertifika oluşturmak amacı ile ortaya çıkmıştır. 9 Mart 2012 tarihinde Gaziantep, Kuzey Amerika’da yer almayan ilk resmi merhamet şehri ilan edilmiştir. Ayrıca, merhamet şehri olarak beyan edilen ilk Müslüman ülke şehri olmuştur. Bu durumun sembolik önemi küçümsenemez. Gaziantep halkı, şimdi bu merhamete olan bağlılığını dünyaya bir umut feneri olarak göstermesi gerekir. Şehir yönetimi resmi olarak bildirgeyi onayladı ve vatandaşlarıyla birlikte merhameti hayatlarına ve eylemlerine dahil edeceklerine söz verdiler. Ayrıca Gaziantep halkının temsilcisi olarak, Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey, “Merhamet Şehri Kampanyası”nı 10 yıl destekleyeceklerine dair bir belge imzalayarak söz vermiştir. “Uluslararası Merhametli Şehirler Enstitüsü” listesine giren Gaziantep’te belediyelere büyük görev düşmektedir. Büyükşehir Belediyesi’nin diğer belediyelerle birlikte ‘merhamet’ birimi oluşturması gerekir ve merhametin, hayatın her alanında hâkim olabilmesi için çalışmalar yürütülmelidir. Bu birim için bütçe ayrılmalı. Merhametle ilgili çalışma yapılacak çok alan var ki bunların arasında mimarlık ve mühendislikte bulunmaktadır. Bu birim de düşünce üretmeli ve uygulamaya koyup stratejik planlar belirlemeli. İlkokullarda, liselerde ve üniversitelerde de merhamet konusunun işlenmesi noktasında adım atılması gerekiyor. İslam’da merhametin ne olduğu ve dünyadaki bakış açısı üzerinde kapsamlı bir çalışmanın faydalı olacağını inanıyoruz. Bunun için de eğitim programların düzenlenmesi büyük önem arz ediyor. Netice olarak Gaziantep, diğer şehirlerin de bu listeye girebilmesi için öncü rol oynamalı. Hep beraber dünyamızın yıkımını önleyebiliriz. M.Ö. 6’ncı yüzyılda Konfüçyüs’ün da nasihat ettiği gibi “Her gün, her daim merhamet edin.” Mart-Nisan 2012 75 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Av. Hüseyin YÜRÜK İstanbul İl Genel Meclisi Üyesi YOKSA ÇAĞDAŞ POMPEI’LER Mİ KURUYORUZ? Kanaatimce mimari, insan ruhunun bir sezgi ve duyuşu, mühendislik ise bu sezginin taşa işlenmiş halidir. Atalarımız, mimariye bir medeniyet projesi olarak bakmışlar, şehirler fethetmek kadar, şehirleri F atih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde, İstanbul, eski ihtişamının son günlerini yaşayan, yorgun, yıkık ve harabe bir şehirden ibaretti. İşte bu, İstanbul için Fatih, “Bizim için bu şehri fethetmek küçük cihattı. Asıl büyük cihad bu şehri bize göre yeniden imar ve ihya etmemizdir” demiştir. Bu medeniyet anlayışı Osmanlı şehirlerini çepeçevre kuşatmış, imar ve inşada zirveye çıkan medeniyet zevki İstanbul’un bazı camilerinin duvarlarında yer alan kuş evlerine kadar yansımıştır. Osmanlı medeniyet anlayışında; şehir ve mimari insanı giydirip süsleyen bir elbise gibiydi. Şehirleşmenin odağına insan alınır, sonra şehir ona göre imar, ihya ve inşa edilirdi. Bunun için Yahya Kemal Beyatlı Aziz İstanbul eserinde şunları söylüyor: “Osmanlı Türkleri İstanbul’u yalnız bir sûr çerçevesi içinde değil, çok daha geniş mikyasta bir çerçeve içinde imâra koyuldu. Daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüb, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi; her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi. Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu. Eskiden İstanbul semtlerinde görülen tenevvü, rûhâniyetten, hayat şevklerine kadar, derece dereceydi. Eyüb, Kocamustâpaşa, Üsküdar’ın bâzı köşeleri uhreviydi; buraları, Maurice Barres’in: “Bâzı semtlerde rûh eser!” diye tasvir ettiği yerlerdi. (Shf. 63) 76 Mimar ve Mühendis inşa ve ihya etmenin önemli olduğunu idrak etmiş, bu idraki kurdukları ve yaşadıkları şehirlere yansıtmışlardır. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini, meselâ: Kocamustâfapaşa semtini, yâhut Eyüb’ü yâhut Üsküdar’ı yâhut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhâfaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’î bir hüküm vererek derdi ki: “Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mîmârîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.’’ Modern zaman insan pusulasını şaşırdı. Her şey tam tersine döndü. Şimdi şehirler, binalar, siteler yapılıyor. İnsana burada bir hayat kurması, barınması dayatılıyor. Şehir kalıplarının içine adeta insan dökülüyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehiri’ni, Yahya Kemal Beyatlı’nın Aziz İstanbul’unu, Şehirlerin Ruhu’nu okumadan, Saadettin Ökten, Turgut Cansever gibi bilgeleri dinlemeden şimdi doludizgin yeni şehirler inşa ediyoruz. Milattan sonra 79 yıllarında inşa edilmiş Pompei, 200 bin nüfuslu, çağının en modern, en müreffeh ve konforlu şehirlerinden biriydi. Şehrin kanalizasyon sistemi, sokakları, kaldırımları, çarşıları vardı. Ne var ki vardıkları son nokta hüsran oldu. Şehir, sonradan gelenlere ibret olacak şekilde helak oldu. Modern çağın insanları olarak bizler, ‘Acaba yeni Pompeiler mi inşa ediyoruz?’ diye endişeleniyor insan. Halbuki şehirlere ruhunu veren insan ve onun inşa ettiği medeniyettir. İmparatorluğa 90 yıl baş şehirlik yapmış Edirne bile Selimiye’yi çıkarın, üç şerefeli ve eski camiyi bir kenara bırakın, POMPEI Biz eski ve mühim taşları yok etmekle kalmıyor, millî kültürümüz ve sanatımızı da maalesef bilmeyerek, bunun muhafazası icap eden kısımlarını da bugünkü kültür davamızla alay edercesine mahvediyoruz. 136 bin nüfuslu kocaman bir Trakya kasabası haline geliverir. Biz şehirlerimizi hatta mezarlıklarımızı kendi ellerimizle acımasızca yok ediyoruz. Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1971 yılında Tercüman Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda Tarihi Karaca Ahmet Mezarlığı’nın nasıl talan edildiğini büyük teessürle şöyle anlatıyor: “619 senelik tarihimizin gömülü bulunduğu Karaca Ahmed Mezarlığı yok oluyor. Yani dostlarım, tarihimizin bu kısmının canına okuyoruz. Karaca Ahmed’e en büyük felaketi, maalesef 1950-1960 arasında karayolları getirdi. Mezarlar usûl ve erkânı ile yani kemikleriyle lahitten çıkarılarak ve yeni bir lahit açılarak üstüne taşları naklolunacaktı. Bir defa bir ilgili, ne vakıflardan, ne belediyeden hele kültürümüzü koruyacak Millî Eğitim’den kimseler gelip görmedi. Söylenenleri duymadı, ikazlara önem verilmedi. Daha doğrusu bunlarla ilgili olanlar da ortalıkta yoktu. Şikâyeti dikkate alacak bir makam bulamadık. Tarihimizi en büyük saygısızlık ve usûlsüzlüklerle burada, eski şerefimizi de ayaklar altına alarak yapmadığımız fecaat kalmadı. Biz eski ve mühim taşları yok etmekle kalmıyor, millî kültürümüz ve sanatımızı da maalesef bilmeyerek, bunun muhafazası icap eden kısımlarını da bugünkü kültür davamızla alay edercesine mahvediyoruz. Bir defa şunu unutmayalım ki Karaca Ahmed Mezarlığı diye küçük görüp her vesile ile tırpan atmakla bir tarihî açık hava TürkMüslüman heykel ve taş üzerinde süsleme müzemizi yok ediyoruz.” Süleymaniye Camii’nin hatlarını yazan dönemin ünlü hattatı Ahmet Karahisari’nin kabri için, Evliya Çelebi “Beyoğlu Sütlücesinde Çavuşbaşı Camii haziresinde medfundur” diyor. Heyhat ki şu an, Çavuşbaşı Camii yok ki Karahisari’nin kabrini bulabilesiniz. Son döneme damgasını vurmuş Mimar Kemalettin’in mezarına bile, Nuhkuyusu’nda yol çalışmaları sırasında kadir bilir bir vakıf memuru tarafından sahip çıkılmasaydı, bugün Beyazıt’taki yerinde olmayacaktı. Bir yabancı filozof “Tanımlamalar masum değildir” diyor. Şehirlerimizi bizden alan insanlar işe kelimelerimizden başladılar ve ‘şehir’ yerine ‘kent’ tanımını dilimize pelesenk ettiler. İnsanın içinden kentleşmede kat edilen bunca mesafeden sonra; ‘Alın kentlerinizi! Geri verin bize şehirlerimizi’ diye seslenmek geliyor. Yahya Kemal Beyatlı’nın İstanbul ile ilgili yazdığı aşağıdaki şiirini okumadan herhalde neler kaybettiğimizin farkına yeterince varamayız. Gelmek’ çün ikinci bir hayâta, Bir gün dönüş olsa âhiretten: Her rûh açılıp da kâinata, Keyfince semâda bulsa mesken; Tâlih bana dönse, nâzikâne; Bir yıldızı verse mâlikâne; Bigâne kalır o iltifâta, İstanbul’a dönmek isterim ben. Mart-Nisan 2012 77 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Emir AKSU Bursa MMG, Şehir Plancısı BURSA’DA BİR TOKİ UYGULAMASI ve ŞEHİR ESTETİĞİ Şehirlerin tarihine bakıldığında her kentin niteliksel özellikleri kurulum ve gelişme süreci ve bu süreçte ortaya çıkan, o kentin makroformunun yanı sıra G enellikle kentli kullanıcılarının yaşam biçimleriyle şekillenmiş bu kentler gibi dini özellikleri ile (İslam kenti, Hıristiyan kentleri, Budist kentleri) ekonomik modelleriyle oluşmuş nitelikler taşıyan (komünist, kapitalist kent modelleri), konumlarıyla (doğu kentleri, batı kentleri, deniz kentleri, dağ yerleşmeleri vb.) birçok farklılıklar ve kimlikler oluşturmuştur. Bu kimlikler tarihsel süreçle ve mekanla şekillenmiştir. Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet’in başlangıç dönemlerindeki kamu mimarlığında gözlenen ulusal kimlik ve bölgesel karakter arayışlarının sonucunda, aynı döneme ait yapıların hemen tümü bugün “kültürel miras” niteliği kazanmaktadır. Allah Resulu ve sahabe döneminde oluşan kentlerde önce toplanma, buluşma noktaları, sosyalleşme alanı yani mescit yapılırdı. Şehir, halkın cem olduğu noktaların etrafında ringler oluşturarak ışınsal bir ağ üzerinde gelişirdi. Selçuklu ve Osmanlı kentlerinde kentlerin kurulum ya da geliştirme politikası yine devlet eliyle yaptırılan cami, imarethaneler, han, pazar alanı, hamam, şifahaneler gibi yapılardı. Bu yapılarda hem kamu yararı gözetilir hem de kentin gelişimi yönlendirilirdi. Osmanlı ve Selçuklu mimarisinde bariz olarak gördüğümüz sanata, güzelliğe ve estetiğe önem vermiş, bakışındaki estetiği çeşmelere, avlulara, kamu binalarına ve bunun gibi halkın günlük kullandığı her türlü mimari yapıda sergilemiş olduğudur. Günümüzde ise buna benzer kamu eliyle yapılan büyük projeler TOKİ ve kentsel dönüşüm projeleridir. Kültürel derinlikleri göz ardı edilerek yalnızca simgesel yaklaşımlarla ve dekoratif sığlıkta yapılan tasarımlar kimlikli ve çağdaş şehirciliği mana ve sanattan yoksun bırakmaktadır. Yaşanan hızlı nüfus artışı ve hızlı kentleşme sebebiyle oluşan konut-kentleşme sorunlarının çözülmesi ve üretimin artırı- 78 Mimar ve Mühendis kültürel alışkanlıkları ve her kentin kendine özgü kimliği oluşmuştur. Bu kimlik kentlerin kuruluşundan beri ortaya çıkan bu sürekliliğin ürünüdür. larak işsizliğin azaltılması amacıyla kurulan Başbakanlık’a bağlı “Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ‘TOKİ’ konut sorununa ürettiği çözümlerle, kısa vadeli ve ülkenin her yerinde şehir planlarının üzerinde sahip olduğu planlama yetkisiyle, şehre özgü yapıları dikkate almadan projelerini gerçekleştirmekte olduğunu görmekteyiz. TOKİ, makro düzeyde planlama ve sürdürülebilir kalkınma modelinin aksine anlık çözüm ürettiği, tek tip mimari uygulamalarla kentin mimari dokusuna uyuşmayan yapılaşmayı oluşturduğu, çevre ve kentin sosyal, kültürel, coğrafi özelliklerinin göz ardı edildiği, teknik altyapıdan yoksun, gerekçeleriyle birçok alanda eleştirilmektedir. Toplu konutlarla vatandaşa ucuza konut edindirmek amacı güden fakat toplumsal, kültürel ve ekonomik dinamikleri göz ardı ederek oluşturulan projeler, toplumun tüm katmanlarını ve yaşam biçimini etkilemektedir. TOKİ, konut sorunuyla olan ilgisini, Anayasa’nın 157’nci maddesindeki temel koşul olan “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde” kurmak ve sorumluluklarını da buna bağlı olarak “çevreye ve insan haklarına saygılı bir mimarlık kültürünü” güçlendirecek yönde üstlenmek durumundadır. Ülkemizdeki uzun yıllardır imar ve şehircilik noktasında duyarsızlık hastalığı bugün TOKİ ve kentsel dönüşüm projelerinde görülmektedir. TOKİ, ulusal değerlerle bütünleşmiş, farklı seçenek oluşturacak şehircilik ve mimari karakter noktasında öncü olmalı, sağlıklı yaşam alanları ve kentler oluşturmalı ülkedeki tekdüze yapılaşmaya alternatif projelere önderlik etmelidir. Aslında ülkemizdeki imar ve planlamaya karşı yaşadığımız sorunların temelinde ileriye dönük, uzun dönemli projeler üretim sürecinden ziyade günü kurtarmaya yönelik planlama çalışmaları yapılıyor olmasıdır. Daha dün acil ve TOKİ, makro düzeyde planlama ve sürdürülebilir kalkınma modelinin aksine anlık çözüm ürettiği, tek tip mimari uygulamalarla kentin mimari dokusuna uyuşmayan yapılaşmayı oluşturduğu, çevre ve kentin sosyal, kültürel, coğrafi özelliklerinin göz ardı edildiği, teknik altyapıdan yoksun, gerekçeleriyle birçok alanda eleştirilmektedir. hızlı konut üretmemiz gerekiyor denildi ve altyapısı eksik sosyo-kültürel ve kimliksel planlaması yapılmamış toplu konut projeleri inşa edildi, bugün ise gündemdeki konu kentsel dönüşüm yasası. Kentsel dönüşüm yasası, 1999 yılında yaşadığımız felaketlerin üzerinden yıllar geçmiş ve bu zamana kadar konuyla ilgili çok fazla da bir şey yapılmamışken Van Depremi’nden sonra verilen ani bir kararla depreme dayanıklı olmayan konutları acilen imha etmeliyiz mantığı ile ortaya çıktığı görülmekte ve endişemiz o ki kentlerin kimliği, imajı, tarihsel nitelikleri, kentli alışkanlıkları, sosyo-kültürel yapısı ve her şeyden önce kenti kent yapan ayrıcalıklı özellikleri planlara yansımadan, projelendirilen alan yerinde görülüp ihtiyaç duyulan analizler yapılarak, kendi mimarimizi oluşturmamızda öncü niteliği taşıyabilecek yaşam alanlarını yeşil ile uyum içerisinde planlama ve tasarım ilklerine göre projelendirmek yerine yerelin özellikleri göz önünde bulundurulmadan niteliksiz kentsel dönüşüm projelerinin yapılması bugün de kaygımızdır. TOKİ projelerinde Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan mirası ile bütünleştirilerek Anadolu birikimlerinden esinlenilen bir yerleşme dokusunun egemen kılınması yönünde ivedilikle çalışmalar başlatılmalıdır. Bu çalışmaların öncelikle akademik nitelikli, katılımcı ve ilgili meslek kurumlarıyla işbirliği içinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bazı kentsel dönüşüm ve toplu konut projelerinde uygulanılmaya çalışılan “Osmanlı-Selçuklu Mimari Tarzı” yaklaşımları, yer seçimlerinden komşuluk ilişkilerine, yerleşme karakterinden sosyal ve kültürel hizmet alanlarına kadar tümüyle Anadolu’daki kültürel derinliği sosyolojik özellikleriyle projelendirilirken aceleye getirildiği, üzerinde ayrıntılı çalışmalar yapılmadığı ve bu kavramlar çağdaş şehircilik ve mimari karakterle bütünleşik olarak ele almış karakterli yerleşim alanları olarak yeniden canlandırılması gerektiği görülmektedir. Mimarların ve tüm halkın tarihten doğru esinlenmeyi başaracak, biçimsel değil öz olarak geleneksel mimarinin çağdaş yorumlarını gerçekleştirebilecek mimari projelerin elde edilmesi için “mimarlık ve şehircilik yarışmaları” olanağının ve erdeminin anımsanması gerekmektedir. BİR TOKİ UYGULAMASI Kent ölçeğinde değerlendirilmesi gereken dönüşüm projeleri, parsel ölçeğinde ele alınarak, içe dönük çözümler sunmakta ve şehrin planlarından ayrı bir parça olarak değerlendirildiği takdirde, kentin mevcut altyapısına fazladan yük getirmenin ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Ayrıca dönüşüm adına ortaya konulan tekdüze yapılaşmalar kent dokusundan uzak kent kimliğini tahrip eden mekanlar oluşturmaktadır. Tarihiyle, kültürüyle, ticareti, tarımı, turizmi ve sanayisiyle Türkiye’nin 4’üncü büyük kenti olma özelliği taşıyan Bursa, sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan ülke ortalamasının çok üstünde bir potansiyele sahiptir. Bu zenginliği göz ardı ederek Bursa’nın kalbi denilebilecek dar bir alana hemen yakınında bulunan tarihi kimliği ve dokuyu hiçe sayarak, yapılan 800 kişi/hane gibi yüksek bir yoğunlukta Doğanbey kentsel dönüşüm projesi ile kentsel tarihi doku, geri dönülmez bir tahribata sebep olunmuştur. “Bozulma ve çökme olan bir kentsel alanın ekonomik, toplumsal, Mart-Nisan 2012 79 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TOKİ projelerinde Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan mirası ile bütünleştirilerek Anadolu birikimlerinden esinlenilen bir yerleşme dokusunun egemen kılınması yönünde ivedilikle çalışmalar başlatılmalıdır. Bu çalışmaların öncelikle akademik nitelikli, katılımcı ve ilgili meslek kurumlarıyla işbirliği içinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. 80 Mimar ve Mühendis fiziksel ve çevresel koşullarının kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirilmesine yönelik olarak uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü” şeklinde tanımlanan ‘kentsel dönüşüm’ kavramı, asla daha fazlasını inşa etmek için var olanı yok etmek olarak algılanmaması gerekirken altyapısı eksik ve kent merkezindeki trafiğe büyük bir yük getirecek şekilde Osmanlı’nın ilk başkenti olmasıyla, tarihi değerleri ve kimliği ile tanınan Bursa şehir merkezine fazlaca yük getirmektedir. Doğanbey kentsel dönüşüm projesiyle görülmektedir ki rant elde etmeye yönelik üretilen plan ve projeler, kentlinin yaşam konforunu artırmaktan ziyade, uzun vadede kent yaşamını sınırlayan olgular haline gelmektedir. Tamamen getiri odaklı mantığın, TOKİ’nin elinde bulundurduğu olağanüstü yetkilerle harmanı; mimari açıdan hiçbir karakteristiği olmayan beton yığınlarının Bursa’nın kalbine hançer gibi saplanmasına yol açmıştır. DOĞANBEY TOKİ YERLEŞKESİ Doğanbey TOKİ Konutları, Osmangazi Belediyesi sınırları içinde yer alan yaklaşık 282 bin m² yüzölçümlü Kiremitçi, Tayakadın, Doğanbey ve Kırcaali Mahalleleri Kentsel Yenileme Alanı olarak belirlenmiştir. Bölge içerisinde 1 adet Ortaöğretim Okulu, Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından tescil altına alınmış 6 adet anıtsal yapı, 16 adet sivil mimarlık örneği yapı yer almaktadır. Ayrıca alanın doğusunda Ördekli Hamamı Çevresi Kentsel Sit Alanı yer almaktadır. 28 Kasım 2006 tarihinde T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Osmangazi Belediye Başkanlığı arasında “Bursa Osmangazi Doğanbey Kentsel Yenileme Projesi Protokolü” imzalanmıştır. Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanında inşa edilen yüksek katlı yapılar ile şehrin siluetinin farklılaştığı, özgün olmaktan uzaklaştığı görülmektedir. Artık Bursa’ya girerken Ulucami değil TOKİ’nin yüksek katlı binaları bir duvar gibi göze çarpmaktadır. Şehrin mimari özellikleri ile bütünleşmeyen tek tip konutlardan oluşan bu alan, şehrin kendine özgü cazibesini yok etmiştir. Bulunduğu alanın karakterini yansıtması gereken, örnek proje olarak nitelendirilen ve kent açısından oldukça önemli bir yatırım olarak görülen Doğanbey Kentsel Dönüşüm Projesi, yakın çevresinde bulunan Reyhan-Kayhan Hanlar Bölgesi gibi tarihi değere sahip bölge dokusu ile son derece uyumsuz ve bütünleşemeyecek bir görünümdedir. “Şehrin kalbi denilebilecek bir noktada, mimari özellikleri, ulaşım çözümlemeleri, sosyal donatı alanları vb. kentsel ölçekte örnek çözümlemeler sunması gereken, Doğanbey Kentsel Dönüşüm alanı dikeyde yükselerek en çok kişiyi bu alana sığdırma amaçlı yapılan bir işe dönüşmüştür.” İmar planı kararlarına uyma zorunluluğu olmayan TOKİ uygulamaları, kenti iklimsel, topografik, peyzaj vb. özelliklerine göre farklılaşmayan kimliksiz konutlar üreterek yerel mimariyi ve kentsel dokuyu bozmaktadır. Ayrıca Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı projesinin kentsel siluete olumsuz etkisinin yanı sıra eski haliyle 75-100kişi/hane olan nüfus yoğunluğu kentsel dönüşüm projesiyle 800 kişi/hane’ye çıkarılarak gelecek ilave nüfus kentin merkezine bugünkü halinden çok daha fazla yoğunluk getirecek ve eğer daha da önlem alınmazsa kentsel sit alanının tahribatını hızlandıracaktır. Uygulama alanında gelecek nüfusa yönelik altyapı olanakları oldukça yetersiz ve projeye birlikte olması gereken yeni altyapı (otopark, kanalizasyon gibi) olanakları sağlanmamıştır. Bu durumun sonucu olarak uzun vadede altyapı maliyetlerinin artacağı apaçık görülen bir sonuçtur. Bu konuda Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı’nın olumlu örnek sergilemediği açıktır. Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı’nda da planlama hiyerarşisine tezat olarak projeden plana işlenen bir “sistem(sizlik)” söz konusudur. Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı ile bölgeden uzaklaştırılan yerleşik halkın bu süreç içerisinde kentin hangi alanlarında barındığı önemsenmemiştir. Kentsel dönüşüm alanı olarak oluşturulan ve diğer alanların dahil olduğu imar hakkından farklı olarak kendi içinde alanın rantına bağlı olarak meydana çıkan yapılaşma kararlarının imar planlarına aykırı olduğu ve diğer alanlar ile arasında denge sağlanmadığı görülmüştür. Reyhan-Kayhan Hanlar Bölgesi ve çevresindeki yapılaşma alanının koruma alanı olması sebebiyle 2 kat yapılaşma izni, tarihi doku ile uyumlu yapılar yapma zorunluluğu vb. zorlayıcı yapılaşma kararları verilirken Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı’ndaki yüksek yapılaşma izni plan kararlarındaki eşitsizliği ortaya koymaktadır. Kentsel dönüşüm projelerinin kente özgü fikirlerden oluşması gerekirken günümüzde her kentte tekdüze yapılaşmanın önünü açan kentsel dönüşüm alanlarının (talan edilmesi) ve bu alanların yapım işlerinin sadece TOKİ’ye verilmesinin sonucunda siyasi güçlerin de etkisi ile TOKİ’nin bu konuda üstün bir konuma getirilmesi ve kentsel dönüşüm alanlarının ekonomik getiri alanı olarak görülmesi söz konusudur. Doğanbey Kentsel Dönüşüm Alanı’nda da öncelikle TOKİ’nin ekonomik kazanç elde etme isteği görülmekte ve bu dönüşüm alanının bundan sonraki dönüşüm alanlarına olumlu örnek olmadığı/olamayacağı görülmektedir. Yeni yasalarla TOKİ’ye verilen ve bugün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bırakılması düşünülen yetkiler mimarlık ve şehircilik ilkeleri göz önünde bulundurularak yeniden gözden geçirilmeli, kentsel bütünlük çevresel uyum ve planlama hiyerarşisini mutlaka gözeten bir imar düzeninin egemen kılınması için ivedilikle düzenlemeler yapılmalıdır. Planlar bir bütün olduğu ve projelendirmelerin yerinde görülerek gerekli teknik, kültürel ve sosyal incelemeleri yapılarak kentlinin katılımı gözetildiği takdirde benimsenir ve verimli olur, özellikle doğal, ekolojik ve kültürel değerleri açısından yasalarla korunmaları öngörülen bölgelerdeki, bütün bu özellikleri göz ardı etmeden yapılacak yer seçimlerinde, gelecek kuşaklara karşı sorumluklarımız olduğunu unutmamalıyız. Yapılan imar çalışmaları önümüzdeki birkaç asırda şehre kattığı değerle anımsanacaktır. Bugün nasıl İstanbul’un ve Osmanlı’nın en parlak dönemini eserleriyle inşa eden ve kentin siluetini oluşturan Mimar Sinan’a ve her anımsayışta dualar hediye ediyorsak, yaptığımız bu uygulamalarla gelecek nesillerimizde bizi hatırlayacaktır. Dualarıyla şereflenmek ümidiyle. Bursa’nın kalbi denilebilecek dar bir alana hemen yakınında bulunan tarihi kimliği ve dokuyu hiçe sayarak, yapılan 800 kişi/ hane gibi yüksek bir yoğunlukta Doğanbey kentsel dönüşüm projesi ile kentsel tarihi doku, geri dönülmez bir tahribata sebep olunmuştur. Mart-Nisan 2012 81 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Dilaver DEMİRAĞ Gazeteci, Yazar PLAN MI PİLAV MI? Bir kenti planlamak aslında sosyal hayatı planlamaktır. Bu anlamda sosyal bir alanda hayata geçirilen her çalışma, mühendisi devlet ve tanrı rolü oynamaya sevk eder. Her plan müphemliği yani belirsizliği belirli bir hale sokma çabasıdır ve düzen oluşturma eylemi olarak plan, 1 950’ler itibariyle Tek Parti dönemindeki gibi planlı şehirleşme, sanayileşme ve kalkınma yerine plansız, programsız gelişmenin önü açılmış, DPT bürokratlarına plan dendiğinde “memleketin plana değil pilava ihtiyacı var” cevabı alınmıştır. Bu yüzden çarpık gelişme çarpık sanayileşmeye, çarpık gelişme ve sanayileşme de çarpık şehirleşmeye neden olmuştur. Oysaki makro ve mikro düzeyde plan yapılmış olsaydı planlı bir gelişme sonucu, son derece düzenli bir şehirleşme yaşanmış olacaktı. Şehir plancısı da bu planları yaparak düzenli gelişme ve şehirleşmenin mümkün olmasını sağlar. Bu yönüyle şehir ve bölge planlama mesleğinin konusu en genel anlamda, ülke düzeyinden yerel ölçeğe kadar her türlü yerleşmede fiziksel/mekânsal gelişmelerin bir plan/düzen çerçevesinde biçimlenmesine katkıda bulunmaktır. Şehir plancısı, planlı gelişmenin sağlanması için, yerleşmelerin değişiminde etkili olabilecek mekânsal, sosyal, demografik, ekonomik ve teknik verilerle estetik, kültürel (tarihi-arkeolojik), doğal/ekolojik etmenleri birlikte değerlendirerek geleceğe yönelik amaç ve hedefleri koyan, uygulama araçlarını ve süreçlerini tanımlayan, karar vericilere alternatif öneriler oluşturan ve bunların uygulanmasında rol alan uzmandır. Plancının uygulamadaki rolü planın parçaları olarak ortaya çıkan projeleri tanımlamak, bu projeleri koordine etmek, yönlendirmek, denetlemek veya projelere dönük danışmanlık hizmetlerini yürütmektir. Ancak, bugün gelinen nokta ne böyle bir şehirleşmenin beklen- 82 Mimar ve Mühendis düzen oluşturmaya çabaladıkça daha çok düzensizliğe yol açar. Bunun nedeni mühendislik ideolojinin temellerinde mevcut olan düzen kurucu bir pratik olarak rasyonel akıl mantığının mühendise yön vermesidir. diği gibi doğru sonuçlar vermesi ne de gelişmenin beklendiği, tahmin edildiği gibi belli bir yönde ilerlemesi söz konusu. Tersine yaşanan hayatın tüm planları aştığı görülüyor. BİR DÜZEN KURMA ÇABASI OLARAK PLAN Plan kavramı aslında doğayı ve toplumu okunaklı kılma çabasının bir sonucudur. Nasıl bir mühendis önceden tasarladığı bir plana göre teknik bir çalışma ortaya koyuyorsa, nasıl bir bilim adamı belli bir hipotez ekseninde doğadaki her hangi bir olguyu çözümleme çabasındaysa şehir plancı da öngördüğü planla şehri düzenleme çabasındadır. Ancak bir kenti planlamak aslında sosyal hayatı planlamaktır. Bu anlamda sosyal bir alanda hayata geçirilen her çalışma, mühendisi devlet ve tanrı rolü oynamaya sevk eder. Her plan müphemliği yani belirsizliği belirli bir hale sokma çabasıdır ve düzen oluşturma eylemi olarak plan, düzen oluşturmaya çabaladıkça daha çok düzensizliğe yol açar. Bunun nedeni mühendislik ideolojinin temellerinde mevcut olan düzen kurucu bir pratik olarak rasyonel akıl mantığının mühendise yön vermesidir. Rasyonel düşünce olarak kartezyanizm doğaya bir düzensizlik olarak bakar ve doğaya yön vermek için aklı bir anlam pratiğinden çok bir araca dönüştürür. Nitekim Descartes, akıl ve onun uygulama boyutu olarak bilim yolu ile şeylerin karşısına diktiği özne tasavvuruna doğayı (dolaylı olarak da toplumu) dönüştürme pratiğini yükler. Akıl ve bilim sayesinde özne olarak Aydınlanma felsefesinin ve onun büyük projesi olan modernizmin bir ürünü olan rasyonel bir karar verme ya da teknik bir problem çözme süreci olarak planlama, her zaman otoritenin hizmetinde olmaktan kendini kurtaramadı. insan doğanın efendisi olacaktır. Bunu yapmak için akıl düzen kurma işine girer. Öncelikle, düzene uymayan unsurları müphem sayarak ya dışarıda bırakır ya da kategorilerden birine o kategoriye oturmasa da sokarak sorunu çözer. “Sınıflandırmak, dünyaya bir yapı atfetmektir. Dünyadaki olabilirlikleri manipüle etmek; bazı olayları ötekilerden daha olası kılmak, olaylar rastgele değilmiş gibi davranmak ya da olayların rastgeleliğini sınırlandırmak veya tamamen yok etmektir. Dil, adlandırma sınıflandırma fonksiyonu aracılığıyla, insan yerleşimine uygun düzenli ve iyice oturmuş bir dünya ile rastgeleliklerle dolu olumsal bir dünya arasına kendini yerleştirir… Düzenli bir dünya “kişinin önünü gördüğü” (ya da başka bir deyişle, kişinin önünde neler olduğunu, nasıl görebileceğini-nasıl kesin olarak görebileceğini-bildiği); kişinin, bir olayın olabilirliğini nasıl hesaplayabileceğini ve bu olabilirliği nasıl arttırıp azaltacağını bildiği, belli durumlar arasındaki bağların ve belli eylemlerin etkinliklerinin, geçmiş başarılarının gelecektekilere kılavuzluk etmesini mümkün kılacak ölçüde aynı kalabildiği bir dünyadır” Ancak gerçek dünya böyle bir dünya değildir, birçok ihtimalin ve değişkenin söz konusu olduğu farklılıkların dünyasıdır. Dolayısıyla bütün olasılıkları ve değişkenleri hesaplamak olanaklı olmadığı için tüm tasarımlar, modeller, planlar tasavvur edilmiş olacaktır. İşte sosyal mühendislik dediğimiz olgu burada ortaya çıkar. Madem modelimiz gerçek dünyaya uymuyor, o zaman dünyayı modele uyduralım. Bütün mühendislik faaliyetlerinin negatif sonuçlar ortaya çıkarması da bundan kaynaklanır. Çünkü tüm planlar doğayla, insan denen mahlûkatla uyumsuzdur. Bunların en temel özelliği değişken olmalarıdır. Oysa planımız, modelimiz bu değişkenleri modele yediremediğinden, bütün planlar imkansız bir hedefin peşinde koşacaktır. Bu fiyaskoyu engellemek için devlet ya da yasa mühendisin, şehir plancısının yardımına koşar ki yüksek modernizm dediğimiz olgu da buradan doğmuştur.1 OKUNAKLI TOPLUM, OKUNAKLI ŞEHİR, OKUNAKLI DÜNYA Michel Foucault’un ortaya koyduğu biyo-siyaset kavramı yönetim olgusuna öngörülebilirlik getirdiği için mühendislik, sosyoloji vb hemen hemen bilimsel ve teknik disiplinler yüksek modernizmin okunaklılık talebine uygun bir harita çıkarma işlevine göre yapılanmıştır. Aydınlanma felsefesinin ve onun büyük projesi olan modernizmin bir ürünü olan rasyonel bir karar verme ya da teknik bir problem çözme süreci olarak planlama, her zaman otoritenin hizmetinde olmaktan kendini kurtaramadı. James Scott ‘Devlet Gibi Görmek’ isimli kitabında modern devletin tüm uygulamalarını bir harita benzetmesi ile izah eder. Harita nasıl araziyi okunaklı ve bilinir kılarak ona hâkim olunmasını sağlarsa, devlette bir dizi dönüşümle toplumsal mekânı okunaklı kılmaya, yönettiği topluma bilgi ile düzen verip ona egemen olmaya çabalıyordu. Bunun yolu ise basitleştirme işlemi olarak görülen homojenleştirme ve standartlaştırma olmuştur. Böylece devlet kesinlik Mart-Nisan 2012 83 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Nasıl bir mühendis yapacağı teknik aracı önceden tasarlar ve sonra da o aracı bu tasarıma göre oluşturursa, sosyal mühendislerin de insan yaşamının iyiliği adına, toplumun gelişmesi, köhnememesi adına önceden tasarlanmış bir modernleşme planları vardır. ve bir örneklikle topluma yön verebilecekti. Scott bu olguya yüksek modernizm adını verir. Yüksek modernizm temelde bir toplum mühendisliğidir. Toplumu belli bir plana, bir tasarıma uygun hale sokma çabasıdır. Bütün sosyal mühendislik çabalarında olduğu gibi yüksek modernizmin de bir planı yani önceden belirlenmiş /oluşturulmuş bir tasarımı söz konusudur. Nasıl bir mühendis yapacağı teknik aracı önceden tasarlar ve sonra da o aracı bu tasarıma göre oluşturursa, sosyal mühendislerin de insan yaşamının iyiliği adına, toplumun gelişmesi, köhnememesi adına önceden tasarlanmış bir modernleşme planları vardır. Scott modern devletin okunaklılık çabasının esasta bir egemenlik çabası olduğunu, okunaklılık vasıtası ile devlet topluma daha fazla sirayet ettikçe toplumu yönetebilmesinin de o oranda arttığını belirtir. Yüksek modernizm bilimsel dünya tasarımından beslenen ve toplumu büyük ölçekli dönüştürme planları yapabilme gücünü kendinde gören bir zihniyeti yansıtır. Ütopik tahayyül de yüksek modernizmin temel yakıtını oluşturur. “Yüksek modernizm merkezinde sürekli doğrusal ilerlemeye, bilimsel ve teknik bilginin gelişimine, üretimin genişlemesine, rasyonel bir toplumsal düzen tasarımına, insan ihtiyaçlarının artan tatminine ve aynı derecede önemli olarak, doğa yasalarının bilimsel olarak anlaşılmasına bağlı biçimde (insan doğası dahil) doğa üzerinde artan bir denetime duyulan son derece büyük bir özgüven vardı. Bu yüzden yüksek modernizm bilimsel ve teknik ilerlemenin kazanımlarının insan faaliyetinin her alanın da-genelde devlet vasıtasıyla-nasıl uygulanabileceğine dair özellikle kapsamlı bir görüştür”2 Toplumu dönüştürmeye dair bu güçlü inanç ve elbette bu inancın devlet gücü ile birleşmesinden doğan iyilikseverlik, otoriter azimle birleşir. Yüksek modernist bürokrat ya da teknokratın gözünde toplum ütopik bir proje ya da plandır. Bu da onların miyoplaşmasına yol açan bir etkene dönüşür. Doğayı denetim altına almakla toplumu denetim altına almak aynı planın farklı cepheleridir. Bu yüzden planlama faaliyeti söz konusu kusurlardan arınmış değildir. ŞEHRİ Mİ PLANLAMAK TOPLUMU MU DÜZENLEMEK? Şehir en başından beri devletin ve onun otoritesinin damgasını taşır. Bu yüzden şehir planlama dediğimiz olgu, yüksek modernizmden önce de otoritenin en tepesindekinin beklentilerine uygun bir 84 Mimar ve Mühendis yerleşim ya da şehir kurmak ve toplum inşa etmek olgusunun hizmetkârı oldu. Mimar şehre metisin yani hayat tecrübesi ya da yerel hayat bilgisi denen organik bilgi birikiminin bakışıyla değil de, pergel ve gönyenin mantığı ile yaklaştığından, eleştirilerin merkezinde olmaktan kurtulamamıştır. Boockhin çağdaş kent planlama anlayışının barındırdığı o korkunç çelişkiyi ortaya koyar. “Kent artık uysallaşmış doğa, kuralsız insan yakınlaşmanın arenası, bireyselliğin ve rasyonalitenin alanı değildir. Modern kent, arkaik kan kardeşliğinin bile ötesinde, yabancılaşmış insanlığın yaban toprağına, insan toplumundaki şeytansı olan her şeye geri dönmüştür. Zamanımızın kenti insani yakınlık ve cemaat ruhunun tek başına bir anonimliğe ve özelleşmiş bir atomlaşmaya kurban edildiği dünyevi bir sunaktır; kültürü aklın birikimle elde edilmiş bilgeliği değil, meta üretimi ve reklâm ajanslarının değersiz bir yaratığıdır. … Zira kent, bizzat durumun doğası gereği, bütün halini aldıkça, farklılığın ve anlaşılırlığın sağladığı özgünlüğünü yitirdikçe, silinmektedir. “Planlama” sözcüğü sadece bu kaba ihlal eylemini anlatır. Modern zihniyet için, “planlama” düzensizliğe düzen getiren, tesadüf ve olumsallığı insanca anlamlı tasarım içinde örgütleyen rasyonalite ve kavramsal amaçlılık anlamına gelir. Bu sözcüğün anlamına dâhil olan görünürdeki rasyonelliğin arkasında içsel bir toplumsal irrasyonellik yatar. … Kent planlaması bir bütün olarak çağdaş toplumsal planlamanın çelişkili doğasından kaçamaz. Aksine, planlama çığırından çıkmış kentselliğe rasyonel tekniklerin uygulanması, modern kent yaşamının kuralını oluşturan parçalanma karşısında sistematik bir toparlama çabasıdır. Megalopolis’in bir kent olduğu mitine destek vermek, planlamanın sorgulanmayan toplumsal öncüllerini aşabileceği ve tekniğin kölesi olduğu amaçlardan ayrı kendi başına bir değer olduğu mitine inanmaktır.” 3 Bütün modern şehirler kent kavramına ihanet eden megaşehir anlayışının silinmez damgasını taşır. Megaşehrin gayrı tabii ve gayrı insani nitelikleri planlarla giderilmez, tersine her kent planı bu devasa sorunları daha da büyütmek, içinden çıkılamaz hale sokma yönünde atılan adımdır. Aslında bugün önerilecek en doğru şey “insani şehirler” planlamak değildir. Bugünün dünyasında istense de insani nitelikler taşıyan kentler inşa edilmeyeceği gibi, insani kent denilen şey de doğası gereği planlanacak, öngörülerle yapay olarak oluşturulacak bir şey değildir. Kent tıpkı topluluk gibi doğal ve kendiliğinden oluşan ve düzen arayışlarına karşılık tüm karmaşıklığında insani yakınlıkları taşıyan bir mekandır. Oysa bugünün sermaye ve teknik tahakküm odaklarının emrindeki şehircilik anlayışı var olanı kökten reddetmek yerine iyileştirme çabasındadır. Nasıl kanser olmuş bir hücre normal ve sağlıklı bir hücreye dönüşemez ise mega şehir denen berbat, totaliter ve cehennemi mekanda düzeltilemez, iyileştirilemez. Eğer gerçekten insani bir şey yapılacaksa söylenecek en iyi şey insanlara mega şehir denen yapay canavarın karnını boşaltmalarını önermek olmalıdır. Ama daha önemlisi yerelliği, yerel bilgiye ve kendiliğindenlik denen şeye değer verip hayata mühendis ya da mimar eli değmeden insanların kendi yaşantılarını kendilerinin oluşturmasının önünü açmaktır. Planlama denilen şey tam da bunun reddidir. Aslında bugün önerilecek en doğru şey “insani şehirler” planlamak değildir. Bugünün dünyasında istense de insani nitelikler taşıyan kentler inşa edilmeyeceği gibi, insani kent denilen şey de doğası gereği planlanacak, öngörülerle yapay olarak oluşturulacak bir şey değildir. KAYNAKLAR 1 Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik,Çev:İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2003, s: 10,11 2 James C. Scott, Devlet Gibi Görmek,Çev: Nil Erdoğan, Versus Yayınları, İstanbul- 2008, s:152 3 Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev: Mart-Nisan 2012 85 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Cem ERİŞ İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürü 660 SAYILI İLKE KARARI ÇERÇEVESİNDE TARİHİ ÇEVRE ve SÜLEYMANİYE Bu coğrafyada bizi biz yapan ancak büyük bir kısmı yok edilen ve ortadan kaldırılan kültür varlıklarımızı göz ardı ederek, sadece bütünden geriye kalan mevcut taşınmaz kültür varlıklarımız üzerinden kimlik ve kültürümüzü okumaya, anlamaya, açıklamaya çalışmak, pek çok eksik ve yetersiz değerlendirmelerle şehircilik, mimarlık ve somut olan-olmayan kültür tarihimizin ortaya konmasında ve gelecek için yeniden yorumlanmasında hatalara düşülmesine sebep olmaktadır ve olacaktır. 660 SAYILI İLKE KARARI, REKONSTRÜKSİYON 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun amacı; 1’inci maddesinde, “Bu kanunun amacı; korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili tanımları belirlemek, yapılacak işlem ve faaliyetleri düzenlemek, bu konuda gerekli ilke ve uygulama kararlarım alacak teşkilatın kuruluş ve görevlerini tespit etmektir” şeklinde yer almaktadır. Korunması gerekli taşınmazın niteliği ise kanunun 6’ncı maddesinin (a) bendinde “Korunması gerekli tabiat varlıkları ile 19’uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar, ve (b) bendinde “Belirlenen tarihten sonra yapılmış olup önem ve özellikleri bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca korunmalarına gerek görülen taşınmazlar” şeklinde ifade edilmiştir. 51’inci maddede Koruma Yüksek Kurulu’nun kuruluş, görev, yetki ve çalışma şekli tanımlanmakta ve (a) bendinde “Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunması ve restorasyonu ile ilgili işlerde, uygulanacak ilkeleri belirlemek” olarak görev tanımı yapılmakta, 57’nci maddede ise “Koruma Bölge Kurulları, Koruma Yüksek Kurulu’nun ilke kararları çerçeve¬sinde olmak kaydıyla görevli ve yetkilidir” şeklinde en açık ifadeyle belirtilmektedir. Koruma kanununda açık bir şekilde ifade edildiği üzere, korunması gerekli taşınmazlarla ilgili proje ve uygulamalara ilişkin kriterler Yüksek Kurul’un ilke kararları ile tanımlanmıştır. Bu kapsamda taşınmaz kültür varlığının tespiti, tescili ve sonrasında proje, bakım-onarım gibi hususlarda en belirleyici ve yönlendirici ilke kararı, 05.11.1999 tarih ve 660 sayılı ilke kararı olarak görün¬mektedir. 660 sayılı İlke Kararı’nın açıklama kısmında “Taşınmaz kültür varlıklarının korunmasında en önemli sorun, yapılacak müdahalenin niteliğidir. Her yapının kendine özgü sorunları olduğu için tüm yapıları kapsayacak ve müdahale biçimini belirleyecek genel sınıflandırmaların uygulamada yanlış sonuçlar verdiği saptanmıştır. Bu nedenle kurul kararlarına temel olacak ilkeler ve müdahale biçimlerine daha uygun olduğu kabul edilen aşağıdaki tanımlar yapılmıştır” denmektedir. Yapı grupları ise ikiye ayrılarak, 1’inci ve 2’nci grup yapı tanımları getirilmiştir. 1’inci grup yapılar, “Tarihsel, simgesel, anı ve estetik nitelikleri ile korunması gerekli yapılar” 2’nci grup yapılar, “Kent ve çevre kimliğine katkıda bulunan yapılar” şeklinde tanımlanmışlardır. I. Müdahale Biçimleri’nin 1’inci ve 2’nci maddelerinde mevcut taşınmazlara ilişkin bakım-onarım esasları; 3’üncü maddede ise yeniden yapma “Rekonstrüksiyon” ilkeleri belirlenmiştir. Bu yazımızda, özellikle üzerinde duracağımız husus olan bu madde çerçevesinde, Süleymaniye’deki uygulamaları örnekleriyle değerlendireceğiz ve yeni önerilerde bulunacağız. 3’üncü maddede çok açık ifade edildiği şekliyle Rekonstrüksiyon, “tescil edilmesine ilişkin gerekli özellikleri taşımasına rağmen elde olmayan sebeplerle tescili yapılamamış ve/veya herhangi bir nedenle yitirilmiş olan yapının gerek kültür varlığı niteliği, gerekse kültürel çevreye olan tarihsel katkıları açısından eldeki mevcut belgelerden; - yapı kalıntısı - rölöve - fotoğraf - her türlü özgün yazılı-sözlü görsel arşiv belgesi vb.’den yararlanmak suretiyle, - kendi parsellerinde 86 Mimar ve Mühendis Bundan 50 sene önce tescil edilemeden ve belgelenemeden yanarak ortadan kalkan bir ahşap yapı ile geçen hafta yanarak ortadan kalkan belgelenmesi tamamlanmamış ancak tescilli bir yapı, müdahale biçimi itibarıyla aynı grupta yer almaktadır. - daha önce bulunduğu yapı oturum alanında - eski cephe özelliğinde - aynı kitle ve gabaride - özgün plan şeması - malzeme - yapım tekniği kullanılarak kapsamlı restitüsyon etüdüne dayalı rekonstrüksiyon uygulamasının koşulsuz sağlanması” şeklinde tanımlanmaktadır. İşte idarelerin, mimarların, uzmanların ve akademisyenlerin üzerinde tam olarak ittifak edemediği, bölge kurullarının da aldıkları kararlarla fikir birliğinde olmadığı anlaşılan bu hususta konuyu daha açık ve anlaşılır hale getirmek amacıyla, yukarıda kanununun ilgili maddelerini hatırlayarak bir tespit ve analizde bulunduğumuzda; rekonstrüksiyona konu taşınmazları 2 gruba ayırabilir ve tereddütlere bu cihetten bir açıklama getirebiliriz. A. Tescilli Gruptaki Taşınmazlar 1. Koruma Bölge Kurulları’nca tescilleri yapılmış olan, - Asgari olarak rölöveleri alınarak belgelenmiş, ayakta ve kullanılan mevcut taşınmazlar, - Onaylı restorasyon projeleri doğrultusunda onarılmış taşınmazlar, - KUDEB yönetmeliği doğrultusunda bakım-onarımları yapılmış olan taşınmazlar. 2. Koruma Bölge Kurulları’nca tescilleri yapılmış olan, - Tescil fotoğrafları dışında belgeleri olmayan, - Ayakta-mevcut, kullanılan veya kullanılmayan taşınmazlar. 3. Koruma Bölge Kurulları’nca tescilleri yapılmış olan, - Belgelenmesi yapılamamış ve mail-i inhidam durumunda olan, - Kullanılamayacak seviyede kısmen yıkık, kısmen ayakta olan mevcut taşınmazlar. 4. Koruma Bölge Kurulları’nca tescilleri yapılmış olan, - Belgelenmesi yapılamadan çeşitli sebeplerle (yangın, kaçak yıkım, vb.) ortadan kalkmış olup - Arsa halinde bulunan taşınmazlar. Yukarıda 4 grupta belirlenen söz konusu taşınmaz kültür varlığı yapıların, kendi özelliklerine ve özel durumlarına bağlı olarak, 660 sayılı İlke Kararının “I. Müdahale Biçimleri” maddesinde, 1. Bakım 2. Onarım a. Basit Onarım b. Esaslı Onarım (Restorasyon) 3.Yeniden Yapma (Rekonstrüksiyon) şeklinde tanımlanan müdahaleler kapsamında restorasyonları gerçek-leştirilebilecektir. Bugün İstanbul’da faal 8 adet Koruma Bölge Kurulu, bu ilke kararma uygun kararlar almakta birlik içindedir. B. Tescilleri Yapılamadan Çeşitli Nedenlerle Ortadan Kalkmış Olan Taşınmazlar Müdahale şeklinde, uzmanların, akademisyenlerin, mimarların ve koruma bölge kurulu üyelerinin farklı düşündüğü bu gruptaki taşınmazlar ise, öncelikle 660 sayılı İlke Kararı’nın yukarıda açıklanan I/3 maddesindeki kriterler doğrultusunda rekonstrüksiyonları yapılacak taşınmazlardır. Bu gruptaki yapıların niteliği, esas itibarıyla yukarıda yaptığımız tasnif A/4’te durumlarını belirttiğimiz yapılardan bir fark Mart-Nisan 2012 87 DOSYA: ŞEHİRLEŞME Şehrin sokaklarında gezerken gördüğümüz bir küçük hazirenin tek başına bulunduğu noktada bir manası ve değeri olsa da ölümün sosyal ve kültürel mesajını tamamen bize özgü bir mimari ve plastik estetik içinde günümüze taşıyan bu hazirelerin aslında yitik bir külliyenin, mescidin, medresenin veya tekkenin bir parçası olduğunu göz ardı etmek, bu yapıların müdavimleri olan dedelerimizi eksik olarak anlamak ve algılamak olacaktır. 88 Mimar ve Mühendis MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ göstermemektedir. Sadece tescilleri yapılamadan ve tam olarak belgelenemeden ortadan kalkmışlardır. Bu açıdan, bundan 50 sene önce tescil edilemeden ve belgelenemeden yanarak ortadan kalkan bir ahşap yapı ile geçen hafta yanarak ortadan kalkan belgelenmesi tamamlanmamış ancak tescilli bir yapı, müdahale biçimi itibarıyla aynı grupta yer almaktadır. Dolayısıyla A/4’te belirttiğimiz ve 660 sayılı İlke Kararı’nın I. Müdahale Biçimleri / 2) Onarım / b) Esaslı Onarım (Restorasyon) maddesi kapsamında diğer restorasyon usulleri içinde zikredilen Yeniden Yapma (Rekonstrüksiyon) uygulanacaktır. Nitekim ilke kararı da esasen buna bir bütün olarak ve aynı şekilde yaklaşmakta, “IV) Yok Olan Tescilli Yapılara İlişkin Esaslar” maddesinde, “.... korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilen ve tescil edilmesi gerekli olmasına rağmen tescil aşamasından önce herhangi bir nedenle yok olan yapılar için; bu ilke kararındaki I. Müdahale Biçimleri /3’üncü maddedeki yeniden yapma koşullarının geçerli olduğuna...” diyerek konuya açıklık getirmektedir. O halde 1/5000 - 1/1000 ölçekli koruma amaçlı imar planlarında da “kayıp kültür varlığı” lejandıyla belirtilen söz konusu taşınmazların tescillerinde, rekonstrüksiyon projelerinin değerlendirilmelerinde ve onayında sıkıntıların kaynağı nedir? Daha önce de belirttiğim gibi sorun, gerek 2863 sayılı Kanun gerek de Yüksek Kurul ilke kararlarında açıkça belirtilse de söz konusu yapıların tarihsel, simgesel, anı ve estetik değerleriyle kent ve çevre kimliğine olan katkılarının göz ardı edilmesidir. Bu coğrafyada bizi biz yapan ancak büyük bir kısmı yok edilen ve ortadan kaldırılan kültür varlıklarımızı göz ardı ederek, sadece bütünden geriye kalan mevcut taşınmaz kültür varlıklarımız üzerinden kimlik ve kültürümüzü okumaya, anlamaya, açıklamaya çalışmak, pek çok eksik ve yetersiz değerlendirmelerle şehircilik, mimarlık ve somut olan-olmayan kültür tarihimizin ortaya konmasında ve gelecek için yeniden yorumlanmasında hatalara düşülmesine sebep olmaktadır ve olacaktır. Şehrin sokaklarında gezerken gördüğümüz bir küçük hazirenin tek başına bulunduğu noktada bir manası ve değeri olsa da ölümün sosyal ve kültürel mesajını tamamen bize özgü bir mimari ve plastik estetik içinde günümüze taşıyan bu hazirelerin aslında yitik bir külliyenin, mescidin, medresenin veya tekkenin bir parçası olduğunu göz ardı etmek, bu yapıların müdavimleri olan dedelerimizi eksik olarak anlamak ve algılamak olacaktır. Bugün mevcut ve kayıp taşınmaz kültür varlığı envanterimiz, tarihsel süreç ve devamlılık içinde bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Restorasyon uygulamalarında mutlaka öncelik mevcutlara verilmeli ancak kayıp taşınmaz kül¬tür varlığı envanteri ve projeleri de bu süreçte tamamlanmalı ve uygulamalar için gerekli program belirlenmelidir. Tabi ki Kültür ve Turizm Bakanlığı da üzerine düşeni yapmalıdır. O halde, yapılması gereken belgeleme çalışmaları; - Yazılı, görsel tüm kaynakların ortaya konması, - Kamu ve özel arşivlerdeki tüm görsel ve yazılı belgelerin araştırılması, - Tarihi harita ve hava fotoğraflarından özgün doku, yapı ve çevrenin tespit ve tanımı, - Seyahatname, hatırat, vb. kaynaklar ve bugün hayatta olan görgü şahitlerinin tespit ve tanımları, - Vakfiyelerin araştırılması ve ortaya konması, - Tüm bunların değerlendirilmesi sonucu bir restitüsyon etüdüne dayalı rekonstrüksiyon projesinin hazırlanması ve uygulanması şeklinde sıralanabilir. Nitekim, İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü’nce projelendirme çalışmaları devam eden Süleymaniye Yenileme Alanı Mimari Avan ve Restorasyon Projeleri kapsamında, konu tamamen yukarıda belirtilen yaklaşımla ele alınmakta olup taşınmaz kültür varlıklarının koruma projeleri için kriterler belirlenmiştir. Uygulamaya dönük olarak teknik ve hukuki önerilerimiz; 1. Mevcut tescilli kültür varlıklarımızın envanteri bir an önce tamamlanmalı; ilgili idareler ile Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda gerekli işbirliğinde bulunmalıdır. 2. Mevcut tescilli kültür varlıklarından projelendirilmemiş olanların tamamının, mülkiyetlerine bakılmaksızın, rölöve, restitüsyon ve mümkünse gerekli restorasyon/rekonstrüksiyon projeleri yapılmalı, en azından rölövelerinin alınması koşulsuz sağlanmalı, tüm kentsel sit alanlarında -özellikle Fatih, Tarihi Yarımada Yönetim Planı’ndabu husus açık bir eylem olarak tanımlanmalıdır. Finansman için, mevcutların yanında yeni kaynaklar oluşturulmalıdır. Uygulama süreci ise kesinlikle -ister kamu ister özel mülkiyet olsun- devlet malı niteliği göz önünde tutularak, yapı başıboş bırakılmaksızın çözümlenmelidir. Bu hususta gerekirse yaptırımlar uygulanmalı, kentsel kalitenin artmasından oluşacak nemanın proje ve uygulama finansmanının temininde kullanılması sağlanmalıdır. Bu açıdan da 5366 sayılı kanunun revize edilmesi ve 2863 sayılı kanunla beraber yeniden ele alınması düşünülmelidir. 3. Tüm sit alanlarının Koruma Amaçlı İmar Planlan hazırlanmalı ve tamamlanmalı, ilgili idareler, odalar, STK’lar ve Koruma Bölge Kurulları bu konuda gerekli işbirliğinde bulunmalıdır. Bu planlar kapsamında mevcut taşınmazların tespiti, envanterlenmesi ve tescillenmesinin yanında kayıp kültür varlıklarının envanteri ve haritası çıkarılarak planlara işlenmelidir. 4. Ayrı bir lejantla planlarda yer alan kayıp kültür varlıklarının, Koruma Bölge Kurulları’nca tescilleri yapılmalı, kısa-orta-uzun vadeli eylem planları ile rekonstrüksiyon yol haritası hazırlanmalıdır. Bu kayıp eserlerin yerinde yapılmış olan -yasal olsun olmasın- tüm yapıların fiziki ömürlerinin sonunda, yerlerine, şartları sağlayan kayıp kültür varlıklarının tekrar inşa edilmeleri temin edilmelidir. 5. Her kimin mülkiyetinde ve tasarrufunda olursa olsun, menşei vakıf olan -mevcut olsun ya da olmasın- kültür varlıklarının tamamının Vakıflar Kanunu kapsamına alınarak vakıf hukukuna iadesi sağlanmalı ancak kullanımlarıyla ilgili Koruma Bölge Kurulları’nca onaylanacak restorasyon projeleri doğrultusunda kamuda ya da özelde kullanımları da göz ardı edilmemelidir. Çeşmelerin İBB, İSKİ, ilçe belediyeleri, vakıf, hazine ya da özel gibi farklı mülkiyetlerde olmasının da su mimarimizin en önemli unsurları olan bu yapıların korunmasını ne kadar zorlaştırdığı ortadadır. 6. Menşei vakıf olan taşınmaz kültür varlıklarının tespit, tescil, envanter, bakım-onarım, restorasyon, vb. hususlarında karar vermek üzere, müstakil bir Vakıf Taşınmaz Kültür Varlıkları Koruma Kurulu oluş¬turulmalıdır. Mevcut bölge kurullarından farklı olarak, bu kurulun uzmanlık, çalışma ve toplantı esasları yeniden belirlenmelidir. 7. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mevzuatı ile beraber, teknik kapasite ve donanımı ile teşkilat yapısı yeniden ele alınmalı vakıf eserleri¬nin restorasyonuna yönelik olarak kendi KUDEB’leri bünyesinde eğitimi de barındıran araştırma-geliştirme, üretim, onarım, malzeme, analiz, laboratuar birimleri ivedilikle oluşturulmalıdır. Bu kapsamda, vakıf eserlerinin düzenli ve sürdürülebilir bakım-onarımları; Vakıflar bünyesinde uzmanlardan oluşan restorasyon-onarım ekiplerince, esaslı onarım şartlarının oluşmasına fırsat vermeden, periyodik olarak, daha mobil, ekonomik ve bilimsel bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Eğitim-öğretim sahası (mimari, şehircilik, sanat ve mimarlık tarihi, sosyal ve hukuk boyutları da dahil) Vakıf Eserleri olan bir Vakıf Üniversitesi kurulmalıdır. 8. Vakıf menşeli kayıp kültür varlıklarının koşulsuz rekonstrüksiyonunun sağlanacağı yeni bir tescil grubu oluşturulmalıdır. Vakıf ruhu ve mevzuatı gereği, esas olanın hayrat ve akar nevindeki -mevcut olsun ya da olmasın- tüm kültür varlığı nitelikli taşınmazların rekonstrüksiyonu koşulsuz sağlanmalıdır. Belgeleme hususunda, yeterli verisi olmayan vakıf hayrat ve akarlarının parsellerinde ise vakfe¬denin amacına uygun aynı veya yakın bir fonksiyonla yeni yapının inşası temin edilmelidir. TARİHİ ÇEVRE VE SÜLEYMANİYE İstanbul’un kalbi mertebesinde olan ve kadim kültürümüzde Nefs-i İstanbul olarak geçen Suriçi İstanbul-Fatih ilçesinde bulunan, Bakanlar Kurulu kararıyla yenileme alanı ilan edilen Süleymaniye’de mevcut mev¬zuat ve Koruma Kurulları’nın kararları doğrultusunda, sivil mimari örneği (SMÖ) yapıların rölöve, restitüsyon, restorasyon/ rekonstrüksiyon projeleri, aşağıda belirtilen ve özetlenen kriterler doğrultusunda, İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü’nce gerçekleştirilmiştir. Genel olarak projelerimizi 4 başlıkta ele alabiliriz. Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü Proje Çalışmaları (2001-2010) A- Biten Projeler (2001-2010) - Proje Sayısı: 56 (306 parsel için) - Proje Maliyeti: 11.335.570 TL B- Devam Eden Projeler - Proje Sayısı: 23 (403 parsel için) - Proje Maliyeti: 5.862.902 TL C- İhale Hazırlık Çalışmaları Süren Proje Konuları - Proje Sayısı: 26 D- Koordinasyon ve Sekreteryası Yapılan Proje ve Konular 1. İstanbul Sit Alanları Alan Başkanlığı Sekreteryası ve Yönetim Mart-Nisan 2012 89 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Planı Kontrol Teşkilatı görevi 2. İstanbul Yenileme Alanları Projeleri Tetkik ve Başkanlık Onayı Süreci Sekreteryası 3. İBB Koruma Kurulu Temsilci Üyelerinin Koordinasyonu 4. İstanbul UNESCO Dünya Miras Alanları İBB Sekreteryası 5. Tarihi Kentler Birliği Koordinasyonu 6. Yapı İşleri Müdürlüğü’nce Uygulama İhaleleri Gerçekleştirilen Projeler 7. Süleymaniye Yenileme Alanı Yürüttüğümüz ve tamamladığımız tüm çalışmalar sayesinde, tarihi şehir dokusunun ve hafızamızın korunarak geliştirilmesi, kültürel kimliğimizin güçlendirilmesi ve kentsel kalitenin artırılması yönünde atılan adımlar devam etmektedir. Proje yaklaşımımızı 3 başlıkta toplayabiliriz: I. Tescilli sivil mimarlık örneği yapı parselleri I.A. Bakım-Onarım: Bakım-onarım kapsamında yapılacak müdahaleler ile, yıkmadan restorasyonu mümkün olan SMÖ yapılar (Kayserili Ahmet Paşa Konağı gibi) I.B. Rekonstrüksiyon: I.B.l. Esaslı onarım kapsamında, konservasyonu mümkün olan özgün malzemeleri ve mimari elemanları yeniden kullanılmak üzere, restitüsyon projesi ve 660 sayılı İlke Kararı dikkate alınarak, kendi kontur ve gabarisinde, özgün plan özellikleri, malzeme ve detayları aynen korunarak rekonstrüksiyonu gerçekleştirilecek olan SMÖ yapılar, I.B.2. İlgili Koruma Bölge Kurulu’ndan izinli/izinsiz yıkılmış, bugün parselinde mevcut olmayan, Kurul arşivinde yer alan onaylı/onaysız rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri ve diğer belgelere dayanılarak rekonstrüksiyonu gerçekleştirilecek olan SMÖ yapılar, I.B.3. İlgili Koruma Bölge Kurulu’ndan onaylı restorasyon projesi bulunan ve bu proje doğrultusunda (veya projesine aykırı da olsa), yerinde 660 sayılı İlke Kararı’nda tanımlanan rekonstrüksiyon prensiplerine aykırı olarak, betonarme uygulama yapılmış bulunan SMÖ yapı parsellerinde, Kurul arşivinde yer alan onaylı/onaysız rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri ve diğer belgelere dayanılarak, restitüsyon projesi ve 660 sayılı İlke Kararı doğrultusunda rekonstrüksiyonu gerçekleştirilecek olan SMÖ yapılar. II. Avan proje parselleri Onaylı Koruma Amaçlı İmar Planı’na göre Süleymaniye Yenileme Alanı’nda kalan yeni yapılara ait avan projelerin hazırlanmasına ve uygulamanın şekline, onaylı plan doğrultusunda, yine ilgili Koruma Bölge Kurulu karar verecektir. III. Tescile öneri parseller Koruma Yüksek Kurulu’nun 660 sayılı İlke Kararı doğrultusunda, alanda projelendirme sürecinde mevcut Koruma Amaçlı İmar Planı’nda yapılanma koşulları belirlenen, ancak yapılan araştırmalarda bulunan belgelere dayanılarak tescile değer nitelikler taşıdığı anlaşılan parsellerin Koruma Kurulu’na tescil ettirilerek, restitüsyon doğrultusunda rekonstrüksiyon projeleri hazırlattırılmaktadır. Sonuç olarak, İBB Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü olarak, 660 sayılı İlke Kararı doğrultusunda yürüttüğümüz ve tamamladığımız tüm çalışmalar sayesinde, tarihi şehir dokusunun ve hafızamızın korunarak geliştirilmesi, kültürel kimliğimizin güçlendirilmesi ve kentsel kalitenin artırılması yönünde atılan adımlar devam etmektedir. Ancak Koruma Bölge Kurulları’nın çalışmalarını da kolaylaştırmak ve hızlandırmak amacıyla, yukarıda öneriler bölümünde 8 maddede özetlemeye çalıştığımız düzenlemelerin de bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Müdürlüğümüzün tarihi çevreye ilişkin yürüttüğü proje çalışmaları için: http:// www.ibb.gov.tr/sites/Tarihicevre/Pages/AnaSayfa.aspx adresini ziyaret edebilirsiniz. 90 Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 91 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Cihan UZUNÇARŞILI BAYSAL Gazeteci, Yazar DİSNEYLEŞEN İSTANBUL: KENTİN RUHU ÖLÜRKEN K ‘‘Kent, insanın içinde yaşadığı dünyayı yeniden yapma, gönlünün çektiği biçime daha fazla getirme yönündeki en başarılı girişimidir. Fakat kent insanın oluşturduğu dünyaysa eğer, bundan dolayı içinde yaşamaya mahkûm edildiği dünyadır da. Dolayısıyla, insan kenti yaparken, dolaylı olarak ve yaptığı işin doğasını açıkça anlıyor olmaksızın, kendini yeniden yapmıştır’’ Robert Park ısıtlı kaynaklarıyla, büyüme ile eşitlik arasında ikilem yaşayan kentlere, 1980’lerde, neoliberal akıl bir yol haritası dayattı. Bu mantığa göre, küreselleşen sermaye sınırsız bir güce kavuştuğundan dünya düzeni sermayeye teslim olmuş durumdaydı. Ulusal ekonomiler artık devlet eliyle inşa edilmiyordu, hatta tam aksine, küresel sermayenin dünya üzerinde beğendiği yere yatırım yaptığı, beğenmediği yerleri de dışlayarak durağanlaştırdığı yepyeni bir dönemdeydik. Öyleyse, sermayeyi kentlere çekebilmek için, gerekli hizmetleri sunan kentler yapmak, kısaca kentleri dönüştürüp uzmanlaştırmak ve markalaştırmak lazımdı. Kurtuluş ve kalkınmanın formülü bu kadar basitti ya da dışlanmış ve evrimleşemeyen kentler ile baş etmek zorunda kalınacaktı (Keyder:1992). Ayrıca, artık ulusal ekonomiler kentleri değil, kentler ulusal ekonomileri taşıdığından, marka kent ülke ekonomisinin de lokomotifi olacaktı. Bu bağlamda, kentsel siyaset alanı da yeniden tanzim edildi. Kentteki eşitsizlikleri düzelterek sakinleri için yaşanabilinir kentler inşası, yerini, ekonomik gelişmeye odaklanmış kentlere terk etti. Kentin kullanım değeri olarak sağlıklı barınma ve çalışma koşullarına sahip mekânlar, toplumsal gelişme alanları, kültürel gereksinimlerin karşılanabilmesi, kamu kaynakları ile arazi kullanımının kamu yararı doğrultusunda gitmesi vb. bu süreçte gözden çıkarılırken, kent, değişim değeri ile öne çıkarıldı (Doğan:2007). Kenti yönetmek yerine kentsel girişimcilik yaparak kent arazilerini pazarlamak, yönetimlerin önceliği oldu. Planlama pratikleri, imar planları ve ilgili yasalar, kent sakinlerinin talep ve arzularına uygun yaşanabilir ve sürdürebilir kentlere göre değil, sermayenin çıkarları doğrultusunda, meta ve sermaye akışlarına göre tanzim edilmeye başlandı. Kentsel rantı artıran ve kenti sermayeye cazip kılan spekülatif yatırımlar ile altyapı çalışmaları kentsel mekanı yaşam alanı olmaktan çıkartarak metalaştırırken, küresel sermaye, kentin fiziki ve toplumsal formu üzerinde neredeyse tek söz sahibi kılındı. Bu yeni kentsel düzende, küresel sermaye, bir yandan kentler üzerinden örgütlenirken, kentsel rant ve değerlenen kent arazileri de sermayenin birikim krizinin çaresi olmakta (Harvey:2008). Bu çerçevede, 1980’lerden bu yana, kentler arasında amansız bir ‘markalaşma-sermayeyi çekme’ yarışına tanık olmaktayız. Öyle ki kimi kentler, kendi devletlerinden daha fazla öne çıkıyor -örneğin Londra, Tokyo, Seul, Mumbai, aynı yoldaki İstanbul gibi. Görünür tablo, ikonik mimarisi (dünyanın en yüksek binası, en görkemli konser salonu, en büyük alışveriş merkezi vb.), şık mahalleleri, alışveriş merkezleri, 5 yıldızlı otelleri, steril mekanları, otobanları, köprüleri, gökdelenleri, ticari, turistik, finans, hizmet sektörlerinden en az birindeki rolü, kültürel ve spor etkinlikleri vb. ile arzu nesnesi olarak küresel sermayeye pazarlanabilecek bir kent. Kentler, ‘gösteri toplumunun’ arzularına uygun turistik zevklere göre yapılandırılmış birer ziyaret ve görüntü mekânına dönüştürülerek müzeleştirilmekte ya da giderek Walt Disney’in tema parkları misali disneyleşmekte. Çirkin, kirli vb. tüm olumsuz yönleri ile kendilerine özgü karakteristiklerini gözlerden saklayarak, hijyenik ve hoşa giden bir kent oluşturmaya yönelik çabalar içindeki dünya kentleri, birbiri ardına disneyleşerek küresel sermayeyi çekme yarışına girmiştir. Kentlerin özgün karakteristiklerini yitirdikleri, gelip geçici turistler için görsel şenlik ve alışveriş cenneti, sermayedarlar için yatırım nesnesi, CEO’lar için lüks yaşam ve tüketim mekânları, ancak yaşayanları için ‘azap’ oldukları böyle bir sürecin son noktasını ünlü düşünür Baudrillard şöyle tarif ediyor: ‘‘Kendi dışındaki her şeyin gerçek olduğunu hatırlatmak için Disneyland bize hayal ürünü olarak sunulur ama aslında, 92 Mimar ve Mühendis TOKLUDEDE, FOTOĞRAF: CİHAN UZUNÇINARLI BAYSAL Kentler, ‘gösteri toplumunun’ arzularına uygun turistik zevklere göre yapılandırılmış birer ziyaret ve görüntü mekânına dönüştürülerek müzeleştirilmekte ya da giderek Walt Disney’in tema parkları misali disneyleşmekte. artık tüm Los Angeles ve onu çevreleyen Amerika gerçek değildir; hiper-gerçeğin ve simulasyonun bendesidir.” Böyle bir çerçevede Amerika’daki tek hakiki mekân Disneyland’ın kendisi olur çünkü Disneyleşen tüm mekânların aksine, Disneyland kendinden başka bir şey olmaya öykünmemektedir Küresel sermayeyi ve yatırımlarını cezbedebilmek için hangi ad (Olimpiyat Kenti, Kültür Başkenti, Finans/Turizm Merkezi vb.) altında olursa olsun marka kent yapma hırsının sebep olduğu ihlal ve mağduriyetler bugün çok daha anlaşılır ve görünür. Kamusal alanlar ile kamu hizmetlerinin özelleştirilmeleri, kentin toplumsal işlevini yitirmesi, kentte yaşamanın artan maliyeti, mahalle yıkımları ve zorla tahliyelerdeki ciddi artış, varsıllar-yoksullar olarak kutuplaşan, toplumsal ve mekânsal olarak ayrışan kentler, ayrışan iş olanakları, kapalı lüks siteler karşısında yoksul gettoları, yeni dışlanma/dışlama biçimleri, yoksulların/yoksulluğun kriminalleştirilmesi, yeni-ırkçılık, yeşil alanlar ile kamusal alanlara eşitsiz erişim, artan çevre ihlallerinin neden olduğu riskler, iktisadi koşullar ve/veya çevre riskleri nedeniyle iç-göç ve dış-göç, göçmenler ile mültecilerin ihlal edilen hak ve özgürlükleri, gözetlenme-gözetleme gibi emniyet adına giderek artırılan denetim mekanizmaları ve benzeri gelişmeler demokratik kriterleri sorgulanan adaletsiz (ve dolayısıyla emniyetsiz) bir kentsel düzen ortaya çıkarmıştır. İlginç olan, yaşam ve kullanım alanı olmaktan çıkarak, tüketim/değişim mekânlarına dönüşen kentlerdeki bu mağduriyet ve hak ihlallerinin çok görünür olduğu ve bu modelin sorgulanmaya başlandığı bir dönemde, sürece geç giren Türkiye’nin, özellikle İstanbul üzerinden, marka kent oluşturma hırsı ve inadıdır. “17-18 senelik manevi değerlerimiz vardı. Doğumu o evde yaptık, çocuklar orada doğdu. Kimliklerinde ‘Ayazma’ yazıyor ama artık öyle bir yer yok. Alıştığımız yerden bizi söküp başka bir yere taşıdılar. Yeni şehir yapmak kolay, insanı yerleştirmek zor; işini, doğayı kaybediyor, alıştığın insanları yitiriyorsun. En güzeli doğduğun büyüdüğün yerde ölümdür. Ruhum iyi değil, çocuğumunki de” Bu feryat, Küçükçekmece Ayazma/Tepeüstü kentsel dönüşümü ile Bezirgânbahçe TOKİ Sitesi’ne yeniden iskân edilen bir vatandaşa ait. Komşuluk ağları, dayanışma ilişkileri, kendine has kültürel pratikleri ile herhangi bir mekânın çok ötesinde bir yaşam alanı olarak mahalleden kopuşun acısı ruhun yitişi ile açıklanıyor. Kentsel mekân, kuşkusuz, sadece maddi mekânlar ile sınırlanamaz. Ünlü sosyolog ve düşünür Lefebvre’e göre, kentin mikro mekânlarında gündelik yaşam yürütülürken, toplumsal olan yeniden üretilir ve sosyal anlamlar inşa edilir; yapılanmış çevre ve sosyal yaşamın ritimlerinin kesiştiği her yerde anlamlar oluşturulur. Gündelik yaşamın içinde yaşandığı ve deneyimlendiği mahalleyi bizim eyleyen de deneyimlerimizden doğan bu anlamlardır. Yabancı gözlere bir anlam ifade etmeyen o ağaçlar, balıkçı Mustafa Dayı’nın ağlarını tamir ederken beşiğinizi salladığı mekândır, şu köşedeki kasap herhangi bir dükkân değil Naci Amca’nın dükkânıdır, dünyanın her yerinde tattığınız dondurmanın lezzet ölçüsü Mösyö Niko’nun dükkânındakiyle sınanır. Anlamlar bize köklerimizin orada olduğunu durmaksızın hatırlatırken aynı zamanda kendimizi emniyette hissettirir, aidiyet mekân (mahalle) üzerinden inşa edilir. Öte yandan, büyük çaplı projeler ve kapsamlı planlarla kenti şekillendiren (ve yeniden şekillendiren) Mart-Nisan 2012 93 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TOKLUDEDE, ÇOCUK PARKI FOTOĞRAF: CİHAN UZUNÇINARLI BAYSAL DOSYA: ŞEHİRLEŞME FOTOĞRAF: NAJLA OSSEIRAN STERİL MEKANLAR, AYVANSARAY PROJESİ “17-18 senelik manevi değerlerimiz vardı. Doğumu o evde yaptık, çocuklar orada doğdu. Kimliklerinde ‘Ayazma’ yazıyor ama artık öyle bir yer yok. Alıştığımız yerden bizi söküp başka bir yere taşıdılar. Yeni şehir yapmak kolay, insanı yerleştirmek zor; işini, doğayı kaybediyor, alıştığın insanları yitiriyorsun. En güzeli doğduğun büyüdüğün yerde ölümdür. Ruhum iyi değil, çocuğumunki de” Mekâna yapılan her müdahale sadece anlamları yok etmekle kalmaz, bu anlamların dayandığı sosyal ilişkileri de darmadağın eder. Ayazmalı bu nedenle feryat eder; 40 yıllarını verdiği mahallesinden koparılan Ayvansaray Tokludedeli Hürrü Ana, komşularından ağlayarak ayrılırken tek başınalığa mahkûm yeni yaşamına yol alır, Sulukuleli Gülsüm Abla, çaresizlikle nereye gideceğini/ne yapacağını sorar. 94 Mimar ve Mühendis iktidar ve sermaye için gündelik yaşamın anlamları konu dışıdır. İnsani ilişkiler yerine ranta, vatandaşlık değerleri yerine tüketicilik normlarına odaklı yeni kentsel düzende, resmi hikâye, insana değil sermaye birikimine yönelik yazılır (J. Friedmann:1999). Her ne pahasına büyüme ve ranta odaklı resmi hikâyede, kentin gündelik yaşamı, insani ilişkileri, çevrenin korunması, tarihi ve kültürel değerler, mekânlarla var olan görenekler ve pratikler yer bulamaz. Kentler artık birer tüketim ve tüketicilik hapishanesidir: “Sokakları olmayan bir kentten geliyorum. Los Angeles’in (LA) baskın özelliği hiç kuşkusuz otoyollarıdır. Ve otoyollar çabuk hareket etmek için tasarlanmıştır, kenti görünmez kılar. Sokaklar karşılaşma mekânlarıdır ancak LA sokakları bomboştur. Kentin diğer baskın özelliği son 10 yılda stratejik mekânlarda oluşan düzinelerce alışveriş merkezidir. Tokyo ile birlikte LA, Çeper Pasifik ekonomisinin kontrol merkezidir. İşleyiş mantığı hareketi kolaylaştırmaktır: Otoyollarda otomobillerin, bankalarda paranın, bilgisayarlarda bilginin ve alışveriş ve eğlence mekânlarında insanların. Herkes burada esas özgürlük (başkalarına zarar vermedikçe istediği her şeyi yapabilme özgürlüğü) var sanır. Çok para kazanıyorsanız bu bir ölçüde doğrudur çünkü LA’ de her şey satılıktır. LA sakinleri, kuledeki üniformalı muhafızların asabi gözetiminde avluda gezinen mahpuslar misali, monoton bir yaşamın sadece bir yöne koşuşturan insanlarıdır” (J.Friedmann: 1992). Mekâna yapılan her müdahale sadece anlamları yok etmekle kalmaz, bu anlamların dayandığı sosyal ilişkileri de darmadağın eder. Ayazmalı bu nedenle feryat eder; 40 yıllarını verdiği mahallesinden koparılan Ayvansaray Tokludedeli Hürrü Ana, komşularından ağlayarak ayrılırken tek başınalığa mahkûm yeni yaşamına yol alır, Sulukuleli Gülsüm Abla, çaresizlikle nereye gideceğini/ne yapacağını sorar. Büyük çaplı projeleri gündelik hayatın mekânlarına dayatarak paylaşılan anlamlar ağını parçalamak, hepimizin hakkı olan bir yaşam tarzından kopmamıza ve yabancılaşmamıza yol açar; kendi kentine yabancılaşmış nüfuslar ortaya çıkarır. Bu İstanbul bizim İstanbul’umuz değildir, kentin mekânlarında “Fransız” dolanırız. Elimizi kolumuzu sallayarak dolandığımız her kamusal alan AVM’leştirilmiş, rezidanslaştırılmış veya allanıp pullanıp butik proje eylenmiştir. Kamusal alanlar özelleştirilip daraltılırken, kentin merkezleri üst gelir gruplarına göre tasarlanıp, tüketemeyenlere kapatılır. Oysa kamusal alanlar “öteki” ile rastlaşma, buluşma, temas noktalarımızdır, demokrasiyi inşa alanlarımızdır. Disney’in parkları ise tam aksine, bilinçli olarak sosyal ilişkileri ve teması engellemek üzere tasarlanmıştır. Görüş alanları da sistematik olarak sahnedeki gösterilere göre ayarlanmış olup ziyaretçilerin, diğer ziyaretçilere dokunmaları ve konuşmaları bir yana, birbirlerinin farkında olmaları bile olanaksız hale getirilir (Hannigan:1998). Disneyland kentlerde, insani ilişkilerden yoksun, tüketiciliğe odaklı, hijyenik/steril yaşamlara mahkum birer tüketim nesnesine dönüştürülürüz. ‘Küçük Ekin’lerin alışveriş keyfi ilköğretim Türkçe kitaplarına girer; küçük Ekin marketlerden alışverişi çok seviyormuş, binlerce ürün onu heyecanlandırıyormuş, hatta geçen yıl gittiği Disnilent (Disneyland) kadar eğleniyormuş! (P. Öğünç: Radikal 6.04.2012). Blok blok yaşamlar ve kapalı sitelerle ayrışan geleceğin İstanbul’unun çocukları artık ne mahalle bilecektir ne de mahalleli. Kendi dünyalarında, TOKLUDEDE, FOTOĞRAF: CİHAN UZUNÇINARLI BAYSAL kendileri gibilerle steril bir hapisliği yaşayıp “öteki” ile kesişmeyen mahallerde ötekinden bihaber büyürken, alışveriş merkezleri, lüks konutlar/oteller, villa kentler, plazalar ve bilcümle 5 yıldızlı mekânları mesken tutacaklar. Ötekilerin acı ve mağduriyetlerine lal kalırken, ötekilere karşı inşa edilmiş kentsel korkuların esareti altında yaşayacaklar ve o korkular da sitelerin korunaklı duvarları misali aramızda duvarlar yükseltip tüm insani ilişkilerimizi koparacak. Zurnanın zırt dediği nokta ise böyle bir kentte demokrasinin nasıl inşa edileceğidir? İslamofobi yanı sıra bir cümle ötekileştirme ve ırkçılık, çok öykündüğümüz o küresel kentlerde neden yükseliştedir, araştıran yok mudur? Kapısında çekirdek çitleyenlerle iki kelam/bir çay her mahalle, artık birer özel alandır; güvenlikçiler boyu geçilmez. Sulukule’nin çöküntü evleri “temizlenmiş”, Tarlabaşı “hijyenik” kılınmış, Tokludede’deki tarihi evler onarılarak “geri kazanılmaktaymış”, sırada Bedreddin, Tophane, Fener-Balat-Ayvansaray ve bilcümlesi varmış, ne gam! Binalara odaklananlar bir yerin ruhunun ve yaşamının fiziki çevreye değil orada deneyimlenmekte olan yaşama bağlı olduğunu unuturlar (J.Friedmann:1999). Kendine has özellikleriyle değişik mahalleler kenti nitelikli kılar. Ziyaret edilen kentlerde, eğer, uzun zamandır orayı mekân eylemiş topluluklar yerlerinden edilmişlerse, bir enerjinin eksikliği hemen hissedilir (Perera:2002). Kentin otantikliği o kentin binaları değil insanlarıdır; “eğer bir kentin insanları, köklerinin orada olduğunu bilip yerlerinden edilmeyeceklerinden eminseler o kent otantiktir, özgündür”, der Amerikalı sosyolog Zukin. Böyle bir mahallede, çocukluğunuzun ağacını torunlarınıza gösterebilme şansınız vardır; köşedeki kasap dükkânı çağa ayak uydurmuş yenilenmiştir ve Naci Amca belki artık yoktur ama mahalleliniz kasapla sıcak sohbet hala oradadır, Mösyö Niko’nun dükkânını çırağı Sabri Usta devam etmektedir. Yenileme/dönüşüm gerekçeleriyle mahalle dozerlenmemiş, insanları zorla tahliyeyle, sosyal ağları darmadağınık edilerek istemedikleri silo-yaşamlara sürülmemiştir. Henüz! Orası mahalledir, mahallenizdir ve sizin olduğu kadar her ziyaretçiye de kapısı açıktır. Henüz! Ancak, arazinin arsızca metalaştığı küresel gidişata (A.Hasan 2009) ayak uydurmuş iktidara, kentsel yenileme (5366 No’lu Yasa) ve kentsel dönüşüm (5393 No’lu Belediye Yasası Md. 73) gibi hukuki müdahaleler yeterli olamamış ki şu anda deprem paranoyası üzerinden yepyeni bir yasa (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun), İstanbul’un ruhuna Fatiha okutmak üzere Meclis’in gündeminde bizleri beklemekte. Afetlere ya da yıpranmaya karşı, mahallelere uygun koşullarda yerinde iyileştirme sağlanabilecekken, dayatılacak lüks projeler sonucunda üst gelir grupları dışında kimsenin yerinde kalamayacağını söylememize gerek yok. Ayazma/Tepeüstü, Sulukule, Tarlabaşı… Çarşamba’nın gelişi, girişte anlattığımız küresel arka plandan yeterince belli. Dubai-Manhattan arası bir kent karikatürüne doğru “Disneyleştirilme” yolundaki İstanbul, yakın bir gelecekte Baudrillard’ın yukarıdaki alıntısı misali “hiper-gerçeğin ve simulasyonun bendesi” olurken, yerel yönetimlerin ayıla bayıla her alana planladıkları tema parkları da herhalde bu kentteki en gerçek mekânlar olacak! Gerçekliğini ve otantikliğini mahallelerine borçlu İstanbul’u, güvenlikçiler ordusu ve yüksek duvarlarla çevrili kalelerle ayrıştırıp mahallenin dibine kibrit suyu dökenler, kentin ruhunu hiç düşünürler mi? Sosyolog Zukin, böyle bir gidişat sonucu soylulaştırılarak insanlarından koparılan New York’u sorgular: “Son yıllarda New York çok değişti. Yeni binalar, yeni insanlar, gerçek özelliklerini kaybeden mahalleler. Her yerde soylulaştırma, canlandırma, göç, her yerde. Yeni butikler ve kafeler üç kuruşa mal satan dükkânların ve köşedeki emektar bakkalın yerini aldıklarında ne olur?” (Zukin 2011) . Ve devam eder: “Bir kenti kent yapan binaları değil de insanları ise gittiklerinde ne olur?” Yanıt acıdır: “Kentin ruhu ölür.” Tokludede’de kına gecesi Tokludede’de Füsun Karaman’ın basın açıklaması... Yaşam alanı olarak Tokludede Mart-Nisan 2012 95 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. Ahmet ERCAN, Jeofizik Mühendisi Prof. Dr. Ali Osman ÖNCEL, Jeofizik Mühendisi Serhan GÖREN, Jeofizik Mühendisi Serdar TANK, Jeofizik Mühendisi Tayfun ÖZDEMİR, Jeofizik Mühendisi KENTSEL DÖNÜŞÜM IŞIĞINDA JEOFİZİK Alışılagelen yöntemlerin kabalığından, duyarsızlığından kurtulup, kentsel dönüşümün temel çekirdeğine yapı jeofiziği bildirgesini ekleyip inşaat mühendislerine yapıyı ne yapmaları D eprem kuşağında olan ülkemizde yapı stokunun büyük bir bölümünün plansız, projesiz ve depreme dayanıksız binalardan oluştuğu göz önüne alındığında, Kentsel Dönüşüm Yasası ülkemizin önüne depreme dayanıklı kentsel yenilenme ile ilgili olarak yeniden yapılanma fırsatı sunmaktadır. Bu kanun teklifi ile paralel olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanan ve 14 Nisan 2012 tarihli 28264 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren, “Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliği’nde değişiklik yapılmış ve konu yönetmeliğin yapılaşma açısından önemli 6 maddesi değiştirilmiştir. Bu yönetmelik değişiklikleri ile zorunlu olmasına rağmen hala hak ettiği önem verilmeyen zemin etüt raporlarının kontrolü yapı denetim firmalarına verilmiş, yapı denetim firmalarının bu raporları bünyelerindeki mühendisler aracılığıyla ya da dışarıdan hizmet alma yoluyla denetleme yoluna gitmeleri istenmiştir. Ülkemizde 1999 Marmara Depremi’nden sonra kanuni alt yapısı yeniden düzenlenerek zorunlu hale getirilen zemin etüt çalışmaları ise halen, mülga Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nca 18 Ağustos 2005 tarih ve 847 sayılı yazı ile belirlenen “Bina ve Bina Türü Yapılar İçin Zemin ve Temel Etüdü Raporu Genel Formatı” doğrultusunda yapılmaktadır. Ayrıca, yine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanarak 3 Nisan 2012 tarih ve 28253 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”te jeofizik mühendislerinin görev tanımı; “Yeraltının dinamik esneklik direnişleri ve yerin dayanımı, taşıma gücü, yer altı suyu varlığı, yer altı yapısı, deprem bölgelenmesi, yer kırıklıklarının hareketleri, oturma, 96 Mimar ve Mühendis konusunda kesin bilgiler sağlanmalıdır. Sayısal (İstatistik) bilgilerle oluşmuş depremlerin verilerinin kullanılarak yapılan yapı türlerine yaklaşık hata oranını en aza çekmenin yolu yapılaşma jeofiziğidir. sıvılaşma ve yer kaymalarının boyutları gibi zeminin fizikî özelliklerini belirleyen çalışmalar yönünden jeofizik mühendislerince” şeklinde belirlenmiştir. Zemin ve yapı etütlerinde olmazsa olmaz olan ve bu durumları Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliği ile de sabit olan jeofizik bilimi maalesef halen yürürlükte olan Bina ve Bina Türü Yapılar İçin Zemin ve Temel Etüdü Raporu Genel Formatında göz ardı edilmiştir. Öyle ki yönetmeliğin “Gözlemsel Etüt Raporu” kısmında jeofizik biliminin adı dahi geçmemekte, “Sondaja Dayalı Zemin ve Etüdü Raporu” kısmında ise “2.5. Arazi Deneyleri” başlığı altında 6. alt maddede sadece bir arazi deneyi olarak geçmektedir. Bu durum böylesine kötü yapı stokuna sahip ve deprem tehlikesi altındaki ülkemizde jeofizik bilimini pasifize ederek halkın can güvenliğiyle oynamaktan başka bir şey değildir. Bu yüzden yasalaşma aşamasında olan kentsel dönüşüm sürecinde, bu süreci ve uygulamaları doğrudan ilgilendirecek ve yürürlükte bulunan kanun, genelge, yönetmelik ve formatlar ile işlemlerin, tarafsız, meslek şovenizminden uzak, bilimin ve dünya standartlarının ışığında revize edilmesi gerekmektedir. Öte yandan yapılaşma etütlerinde diğer meslek disiplinleriyle ortak ve önemli rol oynayan jeofizik mühendisleri, kentsel dönüşüm sürecinde yapı jeofiziği uygulamalarıyla da mevcut yapı stokunun durumunu tahribatsız ve hızlı bir şekilde belirleyip veri sağlayarak inşaat mühendisi ile birlikte çalışabilecek tek mühendislik disiplinidir. Yapılaşma jeofiziği; yapılaşacak yerin, düşey yapı yükü, yatay deprem yükü, çapraz kayma yükü altında davranışı ile dayanım özelliklerinin belirlenmesini amaçlar. Büyük kentsel yerleşimlerde ise incelikli çalışmaların (microzonation) çalış- malarıyla, yerleşim bölgeleri ile yer seçimi, özellikle yapılaşmaya uygunluğunu belirleyen biricik yöntemler bütünüdür. Yerin dayanım özellikleri; yer esnek dirençleri, yerin taşıma gücü, kayma direnci, yer-yapı çınlaması (rezonans), ıslaklık ile su bulundurması, katman sarsım kalınlıkları ile direşimleri (empedans), deprem altında davranışına ilişkin özellikler belirlenebilir. Özellikle, yerin dayanım ve davranış özelliklerinin belirlenmesinde depreme dayanıklı yapıların tasarımında, EUROCODE1 8 (TSEN 1998-1) ölçütü getirilmiştir. Ülkemizin AB uyumu ile ilgili olarak, yönetmeliklerimizin yeniden düzenlenmesi göz önüne alınması gerekir. Avrupa Yapı Ölçütüne (EUROCODE) göre, ilk 30 metreye dek yer katmanlarının hızları ile kalınlıklarının ölçülmesi koşulu getirilmiştir. Bu ölçüm, yapılaşma jeofiziği konusunda deneyimli jeofizik mühendislerince yapılabilir. Kentsel dönüşümde depreme dayanıklı yapılaşmada, Yapılaşma Jeofiziği öncelikli kullanılır denilerek, AFAD’ca benimsenmiş, ülkemiz içinde bir kalıp uygulama olan Eurocode-8 (TS EN 1998-5) ölçütü yapılaşma jeofiziğinin, ölçünlü mühendislik yöntemi olarak ülkemizde kullanılması önermiştir. Eurocode yapı ölçütünün özünü oluşturan bilimsel veri, “Topraklarda ki kayma dalgası hızı vs, kesiti, duraylı yereylerde, deprem etkisinin yerel koşullara bağlı özelliklerinin en güvenilir göstergesidir” der. Yapılaşmaya uygunluk ancak, en kapsamlı, ayrıca doğru biçimde, yapılaşma jeofiziği tasarımları ile belirlenebilecek hız değişimiyle belirlenir. Ülkemizde kentsel dönüşüm yasasının görüşülmesinden sonra, öncelikli olarak yönetmeliklere yerleştirilmesi gereken yaptırımlardan biri de jeolojik etüd ile ifade edilen sınırlı ve birkaç delgiyle yapılan yer incelemesinin terk edilmesi gerekir. Bunun yerine, en az 3D jeofizik yer inceleme tasarımını yaptıracak, yapılaşmaya açılacak yerin aynı anda enlemesine (X), boylamasına (Y) ve derinlemesine (Z) incelemesini yapacak tasarım anlayışına geçilmesinin sağlanması gerekir. 3D jeofizik tasarım, yapılaşmaya açılacak yerin aynı anda 3 boyutlu olarak incelenmesi ve irdelenmesi ile yapılaşmaya açılacak topraklardan kaynaklanacak sorunların en doğru biçimde ve çok boyutlu belirlenebilmesi anlamına gelir. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD)2, “Toprak ve Temel incelemesi bildirgelerinin ayrıntılı olarak hazırlanması gerektiği ve afet sakıncalarının azaltılması için gerekli olan toprak baskın titreşim dönemi, T0 ile toprak sarsıntı büyütmesi (b), etkin ana kaya derinliği (h), sarsılır katman kalınlığı(H) gibi değiştirgenlerin ancak jeofizik Yapılaşma Jeofiziği projeleri ile 2 ve 3 boyutlu olarak, yerin dayanım ve davranış özellikleri bulunabilmektedir. Kentsel Dönüşüm çalışmalarında EUROCODES (Avrupa Yapı Standardı) raporları esas alınırsa, Avrupa Kentsel Yapılaşma Standartlarına uygun yapılaşma ülkemizde çoğalır. Eurocode-8 (TS EN 1998-5)’de Yapılaşma Jeofiziği satndartları ile ilgili maddeler. Eurocode-8 (TS EN 1998-5)’de Yapılaşma Jeofiziği satndartları ile ilgili maddeler. Mart-Nisan 2012 97 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yandaki şekilde yapı radarı beton içinde ki donatıların bulunması, alttaki şekilde ise yapı sismolojisi ile beton içindeki boşlukların ve kırık süreksizliklerinin bulunmasıyla ilgili örnek gösteriliyor. Ülkemizde son meydana gelen depremlerin (Van ve Simav) ilişkili olduğu fayların yapısı veya varlığı hakkında bilgimiz ancak depremden sonra meydana gelmiştir. Bu nedenle, ülkemizin en doğusundan en batısına veya en kuzeyinden en güneyine kadar fay taramaları yapılmalı, şehirlerimizin tehdit edecek gömülü kırık sistemleri belirlenmelidir. KAYNAKLAR 1. http://eurocodes.jrc.ec.europa.eu/ 2. Lüleburgaz Belediye Başkanlığı’na göndermiş olduğu 19.01.2011 tarih ve 398 sayılı görüş yazı. 3. Ercan, A.2011. Yapılaşma Jeofiziği. TMMOB JFMO Yayını Bakanlıklar Ankara, 198 s. 4. Ercan, A. 2005. Yapı İnceleme Yöntemleri-Yapı Jeofiziği. Birsen yayınevi. Cağaloğlu, İstanbul, 225 s. 98 Mimar ve Mühendis mühendisince yapılan jeofizik çalışmalar ile saptanabildiği, bildirgelerin jeofizik ile geoteknik mühendislerince ortak olarak hazırlanması” gerektiği biçimindedir. Ayrıca, Eurocode-8 ölçütlerine koşut önemli bir görüş açıklamıştır. Bu görüş doğrultusunda yapılacak jeofizik inceleme tasarımlarıyla, yapı ile toprak dönemlerinin aynı, eşit olmaması sağlanacağından, yer-yapı arasında tetikleme (rezonans) sakıncası ortadan kalkacaktır. Kentsel dönüşümde en önemli incelenmesi gereken konulardan biride, yer ile yapı titreşimleri arasında eşitlik durumunun ortadan kaldırılması ile “sakınca azaltma” çalışmalarının deprem öncesinde sağlanmasıdır. Yapı Jeofiziği ise yapı gereçleri ile davranışına bakılması, bir depremde göçecek yapıların deprem olmadan önce belirlenmesinde kullanılan, tahribatsız (donuncasız) ve uygulaması hızlı jeofizik yöntemlerdir. Özellikle, yapılaşmadan sonra yapının dayanım özelliklerinin mühendislik tasarımına uygun olarak tamamlanıp tamamlanmadığının hızlı ve donuncasız (tahribatsız) biçimde uygulanması ile ilgili olarak kullanılan yapı dayanıklılık deneyidir. Özellikle, İstanbul’da yaklaşık 1.600.000 yapı olduğu ileri sürülmekte ve bu yapıların yapı sağlamlık durumu bilinememektedir. Yapıların büyük çoğunluğu kaçak kullanıldığından, mühendislik tasarımlarına uygunluk denetimi yapılamamaktadır. Bu nedenle, dokuncalı yapı bakımı incelemeleri ve yapı dayanımı üzerine bilgimiz olmayan, çarpık ve kaçak kentleşmenin yaygın olduğu durumda oldukça sakıncalı durumlara neden olabilir. Bu nedenle, yapıların dayanımın hızlı, ölçün ve donuncasız yöntemlerle incelenmesi için gibi yapı jeofiziği (örn. yapı gözlengeci (radarı) ve yapı yapay sarsımı) yöntemlerinden bir ya da bir kaçının aynı anda uygulanması gerekir. Deprem jeofiziği yöntemleri ile kırık taraması yapılması gerekir. Yeryüzünde her yer aday olarak büyük bir deprem oluşturabilir. Ancak bu gizilgücün açığa çıkması için geçmesi gereken süre kırık kuşaklarının işleyişine göre 100 yıl -10 bin yıl arasında değişebilir. Bunun son örneği, 16 bin yıl sonra, 23 Aralık 2011 Yeni Zelanda’nın kırılmamış bir kırık dizgesinin büyük bir depremle (M=7.1) kırılmasıdır. Ülkemizde son oluşan depremler (Van ve Simav)’in ilişkili olduğu kırıkların yapısı ya da varlığı üzerine bilgimiz ancak depremden sonra olmuştur. Bu nedenle, ülkemizin en doğusundan en batısına ya da en kuzeyinden en güneyine kadar kırık taramaları yapılmalı, kentlerimizi yıkacak gömülü kırık dizgeleri belirlenmelidir. Ek olarak, ülkemizde kentleşmeyi sınırlayacak, bilinen kırık dizgeleri üzerinde kırılmayı tetikleyecek yapıların (asperite) belirlenmesi için kuyu içi deprem izleme durakları kurulması gerekir. Aksi takdirde, kentler üzerinde etkisi olacak depremlerin zararlarını azaltacak, sakınca yönetimi çalışmalarında başarılı olmamız zorlaşacaktır. SONUÇ İstanbul ve diğer illerin yapıları bir an önce incelenmesi için yapılması gereken işlerin kısaltılarak, hızın arttırılıp hataların da artırılmasını sağlamak yerine yapılaşma jeofiziği ile yapı jeofiziği yöntemleri kullanarak ayrıntılardan ödün vermeden hızlıca sonuca gidilmelidir. Bir yapının salınım dönemini, T1, bu dönemin yerle olan uyumluluğunu, donatı yapısını, yapı gereçlerinin karot almadan durumlarının belirlenmesini, yapının oturduğu toprağın biçimine göre yapıya gelecek deprem-kayma-üst yapı yüklerinin belirlenmesi Yapılaşma Jeofiziğinin konusudur. Alışılagelen yöntemlerin kabalığından, duyarsızlığından kurtulup, kentsel dönüşümün temel çekirdeğine yapı jeofiziği bildirgesini ekleyip inşaat mühendislerine yapıyı ne yapmaları konusunda kesin bilgiler sağlanmalıdır. Sayılamasal (İstatistik) bilgilerle oluşmuş depremlerin verilerinin kullanılarak yapılan yapı türlerine yaklaşık hata oranını en aza çekmenin yolu yapılaşma jeofiziğidir. Mart-Nisan 2012 99 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Hüseyin KOTİL Jeodezi Mühendisi KENTSEL DÖNÜŞÜMDE HARİTACILIĞIN ROLÜ K Ülkemizde “Kentsel Dönüşüm”ün bir kavram olarak kullanılmasının oldukça yeni olduğu söylenebilir. Bu çalışmada, şehirleşme olgusunun birlikte getirdiği çok sayıda sorunun çözümünde, haritacılık kavramının üstleneceği, önemli rol üzerinde durulacaktır. entsel dönüşüm, İstanbul gibi büyük kentlerimize hızlı göç sonucu nüfusun artışına bağlı olarak barınma ihtiyacının karşılanması için gecekondu, çarpık yapılar, yetersiz altyapı gibi sağlıksız şartlarda insanların yaşamasına engel hususlara karşın, yaşam kalitesi yüksek alanlar oluşturabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Sanayileşme ve ekonomik büyüme ile kentlerde oluşturulan faaliyetlerin çokluğu ve çeşitliliği kırsal alandan kentsel alana göçün artmasına sebep olmuştur. Aşırı nüfus artışı ve beraberinde getirdikleri değişimler dünyanın birçok kentinde belirgin bir sorun haline gelmiş ve bu değişimlerin getirdikleriyle baş edebilmek için kentler kendilerini bu duruma hazır hale getirmek durumunda kalmışlardır. Kentsel gelişmenin toplumsal, ekonomik ve mekansal olarak yeniden ele alındığı ve kentteki sorunlu alanların sağlıklı ve yaşanabilir hale getirilmesi için yıkıp yeniden yapma, canlandırma sağlıklaştırma veya yeniden yapılandırma için proje üretilmesi ve uygulama yapılması gerekmektedir. Kentlerdeki çarpık yapılaşma ve meydana gelen sorunların çağdaş şehircilik ilkeleri ve planlama esaslarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasını sağlamak üzere Kentsel Dönüşüm projeleri gündeme gelmiştir. Bu hususta 2010 yılında 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5436 sayılı Yıpranan Tarihi Ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun ve 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanununda düzenlemeler yer almaktadır. Türkiye’de de özellikle büyük kentlerimizde gecekondulaşmanın yoğun olduğu bölgelerde TOKİ ve Büyükşehir Belediyelerinin ortak çalışması sonucu yeniden yapılandırma, iyileştirme çalışmaları hızlı bir şekilde devam etmektedir. Özellikle kaçak yapılaşmanın yoğunlaştığı, ekonomik ömrünü tamamlamış konutların bulunduğu bölgelerde kentsel dönüşüm proje çalışmaları hızlandırılmıştır. Bu tür projelerde kentsel alanların fiziksel, toplumsal, ekonomik, sosyolojik ve çevresel koşulları dikkate alınmalıdır. Planlama çalışmalarına sosyologların, mühendis ve mimarların, ekonomistlerin, şehir plancılarının katılımını ve bu grupların çalışmaları ortaklaşa yürütme zorunluluğu bulunmaktadır. Kentlerin yaşam kalitesini artırarak yaşanabilirliğine katkı sağlayan, bu alanlarda sektörel olarak yatırımların yapılması, hem maddi durumu yetersiz insanlara iş istihdamı oluşturacak, hem de ekonomik gelişmeye katkı sağlayacaktır. Bu kalkınmayı sağlarken sosyal birlikteliğin uyum içerisinde olması gerekliliği göz ardı edilmeyerek kültürel mirasın korunumu noktasında da dikkat edilmesi gereken hususlar söz konusudur. Örnek olarak gösterilebilecek İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve TOKİ’nin birlikte gerçekleştirdiği “Sulukule Kentsel Dönüşüm Projesi”nde yapılan yapılar, Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve Fatih İlçesi Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı kararları ve hedefleri doğrultusunda inşa edilmiş olup, ayrıca tescilli sivil mimari örnekleri 100 Mimar ve Mühendis Kentsel dönüşüm projelerinin hazırlık aşamasında, haritacılıkla ilgili kısmında en önemli işlem adımları, kentler için sayısal haritaların, mekânsal bilgi sistemine uygun kadastral verilerin ve bu verilerle bütünleşik imar planı verilerinin, üretilmesidir. de restore edilerek sosyal ve kültürel amaçlı olarak kullanılması hedeflenmiştir. İstimlâk çalışmalarında arzu eden vatandaşlarımıza konut, arzu edenlere de arazilerinin bedelleri ödenmiştir. AB Parlamentosu tarafından da desteklenen proje 1.5 yıl içerisinde tamamlanmış olup, sonuç olarak bölge tarihi ve kültürel eserlerin yaşatıldığı kentsel bir görünüm kazanmıştır. Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında haritacılık tanımı altında, ülkesel, bölgesel ve kentsel planlama çalışmalarında mevcut durumun tespiti amacıyla yapılan çalışmalardan, hazırlanan planların mekansal boyuttaki uygulama aşamasına kadar, harita mühendisliğinin söz sahibi olduğu alanlar bulunmaktadır (Şekil-2). Bu doğrultuda, uygulaması harita mühendisliğinin yetki ve sorumluluğunda olan imar planları, ülkesel planlama hiyerarşisinin son aşaması olup, teknik boyutu kadar sosyal, kültürel ve çevresel özellikleri de göz önünde tutulmalıdır. Kentsel planlama tek bir bilim dalının konusu değildir. Birçok bilim dalının koordineli bir şekilde çalışması sonucu sağlıklı bir şekil alacaktır. Kentsel dönüşüm projelerinin hazırlık aşamasında, haritacılıkla ilgili kısmında en önemli işlem adımları, kentler için sayısal haritaların, mekânsal bilgi sistemine uygun kadastral verilerin ve bu verilerle bütünleşik imar planı verilerinin, üretilmesidir. Mevcut durumun tespiti için gerekli verilerin toplanması ve sunulması aşamasında, çoğunlukla, klasik tanım doğrultusunda fiziksel özelliklerin tespit edilerek bunların sunumunu içermektedir. Fiziksel boyutu önemli olan bölge planı ve daha alt kademe planlarının Şekil-1 : Sulukule bölgesinin kentsel dönüşüm öncesi ve sonrası görünümleri Şekil 2 : Planlama Haritacılık ilişkisi Mart-Nisan 2012 101 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ANKARA, YENİMAMAK DOSYA: ŞEHİRLEŞME şehirleşme ve şehirleşme olgusunun getirdiği sorunlar, ülkemizin en ciddi sorunlarındandır. Kentsel dönüşüm olgusu, Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin yeniden inşası amacıyla yapılmış olmakla beraber, günümüzde daha çok şehirlerin eskiyen yönlerinin yenilenmesi, şehrin sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel sorunlarının giderilmesi gibi konular hedef alınmalıdır. 102 Mimar ve Mühendis hazırlanmaları için gerekli güncel harita ve harita bilgilerinin üretimi bu işlevin kapsamı içindedir. Planların öngörüsü altlık verilerin güncel, doğru ve eksiksiz olmasına bağlı olarak değişmektedir. Bunlar, • Tüm Yapı ve Eklentilerinin Değerleme Tekniklerine Uygun Olarak Ölçüm, Tespitlerin ve Hesaplarının yapılması, • Tüm saha verilerinin CBS tabanında bir araya getirilmesi, • Kentsel Dönüşüm Projelerinde çalışma Alanında Coğrafi Bilgi Sistemi kullanılması, • Elde edilen verilerin derlenmesinde fotogrametrik ve ortofoto haritaların da kullanılması, • Mülkiyet Kimlik Kartlarının(Kıymet Takdir Raporlarının) Hazırlanması, • Projeye ilişkin alan bilgilerinin sayısal değer bilgileri temini (Proje Alanı, Hisse Sayısı, Yapı Sayısı, Yapı Kullanımı, Kat Adedi, Yapı Cinsi, v.d.) olarak sıralanabilir. Mevcut verileri derleme (sayısal haritalar, ortofoto haritaları vb.), arazide yerinde tespit, uygun yazılımlarla veri girişi, veri tabanı oluşturulması, verilerin saklanması, verilerin değerlendirilmesi, veriler üzerinde sorgu yapılabilmesi, analizler yapılması, Coğrafik Bilgi Sistemi’nin (CBS), Kentsel Dönüşüm Projelerindeki önemli desteğini ortaya koymaktadır. Bilgilere kolay erişim sağlayan bu sistem zaman, maliyet ve işgücünde tasarruf sağlaması açısından büyük avantajlar sağlamaktadır. Bu sebeple CBS teknik altyapısının (yazılım-donanım) merkezi ve yerel yönetimlere bağlı kurumlarda oluşturulması ve ayrıca CBS kullanan merkezi ve yerel yönetim sayısının artırılması gerekmektedir. Ortofoto haritalar ve Coğrafi Bilgi Sistemi kayıtlarından yararlanarak bu alanların (doğal ve ekolojik özellikleri nedeniyle korunması gereken alanların, su havzaları, dere yatakları, tarım alanları ve orman alanlarının) izlenmesi gerekmektedir. Korunması gereken özellikli alanlar ve CBS kapsamında yer alan bu tür alanların oranı hesaplanarak projenin buna uygun olarak sürdürülmesi gerekmektedir. Bu noktada hem CBS’ nin hem de ortofoto haritaların sağlayacağı bilgiler kapsamında işlem adımları çok daha güvenilir ve hızlı bir şekilde gerçekleştirilecektir. Eski kent alanları ve kent merkezlerinin günümüzün ihtiyaçlarına cevap veremeyecek durumda olması ve geç- ANKARA, MAMAK, DURALİ ALIÇ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ mişte inşa edilmiş yerleşim birimlerinin plansız ve düzensiz bir şekilde yapılmış olması, bina ölçeğinde kalmayan geniş kapsamlı bölgelerde kentsel dönüşüm çalışmalarının başlamasına neden olmuştur. Bu süreçlerin başlayabilmesi için uygun yasal düzenleme ve değişiklikler yapılmalı, yerel yönetimler, yatırımcılar, yerel halk gibi tarafları bir araya getirecek organizasyonlar ve ortaklıklar oluşturulmalı, uygulama öncesi gerekli kaynak ve araçların her biri tanımlanmalıdır. Sonuç olarak, şehirleşme ve şehirleşme olgusunun getirdiği sorunlar, ülkemizin en ciddi sorunlarındandır. Kentsel dönüşüm olgusu, Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin yeniden inşası amacıyla yapılmış olmakla beraber, günümüzde daha çok şehirlerin eskiyen yönlerinin yenilenmesi, şehrin sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel sorunlarının giderilmesi gibi konular hedef alınmalıdır. Kentsel dönüşüm uygulanmış bölgelerde kalıcı çözümler bulunmalıdır. Bunlar hem ekonomik olarak hem de çevre şartlarına uygun olarak planlanmalıdır. Ayrıca deprem tehdidini göz önünde bulundurarak yaşam şartlarını iyi seviyelere taşımak kentsel dönüşümün uzun vadede amaçlarından olmalıdır. Esasen ülkemizde, düzenli ve sağlıklı koşullarda şehirleşmeyi sağlayacak yasal düzenlemeler mevcuttur. Hatta belli ölçüde dönüşüm projeleri uygulamayı mümkün kılan düzenlemeler de vardır. Ancak, kentsel dönüşümü bir bütün olarak ele alan, şehirleşmeyi sadece konut boyutunu değil sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel yönleriyle de dönüştürmeyi, geliştirmeyi hedef alan projeler gerçekleştirilmelidir. Kentsel dönüşüm projeleri uzun süreli projeler olması sebebiyle, bu projelerin devamlılığının sağlanması, projelerin başarısı için son derece önemlidir. Zaman içinde, projenin bazı açılardan geliştirilmesi gerekebilir. Aksi halde, büyük emek ve maliyetlerle gerçekleştirilen projelerden beklenen sonuçların alınması zorlaşabilir ve amacının dışında bir duruma dönüşebilir. Kentsel dönüşüm uygulanmış bölgelerde kalıcı çözümler bulunmalıdır. Bunlar hem ekonomik olarak hem de çevre şartlarına uygun olarak planlanmalıdır. Ayrıca deprem tehdidini göz önünde bulundurarak yaşam şartlarını iyi seviyelere taşımak kentsel dönüşümün uzun vadede amaçlarından olmalıdır. Mart-Nisan 2012 103 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yrd. Doç. Dr. Hatice AYATAÇ İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü, Taşkışla KENTLERİMİZİ HEPİMİZ İÇİN TASARLAMALIYIZ 2000’li yılların ilk 10 yılında dünyamız geçmişini sorgulamaktadır. 1960 ve 1970’lerde savaş karşıtı politikalar, insan hakları gibi temel konulara odaklanılırken, 21’inci yüzyıldaki gündemde çevre koşulları, ekolojik dengeler, demokratik, eşitlikçi ve sürdürülebilir toplumsal yarar ve tasarım tartışılmaktadır. Günümüzdeki bu tartışmaların omurgası ise “evrensel tasarım” olgusu üzerinde gelişmektedir. “Herkes için tasarım”, “kapsayıcı tasarım”, “kullanıcı odaklı tasarım”, “gerçek yaşam için tasarım”, “ömür boyu tasarım”, “kuşaklararası tasarım” gibi farklı pek çok kavramla anılan bu yaklaşımlar dünyanın çeşitli ülkelerinde geçerlilik kazanmıştır (Mace, 1985) . TARİHSEL SÜREÇTE EVRENSEL TASARIM Evrensel tasarım ilk defa Amerika’da Ron Mace (1985) tarafından kullanılan bir kavramdır. Evrensel tasarımı diğer tasarım terminolojilerinden ayrıştıran “fiziksel olduğu kadar sosyal yapıya da odaklanması” ve “bir ürünü binayla ya da şehirle bütünleştiren ve herkes için kullanılır olmasını hedefleyen bir tasarım” olmasıdır (Ostroff, 2001). Evrensel tasarım anlayışı kentsel çevrelerin herkes için tasarlanmasının sürdürülebilir, güvenli, hakça ve kullanılabilir olmasının teminatıdır (Yaşar & Evcil, 2011). Evrensel tasarım anlayışının engellilere sunulan tasarım olanaklarından farkı toplumsal ayrımcılığa yol açmadan, çoğunluğun kullanımı desteklemesidir. Bu nedenle özellikle Avrupa’da eğitim programlarında zorunlu tutulmakta ve ülkemizde de teşvik görmektedir. Evrensel tasarım kavramında konu edilen engelli insanlar değil tüm insanlardır. Buradaki ana fikir, aslında tüm insanların yaş, beceri kaybı gibi nedenlerle, bir çeşit engelli olduğu görüşüdür. Genelde toplumda, engelli veya yaşlı olmak olumsuz, “normal” olmak ise kusursuz ve beceri sahibi olarak algılanmaktadır. Oysa sadece “normal” tanımına uyan bireyleri düşünerek yapılan tasarımlar, gerçek koşullar ile uyumsuzluk taşımaktadır. Evrensel tasarım yaklaşımını benimseyenler bu anlayıştan yola çıkarak, tasarımda kullanıcı boyutunu geniş çapta değerlendirmekte ve kullanım problemlerine bütünleştirici bir tutumla yaklaşarak çözüm aramaktadır. Bu bağlamda, evrensel tasarım yedi temel prensiple açıklanmaktadır (Christophersen, 2002). Bu prensipler tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılamada tasarımcıyı yönlendirir. 1. Eşitlikçi Kullanım; tasarım tüm bireyler için eşit şartlar sağla- malı, ayırım yapmamalı, güvenlik ve mahremiyet koşullarını sağlamalıdır. 2. Kullanımda esneklik; tasarım farklı bireysel tercih ve yetkinlikleri kapsamalı ve farklı kullanım biçimlerine olanak vermelidir. 3. Basit ve sezgisel kullanım; tasarım kullanıcının tecrübe, bilgi, dil becerisinden bağımsız olarak kolay anlaşılabilir olmalı, karmaşadan kaçınmalı, kullanıcının beklentilerine ve sezgisel kullanımına aykırı olmamalıdır. 4. Algılanabilir bilgi; tasarım kullanıcı için gerekli bilgiyi, ortamın koşullarından ve kullanıcının algılamasından bağımsız vermelidir. Temel bileşim okunabilirliğidir. 5. Hata için tolerans; tasarım, kaza veya istenmeyen davranışlar sonucu ortaya çıkabilecek tehlikeli ve kötü sonuçları en aza indirmelidir. Kaza ve hatalara sebep olabilecek davranış biçimleri ve tasarım unsurları açık olarak ifade edilmiş olmalıdır. Hatalara olanak tanımayan özellikler sağlanmalıdır. 6. Düşük fiziksel güç gereksinimi; kullanıcı tasarımı etkin ve rahat kullanmalı, yorgunluğa olanak vermemeli, uzun süreli güç kullanımı en aza indirilmelidir. 7. Kullanım için uygun boyut ve mekan; kullanıcının boyuna, kilosuna ve beden ölçüsüne uygun, konforlu ve yeterli olmalıdır. 104 Mimar ve Mühendis KENTLERİMİZ EVRENSEL DEĞERLERLE TASARLANMALIDIR Günümüz dünyasında kötü yaşam koşulları, altyapı eksikliği her dil, din, ırkta insanı etkilemektedir. 20’nci yüzyıl başında dünya nüfusunun 1/10’u kentlerde yaşarken, bugün nüfusun yarısı kentlerde, hatta dünya nüfusunun 1,1 milyonu sağlıksız kentlerde yaşamaktadır. Neredeyse her gün 100 bin aracın trafiğe çıktığı, bu sayıya her yıl 35 milyon aracın eklendiği bir dünyada hava kirliliğinin yüzde 50’sine bu araçlar neden olmaktadır. Sürdürülebilir kentler, sağlıklı binalar, kalite, sosyal adalet ve çevresel koruma kavramsal kurgusunda gerçekte evrensel tasarımın hedeflendiği görülmektedir. Kentlerimizin geleceği ve geleceğin kentleri için insan hakları gereği herkes için konut sağlamak, insan ve çevre sağlığını desteklemek, kamu yararı ve güvenliğinin sürekliliğini sağlamak esastır. Avrupa Konseyi’nin 1992 yılında kabul ve ilan ettiği “Avrupa Kentsel Şartı” tüm bireylerin insan onuruna yakışan bir düzende yaşamalarını öngörmektedir. Evrensel olarak tasarlanmış şehirler, insan ve çevre sağlığını desteklemelidir. Kamusal binalar ve özel konutlar bireyleri tarafından erişilebilir ve çevreye duyarlı olmalıdır. Günlük aktivitelerine yürüme mesafesinde erişilmelidir. Sokaklar ve meydanlar konforlu, güvenli, yürümeye teşvik edici olmalı, her yaştan ve kültürden bireyi bir araya getirebilmelidir. Evrensel tasarlanmış kent insan çeşitliliği ve sosyal adaleti farklı etnik dağılımda, gelirde, yaşta, kültürde, yaşam ve konut tiplerinde sunabilmelidir. Sadece bir nesli, tek gelir grubunu ve bir aile tipini hedefleyen konut pazarının dengeli ve günlük yaşama entegre olmasını sağlamalıdır. Evrensel tasarlanmış konutlar dinamik olmalı, değişebilir ve uygulanabilir olmalıdır. İnsanların değişen ihtiyaçlarına uyum sağlayabilir, dönüşebilir olmalıdır. Evrensel tasarlanmış kentlerde tüm konutların tüm insanlarca ziyaret edilebilir düzeyde olması, merdivensiz girişlerin olması, her türlü araca uyumlu yol ve taşıma alanların olması, bebek arabası, engelli aracı, bisikletli, yaşlı, çocuk yürüyüşüne imkan verebilmesi gerekmektedir. Evrensel tasarlanmış şehirlerde kapalı topluluklar olmamalıdır. Hakçalık ve eşit barınma hakkı sağlanmalıdır. Evrensel tasarlanmış kentler en temel prensip olan “konut şehirlinin hakkıdır” ilkesini kabul etmesi gerekir. İnsan Hakları Deklarasyonu’nda her kadın, erkek ve çocuğun yeterli konutunun garanti edilmesi gerektiği bunun bir lüks yada hediye değil bireylerin saygınlığı ve onuru için en temel husus olduğu vurgulanır (Weisman, 2001). Evrensel olarak tasarlanmış kentlerde güvenli erişim sağlamalıdır. Uzun dönemde suç ve şiddet kaygısı kentsel yaşamı ve sokaklardaki ortak kullanımı yok eder. Güvenliğin artırılması için farklı kullanıcı gruplarının -çocuklar, kadınlar, yaşlı ve engelliler- yürüyebilirliği ve dolaşımı için polis ve yerel yönetimlerin önlem almasını gerektirir. Evrensel olarak tasarlanmış kentler ulaşım sistemini güvenli, erişilebilir, ekonomik ve çoklu ulaşım alternatifleriyle desteklenmelidir. Bireylerin 7 gün 24 saat temel ihtiyaçlarını giderdikleri sağlık, eğitim, işyeri ve konutları arasında belli periyotlarda işleyen ve desteklenmiş ulaşım modellerini kullanmalarına izin vermelidir. Evrensel tasarlanmış kentler okunabilir olmalıdır, kentliler yolunu bulabilmelidir. Hareketlerini özgürce yapabilmeli, her dilden, kullanıcının en temel gereksinimlerine (tuvalet, temizlik, su içme gibi) güvenli ve anlaşılabilir şekilde erişebilmelidirler. TÜRKİYE’DE EVRENSEL TASARIMIN DEĞERLENDİRİLMESİ Ülkemizde evrensel tasarımın temel ilkesi olan ulaşılabilirlik konusu ilk kez 1997 yılında 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen Ek Madde Mart-Nisan 2012 105 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Okunabilir kentsel donatılar Metro girişinde yönlendirmeler Merdiven çıkış kenarlarındaki önlemler Bina girişlerindeki düzenlemeler Resimlerin kaynağı (Grande Dyb & Ve L, Universal Design: Rethinking Barriers to Quality of Life” Bergen School of Architecture, 2010) Yürüme yollarında erişilebilir seviyeler Türkiye’den tasarım problemleri, TC. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, Denetleme Raporu, 27/08/ 2009 tarih, 2009 /5 sayı. KAYNAKLAR Christophersen, J. (Ed) 2002. “Universal Design, 17 ways of Thinking and Teaching”, Husbanken. Ostroff, E. (Ed) 2001. “Universal Design; The New Paradigm” Universal Design Handbook, Chapter, 1. Mc Grawn Hill Companies. Yaşar, D ve Evcil,N. 2011. “Herkes için bir Kent ve Evrensel Tasarım”, Dünya Şehircilik Günü, 7. Türkiye Şehircilik Kongresi, Bildiri Özetleri Kitabı, s. 64, YTÜ. Weisman, L.K., 2001 “Creating the Universally Designed City; Prospects fort he New Century”, Universal Design Handbook, Chapter, 69. Mc Grawn Hill Companies. TC. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, Denetleme Raporu, 27/08/ 2009 tarih, 2009 /5 sayı. 106 Mimar ve Mühendis 1’deki “Fiziksel çevrenin özürlüler için ulaşılabilir ve yaşanılabilir kılınması için, imar planları ile kentsel, sosyal, teknik altyapı alanlarında ve yapılarda, Türk Standartları Enstitüsü’nün (TSE) ilgili standardına uyulması zorunludur” hükmüyle yasal altyapıya kavuşturulmuştur. Ulaşılabilirlik ile ilgili soruna kalkınma planlarında da yer verilmiştir. 2001-2005 yıllarını kapsayan 8’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nında “Kentsel ulaşım hizmetleri, engellilerin de durumu dikkate alınarak düzenlenecektir ve yerel yönetimlerin hizmet planlaması, projelendirmesi ve uygulaması aşamalarında, engelliler, yaşlılar, çocuklar ve gençler gibi toplum kesimlerinin ihtiyaçlarını göz önüne alan yaklaşımlar geliştirilecektir” ifadelerine 9’uncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın da ise özürlülerin ekonomik ve sosyal hayata katılımlarının artırılmasına yönelik, sosyal ve fiziki çevre şartlarının iyileştirileceği belirtilmiştir. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmeliklerde konu yer almış, TSE tarafından konuyla ilgili birçok standart yayımlanmıştır. 5378 sayılı Özürlüler Kanunu ulaşılabilirlik konusunda “Kamu kurum ve kuruluşlarına ait mevcut resmî yapılar, mevcut tüm yol, kaldırım, yaya geçidi, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapılmış ve umuma açık hizmet veren her türlü yapılar bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 7 yıl içinde özürlülerin erişebilirliğine uygun duruma getirilir” hükmünü tanımlamaktadır. Bu hükme istinaden çıkarılan 2006/18 sayılı Başbakanlık Genelgesinde 7 yıllık sürenin 7 Temmuz 2005 tarihinde başladığı belirtilmiş ve bu düzenlemelerin, belediyeler ve ilgili diğer kamu kurum ve kuruluşlarınca hazırlanacak eylem planları doğrultusunda gerçekleştirilmesi istenmiştir. Genelgeye göre söz konusu eylem planları, kısa vadeli (2005- 2007), orta vadeli (2008-2010) ve uzun vadeli (2011-2012) olarak yapılacaktır. Ayrıca belediyelerin bu düzenlemelerini Türk Standartları Enstitüsünün ilgili standartlarına uygun olarak yapmaları, satın alacakları, kiralayacakları veya denetimlerinde bulunan toplu taşıma araçlarının özürlülerin kullanımına uygun olmasını sağlamaları, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının da, kullandıkları yapıları verilen süre içerisinde bireylerin kullanımına uygun hâle getirmeleri gerekmektedir. TC. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun ilgili yasal düzenlemeyi izlediği 2009 tarihli raporunda, ulaşılabilirlik konusunda, özellikle 5378 sayılı kanunla getirilen düzenlemelerin hayata geçirilmemesi, çevrenin, özürlülerin ulaşımına uygunlaştırılması sürecini geciktirdiği; uygulamadaki eksikliklerin somut gerekçeleri olarak, personel ve finansman yetersizliği ön plana çıkartıldığı ancak bunların temelinde yatan asıl sorunun, kurumların, konuya gerekli önem ve hassasiyeti göstermemeleri olduğu belirtilmektedir. Gerek bu yasal düzenlemeler gerekse de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Bütünleşik Kentsel Gelişme Stratejisi (KENTGES) çalışmalarında “herkes için tasarım” bir eylem olarak kabul edilip güvenli yerleşme tasarım rehberlerinin İçişleri bakanlığı sorumluluğunda belediyeler, üniversiteler, meslek odaları ilgisinde 2023’e kadar hazırlanması öngörülmüştür. Kamusal alanlar ile toplumun kullanımına açık mekanların; nitelikli ve dezavantajlı grupların kullanımına elverişli ve riskleri azaltacak biçimde planlanması ve tasarlanmasına yönelik ilke, standart ve ölçütleri kapsayan bir rehber hazırlanması önerilmektedir. Kavramsal ve yasal olarak yapılan tüm tartışma ve önermeler geleceğin kentlerinde, kentlerimizde evrensel tasarım ilkelerine uyulmasının gerekliliğini vurgulamaktadır. Temel ilkeleri ve uygulama araçları, yasal alt yapısı ve takvimi belirlenen “herkes için tasarım” sürecini önemsemek tüm toplumun ve bizlerin sorumluluğundadır. Mart-Nisan 2012 107 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Korhan GÜMÜŞ Yüksek Mimar TOPLUMU TASARLAMA DÜŞLERİ VE KENTSEL DÖNÜŞÜM G İlerleme düşüncesi, tıpkı bir mit (söylence) gibi, geçmişle bağını kopararak, eşi benzeri bulunmayan masalsı bir tarih oluşturarak, bizi büsbütün yaşanan insani koşulların ötesine savurur. Öyle ki geçmişteki her türlü benzer durumu sanki uzayda başka bir yerde geçiyormuş gibi algılanamaz kılarak, tarihi de ilkelden gelişmişe doğru kaçınılmaz bir yolculuk gibi göstererek bizi iyice kendi mekanı içine hapseder. Bu nedenle çoğu zaman gelişmelerin başka türlü olma ihtimalinden şüphe duymadan, olan biteni sorgulamadan, insanların başka alternatifler üretebileceğini hesaba katmadan ilerleme fikrine kapılır, yaşadığımız dünyanın koşullarını kabullenmek zorunda kalırız. ünümüzde yalnızca son 2 yüzyılında yaşadığı değişimleri ifade etmek için icad edilen “Endüstri Devrimi” kavramı bu dönemde yaşananları ifade etmek için bana hem yetersiz hem de yanıltıcı gibi geliyor. Sebebi şu: Yaşanan bu değişimi yalnızca üretim, endüstrinin gelişmesi olarak algılama ihtimaline neden olduğu için diyebilirim. Bu dönemdeki muazzam gelişmeleri yalnızca makineleşmeye, üretim artışına, teknolojik gelişmelere bağladığımız takdirde korkarım ki bir meseleyi (totolojik bir biçimde) kendisiyle ifade etmeye başlar, yaşanan dönüşümleri kavrayamayız. O zaman adeta bir makine gibi harekete geçen ama ne olduğu tam anlaşılmayan ve geleceği karanlık bir dönemin içinde olduğumuz hissiyatına kapılmamız mümkündür. Üstelik küresel savaşları, katlanarak artan terörü, çevre sorunlarını, açlığı, azmanlaşan kentlerdeki sefaleti, geçmişte misli görülmemiş hak ihlallerini düşünürsek, gelişmelere cephe almamamız, adeta 19’uncu yüzyıldaki “makine kırıcıları” gibi davranmamamız işten bile değildir. Gelişmelerin büyüsüne kapılanlar ile dışında kalanlar arasında derin bir uçurum oluşur. Mesele ne pahasına olursa olsun ilerleme arzusu ile bundan duyulan kaygılar arasındaki mücadele keskinleşir. Ancak bu mücadele çatışma şeklinde de sonuçlanabilir, sorunlar kavranabildiğinde daha iyi bir geleceği de hazırlayabilir. Bazen de belki de farkında olmadan bu gelişmeye direnen kesimler yenilenmenin mayasını oluşturur, değişimi savunanlar statükoyu temsil etmeye başlar. Direnenler de daha gelişmiş bir düzeni temsil etmeye ve hayatı iyileştirmeye… “Endüstri Devrimi”nin en acımasız koşullarında ortaya çıkan muhalif hareketlerin, direnişlerin daha demokratik, daha insanca yaşam koşullarının oluşturulmasında payları olmuştur. Kimi zaman kapitalizmin her şeyi metalaştıran, insanları robotlaştıran yok edici gücüne karşı olan direnişler, düşünsel çabalar yeni toplumsal düzenlerin oluşmasını sağlamıştır. Dolayısı ile “Endüstri Devrimi” eleştirel düşüncenin ortaya çıkardığı farkındalık durumunu hesaba katmadığı için yetersizdir. İlerleme düşüncesi, tıpkı bir mit (söylence) gibi, geçmişle bağını kopararak, eşi benzeri bulunmayan masalsı bir tarih oluşturarak, bizi büsbütün yaşanan insani koşulların ötesine savurur. Öyle ki geçmişteki her türlü benzer durumu sanki uzayda başka bir yerde geçiyormuş gibi algılanamaz kılarak, tarihi de ilkelden gelişmişe doğru kaçınılmaz bir yolculuk gibi göstererek bizi iyice kendi mekanı içine hapseder. Bu nedenle çoğu zaman gelişmelerin başka türlü olma ihtimalinden şüphe duymadan, olan biteni sorgulamadan, insanların başka alternatifler üretebileceğini hesaba katmadan ilerleme fikrine kapılır, yaşadığımız dünyanın koşullarını kabullenmek zorunda kalırız. Oysa ilerleme hayali ile uzaklara fırlatıp attığımız bu geçmiş, bizim hemen yanı başımızda durmasına rağmen onu göremeyiz. Algıladığımız tarih yalnızca bu kurgulanmış modernist gelişmeden ibaret kalır. Bu nedenle tarihe bakışımızı koşullandıran bu kopuşun izlerini sürmeye, algılama alanımızın nasıl belirlendiğini anlamaya çalışmalıyız. Muhafazakar düşünce de çoğu zaman bundan muaf değildir. Hatta kimi 108 Mimar ve Mühendis İlerleme düşüncesi çağımızın hiç şüphesiz en büyük insanbilimcilerinden olan C. LeviStrauss’un düşünsel yaşamı boyunca sorun ettiği insan zihninin yapısında hızlı bir değişim, dönüşüm olmadığı halde, nasıl olup da tarihin hızlanmaya başladığını, neredeyse insan ömrünün yalnızca bir 10 yılında bin yılda yaşanan değişimlerden daha fazla dönüşüm yaşandığını anlamaya yetmez. zaman daha geniş bir temsil alanı kazandığında, daha da yıkıcı ve tasarlayıcı bir özellik kazanabilir. Çünkü temsil iddiası, çoğulcu ve sorgulayıcı bir durum oluşturmadığı zaman, toplum mühendisliğini daha fazla öne çıkaran, farklı seçenekleri dikkate almayan, Zizek’in dediği gibi sembolik alanı minimal bir çerçeveye oturtan bir şiddet biçimi kazanabilir. İlerleme düşüncesi çağımızın hiç şüphesiz en büyük insanbilimcilerinden olan C. Levi-Strauss’un düşünsel yaşamı boyunca sorun ettiği insan zihninin yapısında hızlı bir değişim, dönüşüm olmadığı halde, nasıl olup da tarihin hızlanmaya başladığını, neredeyse insan ömrünün yalnızca bir 10 yılında bin yılda yaşanan değişimlerden daha fazla dönüşüm yaşandığını anlamaya yetmez. yeni yönetsel sınıfın iktidar alanın genişlemesini ifade eder. Böylece insani açıdan anlamı olabilecek her türlü faaliyet temsil tarafından ele geçirilir. Dünya savaşları halkı şiddete yönlendirmenin ne kadar kolay olduğunu göstermiştir. Özcü düşüncenin neden olduğu sorunların savaşlar dışında entelektüel bir yöntemle çözülebileceğine dair bir inanç olsa d, bu çok zorlu bir uğraşı gerektirir. Kentlerin bir eşya gibi tasarlanabileceğine dair olan inanç bu temsili mutlaklaştıran, hiyerarşize eden düşünce sisteminin bir uzantısıdır. Buna bir düşünce sistemi demek belki de çok hafif kalır. Çünkü sınıfsal ayrışmanın, dışlanmanın, şiddetin üretildiği yerlerin başında yalnızca mekanın kendisi gelir. TEMSİLİN MUTLAKLAŞTIRILMASI Roland Barthes Victor Hugo’nun Notre Dame de Paris adlı eserindeki bir diyaloga dikkat çeker bir yazısında. “Bu onu öldürecek” demektedir keşiş, bu dediği kâğıt, o dediği taştır. İnsan tarih boyunca nesneleri nesneler ile resmetmiştir, daima. Eşyalar, yemekler, giysiler, binalar, hatta resimler, süslemeler aklımıza ne gelirse gelsin belli bir kültür grubu, bir bölgesi içinde bugün için üretmekten çok resmetmek fiili içinde gelişmiştir. Ama bu defa farklı bir şey olmakta ve resim mekanın yerine geçmektedir. Mutlak temsil (yalnızca temsil olarak) geçmişte olduğu gibi yalnızca firavunların, imparatorların yönetsel alanındaki bir aygıt değildir artık. Bu alanın dışına çıkmakta, adeta bütün mekanı, kenti, her türlü faaliyeti kapsama iddiasındadır. Bu noktadan sonra üretmek fiili de ancak başka bir temsilin nesnesi olarak anlam kazanır. İlerleme fikri de kendi nesnesi üzerine değil, nesnesinin temsil ettiği şey üzerine konuşan bilgi üreten bu MUHAFAZAKARLAR NİYE MODERN? Neden Türkiye’de muhafazakar yönetimler daha fazla bir dönüşüm oluşturuyor? Bu belki bir soru değil, bir şaşkınlık ifadesi de olabilir. Öyle değil mi? Muhafazakarların, adı üstünde muhafaza etmesi, değiştirmemeye çalışması gerekirken neden Türkiye’de en büyük değişimleri, dönüşümleri kendilerine muhafazakar diyen yönetimler gerçekleştirmeye çalışıyor? Bu durumu dışarıdan bir bakışla bir paradoks (çelişki) olarak okumaktan çok, kendi mantığı içinde anlamaya çalışmaktan yanayım. Türkiye’de muhafazakar kesim milli iktidar alanının çevresinde yer alan statükocu olmayan dinamik bir topluluğu temsil eder. 20’nci yüzyılın en önemli insanbilimcilerinden olan C. Levi-Strauss’un “hiyerarşik topluluklarda sınıfsal asimetri biçimlerin simetrisi ile dengelenir” tespitinin milli iktidar içindeki toplulukların dinamizmini anlamaya ışık tutabileceğini düşünüyorum. Bu tespit bir bakıma Mart-Nisan 2012 109 MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ BAUHAUS DOSYA: ŞEHİRLEŞME WALTER GROPIUS VE TASARIMI OLAN CHICAGO TRIBUNE TOWER, 1928 Gropius, mimarların binaların süslemelerini çizen kişiler değil, yapıların bütünlüğünü kavrayan, gerçeğini bilen insanlar olmaları gerektiğini düşünüyordu. Tasarımın yapıların süslemelerini ilgilendiren ve kağıt üzerinde gerçekleştirilen biçimsel bir önerme olmadığını vurguluyordu. Gropius için mimarlık bir stil, biçim arayışı değildi. 110 Mimar ve Mühendis tersinden kurgulanmış bir modernleşmenin de okunmasına yardımcı olabilir. Milli iktidarın modernist programı bir bakıma Batı’daki neoklasik dönem ilme bir kopuş içeren bir pozisyonu temsil eder. Her ne kadar Cumhuriyet’in kuruluşu ile Türkiye kurumsallaşmış olsa da milli iktidar düşüncesinin kökleri Osmanlı modernleşmesinde ortaya çıkmıştır. 2’nci Abdülhamit döneminden başlayarak gelişen bu 1’inci milli iktidar kavramı daha sonra çeşitli biçimler kazanarak kültür elitinin önemli bir düsturu olmuştur. 20’nci yüzyıl başındaki birçok kamu yapısı bu çerçevede, Osmanlı canlandırması repertuarı içinde biçimlenir. 19’uncu yüzyılın gündelik hayatını modernleştirenler şaşırtıcı gelebilir ama devrimciler değil, muhafazakarlardı. Toplulukların değerlerini, inanışlarını, kimliklerini simgesel alanda inşa edenler onlardır. Muhafazakarlık kitlelere temsil edildiği izlenimi verir ve kendi içlerinden bir elit çıkarma imkanı tanır. Ayrıca geleneksel yapıları dönüştürme, modernleştirme imkanı tanır. Çünkü ortak imgeleri çok daha güçlü bir şekilde hiyerarşize eder. O kadar ki gelenekleri, biçimleri birbirinin tıpa tıp aynısı bile olsa, modernleştiren muhafazakarlıktı. Kültür ve tarih kavramları benzerlikleri prototipleştirici, modelleştirici bir işlev görür. Belli bir çevredeki gelenekler, göreneklerin örneğin milli bir anlam kazanması modernleşmenin bir göstergesidir. Örneğin “Türk Evi” sonuçta bir geleneksel bir tip değil, bir mimar tarafından modele dönüştürülen bir yapıdır. Yapı bir mimar tarafından rölövesi yapılarak (imkansız da olsa) diyelim ki aynen tekrarlandığında karşımızdaki artık modern bir şeydir. Model tipin yerine geçer. Böylece dönüşüme direnme gücü kalmaz, en aykırı durumdaki küçük üreticiler, zanaatkarlar muhafazakar düşünce tarafından temsil edildikleri hissine kapılır. Böylece modernleşme paradoksal bir enerji, bir duygu yoğunlaşması oluşturur, merkezle çevre arasında. İktidar sınıfsal asimetriyi görünmez kılar. Bu durumda ilk akla gelen soru geleneksel evlerin biçimlerini tekrarlamaya çalışmak, taklit etmek, daha nitelikli bir yaşama çevresi elde etmek için yeterli olabilir mi? Sayın Başbakan’ın bu sorunu bir uzman gibi yorumlaması beklenmemeli. İlk önce bu “dede evleri” başka bir üretim tarzı, başka bir yapma bilgisi ile üretilmiş. Bugün eski gelenekleri tekrarlayan yapı ustaları değil, mimarlar, mühendisler var. Tartışma ister istemez “Endüstri Devrimi” sonrasında hakim olan geçmişçi/muhafazakar mimarlık uygulamalarını hatırlatıyor. Modern mimarlık ise eğitim ve uygulamayı yeniden kurgulayarak bu duruma (soruna) biçimsel bir farklılık değil, mimarlık koşullarına ilişkin bir farkındalık/farklılık getirdiğini biliyoruz. 19’uncu yüzyılda değişen üretim koşullarına dikkati çekerek eski biçimlerin taklit edilmesini ilk sorgulayan kişilerden biri olan mimarlık kuramcısı Viollet-le-Duc, her dönemin kendisine ait bir mimarisinin olduğunu, 19’uncu yüzyılın neden kendisine ait bir mimariye sahip olmadığını soruyordu (1). “Sahte güzellikler” peşinde koşan, ‘geçmişin kalıntılarını ve izlerini’ taşıyan bu eklektik mimariye ve mimarlığı taklit yapmak olarak gören bağnaz eğitim kurumlarına karşı ona göre aklı ve bilimi savunan bir anlayış gerekliydi. Viollet-le-Duc’un çağdaşı olan şehircilik programları o tarihlerde Avrupa şehirlerinin yapı adalarının ve caddelerinin düzenlenişi ile sınırlı kalmıştı. O mekanın bütününün geçmiş hayallerinden değil, gerçeklere dayanan, akılcı bir programdan yola çıkmasını bekliyordu: “19’uncu yüzyıl kendine ait bir mimarlığı olmadan mı sona erecektir? Bu büyük buluşlar, endüstride büyük bir canlılık gösteren bu bereketli dönem, geleceğe yalnızca kendine ait bir karakteri olmayan, sınıflandırılamayan taklitler ve melez eserler mi bırakacaktır? Bu bereketsizlik bizim sosyal durumumuzun kaçınılmaz bir sonucu mudur? Elbette ki hayır. Öyleyse 19’uncu yüzyılın kendine ait bir mimarlığı neden yok?...” Stiller karmaşasına karşı ‘orijinalliğin gerçeklikle oluşacağını’ belirten Viollet-le-Duc “Mimarlık Üzerine Konuşmalar” başlığını taşıyan iki ciltlik eserinde 19’uncu yüzyılın eklektik mimarisini, geçmişten taşınan bir hastalık olarak niteliyor ve malzemenin, inşaat tekniklerinin ihtiyacın ve programın gerçeklerine göre temel ilkelerden hareket eden gerçek bir mimarlığın doğması gerektiğini söylüyordu. Bu sözleri hem soruna işaret eden bir tespit hem de bağlamı içinde yeniden okunmaya muhtaç bir sav olarak değerlendirebiliriz. Her dönemin “kendisine ait bir mimarlık tarzı olduğu” nasıl çözümlenmeye muhtaç bir sav ise bu savın dile getirilebilmesi de mimarlığın temsil ve kurgulanmasında bir farklılığa işaret ediyor. MUHAFAZAKARLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ: SÜSLEMECİLİK VE CÜRÜM Modern Mimarlık başlığı altında yayınlanan birçok çalışmanın, kitabın başvurmadan edemediği temel referans metinlerinden biri ünlü tasarımcı ve düşünür Adolf Loos’un 1907 tarihli “Süsleme ve Cürüm” başlıklı makalesidir (2). Bu metnin mimarlık camiasındaki popülaritesi, bir bakıma modern tasarım açısından reçete gibi işlev görmesinden kaynaklanır. Taklitçi mimarlığın, kamu hizmetleri yapılarında devlet tarafından desteklenmesine karşı çıkan Adolf Loos eski biçimleri tekrarlamanın “gericilik” olduğunu, geçmişin bir kalıntısı olduğunu hatta boşa harcanan işgücü, para ve malzeme ile ulusal ekonomiye karşı bir suç oluşturduğunu savunuyordu. Bu manifesto ancak kuramsal tartışmalar, kurumlaşmalar ve yeniden örgütlenen bir meslek pratiği ile derinlik kazandı. Örneğin mimarlığın ve endüstriyel tasarımın kuramsal öncülerinden (Almanya’da İkinci Dünya Savaşı öncesinde parlayan Bauhaus okulunun kurucusu) Walter Gropius, okulun programında geleceğin tasarımcılarını zanaata geri dönmeye çağırıyordu (3). William Morris gibi gelişen endüstriyel üretimin biçimlerin saflığını bozduğunu düşündüğü veya dizisel üretimden vazgeçmeleri için değil, tam tersine tasarlama faaliyetinin üretim ile bağının kurulmasının zorunlu olduğunu düşündüğü, temsil ettiği şeyle (üretimle) olan ilişkisini kavramaları için. Gropius, mimarların binaların süslemelerini çizen kişiler değil, yapıların bütünlüğünü kavrayan, gerçeğini bilen insanlar olmaları gerektiğini düşünüyordu. Tasarımın yapıların süslemelerini ilgilendiren ve kağıt üzerinde gerçekleştirilen biçimsel bir önerme olmadığını vurguluyordu. Gropius için mimarlık bir stil, biçim arayışı değildi. 19’uncu yüzyılda mimarlığın bezemecilik ile özdeşleşerek yapının bütünlüğünü kaybettiğini, “süslemeli salon sanatı olarak” hayattan kopan mimarlığın yeniden toplumsal işlevine kavuşması için sanatla zanaat arasında bir bütünlük oluşturulmasını, böylece mimarlığın yitirdiği “arkitektonik ruhu” yeniden yakalaması gerektiğini söylüyordu. Eğer Walter Gropius tasarımcıları zanaatı tanımaya çağırıyordu ise bu malzeme ve üretim bilgisinin yerine geçmek için değil, yapma bilgisini temsil edilebilir bir bilgiye dönüştürmek içindi. Mimarlığın yegane profesyonel ilgi alanı olarak algılanan inşa etme eylemi mesleğin kamusal boyutunu arka planda bırakıyor. Mimarların yatırımcılar veya kamu yöneticilerinin yönlendirmesi ile yaptıkları derme çatma projelerden, gösterişli yapılara, toplu konutlara, iş ve alışveriş merkezlerine kadar karşımıza çıkan bu tür mimari ürünlere baktığımızda mimarlığın inşa eyleminin bir aşaması gibi algılandığını görüyoruz. Bazen mimarların kendi özel fikirleri sorgulanmamış kamu fikirleri halini alarak bu mahallerdeki halkı, yaşayanları, sosyal ilişkileri kazıyor. Kenti tümüyle arka planda bırakan ve dönüşümü yatırımcılarla gerçekleştiren bu profesyoneller mimarlığı yalnızca fiziksel çevrenin dönüştürülmesine adanmış bir faaliyet gibi gösteriyor. Üstelik deprem, kültür mirası, yoksulluk gibi imgeleri kullanarak, kendilerine mal ederek kendi konumlarını sorgulamaktan daha kolayca uzaklaşıyorlar. Kentlerde birbiriyle yarışan gösterişli alışveriş merkezleri bir bakıma kamusal bir mekan izlenimi veriyor. Diğer taraftan gelişmelerin kentleri “gentrification”a götüren “yaratıcı sınıf” (creative class) adlı kesimin elinde olması, bu kesimin kendisini iktidar ve para peşindeki bir çıkar grubu olarak konumlandırması bu eşitsizliği sorgulanamaz hale getiriyor. Bu kesim eşitsizlik oluşturarak, kenti tasarlama imkanı olmayan insanları kazıyarak kamusal gücü ellerinde topluyor. Sonra da güçlerini mimarlık aracılığıyla sergileyip halkı kendilerine tapınır hale getiriyorlar. İlk önce yasanın adından başlayalım. Afet riski altında olmayan yer mi var, Türkiye’de? (Örneğin bir başkası da şöyle bir yasa taslağı hazırlasa: Ulaşım Sorunu Olan Alanların Dönüştürülmesi Hakkında...) Sorunun pek ala kapsamı bir dizi adla yer değiştirebilir: Yoksulluk, güvenlik, yaşam kalitesi, çevre, sağlık... aklınıza ne gelirse. Peki, geriye ne kalıyor? Ulaşım, çevre gibi önemsiz konular mı? Yoksa istihdam yapısı, üretim gibi inşaat yanında bugün hiç kentle ilgisi kalmamış konular mı? Belki de sıra bunlara gelince bir dönüşüm yasası da bunlar için yapılır. Planlama pratiğinin afet sorunuyla ilgisi olması gerekir. Peki, neden yasa böyle bir işlev yükleniyor? Çünkü çözüm merkezi siyasal iradeye kalıyor, belediyeler bu dönüşümü sağlayamıyor. Demek ki afet sorunu için bir yasa çıkarılmasa, belediyeler bu önemli sorunu dikkate almayacak, elleri kolları bağlı oturacak. Görüldüğü gibi bu farkındalığın kitleler tarafından kabul edilebilir olması için ciddi bir entelektüel emeğe, tartışmaya ihtiyaç var. Bu nedenle profesyonel dönüşümü tartışmak için böylesine bir problem çözme mantığına mesafeli durmakla başlayabiliriz. Bu açıdan Kentsel Dönüşüm Yasası (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa...) yetkileri merkezde, siyasal iradede toplayarak gerçekleştirilmek istenen modele bir örnek oluşturuyor. Bu çaptaki bir operasyonun yerel kapasiteleri kullanmadan gerçekleştirilmesi çok zor. Dünyadaki benzer örneklerde, diyelim ki Ruhr gibi bir endüstriyel havzanın metropoliten bir havzaya dönüştürülmesi gibi zorlu bir işte dahi yerel bir organizasyon hayata geçiriliyor. Üstelik bu organizasyonla birlikte devasa bir çevre onarım programı Mart-Nisan 2012 111 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ da hazırlanıyor. Çok uzun süreye yayılan ve çok farklı öncelikleri olan aktörleri bir araya getiren bu dev proje nasıl oluyor da merkezi değil, yerel bir örgütlenme aracılığıyla gerçekleştiriliyor? Çünkü gerçekleştirilen yalnızca bir sıhhileştirme ya da endüstri mirasını koruma çalışması değil. Alanın kentselleştirilmesi amaçlanıyor. Bu nedenle birbiriyle ilişkili son derece karmaşık çevre, yeniden işlevlendirme, yeni mimari projeler, şehircilik planlarının ve kararlarının, altyapı yatırımlarının yapılması ve yönetilmesi söz konusu. Riskli yapılar nasıl saptanacak? Bu kadar büyük bir yıkım ve tahliye işlemi nasıl yürütülecek? Mevcut kentsel düzen yalnızca binalardan ibaret değil. Arayüzü kim oluşturuyor? Yatırımcılar, müteahhitler mi? Asıl sorun burada. Dönüşüm iki risk arasında şekilleniyor, hak sahibinin yatırımcıya dönüşmesi ya da tamamen haklarından mahrum bırakılması söz konusu. Katılımcı planlama denen şey yalnızca bir görüş alma biçimi olarak algılanıyor veya gösteriliyor. Oysa katılımı profesyonel alandaki süreçler için de gereklidir. Dönüşüm anlamaktan geçer. Hareket noktasında öznenin kendisini öne çıkarması, kendi hayalini dayatması değil, anlaması gerekir. BİR HATIRLAMA ÇABASI 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı (Habitat 2) bugün sanki hiç olmamış gibi kayıtlardan, hafızalardan silinmiş gözüküyor. O yıllarda büyük bir heyecana neden olan, kentin merkezindeki alanı bir süreliğine uluslararası platforma dönüştüren bu konferans çok çabuk unutuldu. En çok sivilleri harekete geçiren bu önemli olayın üzerinden “zaman” ıslak bir sünger gibi geçti. Oysa bu sıradan bir etkinlik değildi, Türkiye’deki sivil toplum-devlet ilişkilerinin dönüşümünün tartışılması açısından. O dönemde gelişen statüko bu olayın çevresinde filizlenen demokratik gelişmeleri paranteze almayı başardı. Unutulmasının, kayıtlardan silinmesinin çeşitli nedenleri araştırılabilir. Sivil toplum sahası bir süreliğine tahammül gören bir bağımsızlık havasını soludu ama uluslararası sivil toplumun da ilişkisi kopunca tekrar milli hedeflere doğru yönlendirildi. Ancak şurası çok belli ki kamu sahasında siviller kendi aralarında bir daha böyle kapsamlı bir iletişim kuramadı, kamu yönetimleri karşısında bir daha böylesine güçlü ve bağımsız bir biçimde duramadı. Kısa bir süre sonra, 28 Şubat sürecinde rol alan etkili STK’lar bu parantezin kapatılmasında etkili oldu. Sivil toplum sahası bu olayın hemen arkasından eski rejimine tekrar geri döndü. Demokratik gelişmeler elbirliğiyle yok edildi. Hala kökleri çok derinlere uzanan 12 Eylül siyasal rejimi içinden çıkmaya çabalarken bu ve bunun gibi (aşağıda anacağım) birkaç benzer gelişme için yıllarını veren, dişiyle tırnağıyla mücadele edenlerin bu tür unutkanlıklara itirazları olmalı diye düşünüyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse yakın tarihimizdeki birçok olay gibi, siyasal tarihin genellikle bu tür gelişmeleri kayda geçmediğini söylemek pek yanlış olmaz. Ancak bunları bugün unutmuş ya da kayıtlardan silmiş olmamız etkilerinin, yaşanan sorunların ve bazen de elde edilen deneyimin tamamen yok olduğu anlamına da gelmiyor. Örneğin bu konferans sonrası İstanbul’da başlatılan ve gene aynı şekilde unutulan (hatta imha edilen demek yanlış olmaz!) ilk kentsel iyileştirme (rehabilitasyon) çalışması ve bugünkü kentsel dönüşüm 112 Mimar ve Mühendis uygulamaları... Hala aynı soruya cevap aramakta olduğumuzu düşünürsek, bugün de çok fazla bir şeyin değişmediğini söylemek yanlış olmaz. Ya da başka bir örnek: 1999 Depremi sonrası oluşturulan ve kamusal alandaki çalışmaların eşgüdümünü sağlayan ve dinamizmi ile gözleri kamaştıran sivil toplum platformu... Bu seferberlikten geriye pek bir şey kalmadı ama aynı sorunların bugün de devam ettiği gözlemlenebilir. Bugünlere uzanan UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin kararları ve İstanbul’daki STK’ların bağımsız bir komite ile bu sürece katılım biçimleri... Ondan da geriye bir şey kalmadı. Ya İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olması için oluşan sivil girişime ne demeli? Bu sonuncudan da geriye bir şey kalmadı, hatta birkaç önemli çalışma alanını saymazsak, daha başlangıçta siviller bu işten pek bir deneyim elde edemeden tasfiye edildi. Oysa bu çok aktörlü gelişme bütün katılım örnekleri içinde en kalıcı olanı pekala olabilirdi. Bütün bu örnekler zannedersem kente dair siyasetleri yenileme potansiyeli olan meselelerin başlangıçta nasıl bağımsız bir şekilde ele alınarak geliştiğini, etkili olduğunu ve daha sonra nasıl araçsallaştırılarak, otoriterleştirilerek etkisizleştirildiğini gösteren başarısız deneyimler olarak da okunabilir. Ama uygulamalarda görülen sorunlar siyasal konulardan daha basit bir şekilde de gözlemlenebilir: Siyasal yönlendirmeler olmasa da zaten bu işlerde yer alan profesyoneller zaten bütçe olmadığı (kalmadığı) için başka işlerle meşgul olmaya başlar. Resmi görevliler zaten başka görevlere atanmıştır. Yorgan gider, kavga biter. Sistem tekrar “normal”e döner, açılan yarık kapatılır. Peki, bu tür örneklerde yaşanan yeni deneyimlerden geriye ne kalır? Eğer bazı gelişmelerin yaşanması için çırpınan bazı kişilere haksızlık yapmayı göze alırsak, sanki bir çekirge sürüsü gelmiş, bu alanda filizlenen ne varsa mideye indirmiş ve hasat bitince de çekip gitmiştir! Arada bir kesinti olduğunu, kente dair bu tür gelişmelerin daima resmi tarih ve politika pratikleri tarafından kayıtlardan silindiğini düşünürsek, yeniden hatırlama çabasının belki bu olağan hafıza silme operasyonuna karşı bir direniş biçimi olduğunu dahi iddia edebiliriz. Bu nedenle bu görünüme itibar etmeden bu olaylarda yaşanan siyasal deneyimlere geri dönmeyi ve neyin eksik kaldığını tartışmayı önerebiliriz. Örneğin başta değindiğim ‘Habitat 2 Konferansı’ öncesinde yaşananları hatırlamak için burada birkaç not sıralamaya çalışayım: Birleşmiş Milletler’in diğer zirvelerinde de olduğu gibi devletlerarası olan bu konferansta STK’lar ve yerel yönetimler de bir ölçüde temsil edildi. Türkiye başka uluslararası toplantılarda zaman zaman gördüğümüz gibi bu konferansa yalnızca ev sahipliği yapmadı. STK’ların 2 yıl öncesinde ve açıkçası resmi olarak görevlendirilmiş kuruluşlardan daha hızlı harekete geçmesi ile ilginç bir gelişme yaşandı. İstanbul’daki hazırlıklar 1994 yılında başladı. Ama bu başlangıç, tıpkı diğer örneklerde de olduğu gibi ne bu iş için yetkilendirilmiş resmi görevliler, ne şirketlerden maaş alan profesyoneller, ne arkasında büyük sermaye olan dev bütçeli STK’lar tarafından gerçekleştirildi. İlginç olan bir nokta bu harekete geçen gönüllülerin alışılageldik (arkasında büyük sermaye veya resmi kurumlar olan) kurumsal STK’lardan gelenler değil, farklı görüşlerden ve deneyimlerden gelen bağımsız insanlardan oluşan girişim gerçekleştirmesiydi. Bu kişiler 12 Eylül darbesinden sonra Arada bir kesinti olduğunu, kente dair bu tür gelişmelerin daima resmi tarih ve politika pratikleri tarafından kayıtlardan silindiğini düşünürsek, yeniden hatırlama çabasının belki bu olağan hafıza silme operasyonuna karşı bir direniş biçimi olduğunu dahi iddia edebiliriz. NEW YORK, 1932 çeşitli görüşlere sahip, insan hakları, kent ve çevre girişimlerinde yer alan, dişleriyle tırnaklarıyla en zor koşullarda mücadele azmini kaybetmemiş insanlardı. Resmi STK’lar doğal olarak başlangıçta bu alana dair bir bütçeleri olmadığı için bu etkinliğe pek itibar etmedi, daha sonra fark ettiğinde ise kamu bütçelerinden pay alma derdine düştü, kamusal işleyişle pek ilgilenmedi. 12 Eylül’den sonra Türkiye açısından siyasal alanın daraldığı, sorunların rahatça tartışılamadığı bir ortamın arkasından gelişen bu çoğulcu kent hareketlerinin özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan siyasal sorunlar içinde bu konferansa katılım biçimleriyle, kamusal bir alan açmaları ile hala bugün için bile bir takım koşulların değişebileceğine dair bir takım işaretler verdiğini düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi bu kamusal alanı açan insanların dışlayıcı değil, kapsayıcı olmasıydı. Özellikle resmi taraftan güç alan bazı STK temsilcilerinin tehditlerine, saldırılarına, güçlerini alanı kapatmak için kullanmalarına rağmen bu gönüllü insanlar cesaretlerini kaybetmediler ve yollarına devam ettiler. Resmi alandaki çatışmacı ve dışlayıcı şiddet böylece sivil toplum alanına yansımadı. Bağımsız komiteler oluşturdular ve her konuda her görüşten kişileri bir araya getirerek resmi politikaların onarılması için sorunları tartıştılar. Böylece kamu politikalarının oluşumunda güçlü bir katılım ile nasıl bir dönüşüm sağlanabileceğini gösterdiler. Unutmayalım ki o dönem insanların inanç hürriyetine müdahalenin olağan karşılandığı, birtakım odaklar tarafından şiddetin resmi politika olarak benimsendiği, zorla tahliyelerin, köy yakmaların olduğu, insan haklarının ciddi bir biçimde ihlal edildiği bir dönemdi. Sivillerin o tarihte yalnızca bir uluslararası bir konferans nedeniyle bir arada duruşu ve yalnızca belli bir alanda, İstanbul’da sağladıkları bu küçük gelişme Türkiye’deki bütün sivil toplulukların bir nebze olsun nefes almasını sağladı. 12 Eylül rejiminin içinde, politik tarafların kamusal alanı genişletme çabalarının henüz tam karşılığını bulmadığı bir dönemde çevre, insan hakları, kadın, kültür konusunda filizlenen bu bağımsız hareket bu konferansı da bir fırsat bilerek ilk defa kamusal alana taşındı ve sivilleşme konusunda önemli bir gelişmeye doğru adımlar atıldı. Bu hareketin içinde soldan insanlar olduğu kadar muhafazakar çevreden insanlar ve girişimler de vardı. Sonra ne oldu? Bu harekette yer alan insanlar kamu politikalarını yenileyebilecek daha birçok sivil girişime yol açtı. Bunların en başında 1999 depreminden sonra sivil inisiyatifin resmi tarafın gerçekleştiremediği acil yardım ve koordinasyon işlevini üstlenmesiydi. 28 Şubat rejiminin de ilk önce bu sivil ilişkileri hedef alması ve bazı güdümlü STK’ları devreye sokarak bu alanı tahrip etmesine şaşırmamalı. Siviller açar, devleti kullanan birtakım sivil güçler kapatır. Bu tipik bir durum. Sürekli aynı gözlemi yapıyoruz. Ama bu ne ölçüde doğru bir tespit? Ne kadar devletin yaptıklarını sorguluyor? Ne ölçüde sivillerin durumunu açıklıyor? Siviller örneğin bu konferansta farklı bir çözüm için tarafları ikna etmişken ve uluslararası desteği de yanına alarak yönetimi politika geliştirmeye zorlamışken birden olay bir başka mecraya taşındı. Bu dönüşümü siyasetçilerin özünde olan bir kötülüğe bağlayanlar olabilir. Ancak yakından baktığınızda bu dönüşümün tam da öyle olmadığından kuşku duyabilirsiniz. Hatta karşınıza çıkanın devlet olmadığını, siviller olduğunu fark edersiniz. NOTLAR (1) Viollet-le-Duc, Entretiens sur l’architecture, 1863 Paris, A. Morel et Cie Editeurs, tıpkı basımı: Pierre Madraga 1977, 10. bölüm, sayfa 450 ve 451. (2) Adolf Loos, Süsleme ve Suç, 20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, sayfa 8. (3) Walter Gropius, Bauhaus’un Programı, 20. Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, sayfa 36. Mart-Nisan 2012 113 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Semih AKŞEKER Mimar ŞEHİRLER AHLÂKIMIZIN AYNASIDIR Kimse darılıp gücenmesin, şehirlerimizi kendi anlayış ve tasavvurlarımızla, kendi akıl ve hezeyanlarımızla, kendi nefis ve egolarımızla, kendi hırs ve heveslerimizle biz inşâ ettik. Şikâyete hakkımız yok, ah vah etmek beyhûde. Kirlerimizden arınmadıkça, ahlâkımızı onarmadıkça, moderniteyi başımızdan savurmadıkça asla yaşanası şehirler kuramayacağız. Şehir bidâyet değil, şehir nihayettir. Şehir başlangıç değil, şehir sonuçtur. Şehir, hâsıladır, şehir muhassıladır. meydanlarla, sokaklarla bir şekilde etkileyeceksiniz ve bunun inançlarla/değerlerle bir ilgisi olmadığını söyleyeceksiniz, buna kimseyi inandıramazsınız. “Değerler” yapılara yansır, yapılara şekil verir. Mimarlar ya da karar verici –müteahhitler, idareler, hükümetler- her kimse artık kendi değer ve tasavvurlarını eserlere, şehirlere yansıtır. Proje ve tasarımları onların değer yargılarını, zihniyetlerini, niyet ve nazarlarını belli eder. Dikkatli gözler mimârideki bu tercih farklılıklarını pekâlâ ayırt edebilir. Sadece bir yapı değil birçok yapının içinde yer aldığı şehirler de aslında “değerler” ile vücuda getirilmişlerdir. Bugün Edirne’ye, İsfahan’a, Şam’a baktığımızda nasıl sâdelik, tevâzu, adâlet gibi bize ait “değerler” ile vücûda getirilen İslâm şehirlerini görüyorsak, meselâ New York’a, Paris’e, Londra’ya baktığımızda ya da İstanbul Levent-Maslak hattına ya da Ataşehir v.b. yeni toplu konut siteleri ve semtlerine baktığınızda da bencil, rekâbetçi, rant gibi modern değerler ile meydana getirilen Batı şehirlerini görürüz. Şurası bir gerçektir ki evler yapmak, şehirler kurmak sadece bir inşâ faaliyeti değildir. Bir yapı yalnızca var olunacak bir yer değildir, bir var olma tarzıdır.” diyen F. L. Wright hakikate parmak basmış. Evler/ şehirler inşâ eden aslında bir düşünceyi, bir geleceği ve bir nesli de inşâ eder. Önce insan şehri inşâ eder, sonra da şehir insanı. Şehirlerin insanları şekillendirdiğini, psikologlar söylemektedir. Yaşadığımız şehirlerin/evlerin/mekânların ahlâk ve karaktere tesir ettiği ve gelecek nesillere de tesir edeceği düşünüldüğünde bize ait bir ev/ şehir modeli geliştirmenin önemi şimdi daha da ortaya çıkmaktadır. Şehir gökten indirilmedi. Onu başkaları inşâ etmedi. Onu biz kendi ellerimizle inşâ ettik. Heykeltraşın taşı değil, zihnindekini taşlara kazıdığı gibi Biz de zihniyetlerimizi şehre kazıdık. Herkes elinde, gönlünde olanı verir ya, Biz de bizde olanı verdik şehre. Tozumuzu, kirimizi, pasımızı. Şehir ayna, bizi/içimizi gösteriyor. Şehir edebimiz, irfanımız. Şehir edepsizliğimiz, irfansızlığımız. Şehri biz inşa ettik, atık sıra onda, o bizi inşâ edecek. ŞEHİRLERİMİZ HANGİ DEĞERLER/İLKELER ÜZERİNE KURULMALIDIR? MMG dergi yönetimi bu soruyu bana yönelttiğinde önce hislerimi dinledim ve yukarıdaki satırları bana fısıldadı, ben de bunları yazmaktan kendimi alamadım. Şimdi akıl, bilgi, hikmet cihetinden cevap vermeye çalışacağım: Gündelik hayata ait her bir faaliyetin menşe’i maddî ihtiyaçlar ile izah edilse de bunların karşılanmasında tercih edilen usûl, tarz, şekil ve yöntemler; din, inanç, ahlâk gibi mânevi “değerler” tarafından belirlenmektedir. Mimâri ve şehircilik gibi dünyanın en geniş ölçekli faaliyetin icrasında da bu değerlerin tesiri olduğu muhakkaktır. Bazı meslektaşlarımızın mimâri ve şehirciliğin, din ile değerler ile bir ilgisi olmadığını ve bunların tamamen dinden bağımsız alanlar olduğunu söylemeleri asla doğru değildir. Siz yüz binlerce bina yapacak ve şehirler kuracaksınız, dünyanın görünümünü ve fizîki çehresini ciddi manada değiştireceksiniz, insanları/toplumları mekânlarla, binalarla, 114 Mimar ve Mühendis NEREDE HATA YAPTIK/YAPIYORUZ? 200 yıllık Batılılaşma/modernleşme macerâmız sonrasında dînimizin değişmediğini, lâkin değerlerimizin değiştiğini söylemek mecburiye- tindeyiz. Değerlerinden koparılmış/arındırılmış bir dînin ne kadar kendisi kaldığı ya da değiştirilen değerlerin bir başka dîn meydana getirip getirmediği hususu ayrıca ihtisas sahipleri tarafından açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu cevap belki de pek rahatlıkla “Modernlik İslâm’a, İslâm da modernliğe mâni değildir” diyebilen Müslümanlara nerede durduklarını hatırlatmış olacaktır. Mimâri ve şehirlerin değerler ile üretildiğini söylemiştik. İslâm mimârisini meydana getiren değerler, kaynağı Kur’an olan adâlet, tevâzu, sadelik, fânilik düşüncesi, mahremiyet, hürmet, emanet şuuru gibi birtakım yüce değerlerdir. Günümüzde bu değerlerin yerini lüks, konforlu, keyifli, pahallı, büyük, gösterişli, görkemli denilen ve dînin asla tasvip etmediği birtakım seküler (dînî olmayan) değerler almıştır. Bunların bir kıymet/değer olup olmadığı meselesi ise ayrı bir bahistir. Değerler değişince tercihler değişmiş, tercihler değişince de beklentiler değişmiştir. Geçmişte bir evden beklenen sükûnete müheyyâ bir yuva, günahlardan korunmaya vesîle bir sığınak, iyi komşuluklarla cennetin kazanılabileceği mânevî bir atmosfer olması beklenirken, bugün bunların yerini bambaşka dünyevî beklentiler almıştır. Ev artık yuva değil mal, bir ticâri metâ, kira/rant getiren bir para kaynağı, gerekirse anında değiştirilebilecek bir yatırım portföyü olmuştur artık. Evler etrafa karşı bir prestij mekânı, güç ve kudreti kanıtlama aracıdır. Yine ev, eşyaların ve dekorasyonun sergilendiği teşhir salonu ve ne kadar zevk sahibi olunduğunun ispat edildiği mekânlar haline gelmiş/getirilmiştir. Lâkin bütün bu yeni tercihler ahlâkî olmadığı gibi insanı yücelten değerler de değildir. İslâm’ı bir hayat nizamı olarak kabul eden Müslümanlar eğer İslâm’ın değerleriyle evler/şehirler kurmak isterse, en başta bugün insana azap ve sıkıntı veren, ruhunu bunaltan, hayatı çekilmez hale getiren ve insanda yaşama ümidi ve neşesi bırakmayan modern şehirlerin müsebbibi, kaynağı ve dayanağı olan modernizmi ve onun ekonomik sistemi olan kapitalizmi reddetmeleri kaçınılmazdır. Aksi takdirde hem modern olalım hem modern apartmanlarda/sitelerde oturalım hem modern şehirler kuralım hem şehirlerimiz zenginlik üretsin hem biz de bu zenginlikten paylarımızı alalım ve bunun yanında hem Müslüman olalım hem Müslüman kalalım hem mutlu, huzurlu, olalım hem sağlıklı olalım işte bu mümkün değildir. Modern olan her şeyi sorgulamanın bugün vicdan sahibi herkesin bir görevi olduğunu düşünüyorum. ÇÖZÜMÜ ŞAHISLARDA DEĞİL İLKELERDE ARAMAK Ev ve şehir meselelerini tek başına kişiler ve kurumlar çözemez, çözmeye çalışmamalıdır. Daha doğrusu bu hayatî mesele/karar kişilerin inisiyatifine bırakılmamalıdır. Örnek denilen insanlar bile bugün ak dediğine yarın kara diyebilmekte, bir sürü tutarsızlıklar sergilemektedir. O halde biz nasıl olur da hasbelkader karar verme pozisyonuna gelmiş birtakım insanların yine hasbelkader aldığı/alacağı şehircilik kararlarının doğruluğundan nasıl emin olacağız? Hele hele istişare müessesesinin iyi işlemediği ülkemizde bu ferdî/fevrî kararların şehri ne hale getirdiği/getireceği ve ileride telafisi mümkün olmayan zararlar verdiği/vereceği ayan beyan ortadadır. Meseleye ilkeler bazında yaklaşmak en doğrusudur. Bu ilkeler de çelişkilerden kendini kurtaramayan beşerî prensipler değil, doğruluğu şüphe götürmeyen evrensel ilâhi vahyin ilkeleri olmalıdır. Problem şahıslarda ve mesleklerde değil, zihniyetlerdedir. Mimâri ve şehir meselelerine sadece dünyevî hedefler zâviyesinden bakanlar ister siyâsiler ve bürokratlar olsun ister mimarlar olsun, sahip oldukları zihniyet yapısıyla şehir problemlerini asla çözemeyeceklerdir. Şehirleşmede en başta kâr/rant/yatırım gibi seküler paradigmaları terk etmek ve dînî (evrensel) değerler ekseninden meselelere bak- Mart-Nisan 2012 115 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ mak artık hayâtiyet arz etmiş bulunmaktadır. Bundan böyle ülkemizin istikbâlini derinden etkileyecek temel mimâri ve şehircilik kararlarının bir üst düzey ilim, fikir ve sanat adamı tarafından alınması târihî bir adım olacaktır. Ülkemizde böylesine mühim bir karar, ancak kendi aklı ve gücüne (egosuna) güvenmeyip bu işi ehline bırakacak idrâkte ileri görüşlü bir devlet adamı tarafından alınabilecektir. Şurası muhakkak ki bu kararı alacak şahıs bu yüksek idrâk ve idâreciliği ile tarihin altın sayfalarında yerini alacaktır. Kanunî Sultan Süleyman’ı yaptırdığı eserlerle böylesine azâmetli bir tarihi şahsiyet yapan da esas itibariyle her iş için ehlini bularak görevi ona vermesi değil midir? Dünya ezelî olmadığı gibi ebedî bir yer de değildir. Bizler ölümlü dünyanın ölümlü misafirleriyiz. Misafirliğin genel karakteri kaldığı yeri sahiplenmemek ve az bir süre kalacağı yerlerde edebiyle oturmaktır. Dolayısıyla insanın bir süre kalarak çekip gideceği bir yeri sanki ölmeyecekmiş gibi îmara kalkışması ve çok uzun süreli hedeflerle yapmaya çalışması prensip itibariyle doğru değildir. 116 Mimar ve Mühendis KENDİ DEĞERLERİMİZLE İNŞÂ İslâmiyet tevhid dîni olması münasebetiyle insan ve yaşamına ait her faaliyeti onu her iki dünyada saadete kavuşturacak şekilde düzenlemiştir. İslâmiyet tarih boyunca Müslüman toplumların başta yönetim, iktisat, bilim, sanat, ticaret gibi faaliyetlerinde her yönüyle en tesirli âmil olmuştur. İslâm’ın değerleri İslâm toplumunu inşâ ederken, İslâm iktisâdını, İslâm sanatını ve elbette İslâm mimârisini de tesis etmiştir. İslâm’ın değerleri asırlar boyu mimâri ve şehirlerimizi şekillendirmede en tesirli âmil olmuştur. Rahmetli Turgut Cansever hocamız “İslâm mimârisi, Îslâmî tutum ve davranışların bir ifadesidir” derken bu hususu özlü bir şekilde ifade etmiştir. Bizim özlemimiz eski şehirlerin aynısını tekrar etmek değil, eskiyi kopya etmek hiç değil. Böyle yaparsak hata yapmış oluruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle “Bizler mâziyi aramıyoruz, mâzide var olup da kaybettiğimiz ve yerine koyamadığımızı arıyoruz.” Bundan böyle bizim değerlerimizle bize ait şehirler kurma hedefindeki müstâkbel nesiller için, mâzinin İslâm şehirlerine de temel teşkil etmiş olan değerleri ortaya koymaya çalışacağız. Bunlar; adâlet, tevâzu, sadelik, güzellik, fânilik şuuru, mahremiyet, özgünlük, iktisat, muhafaza. Bu ilkeleri/değerleri birkaç satırda anlatmak pek mümkün olmasa da bana müsaade edilen sayfa sınırları içinde kalarak bazı hususlara kısaca temas edeceğim. (*) 1-Adâlet: Mimâride bu ilke her binanın komşu diğer binaları rahatsız etmeyecek mesafede bulunması, güneş, rüzgâr, manzara gibi tabii nimetlerden istifade etmesine mâni olmaması, temel insân haklarını karşılaması gibi bütün hakları ihtiva etmektedir. 2-Tevâzu: Geleneksel mimârimizin adâletten sonra en karakteristik özelliği mütevâzi oluşudur. Evlerin geçmişte toprak veya ahşap gibi doğal/basit malzemelerle inşâ edilmesinin asıl gerekçesi budur. Müslümanlar eğer isteselerdi bütün evlerini, şehirlerini daha sağlam ve daha gösterişli malzemelerle yapabilirdi. Bu imkân ve tekniğe sahiptiler. Ancak onlar tevâzuu seçerek tercihlerini basit olandan yana kullandı ve geçici malzemelere yöneldi. Malzeme ve eşyanın insan ahlâkını etkilediği bilinmektedir. Toprak/kerpiç ve ahşap gibi tabiri caiz ise basit evlerde oturan insan kibirli olmaz. Bu evlerin doğallığı, sağlıklı olması ve ucuza çıkması gibi bir takım olumlu özellikleri yanında insana geldiği ve gideceği yeri hatırlatması şeklinde dâimi uyarıcı bir vazife de îfa ettiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Bugün artık bu malzemeleri kullanmaya imkân olmadığını söyleyenlerin önyargılarını bırakmalarını ve aklı başında ülkelerin halkını doğal malzemelere yönlendirdiklerini görmelerini tavsiye ederim. 3-Sadelik: İslâmiyet, Müslümanın kendi yaşamı ve eşya üzerindeki tasarrufunu nefsi/keyfi adına değil Allah (c.c) adına/yolunda tanzim etmesini ister. Onun aslî vazifelerini terk ederek süslü ve gösterişli binalar yapmakla uğraşmasını abesle iştigâl olarak görür. Mimâride sadeleşme kavramı işte bu tasavvur ve düşünceler doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Sadelik hemen ilk akla geldiği gibi binayı süslemelerden arındırmak demek değildir. Sadelik, tasarımdan uygulamaya, işlevden malzemeye kadar yapının her safhasında beşerî ihtiraslar karışmaksızın “zarûriyat” ölçüsü ile inşâ etme tavrıdır. 4-Güzellik: İnsan dünyayı mamur etmek (Hud suresi, 11/61) ve dünyayı güzelleştirmek ile mesul tutulmuştur. Güzel, güzellik ve sanat kavramları ve Allah’ın (c.c) bu kavramlara nispet eden isim ve sıfatlarıyla birlikte ele alındığında bu mesele Müslüman zihin dünyasında âdeta ontolojik bir boyut kazanmıştır. Müslümanlar en güzel mimâri âbideleri ve en güzel şehirleri âdeta bir ibâdet şuuru ve mesuliyetiyle inşâ etmişlerdir. İslâm şehirleri hep güzeldir, böyle bir dînin hakîki mensupları çirkin bir şehre asla razı olmamıştır. Onların şehri kurarken tek bir gayesi vardı, şehri güzelleştirmek ve şehrin güzellik değerini artırmak. Onların gözlerini bugün olduğu gibi para hırsı bürümemişti. 5-Fânilik Şuuru: Dünya ezelî olmadığı gibi ebedî bir yer de değildir. Bizler ölümlü dünyanın ölümlü misafirleriyiz. Misafirliğin genel karakteri kaldığı yeri sahiplenmemek ve az bir süre kalacağı yerlerde edebiyle oturmaktır. Dolayısıyla insanın bir süre kalarak çekip gideceği bir yeri sanki ölmeyecekmiş gibi îmara kalkışması ve çok uzun süreli hedeflerle yapmaya çalışması prensip itibariyle doğru değildir. Hz. Peygamber (SAV) dünya karşısında kendisini “yolculuk esnasında bir ağacın altında kısa bir süre gölgelenip çekip giden” birisi olarak tasvir etmiştir. İslâm mimârisinin başından beri teşekkülünde ona en çok tesir eden faktörlerden biri de fânilik gerçeği/düşüncesi olmuştur. Yaratan’ın bâkiliğine mukâbil yaratılanların ölümlülüğünü ifade eden bu mefhum, Müslüman zihin dünyasını ahiret merkezli kurmaya sevk ederken diğer yandan mimâri ve şehirler dâhil maddî hayatın bütün geçici alanlarını bu düşünce ekseninde inşâ etmeye doğru yönlendirmiştir. 6-Mahremiyet: Mahremiyet sadece İslâm’ın değil geçmiş bütün semâvi dinlerin de tebligatları arasında yer alan bir husustur. İslâm insanlara mahrem yerleri ve mahrem kişileri bildirmiş, Müslümanlar da bu beyanları dikkate alan bir şuurla mimârilerini teşkil etmişlerdir. Geçmişte evi plânlarının harem (ev halkı) ve selâmlık (misafirlik) olarak iki bölümde organize edilmesi, evlerde bahçe ve avlunun tercih edilmesi, komşu mesafelerin tayini hep mahremiyet ilkesini karşılamak üzere geliştirilmiştir. 7-Özgünlük/Taklitten Kaçınmak: İnsanlar inandığı gibi yaşamazlarsa yaşadığı gibi inanmaya başlar. İnancına uygun evler yapmaz, şehirler kurmazsa bir süre sonra yaptıkları evlerin, şehirlerin kendi inançlarını, ahlâklarını değiştireceğini bilmeliler. Hz. Peygamber’in (SAV) “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” şeklindeki ikazını okuyan Müslümanlar geçmişte olduğu gibi bugün de başka din mensuplarının binalarını taklit etmek yerine kendi inançları doğrultusunda evlerini, şehirlerini inşa etmeleri gerekmektedir. 8-İktisat: Iktisat günümüzde “harcamalarda ölçülülük hali”ni ifade eden dar bir anlama indirgenmiş olsa da gerçekte “ilâhi dengeyi bozmamak”, “adalete uygun bir nasibe razı olmak”, “aşırılığa meyletmeden orta yolu tercih etmek” manalarına gelmektedir. İslâm mimârisinin teşekkülünde iktisat prensibi mühim bir yer tutmuştur. Gösterişe kaçan lüks malzemeler, gereğinden büyük, yüksek evler yapmak israf olduğu gibi, insanın sahip olduğu beş nimeti (can, mal, akıl, din ve namus) korumak ve muhafaza etmek gayesiyle yaptırdığı veya satın aldığı evin haricinde başka (mesela, serveti artırmak, malı çoğaltmak gibi) düşüncelerle çok sayıda evler, binlar inşâ etmeleri de israf olup iktisat prensibi ile çelişmektedir. 9-Muhafaza: Biz insanların Allah’tan (c.c) aldığı emanetler pek çoktur. Başta beden, akıl, eş, evlat, mal, hava, su, toprak, deniz, ağaç, çevre, tabiat vb. Din bu nimetleri/emanetleri nasıl, nerede ve ne şekilde kullandığımızdan sûale çekileceğimizi haber vermektedir. Bilhassa modern şehircilik anlayışı ve dikey betonarme yapı sistemleri acımasızca tabiatın canına okumaktadır. İnsanoğlu sanayileşme ve şehirleşme ile ziraat alanlarını, ormanları, yüz binlerce hayvan ve bitki türlerini, hırs ve hevesleri uğruna yok etmiş ve hala yok etmeye devam etmektedir. Böyle yıkıp yok eden insanın âkibeti de bundan farklı olmayacaktır. İnsan tabiata zarar verdiğinde aslında kendine/nesline de zarar vermiş olmaktadır. Evler yaparken, şehirler kurarken asla çevreye zarar veremeyiz. Bunun zararı hemen olmasa da bir süre sonra bize geri dönecektir. Eskiden olduğu gibi bugün de bu ilkeye riayet etmek pekâlâ mümkündür, yeter ki böyle bir şuur ve niyetimiz olsun. Projelendirme, malzeme seçimi, inşa üretim yöntemleri mutlaka tabiatı koruma/hüsn-ü muhafaza bilinciyle geliştirilmelidir. Bu hususu tüm insanlığın gündemine sokmak zorundayız. İnsanoğlu hüsn-ü muhafaza/koruma bilinci ile hareket etmez ise ve ahlâkını, zihniyetini, egoizmini değiştirmez ise ve kirletmeyi, tahribi, israfı durdurmaz ise bilmelidir ki birkaç nesil sonra şu andaki gibi bir yaşam kalmayacaktır, bu biline. NOTLAR (*) Geniş tafsilat için, Erdemli Şehirler, Semih Akşeker, Hayy Yayıncılık, 2012) Mart-Nisan 2012 117 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Serkan AKIN Mimar AKIL TUTULMASI YA DA ŞEHİRLEŞME SORUNUNA BAŞKA BİR BAKIŞ A Dünyaya gelen her insanın başını sokacak bir evi olması gerçeği1996 Habitat konferansında karalaştırıldı. Din, can, mal, akıl ve nesilbizim inancımıza göre emniyet altındadır. Ancak gelinen nokta itibarıyla,‘Âfet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı’nı incelediğinizde, sebebi ne olursa olsun, İnsanların daha önceki kanun ve yönetmeliklerle elde ettikleri tapuları ve her türlü hakları itiraz etme hakları bile ellerinden alınarak yok sayılmaktadır. llah CC, Bakara Suresinde 30. Ayette şöyle buyuruyor. Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi. 31. Ayette ise; Allah Adem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. 32. Melekler: Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hakim olan ancak sensin, dediler. 33. (Bunun üzerine: ) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Adem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semavat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi. 34. Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu. 35. Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. 36. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik. 37. Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tövbe etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah CC, insanlara, yarattığı tüm varlıklardan farklı olarak, akıl, irade beyan etme, konuşma özelliği vermiştir. İnsan, bu özelliği ile Allah CC’nin yeryüzündeki halifesi olarak, cüzi iradesi nispetinde hükmetme, kelime ve kavram ortaya koyma, icat ve alet yapma gibi yeteneklere sahip olmuştur. İnsanın bu çerçevede görevi yeryüzünü imar etmek ve güzelleştirmektir. Dolayısıyla Allah CC, yeryüzüne gönderdiği Hz. Âdem’e mimarlık, aşçılık, terzilik vb. işleri yapabilme yeteneklerini vermiştir. Bu kapsamda Hz. Âdem, taşları üst üste koyarak ya da tahtaları üst üste çakarak en temel manada kendine bir ev yapmıştır. Bu evin saçakları, silmeleri, söveleri ya da kartonpiyerleri bildiğimiz mana da olmayabilir. Ancak esas olan şudur ki; insanlık en başından itibaren başını sokacağı bir eve, bu evi yapacağı bir araziye sahip olmuştur. Ayrıca Allah CC, adalet ve rahmet sıfatı gereği de yeryüzünü, insanların rahatlıkla yaşayacağı bir coğrafya haline getirmiştir. Bu açıdan düşündüğümüzde, insanın gerekli temel ihtiyaçlarını karşılaması için ortaya koyacağı faaliyetler toplamı, makul, mantıklı, verimli, dengeli vb. kavramları içermelidir. Aynı, avının peşinde koşan bir aslanın harcaması gereken enerji, o avdan alacağı enerjiden az olması gerektiği gibi. 118 Mimar ve Mühendis İstanbul, Dünyanın belli güç odakları tarafından seçilmiştir. Aynı Beyrut ya da Dubai gibi. Bu durumun hakkımızda nasıl bir sonuç ortaya koyacağını göreceğiz. Minareleri ve kubbeleri ile 550 yılda oluşan İstanbul mu, son yıllarda onlarca gökdelenle mahvedilen İstanbul mu? Ancak ne yazık ki insanlar Hz. Âdem’den itibaren belli dönemlerde bu ilahi gerçeklerden uzaklaşmış, fesat çıkartarak Allah CC’ ye isyan etmişlerdir. Bu isyan, yaratılış gerçeği olan Sünnetullahtan uzaklaşarak, kavramların, kelimelerin, icatların, doğanın, imarın, şehirlerin, binaların bozulmasıyla gerçekleşmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli meselelerden biri kavram karmaşasıdır. Kelimelere farklı kişiler tarafından verilen farklı manalar anlamına gelebilecek kavram karmaşası; şehir, kent, mimari, konut, mesken vb. konularda kendini göstermektedir. Şehir ile kent birbirine karıştırılmakta, mesken ile konut arasındaki farka hiç dikkat edilmemektedir. Yerleşim ihtiyaçlarının karşılanmasında, insani, kültürel, tarihi veya doğal değerler hiç dikkate alınmamakta, bunun yerine konu ile ilgisi en az olması gereken finans meselesi karşımıza rant, faiz ve tüketici kredisi olarak çıkmaktadır. Böylece konu içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. 75 milyon insanın yaşadığı ve 780 bin km² toprağı olan ülkemizdeki arazilerin % 90’ını kamuya (dağ, orman, göl, yol, meydan, han, hamam, çeşme, hastane, cami, okul vb.) ayırsak bile kalan kısmında her fert başına 1040 m² arsa düşmektedir. Bunu ortalama ailedeki fertlerle birleştirsek, her ailenin 5200 m² arsası olmaktadır. Bu hesap okuyuculara çok hayalci gelebilir ancak zavallı insanımın ömrü boyunca çalışıp emekli olduğunda aldığı ikramiyesiyle bir ev dahi alamadığını, başını sokacak bir ev almak için bankadan mortgage kredisi vb. bir finans yöntemiyle kendini faiz dolu bir 30 yıla mahkûm ettiğini ya da 60 katlı bir rezidansın yerden ortalama 100 metre yükseklikteki 35. katındaki bir dairesine yaklaşık 500.000 TL ödediğini düşündüğümüzde hangisinin daha hayalci ya da gerçekçi olduğuna siz karar verin. Dolayısıyla biz; Şehirlerde yaşamalıyız, kentlerde değil. Meskenlerde yaşamalıyız, konutlarda değil. Evlerimiz bizim olmalı, mortgage ya da banka ipotekli deği.l Ya da meskende kiracılık sisteminin ortadan kalktığı bir çözüme ulaşılmalı. Dünyaya gelen her insanın başını sokacak bir evi olması gerçeği 1996 Habitat konferansında karalaştırıldı. Din, can, mal, akıl ve nesil bizim inancımıza göre emniyet altındadır. Ancak gelinen nokta itibarıyla, ‘Âfet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı’nı incelediğinizde, sebebi ne olursa olsun, İnsanların daha önceki kanun ve yönetmeliklerle elde ettikleri tapuları ve her türlü hakları itiraz etme hakları bile ellerinden alınarak yok sayılmaktadır. Amaç ne olursa olsun bu kanunun uygulamaları halk tarafından görülmeye başlandıkça sıkıntılar ve oluşan tepkiler görülecektir. İstanbul, Dünyanın belli güç odakları tarafından seçilmiştir. Aynı Beyrut ya da Dubai gibi. Bu durumun hakkımızda nasıl bir sonuç ortaya koyacağını göreceğiz. Minareleri ve kubbeleri ile 550 yılda oluşan İstanbul mu, son yıllarda onlarca gökdelenle mahvedilen İstanbul mu? Hangi İstanbul’u Avrupa Birliğine alacaklar? Safranbolu mu güzel yoksa Ataşehir mi? Ya da Taraklı, Beypazarı, Mudurnu mu güzel yoksa Bahçeşehir, Beylikdüzü Ataköy mü? Kendi evinde oturmak mı güzel yoksa Bankanın ya da mortgage kredisinin ipoteklediği evde mi? İnanın sorular da çok basit, cevapları da. Başka çözümler de var. Yeter ki buna inanın. Mart-Nisan 2012 119 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Avni ÇEBİ MMG Genel Başkanı ŞEHİRLEŞME VE KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE Kentsel dönüşümden adeta bir şehir çıkarmalıyız. Bu ülkenin insanları Süleymaniye gibi bir camii ve külliye inşa edebiliyorlar ise o eseri yapan insanın bilgeliği içersinde şehirlerimizi tekrar bir bütün olarak inşa edecek bilgiyi ve manayı özlerinde bulunduruyor demektir. Şehirlerimizi keşmekeş, karmaşa ve çirkinliklerden kurtaracak, insanlarımızın hak ettiği sağlıklı sosyal donatı alanlarının içine alacak, 7’den 70’e kadar her yaştan insanımızın ihtiyaçlarını göz önüne alarak yaşayan ve birlikte var olmaktan güç ve keyif alan şehirleri inşa etmeliyiz. Şehirlerimiz eskiden olduğu gibi zengini, fakiri, doğulusu, batılısı her bireyin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç ve keyif aldığı, sosyal barışını sağlamış, medeni ve mutlu bireylerin ve ailelerin olduğu mekânlara dönüştürmeliyiz. Kentsel dönüşümden adeta birlikte var olma manifestosu çıkarmalıyız. ŞEHİR İNSANLARI BÖLEN DEĞİL BULUŞTURAN MEKÂNDIR Şehirlerimiz bizim için çok önemli çünkü şehirler medeniyetlerin kurulduğu, insanların kendilerini ifade ettiği, toplumsal olarak yaşadığı, ihtiyaçlarını karşıladığı önemli merkezler. Bizim medeniyetimiz şehirlerini insan merkezli ve rabbani merkezli olarak kurmuştur. Dolayısı ile şehirlerimiz camilerin, medreselerin, çarşıların etrafında oluşmuştur. Bunun en güzel örneğini İstanbul ‘da Süleymaniye ve çevresinde Sultanahmet ve çevresinde görebiliriz. Bursa’ya gittiğimiz zaman, Bosna’ya gittiğimiz zaman bu şehirler bizi ifade eden şehirlerdir. Orda insanı sıkan, boğan bir yapı yok. İnsanlar orda insan yüzlü bir merkezde, gökyüzünü, havayı, birbirini hissederek, komşuluk ilişkilerinin yaşadığı, yediden yetmişe herkesin harmanlandığı bir yapı içersinde şehirlerimiz kurulmuştur. Şehirlerimiz insanları bölen onları ayıran değil onları buluşturan mekânlardır. Maalesef yeni yapılan şehirlerimizde belki bilerek, belki bilmeyerek insanlarımızı ayıran mekânlara doğru gitmekteyiz. Şehirlerimiz tabii bugünkü hale niye geldi. Büyük göçler, insanların geçim endişeleri maalesef şehirlerimizi özellikle 1950’den sonra yoğun bir şekilde göç almaya dolayısı ile yığılmalara yol açtı. Bir süre sonra da bu mevcut durum kabullenildi. Zaman zaman müdahaleler oldu. Fakat göç çok yoğun olduğu için, özellikle güneydoğu sorunundan meydana gelen ilave göçlerle beraber şehirlerimizin sorunları bir yumak haline geldi, çözülemez hale geldi. En son 17 Ağustos depreminin bize hatırlattığı gerçeklerden sonra şehirlerde yapılması gereken kentsel dönüşüm ve yenilemelerde gecikti. Bugün Van Depremi bunu bize tekrar hatırlatmış bulunmaktadır. mamakta gerekli sosyal donatı alanları da sahip bulunamamaktadır. Dolayısıyla bu binaların belki büyük bir kısmının tekrar yenilenmesi gerekmektedir. Burada da çok katılımcı insan yüzlü kentsel dönüşüm politikalarının planlanması gerekmektedir. İstanbul’da olacak bir deprem yalnız başına İstanbul’u değil bütün bu coğrafyayı etkileyecek kadar önemli bir depremdir. Dolayısı ile İstanbul’da yapılacak depreme deyim yerindeyse bir milli güvenlik stratejisi içersinde yaklaşmamız lazım. İstanbul bizim için Türkiye’nin milli güvenliği açısından en önemli şehir. Biz yarın bir savaş olduğu zaman nereyi savunacağız, nereyi korumamız lazım. Dolayısı ile İstanbul da yapılacak bu ve hatta bunun katları olan yatırımların büyük bir değer olduğunu zannetmiyorum. İstanbul’da olabilecek bir depremde meydana gelecek kayıplar 100 milyarlarca dolarlar ifade edilebilecektir. Bu arada Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması önemli bir adım çünkü Türkiye’de çevre ve şehri birleştiren bir bakış açısı çok önemlidir. Şehircilik Bakanlığımızın olaya bir mühendislik bakanlığı gibi değil özel sosyal disiplinleri de katarak olaya daha geniş objektiften bakması gerekir. İnsanlarımızın sadece barınma ihtiyacını değil onların yaşam alanlarının zenginleştiren, onlara değer katan, yaşlısı, özürlüsü, genci hepsini kaynaştıran sosyal donatı alanlarını gerçekleştirmek zorundayız. Bugün Van’da deprem olduğu zaman sosyal donatı alanlarının yeterli olmadığı için çadırları koyacak alanlar bulmakta zorlanıldı. İstanbul’da gündeme gelen konulardan bir tanesi çadırı koyacak yerimiz var mıdır? Bir de insanlar için önemli olan şeylerden bir tanesi bir afet olduğu zaman insanlar bulundukları yeri terk etmek istememektedirler. Çünkü orada kendine ait özel eşyalarının yanında başkalarının öğrenmek istemeyeceği mahrem şeyleri de olabiliyor. Dolayısıyla orayı terk etmek istememektedirler. Şehirde mekânlara yakın, insanların rahat erişebileceği, afet zamanlarında da değerlendirilebilecek açık ve kapalı donatı alanlarının hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi lazım. İSTANBUL ‘UN AFETLERE KARŞI GÜVENLİĞİ TÜRKİYE’NİN MİLLİ GÜVENLİK MESELESİDİR. İstanbul gibi büyükşehirlerimizdeki bina stokumuz çok eski bulunmaktadır. Aynı zamanda da modern şehrin ihtiyaçlarını karşılaya- 120 Mimar ve Mühendis İstanbul bizim için Türkiye’nin milli güvenliği açısından en önemli şehir. Biz yarın bir savaş olduğu zaman nereyi savunacağız, nereyi korumamız lazım. Dolayısı ile İstanbul da yapılacak bu ve hatta bunun katları olan yatırımların büyük bir değer olduğunu zannetmiyorum. İstanbul’da olabilecek bir depremde meydana gelecek kayıplar 100 milyarlarca dolarlar ifade edilebilecektir. ŞEHİR İÇERSİNDEKİ KAMU ARAZİLERİ “ALTIN ALAN” OLARAK KORUNMALIDIR İstanbul şehrinin merkezinde olan kamuya ait bütün sosyal donatı alanı olabilecek yerlerin her hangi bir şekilde AVM yapılmak, rezidans yapılmak, devlete, TOKİ’ye gelir arttırıcı projeler mantığı dışına çıkılarak bu alanların elde tutulması lazım. Buralar bizler için altın alanlardır. Nasıl depremde 72 saat altın zamansa bu alanlarda insanımız için normal zamanda rahatlayacağı, ferahlayacağı, sevdikleri ile buluşabileceği alanlar olmanın yanında, afet zamanlarında ya da olağanüstü zamanlarda kullanabileceği bir alan olarak tutulması gerekir. ESTETİKTEN YOKSUN AYNILAŞTIRILMIŞ ŞEHİR Kentsel dönüşüm konusu konuşulurken TOKİ gündeme gelmektedir. TOKİ’nin de İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun bütün şehirlerinde yaptığı binalarda maalesef tek tip bina uygulaması yapılmaktadır. Estetikten yoksun aynılaştırılmış binalar yapılmaktadır. Sanki bütün insanlarımız aynı şeye layık görülüyor gibi. Bu eşitlik anlamında aynı olana layık olmak fakat yaşanılan bölgenin değerlerine oranın estetiğine, kültürel dokusunu uygunluk anlamında veya ülkemizde mimarlığı geliştirmek, estetik değer ve algıyı geliştirmek anlamında da ciddi sorunlar teşkil etmektedir. Dolayısıyla mimariyi geliştirecek, yerel dokuyu ve özgün yapıyı taşıyacak modern malzeme ve algılamayı da birleştirecek yeni mimari yaklaşımların geliştirilmesinde kentsel dönüşümü bir fırsata çevirmemiz lazımdır. Kentsel dönüşümde eğer İstanbul üzerinde konuşacak olursak böl- gesel manada kentsel dönüşüm yapılmazsa insanlar bulundukları mekandan çok uzakta mekanlara taşınırsa bu kentsel dönüşümün başarılı olmasını engelleyecek en önemli nedenlerden bir tanesidir. Kentsel dönüşüm yaparken bölgelendirme yapılarak, ilçe bazında ve ya da eşit parametreler kullanılarak kentsel dönüşüm yapılması lazımdır. Kentsel dönüşüm yapılırken oluşturulacak geçici rezerv alanlarının insanların iskan ettiği alanlara yakın olması lazımdır. İnsanların gelişmeleri yerinden izleyebilmesi gerekir. Eğer kentsel dönüşüm yapılırken insanları uzak bölgelere taşırsanız yaşanan değişimleri takip edemeyeceklerinden geri döndüklerinde kendi evlerini bulamazlar. Dolayısıyla bunu yaparken sosyal dokuya çok ciddi zararlar verebiliriz. Onun için şehir içersindeki mevcut alanların bundan sonra kesinlikle yapılaşmaya açılmaması lazım. Her hangi nedenle gelir arttırıcı kamuya gelir sağlayıcı projeler olarak da değerlendirilmemesi lazımdır. HERKES İÇİN ŞEHİR; ÇOCUKLAR, YAŞLILAR VE ENGELİLER Şehirlerimizi yaparken, özellikle yaşlılar ile özürlüleri hesaba katmamız lazımdır. Doğal olarak nüfus artışı yavaşlayan ve gittikçe yaşlanan ülke konumundayız. Geçenlerde Peru’ya gittim. Peru her ne kadar Türkiye’den daha gelişmiş bir ülke olsa da şehircilik olarak bizden ileri düzeydeler. Lima’da gezerken eğer özürlüyseniz ya da yaşlıysanız hiç kimseye ihtiyaç duymadan ülkenin her köşesine rahatlıkla gidebilirsiniz. Ama maalesef İstanbul’da her hangi bir yere Mart-Nisan 2012 121 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Bu ara şehirlerimizin yenilenmesi aşamasında, kentlerimizin dönüşümü aşamasında şehirlerimizin siluetine çok değer vermeliyiz. İstanbul’un siluetini maalesef her geçen gün kaybetmekteyiz. İstanbul kendi varlığıyla çok büyük bir değer. Marka olması için plazalara ve AVM’lere ihtiyacı yok giderken yaşlıysanız ya da özürlüyseniz muhakkak birilerinin yanınızda olmasına ihtiyacınız var. Dolayısı ile sizin özgürlüğünüz iletişiminiz ve de kentin sağladığı konfor ve imkânlardan yararlanma imkânınız kısıtlanmış oluyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm yapılırken bu sosyal donatı alanlarının özellikle özürlü ve yaşlıların düşünülerek yapılandırılması lazımdır. BİNA İSİMLERİNDE TÜRKÇE İHMAL EDİLMEMELİDİR Son dönemde yapılan kentsel dönüşüm projelerinde veya yeni yapılan sitelerde ve rezidanslarda Türkçe’nin ihmal edildiğini ve yabancı isimlerle pazarlandığını görmekteyiz. Bu ülkemiz için ilerde görünmeyecek bir sıkıntıya da sebep olabilir. Dolayısıyla Türkçe isimlerin muhafaza edilmesinin sağlanması, bunun bir markalaşma veya satış unsuru olarak kullanılmaması lazımdır. Türkiye’de bütün site ve AVM isimlerinin yabancı olduğunu, sokak isimlerinin de numaralarla kodlandığını düşünün Türkiye’de yerli ne kalacak. Özellikle bunların muhafazakâr bir iktidar döneminde yapılmış olması ayrıca düşündürücüdür. Biz neyi muhafaza ediyoruz. Bunu da ayrıca sormak istiyorum. KENTSEL RANTIN KAMUYA AKTARILMASI Kentsel dönüşümde oluşan rantın veya imar planlarında yapılan değişikliklerden oluşan rantın, imar planlarından oluşacak rantın kesinlikle kamuya aktarılacağı adil bir paylaşım sisteminin gerçekleştirilmesi lazımdır. Bu da Türkiye’nin başını ağrıtan aynı zamanda gelir adaletini bozan önemli konulardan bir tanesidir. Kentsel Dönüşüm yapılırken veya imar planlarında değişiklikler yapılırken oluşacak rantın kesinlikle kamuya aktarılacak bir formülasyonunun bu aşamada Şehircilik Bakanlığı ve diğer yetkililer tarafından geliştirilmesinin gerekliliğine inanıyorum. KENTSEL DÖNÜŞÜMDEN ADETA BİRLİKTE VAR OLMA MANİFESTOSU ÇIKARMALIYIZ. Kentsel dönüşümden adeta bir şehir çıkarmalıyız. Bu ülkenin insanları Süleymaniye gibi bir camii ve külliye inşa edebiliyorlar ise o eseri yapan insanın bilgeliği içersinde şehirlerimizi tekrar bir bütün olarak inşa edecek bilgiyi ve manayı özlerinde bulunduruyorlardır. Şehirlerimizi keşmekeş, karmaşa ve çirkinliklerden kurtaracak, insanlarımızın hak ettiği sağlıklı sosyal donatı alanlarının içine alacak, 7’den 70’e kadar her yaştan insanımızın ihtiyaçlarını göz önüne alarak yaşayan ve birlikte var olmaktan güç ve keyif alan şehirleri inşa etmeliyiz. Şehirlerimiz eskiden olduğu gibi zengini, fakiri, doğulusu, batılısı her bireyin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç ve keyif aldığı, sosyal barışını 122 Mimar ve Mühendis İSTANBUL’UN SİLUETİ GERÇEK BİR DEĞERDİR, UCUBE BİNALAR YIKILMALIDIR Bu ara şehirlerimizin yenilenmesi aşamasında, kentlerimizin dönüşümü aşamasında şehirlerimizin siluetine çok değer vermeliyiz. İstanbul’un siluetini maalesef her geçen gün kaybetmekteyiz. İstanbul kendi varlığıyla çok büyük bir değer. Marka olması için plazalara ve AVM’lere ihtiyacı yok. İstanbul’un silueti gibi dünyada hiç bir siluet yok. İstanbul’un siluetini koruyabilsek, tırnak içerisinde söylüyorum ‘’onu pazarlayabilsek’’ çok daha itibar kazanırız. O yalnız bize ait değildir. Biz nasıl geçmişten emanet aldıysak bizden sonrakilere de o emaneti koruyacak formüller bulmalıyız. İstanbul’un siluetini bozan ucube binaların yıkılması veya İstanbul’un siluetini bozmayacak seviyeye çekilmesi gerekmektedir. Orada bir kısım insanlar para kazanacak veya bir kısım insanlar yer aldı diye onların tutulması bu şehre ve bu şehrin tarihine yapılmış bir ihanettir. Ben önce İstanbul ile ilgili şiirleri yazmak istiyorum. Bunları hepimiz biliyoruz. Ama ben çağrışımlar yapmak istiyorum. Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul... Bu Necip Fazıl’a ait bir şiir. Yine Yahya Kemal’in Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. İSTANBUL’A GÜZELLEMEDEN İSTANBUL’A AĞITA DÖNMEMEK İÇİN İstanbul ile ilgili çok şey konuşulabilir. İstanbul ile ilgili yazılmış şiirler var. İstanbul için yazılmış şiirlerin İstanbul için yazılmış ağıtlara dönmemesi için özellikle deprem veya yanlış kentsel dönüşüm veya yanlış şehirleşmeden dolayı. Ben önce İstanbul için yazılmış şiirlerden iki tanesini yazacağım, “Endülüse Ağıt” şiirini İstanbul’a ağıt şiirine dönüştürdüm. Bugün Başbakanımız Endülüs İle ilgili bir anma törenine katıldı. Endülüs bizim için çok önemli ama Endülüs’ü anarken işte Endülüs çok büyük bir medeniyetti, işte insanlık medeniyeti oradan öğrendi, batı kültürünü oradan geliştirdi diyebiliriz. ENDÜLÜS’E AĞITTAN İSTANBUL’A AĞITA DÜŞMEMELİYİZ İstanbul için yazılmış bu ve buna benzer bir sürü şiir ve yazılar vardır. Şimdi ben İstanbul’a ağıt yapıyorum. Bilemiyorum inşallah bu ağıt olmaz. Bu ağıtı yaparken de Endülüs’ün önemli şehirlerinden Sevilla şehri düşünce ki düşmeyi savaşın fethi şeklinde de algılayabiliriz. Bir şehrin bir afetle yıkılması, yöneticilerin çaresizliği, halkının acizliği, toplumun yozlaşması veya duyarsızlığı bütün bunlar bir afete dönüşebilir. İnşallah öyle bir afet yaşamayız. Ama İstanbul’a Ağıt, tabi bu şiir Endülüs’e Ağıt şiirinin kısaltılmışıdır. Birazda bu şiirle Endülüs toplantısına nazire yapıyorum. sağlamış, medeni ve mutlu bireylerin ve ailelerin olduğu mekânlara dönüştürmeliyiz. Kentsel dönüşümden adeta birlikte var olma manifestosu çıkarmalıyız. Mart-Nisan 2012 123 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Endülüs’e Ağıt’tan düzenleme; Gördüğüm kadar hayatta her şey değişkendir, / Bir kişiyi bir an sevindirirse başka birçok an üzer. Endülüs’ün taçlandırdığı sultan’ları nerede, / Onların taçları ve mücevherleri nerede. Sinan’ın Balkanlarda inşa ettiği köprüler ve camiler nerede, Endülüs’ün İspanya’da hükmettiği devlet nerede, / Süleyman’ın sahip olduğu vücudu nerede, Mohaç, Zigetvar nazlı Budin nerede. / Hepsine geri çevrilmeyecek bir felaket geldi, Ve böylece hepsi hiç olmamış gibi yok oldular. / Camiler ve çarşılar birer hikaye oldular, Uykudan uyanan kişinin anlattığı düşler gibi. Bir şehrin bir afetle yıkılması, yöneticilerin çaresizliği, halkının acizliği, toplumun yozlaşması veya duyarsızlığı bütün bunlar bir afete dönüşebilir. İnşallah öyle bir afet yaşamayız Öyle ki, musibetlerden sonra hafifletici olaylar gelir, / Ancak İstanbul’a gelen musibeti hafifletici bir şey yoktur. Sultanahmet ve içerdiği bahçeler nerede bir bak, / Boğazın engin akan suları dolup taşardı bilir misin? Ey gafil bil ki zamanda sana ibret vardır, / Eğer uykuda isen zaman uyanıktır. Himmetli yürekli kahramanlar nerede, / Hayrın koruyucuları ve yardımcıları nerede. Dün evlerinde huzur içindeydiler, / Bu gün ise yaban diyarında bilinmez oldular. Şafağında güneşin parladığı İstanbul’un siluetini bilir misin? Sanki güzelliği yakut ve mercan misali idi denizinde inci taneleri. Hırsı gördün mü onu bozarken, / Depremi gördün mü onu yıkarken, Göz gördüklerine ağlarken / Ve kalp bu duruma şaşkınken. ŞEHRE, İNSANA VE GELECEĞİMİZE SAHİP ÇIKMALIYIZ Hemen şimdi bir toplumsal varoluş, yeni şehir ve medeniyet kültürü oluşturmak ve yeni yüzyılımızı inşa etmek ve imar etmek durumundayız. Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın tanıkları olan bizler, iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması konusunda sesimizi yükseltmeliyiz. Şehre, insana ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. Yanlış ve yalan giden konular ile ilgili sorumlu makam ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana ve doğaya saygılı bir şekilde, onu bir rant aracı olarak değil, Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Bizden sonraki nesillere, imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler bırakmak herkesin görevidir. Şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalıyız. Şehir bizim, o bizim geleceğimizdir. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni idrak ile inşa ve ihya etmeliyiz. “19 Kasım 2011 de Üsküdar’da yapılan “Şehirlerimizin Geleceği: Tehditler ve Fırsatlar Sempozyumu” için MMG Genel Başkanı Avni Çebi’nin yaptığı açılış konuşması” 124 Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 125 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Mimar ve Mühendisler Grubu “ŞEHİRLERİMİZİN GELECEĞİ: TEHDİTLER VE FIRSATLAR” SEMPOZYUMUMUZUN SONUÇ BİLDİRGESİ Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın tanıkları olan bizler, iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması konusunda sesimizi yükseltmeli, şehre, insana ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. Yanlış giden konularda ilgili ve sorumlu makam ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana, Ş ehirlerimizin içinde bulunduğu mevcut yapısal problemler ile karşı karşıya olduğu doğal afet riskleri, şehirleşme strateji ve politikalarımızı ciddi bir şekilde masaya yatırarak, akılcı, bilimsel, sosyal ve kültürel değerlerimizi dikkate alan bir şehircilik felsefesi üzerine tartışmamızı mecburi hale getirmiştir. Bu maksatla düzenlemiş olduğumuz “Şehirlerimizin Geleceği, Tehditler ve Fırsatlar” başlıklı sempozyumumuzda, Kamu idaresi, Üniversite ve Meslek mensuplarından uzmanlar bir araya gelerek “Afet, Deprem ve Risk Analizleri”, “Kentsel Dönüşüm Politikaları” ile “Şehir, İnsan ve Toplum” başlıklı oturumlarda konuyu etraflıca tartışma imkanı bulmuştur. Başta 17 Ağustos depremi olmak üzere, son Van depremleri de göstermiştir ki, özellikle mevcut yapı stokumuzun iyileştirilmesi ve güvenlikli konut üretimi konusu çok büyük önem arz etmektedir. Bunun için; 1. Öncelikli olarak yapı müteahhitliği herkesin el attığı bir alan olmaktan çıkarılmalı, belli nitelik, teknik eleman, donanım ve mali şartlar aranmalıdır. 2. Şehirlerin planlanması ve bina projelerinin yapım aşamasında görev alan mühendis ve mimarların eğitimlerinde sosyal disiplin bakış acısı kazandıracak eğitimler arttırılarak, şehirlerimizi insanımızın gelişim ve huzurunu sağlayacak mekanlar şeklinde inşa edecek kültürel birikim sağlanmalıdır. 3. İnşaatlarda çalışan usta, işçi ve kalfalar eğitimden geçirilerek sertifikalandırılmalıdır. 126 Mimar ve Mühendis doğaya saygılı bir şekilde onu bir rant aracı olarak değil Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Bizden sonraki nesillere imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler bırakmak herkesin görevidir. 4. Yapı kontrol sistemi değiştirilerek tüm bina ve müteahhitler Mecburi Yapı Sigortası kapsamında denetlenmelidir. 5. Sektörü düzenleyen devlet, yerel yönetimler, üniversite ve mesleki sivil örgüt ayakları olan bir üst kurul oluşturulmalıdır. 6. Şehirlerimiz kurulduğu bölgenin kültürel ve topografik dokusuna uygun, bölgenin kendine has mimari özeliklerinin yansıtıldığı, yerel malzemenin kullanıldığı, mimari ve estetiğin öne çıktığı, sosyal donatı alanlarının geniş ve erişilebilir olduğu, birbirini tekrar etmeyen kimlikli şehirler olarak inşa edilmelidir. 7. Deprem ve afet yönetimiyle ilgili eğitimler, eğitimin her aşamasında verilmeli ve halkın gönüllü katılımı teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Afet sonrası halkın toplanacağı ve ihtiyaçlarının karşılanacağı geniş kullanım alanlı, çok fonksiyonlu açık ve kapalı mekânlar oluşturulmalı ve her an afete hazır tutulmalıdır. Van Depremi sonrası Sayın Başbakanımızın, “Bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır” cümlesiyle başlayan kentsel dönüşüm hamlesi, doğru uygulandığında ülkemiz ve şehirlerimiz açısından çok önemli bir fırsattır. Ancak bu süreçte, sadece deprem odaklı sağlam binalar inşa etmek noktasında yoğunlaşmak, çok dar bir perspektiften olaya bakarak güvenlikli ancak, niteliksiz, kimliksiz ve gayri insani şehirler ortaya çıkması neticesini doğurabilir. Bu bağlamda şehirleşme konusu çok kapsamlı bir şekilde ele alınarak bütüncül bir şehircilik anlayışı ortaya konulmalıdır. Sağlıklı bir VAN DEPREMİ, 2011 şehir yapılanması için, sosyologlar, tarihçiler, çevre bilimciler, sivil toplum örgütleri ve halk mutlaka bu sürece dahil edilmelidir. Şehirlerimizin siyasi ve ekonomik rant odaklı olarak planlamaktan çıkarılıp, insan ve çevre odaklı planlanması, iktisadi ve maddi boyutlardan ziyade, inanç, ahlak ve kültürel boyutları ön planda tutan yaklaşımların hayata geçirilmesi, kentsel dönüşümden oluşacak rantın kamuya aktarılması için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Son dönemlerde yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarında, mevcut arsalara verilen emsal artışlarıyla rant odaklı yüksek katlı yapılaşmaya olanak sağlanarak, insan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklardan oluşan şehir siluetleri ortaya çıkmış, kat sayısı ve bina yüksekliği arttıkça, kalitenin ve modernliğin arttığı gibi yanlış bir algıya düşülmüştür. Modern şehir algısı, isimlerinde Türkçenin kaybolduğu AVM’ler, yüksek binalar, site ve rezidansların varlığına hapsolmuştur. Şehrin kültürüne, iklimine, doğal şartlarına bakılmaksızın, tüm şehirlerde aynı türden, aynı malzemelerden, aynı mimaride binalar inşa edilmiş, kentsel ve sosyal doku, hızlı bir şekilde dönüştürülmüş ve tahrip edilmiştir. Hatta olay öyle boyutlara ulaşmıştır ki, İstanbul’un yüzlerce yılda oluşan tarihi siluetine, gökdelenler hançer gibi saplanmış, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi değerlerimizi gölgesine hapsetmiştir. Yüksek bloklar inşa ederek nüfus yoğunluğunu artırmak, altyapı, ulaşım gibi teknik sorunların yanı sıra, birçok sosyal problemi de beraberinde getirmektedir. Bunun yerine yapılması gereken, şehirlerimizi, yoğunluğunu azaltarak mümkün mertebe az katlı ve bahçeli konutlardan müteşekkil, eskiden olduğu gibi zengini fakiri, doğulusu batılısı her bireyinin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç aldığı, sosyal barışını sağlamış medeni ve mutlu birey ve ailelerin olduğu, çocuk, yaşlı, özürlü gibi tüm sakinlerinin çevre, estetik ve sosyal danatı imkanlarından istifade edebildiği, mekanlara dönüştürmektir. Elbette ki yılların birikimi olan problemler bir sempozyum süresince tamamen tartışılıp çözümlenebilecek değildir. Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın tanıkları olan bizler, iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması konusunda sesimizi yükseltmeli, şehre, insana ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. Yanlış giden konularda ilgili ve sorumlu makam ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana, doğaya saygılı bir şekilde onu bir rant aracı olarak değil Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Bizden sonraki nesillere imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler bırakmak herkesin görevidir. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni bir idrak ile inşa ve ihya ederken, şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalı, bugün yaptığımız şehirlerle yarınlarımızı belirlediğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Konu ile doğrudan ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulmuş olmasını oldukça önemsiyor, üstlenmiş olduğu büyük sorumluluk ve vebali bu vesile bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur, Mimar ve Mühendisler Grubu Mart-Nisan 2012 127 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Hacer FOGGO Araştırmacı Yazar SULUKULE’DEN HAYATLAR GEÇTİ S Keşke belediye başkanları önlerine koydukları kentsel dönüşüm haritalarında, yerin fiyatından önce orada doğan, orada doyan insanların değerini hesaplayabilse. Keşke, keşke kentsel dönüşümün vicdanı olsa… armaşık Sokak’dan girdiğinizde köşede iki katlı tarihi, cumbalı tipik bir Osmanlı evi vardı. Bu ev mahallenin Necati Dede’sinin evi idi. Penceresinin önü sarmaşıklardan gözükmezdi, karşısındaki sur manzarasıyla mahallenin en güzel eviydi belki de. Orada doğup büyüyen 80’e merdiven dayayan Necati Dede ak saçlarıyla ömrünün sonuna kadar mücadele etti evini kurtarmak için. Ama olmadı… Necati Amca çabalarının üçüncü yılında aramızdan ayrıldı. Hatta hiç unutmam belediyenin UNESCO heyetini mahalleye getirdiği bir gün o da bastonunu alarak heyete derdini anlatmak için geldi. Bir belediye çalışanının onu UNESCO heyetinden uzaklaştırmaya çalışması, itmesi Necati Dede’yi öyle sinirlendirdi ki olanca gücünü toplayarak yumruğunu salladı ve o sarsıntıyla kendisini yerde buldu. Oysa Necati Dede mahallede karıncayı incitmezdi. Bu olaydan nerdeyse birkaç ay sonra evi ile birlikte o da Sulukule’ye vedalaştı. Sarmaşık Sokak’tan hemen içeri girdiğinizde sokağın tam orta kısmında bir kahvehane vardı. Kahvehanenin adı “Şükrü’nün kahvesi” olarak bilinirdi. Bundan tam altı yıl önce (2006 yılında) gittiğimde oraya, sarmaşıklarla dolu bir avludan geçmiştim kahvehaneye ulaşmak için. Duvardaki bir fotoğraf dikkatimi çekmişti kaytan bıyıklı eli tesbihli bir adam kahvehane sahibi Şükrü’nün babasının siyah beyaz bir fotoğrafıydı. Baba da aynı kahvehane de bu fotoğrafı çektirmişti. Bu kahvehane sonra Sulukule Roman Derneği’nin yeri ve sonra da Çocuk Atölyesi olmuştu, şimdi ise üzerine lüks bir konut dikilmiş durumda. Kahvehanede beş yıl içerisinde neler mi oldu, keşke şimdi şu konutun altındaki toprak bir dillense de olanları anlatsa sizlere. Sulukule Roman Orkestrası orada doğdu. Darbuka, klarnet, keman sesleri çocukların çığlığı ile birbirine karıştı. Kemancı Ali Amca’nın parmakları arasında çınlayan keman sesi bütün seslerin üzerine çıktı. Bir gün bir buldozer gelip bütün bu sesleri de, Türkan Şoray’ın genç kızken yaşadığı Sarmaşık Sokak’taki evi tarihe karıştırdı. Sarmaşık Sokağın ortasında Şükrü’nün kahvehanesinin karşında Sulukuledeki Keçeci Piri Cami’nin müezzini Hüseyin Amca’nın evi vardı. Hüseyin Amca Cami’de ezanını okur sonra kışta kıyamette hem ayağındaki lastik ayakkabısına hem de başına naylon geçirir, sırtına siyah torbasını yükler tişört, gömlek satmaya giderdi başka semtlere. 65 yaşındaki Hüseyin Amca’nın da evi yok artık. İşte tam da onun evinin yanında Küçük Çeşme Sokak vardı. Sokağın içinde Tayyip Erdoğan’ın ilköğretimden arkadaşı olduğunu söyleyen Asım Hallaç’ın bakkalı vardı. Bu bakkal ki mahallenin nice yoksul 128 Mimar ve Mühendis “Önce insan” diye başlayan Fatih Belediyesi’nin projesinde yoksul insanların evlerini üç kuruşa satın alan, Sulukule de daha önce hiç yaşamayan ve şimdi milyon TL’lere varan fiyatlarla ölçülen yeni lüks konutların sahipleri artık hızla zenginleşen yeni yatırımcılar. ailelerini veresiye doyurdu. O bakkalın arkasındaki bahçe de kendisi ve mahalleliyle birlikte yaptığımız toplantılar da, çocukların veresiye aldıkları şekerler, gazozlar da geçmişe karıştı. Küçükçeşme sokağın başındaki tarihi çeşmenin yanında yalnız yaşayan kendisi de aslında bilgisi ve görgüsüyle tarih olan Hamza ağabey evi yıkıldıktan sonra günlerce farelerin kol gezdiği sokakta yatıp kalktı. Sokaktaki yaşlı kadınlar, hepsi hepsi bir lokma bir hırkayla, doğdukları, büyüdükleri, evlendikleri, çocuk sahibi oldukları yerden sessizce gittiler. Küçükçeşme’nin arkası Zuhuri sokaktı, sokağın maskotu beş yaşındaki Nazar annesi ve kardeşiyle sokağın köşesindeki evde yaşardı. Nazar anneannesinin yanında henüz kentsel dönüşümüm ulaşamadığı bir evde yaşıyor şimdilik. Mahallenin en kıpır kıpır çocuğu Nazar’ın yüzünü evleri yıkıldığında enkazdan para edecek demirleri çıkarırken görmeliydiniz tam yirmi yaş yaşlanmıştı sanki. Nazar şimdi mahallede çalışan gönüllü ablaları sayesinde okullu oldu. Sulukule de şimdi lüks konutlar yükseliyor ama bu evlerde “ne Nazar ve ailesi, ne Hüseyin amca, ne Hamza ağabey ne Gülsüm teyze oturacak… “Önce insan” diye başlayan Fatih Belediyesi’nin projesinde yoksul insanların evlerini üç kuruşa satın alan, Sulukule de daha önce hiç yaşamayan ve şimdi milyon TL’lere varan fiyatlarla ölçülen yeni lüks konutların sahipleri artık hızla zenginleşen yeni yatırımcılar. Başbakan Erdoğan Nisan ayı içerisinde Yerel Yönetimler Sempozyumu’nda yaptığı konuşmasında “Şimdi gideceğiz, gerekirse evleri yıkacağız. Bunun yetkisini aldık. Tüm milletime sesleniyorum, bizim işimizi kolaylaştırın. Ne olur ucube yapılarla önümüzü kesmeyin” dedi. Oysa Başbakan bugüne dek yapılan ve özellikle ilk kentsel dönüşüm projesi olan Sulukule’de, Ayvansaray’da, ne olup bittiğini tarafsız bir biçimde dinlese. Kentsel dönüşümün öncelikle sosyal dönüşümle mümkün olacağını görebilse. Sosyal dönüşümü sağlamadan belediye başkanlarının “yoksul” halkı kar uğruna yatırımcıların rantı uğruna nasıl gözden çıkarttığını, evi yıkılacağı için intihara kalkışan ve tarım ilacı içen bir insana “o arıza sen misin?” diyecek kadar küçüldüklerini, çocukları, yaşlıları, yedi günlük bir bebeği bile sokaklarda bıraktıklarını şimdi veresiye yazdıracak bakkallarının dahi olamadığını görebilse. Keşke belediye başkanları önlerine koydukları kentsel dönüşüm haritalarında, yerin fiyatından önce orada doğan, orada doyan insanların değerini hesaplayabilse. Keşke keşke kentsel dönüşümün vicdanı olsa… Mart-Nisan 2012 129 DOSYA: ŞEHİRLEŞME MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Ali Rıza ERSOY Elektronik Mühendisi “SÜRDÜRÜLEBİLİR ŞEHİRLERE” KATKIDA BULUNMA İ Günümüz dünyasında şehirlerin önemi her geçen gün artıyor. Artan nüfus, hizmetlerin daha çok kişi tarafından talep edilmesine neden oluyor. 2007’de dünyanın kentsel nüfusu ilk kez kırsal nüfusu geçti. Gelişen dünyada her ay 5 milyon kişi kırsaldan şehirlere göç ediyor. İşte bu nedenlerle şehirlerin modernleşmesi ve dünyayı daha etkin bir şekilde koruması gerekiyor... nsanoğlunun yerleşik hayata geçmesinin üzerinden binlerce yıl geçti. O tarihten bu yana değişmeyen tek şey ise şehir nüfusunun toplam nüfus içinde aldığı payın artması oldu. Her geçen gün daha da artan bu pay, 2007 yılında kentsel nüfusun ilk kez kırsal nüfusu geçmesiyle sonuçlandı, ancak gelişim sona ermiş değil. Şehirlerin aldığı pay giderek artıyor. Önümüzdeki 20 yılda küresel şehir nüfusunun tam 1,4 milyar kişi artacağı tahmin ediliyor. Şehirler, son araştırmalara göre küresel sera gazı salımının yüzde 80’inden ve enerji tüketiminin de yüzde 75’inden sorumlu. Bu da hem şehirlerin modern ve sürdürülebilir olmasını hem de dünya üzerindeki kaynakların daha doğru ve çevreci yöntemlerle kullanılmasını beraberinde getiriyor... önemli projeler gerçekleştiriyor. Yeşil Şehir Endeksi ve diğer araştırmalar, konunun neden önemli olduğunun anlaşılmasına yardımcı oluyor. Örneğin bugün soluduğumuz hava, son 350 bin yılın en yüksek karbondioksit oranına sahip. Enerji ihtiyacınınsa giderek artması bekleniyor. Araştırma sonuçlarına göre 25 yıl içinde %40 daha fazla enerjiye ihtiyaç duyulacak. Fosil kaynaklı enerji üretiminin, hem kaynakların giderek azalması hem de çevreye olan etkileri nedeniyle verimli bir hale getirilmesi, bununla birlikte yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla yararlanılması gerekiyor. SÜRDÜRÜLEBİLİR ŞEHİRLER’E NEDEN İHTİYAÇ VAR? Şehirlerin yeniden tasarlanmasında insanlığın ekolojik ayak izi büyük önem taşıyor. Yapılan değerlendirmelerde şehirleri modernleştirmenin ekolojik ayak izi üzerinde %70’e varan oranda olumlu etkisinin olabileceği tahmin ediliyor. Somut rakamlar bize daha net yanıtlar veriyor. Çok değil, 2005’te insanlığın dünyamıza olan ekolojik borcu % 30 civarındaydı. Yani elimizde 1,3 dünya varmış gibi kaynak tüketiyor ve atık üretiyorduk. Bu oranın yüksekliğinde şehirlerin büyük payı bulunuyor. Örneğin Londra’nın 8 milyona yakın sakini, kendi coğrafi alanının 125 katını yok ediyordu, bu değer, 2000 yılında Berlin için 82 kattı. Bugün bu iki şehir de dünyaya olan yüklerini azaltmak için 130 Mimar ve Mühendis ALTYAPI VE ŞEHİRLER SEKTÖRÜ İLE MODERN ŞEHİR YAŞAMINA MERHABA Yeni Altyapı ve Şehirler Sektörü, sunduğu ürün ve çözümlerle önemli bir boşluğu dolduruyor. Sektörün alt başlıkları arasında Bina Teknolojileri, Orta ve Alçak Gerilim Sistemleri, Akıllı Şebekeler, Ulaşım ve Lojistik Sistemleri bulunuyor. Bina Teknolojileri, binaları daha akıllı, daha çevreci ve enerji verimliliği hale getiren çözümleri sunuyor. Bina ve tesislere yönelik otomasyon çözümlerini barındıran bu bölüm, akıllı bina teknolojileri gibi bina otomasyon sistemlerinin yanı sıra güvenlik ve yangın ürün ve çözümlerini de üretiyor. Bir binayı, aydınlatma, havalandırma ve atıksu kullanımı gibi kriterlerle değerlendiren bu çözüm, mevcut enerji kullanımını minimuma indirerek enerji verimliliğine, dolayısıyla şehirlerin ekolojik ayak SIEMENS YEŞİL BİNA izinin küçülmesine katkı sağlıyor. Altyapı ve Şehirler Sektörü’nün bir diğer alt başlığı olan Orta ve Alçak Gerilim Sistemleri , şehirlerde enerjinin dağıtımını sağlayan dağıtım şirketleri için yenilikçi elektrik panoları çözümlerini içeriyor. İki önemli başlık olan Ulaşım ve Lojistik Sistemleri ise gerek tekerlekli, gerekse raylı ulaşıma yönelik çevreci bir portföyü içeriyor. Günümüzde şehir içi ulaşımda önemli bir paya sahip olan otobüslere hibrid özelliği kazandıran bu çözümlerle araçlarda, dizel versiyonlara oranla %30’lara varan daha az karbondioksit salımı ve yakıt tasarrufu elde edilebiliyor. Konunun raylı ulaşım tarafına baktığımızda ise, frenleme sırasında oluşan enerjiyi depolayan ve yeniden kullanılmasını sağlayan teknolojilerden, yine enerji tasarrufu oluşturan sürücüsüz trenlere kadar zengin bir portföy bulunuyor. Geleceğin şehir içi ulaşımını şekillendiren e-Mobilite ise, yollarda daha çok görmeye başladığımız elektrikli otomobilleri ve ihtiyaç duyduğu altyapıyı temsil ediyor. Araç şarj istasyonları, paylaşım esasıyla çalışan programlar ile arka plandaki otomasyon sistemlerini ve IT altyapısını şekillendiren e-Mobilite çözümleri tüm dünyada gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Altyapı ve Şehirler Sektörü’nün diğer önemli bölümünü ise Smart Grid yani Akıllı Şebekeler oluşturuyor. Bu ürünler şehirlerde hem enerjinin hem de suyun yönetimini sağlayan dağıtım şirketleri için yenilikçi çözümleri üretiyor. SCADA yönetim sistemi ile kaynakların daha etkin ve verimli bir kullanımın yolunu açan bu çözümler sayesinde şehrin tüketimini verimli bir şeklide yönetilmesini ve kayıp-kaçak oranlarınız azaltılmasını sağlıyor. Örneğin bir dağıtım şirketi, Akıllı Şebekeler ile abone yönetim sistemini daha etkin yönetebilliyor. Sistem, aynı zamanda bugüne kadar tek taraflı yürüyen aktarımın çift taraflı olmasını sağlayabiliyor. Artık aboneler, yalnızca bir tüketici değil, evlerinde, iş yerlerinde ürettikleri hatta elektrikli otomobillerinde bulunan enerjiyi şebekeye geri kazandırabiliyor. Akıllı Şebekeler diğer yandan verimlilik oranlarını da hızla yükseltebiliyor, sistemin etkin yönetilebilmesiyle sağlanan bu değişim, şehirlerin dünya üzerindeki negatif etkilerini giderebilmesiyle dikkat çekiyor. Mart-Nisan 2012 131 GEZİ FERRARA RESTORASYON FUARI FERRARA RESTORASYON FUARININ ARDINDAN… Bu sene 19’uncusu düzenlenen RESTAURO Fuarı’na Türkiye’den hem firmalar hem de idareler anlamında ilgi büyüktü. Fuar ile ilgili izlenimleri anlatmadan önce Ferrara’ya ilişkin kısa bilgiler vermek yerinde olacaktır. > YAZI VE FOTOĞRAF: ERHAN ULUDAĞ / Şehir Plancısı F ERRARA (Ferrara lehçesi: Fràra) İtalya’nın EmiliaRomagna bölgesinde aynı ismi taşıyan Ferrara İli merkezi olan ve Adriyatik kıyısına 1 saatlik uzaklıktaki tarihi kenttir. Şehir 14 ve 15’inci yüzyılda Este Hanedanı’nın idaresindeyken bu yüzyıllardan kalma sokaklar ve çok sayıda konaklar ve saraylar halen şehirde bulunmaktadır. Şehir karayolu ile dâhil olduğu bölge olan Emilia-Romanga merkezi Bolonya’nın 50 km kuzeykuzeybatısında ve İtalya başşehri olan Roma’dan 448 km kuzeyindedir. Po Nehri ana akımından 5 km kuzeyinde bu nehrin bir değişik dalı olan Po di Volonte adlı akarsu kıyısında konumlanmıştır. Ferrara kenti Orta Çağ ve Rönesans devrinden kalma kentin planının korunması ve Po Deltası’nın korunan doğal yapısı nedeni ile 1995’den bu yana UNESCO Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Şehrin sokaklarında dolaşırken yoğun bir Ortaçağ havası ve Rönesans’ın etkisini hissediyorsunuz. UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesine girmeyi neden hak ettiğini derinden anlıyorsunuz. 132 Mimar ve Mühendis Mart-Nisan 2012 133 CIMITERO DELLA CERTOSA BU KISA BİLGİLERDEN SONRA RESTORASYON FUARINA DÖNELİM Restorasyon Fuarı 28-31 Mart tarihlerinde İtalya’nın Ferrara kentinde gerçekleştirildi. Her ne kadar ismi sadece fuar olsa da fuar alanında ve her gün ayrı ayrı konferanslar, seminerler, workshoplar, sunumlar ve çeşitli etkinlikler yapıldı. Ancak, yapılan faaliyetlerin tamamı İtalyanca idi. Maalesef İngilizce bilene de rastlamak pek mümkün olmadı. Dolayısıyla konferans, seminer ve workshoplara katılmak İtalyanca bilmeyenler için imkansızdı. Fuar ziyaretçileri arasında çeşitli kurumlardan, yerel yönetimlerden, mimarlık ve uygulama firmalarından yoğun bir katılım gözlendi. İstanbul İl Özel İdaresi, İstanbul Sit Alanları Alan Yönetimi, pek çok serbest mimarlıkmühendislik firmasının temsilcilerinin yanı sıra, çalışma alanı tarihi yarımada olan İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu’nun üyeleri, İstanbul Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanlığı’nın çalışanları da ziyaretçiler arasındaydı. Restorasyon alanında hem proje yapanlar, hem uygulama yapanlar hem denetleyenler ve hem de idareler tarafından yoğun katılımın olması ülkemiz adına memnuniyet verici bir gelişmedir. Fuarda sergilenen ürünlere baktığımızda, ülkemizle gurur duymak için yeteri kadar nedenimiz olduğunu görüyoruz. Sergilenen projeler abartısız bizlerin 5-6 yıl ve hatta daha önce ürettiğimiz projeler seviyesinde. Sergilenen son teknoloji ürünü lazer tarama sistemleri bizim de hâlihazırda Yerebatan Sarnıcı ve Şerefiye Sarnıcı Projeleri’ni hazırlarken kullandığımız teknolojinin aynısı. Fuarda daha çok malzeme tanıtımına önem verilmiş. Uygulama açısından da ulusal firmalar olarak daha iyi konumda olduğumuzu söylemek yanlış olmayacaktır. Restauro 2012’de mimari restorasyona yönelik stantların oldukça kısıtlı olduğu gözlenmektedir. Fuar, mimari restorasyondan çok konservasyona yönelik düzenlenmiş ve özellikle taşınabilir eserlerin restorasyonunu konu alıyor. Zemin problemleri, malzeme restorasyonu, çağdaş teknolojiyi kullanarak müzecilik ve obje konservasyonu konularında gayet başarılı uygulamalar yapılmış. Fuarı ziyaret eden hocamız Prof. Dr. K. Kutgün Eyüpgiller’in dikkatimizi çektiği temel konu yapılan yayınlar oldu. Bu yayınlarda farklı uzmanlık dallarını bir araya getirip ortaya gerçek bir bilimsel çalışma koymayı başarmışlar. Bizdeki temel eksiklerden biri de bu yayınların Türkiye’de bulunmaması ve benzeri yayınların ülkemizde üretilmiyor olması. İtalyanlar’ın yayımladıkları eserlerin tamamı İtalyanca. Bu eserlerin acilen dilimize çevrilip yayınlanması gerekir. Proje ve uygulama alanında çalışan bizler de yaptığımız işleri bilimsel bir çerçevede yayınlamamız gerektiğini artık biliyoruz. 134 Mimar ve Mühendis Mimari eserler, yapı malzemeleri, şehir mobilyaları, sokaklar, yapılar, meydanlar hep bir uyum içinde. Şehirde insanı rahatsız eden bir unsur yok. Binaların zemin katları kat kat asfalt yapılmadığından bodrum kata dönüşmemiş. Sokak döşemeleri halen pek çok yerde podima döşeme olarak korunmuş. FERRARA SOKAKLARINDAN GENEL GÖRÜNÜM. CORSO ERCOLE I D’ESTE SABAH 07:00 CİVARI Mimari eserler, yapı malzemeleri, şehir mobilyaları, sokaklar, yapılar, meydanlar hep bir uyum içinde. Şehirde insanı rahatsız eden bir unsur yok. Binaların zemin katları kat kat asfalt yapılmadığından bodrum kata dönüşmemiş. Sokak döşemeleri halen pek çok yerde podima döşeme olarak korunmuş. Pek az ana ulaşım aksı asfalt kaplanmış. Kaldırımlar neredeyse sokak kaplamasıyla hemyüz. Sur içinde binalar 3-4 katlı. Sur dışında ise ortalama 2-3 katlı binalar. Oranlar da gayet insani boyutlarda. Her nedense kaçak-göçek işlerine pek merak sarmamışlar. Yüksek katlı binalara hiç rastlamadık. Acaba yok mu diye merak edince 22’şer katlı iki tane bina olduğunu internetten bulabildim. Darısı bizim şehirlerimizin başına! Gece-gündüz şehir tertemiz. Çöp konteynerlerinin etrafında çöp yok. Sadece çakıl taşı kaplı sokaklarda alabildiğince sigara izmaritleri. Adeta kadınerkek, yaşlı-genç herkes sigara içiyor. Hanımlardaki sigara içme oranı da insanı şaşırtıyor. Her durumda sigar içiliyor. Otururken, yürürken, bisiklet kullanırken… Ulaşım için genelde bisiklet kullanılıyor. Sokaklarda pek fazla lüks otomobil yok. Hele hele şehirde arazi araçlarına rastlamak imkânsız gibi… CIMITERO DELLA CERTOSA GEZİ FERRARA RESTORASYON FUARI Proje firmalarından bir stand örneği. Prof. Dr. K. Kutgün Eyüpgiller ve Yüksek Mimar Sevilay Tuncer Uludağ Stantları incelerken Obje bazlı restorasyon uygulamaları RÖNESANS MİMARİ ÖRNEKLERİNDEN PALAZZO DEI DIAMANTI ORTA AVLULU TİYATRO BİNASI (TEATRO COMUNALE) ORTA AVLULU TİYATRO BİNASI (TEATRO COMUNALE) Gece-gündüz şehir tertemiz. Çöp konteynerlerinin etrafında çöp yok. Sadece çakıl taşı kaplı sokaklarda alabildiğince sigara izmaritleri. Adeta kadın-erkek, yaşlı-genç herkes sigara içiyor. Hanımlardaki sigara içme oranı da insanı şaşırtıyor. Her durumda sigar içiliyor. Otururken, yürürken, bisiklet kullanırken… Toprak mamulleri üreten bir firmanın standı Mart-Nisan 2012 135 KENT VE YAŞAM ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN YAŞLILARIMIZ KAYBOLUYORUZ ARTIK ŞEHİRDE… BİR YANDAN TRAFİK, SOKAKLAR, MEYDANLAR DEĞİŞİYOR, DİĞER YANDAN ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ, REZİDANSLAR YÜKSELİYOR, GÖKYÜZÜNE BAKAYIM DERKEN AMERİKA’DA YAŞIYORMUŞ HİSSİNİ VERİYOR YÜKSEK BİNALAR BAŞINIZ DÖNÜYOR… > A. GÜLESER EKŞİ Mimar T ARİHİ yarımadanın bulunduğu Sultanahmet’e varıyorsun turistlerin çeşitliliğinden gözlerin kamaşıyor. Türkiye mi burası diye düşünüyor insan, ne çok değişim geçirmişiz, son 10 yılda ülkemiz hızlı bir değişime uğramış, tarihi alanların bulunduğu yerler yenilenmiş, siluetler delinmiş kimi kaybolmuş, binaların ön yüzleri çok güzel, arka yüzleri almış başını gidiyor. Şehzadebaşı’ndan Vefa Lisesi’nin arkasındaki yoldan dik inen yokuştan Tahtakale’ye doğru ilerleyin, hala kalkmamış olan sanayi kalıntıları ve tamir yerleri sizi karşılıyor; yani arka sokaklar hala 1960’larda. Şehrin önyüzü yenilenmiş fakat arka yüzü 136 Mimar ve Mühendis temizlenip arındırılamamış, yenilenememiş. Şehir planlayıcıları bunları görebilmeli. Yabancı turistler ülkemizi gezerken ellerindeki haritalarla dolaşıyor, dolayısıyla her sokağa girip geziyorlar, onlar için her yer şehir. Fakat bizde öyle değil! Evimizin arka bahçesi hep döküntülerle, işe yaramaz malzemelerle dolu. Sokak arkalarındaki tamirci atölyeleri gibi. Buraların düzenlenip temizlenmesi şehir plancılarımıza düşüyor. Almanya’da şehirciler, dar caddelerdeki küçük yerleşimleri, yaşlı ve çocukların kullanması için küçük parklara, parti evlerine dönüştürmüş, hem döküntü birimler yok hem de buralar az metrekareyle değerlendirilip yaşlı çocuk ve gençlerin kullanımına sunul- muş. Büyük şehirlerde metrekare çok değerli bu yüzden en küçük bir alan bile değerlendirilmeli. Yatırımlar şehirdeki her yer için yapılmalı, sadece büyük parseller için değil. Halkımızın nefes almak için bu yerlere gereksinimi var. Yeşil alanlarımızın giderek azalması, belediye planlamalarındaki çocuk parkı ve yeşil alan olarak gösterilen yerlerin giderek azaltılması yerine çoğaltılması gerekmekte. Yeni yapılan planlamalara göre İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce İstanbul içindeki sanayinin kent dışına çıkarılması stratejisine bağlı olarak, Kartal sanayi alanları 1’inci derece merkeze bağlı, Maltepe–Dragos sanayi alanı karma kullanımlı 2’nci derece merke- ŞEHİRDEKİ RENGARENKLİK Şehirleşmenin getirdiği yabancılaşmada daha çok paylarını yaşlılar alıyor, çünkü onlar için düşünülmüş çok az şey var. Yaşlılar için yapılan araştırmalar, sağlığın her şeyin başında geldiğini göstermektedir. Genellikle her yaş grubunun başlıca gereksinimleri, güvenli bir yaşam, sağlıklı aile ve toplum ilişkileri, sosyal güvenlik, sağlıklı çevre koşulları, uygun ve sağlıklı iş, yeterli ve sürekli gelir ve sosyal aktivitelerdir. İlerleyen tıp, uygarlık, gelişen teknoloji ve etkin sağlık hizmetleri ortalama insan ömrünün uzamasına ve genel nüfus içinde yaşlı popülasyonun hızla artmasına yol açmıştır. İnsan ömrünün uzatılmasına ilişkin çabaların temel amacı, sağlıklı, üretken ve kaliteli bir yaşamdır. Kalite hayatın her dönemi için arzu edilendir. Kalitenin temel koşulu ise sağlıklı bir çevrenin oluşturulması ve geliştirilmesi için gerekli önlemlerin alınmasıdır. Dünya Çevrecilik Örgütü’nün tanımladığı gibi çevrecilik, fiziksel ve sosyal yönlerden donatılmış bir çevre bütünü halidir. Ülkemizin endüstrileşme, şehirleşme, genel kültür, sağlık kültür düzeyi ve sosyal yapısı birbirileriyle yakından ilişkilidir. Zamana bağlı olarak bireyin yaşadığı ortama uyum sağlamasındaki güçlükler ile organizmada iç ve dış etmenler arasındaki dengenin sağlanması işlevinin azaldığı dönemlerde sosyal desteğin artırılmasına gerek bulunmaktadır. Bu dönemlerden biri de yaşlılığa ilişkin olanıdır. Çağımızda, yaşlanmanın doğumdan itibaren başlamış olduğundan hareketle, hizmetler ve sunumlarının da buna göre düzenlenmesi gerekmektedir. Kuşkusuz insani gereksinimler toplumdan topluma, bireyden bireye değişmekte, kişilerin değişik dönemlerdeki ihtiyaç- ALMANYA musluğunuz bozulduğunda muslukçu bulmak görevi size düşmüyor. Yangın tehlikesi ile karşı karşıya kalındığında otomatik olarak her şey kilitleniyor. Giriş ve çıkışlar kameralarla kontrol ediliyor. Bu çeşitlilik ve rahatlık yüzünden yaşam tarzınız da değişiyor. Gençler belirli spor kulüplerine üye oluyor, çocuklar apartmandaki komşunun çocuğuyla değil mutlaka yuvadaki arkadaşlarıyla oyun oynuyor, anneler kafelerde çaylarını içiyor, babalar her zaman çalışmak zorunda hafta sonları ancak dışarıdaki ortamlarda nefes alabiliyor, yaşlılar zaten mahkum evde ya da huzur evlerinde son yaşamlarını yaşıyor. Almanya’daki şehirciler dar caddelerdeki küçük yerleşimleri, yaşlı ve çocukların kullanması için küçük parklara, parti evlerine dönüştürmüş, hem döküntü birimler yok hem de buralar az metrekareyle değerlendirilip yaşlı çocuk ve gençlerin kullanımına sunulmuş. İSTİNYEPARK ze bağlı, Kağıthane-Cendere Vadisi sanayi alanları bilgi teknolojileri temel alanı karma kullanımı olarak dönüşüm sürecini başlatmış durumda. Bu çalışmaların yaygın ve yeşil alanların çoğaltılmasında faktör olarak düşünürsek, arka sokaklarımızın da temizleneceğine ve yeşilleneceğine inanıyorum. Hızlı gelişmemiz TOKİ, Varyap, Ağaoğlu, Dumankaya gibi büyük inşaatçılarımız sayesinde idealist binalar, Paladyum, İstinye Park, Cevahir gibi harika alışveriş yerlerimiz var artık. Şu anda 2015’lerdeyiz. Fakat alt yapımız yetersiz, köprülerimiz her saat yoğun, şehir her vakit dumanlı havalarda, en nadide şehir merkezlerine müthiş yatırımlar yapılıyor ve fakat binalardaki düşey yükselmeye karşılık yatayda hiçbir genişleme yok. Nedir bu yeni binaların cazibesi? Halkımız şehirciğin yeni yeni yerine oturduğu taşlarında uzun süren geçişlerden sonra bu rezidansları, siteleri, yüksek binaları neden tercih ediyor? Rezidansların tercih edilme sebepleri ne? Rezidans, içinde oturanlara hizmet verebilen, sosyal imkan ve güvenlik sağlayan, yüksek kalitede teknolojik yapılar stili. Rezidanslar yüksek kalitede yapılar. Rezidansların etrafının yeşilliklerle çevrili olması, tasarımı ve özellikleriyle çevresine değer katmakta, sekreterlik ve resepsiyon hizmeti, günlük temizlik ihtiyacı, kuru temizleme, çamaşırhane, alışveriş servisi verilmekte. Genellikle Amerikan tarzı mutfağı ve beyaz eşyaların tümü içinde var. İnternet bağlantısı, sekreterlik, klima, doğalgaz donanımı, direkt telefon, kasa, ütü odası, kablolu televizyon ve uydu TV hizmeti verilmekte. Şehirlerimizdeki bu daha çok İstanbul’da, gelir durumu yüksek yaşlılar, işadamları, yabancı uyruklular, öğrenciler, yeni evlenenler ve sanatçılar bu ve buna benzer yapıları sıklıkla tercih etmekte. Rezidansların tercih edilme nedeni; çoğu zaman rahatlık ve konfor olarak açıklansa da aslında yaşam tarzı değiştiriliyor. Akmerkez’in açılmasıyla başlayan rezidans kültürü İstanbul’un hemen her semtine yayılmış durumda. Ataşehir’den Ataköy’e, Mecidiyeköy’den Fenerbahçe’ye gökdelenler ardı sıra yükseliyor, rahat bir yaşam sunuyor olması cazibesini artırıyor. Her şeyin bilgisayarla takip edildiği, akıllı binaların içindeki bu daireler sorumluluk gerektirmeyen bir yaşam vaat ediyor ve vaadini de yerine getiriyor. Çünkü evinizin tüm ihtiyaçları sizin adınıza başkaları tarafından karşılanıyor. Mesela Hızlı gelişmemiz TOKİ, Varyap, Ağaoğlu, Dumankaya gibi büyük inşaatçılarımız sayesinde idealist binalar, Paladyum, İstinye Park, Cevahir gibi harika alışveriş yerlerimiz var artık. Şu anda 2015’lerdeyiz. Rezidansların tercih edilme nedeni; çoğu zaman rahatlık ve konfor olarak açıklansa da aslında yaşam tarzı değiştiriliyor. Mart-Nisan 2012 137 KENT VE YAŞAM ları da birbirinden farklılık göstermektedir. Genellikle her yaş grubunun başlıca gereksinimleri sağlık, barınma, güvenli bir ortamda yaşamını sürdürme isteği, yaşa göre kültürel aktivitelere katılmadır. Kimi yaşlılar kaldırımların yüksekliği, alışveriş yerlerinde asansör olmayışı yüzünden sokağa sınırlı sayıda çıkmaktadır, yeşil alanlarda dinlenme bantlarının olmayışı onları evlerinde oturmaya itmektedir. Kendilerine bu konularda tolerans göstermekte ve bu konforsuzluğu yaşlılığın gereği kabul etmektedirler. Sosyal destek programları bu anlamda önem kazanmaktadır. Bireylerin doğru bilgilendirilmeleri, toplum kaynaklarından haberdar edilmeleri, bu kaynakların harekete geçirilmesi, yeterli maddi gücü olmayanlara ekonomik ve sosyal yardım sağlanması gibi çok yönlü hizmetler sunularak yaşlı bireylerin bu ve benzeri sorunları olanaklar ölçüsünde giderilmelidir. Yollar ve kaldırımlardaki fiziksel bozukluklar, asansörlü kamu ulaşım taşıtlarının olmaması, trafikte gerekli düzenlemelerin yapılmamış olması, sağlıksız çevre koşulları, konutların, ev araç ve gereçlerinin yaşlı kullanımına uygun hazırlanmamış olması, sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği, genel sağlık sigortasının olmaması, hukuki ve diğer sosyal, psikolojik sorunlar için danışma büro ve merkezlerinin yaygın bulunmaması .b. gibi pek çok neden yaşlı bireylerin yaşamını güçleştirmekte, aktif, üretken kişiler olarak topluma katılımlarım ve kaliteli bir yaşam sürdürmelerini engellemektedir. Dikkat edilecek olursa, yaşam kalitesini bozabilecek öğelerin çokluğu ve çeşitliliği hizmetlerin bütün olarak sunulmasını ve takım çalışması gerekliliğini vurgulamaktadır. Ayrıca taşıyıcı araçlarla bazı hizmetler yaygınlaştırılarak seçenekler sunulabilmelidir. YAŞLILIK KONFORU Gelişmiş ülkelerdeki uygulamalara bakıldığında; emeklilik yaşının geciktirildiği, yetişkinler için geçici para yardımlarının istenmediği, böylece sigorta sisteminin öne çıkarıldığı görülmektedir. Yine aynı ülkelerde sosyal konutların sağlandığı, çevrenin yaşlıların bağımsız yaşamlarını sürdürebilecekleri şekilde düzenlendiği, toplumun yaşlılık konusunda bilgilendirildiği ve toplumsal davranışların yaşlıların yaşamını kolaylaştıracak biçimde geliştirilip yaygınlaştırıldığı izlenmektedir. Yaşlıların sosyal ilişkiler içine çekilerek top- 138 Mimar ve Mühendis Yollar ve kaldırımlardaki fiziksel bozukluklar, asansörlü kamu ulaşım taşıtlarının olmaması, trafikte gerekli düzenlemelerin yapılmamış olması, sağlıksız çevre koşulları, konutların, ev araç ve gereçlerinin yaşlı kullanımına uygun hazırlanmamış olması, sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği, genel sağlık sigortasının olmaması, hukuki ve diğer sosyal, psikolojik sorunlar için danışma büro ve merkezlerinin yaygın bulunmaması gibi pek çok neden yaşlı bireylerin yaşamını güçleştirmekte, aktif, üretken kişiler olarak topluma katılımlarım ve kaliteli bir yaşam sürdürmelerini engellemektedir. lumla kaynaştırılması ve kitle iletişim araçlarında da yaşlıların katılabileceği programlara geniş yer verilmesi gibi düzenlemeler de ilgi çekicidir. Koruma konusunda sosyal güvenlik sisteminin geliştirildiği, böylece yaşlıların gereksinimlerinin daha iyi sağlandığı gözlemlenmektedir. Amerika ve Avrupa ülkelerinde çalışma hayatının uzamasına özellikle önem verildiği, çalışabilecek güçte ve istekli olan yaşlılara iş olanakları sağlanmaya çalışıldığı da ayrıca belirtilmelidir. Böylece gelişmiş ülkelerde yaşlı bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmaya yönelik pek çok yeni hizmet sosyal devlet anlayışı içinde oluşturulmaya ve günden güne geliştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının ikinci maddesinde ve yine Anayasa’nın 61’inci maddesinde, “...Yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve Genellikle her yaş grubunun başlıca gereksinimleri sağlık, barınma, güvenli bir ortamda yaşamını sürdürme isteği, yaşa göre kültürel aktivitelere katılmadır. kolaylıklar kanunla düzenlenir. Bu amaçlarla gerekli teşkilat ve tesisleri kurar veya kurdurur” hükümleri yer almaktadır. Bu hükümler çerçevesinde devlete sosyal güvenlik sistemini kurma ve işletme fonksiyonu verilmiştir. Devlet yaşlı nüfusa özgü olanak ve koşulları hazırlamak gereğini duymuş, bunun sonucu olarak dinlenme yurtları ve huzur evleri kurmuştur. Çoğunluğu Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun sorumluluğuna bırakılan bu kuruluşların gereksinimlere yanıt verebilmek üzere her geçen gün sayıları arttırılmaktadır. Konu yalnızca huzur evleri ile sınırlı kalmayıp yaşlı bireylerin yasam kalitesini artırmak üzere sosyal ve ekonomik yardım ile psikolojik destekler de sunulmaktadır. Ayrıca yaşlıların toplum içinde yaşamlarını kolaylaştırmak üzere toplum tarafından sorumlulukların paylaşılması ve yaşlıların refahına yönelik bu hizmetlerin bilincine varılması gerekmektedir. Söz konusu hizmetleri aksatan veya çarpıtanlar için caydırıcı yaptırımların uygulanması hizmetlerin yeterli ve amaca uygun bir biçimde verilmesi açısından etkili olacaktır. Yaşlılık alanında gerekli araştırmaların yapılarak, profesyonel çalışma ve uygulamaların insana yaraşır kalitede hizmetlere dönüşmesi sağlanmalı, yaşlılar için evde bakım hizmetleri, gündüz hizmet veren kulüpler, rehabilitasyon ve dinlenme merkezle geliştirilmeli, bunlar için yeni planlanan site ve rezidanslarda yer ayrılmalıdır. Hukuki, sosyal, psikolojik sorunların çözümlenebileceği danışma merkezlerinin sayıları arttırılmalıdır. Ayrıca ileri yaş grubunun zamanlarını iyi değerlendirebilecekleri çeşitli olanaklar hazırlanmalı ve bu yolla toplumun onlara her zaman gereksinim duyabileceği hissettirilebilmelidir. Sonuç olarak, yaşam her dönemde kendine özgü özellikleri ile değerlidir. İleri yaşlarda da bireyler toplumdan soyutlanmadan mutlu bir yaşam sürdürebileceklerdir. 70-80’Lİ YAŞLARDA YAŞAM Sağlıklı ve konforlu yaşamın her insanın hakkı olduğu, Mikelanj, Verdi, Goethe, Mimar Sinan gibi sanatkarların en güzel eserlerini 70’li hatta 80’li yaşlarında topluma sundukları gerçeği de unutulmamalıdır. Mimar Sinan ustalık eserini 82 yaşında yapmıştır. Kur’ân-ı Kerim, anne-babanın yaşlılığını ve onların güzelce bakılmasının gereğini teşbihler yaparak, etkili bir biçimde anlatıyor. Çünkü yaşlanan anne-baba, ihtiyarlığın beraberinde getirdiği olumsuzlukları yaşadığından himayeye, şefkate, saygıya, bakıma, yardıma, hizmete ve iyi muameleye muhtaç bir devreyi yaşamaktadır. “Eğer beli bükük yaşlılar, çocuklar, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azab sel gibi inerdi.” “Size yaşlılarınız ve çocuklarınız için merhamet ediliyor” hadis-i şerifi yaşlıların üzerimizde ne gibi hakları olduğunu gösteriyor. “Cenab-ı Hak, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara “öf!” bile deme, onları azarlama! Onlara güzel söz söyle” diye buyuruyor. Her çağın kendine has güzellikleri olduğu unutulmamalı, yaşlıların şehir hayatından daha iyi faydalanabilmeleri için donanımlar arttırılmalıdır. Tecrübeli ve bilgili bizden yaşça büyüklerimizden aldığımız derslerle geleceğe hazırlanmalıdır, dolayısıyla geleceğimiz yeni yetişen nesillere emanettir. Mart-Nisan 2012 139 MAKALE MMG Basın Açıklaması: Afet Kanunu Aceleye Getirilmiştir Nasıl bir şehirleşme sorusuna cevap aramadan oluşturulacak her türlü afet merkezli kanun yaklaşımı bizi çıkmaz bir sokağa getirecektir. En az anayasa çalışmaları üzerinde çalıştığımız kadar şehirleşme ve şehirleşmenin getireceği sorunlar ve çözümleri üzerine konuşmalıyız. Bu konu oldubittiye getirilemeyecek ve bir bakanlığın sorumluluğuna bırakılamayacak kadar yaşamsaldır. Evet, deprem yakın bir gerçek ancak üzerinde fazla çalışma yapılmadan ve tarafların katılımı sağlanmadan yapılacak şehirleşme, sorunları daha büyük sosyal deprem ve krizlere davetiye çıkarabilir. Kentsel dönüşüm üzerine yeniden düşünürken… Türkiye uzun zamandır yeni anayasa yapmak için uzlaşı arayışındadır. Bir türlü sağlanamayan uzlaşıdan dolayı son 10 yılımızı anayasa tartışmalarıyla geçirdik. Bugüne gelene kadar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e çeşitli çalışmalar yapıldı ve daha iyisi için arayışlar sürmektedir. Son 13 yıldır, 19 Ağustos depreminin her yıldönümünde, önümüzdeki 30 yıl içinde yıkıcı etkisi büyük bir deprem olacak, hazırlanmalıyız, tartışmalarıyla haftalarca oyalandık. Son Van Depremi bir daha kapımızı çalana kadar bu konuda hiçbir ciddi adım atılmadı. Konu adeta bir medya malzemesi olarak gündemimizi işgal etmeye devam etti. Artık ciddi bir dönüm noktasına geldik. Konu depreme dayanıklı binalar yapmak değil, önümüzdeki 100 yılın konut politikalarını ve 3 neslin yaşayacağı yaşama alanlarını oluşturmak ya da bu alanların imarını sağlayacak şehirlerimizi dönüştürmek eksenine oturmuş bulunmaktadır. Herkes için şehir Kentsel dönüşüm, anayasa yapmak kadar önemlidir; çünkü sonuçları itibariyle en az anayasa kadar hayatımızı etkiler. Şehirler geçmişimizin, bugünümüzün yaşandığı ve geleceğimizin yaşanacağı, hayat alışverişimizde sürekli soluduğumuz hatıralımızın ve 140 Mimar ve Mühendis hayallerimizin mekânıdır. Toplumun bütün kesimleri için yaşamsal bir alan olan mekân, mimari ve şehir bizi biz yapan, ekonomiden siyasete, kültürden sanata kadar her etkinliğin yaşam alanıdır. Yaşadığımız altyapıdan trafik sorununa, yeşil alanlardan tarihi mekânların korunmasına kadar bütün konular şehircilik politikalarının bir uzantısıdır. Şehre bir yaşam alanı olarak baktığımız zaman değerler üzerinden konuşuruz; oysa yalnızca ekonomi üzerinden baktığımızda, sadece ranttan konuşuruz. Bu ise yapıp ettiğimiz her şeye sirayet eder. Şehirlerimizi “herkes için şehir anlayışı” ile 7 den 70’e bütün kuşakların birbiri ile buluştuğu, anlaştığı, kaynaştığı, sevgi ve bilgilerini paylaştığı mekanlar olarak, insan ölçekli ve insan yüzlü olarak tasarlamalıyız. “Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi” hakkındaki kanun bu kapsamda aceleye getirilmiş ve yeterince toplumda tartışılmamış bir yasadır. Yasa meclise sunulduğu haliyle bir arsa üretim yasası şeklinde görülmekte, kentsel dönüşümün nasıl yapılacağı ve nasıl şehirler inşa edileceği ile ilgili hiçbir madde içermemektedir. Şehirleşme ama… Nasıl bir şehirleşme sorusuna cevap aramadan oluşturulacak her türlü afet merkezli kanun yaklaşımı bizi çıkmaz bir sokağa getirecektir. En az anayasa çalışmaları üzerinde çalıştığımız kadar şehirleşme ve şehirleşmenin getireceği sorunlar ve çözümleri üzerine konuşmalıyız. Bu konu oldubittiye getirilemeyecek ve bir bakanlığın sorumluluğuna bırakılamayacak kadar yaşamsaldır. Evet, deprem yakın bir gerçek ancak üzerinde fazla çalışma yapılmadan ve tarafların katılımı sağlanmadan yapılacak şehirleşme, sorunları daha büyük sosyal deprem ve krizler davetiye çıkarabilir. Yarın geç olmadan bilimsel bir yöntemlerle bütün sosyal tarafların katılımıyla konuyu tartışmalıyız. Türkiye’de şehirleşmede altyapı, ulaşım, sosyal donatı alanları, bina kalitesi ve depremlerden dolayı ciddi şehirleşme sorunları yaşanmaktadır. Halkımızı daha sağlıklı, güvenli ve huzurlu şehirlerde yerleştirmek için gerekli çalışmaların yapılması gerekmektedir. Büyük küçük birçok şehrimiz benzer sorunlarla karşı karşıyadır ve yaşam kalitesi her geçen gün düşmekte ve insanlarımız için şehirde hayat çekilmez hale gelmiştir. Deprem gerçeği de önümüzde durmaktadır. Bir yandan yaşlanmaya başlayan nüfusumuzun gerçeğini göz önüne alarak çocuk, özürlü ve yaşlıların şehrin imkânlarından yararlanmasını da sağlayacak şekilde daha huzurlu ve üretken, çevresi ve tarihi değerleriyle daha barışık şehirler inşa etmeliyiz. Bunu yaparken halkımıza büyük ekonomik yükler getirmeyecek şekilde kentsel dönüşümü veya yeni şehirleşme alanları oluşturmayı sağlamalıyız. Ülkemizin sosyal barışını sağlayacak, ekonomimizi çalıştıracak, daha sağlıklı, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir şehircilik için deprem ve afet gerçeğini bir fırsata çevirmeliyiz. Bu konuda toplumun bütün kesimlerinin katılımıyla yeni düzenlemeler yapılmalıdır. İnsanların yaşam alanlarıyla ilgili yapılacak değişimlere katılma hakkı sağlanmalıdır. Bunu yaparken kendi şehircilik mirasımız ve dünyanın geldiği şehircilik anlayışından yararlanmalıyız. Sosyolog, psikolog, şehir tarihçisi, kamu idarecisi, iktisatçı, mimar, mühendis ve şehir plancılarının katkılarıyla demokrasimizi yükseltecek, toplumsal uzlaşıyı sağlayacak şekilde şehirlerimiz tasarlamalıyız. Çevre, insan ve ekonominin iyi harmanlandığı bizi bugünden geleceğe taşıyacak daha sürdürülebilir ve yaşanabilir şehirler için birlikte çalışmalıyız. TOKİ’nin birbirini tekrar eden, mimari ve estetikten yoksun aynılaştırılmış binaları şehirlerimiz için hiç de uygun değildir. Bütün şehirlerimiz kimliksiz, birbirinin kopyası ve birbirini tekrar eden mekânlar olmaya başlamıştır. Toplum olarak adeta akıl tutulması yaşadığımız şehirlerimizi tekrar inşa ederken mimarimizi ve şehirciliğimizi tekrar ihya etmeliyiz. Şehirlerimizi gelecek nesillere daha nezih, daha estetik, daha az katlı, sosyal donatı alanları daha büyük ve erişilebilir, geniş yeşil alanların kent dokusu içinde yer aldığı, bulunduğu coğrafyanın sunduğu imkanların iyi kullanıldığı, fiziksel topografyaya saygılı mekânlara çevirmeliyiz. Ortak zemin arayışı Belediyeler bugün geldiği noktadan daha geriye götürülmemelidir. Demokrasimizin yerel ayağı olan belediyeciğimizi geliştirecek uygulamalar artırılırken katılımcı ve çoğulcu bir anlayışla şehirlinin karar süreçlerine katılımı sağlanmalıdır. Yıkıp daha iyi ve sağlamını yapacağız anlayışıyla insanların yaşadığı kültürel çevrenin inşasında merkezci yaklaşımdan, ben bilirim anlayışından uzak durulmalıdır. Odalar, üniversiteler ve STK’lardan daha fazla yararlanarak toplumu ve demokrasimizi oluşturan bütün kurumların süreçte daha işlevsel rol almasına imkan sağlanmalıdır. “Önce insanlar şehirleri inşa eder, sonra şehirler de insanı inşa eder” gerçeğini aklımızdan çıkarmayarak hırsa ve tamaha şehirlerimizi teslim etmemeliyiz. Bilimsel, kültürel ve insani değerler üzerine medeni- yet taşıyıcısı şehirleri inşa etmede bu yasal düzenlemeyi bütün kesimler olarak fırsata çevirmeliyiz. Mimar ve Mühendisler Grubu Mimarlar ve Mühendisler Grubu’nun Kanun Hakkındaki Değerlendirmesi: AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN TASARISI BİRİNCİ BÖLÜM Amaç, Kapsam ve Tanımlar Yasa adından da anlaşılacağı gibi ana felsefesini “afet” ve “dönüşüm” kavramlarına dayandırmaktadır. Yasa koyucu toplumda son yaşanan Van Depremi ve son büyük deprem olan 17 Ağustos 1999 depreminin hatırlattıklarıyla beraber sağlıksız yapı stokunun meydan getirdiği yaşanılan mekânların güvensizliği üzerinden kendisini ifade etmeye ve yasa için gerekli hukuki altlık oluşturmayı öngörmektedir. Kentsel dönüşümün yapılması için gerekli olan arazinin temini ve bu temin için gerekli bütün işlemler tanımlanmaktadır. Deprem eksenli olarak riskli alanlardan ve bu araziler üzerindeki riskli yapılardan bahsetmektedir. Yeni şehirlerimizi kuracağımız rezerv alanlarda ve dönüştürülecek mevcut arazilerde İstanbul’da yapıldığı gibi “mikro bölgelendirme” çalışmasını yapmalıyız. Kapsamlı Afet Yönetim Sistemi’nin bileşenleri olan, sel, heyelan ve yangınları da deprem için alınan önlemlerin içine koymalıyız. Kanunu bütüncül bir şehir yönetimi felsefesine oturtmalıyız. Kanun metninin hiçbir bölümünde yapılacak kentsel tasarım ile ilgili bir açıklama yoktur. Daha çok arsa üretmeye ve mülkiyetlerin tespitine yönelik bir anlayış görülmektedir. Yasada, mevcut olan yapı stokunun getirdiği sorunları azaltmaya yönelik ya da yeni imar durumunda şehirli insana sağlanacak imkânlarla ilgili hiçbir madde yoktur. Yasanın tanımlar kısmında uygulamadan birinci derecede sorumlu makam olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (Bakanlık) bulunmaktadır. Bakanlığın birinci derecede uygulama birimi olarak TOKİ görülmektedir. İşlerin yapımı aşamasında bakanlığa yardımcı birim olarak TOKİ’nin yanında “İdare” den bahsedilmektedir. İdare olarak, büyükşehir belediyeleri ve bağlı ilçe belediyeleri, diğer illerin belediyeleri ve il özel idareleri tanımlanmaktadır. İKİNCİ BÖLÜM Uygulama Hükümleri Tesbit, taşınmaz devri ve tescil Madde 3.1 riskli yapıların tespit işlemleri idarelere verilmektedir. İdarelerin teknik yetersizliği veya toplumdan gelecek tepkilerden dolayı yapamaması durumunda bakanlık bu yetkiyi TOKİ’ye verebilmektedir. Verilen sürelerde tespitlerin yapılmaması durumunda bakanlık yine devreye girmektedir. Belediyeler bakanlığın bir alt birimi olarak vazife görmekte kamudan seçim yoluyla aldığı yetki elinden alınmış ve iradesiz hale getirilmiş bulunmaktadır. Belediyeler mahalli Mart-Nisan 2012 141 MAKALE olarak konuya en yakın seçilmiş birimler olarak daha etkin bir görev içersinde bulunmalı ve yerel demokrasinin temel unsurları olarak yetkilendirilmelidir. Bu konuda kanun, bakanlığı belediyelerin üzerinde otorite olarak göstermektedir. Madde 3.2’de riskli yapıların idarece tespitinden sonra hak sahiplerine bilgi verilmeden ve açıklama yapılmadan 15 gün gibi bir kısa sürede tapuya kaydı yapılmaktadır. Vatandaşın kendi mülkü hakkında bilgi sahibi olmasının önüne geçilmektedir. Bitmiş bir iş bilgi olarak verilmektedir. Risk tespitinden sonra vatandaş bilgilendirilmeli ve daha sonra kaydı tapuya yapılması sağlanmalıdır. Anayasal bir hak olan mülkiyetten kaynaklanan bireysel hakların kullanılmasında vatandaşın mağdur edilmemesi sağlanmalıdır. Madde 3.3, 3.4 ve 3.5’lerde özellikle büyük şehirlerde arsa üretiminin önünde engel olan askeriyeye veya diğer kamu kurumlarına ait araziler ilgili kurumlar ve maliye bakanlığınca bakanlığın tahsisine açılmaktadır. Bu alanlar yeni yerleşim alanları veya rezerv alan olarak değerlenmesi sağlanacaktır. Şehirlerin merkezinde veya hemen yanından olan bu geniş arazilerin yoğun yapılaşmayı azaltmada ve yeni kamuya açık sosyal donatı alanı olarak açılması uygun olacaktır. Şehir için önemli arazilerin 3’üncü şahıslara gelir temini için satılmasının önüne geçilmesi sağlanmalıdır. Şehirdeki üretilen yeni arazilerin kamunun kullanımına açık yaşam alanları üretiminde kullanılması konusunda hassasiyet gösterilmeli, nerede is yok seviyesine gelen sosyal donatı alanları, şehir içi yeşil alanlar ve kent parkları oluşturmada imkâna çevrilmelidir. Madde 3.6’da meralar, yazlık ve kışlaklar bulundukları bölgelerde havyacılığımız için önemli ekonomik ve sosyal yaşam alanlarıdır. Bunların arazi üretiminde kullanılmasında özel hassasiyet gösterilmesi gerekir. Bu araziler yoğun kent yapılaşmasını rahatlatmak ve her vatandaşımızın hakkı olan daha az katlı ve bahçeli evlerde yaşaması için arsa üretiminde değerlendirilmesi sağlanmalıdır. Vatandaşımız hiç hak etmediği yoğunlukta ve kimliksiz şehirlerde yaşamak zorunda değildir. Bu konuda bölgenin topografya, iklim ve yerel malzemesini önceleyen yeni-klasik mimari anlayışla kimlikli şehirler geliştirmede üretilen araziler kullanılmalıdır. Kesinlikle gelir artırıcı bir anlayışla kamuya ait bu araziler soysal dokumuzu da bozacak bir yapılaşmaya açılmamalıdır. Madde 3.7’de riskli alanlarda olan ancak 142 Mimar ve Mühendis sağlam olan binaların uygulama bütünlüğü açısından kanun hükmüne alınmasından bahsedilmektedir. Bu binaların çoğu 1999 depremi sonucu yapılan ve büyük kısmı da vatandaşın kredi yoluyla aldığı konutlardan oluşmaktadır. Uygulama bütünlüğü açısından bunların değerlendirmesi durumunda vatandaşın içine düşeceği mağduriyet devlet tarafından nasıl karşılanacaktır? Zaten ciddi bir kredi yükü altında konut sahibi olan vatandaşın bu kanununu uygulanmasından dolayı uğrayacağı ekonomik kayıplar nasıl karşılanacaktır. Bunlar konusunda kanunda belirsizlikler bulunmaktadır. Madde 3’te arazi temini ve şehir inşası sırasında tarihi, kültürel ve doğal çevrenin korunmasında uygulanacak yöntem ve gözetilecek kanunlarla ilgili atıflar yapılmamıştır. Türkiye’nin zenginliği olan bu değerlerin korunmasında, hızlı bir kentsel dönüşüm süreci geçireceğimiz yasanın uygulanmasında gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Özelikle uzun bir tarih döneminde oluşmuş ve bulundukları şehirlerin kimlikleri olmuş şehir siluetlerinin korunması konusunda “bütüncül şehir silueti” anlayışı getirilerek geleceğe bu değerlerimiz taşınmalı, bugünün riskleri adına tarihi ve kültürel mirasımız kurban edilmemelidir. Bu büyük dönüşümden çevre, tarih ve kültürel dokuyla uyumlu yeni bir şehir anlayışı çıkarılmalıdır. Tasarrufların kısıtlanması Madde 4.1’de bakanlık ve ilgili idare, riskli alanlarda proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşmayı geçici olarak durdurur denmektedir. Geçici olan bu sürenin en fazla ne kadar olacağı tanımlanmamıştır. Bu yasanın çıkması durumunda hangi alanları riskli alan olduğu belirsiz olacağından devam etmekte olan veya tasarlanan bütün inşaatlarda yapılaşma duracağından ekonomik hayatta ciddi bir belirsizlik olacaktır. Hayatın devam ettiği gerçeğinden bakarsak alınacak bu karar ülke ekonomisine ciddi zarar verecektir. Piyasalarda bir şekilde oluşmuş bütün fiyatlar da dalgalanmalara sebep olacaktır. Madde 4.3’te de riskli alanlarda ve yapılarda meydana gelecek elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetlerin verilmemesi veya ilgili kurumlarca durdurulması talep edilmektedir. Bu durumda büyük bir kargaşa çıkacaktır. Yapılacak işlerin bir tedriciyet içinde bilgilendirmeler ile yapılması gerekir. Vatandaşın yaşayacağı rezerv alanlardaki konutların teslimi veya kiraya çıkması ESKİŞEHİR, ODUNPAZARI EVLERİ SAFRANBOLU sağlanmadan, hizmetleri alacağı mekânlar tahsis edilmeden yapılacak bu tür işlemler hayat kalitesini düşürecek, kaosa neden olacak ve hizmetleri veren idarelerle vatandaşı karşı karşıya getirecektir. Toplumsal barışı sağlamakta güçlük çektiğimiz bu günlerde yeni çatışma alanları oluşturmamaya özen gösterilmelidir. Türkiye’de şehirleşmede altyapı, ulaşım, sosyal donatı alanları, bina kalitesi ve depremlerden dolayı ciddi şehirleşme sorunları yaşanmaktadır. Tahliye ve yıktırma Madde 5.1 ve 5.2 Riskli yapılarda tahliye yapılması durumunda bunlarda ikamet eden malik ve kiracılara veya gecekondu yaparak riskli yapıya sahip olanlara “kira yardımı yapılabilir” denmektedir. Devletin kendi inisiyatifi ile yaptığı bir dönüşüm esnasında mağdur olan her vatandaşın kira yardımı devlet tarafından karşılanması sosyal devlet olmanın ve elinden ikamet hakkı alınan vatandaşın mağdur edilmemesi açısından “kira yardımı yapılacaktır” şeklinde olmalıdır. Bu durum hem iş yeri ve hem de konut için geçerli olmalıdır. Madde 5.3.ve 5.4’te ifade edilen riskli yapının yıkılması için verilen en az 30 gün süre yetersiz bir süredir. Yıkım işlemlerinin vatandaşça yapılmaması durumunda idarece, idarede yapmazsa bakanlıkça yapılacağı belirtilmektedir. “Yıktırma işlemleri yapılmadan önce vatandaşa gerekli yer tahsis bilgisi bildirilecek, tahliye ve yıkım giderleri bakanlıkça ilgili bütçeden karşılanacaktır.” denmelidir. Vatandaşı gelecekle ilgili belirsizliğe sokmayacak şekilde işlemler sırasıyla yapılmalıdır. Kira yardımı veya rezerv alanlarda bedelsiz ikamet ettirilmesi bilgisi vatandaşa yıkımla ilgili bilgi verilmeden önce net olarak verilmelidir Uygulama işlemleri Madde 6.1’de binaların yıkılması durumunda arsa üretimi aşamasında her türlü mülkiyet hakları kaldırılarak muvafakat aranmaksızın tapu kayıtları yapılır denmektedir. Bu durumda tespit edilen tapu kayıtlarından vatandaşın bilgilendirileceği bir yazılım ortamı oluşturularak vatandaşın e-devlet kapısından ilgili kayıtlara erişmesi sağlanmalıdır. Vatandaşa en az 30 gün olacak şekilde itiraz hakkı verilmeli ve bundan sonra mevcut durum esas alınmalıdır. Yapılacak düzenlemelerde 3’te 2 çoğunluk şartı yeterlidir. Ancak yeni binaların üretiminde mümkün olan bütün yerlerde emsallerde artış yapmadan mümkünse konut olarak yapılan yerlerde emsaller düşürülerek daha yaygın, yatay ve sosyal donatı alanları artırılmış bir şehirleşme yapılmalıdır. Kamudan tahsis edilecek arsalar ve meralar bu işlem için kullanılmalıdır. Kat karşılığı veya hâsılat karşılığı yapılacak imar düzenlemelerden, sosyal dokuyu bozacak veya kentsel yoğunluğu artıracak uygulamalardan uzak durulmalıdır. Yapılan konutlara vatandaşın katılımı sağlanabilir. Devlet tarafından faizsiz 20 yıla kadar kredi imkânı vatandaşa sunulmalıdır. Bu süre içersinde vatandaşa konut mülkünün kullanım hakkı verilmelidir ve devletçe ipotek konulmalıdır. Vatandaşın daha önceden mülkü üzerine geçirmek istemesi durumunda konut maliyeti, tespit, tahliye, yıkım bedeli ve diğer sosyal donatı bedeli fiyata giydirilerek yüzde 25’i geçmeyen ilave bir bedel artışıyla vatandaşa peşin olarak istediği zaman satılabilir olmalıdır. Bu durumda isteyen vatandaşa evini kendi mülküne geçirebilmesi ve yapım sürecinde finansmana katılımı sağlanmış olacaktır. Madde 6. 2’de üzerinde bina olan mülk sahiplerinin 30 gün içinde 3’te 2 çoğunlukla anlaşması aranarak binalarda gerekli tahliye ve yıkım işlemleri yapılmalıdır. Bunun sağlanamaması durumunda bakanlıkça “acele kamulaştırma” yoluna gidilir ve bu konuda TOKİ veya idare yetkilendirilir denmektedir. Yasanın uygulanmasının gerekçelerinde “gönüllülük aranacaktır” ilkesine aykırı bir durum söz konusudur. Bu maddeyi kanun koyucu kafasında tasarladığı dönüşümü ister gönüllü ister gönülsüz olmak koşuluyla vatandaşlara dayatıyor anlamına gelir. Bu; demokratik, adil hukuk devleti ilkelerine aykırıdır. Bu uygulamada, belli bir ada büyüklüğünde anlaşma sağlanamayan parselde uygulamanın bütünlüğü açısından acil kamulaştırma yapılabilir mantığı yürütülebilir. Bu oran, yüzde 10-15 gibi bir oran olarak ada büyüklüğüne oranlanarak belirlenebilir. Bu durumda vatandaşın mağdur olmayacağı bir kamulaştırma mümkün kılınabilir. Madde 6.3’te anlaşma ile tahliye edilen yapıların maliklerine veya kiracılarına veya en az bir yıl ikamet edenlere “dönüşüm gelirlerinden kredi veya mülkiyet ve sınırlı aynî hak sağlayan usul ve esasları bakanlıkça belirlenen konut sertifikası verilebilir” denmektedir. Burada tanımlanan konut sertifikasından ne kast edildiği belirtilmemektedir ve kanunun hiçbir yerinde bununla ilgili bir açıklama bulunmamaktadır. Yine aynı maddede dar gelirli ve gecekondu bölgelerinde yapılacak uygulamalardan dolayı borçlandırma yoluyla “kira yardımı yapılabilir” denmektedir. Hem maliklerin veya kiracılarının, hem de dar Mart-Nisan 2012 143 MAKALE gelirli gece kondu sahiplerinin kira gelirleri devlet tarafından karşılanmalıdır veya bu kişilere rezerv alanlardan uygun bir yer geçici iskân için tahsis edilmelidir. Bu sosyal hukuk devleti olmanın gereği ve devletin yaptığı zorunlu kentsel dönüşümden mağdur olan halkın hukukunu korumadan dolayı doğan bir hakkıdır. Bu uygulamada halkın devlete olan güveni sağlanmalı, sürdürülebilir bir sosyal ve ekonomik kalkınma esas olarak alınmalıdır. Bu değişimi toplumsal barışımızın sağlanması için bir fırsata çevirmeliyiz. Madde 6.4’te sosyal devlet olmanın gereği işletilerek bölgelere göre bina maliyetlerinin bir kısmını düşürme, sosyal donatı ve alt yapı giderlerinin devletçe karşılanması ilkesi benimsenmiştir. Uygulama, adaleti tesis etme açısından doğru bir yaklaşımdır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Dönüşüm gelirleri ve diğer hükümler Madde 7’de kanun amaçlarını gerçekleştirmek için dönüşüm gelirlerinin sağlanacağı kalemlerle ilgili bilgiler verilmektedir. Buradan anladığımız, işin başlangıcında ciddi bir gelir imkânı bakanlığın uygulamaları için sağlanacağıdır. İhale usulü Madde 8.1’de uygulamada işlerin yapılması için 4734 sayılı kanun uygulanacaktır. 21.b 144 Mimar ve Mühendis maddesine göre yürütülecek yapım ihaleleri davet usulü belli firmalar arasında yapılacaktır, anlamına gelmektedir. Türkiye’de büyük bir ekonomi oluşturacak kentsel dönüşüme daha çok firmanın katkı yapması için firma yeterlilikleri tekrar düzenlenerek şeffaf ancak hızlı bir ihale usulü bu kanunu yürütmek açısından düzenlenmelidir. Üretilen toplumsal ekonomik değerin daha adil ve sürdürülebilir kılınması için ihalelerin şeffaf ve izlenebilir olması sağlanmalıdır. Madde 8. 3’te riskli yapıların tespit, tahliye ve yıkılmalarında vatandaşın direnç göstermesinin suç olacağı belirtilmekte ve 5237 sayılı kanuna atıf yapılmaktadır. İşlerin yürütülmesi sırasında işin suç üreten bir mekanizmaya dönüşmemesi gerekir. Vatandaşın mülkiyeti üzerinde yapılacak değerlendirmelerde bilgi hakkına saygı gösterilmelidir. İşin bitiminde mülk sahiplerinin nereden ve nasıl mülk sahibi olacağı kesinlikle işin başında belirtilmelidir. Belirsiz bir yerden yer verilmesi büyük huzursuzluklara kapı açabilir. İş, önce proje hakkında bilgilendirme, sonra nerede iskân edileceği, yerin nasıl olacağı, rezerv alandan faydalanma veya kira ödeme miktarı belirtilmeli ve kentsel dönüşüm yapılan yerlerde hak sahiplerine mülklerinin ne zaman teslim edileceği konusunda bilgiler her projede önceden verilmelidir. Bunun yapılması durumunda halkın gönüllü katılımı sağlanmış ve gereksiz tartışma ve çatışmaların önü kesilmiş olur. Bu dönüşümde halkın güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya gelmemesi için bakanlık ve idare gerekli hassasiyeti göstermelidir. SONUÇ: Ülkemizin şehirleşme problemlerini çözmede yeni kanun çalışmalarını bir fırsata çevirmeliyiz. Halka, ilave ciddi bir yük getirmeden, şu anda bir adreste mukim olan herkes için sürdürülebilir bir yaşam anlayışı ile işi yürütmeliyiz. Evi olsun olmasın, kiracı veya gecekondu sahibi bütün vatandaşlarımızı mağdur etmeden ve onları potansiyel bir suçlu durumuna getirmeden şehirlerimizi dönüştürmeliyiz. Kamuoyunun desteğini almadan bir oldubittiye getirilecek her türlü faaliyet akamete uğramaya mahkûmdur. Bu işlerin yürütülmesinde belediyelerimizin ve diğer ilgili kurumların işin sahibi gibi çalışması sağlanmalı ve toplumsal barışımızı sağlayacak bir kentsel dönüşüm oluşturulmalıdır. Dönüşüm, gönüllü olarak insanların bulunduğu mekânda sağlanmalıdır. Kamuoyunun desteği ve güveni alınmadan yürütülecek çalışmalar sağlıklı olmayacaktır. Dolayısıyla yürütülen çalışmaların tekrar gözden geçirilmesi uygun olacaktır. Mimar ve Mühendisler Grubu MAKALE F. OKKACIZADE Zurna’nın Zırt Dediği Yer S evgili Okurlar yarışır olmuş. Uzunca bir zaman uzlete çekilmiş idim. At izi, BMW izine karışmış yahu... Değişik vesilelerle avamın arasına karıştığım vakitlerde Osman kardeşimizin “üstat bu hasret ne zaman hitama erecek?” Adem kardeşimizin “Şeyhim medet..!” nidalarına güler geçer idim. Elhamdülillah haddimi bilirim, şeytanın ne sebepten huzurdan kovulduğunu bilmeyen mi var?! Lakin bilmek başka, iman etmek başka, amel etmek bambaşkadır. Şimdi, amel imandan bir cüz olsa gerektir deyü kelam mevzuunda bildik münakaşayı tekrar açmak değil niyetinde değilim. Amelin önemine işaret etmek için özellikle üzerine basmayı lüzumlu gördüm de o yüzden basarım cümlenin bam teline. Neyse, buraya bir mim koyalım. Uzlet dedimse dağda değil elbet. (Bir gün o da vaki olur inşaAllah.) Şehri İstanbul’da ilim erbabı ile hemhal idim. Yazmak gündemimde yoktu anlayacağınız. Daha çok yazılmak iştiyakında idim. Avni Bey en son yapılan MMG istişare toplantısında “üstadım şehirleşme sayısı çıkartacağız bu kez teşrif etseniz” deyince, uzunca bir zamandır içimde ukde idi bu mevzu. Bir istisna edip orucu açıp birkaç kelam eylemek vacip oldu. Dostlar, kardeşler. Aklınızı başına alın... Derginin birisi başlık atmış. “İnşaat ya Resulallah” deyu. Evine rızık götürmek telaşıyla işine giderken yoldan geçen, “motorlu taşıtların” üzerine çamur sıçrattığı güzel insanlara söylüyorum. Kar’ın değil, bereketin peşinde olanlar. Halis amel, kirleri yıkayan, imanı onaran bir süreçtir dostlar. Bu yüzden amel imanın olmazsa olmaz bir cüzüdür. Ancak amel imana dönük olmalı, “kıblesi” Kabe olmalı insanın. Başkanların ardında değil, imamların ardında saf tutma vaktidir. Kimin kalabalığını çoğalttığınıza dikkat edin. Cemaati terk et meyin(de) hani cemaat? Sitelerin içine hapsolmuş, toplumdan tecrit olmuş Sen/ben bizim oğlan (alem buysa kral benim) topluluğuna cemaat mi denir? Ameli hafife almak, imanı tehlikeye atmaktır. Sözün özü budur. El insaf.! Hani bu mahallenin zengini, yoksulu, çocuğu, yaşlısı? Ve fakat aleme kızmak kolay. Hani bu mahallenin delisi?! Amma hangi amelin? Kralın çıplak olduğunu söylemek için alim olmaya gerek yok ki. Mahalle mi dedin o ne ki? Çocuk kadar kirlenmemiş olmak yeter. Elimizdeki zurnaysa eğer, zırt etmesi de mukadder elbet. Şöyle bir kafanızı kaldırın da bakın etrafa dostlar. 28 şubatta benim kaydımı alun dernekten deyu feryat edenler. Eh bu da başa döndürür bizi. Namaz da daim, niyaz da kaim olmuş... Nasıl olsa kaçış yok deyu çamura balıklama atlayanlar size değil sözüm. Koyun keçi çobanları binaları yükseltmekte Sizi paklayacak nehir bilmiyorum. İşte zurnanın “zırt” dediği yer burası dostlar. Peki, kim tutuşturdu bu zurnayı elimize? Peki, bizi tutuşmaya bu denli teşne kılan şey nedir? Mart-Nisan 2012 145 BİZDEN HABERLER “İSTANBUL’DAN RENKLER, ÇİZGİLER ve SESLER” SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI ve BEKLENTİLER ÜZERİNE M M Süleyman Zeki Bağlan: YERLİ TEKNOLOJİ MÜMKÜN MÜ? imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından gerçekleştirilen ‘’Bizbize Konuşmalar’’etkinliğine Süleyman Zeki Bağlan konuk oldu. MMG Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen “İstanbul’dan Renkler, Çizgiler ve Sesler” konulu toplantıda Bağlan, video görüntüleri eşliğinde katılımcılara İstanbul ve tarihi hakkında önemli bilgiler verdi. İstanbul`un en önemli özelliklerinden biri olarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in İstanbul’u Medine’nin kardeş şehri olarak ilan etmesi olduğuna dikkat çeken Bağlan, “İstanbul`un yeri bende bu nedenle her zaman daha farklıdır” diyerek dinleyicilere tarih eşliğinde bir İstanbul ziyafeti sundu. imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Merkezi’nde düzenlenen ‘Bizbize Konuşmalar’ programının konuğu TUSKON Genel Başkan Yardımcısı Recep Ekşi oldu. Konuşmasına Sivil Toplum Kuruluşları’nın gönüllülük esasına dayanarak ülkemiz için önemli faaliyetler yaptığını ve ülkenin gelişmesinde önemli rol oynadıklarını ifade ederek başlayan Ekşi, ayrıca ülkemize artı değer katan tüm çabaları gönülden desteklediklerini ifade ederek kendilerinin de TUSKON çatısı altında ülkemize fayda sağlayacak faaliyetler yapmaya çalıştıklarını ifade etti. M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen ‘Bizbize Konuşmalar’ etkinliğinin bu haftaki konuğu İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ata Şenlikçi oldu. ‘Kullanmakta Olduğumuz Teknolojinin Yerlileştirilmesi’ konulu bir söyleşi yapan Şenlikçi; “Yeterli bilgiye sahip mühendislerimiz olmasına rağmen, finansal destek konusunda sıkıntılar yaşanması nedeniyle teknolojide dışa bağımlılık devam etmektedir” dedi. Konuşmasında sık sık eğitim sistemimizin eksikliklerinden ve yanlış uygulamalardan bahseden Şenlikçi dinleyicilere çeşitli tavsiyelerde bulunarak konuşmasını bitirdi. BAŞKA BİR ÜSTAD; SEZAİ KARAKOÇ M olduğunu söyledi. Osman Sarı, “Türk edebiimar ve Mühendisler Grubu (MMG) yatının önemli üstatlarından biri de SeGenel Merkezi’nde gerçekleştizai Karakoç’tur. Kendisi Necip Fazıl rilen ‘Bizbize Konuşmalar’ prograüstatla birlikte önemli eserlere mı çerçevesinde Türk edebi ve imza atmıştır. Bu önemli değerdüşünce dünyasının önemli leri saygı ile yâd etmeli, hatta isimlerinden Sezai Karakoç’u hayattayken Sezai Karakoç üsyâd etmek amacı ile gerçektadımızı ziyaret edip unutmadıleştirilen etkinliğe, konuşmacı ğımızı göstermeliyiz. Bu tür topolarak katılan Öğretim Üyesi lantılarla kendisini unutmadığımızı Yrd. Doç. Dr. Osman Sarı; Sezai Karakoç’un çok yönlü bir kişilik Sezai Karakoç göstermekte eminim kendisini mutlu etmektedir” dedi. olup yaşayan en büyük Türk şairi 146 Mimar ve Mühendis KÜRESEL ISINMA ve İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÜZERİNE MMG İZMİR’DE M art ayında gerçekleşen ‘Bizbize Konuşmalar’ isimli seminerlerin konuklarından bir tanesi de Mimar Erkan İnce oldu. ‘Küresel Isınma ve İklim Değişikliği’ konulu bir söyleşi yapan İnce, “Her yıl atmosfere salınan karbon gazı 50 milyar ton civarında olup bu oran her geçen yıl artmaktadır’’ dedi. Hayatın sürüklemesi sonucu Küresel Isınma ve İklim Değişikliği konusunda bilgi sahibi olduğunu söyleyen Erkan İnce; ‘’Bir konferansa konuşmacı olarak çağrıldım. Konuşmacılara baktığımda Finlandiyalı bir konuşmacı küresel ısınma ve iklim değişikliği üzerine konuşuyordu. Kendisinin anlattıklarını dikkatle dinlediğimde doğru şeyler anlattığını gördüm. Ben de bu konuyu kendi insanıma anlatmak istedim ve bu konudaki serüvenim de böylece başlamış oldu” dedi. BOR MADENİ KONUŞULDU M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) İzmir Şubesi’nce düzenlenen ‘Bizbize Konuşmalar’da Eti Maden İşletmeleri İzmir İhracat/Lojistik Müdürü Recep Balcı konuk oldu. Genel olarak Bor madeni hakkında bilgi veren Balcı bor madeninin Türkiye için önemine değinerek dünya bor rezervinin yaklaşık yüzde 70’inin ülkemizde olduğunu ve bor madeninin başlıca kullanım alanlarını dinleyicilerle paylaştı. TÜRKİYE MACARİSTAN EKONOMİK, KÜLTÜREL VE TİCARİ İLİŞKİLERİ ÜZERİNE M ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ GENEL SEKRETERİ’NE ZİYARET M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi tarafından görevine yeni atanan Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Kamil Kılıç’a hayırlı olsun ziyaretinde bulunuldu. Ankara’nın genel olarak sorunlarının konuşulduğu toplantıda Kılıç, MMG gibi bir örgütle tanışmaktan ve birlikte iş yapmaktan memnun olacağını ifade etti. Özellikle TMMOB seçimleri ve MMG’nin bu konudaki çalışmaları hakkında Genel Sekretere bilgi verilen ziyarette daha sonra Yunus Aluç Ankara Belediyesi’nin yürüttüğü Hacı Bayram ve eski kent merkezi restorasyon ve yenilenme çalışmalarıyla ilgili maket üzerinden ziyarete katılanlara bilgi verdi. imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından gerçekleştirilen “Bizbize Konuşmalar” etkinliğinin mart ayı içerisindeki son konuşmacısı, Türk-Macar İşadamları Derneği Başkanı, DEİK - DTİK Avrupa Bölge Başkan Yardımcısı ve MMG Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz oldu. Şahbaz, sunum şeklinde aktardığı bilgilerle katılımcılara Macaristan hakkında daha önce değinilmemiş bilgiler verdi. Sunumuna TürkMacar tarihi ilişkileri ile başlayan Şahbaz, bu iki ülkenin ortak kaderlerinden bahsedip ekonomik durumları hakkında yorumlarda bulunurken yatırım için en uygun zamanın şuanda yaşandığından söz etti. Mart-Nisan 2012 147 BİZDEN HABERLER Ziyarette MMG Heyetini İl Başkanı Aziz Babuşçu ile Başkan Yardımcısı Ali Rıza Yapar karşıladı... MMG YÖNETİMİ AK PARTİ İSTANBUL İL BAŞKANLIĞI’NI ZİYARET ETTİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Yönetim Kurulu, kurumlara gerçekleşen ziyaretler çerçevesinde Ak Parti İstanbul İl Başkanlığı’na ziyarette bulundu. Ziyarette MMG Heyetini İl Başkanı Aziz Babuşçu ile Başkan Yardımcısı Ali Rıza Yapar karşıladı. Ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getiren Başkan Aziz Babuşçu, toplumların bilinçlenmesi için STK’lara önemli görevler düştüğünü belirterek, STK’lardaki yeterliliğin yeterince tamamlanamamış olduğunu söyledi. Toplumumuzda mesleki birliktelik sıkıntısı yaşandığını ifade eden Babuşçu, MMG’nin kendi alanında önemli bir birliktelik sağladığını belirtti. MMG’nin duyarlılık gösterdiği İstanbul Silueti konusunda kendilerinin de kurul oluşturduklarını belirten Babuşçu, başlamayan projelerde revize yapılması konusunda Büyükşehir Belediyesi ile çalışmalar yaptıklarını söyledi. MMG Heyetini makamında kabul eden İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Prf. Dr. Emin Binpınar ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirip MMG tarafından gerçekleştirilen etkinlikleri takip ettiklerini belirtti... MMG, İSTANBUL ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK İL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜ ZİYARET ETTİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından kurum ve kuruluşlara yönelik gerçekleştirilen ziyaretlere İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü ziyareti ile devam edildi. MMG Heyetini makamında kabul eden İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Prof. Dr. Emin Binpınar ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirip MMG tarafından gerçekleştirilen etkinlikleri 148 Mimar ve Mühendis takip ettiklerini belirterek; “Derneğiniz tarafından gerçekleştirilen ve katılma onuruna eriştiğim sempozyumun yararlı olduğuna inanıyorum. Bu tür etkinlik ve sempozyumlarla milletimizin bilinçlendirilmesi gerekiyor. Sizlerin bu bilinçle bu tür sempozyumları devam ettirmenizi bekliyorum” dedi. Ziyaret tarafların karşılıklı iyi niyet dilekleri ile sona erdi. BURSA’NIN YAKITI NASIL KULLANDIĞI İNTERNETTE TAKİP EDİLECEK M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Bursa Şubesi tarafından kurum ve kuruluşlara yönelik gerçekleştirilen ziyaretler kapsamında Bursa Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Eyüp Gül ziyaret edildi. MMG heyetini makamında kabul eden Bursa Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Eyüp Gül, ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirdikten sonra MMG Bursa Şubesi’nin yaptığı faaliyetler hakkında bilgi aldı. Yapılan çalışmalar neticesinde Bursa’daki birçok konutun yalıtımsız olduğunu tespit ettiklerini belirten Gül, konu ile ilgili Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak bir internet sitesi hazırlandığını, konut sahiplerinin, gerekli bilgileri sisteme girmelerinden sonra yakıt maliyeti, hangi yalıtım türünün seçilmesi gerektiği ve bunun sonucunda ne kadar yakıt tasarrufu yapılabileceğini göreceklerini açıkladı. GÜBRETAŞ’A HAYIRLI OLSUN ZİYARETİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Yönetimi, MMG üyelerinden olan Gübretaş Genel Müdürü Osman Balta ile Gübretaş Genel Müdür Yardımcısı Yakup Güler’i makamlarında ziyaret ederek yeni görevlerinde hayırlı olsun temennilerinde bulundu. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Osman Balta’nın Gübretaş Genel Müdürü olmasından dolayı kutlayarak MMG olarak tarım sektörüne önem verdiklerini ve sektörün gelişmesi için ortak çalışmalar yapmak istediklerini belirtti. Heyeti makamında kabul eden Gübretaş Genel Müdürü Osman Balta ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. JEOFİZİK ODASI İSTANBUL ŞUBESİNE ZİYARET M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) yönetimi, Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin yeni seçilen yönetimine ziyarette bulundu. Jeofizik Odası İstanbul Şubesi’nin merkezinde gerçekleştirilen ziyarette yeni yönetime ve Başkan Ali Osman Öncel’e heyet adına hayırlı olsun dileklerini ileten ve başarılar dileyen MMG Başkanı Avni Çebi; “Jeofizik mühendisleri olarak deprem gerçeğinin yaşandığı ülkemizde önemli bir konumdasınız. Bizler MMG olarak sizlere her türlü desteği vermeye hazırız” dedi. Ziyaret karşılıklı temenniler ile sona erdi. PROF. DR. SUPHİ SAATÇİ’YE NEZAKET ZİYARETİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından kurum ve kuruluşlara gerçekleştirilen ziyaretler kapsamında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Suphi Saatçi’ye nezaket ziyaretinde bulunuldu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Merkez Binası’nda gerçekleştirilen ziyarete MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz katıldı. MMG heyetini makamında kabul eden Prof. Dr. Suphi Saatçi ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Samimi ve sıcak bir ortamda gerçekleşen toplantıda, birçok proje ve çalışmayı ortaklaşa gerçekleştirmek için ortak kanaate varıldı. KAYSERİ ŞUBEDE BAYRAK DEĞİŞİMİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Kayseri Şubesi 8’inci Olağan Genel Kurulu 26 Şubat Pazar günü geniş bir katılım ile yapıldı. Seçimli Genel Kurul’da MMG Kayseri Şube Başkanlığı’na Celal Dündar Selçuk getirildi. Genel Kurula katılamayan Genel Başkan Avni Çebi’nin, Kay- seri Şubesi Eski Başkanı Oğuz Memiş’e, gerçekleştirdiği çalışmalarla ilgili olarak yaptığı teşekkür mesajının okunmasıyla başlayan Genel Kurul’da Oğuz Memiş de bir teşekkür konuşması yaptı. Toplantı devamında, önceki dönem yönetim kurulunda emeği geçen yönetim kurulu üyelerine plaket takdim edildi. Dilek ve temennilerin ardından Genel Kurul Toplantısı sona erdi. Mart-Nisan 2012 149 BİZDEN HABERLER VATAN KABLO FABRİKASINA TEKNİK GEZİ M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından Vatan Kablo Çorlu Fabrikası’na geniş katılımlı bir teknik gezi düzenlendi. MMG ekibini toplantı salonunda ağırlayan Vatan Kablo Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Akın burada yaptığı konuşmada, 1975 yılında kurulan firmanın o günden beri enerji kablosu üretimi gerçekleştirdiğini, 2000 yılından beri de büyüme kararı alarak sürekli üretime ve Ar-Ge’ye dönük yatırım yaptıklarını vurguladı. Konuşmanın ardından firmanın tanıtım filmi gösterildi. Daha sonra özel kıyafet giyen ve güvenlik için baret takan MMG ekibi yetkililer nezaretinde fabrikayı gezdi. Türkiye’nin tek bakırdan kabloya dönüşüm tesisini de gezen MMG ekibi gezinin ardından topluca fotoğraf çekilerek tesislerden ayrıldı. Lütfi Coşkun: “ELEKTRİK ÜRETİMİNDE DIŞA BAĞIMLILIĞI AZALTMAK İÇİN ÇALIŞMALAR YAPIYORUZ” M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) EÜAŞ Ambarlı Termik Santrali’ne teknik gezi düzenledi. Termik Santrale gelişinde heyeti İşletme Müdürü Lütfi Coşkun karşıladı. Coşkun, kurum olarak Türkiye’de elektrik üreten en büyük ikinci tesis olduklarını belirterek; “Elektrik üretiminde dışa bağımlılığı azaltmak için çalışmalar yapıyoruz. Tesisinizde saatte 1350 MegaWatt elektrik üretimi yapıyoruz. Kapasitemizi arttırmak için ek tesis yapmak için çalışmalar yapıyoruz” dedi. Tesiste kullanılan yakıtın Kyoto Sözleşmesi çerçevesinde 3 numaralı fuel oil ve doğalgaz olduğunu belirten Coşkun, “Tesisimizde kullanılan malzemelerin zaman zaman yenilenmesi gerekiyor. Bu da yurtdışından temin gerektirdiği için pahalıya geliyor. Bu malzemelerin yerlileştirilmesi için yurtiçindeki üretici firmalarla temaslarımız oluyor. Ülke olarak teknolojimizin yabancı bağımlılığı beni rahatsız ediyor. Yerli teknolojinin bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir” diye konuştu. Fahrettin Gülener: “İLK KOLTUĞU 1989 YILINDA OLUŞTURDUK” M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Bursa Şubesi Mart ayı Teknik gezisini Ermetal Şirketler Grubu’na düzenledi. Gezi sırasında katılımcılara hitap eden Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Gülener, çeşitli branşlarda 60 adet patentlerinin olduğunu söyledi. 1982 yılında koltuk üretmeye karar verdiğini ve işe koltuk ayakları ile başladığını vurgulayan Gülener, bütünüyle ilk koltuğu 1989 yılında oluşturduklarını ve bunun üzerine de Bürosit koltuk fabrikasını kurduklarını açıkladı. 150 Mimar ve Mühendis İbrahim Tarı: “TÜRKİYE’NİN AFET VE ACİL DESTEK ALANINDA EN İYİ KONUMUNDAYIZ” M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) Bursa Şubesi Şubat ayı teknik gezisi Bursa İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’ne gerçekleştirdi. Gezi esnasında Van depremine ilişkin bilgi veren İl Müdürü İbrahim Tarı, 128 ekibin koordinasyonunu gerçekleştirdiklerini ve Türkiye’nin şu anda afet ve acil destek alanında en iyi konumda olduğunu belirtti. Kentlerdeki doğal afetlere ilişkin olarak risk belirleme yetkisinin kanunen müdürlüklerinde olduğunu ifade eden Tarı, ülkemizde mevcut olan deprem haritalarının neredeyse tamamının değişmesi gerektiğini vurguladı. Bursa ile ilgili de çarpıcı bilgiler veren Tarı, 1855 yılında iki kez deprem yaşayan Bursa’da, beş bin vatandaşımızın hayatını kaybettiğini, bu sayının ise o zamanki Bursa nüfusunun üçte biri olduğunun altını çizdi. MMG İSTANBUL GEZİLERİ SULTANAHMET GEZİSİ İLE BAŞLADI M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından yaşadığımız şehir İstanbul’u tanımak, şehrimiz hakkında farkındalığımızı artırmak ve devamlı iç içe yaşamaktan dolayı alışkanlık yapan ve bu nedenle göremediğimiz güzellikleri tekrar keşfederek, tarihi ve tarihin sosyo-kültürel yapısını anlayarak, bir ‘Medeniyetler Beşiği’nde yaşadığımızı fark etmeye yardımcı olabilmek için başlatılan “İstanbul Gezileri” etkinliğinin ilk ayağı Sultanahmet Meydanı ve çevresi oldu. Pek çok medeniyete beşiklik etmiş, İslam medeniyetinin en güzel şehirlerinden olan İstanbul’u yeniden keşfetmek için İstanbul aşığı Süleyman Zeki Bağlan rehberliğinde gerçekleştirilen Sultanahmet ve çevresini tanıma gezisine MMG Genel Başkanı Avni Çebi’nin yanı sıra Yönetim Kurulu üyeleri, MMG üyeleri aileleri ile birlikte katıldı. MMG, AVRUPA GÖNÜLLÜ HİZMETİ PROJESİ KAPSAMINDA AKREDİTE EDİLDİ A ÖLÜMÜNÜN 3’ÜNCÜ YILINDA TURGUT CANSEVER’İ ANMAK ve ANLAMAK M imar ve Mühendisler Grubu (MMG) tarafından organize edilen Turgut Cansever’i anma programı Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Alpay Aşkun Salonu’nda gerçekleştirildi. Panele MMG Genel Başkanı Avni Çebi, YTÜ Mimarlık Bölümü Dekanı Murat Soygeniş’in yanı sıra MMG üyeleri ve öğrenciler katıldı. Moderatörlüğünü MMG Genel Başkan Yardımcısı Osman Arı’nın yaptığı etkinliğe konuşmacı olarak Maltepe Üniversitesi Öğretim üyesi Prof Dr. Süleyman Seyfi Öğün, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian ve Mimar Mehmet İşçi katıldı. Turgut Cansever’in sevenlerinin yoğun ilgi gösterdiği panelde konuşan MMG Genel Başkanı Avni Çebi; “Mimar Turgut Cansever’i anmak bizim için bir vefa borcudur. Bir toplumu değerli kılan ileriye taşıyan kökleridir. O kökleri saygı ile anmak bizlere düşen en büyük görevdir. Turgut Cansever yalnız başına bir mimar değil aynı zamanda bir düşünce adamıdır. Ömrü boyunca az sayıda ama anlamlı eserlere imza atan Turgut Cansever günümüz mimarlarına da bıraktığı eserlerle yol gösterici olmuştur. Aynı zamanda etrafına toplanan arkadaşlarıyla, öğrencileriyle ve yetiştirdiği kişilerle bir okul olmuş ekol bir kişiliktir” dedi. vrupa Gönüllü Hizmeti, istediğiniz bir AB ülkesinde sosyal içerikli bir projede 2-12 aylık süreler dâhilinde yer almanızı sağlayan bir etkinliktir. Dil eğitimini de (% 5) içeren Avrupa Gönüllü Hizmeti 18-30 yaş arasındaki tüm gençlerimize açıktır. Mimarlar ve Mühendisler Grubu, 2011-TR-88 EI referans numarasıyla Proje Sorumlusu Yard. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak ve Proje Koordinatörü Öğr. Gör. Zeynep SERTKAN aracılığıyla 2011 yılında koordinatör ve gönderen kuruluş olarak akredite olmuştur. Bu amaçla sanat ve kültür alanındaki projeler için üyelerimizi göndermeyi hedeflemiştir. Avrupa Gönüllü Hizmetinin (AGH) amacı, Avrupa Birliği’nin içinde ve dışında çeşitli şekillerdeki gönüllü faaliyetlere gençlerin katılımını desteklemektir. AGH’ye katılan gönüllü gençlerin 1 kereye özgü yol, tüm proje boyunca da konaklama ve yemek giderleri program tarafından karşılanmakta, ayrıca ülkeye göre değişen ayda 50 – 120 Euro cep harçlığı verilmektedir. Ayrıntılı bilgi için http://ec.europa.eu/youth/evs/ aod/hei_form_en.cfm?EID=76000930400 web sayfasına bakılabilir ve evsmmg@gmail.com adresi ile iletişime geçilebilir. Mart-Nisan 2012 151 SİNEMA YARINDAN SONRA METROPIA 2024 AVRUPA’SI… PETROL REZERVLERİ TÜKENMEK ÜZERE, KÜRESEL FİNANSAL PAZARLAR ÇÖKMÜŞ DURUMDA… VE DÜNYANIN EN BÜYÜK FİRMASI TREXX, TÜM KITAYI KAPSAYACAK DEVASA BİR METRO SİSTEMİNİ İŞLETMEKTE. BÖYLESİNE BİR GÜÇ, MASUM BİR ŞEKİLDE KULLANILABİLİR Mİ? > SELİN GÜRGÜN Sinema Eleştirmeni C esur Yeni Dünya, 1984 gibi kitaplardan aşina olduğumuz kötü gelecek senaryolarından biri bu kez İsveçli yönetmen Tarik Saleh’in elinden bir animasyon olarak karşımıza çıkıyor. Metropia, FİLMİN KONUSU İsveç’te bir çağrı merkezi çalışanı olan Roger, Stockholm’den metroya her girişinde kafasının içinde bir yabancının s esini duyar. Bu sesin masum olmadığını düşünen Roger, çok geçmeden hayatının birileri tarafından kontrol edildiği gerçeğini keşfeder. Serbest kalmak içinse bir süper model olan Nina ile işbirliği yapacak ve bu komploya son vermeye çalışacaktır. 152 Mimar ve Mühendis hikâye olarak tanıdık olsa da, senaryosunun özgünlüğü ve daha önce görülmemiş animasyon tekniğiyle emsalsiz sıfatını hak ediyor. Önce gerçek aktörlerle çalışıp sonrasında yüzleri değiştirip karikatürize ederek FİLMİN KÜNYESİ Yönetmen: Tarik Saleh Yapımcı: Kristina Aberg Senaryo: Fredrik Edin, Stig Larsson, Tarik Saleh Animasyon yönetmeni: Christian Ryltenius Seslendirenler: Vincent Gallo (Roger), Juliette Lewis (Nina). Stellan Skarsgard (Ralph), Udo Kier (Ivan Bahn), Alexander Skarsgard (Stefan) Müzik: Krister Linder Türü: Bilim kurgu, animasyon Yapım yılı: 2009 Süre: 80 dk. Ülke :İsveç gerçeküstü vücutlar yaratan Saleh’in bu tekniği ilk olma özelliği taşıyor. Metropia, hayali anlatısına rağmen hayatın çok da uzağına düşmeyen ve günümüz dünyasını da düşünmeye çağıran distopik bir film. TARIK SALEH 28 Ocak 1972 tarihinde İsveç’te doğan, Mısır kökenli yönetmen, yapımcı, yayımcı, gazeteci ve senaryo yazarı. Saleh, 90’larda İsveç’in en önemli grafiti sanatçılarından biri aynı zamanda. 9. AFM Uluslararası Bağımsız Film Festivali kapsamında 2010 yılında Türkiye’ye gelen yönetmen Atmo isimli bir yapım şirketinin de kurucularından. Filmlerinden bazıları: • Musicvideo - Sadness is a Blessing: Lykke Li (2011) • Musicvideo - I Follow Rivers: Lykke Li (2011) • Sacrificio: Who Betrayed Che Guevara (2001) • Gitmo - New Rules of War (2005) • Metropia (2009) Mart-Nisan 2012 153 KİTAPLIK DERİN TARİH DERGİSİ VE SİLUET ÜZERİNE YAYIN HAYATINA NİSAN AYINDA ÇIKARDIĞI İLK SAYISIYLA MERHABA DİYEN “DERİN TARİH” DERGİSİ İLGİNÇ VE YARARLI YAZILARIYLA DİKKAT ÇEKİYOR. ÖZELLİKLE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE SİLUET KONUSU İLE BİZİM DE İLGİMİZİ ÇEKEN DERGİNİN İSTANBUL’UN SİLUETİNE TARİHİ AÇIDAN YAKLAŞTIĞI YAZIYI BURADA PAYLAŞIP, BÜYÜK EKSİKLİK HİSSEDİLEN TARİH YAYINCILIĞINDA KALICI OLMALARINI DİLİYORUZ SİLUETİMİ KAYBETTİM, HÜKÜMSÜZDÜR! İstanbul tarih boyunca hep değişmişti ama bu defa orantısı bozuluyor. Paris’ten Londra’ya, Viyana’dan Roma’ya, Prag’dan Lizbon’a kadar pek çok yerde özenle korunan tarihsel kimlik bir tek İstanbul’da acımasızca yok ediliyor. > ZÜMRÜT SÖNMEZ Z EYTİNBURNU’NDAN yükselen gökdelenler ancak Ayasofya ve Sultanahmet camilerinin arkalarından başlarını uzatınca dehşetle fark ettik İstanbul’da alttan alta işlenmekte olan “kusursuz cinayeti”. Bu şehrin kutsal siluetinin onun kimliğini oluşturan parçaların en değerlilerinden olduğunu hatırlamamız için ille de beton sütunların payitahtın siluetini parçalayıp gözümüze mi batması gerekirdi? Oysa bu, masum adımlarla gelişen bir kentbozumunun önümüze düşen görüntülerinden sadece biriydi. Gelecekteki İstanbul kıyametinin erken öten horozuydu başka bir deyişle. Belediye yetkilileri güya siluetin böylesine hoyratça zedeleneceğini hiç tahmin etmemişler. Bundan sonra bir daha olmayacakmış! İnanalım mı dersiniz? Siz inanıp inanmayacağınıza karar veredurun, biz çoktan siluetin tarihine daldık bile. Bakın, İstanbul siluetinin tarih içindeki değişim matrisi hangi etik ve estetik sınırlar içinde kalmış. Şehir okuma ustası Selim İleri’nin isabetle teşhis ettiği gibi İstanbul’un asırlardır korunan bir bina ahlakı vardı, biz asıl onu kaybettik. Daha acısı, onu kaybettiğimizin de farkında değiliz. Kaybettiklerimizi bize hatırlatacak ipuçlarının tarihin ak saçlı toprağında saklı olduğuna inanıyoruz. Bunun için buyurun diyoruz size, İstanbul’un siluetinin etik ve estetik temellerini tarihin içine oyulmuş tablolardan beraberce seyredip ibretle düşünelim. Roma ve Bizans İstanbul’unun Çehresi İstanbul tarihi üç ana dönemde incelenebilir. İlk dönem, yaklaşık bin yılı kapsar. Megaralılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizini geçerek 154 Mimar ve Mühendis İstanbul’a ulaşmış ve Kadıköy’de Halkedon adını verdikleri bir kent kumuşlar. M.Ö. 202’de Makedonların tehdidinden korkan Komutan Byzantion, Roma’dan yardım ister ve sık sık istilaya uğrayan kentte Roma İmparatorluğu’nun etkisi başlar. Nitekim M.Ö. 146’da Roma’nın egemenliğine girer. Bu dönemde Gotlar ve İzmitliler tarafından işgal edilen İstanbul, M.S. 330 yılında İmparator I. Constantinus tarafından Doğu Roma’nın yönetim merkezi yapılır. “Yeni Roma” unvanını alan İstanbul dünyanın ilgi odağı olmaya başlar. Constantinus Romalı soyluları çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırır ve yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatır. Limalar ve su tesisleri düzenlenir. Su dağıtım sistemlerinin temelleri atılır. Savunma için yeni bir sur yaptırılır ve bugün Sultanahmet Meydanı olarak bilinen Hipodrom’un inşaatı tamamlanır. Sultanahmet Camii’nin bulunduğu alanda Constantinus için imparatorluk sarayı ve görkemli ibadethaneler inşa edilir. Şehir imparatorun adıyla özdeşleşir. 11 Mayıs 330’dan sonra şehrin Konstantinapolis olarak anılmaya başlandığı ikinci dönem başlar. Aya İrini ve ardından 360 yılında Ayasofya Kilisesini yaptıran I. Constantinus, kenti Hıristiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirir. 476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu’na dönüşür ve İstanbul bu imparatorluğun başkentliğini üstlenir. 6. yüzyılın ortaları Bizans İmparatorluğu ve İstanbul içi yeni bir yükseliş döneminin başlangıcıdır. Jüstinyen döneminde Ayasofya mevcut görünümü kazanır. Ancak işgallerin yıkıcı etkileri de eksik olmaz. 7. yüzyılda Sasaniler ve Avarlar, 8. Yüzyılda Araplar, 9. yüzyılda Ruslar ve Bulgarlar tarafından kuşatılan İstanbul’un tarihindeki en büyük yıkım ise 1204’teki Haçlı işgal ve yığmasıyla gelir. Fetih öncesinde İstanbul 40-50 bin nüfuslu, yoksul ve harabe bir kenttir. Kubbelerin Saltanatı Başlıyor İstanbul’da en eski Osmanlı eseri, 1396’da Yıldırım Beyazid tarafından Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek amacıyla yaptırılan Anadolu Hisarı’dır. Rumeli Hisarı ise Bizans’a Prof. Dr. Semavi Eyice: “İstanbul’un Orantısı Bozuldu” Selim İleri: “Süleymaniye Siluetin de Zirvesiydi” İstanbul’un bugünkü hali “perişanlık”. Her şeyden önce şehrin orantısı bozuldu. Süleymaniye’nin, Sultanahmet’in, Fatih Camii’nin bir haşmeti vardı. Şimdi etraflarında heyula gibi çirkin yapılar birikti. Eski görkem kayboldu. İpin ucu kaçtı, artık geriye dönüş mümkün değil. Tarihi yarımadanın yıllar önce koruma altına alınması gerekirdi. Bu orantının bozulmasının en önemli nedeni, sabotaj olup olmadığı konusunda hala soru işaretleri bulunan büyük yangınlardır. Bir diğer önemli hadise ise 1935’te çıkarılan ve 500 metre içerisinde birden fazla cami bulunmasını yasaklayan kanundur. Bu kanundan sonra İstanbul’daki pek çok cami kullanılamaz olmuş, hatta bazıları ev olarak kiraya verilmiştir. Bir süre sonra da metruk camilerin yıkılması için emir çıkarılmış ve pek çok cami yıkılmıştır. Değişimin boyutlarını anlamak için vapura binip şöyle uzaktan bakmak kafi. Gerek kendi yazarlarımızın, gerekse İstanbul’a hayran kalmış Batılı yazarların, hatta benim gibi 63 yaşında bir insanın bile vaktiyle görmüş olduğu İstanbul ile en küçük ilintisi kalmamış bir şehir var karşımızda. Hâlbuki Roma başta olmak üzere dünyanın büyük tarihi kentleri –ki İstanbul hepsinden önemlidir- siluetlerini korumak için var güçleriyle çaba harcarlar. Peyami Safa 50-60 yıl önce, “Şayet İstanbul büyüyecekse Suriçi dediğimiz tarihi şehrin dışında büyümelidir” demiş. Safa’nın bu saptamasına uygun bir inşa mümkünken geldiğimiz noktayı çok üzücü buluyorum. “Çağın mimarisi böyle” itirazlarına da katılmıyorum. Türkiye’de yapılan gökdelenleri hiç estetik bulmuyorum. Şayet Amerika ise örnek alınacak ülke, oradaki gökdelenler hakikaten estetiktir, burada yapılanlarsa rezalet. Yarım yüzyıl öncesine kadar İstanbul’un hiçbir yerinde bu denli şımarıkça yükselen binalar yoktu. İstanbul daima kendi ahlaki değerlerine bağlı kalmıştır. Süleymaniye’nin üstünde bir yapı ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet’te düşünülürdü. Bu, bu çağa mahsus bir şımarıklık. kuzeyden gelecek yardımları kesmek için II. Mehmed tarafından inşa ettirilecektir. Nihayet 29 Mayıs 1953’te İstanbul’un üçüncü dönemi yani, “Osmanlı asırları” başlar. Görkemini büyük ölçüde yitirmiş olan kentte eski bina ve surlar onarılır. Bizans altyapısı üzerinde Osmanlı binaları birer-ikişer yükselir. Sarnıçlar korunur. Fatih’in iskan politikasıyla yeni yerleşim bölgeleri oluşturulur. Fetihten çok değil, 50 yıl sonra Avrupa’nın en büyük şehri haline gelen İstanbul, ‘Küçük Kıyamet’ diye anılan 1509 depreminden ciddi bir zarar görür. 45 gün süren depremde binlerce bina yıkılır, çok sayıda can kaybı yaşanır. Bunun üzerine Beyazid’in emriyle 80 bin amele ve usta istihdam edilerek neredeyse yeniden kurulan İstanbul’dan günümüze pek çok eser kalmıştır. Ancak şehir, bugüne ulaşan kent planına Kanuni Sultan Süleyman ile ulaşır. Bu dönemde Mimar Sinan imzalı birbirinden değerli eserler inşa edilir. Veba, yangınlar ve sellere rağmen Kanuni dönemi, İstanbul için yükseliş evresidir. Batılılaşmanın hızlandığı 19. yüzyılda İstanbul’un klasik çehresi büyük ölçüde değişir. Mimariden yaşam tarzına, eğitim kurumlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler görülür. Şehir kuzey ve güneye genişler. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken, Boğaziçi Sarıyer’e yönelir. Anadolu yakası bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a uzanır. Bu yıllar altyapı ve kent hizmetlerinde kayda değer gelişmelere sahne olur. Haliç’e köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, Şirket-i Hayriye ile Şehremaneti (Belediye) örgütü ve belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulup karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi’nin çalışmaya başlaması bunlardan birkaçıdır. Özetle Bizans’ın sütunlar şehri, Osmanlı’nın minareler şehrine dönüşmüştür. Bugün yerini gökdelenlerin almakta olduğu bu zarif yükseltiler, bir zamanlar şehre deniz yoluyla gelen seyyahların kalplerini yerinden oynatan siluetin en çarpıcı unsurlarıdır. Minare ve kubbelerin etrafını süsleyen küçük evlerin ışıkları peri masallarındaki gizemli diyarları anımsatırdı. Siyasi Başkentten Kültür Başkentine Cumhuriyet kurulmadan hemen önce İstanbul başkentliği Ankara’ya kaptırınca İstanbul, hoyrat bir imar politikasına tabi tutulur. Mimar Sinan Genim’e göre hızla çevreye yayılan yollar, parklar ve meydanlarla yeni alanlar hesapsızca, hemen hiçbir ulaşım etüdü ya da belirlenmiş yerleşim alanı büyüklüğüne bağlı olmaksızın gelişmiştir. İyi niyetle başlayan planlama çalışmaları teferruata boğulduğu için sonuçlanamaz. Ne yazık ki pek çok tarihi yapı bu dönemde yol açma çalışmaları sırasında yok edilir. 1924’te göreve başlayan ilk Şehremini Dr. Emin Yurdakul, Anadolu Hisarı’nın bir bölümünü yıktırarak içinden yol geçilmesine müsaade eder. Ardından kıyı yolunun genişletilmesi sırasında Rumeli Hisarı’nın önündeki yalılar yıktırılır. Lütfü Kırdar döneminde Taksim Kışlası yıkılarak Taksim Meydanı yapılır ve Taksim-Dolmabahçe arasında Gümüşsuyu Caddesi açılır. Şişhane, Taksim, Üsküdar, Beşiktaş gibi meydanlar düzenlenir. Yıldız ve Emirgan bahçeleri park yapılarak halka açılır. Dolmabahçe Has Ahırları, Saray Tiyatrosu gibi yapılar yıktırılır. Bu sırada İstanbul’da ilk gecekondu yerleşmeleri kendini göstermeye başlar. 1946’da Kazlıçeşme-Zeytinburnu bölgesinden ortaya çıkan gecekondular şehre büyük bir hızla yayılır. İstanbul’un ulaşım meselesini çözmek ve yeni yerleşim yerleri oluşturmak üzere yapılan çalışmalar, özellikle Suriçi’nde tam bir yıkıma döner. Menderes döneminde açılan Vatan ve Millet caddeleri İstanbul’un geleneksel dokusu ile bağdaşmayan, eskiyi yok farz ederek yapılmış düzenlemeler olarak sahneye çıkar. Cumhuriyet İstanbul’unda gerçekleşen en büyük imar değişikliği, Abdülhamid döneminden beri düşünülen Boğaziçi Köprüsü’nün inşasıdır. Köprünün temeli, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından 20 Şubat 1970’de atılır ve 3,5 yıl sonra 30 Ekim 1973’te Cumhuriyet’in 50. Yıldönümünde hizmete girer. Boğaz’ın trafiğe açılması İstanbul’un çehresini önemli ölçüde değiştirir. Daha önce ulaşım zorluğu nedeniyle gelişememiş olan Anadolu yakasında nüfus yoğunluğu artar. Bu da trafiği yoğunlaştırır ve 1988’de ikinci köprü hizmete açılır. Koruma Ama Nasıl Özetle İstanbul’un çehresinin Cumhuriyet döneminde köklü bir değişime maruz kaldığını söyleyebiliriz. Bu hızlı değişim, en iyi siluet üzerinden izlenebilir. Zeytinburnu’ndan 3 gökdelenin yükselmesiyle gündeme gelen siluet tartışmaları aslında yıllardır var. En hararetli tartışmalarsa Gökkafes olarak adlandırılan Süzer Plaza’nın inşası sırasında yapılmıştı. Plaza, hukuken şaibeli ve şehir planlarına aykırı olduğu gerekçesiyle protesto edilmişti. Hakkında yıkım kararı verilen yapı, Boğaz’ın en güzel köşelerinden birinde halen ayakta. Zeytinburnu gökdelenleriyle alevlenen tartışmalardan sonra yetkililer bir imar düzenlemesi yapılacağını söyleseler de, ne kadar geç kalındığı açıktır. Ancak tarihçiler, İstanbul gibi tarihi şehirlerin modernizm ve teknolojinin beşiği olan Avrupa’da dahi başarıyla korunabildiğini hatırlatmadan edemiyor. Paris’ten Londra’ya, Viyana’dan Roma’ya, Prag’dan Lizbon’a kadar pek çok şehirde özenle korunan tarihi kimlik, İstanbul’da neden korunmasın? Kaynak: Derin Tarih Dergisi, Sayı:1, Nisan 2012 Mart-Nisan 2012 155 KİTAPLIK TÜRKİYE ARAŞTIRMALARI LİTERATÜR DERGİSİNDEN (TALİD) ÖZEL BİR SAYI: İSTANBUL TARİHİ Bu sayı, İstanbul’un Avrupa kültür başkenti oluşu kutlamaları ile tarihî siluetinin bozulması tartışmalarının tam ortasında çıkıyor. Türkiye’nin iktisadi kalkınmasındaki en önemli unsurlardan birisi inşaat sektörü olunca, ülkedeki bütün şehirler, belki de en fazla İstanbul bugün yeni bir dönüşümün eşiğine gelmiştir. Tarihî mirası korumayı önceleyen yaklaşım müze kent oluşturmakla itham edilirken, İstanbul gibi bir metropolün iştahları kabartan arazi ve gayrimenkul rantını “değerlendirmek” isteyen bakış ise şehrin neredeyse her yerine müdahale ederek bugünü ve yarını kestirilemeyen bir silüetin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. İ STANBUL tarih boyunca toplum ve tabiata uyumlu organik bir gelişme göstermiş; yeni gelişmeler mevcut eserleri, insan ilişkilerini ve silüeti destekleyici ve güzelleştirici bir amaç ve muhtevaya sahip olmuştur. Bugün de karar vericilerden beklenen, aynı uyumun devamını sağlayacak bir estetiktir. Topografya ve mimari kadar sosyo-ekonomik ve kültürel sonuçlar da doğuracak bu dönüşüm tartışmalarına derginin 16. sayısının dolaylı olarak da olsa bir katkıda bulunacağı düşünülüyor. Tarihinin çok büyük bir kısmında imparatorluklara başkentlik yapan, sadece idari değil, dinî, ticarî, etnik açıdan merkez konumunda bulunan İstanbul’un tarihine dair yapılacak çalışmaların, şehir tarihçiliğinin pek çok disiplini kuşatıcı tabiatı da hesaba katıldığında Cumhuriyet, Osmanlı ve dünya tarihini anlamak/anlamlandırmak açısından gayet münbit bir zemin teşkil ettiği izahtan varestedir. İstanbul tarih boyunca çalışmalara konu olmakla birlikte Cumhuriyet dönemi boyunca iki noktada bu çalışmalarda önemli bir yoğunluk görülmüş ve literatüre ciddi katkılar sağlanmıştır. Bunların ilki İstanbul’un fethinin 500. yılına müsadif 1950 yılı, ikincisi ise İstanbul’un Avrupa kültür başkentliği yaptığı 2010 yılıdır. TALİD İstanbul Tarihi sayısının 2010 yılında yayınlanmasının gerekçelerinden birisini de bu tesadüf oluşturmaktadır. Derginin bu sayısında yer alan yazarlar ve yazılarıyla ilgili bilgi şu şekildedir: • İstanbul’un Bizanslı yıllarına dair literatürün ele alındığı ve sayının ilk yazısı olan çalışmasında Elif Keser Kayaalp, İstanbul merkezli Bizans çalışmalarının bilhassa XIX. yüzyıldan itibaren aldığı seyir üzerine yoğunlaşmaktadır. • Hakkında çok sayıda çalışma yapılan ve onlarcasını daha hak eden İstanbul’un tarihî ve sosyal topoğrafyası, kentin her iki açıdan tarihî gelişimi ve dönüşümüne dair literatür ise Mehmet Karakuyu, Tuğçe Tezer ve Hatice Balık’ın müşterek çalışmalarında ele alınıyor • İstanbul tarihi açısından dönüm noktalarından biri olarak şehrin karakter ve kimliğini geri dönülmez bir biçimde etkileyen 156 Mimar ve Mühendis hadiselerden İstanbul’un fethi literatürü de bu sayıda yer verilen konulardan bir başkasını teşkil etmektedir. İstanbul’un fethedilmesi ile birlikte gerek yerli gerekse yabancı dillerde oluşmaya başlayan ilgili literatür Fahameddin Başar tarafından değerlendirildi ve çalışmanın sonunda kapsamlı bir de bibliyografya sunuldu. • İstanbul gibi kadim ve büyük bir şehrin tarih boyunca karşılaştığı deprem, yangın, sel gibi tabîi afetler ve salgın hastalıklara yer vermemek olmazdı. Konu ve konuya ilişkin çalışmalar Fatma Ürekli’nin çalışmasında merceğe alındı. • Zeynep Tarım Ertuğ ise İstanbul’un gündelik yaşamını, şehir/imparatorluk kültürünün önemli bir boyutu olan merasim ve teşrifat literatürünü bilhassa birincil kaynaklar merkezli olarak ele aldı. Hiç kuşkusuz İstanbul pek çok akademik çalışmaya konu olduğu kadar ve hatta daha fazla olarak edebi eserlerin de konusu, kahramanı ve ilham kaynağı olmuştur. • Âlim Kahraman’ın ilgili makalesi edebiyat ve İstanbul buluşmasının XIX. yüzyıl sonrasında daha da yoğunlaşan ürünlerini İstanbul ve semt bazlı olarak ele almakta ve araştırmacının ilgisine sunmaktadır. • Yunus Koç, tarih boyunca kalabalık bir kent olan İstanbul’un nüfus tarihine ilişkin çalışmasında İstanbul nüfus tarihi açısından XIX. yüzyıl öncesinin sağlıklı veriler içermediğine ve ancak tahmini olarak bilinebileceğine vurgu yaparken Osmanlı nüfusuna dair mevcut çalışmaları yöntem, kavram ve problem merkezli olarak incelemekte konu ile ilgili önerilerde bulunmaktadır. • İstanbul nüfus tarihinin Cumhuriyet ayağının ele alındığı ikinci çalışma ise Suvat Parin ve Mehmet Zeydin Yıldız imzasını taşımaktadır. Parin ve Yıldız çalışmalarında ilgili literatürü 1923-1950, 1950-1980 ve 1980 sonrası olmak üzere üç ana döneme ayırarak ele almakta ve bu dönemlerde ortaya konan çalışmaların karakteristiklerini ortaya koymaktadırlar. • Bir payitaht olarak İstanbul’un merkezi ve İstanbul bürokrasisinin kalbi olan tarihî yarımadanın Tanzimat ideolojisi ile girdiği etkileşim sonucu büründüğü kisve ve geçirdiği dönüşüm imar kararları, inşa faaliyetleri ve mimari yaklaşımlar çerçevesinde Gözde Çelik’in makalesinde ortaya konuldu. • Eski başkent/payitaht olarak İstanbul’un Cumhuriyet yıllarındaki serüvenini kaleme alan Uğur Tanyeli ise bir anlamda cumhuriyet ideolojisinin İstanbul çalışmalarına etkisi üzerinde yoğunlaşıyor ve İstanbul literatürünün 1953’ten itibaren ivme kazandığı ancak literatürün esaslı bir artış sergilemesinin 1990 sonrasına tesadüf ettiği tespitinde bulunuyor. • Bu sayıda İstanbul kültürünün üç önemli ögesine dair de birer çalışma yer almaktadır. Bunların ilkinde Hayrullah Cengiz; Fethi Ahmet Paşa ve Osman Hamdi Bey’in önemli derecede şahsi gayretleri ile vücut bulan İstanbul müzeciliğinin resmî ve özel yüzünü ele almakta ve ilgili literatürü bilhassa sergi katalogları üzerinden değerlendirmeye tabi tutmaktadır. • İstanbul kültür mekanlarına dair çalışmaların ikincisini ise Bilgin Aydın’ın kaleme aldığı İstanbul kütüphaneleri tarihine ilişkin literatür değerlendirmesi teşkil etmektedir. Aydın bu çalışmasında ilgili literatürün üç önemli ismi, Süheyl Ünver, Müjgân Cunbur ve İsmail Erünsal’ın çalışmalarını değerlendirmiş, ardından da kapsamlı bir bibliyografya vermiştir. • İstanbul kültürünün mütemmim cüzlerinden musiki ise dinî, sivil, resmî kurum ve mekanlarda verilen eğitim çerçevesinde Ayşen Kaya Karabıyık tarafından ele alınmıştır. Murat Bozkurt ise İstanbul hayatının her daim önemini koruyan meselelerinden birisine, toplu ulaşım literatürünü değerlendirmiştir. • İstanbul tarihi bağlamında yer alan son değerlendirme yazısı ise Alim Arlı’nın İstanbul’da düzenlenen Habitat toplantılarından hareketle kaleme aldığı makalesidir. Arlı bu çalışmasında kentsel siyaset ve ekolojideki eğilimleri, toplumsal, ekonomik ve kentsel dönüşüm tartışmalarını ele almakta ve Habitat II ile ilgili seçilmiş bir bibliyografya sunmaktadır. • Dergi her sayısında olduğu gibi bu sayısında da değerlendirme türü yazıların yanı sıra kaynak, eser ve kişi tanıtımlarına yer vermektedir. Kaynak tanıtımı grubunda ele alınan ilk makalede Gökçen Özkaya, Osmanlı devri İstanbul barınma kültürünün önemli kaynaklarından bir olarak Âhkam defterlerini ve bunlar içerisin- deki vakıflar ve şahıslar arasında el değiştiren gayrimenkuller hakkında bilgiler içeren istibdal kayıtlarını tanıtmaktadır. • İstanbul tarihi kaynaklarının tanıtıldığı diğer bir yazıda ise Ali Şükrü Çoruk tarih araştırmalarının kırkambar eserleri hatıratı tespit ederek Tanzimat’tan Cumhuriyete hatıralarda yer eden İstanbul’a geniş bir kapı açmaktadır. • Nida Nebahat Nalçacı’nın seyahatnamelerdeki İstanbul üzerine kaleme aldığı yazı ve hazırladığı bibliyografya ise bu kapıyı ardına kadar açmakta ve geniş bir kaynaklar manzumesini gözler önüne sermektedir. • Selahattin Öztürk ise İstanbul tarihi açısından çok önemli addedilebilecek bir kaynaklar topluluğunu, 1846’dan günümüze dek yayınlanan ve İstanbul’u konu edinen periyodikleri, künyeleri ile birlikte, araştırmacıların istifadesine sunmuştur. • İstanbul çalışmalarının vazgeçilmez başvuru eserleri arasında yer alan İstanbul ansiklopedileri ise (İstanbul Ansiklopedisi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, Resimli Büyük İstanbul Ansiklopedisi) Serdar Serdaroğlu ve Kadir Yıldırım’ın ortak çalışmalarında tanıtıldılar. • Feyza Köse Sayan geride bıraktığımız on yıl içerisinde önemli bir artış gösteren İstanbul ve semtleri konulu sempozyum ve tebliğlerden hareketle hazırladığı çalışmasıyla önemli bir veritabanını İstanbul araştırma(cı)larına amade kıldı. • Abdullah Taha İmamoğlu ise İstanbul’un ilk şehircilik dergisi olan ve 1930-1942 yılları arasında belirli aralıklarla yayınlanan İstanbul Şehremaneti Mecmuası’nı tanıtarak fihristini hazırladı. Mart-Nisan 2012 157 KİTAPLIK İSTANBUL DERİNLİK, DEĞİŞİM VE GÜÇ Prof. Dr. Recep Bozlağan Sayfa Sayısı: 286 2011, 1.Basım Marmara Belediyeler Birliği Yayınları SÜRDÜRÜLEBİLİR MİMARLIK Ayşin Sev Sayfa Sayısı: 223 Türkçe 2009, 1.Basım Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları İshak Arslan Doğal ve yapılı çevre arasındaki dengeyi yeniden kurmaya yönelik olarak, önceleri “yeşil tasarım”, “ekolojik mimarlık” gibi tanımlar altında gelişen “sürdürülebilir mimarlık”, gerçekte yeni bir kavram olmayıp, insan faaliyetlerinin neden olduğu çevresel bozulmalara tepki olarak ortaya atılmış, mimarlığın yeniden kavramsallaştırılmasıdır. Giderek daha geniş kitleler tarafından benimsenen sürdürülebilir mimarlık olgusunu geniş bir çerçevede ele alan yazar; sürdürülebilir mimarlık ve yapım, sürdürülebilir yapı malzemeleri, yüksek yapılarda sürdürülebilirlik kavramlarını tüm dünyadan çağdaş yapı örnekleri eşliğinde irdeliyor. Sayfa Sayısı: 420 2012, 1.Basım Küre Yayınları MEKAN, KÜLTÜR, İKTİDAR İstanbul, zengin potansiyelini etkili bir şekilde kullanabilme imkanına sahip olduğu müddetçe, dünyaya hitabeden özgün bir şehir olarak varlığını devam ettirecektir. Bu özgünlük, şehre asli kimliğini kazandıran varlık bilincine ve medeniyet tasavvuruna dayanmaktadır. İstanbul üzerine farklı bir bakış açısına sahip olan bu eser, İstanbul’a ciddiyetle eğilen herkese faydalı olacak bir başvuru kaynağı niteliğindedir. ÇAĞDAŞ DOĞA DÜŞÜNCESİ Günümüzde, doğanın bu yeni algılanış tarzını ve başta fizik olmak üzere doğa bilimlerinin ortaya koyduğu çarpıcı sonuçları hesaba katmayan felsefi ve dini çabalar daha baştan kendilerini sınırlandırmış olacaktır. Yazarın amacı, 20. yüzyılda yolları doğa kavramında kesişen bilim, felsefe ve dinin iç içe geçen çok yönlü ilişkilerine ışık tutmak, doğanın bu yeni kavranış tarzının içerimlerini incelemektir. 158 Mimar ve Mühendis gözler önüne seriyor. Küresel ile yerelin etkileşimlerine yeni anlam ve içerik kazandırarak “küresel kültür” gibi soyut kategorileri ete kemiğe büründüren bir eser bu. Toplum Açıklama Girişimi Olarak ŞEHİR TEORİLERİ Korkut Tuna Sayfa Sayısı:312 Türkçe 2011, 1.Basım İz Yayıncılık Ünlü Türk sosyologu Korkut Tuna’nın şehir sosyolojisi üzerine iki çalışmasını içeren bu kitap, şehirlerin oluşum ve gelişim süreçlerini sanayileşme olan ilişkisi bağlamında açıklayan Batılı teorik girişimler üzerine odaklanmaktadır. Bu teorilerin ortak vurgusu Batı tipi şehir ve şehirleşmenin öteki toplumlara göre ileri ve yetkin bir durumu ifade ediyor olmasıdır. Ayşe Öncü, Petra Weyland KUBBEYİ YERE KOYMAMAK Sayfa Sayısı: 270 Türkçe 2010, 3.Basım İletişim Yayınevi Sayfa Sayısı: 224 Türkçe 2011, 4.Basım Timaş Yayıncılık Bu kitap, büyük ihtiyaç duyulan zengin ampirik malzemeler sunmasının yanı sıra, önemli bir analitik katkı da sağlıyor; “yerelleşme” süreçlerinin, durağan, pasif ve tepkisel olmadığını, küreselleşmenin sonuçlarının şekillenmesinde aktif bir rolü bulunduğunu Kendine özgü düşünme sistemini yine kendine özgü bir sesle dile getiren Turgut Cansever, Tanzimat’la gelen geleneğe rijid düşmanlık ile buna tepki olarak giderek kalınlaşan sözde muhafazakâr sığınmacı tavrın evliliği sonucunda Turgut Cansever verimsizleşen bir ortamda, kargaşadan, gündelik hesaplardan uzakta kendi fikir ve sanat kozasını örüyor. Bilge mimar, duymak isteyenlerin bile zor fark edeceği seyreklikteki yazı ve konuşmalarıyla düşüncelerini kamuoyuna duyuruyor. MEKANLARI TÜKETMEK John Urry Sayfa Sayısı: 339 Türkçe 1999, 1.Basım Ayrıntı Yayınları Turizm, otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay olarak yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek “gelişmiş” Batılılara sunulmasıdır. Bu paket, yerli halkın işe giderken otantik üniformasını giydiği, kırsal alanın işaretli patikalarla “doğa yürüyüşçüleri” için tanzim edildiği, yerel yiyeceklerin seri olarak üretilip ambalajlandığı, hepimizin kredi kartıyla üç taksitte ödemek koşuluyla birer başrol oyuncusu olabileceğimiz bir sahne performansını içermektedir. John Urry, Mekânları Tüketmek’te, sanayileşmeyle birlikte kentlerde gelişen doğadan kopuk yeni yaşam tarzının, kentsel alanda, banliyölerde ve kırsal alanda yarattığı değişimi derinlemesine inceliyor. Bağlantılı olarak, yerlerin tüketilmesini düzenleme ve teşvik etmeye yönelik olarak gelişen hizmet sektörünü; bu tüketim pazarının giderek gelişmesiyle yerlerin, buralarda yaşayan ahalinin ve doğal çevrenin nasıl dönüştüğünü ve yeniden yapılandırıldığını ortaya koyuyor. AJANDA AUTOSHOW 2012 RAILWAY İSTANBUL OTOMOTİV YAN SANAYİ Fuar Konusu: Otomotiv Yan Sanayi, Yedek Parça ve Aksamları Fuarı Fuar Tarihleri: 10.05.2012 – 13.05.2012 Yer: Bursa TÜYAP Sektör: Otomotiv, Yan Sanayi Web Adresi: www.tuyap.com.tr IPAF 2012 Fuar Konusu: Demiryolu Teknolojileri, Hafif Raylı Sistemler ve Alt Yapı Fuarı Fuar Tarihleri: 26.05.2012 – 29.05.2012 Yer: İstanbul IFM Yeşilköy Sektör: Makine, Teknik Web Adresi: www.sinefuarcilik.com EDUWORLD Fuar Konusu: Eğitim Teknolojileri ve Donanımları Fuarı Fuar Tarihleri: 07.06.2012 – 09.06.2012 Yer: İstanbul IFM Yeşilköy Sektör: Eğitim Web Adresi: www.cnrexpo.com Fuar Konusu: Uluslararası Plastik ve Ambalaj Teknoloji ve Ürünleri Fuarı Fuar Tarihleri: 24.05.2012 – 27.05.2012 Yer: İstanbul IFM Yeşilköy Sektör: Ambalaj Web Adresi: www.ipaffuarlari.com AUTOSHOW 2012 Fuar Konusu: 3. Otomobil ve Yan Sanayi Fuarı Fuar Tarihleri: 09.06.2012 – 16.06.2012 Yer: Ankara, Altınpark Sektör: Otomotiv, Yan Sanayi Web Adresi: www.infofair.com.tr REW İSTANBUL 2012 Fuar Konusu: 8. Uluslararası Geri Dönüşüm, Çevre Teknolojileri ve Atık Yönetimi Fuarı Fuar Tarihleri: 07.06.2012 – 10.06.2012 Yer: İstanbul TÜYAP Sektör: Enerji, Isı ve Havalandırma Web Adresi: www.ifo.com.tr REW RECYCLING Fuar Konusu: Geri Dönüşüm, Çevre Teknolojileri ve Atık Yönetimi Fuarı Fuar Tarihleri: 07.06.2012 – 10.06.2012 Yer: İstanbul TÜYAP Sektör: Otomasyon Web Adresi: www.ifo.com.tr Mart-Nisan 2012 159 ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER 160 Mimar ve Mühendis