Mevlânâ`Nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları I

Transkript

Mevlânâ`Nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları I
1
MEVLANA’NIN YÖNETİCİLERLE İLİŞKİLERİ VE MOĞOL CASUSLUĞU
İDDİARI I
Osman Nuri KÜÇÜK
Arş. Gör., Erciyes Ü. İlâhiyat Fakültesi
onkucuk@hotmail.com
“Tanrı geçmişi hiç
değiştirmedi, ama tarihçi için
bu, sorun değildir.”
R. Shenkman
Giriş
XIII. asır Selçuklu Türkiye’sinde yaşayan Mevlânâ, yerli-yabancı bir çok
araştırmacı tarafından mesajını asırlar öncesinden günümüze ulaştırmayı başarabilen, İslâm
tasavvufunun önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. Fikirleri, halen dünya çapında yankı
uyandıran Mevlânâ’nın, içinde yaşadığı toplumu da derinden etkilediği bilinmektedir.
Ancak kimi zaman konuyla ilgili bazı layman/alandışı araştırmacılar tarafından ileri
sürülen iddialarda Mevlânâ, Anadolu’da etrafına Moğol propagandası yapan ve bu
doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen bir Moğol tarafgiri şeklinde
sunulmaya çalışılmaktadır. Kimi zaman da bu iddialar, Mevlânâ’nın şahsiyetini hedef
alarak yaşam felsefesinde insan sevgisine büyük önem veren Mevlânâ’yı Anadolu’da
Moğollar adına casusluk yapan, bu uğurda gerektiğinde adam öldürten, servet yağmalatan
biri olarak nitelemeye çalışmaktadır. Aslında sosyal hayatta etkinlik gösteren bir varlığın
eleştirilmesi; farklı kültürel arka plan ve bakış açılarına sahip olunduğundan ve “değer”
paradigmasının oluşumunda farklı kriterler kullanıldığından insan türü için biraz da doğal
ve kaçınılmaz gözükmektedir. Tarih, din kurucularının ve bugün isimleri övgüyle anılan
büyük devrimcilerin dahi hararetli eleştirmenlerini daima barındırmıştır. Ancak sosyal
bilimlerde bir şahsiyetin tarihsel portresi tespit edilirken dile getirilen bu iddiaların sağlam
argümanlara dayanması, duygusal ve ideolojik yönlendirmeden arınmış bir şekilde yeterli
tarihsel donelerle desteklenmesi, dile getirilen iddianın temellendirilmesi açısından zorunlu
gözükmektedir. Manevi rehberlik vasfıyla Selçuklu Türkiye’sinde önemli etkileri olan
Mevlânâ’nın, döneminin gerek aydın, gerekse idarî elitleriyle ilişkisi sosyolojik yönden
kaçınılmaz gözükmektedir. Ancak bu ilişkinin boyutları ve niteliği hakkında kimi zaman
anılan türden iddiaların ortaya atılması, bu konuyu, kültür tarihimizde “manevi bir
paradigma” haline gelmiş Mevlânâ’nın ve tarihsel boyutunun anlaşılmasındaki işlevi
açısından önemli kılmaktadır.
Bu çalışmadaki amacımız; Mevlânâ’nın, devrinin yöneticileriyle ilişkilerinin
mahiyetini incelemektir. Konunun kapsamının tek bir makale formatını aşmasından ötürü,
iki bölüm halinde ele alacağımız çalışmanın birinci bölümünde Mevlânâ’nın gerek
Selçuklu yöneticileriyle gerek Kösedağ yenilgisinden (1243) sonra Selçukluların bağlı
bulunduğu Moğollara ilişkin tavrı ele alınacak; ikinci bölümde ise Mevlânâ’nın dönemin
yöneticileriyle ilişkilerine dair yapılan bir kısım bağlantı kurmaların, sonuç çıkarımlarının,
değerlendirmelerin ve bunlara yapılan atıfların değerlendirmesi ve bu iddiaların otantikliği
üzerinde durulacaktır. Çalışmamızın, söz konusu iddia ve değerlendirmelerin sahibi
araştırmacıların bireysel ve ilmî şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını
öncelikle belirtmek istiyoruz. Bilakis bir kısım hatalı değerlendirmelerin bazı
araştırmacılar tarafından ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen
de olsa önüne geçmek; vardığımız tespitlerle Mevlânâ’nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki
2
bilgilenmeyi daha sıhhatli kılabilmek ve bilimlerin kümülatif özelliğinin bir gereği olarak
konuyla ilgili bilgilenmeyi genişletmektir.
Şüphesiz tarihî bir şahsiyetin yaptıklarını anlamaya çalışırken, onu sosyal çevreden
bağımsız, bireysel davranışlarıyla tek yönlü ele almak ve onu yargılamak, birkaç karesini
gördüğümüz bir filmin tümü hakkında yaptığımız senaryo tahminlerine benzer. Ayrıca
tarihî olaylara yaklaşım tarzımız; bir yargıç edasıyla kimini mahkûm, kimini temyîz
maksatlı olursa; amacımıza uygun renkli çakıl taşlarını tarih bahçesinden derlememiz hiç
de zor olmayacaktır. Ancak yerlerinden oynatılarak derlenen ve renkleri değiştirilen bu
çakıl taşları ile yapılan değerlendirmeler sonucunda hakikate dair söylenenlerin çoğunun
körler ve fil hikayesinde betimlenenden öte bir hakikat payı ifade etmediği görülecektir.
Tarihî şahsiyetlerin anlaşılmasında, onların içinde yaşadığı tarihî bağlamın bilinen
ehemmiyeti ile ilgili bu prensip nedeniyle biz de çalışmamızın biraz da kapsamını
zorlayarak Mevlânâ’nın (1207-1273), devrinin yöneticileriyle ilişkisine geçmeden Türkiye
Selçuklularının söz konusu dönemine ait siyasî atmosfere ana hatlarıyla değineceğiz.
a. Dönemin Siyasî Gelişmeleri
I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 1211’de ölümü ile noktalanan ikinci saltanat
döneminin (1205-1211) ardından emîrlerin, büyük oğul İzzeddin Keykâvus I’u Kayseri’de
tahta geçirmeleri (1211) üzerine Tokat meliki Alâeddin Keykubâd I. taht iddiasıyla
Kayseri’yi kuşattı. Ancak kuşatmanın uzaması ve Keykubâd’ı destekleyenlerin geri
dönmesiyle başarılı olamayacağını anlayan A. Keykubâd, Ankara’ya döndü. Tehlikeden
kurtulan İ. Keykâvus da Konya’ya gelerek tahta oturdu ve bir süre sonra kardeşinin
bulunduğu Ankara’yı teslim alarak Alâeddin’i hapsettirdi. İzzeddin Keykâvus’un
ölümünden sonra Selçuklu emîrleri tarafından Alâeddin Keykubâd hapisten çıkarılarak
tahta geçirildi (1220) .1
Alâeddin Keykubâd, o dönemde dünyayı alt-üst eden ve hiçbir devlet tarafından
karşı konulamayan Moğol kudreti karşısında Moğol Kağanı Ögedey (Oktay) Han
tarafından kendi cihan hakimiyetlerini tanıması şartı ile tahtının başında kalabileceği şartını
kabul etmiş, böylece Moğolların sembollerine saygı göstermek suretiyle Anadolu’yu bir
Moğol taarruzundan korumuştu.2 Bu dönemde Selçuklularla Moğollar arasındaki ilk sıcak
temas; Moğolların Kırım kıyılarındaki ticaret kenti Suğdak’ı işgal etmeleri ve şehrin ileri
gelenlerinin Anadolu’ya sığınmaları sonunda A. Keykubâd’ın bir seferle Suğdak’ı
fethetmesi (1227) ile olmuştur.3 1239’da Moğollar şehri tekrar alıncaya kadar da buradaki
Selçuklu hakimiyeti devam etti.4
1237’de oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ı veliahd tayin ettiği şölende yediği kuş etinden
zehirlenerek ölen Alâeddin Keykubâd’ın Gıyaseddin Keyhüsrev ve Rükneddin adlarında
iki çocuğu daha vardı. Sultanın tayinine rağmen emîr Saadettin Köpek ve diğer emîrlerin
gayretiyle büyük oğul II. Gıyaseddin Keyhüsrev 16 yaşında Selçuklu tahtına geçirildi.5
Genç ve tecrübesiz sultan, kendisine tahtı sağlayan Saadettin Köpek’i melikü’l-umerâ (baş
komutan) görevine getirdi. Ancak bazı devlet adamları ve Selçuklu hizmetindeki Harezm
beyleri Alâeddin Keykubâd’ın vasiyetinin yerine getirilmediği gerekçesiyle sultana
1
Geniş bilgi için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, ss. 293-328; Ali SevimYaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989, ss.148-154.
2
Turan, age., s. 386. Moğolların bu inancı, Türklerden aldıkları “Gök Tanrı tarafından kendilerine cihan
hakimiyetinin bağışlandığı” yönündeki inanıştan kaynaklanmaktadır (bkz. Turan, age., a.y.).
3
Osman Turan, “Keykubat” mad., İA, c. VI, s. 646.
4
Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Ankara 1995, s. 463.
5
Sevim-Yücel, age., s.166. Parlak bir devlet adamı olan Alâeddin Keykubâd’ın Kayseri’de yaptığı merasim
sırasında oğulları arasından Kılıç Arslan’ı veliahd tayin etmesi, diğerlerinin kifayetsizliğine vakıf olduğunun
göstergesi sayılabilir (Turan, age., s. 404).
3
muhalefet ediyorlardı. Saadettin Köpek bu muhalif cepheden kaynaklanan korku
ortamından faydalanarak kendine rakip olabilecek değerli devlet adamlarını birer-birer
ortadan kaldırmak suretiyle sultanı kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyordu. Bu
doğrultuda Selçuklu hizmetindeki Harezmlilerin lideri Kayır Han’ı öldürtmesi sonucu
Selçuklu hizmetinden ayrılan Harezmli askerler, geçtikleri yerleri yağmalayarak UrfaHarran civarına çekilip bölgeye hakim oldular. Ülkede bu karışıklıklar sürerken emîr
Saadettin Köpek huzur ve güvenliği sağlamaya yönelik tedbirler almak yerine, kendisine
rakip olabilecek Selçuklu emîrlerini ortadan kaldırmakla uğraşıyordu. Kendisinin Selçuklu
hanedanından olduğunu iddia edecek6 kadar ileri giden emîrin tahta geçmeyi tasarladığı
anlaşılınca, durumun geç de olsa farkına varan Gıyaseddin Keyhüsrev, Sivas subaşısının
yardımıyla Saadettin Köpek’i öldürttü (1238).7
Daha önce birinci derecedeki bütün Selçuklu emîrlerinin öldürülmesinden dolayı
sultan Gıyaseddin, S. Köpek’in yandaşlarının yerlerine ikinci derecedeki isimleri atadı.
Bunlar arasında Mevlânâ ile ilişkileri açısından da önemli olan isimler bulunmaktadır.
Mühezzebüddin Ali (Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin babası) vezirliğe, İsfehanlı
Şemseddin Muhammed nâibliğe8, Veliyyüddin Tercüman Pervâneliğe9, tarihçi İbn-i
Bîbî’nin babası Mecdüddin Muhammed tercümanlığa, ve Celâleddin Karatay da hassa
hazinesine atandı. Devletteki istikrarın sağlanmasından sonra Harezmlilerin Güney-Doğu
Anadolu ve Kuzey Suriye’deki yağma faaliyetlerine de son verilerek bölgedeki Selçuklu
hakimiyeti pekiştirildi.10
Bu dönemde Türkiye Selçuklu Devletinin önemli bir diğer sorunu da Moğol istilâsı
nedeniyle Türkiye’ye sığınıp Güney-Doğu ve Suriye sınır bölgesinde yoğunlaşan ve
çoğunlukla Şamanist inançlı göçebe Türkmenlerin giriştikleri isyan ve yağmalamalardı.
Tarihte Babaîler isyanı olarak bilinen bu dinî ve siyasî hareket bastırılmasına rağmen
tesirleri Anadolu’da devam etmiştir.11
6
Saadettin Köpek, Anadolu halkının Selçuklu hanedanından olmayan birinin sultanlığını kabul etmeyeceğini
bildiğinden böyle bir iddiayı gündeme getirmiştir. Halkın bu tutumu sonraki olaylarda da etkisini
göstermektedir. Anadolu halkının bu tavrını iyi bilen Moğollar, Selçuklular kendilerine bağlı bir beylik
konumunda iken bile sembolik de olsa Konya’da bir Selçuklu sultanının olmasına özen göstermişlerdir.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı ele geçirince İ. Keykâvus’un oğlu olduğunu iddia ettiği Cimri lakaplı
Siyavuş’u Selçuklu sultanı olarak tahta çıkarıp kendisinin ise onun vezirliğini üstlenmesinde de halkın ve
devlet geleneğinin bu hassasiyetinin etkili olduğu söylenebilir (bkz. Turan, age., s. 412).
7
Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, ss. 468-9; Turan, age., ss. 403-411.
8
Nâib; bir kişinin vekili, kaimmakamı, kadı vekili görevlerinde bulunan kişilere dendiği gibi, sultan
tarafından belli bir konudaki işleri yürütmekle görevli kişiye de bu isim verilir. (bkz. M. Zeki Pakalın,
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, c. II, s. 644).
9
Pervâne: Çeşitli lûgat kitaplarında kelebek anlamına gelen malum anlamından başka devlet teşkilatında
daha çok ‘ferman’ manasını taşıyan pervâne kelimesi ile, Anadolu Selçukluları devlet teşkilatında büyük
divanda bulunan arazi defterlerinde has ve dirlik olan tımara ait tevcihleri yapan ve bunlar için menşur ve
beratlar hazırlayan yetkili demektir. Kaynaklar, kelimenin hem Selçuklular hem de İlhanlılar tarafından bu
anlamda kullanıldığını kaydetmektedir. Yine Moğolların hazine ile ilgili vesikalara bastıkları küçük bir altın
damganın yine bu adı taşıdığı anlaşılmaktadır (İbrahim Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına
Medhal, İstanbul 1941, s. 104, 228, 234).
10
Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, ss.168-169.
11
Bu bölgedeki Harezmlilerin hareketlerine paralel olarak, göçebe hayat tarzlarının (sosyal ve dinî
bakımdan) buralardaki yerleşik halka uymaması ve geçimlerini sağlamak zorunda olmaları gibi nedenler bu
yağmaların ilk sebebi olarak gösterilebilir. Ayrıca bu bölgelerde, Hıristiyanlarla birlikte aşırı Şiî, Mani ve
Hıristiyan inançlı Pavlakî akidelerine mensup kişiler de yaşamaktaydılar. İşte böyle bir bölgeye gelen ve yarı
İslâm ve Şamanî inançlarına Sâhib Türkmenler arasında, Samsat yörelerinde Baba İshak (veya Baba Resul)
adlı, daha çok Şamanî inançlara bağlı İslâmiyeti henüz hazmedememiş bir Türk şeyhi sultan Gıyaseddin
Keyhüsrev’e karşı “Allah yolundan ayrılıp kötü bir hayat sürdüğü” gerekçesiyle dinî ve siyasî amaçlarla cihat
ilan ederek Türkmenleri ayaklandırdı (Babaî isyanının sebepleri hakkında geniş bilgi için bkz. A. Yaşar
Ocak, Babaîler İsyanı, İstanbul 1980, ss.59-79). Kendilerine Babaîler denen bu isyancıların üzerine
4
Türkiye Selçuklu Devleti sınırlarına gelmiş olan Moğollar, daha önce saldırmaktan
çekindikleri bu devletin Babaî isyanını bastırmada ne kadar zorlandığını görmüşler;
Erzurum’daki Selçuklu ordusunun bu isyanı bastırmak üzere bölgeden sevk edilmesi de
cesaretlerini iyice artırmıştı. Moğol ordusu baş kumandanı Baycu Noyan12, bunu fırsat
bilerek 1242 sonbaharında Erzurum üzerine yürüyerek şehri kuşattı ve çok geçmeden de
şehir Moğollar tarafından işgal edildi. Böylece Moğollar bütün Anadolu’yu istilâya
başlıyorlardı.13
Sultan Keyhüsrev topladığı 80 bin kişilik büyük orduyla Sivas-Kösedağ mevkiine
geldiğinde tecrübeli emîrler, savunmada kalarak savaş yapılmasını teklif ettilerse de 20 bin
kişilik bir Selçuklu öncü kuvvetinin Moğollar’a karşı saldırıya geçmesi kararlaştırıldı.
Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu, Selçuklu öncü kuvvetini bozguna uğrattı. Bu
bozgunun tesiri ile daha sonra sultan da dahil bazı emîrlerin savaş alanını terk etmesiyle
başsız kalan Selçuklu ordusu, Moğollarla savaşmaksızın dağılarak yenilgiye uğradı
(Temmuz 1243). Bu kolay zaferden sonra Baycu Noyan, Sivas’a yöneldi. Harezm’de
bulunduğu sırada Moğol istilâsının ne denli acımasız olduğunu bizzat gören Sivas kadısı,
şehrin ileri gelenleriyle birlikte daha önce Harezm’de Moğol hanından aldığı yarlığ14 ve
değerli armağanlarla Baycu Noyan’a giderek itaatini bildirip şehri yıkımdan kurtardı ise de
sultanın buradaki hazinesine el konulduğu gibi şehir de üç gün yağma edildi. Daha sonra
Kayseri’yi kuşatan Moğollar, şehri teslim alarak geniş çapta yıkım ve kıyımlarda
bulundular. Azerbaycan’a dönerlerken de Erzincan’ı tahrip ettiler.15
gönderilen iki Selçuklu kuvvetini yenmeleri üzerine Babaîlerin kuvvet ve inancı daha da arttı. Şeyhleriyle
birleşmek üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerleyerek kendilerine karşı çıkanları öldürüp, geçtikleri yerleri
yağmalıyorlardı. Sultanın gönderdiği Armağanşah liderliğindeki Selçuklu kuvvetleri Baba İshak’ı öldürdü
iseler de Türkmenler “Tanrı Peygamberi” olduğuna inandıkları Baba İshak’ın bir kul tarafından
öldürülemeyeceğine inandıklarından savaşa devam ederek Armağanşah’ı öldürdüler ve daha sonra Konya
üzerine yürüdülerse de Necmeddin Behremşah komutasındaki 60 bin kişilik Selçuklu ordusu karşısında,
özellikle Hıristiyan askerlerinin korkmadan savaşmaları üzerine Kırşehir’e bağlı Malya ovasında kesin bir
yenilgiye uğrayıp tamamen yok edildiler (1240). Böylece Türkiye Selçuklu Devletini ciddi bir şekilde sarsan
bu tehlikeli dinî ve siyasî hareket bastırılmış ve memleket de huzura kavuşturulmuş oluyordu (bkz. SevimYücel, age., ss. 169-170). Müntesiplerinin Baba İshak için peygamber hatta Allah dedikleri rivayet
edilmektedir (bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri I-II, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989, c. I, s. 411;
Eflâkî’ye bundan sonra mutlak olarak yapılan atıflar eserin bu baskısınadır. Diğer nüshalar ayrıca
belirtilecektir.) Selçuklu tarihçisi İbn-i Bîbî de onu kafir olarak niteler (bkz. İbn-i Bîbî, el-Evâmirü’l‘Alâ’iyye fî’lUmûri’l-‘Alâ’iyye, Tıpkı Basım, Ankara 1956, s. 502). Eflâkî de Baba Resul’ün halifesi Hacı
Bektaş, gönlü aydın ve ârif bir kimse diye tezkiye edilmesine (Eflâkî, age., c. I, s. 411) rağmen ilgili
rivayetten Mevlânâ ile Babâi hareketine mensup Türkmen şeyhleri arasında düşmanlıktan ziyade meşrep
farklılığından kaynaklanan bir farklılık olduğu anlaşılmaktadır (bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 411-413). Benzer
bir değerlendirme için bkz. A. Yaşar Ocak, Türk Sûfîliğine Bakışlar, İletişim yay., İstanbul 1999, ss. 95-6).
Selçuklu Devletini ciddi şekilde sarsan bu isyanın bastırılmasına rağmen devam eden etkileri için bkz. A.
Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, s. 153 vd.).
12
Moğol ordusu aynı zamanda nüfuz derecesine göre birbirine akraba halk birliklerinden oluşmaktaydı.
Yasun ve Obog denen askeri birlikler, kabiliyet ve cesaretleriyle sivrilmiş şahıslar tarafından yönetilmekteydi
ki bunlara Aymag veya Noyan denilirdi. Bu askeri birliklerin en büyüğüne ise tümen denilirdi (Ahmet Temîr,
“Moğollar” mad., M.E.B. Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, c. 24, s. 295).
13
Neşet Çağatay, “Mevlânâ Devri Selçuklu Türklerinin Sosyo-Ekonomik Sorunları”, Y. Hikmet Bayur’a
Armağan, Ankara 1985, s. 334; Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi,
Ankara 1969, c. I, s. 9; Turan, age., s. 429.
14
Yarlığ: Moğol hükümdarlarının fermanlarına verilen Türkçe bir kelimedir.
15
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul 1979, ss. 144-5; Sevim-Yücel, age., s.
171. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ağlayarak Tokat ve Antalya üzerinden Antalya’ya kaçtı. Böylece öncü
savaşından sonra 80 bin kişilik koskoca Selçuklu ordusu sultanın korkak ve yeteneksizliği ve tecrübeli devlet
adamlarının önerilerinin dinlenmemesinden kaynaklanan taktik yanlışlarından dolayı Türk tarihinin hiçbir
devresinde görülmemiş perişan bir duruma düştü (Sultanın hataları için bkz. Turan, age., ss. 438-9; Çağatay,
agm., s. 332).
5
Kösedağ mağlubiyeti, Selçuklu tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Kösedağ
felaketinden sonra sultanın Antalya’ya çekilmesiyle, Türkiye Selçuklu Devleti adeta başsız
kalmış, merkezi hakimiyetini kaybetmişti. Dönemin Selçuklu tarih yazıcıları Kösedağ
mağlubiyeti için, Selçuklu devleti o zamandan kıyamete kadar inhitat içine düşmüştür
diyerek bu yenilginin Anadolu halkının hafızasındaki yerini özetlemektedirler.16
Bu mağlubiyetten sonra bütün Anadolu’nun istilâ edileceği endişesiyle vezir
Mühezzebüddin Ali, değerli armağanlarla Amasya kadısı ile birlikte Azerbaycan’da
Mugan ordugâhına dönmüş bulunan Baycu Noyan’a gidip siyasî ikna yeteneğiyle
Moğolları Türkiye’nin tamamına yönelik bir istilâdan vazgeçirerek yıllık vergi verme
koşulu ile onlarla barış yapmaya muvaffak oldu.17 Barış için Azerbaycan’a gittiği sırada
Vezir Mühezzebüddin Ali’den haber alınamadığından nâib Şemseddin İsfahanî’ye vezirlik
teklif edildiyse de vezirin devletin nizam ve selameti için kendisini tehlikeye attığı bir
sırada, bunun doğru olmayacağını belirten Şemseddin İsfahanî, bu görevi kabul etmedi.18
Barış anlaşmasını gerçekleştiren M. Ali’nin Konya’ya dönüp barış haberini vermesi
üzerine Konya’da sevinç gösterileri yapıldı. Antalya’dan İstanbul’a Bizans İmparatorunun
yanına sığınmayı planlayan sultan Gıyaseddin Keyhüsrev de Moğollarla barış yapıldığını
öğrenince Antalya’dan Konya’ya geldi. Barışı yapan Mühezzebüddin Ali’ye de bu
başarısından dolayı bir çok hediye takdim edildi; ancak vezir, maaşı dışında kendisine
verilenleri kabul etmedi.19
Selçukluların Baycu ile yaptıkları barış, Anadolu’da tekrar nizamın kurulmasına
imkan vermişti. Ancak nihayetinde bu anlaşma, bir Moğol kumandanı ile yapılmıştı ve
bunun Moğol Hanı ile güvence altına alınması gerekiyordu.20 Sultan G. Keyhüsrev, Nâib
Şemseddin İsfehanî reisliğinde bir heyeti kıymetli hediyelerle doğrudan Batu Han’a
göndererek, bağlılığını ifade ile daha önceki anlaşmanın sağlam esaslarla yeniden
düzenlenmesini sağladı.21 Böylece Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol imparatorluğunun
merkezi Karakurum’a bağlı bir haraçgüzar (il) olması Selçuklu Devleti tarafından da resmi
olarak kabul edildi.22
16
Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000, s. 35; ayrıca
bkz. İbn-i Bîbî, el-Evâmir, ss. 528-531. Vezir Mühezzebüddin Ali, Amasya’ya varınca yenilgiyi Amasya
kadısına göz yaşları içinde şöyle anlatır: “Memleket işleri ve saltanat ahvali sultanın akılsızlığı, gençliği,
nadânlığı ve ayak takımıyla oturup kalkması sebebi ile bu dereceye düştü, aşırı eğlencenin uğursuzluğu
yüzünden bu hale geldi” ifadeleri ile felaketin asıl nedenini dile getiriyordu (İbn-i Bîbî, el-Evâmir, s. 531);
Hatta Sultanın, muharebenin başladığı gece tamamıyla sarhoş olduğu belirtilir (Turan, age., s. 439).
17
Vezirin barış gerekçesi olarak Anadolu’da 100 binden fazla askerî kuvvetin ve daha pek çok sağlam
kalelerin bulunduğunu, bu kuvvetlerin Kösedağ’da savaşmadıklarını, bu bakımdan Türkiye’nin istilâ ve
fethinin çok zor olduğunu, uzun yıllara gerek duyulacağını bu yüzden barışı kabul etmelerinin daha isabetli
olacağı şeklinde ileri sürdüğü fikirlerle Moğol kumandanları ikna ederek Moğollara vergi verme koşulu ile
Türkiye’nin tümünü istilâdan vazgeçirerek bu barışı yapar. İbn-i Bîbî o dönemin şartları içerisinde bu barışın
hakimane bir biçimde yapılmış akıllıca ve yerinde bir barış olduğunu söyler (İbn-i Bîbî, el-Evâmir, s. 533).
Bunun üzerine Baycu Noyan ile “Moğollara yıllık 360 bin gümüş para, 10 bin koyun, bin sığır ve deve”
verilmesi şartlarıyla bir barış imzalandı (Turan, age., s. 444).
18
İbn-i Bîbî, el-Evâmir, ss. 538-9; Turan, age., s. 447.
19
İbn-i Bîbî, age., ss. 539-540.
20
Ayrıca Selçuklular anlaşmayı Moğol Hanına götürmek suretiyle Selçuklu devletini kumandan Baycu’nun
tasallutundan kurtarmak ve Handan bazı imtiyazlar elde etmeyi de umuyorlardı (Turan, age., s. 450).
21
Şemseddin İsfahanî reisliğinde Moğol Hanına giden bu heyette ayrıca Amasya kadısı Fahreddin ve
Tercüman Mecdeddin Muhammed (İbn-i Bîbî’nin babası) de bulunmaktaydı. Bu heyetten memnun kalan
Batu Han, Selçuklu sultanına ok-yay (kîs u kurban) kılıç ve külah gibi hediyeler yanında bir Moğol
gözlemciyi (nöker) de Selçuklu heyeti ile birlikte Anadolu’ya gönderdi (bkz. İbn-i Bîbî, age., ss. 540-4).
Selçuklu heyetiyle birlikte gönderilen Moğol nökeri Selçukluların artık Moğol denetim ve gözetiminde
olduğunun bir göstergesidir.
22
Nejat Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-Dîn Süleyman, Ankara 1970, s. 35.
6
Kendisinin Selçuklu tahtında oturması, Moğol Hanı tarafından kabul edildiğinden
G. Keyhüsrev, bu anlaşmayı yapan Şemseddin İsfahanî’yi vezir Mühezzebüddin Ali’nin
ölümü ile boşalan vezirlik makamına atadı. Bundan başka ona Kırşehir ıktâı emîrliği ve
subaşılığı da verildi ki bu, Selçuklu tarihinde o zamana kadar hiçbir vezire verilmemiş bir
ayrıcalıktı. Şemseddin İsfahanî, bundan sonra ölümüne kadar Selçuklu devletinin mutlak
hakimi oldu.23 Şemseddin İsfahanî, bu anlaşma esnasında ayrıca Moğol Han’ından daha
önce Kösedağ savaşında taahhüd edip asker göndermeyen ve yenilgiden sonra itaatten
çıkan Selçuklu vasalı24 Çukurova Ermeni krallığına karşı askeri bir harekata da izin
almıştı.25 Vezir Şemseddin komutasındaki Selçuklu ordusunun Çukurova kuşatması
esnasında Alâiyye (Alanya) de bulunan sultan G. Keyhüsrev öldü.26
Selçukluların kendi vasalı durumundaki Ermenilere karşı bir hareket için dahi
Moğollardan izin almaları onların, Kösedağ mağlubiyetinden sonra tamamen Moğollara
bağlı bir beylik haline geldiklerinin bir göstergesidir. Bununla beraber Selçuklu
Türkiye’sindeki iktisadî ve kültürel gelişmeler, Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin idamına
(1277) kadar büyük sarsıntı ve kesintiye uğramamıştır. Nitekim bu Moğol tabiiyeti
döneminde (1243-1277) Anadolu’da inşâ olunan büyük mimari abideler, camiler,
medreseler, hastaneler ve özellikle kervansaraylar dönemin iktisadî kuvvetinin kanıtı
sayılabilir.27
Sultan G. Keyhüsrev’in ölümünden sonra geride onun İzzeddin Keykâvus,
Rükneddin Kılıç Arslan ve Alâeddin Keykubâd adlarında üç erkek çocuğu vardı.
Şemseddin İsfahanî’nin önderliğinde Selçuklu emîrleri, büyük oğul II. İzzeddin
Keykâvus’u tahta geçirdiler.28 İsfahanî vezirlik makamını korurken Celâleddin Karatay
saltanat nâibliğine atandı.29 Daha sonra Selçuklu emîrleri arasında yetki çatışmaları
yaşanması üzerine İsfehanî muhaliflerini ortadan kaldırarak duruma hakim olmayı başardı.
Hatta sultanın annesiyle de evlenerek iktidarını daha da kuvvetlendirdi.30
Güyük Han’ın tahta çıkış merasiminde (1246) Moğollara bağlı tüm îllerin
sultanlarının hazır bulunup itaat bildirmeleri istendiğinden Karakurum’da yapılacak törene
sultan İ. Keykâvus da davet edildi. Vezir Şemseddin ise saltanatın prestijini korumak için
çeşitli mazeretlerle sultanın yerine kardeşi Rükneddin Kılıç Arslan’ı gönderdi. Moğol
Hanının cülus törenine katılan Kılıç Arslan, Han tarafından sultanlığa Bahâeddin
Tercüman ise vezirliğe atandı. Ayrıca kendilerine Şemseddin İsfahanî’nin görevden
alınması ve öldürülmesi için istedikleri izin de verildi. Selçuklu heyetinin Moğol
askerleriyle Konya’ya yöneldikleri haberini öğrenen vezir Şemseddin İsfahanî, kaçma
teşebbüsünde bulunmasına rağmen Moğolların emriyle Bahâeddin Tercüman tarafından
23
Vezir Şemseddin İsfahanî’nin yetkilerinin artırılmasında Batu Han’dan nizâmü’l-mülk ve Salahu’l-Alem
unvanı ile aldığı özel bir yarlığın etkisi olduğu da belirtilmektedir (Kaymaz, age., s. 37; krş. İbn-i Bîbî, age.,
ss. 542-3)
24
Vasal: Selçuklulara bağlı bulunan eyalet anlamında kullanılmaktadır.
25
İbn-i Bîbî, age., s. 545.
26
Yaklaşık 25 yaşlarındaki Sultanın içki içmekte iken fenalaşarak öldüğü belirtilir (Sevim-Yücel, Türkiye
Tarihi., s. 174). İçki, eğlence ve kadınlara düşkünlüğü, yeteneksizliği, ahlakî zaafları, Saadettin Köpek’in
aldatmasıyla yaptığı hatalar ve Kösedağ’daki tarihi yenilgi ile G. Keyhüsrev, Selçuklu saltanatında çöküş ve
yıkılışın müsebbibi olarak görülmüştür (bkz. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 145; Turan,
age., s. 438-9, 451; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 474; Osman Turan, “Keyhüsrev” mad., İA, c.
VI, s. 620).
27
Turan, age., s. 457.
28
Sultan, sağlığında Gürcü Hatun’dan olan Alâeddin’i veliahd tayin etmişse de Selçuklu ileri gelenleri, eski
Türk töresine uyarak büyük çocuk İzzeddin Keykâvus’u tahta geçirdiler (Sevim-Merçil, age., s. 475).
29
Ayrıca Şemseddin Hasoğuz beylerbeylik, Fahreddin Ebubekir de Pervânelik makamına getirildiler (Turan,
age., s. 459).
30
Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 475.
7
öldürtüldü (1249).31 Sultan ve vezir atamalarının dahi Moğol yöneticiler tarafından
yapılıyor olması, dönemin siyasî atmosferinin anlaşılması açısından önemlidir.
Taht mücadelesinde İzzeddin Keykâvus’un, kardeşi Kılıç Arslan’la yaptığı savaşı
kazanmasına rağmen Kılıç Arslan’ın Moğollarca bu göreve getirilmiş olması nedeniyle
nâib Celâleddin Karatay’ın önerisiyle üç kardeş saltanatı yürürlüğe konarak, Selçuklu
tahtında meydana gelebilecek yeni bir kaosun önüne geçildi. Celâleddin Karatay, bir yetki
karmaşasına fırsat vermemek için de her üç sultanın atabegliği görevini üstlenerek işlerin
tek elden yönetimini sağladı. Üç kardeşi bir tahta oturtmak gibi zor bir görevi başaran
Celâleddin Karatay’ın yüksek ahlakı, fazileti ve dindarlığı ile döneminde veliyyullah fi’larz (Allah’ın yeryüzündeki dostu) diye anıldığı belirtilmektedir.32 Celâleddin Karatay’ın
dirayetiyle sağlanan bu istikrar döneminde de kimi emîrlerin Moğolları değerli
armağanlarla ziyaret ederek onlardan yeni görevler almalarıyla Selçuklu yönetiminde bazı
huzursuzluklar yaşanmaktaydı.33
İzzeddin Keykâvus, Moğolların ısrarıyla Batu ve Mengü Hanlara sadakatini
bildirmek için Kayseri’den Karakurum’a gitmek için yola çıktığı sırada Celâleddin
Karatay’ın ölmesi (1254) üzerine kardeşi Kılıç Arslan’ın Konya’da tek başına tahta
geçirilmesi endişesiyle bu seyahatten vazgeçerek Konya’ya döndü ve yerine kardeşi
Alâeddin’i gönderdi. Bununla birlikte Alâeddin’in, Moğol Han’ının yanından sultan olarak
dönebileceği korkusu diğer iki kardeşi (II. İzzeddin Keykâvus ve IV. Rükneddin Kılıç
Arslan) ve bunlara bağlı devlet adamlarını endişeye düşürdü. Bu nedenle Erzurum’a ulaşan
Alâeddin Keykubâd II, lalası vasıtasıyla zehirlenerek öldürüldü (1254).34 Böylece
Karatay’ın güçlükle tesis ettiği üç kardeş saltanatı dönemi sona erdikten sonra geride kalan
kardeşlerin taht mücadelesi başladı. Yapılan savaş sonrası yenilen Kılıç Arslan hapse atıldı
ve II. İzzeddin Keykâvus tek başına Selçuklu tahtına oturdu (1254).35
Anadolu’daki Moğol kumandanların aşırı isteklerini şikayet etmek üzere Selçuklu
sultanı İ. Keykâvus tarafından değerli armağanlarla Batu Han’a gönderilen emîr-i dâd
(adliye emîri) Sâhib Fahreddin Ali, Han’dan bu tür istekleri önleyen bir yarlığ (ferman)
almayı başardı. Ancak bu, Moğol kumandan Baycu’nun hoşuna gitmedi. Bu sırada
Hulagu’nun İran ve garp bölgelerini idare için il-han unvanı ile ordusuyla bölgeye gelmesi,
Baycu’nun askerleriyle Azerbaycan’daki Mugan ordugahından ayrılarak yaylak ve kışlak
bulmak amacıyla ikinci kez Anadolu’ya gelmesine zemin hazırladı. Ordusuyla Aksaray’a
kadar gelen Baycu’nun isteğinin yerine getirilip-getirilmemesi konusunda Selçuklu
yöneticileri arasında ihtilaf vardı.36 Sonunda savaş kararı alındı. Ancak yapılan savaşta
Selçuklu ordusu yenilgiye uğradı ve İzzeddin Keykâvus yakın adamlarıyla Alaiyye
(Alanya)’ye kaçtı. Moğol ordusunun Konya’yı kuşatıp yağmalamak için harekete geçmesi
üzerine halktan toplanan altınlar Baycu’ya sunularak, şehir yıkım ve yağmadan kurtarıldı.
31
Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, s. 176; Turan, age., s. 465; krş. İbn-i Bîbî, age., s. 584-587.
İbn-i Bîbî, age., s. 593-4; Aksarayî, age., s. 28. Celâleddin Karatay’ın hayatı hakkında geniş bilgi için bkz.
Osman Turan, “Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, Ankara 1948, c. 12, sayı: 47, ss. 1749.
33
Örneğin faziletli ve âlim bir şahsiyet olan Necmeddin Nahçıvânî, her önüne gelenin Moğollara gidip mevki
alıp geri dönmesi ve saltanattaki karışıklıklara daha fazla dayanamayarak vezirlik görevinden ayrılıp Halep’e
gitti. Hatta Selçuklu beyleri kendi aralarındaki ihtilafları çözmek için Moğol kumandanı Baycu Noyan’a
gidiyorlar; kimi zaman da Moğollara birbirleri aleyhine mektuplar yazıyorlardı (Turan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, ss. 470-1).
34
Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, s. 30. Alâeddin’in beraberindeki heyet daha sonra
Batu Han’ın huzurunda bu zehirlenme hadisesinden dolayı sorguya çekilmişlerdir (Turan, age., s. 489).
35
Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 477.
36
Bazı devlet erkânı Hulagu’nun batıya atanması nedeniyle Baycu’nun artık eski gücünü kaybettiğini ileri
sürerek savaşılma taraftarı idi (Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, s. 179).
32
8
Bununla birlikte Baycu, yaptığı yemin gereği şehrin dış surlarını yıktırdı (1256).37 Bu
kuşatma esnasında Mevlânâ’nın, Konya’yı Moğollara karşı nasıl savunduğuna ilişkin
Mevlânâ’nın kendi şiirlerinde ve Mevlevî kaynaklarda anlatılan rolüne ilgili bölümde
değinilecektir.
Baycu Noyan, İ. Keykâvus’u kendisine gelip itaatini bildirme şartıyla Konya’ya
geri çağırdı. Ancak sultanın, öldürülme korkusundan gelmemesi üzerine bin kişilik bir
kuvveti onu takibe gönderdi. Keykâvus da İznik’e giderek Bizans’a sığındı.38 Bunun
üzerine Baycu’nun emri ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan hapisten çıkarılarak Selçuklu
tahtına oturtuldu (1257). Hulagu’nun Bağdat seferine çıkarken Anadolu’daki Baycu Noyan
ve askerlerini beraberinde götürmesinden yararlanan II. İzzeddin Keykâvus, Bizans
imparatorundan askeri yardım sağlayarak, Konya’ya girip Selçuklu tahtına tekrar oturdu ve
Anadolu’daki Moğollara karşı da cihat ilan etti.39 Kılıç Arslan ise en önemli adamı Pervâne
Muîneddîn Süleyman40 ile birlikte önce Kayseri daha sonra da Tokat’a çekilerek
Keykâvus’a karşı Moğolların desteğiyle taht mücadelesini sürdürmekteydi.41 Diğer yandan
halkın desteğini almak için Moğollara cihat ilan eden kardeş Keykâvus, aynı zamanda
Hulagu ve Mengü Han’a değerli hediyelerle elçi heyetleri göndererek Moğolların onayını
alıp kardeşi Kılıç Arslan’a karşı saltanatını korumak istiyordu.42 Sultanın bu teşebbüsü, o
devirde Moğollara karşı bir propaganda ile saltanatını korumaya çalışan sultan
Keykâvus’un da Moğollara bağlı bir beylik görünümündeki Anadolu Selçuklu tahtında,
Moğollara rağmen iktidarda kalmasının zorluğunu bildiğini göstermektedir. Keykâvus ve
Kılıç Arslan arasındaki bu mücadele, Hulagu’nun Selçuklu Türkiye’sini iki kardeş arasında
iki yönetim bölgesine ayırması ile sonuca bağlandı ve her iki sultan da bu karara uymak
37
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1977, c. I, s. 486. Hatta hatip Cuma günü kendisine ve
karısına ait bütün kıymetli eşyaları yanına alarak minbere çıkarak halktan para istedi. Konya ileri gelenlerinin
dört katır yükü altını Baycu’ya sunarak Konya’yı yıkımdan kurtardıkları belirtilir. Halktan toplanan altın ve
malların Üstaddâr (saray kahyası) Nizameddin Ali ve vâizlerin gayretleri sonucu toplandığı belirtilir (Turan,
age., s. 481-2; Sevim-Yücel, age., s. 179).
38
Sultanın buradaki yaşamı için bkz. Erdoğan Merçil, Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk
Tarih Kongresi (5-9 Eylül 1990), Ankara 1994, c. II, ss. 709-723.
39
Sevim-Merçil, age., s. 478.
40
Mevlânâ ile yakın ilişkisi bilinen Muîneddîn Süleyman; çok zeki ve dirayetli bir devlet adamı olan vezir
Mühezzebüddin Ali’nin oğluydu. Böyle önemli bir vezirin oğlu olmasından dolayı devlet geleneğine yakın
bir isimdi. Süleyman’ın Selçuklu yönetimindeki emîr unvanı ile ilk ciddi etkinliği aşağı yukarı 30 yaşlarında
iken 1252-1253 yıllarına tesadüf eder. Bu sırada kendisinden daha kıdemli bir emîr ile Erzincan
Serleşkerliğini elde etmek için mücadele ediyorlardı. Her ikisi de bu görevin kendisine verilmesi için Baycu
Noyan’a gittiler. Baycu Noyan, tercihini babası nedeniyle önceden tanıdığı Süleyman’dan yana kullandı ve
görevi M. Süleyman’a verdi. IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın elçisi olarak Kayseri’den Konya’ya gelerek II.
İzzeddin Keykâvus’un hizmetinde emîr-i hâcib (melikü’l-hüccâb) görevini de yürüten (1254) Muîneddîn
Süleyman, daha sonra hapisten çıkarılıp tahta oturtulan IV. Kılıç Arslan’ın hizmetinde Pervâne görevine
getirildi (1256). Moğollar katındaki çaba ve başarılı etkinlikleri sonucu Türkiye Selçuklu ülkesindeki tek
yetkili haline geldi. IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ı tek başına tahta getirdiği dönemden idam edilene kadar
(1262-1277) ki döneme bu yüzden Pervâne devri denilmektedir (J. H. Kramers, “Müin-üd-Din” mad., İA., c.
VIII, ss. 555-6; İ. Parmaksızoğlu, “Pervâne Mu’înedîn Süleyman” mad., Türk Ansiklopedisi, Ankara 1977, c.
26, ss. 483-5). Muîneddîn Süleyman’ın hayatı ve Selçuklu yönetimindeki etkinliği hakkında geniş bilgi için
bu konuda yapılan müstakil bir çalışma konumundaki şu esere bkz. Nejat Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-Dîn
Süleyman, Ankara 1970.
41
Kaymaz, age., ss. 70-2.
42
Sevim-Yücel, age., s. 179; Kaymaz, age., s. 74. Rükneddin Kılıç Arslan’ın kardeşi Keykâvus’a yazdığı ve
günümüze kadar ulaşan bir mektubunda Baycu Noyan’dan babamız büyük Noyan diye bahsedilir ve
Moğolların yenilmez oldukları vurgulanır (bkz. Turan, age., ss. 483-4). Bu mektuptaki ifadelerden de
Moğolların o dönemdeki gücünü ve Selçuklu devleti üzerindeki etkisini tahmin etmek zor değildir.
9
zorunda kaldı (1258/59).43 Hulagu’nun ülkeyi ikiye bölüştürmesinde Muîneddîn Süleyman,
zekası ve söyledikleriyle Hulagu’yu ikna ederek hem Kılıç Arslan’ın saltanata iştirakini
sağlamış hem de kendisinin nüfuzu bundan sonra gitgide genişlemiştir.44 Keykâvus’un
Konya’ya dönmesinden sonra Tuğracı Baba Şemseddin, Hulagu’nun yanına giderek Moğol
askerlerine verilen vergileri artırma karşılığında bir çok imtiyaz ve vezirlik görevi alarak
Konya’ya döndü. Onun ölümünden sonra ise Keykâvus’un vezirliğine Fahreddin Ali
getirildi.45
Moğollara dayanan kardeşine karşı İ. Keykâvus’un Moğol aleyhtarlığı halktan
destek görmekte iken içki, eğlence ve kadınlara aşırı düşkünlüğü ile gayrı müslim
dayılarıyla Antalya’da eğlence alemine dalması, halk ve devlet ricali arasında hoşnutsuzluk
yaratıyordu.46 Ayrıca vermediği yıllık haracı ve Kılıç Arslan tarafındaki Muîneddîn
Pervâne’nin kendi aleyhine Moğolları kışkırtması ile Moğollarla bozulan ilişkileri
düzeltmek için İzzeddin Keykâvus, bir çok değerli armağanla Hulagu’ya gitmek üzere iken
Alıncak Noyan’ın kalabalık bir orduyla Aksaray’a yöneldiği haberini alınca, ülkenin
savunmasını kumandanlarına bırakarak geri dönüp Antalya’ya gitti. Buradan da bir daha
dönmemek üzere Bizans İmparatorunun yanına İstanbul’a gitti (1261). Böylece onun
aralıklı mücadelelerle geçen 17 yıllık saltanat süresi sona ermiş oldu. İzzeddin
Keykâvus’un tahttan ve ülkeden uzaklaştırılmasından ve taraftarlarının temizlenmesinden
sonra, Muîneddîn Pervâne’nin Selçuklu Türkiye’sindeki otoritesi iyice kuvvetlendi.47
Pervâne’nin ilk önemli icraatı, Moğollardan gerekli izni aldıktan sonra Selçuklu
devletindeki taht mücadelesini fırsat bilerek Selçuklu şehri Sinop’u ele geçiren Trabzon
Kommenosları’ndan şehri geri almak oldu (1266). Bu zaferden sonra kudreti iyice artan
Pervâne, sultandan Sinop’un kendisine verilmesini istedi. Bu isteğe zaten karşı
çıkamayacak durumdaki sultan, onun bu isteğini yerine getirmek zorunda kaldı. Daha
sonra çeşitli dedikodularla sultan ile iyice arası açılan Pervâne, Moğollardan gerekli izni
aldıktan sonra türlü entrikalarla genç yaştaki (28-30 yaşlarında) Kılıç Arslan’ı öldürterek
(1266) sultanın küçük yaştaki oğlu III. Gıyaseddin Keyhüsrev’i tahta geçirdi.48
Bu arada Pervâne kendisine rakip olabilecek Selçuklu vezirlerinden kaynaklarda
Ebu’l-Hayrât (İyilikler babası) unvanı ile tanınmış Sâhib Fahreddin Ali’yi49 daha önce İ.
43
Yapılan bu taksime göre Sivas’tan Bizans sınırına kadar olan bölge Keykâvus’un; Sivas’tan Erzurum’a
Moğolların sınırına kadar olan yerlerin de Kılıç Arslan’a verilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca Moğollara verilen
vergilerin oranı da yeniden belirlendi (bkz. Sevim-Yücel, age., s. 180; Turan, age., s. 491).
44
Turan, age., s. 491, 493. Pervâne Süleyman, iki sultanın rekabeti sayesinde Moğol Han’ına daha iyi hizmet
edeceklerini izah etmiş, siyasî zeka ve nüfuz kabiliyeti ile Moğolların itimadını kazanmıştı. Nitekim Hulagu,
Kılıç Arslan’a “Bundan sonra devlet işleri için bana Muîneddîn Süleyman’dan başkası gelmesin” demişti
(Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, ss. 45-6).
45
Aksarayî, age., s. 46-7. Aksarayî, vezirin Moğolların vergisini artırma yolunu açan kişi olduğunu, Sâhib
olduğu imtiyazlarla bir çok zulümler yaptığını, öldüğünde ise ahirete yaptığı bu zulümlerin yüklerinden başka
bir şey götürmediğini, kendisinden sonra vezirliğe gelen Fahreddin Ali’nin uygulamaları ile bir rahatlamanın
yaşandığını belirtir (Aynı eser, s. 47).
46
Turan, age., s. 488. Vezir Fahreddin Ali de onu bu gerekçelerle yalnız bırakarak Rükneddin Kılıç Arslan
tarafına geçti (Turan, age., s. 495).
47
Turan, age., s. 525; Sevim-Yücel, age., s.180; Kaymaz, age., s. 90.
48
Sevim-Merçil, age., s. 480.
49
Kaynaklarda (İbn-i Bîbî, el-Evâmir, s. 731; Eflâkî, age., c. II, s. 139, 554) Sâhib Fahreddin Ali b. Hüseyin;
Anadolu’nun bir çok yerinde câmi, medrese, hankâh, türbe, han, hamam, çeşme, kaplıca gibi çeşitli eserler
yaptırmıştır. Fahreddin Ali’nin cömertliği ve yönetimde başarılı bir bir devlet adamı olduğu hususunda bütün
kaynaklar müttefiktir. Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. M. Ferit ve M. Mesut, Selçuk Veziri Sâhib Ata ve
Oğullarının Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1934.
10
Keykâvus’la ilişki kurup ona yardım etmesinden dolayı hapsettirdi (1272).50 Oğlunun
Abaka Han katındaki girişimleri sonunda Abaka Han huzurunda yargılandıktan sonra
Fahreddin Ali, özellikle Toku Noyan’ın yardımı sayesinde kendisine vezirlik makamı iade
edildi (1275).51
Anadolu’daki Moğol kumandanların Selçuklu yöneticilerini sürekli baskı altında
tutmasından dolayı Pervâne, Abaka Han’a giderek Han’ın kardeşi Acay ve Samagar
Noyan’ı şikayet etti ve Türkiye’deki görevlerinden alınmalarını istedi. Abaka Han gizli
kalması şartıyla onun bu isteğini yerine getireceğini bildirdi. Bununla birlikte yine de
Moğollara güvenmeyen Pervâne, o dönemdeki Müslüman halk tarafından Moğollara karşı
bir kurtarıcı olarak görülen Memluk Sultanı Baybars’a bir elçi göndererek Moğollara karşı
Türkiye’ye bir ordu göndermesini istedi. Bu sırada Abaka Han’ın Acay ve Samagar
Noyanları görevden almasıyla bu baskıdan kurtulan Pervâne, Baybars’ın Türkiye’ye
gelişini olumlu karşılamayıp seferini ertelemesini istedi. Durumdan haberdar olduğu
anlaşılan Abaka Han, Acay Noyan’ın yerine Selçuklu Türkiye’sine yeni atadığı Toku
Noyan’ın izni olmaksızın başta Pervâne olmak üzere hiçbir Selçuklu yöneticisinin karar
vermemesini bildirdi. Bu yetki kısıtlaması ile Pervâne’nin devlet yönetimindeki yetkileri
sona ermiş olduğu gibi Moğollar katındaki güven ve itibarı da büyük ölçüde kayboldu. Bu
arada Abaka Han, Selçuklu hanedanı ile akrabalık kurmak suretiyle Türkiye’deki Moğol
hakimiyetini kuvvetlendirmek için IV. Kılıç Arslan’ın kızı Selçuk Hatun’u oğlu Argun52
ile evlendirdi (1276).53
Selçuk Hatun’u Abaka’ya gelin götüren Pervâne ile arası açılan Hatiroğlu
Şerefeddin54 Memluk sultanı Baybars’a derhal Türkiye’ye gelmesini bildiren haberler
göndererek Pervâne’ye ve Moğollara karşı Kayseri’de isyan başlattı. Baybars, bin kişilik
bir kuvvet göndermesine rağmen bu hususta acele edilmemesini ve daha önce Pervâne’ye
söz verdiği üzere ancak bu yılın sonunda gelebileceğini bildirdi. Selçuklu gelinini Moğol
sarayına teslim eden Pervâne ve beraberindeki Selçuklu ileri gelenleri 30 bin kişilik Moğol
ordusuyla geri döndüler ve ayaklanmayı kısa zamanda bastırdılar. Yakalanan Hatıroğlu
Şerefeddin’in Moğol kumandanlarınca sorgulanması esnasında Memluk Sultanı ile
Moğollara karşı işbirliği yaptığı suçlaması üzerine Şerefeddin, Baybars’la olan anlaşmanın
Pervâne’nin bilgisi dahilinde olduğunu söylemiş, Pervâne ise bunu inkar etmişti.55 Moğol
kumandanlarının, yargılama sırasında tutulan zabıtları Abaka Han’a göndermelerinden
sonra, Han’dan idam kararının gelmesiyle Hatıroğlu Şerefeddin idam edildi (1276).56
Moğollar bu isyandan sonraki kış mevsiminde Hatıroğlu Şerefeddin’e Anadolu’da itaat ve
yardım edenleri aramak, sorguya çekmek ve cezalandırmakla meşgul oldular. Bu
sorgulamalar esnasında Süleyman Pervâne, grup halinde getirilen sanıkların kurtulması
50
İbn-i Bîbî aslında bu yardımın Pervâne’nin onayı ile gerçekleştiğini ancak daha sonra Fahreddin Ali’nin
makamına göz dikenlerin Pervâne’yi onun aleyhinde kışkırtmaları ile aralarının bozulduğunu kaydeder (İbn-i
Bîbî, age., ss. 653-6).
51
İbn-i Bîbî, age., s. 657.
52
Argun (saltanat dönemi 1284-1291) İlhanlıların dördüncü hükümdarıdır (Geniş bilgi için bkz. Faruk
Sümer, “Argun” mad., DİA, c. III, s. 355).
53
Sevim-Yücel, age., s. 184-6.
54
Hatıroğlu Şerefeddin Mes’ûd Pervâne’nin yanında katip (münşî) olarak göreve başlamış; 1262’de merkez
beylerbeyi (sipehdar-ı memleket) ve Niğde serleşkerliği görevlerine getirilmiştir. Sultan Kılıç Arslan’ın
öldürülmesinde de Pervâne’yi desteklemiştir (bkz. Turan, age., s. 525; Kaymaz, age., s.71, 106, 115 vd.).
Binaenaleyh başlangıçta Hatıroğlu Şerefeddin’in Pervâne’nin yakın adamlarından olduğu anlaşılmaktadır.
55
Rivayete göre ona gizlice haber göndererek bu şekilde konuşmakla ikisinin de ölümüne sebep olabileceğini
bildirmiş ve kendisine yardım edilmesini istiyorsa ifadesini değiştirmesini istemişti. Şerefeddin’in ifadesini
değiştirmesinin de kararı değiştiremediği belirtilir (Aksarayî, age., s. 83).
56
İbn-i Bîbî, age., s. 669; Aksarayî, age., s. 84.
11
için kimi zaman Moğol kumandanları nezdinde aracılık yaparak, kimi zaman da sanıklara
nasıl hareket etmeleri konusunda fikirler vererek olumlu bir rol oynadı.57
Türk Memluklü sultanı Baybars, başta Pervâne’nin daveti, Anadolu halkının onu
Moğollara karşı bir kurtarıcı olarak görmesi ve Moğollardan kaçan Selçuklu devlet
adamlarının teşvikiyle 30 bin kişilik ordusuyla 1277’de Elbistan’a geldi. Bunun üzerine
Toku ve Tudavun Noyan kumandasında aralarında Pervâne’nin de bulunduğu Moğol,
Selçuklu, Gürcü ve Ermeni ordusu Elbistan’a yürüdü. Yapılan savaşta Moğollar kesin bir
yenilgiye uğratıldı (1277). Bu savaşta Selçuklu kuvvetleri ciddi olarak savaşmadığı gibi bir
çok emîr ve asker de gönüllü olarak tutsak olup Baybars tarafına geçmişti. Bu nedenle
Pervâne, diğer Selçuklu ileri gelenleri ile birlikte (sultan G. Keyhüsrev, vezir Fahreddin
Ali) bir Moğol intikamından korkarak Tokat’a çekildi. Bu büyük zaferden sonra
Kayseri’ye gelen Baybars, kendisini bir elçiyle tebrik eden Pervâne’yi çağırtıp makamına
oturmasını bildirdiyse de Pervâne, Moğollardan çekindiğinden dolayı bunu kabul
etmeyerek ondan biraz mühlet istedi. Bu arada bir Moğol intikamından korktuğundan
dolayı da Abaka Han’a yenilgiyi ve bağlılığını bildirdi. Kayseri’de bir hafta kalan Baybars,
yiyecek sıkıntısı ve ordusunun büyük bölümünün de yanında olmaması nedeniyle, olası bir
Moğol tehlikesine karşı Kayseri’de daha fazla kalmayarak Mısır’a döndü.58 Böylece
Pervâne’nin iki yönlü siyaseti ve kararsız tutumu nedeniyle Baybars’ın Anadolu’yu Moğol
tahakkümünden kurtarma yönündeki bu önemli ve tarihi girişimi sonuçsuz kaldı.59
Yenilgiyi haber alan Abaka Han hazırlattığı 30 bin kişilik orduyla Anadolu’ya
geldi. Bu arada Sultan, Pervâne ve vezir Fahreddin Ali de Moğol ordusuna katıldılar. Savaş
meydanını gezen Abaka Han, Toku ve Tudavun Noyanın da aralarında bulunduğu Moğol
cesetlerini görüp, bunlar arasında hiç Selçuklu bulunmadığını anlayınca öfkesi iyice arttı
ve yolu üzerindeki tüm yerleri yağmalayarak Van gölünün kuzeyindeki Aladağ’a geldi.
Burada Moğol kumandanlarla Pervâne’nin durumunu görüşen Han, yargılama sonunda
Pervâne’yi Moğollara ihanet ettiği gerekçesiyle 32 adamı ile birlikte idam ettirdi (1277).60
Pervâne Muîneddîn Süleyman Türkiye Selçuklu Devleti tarihinde Moğol tahakküm
ve baskısına rağmen on beş yıl süreyle (1262-1277) siyasî zeka ve mahareti sayesinde
yönetimi tekelinde tutarak, ülkede huzur ve sükuneti sağlamada büyük bir başarı göstermiş
ancak sonunu da yine kendi hatalarıyla hazırlamıştır. Ölümünden sonra Türkiye Selçuklu
Devleti’ndeki buhran ve huzursuzluklar artarak devam etti.61 O, dışta Moğolları içte de
münevverleri kazanan siyaseti ile Anadolu’daki huzur ortamının özlemini çekenlerce daha
sonra arandığı gibi Moğollarla sürekli mücadele halindeki Türkmen beylikleri ve
göçebeleri nezdinde de Moğolların bir temsilcisi sayılmıştır.62
b. Moğolların Genel Özellikleri
Moğol imparatorluğunun kurucusu daha sonraki dönemlerde uygulanan Moğol
yasalarının belirleyicisi ve ilk hükümdarı Temücin adındaki Cengiz63 Han (Hanlık dönemi
1206-1227), Moğol törelerini kendi koyduğu kurallarla birlikte Kağan seçildiği 1206
kurultayında resmen yürürlüğe koydu. 33 defter halindeki bu kanunlar Moğol hazinesinde
saklanırlardı. Timurlular dahil İslâmiyeti kabul eden bütün Moğol hanedanları bu yasaları
57
Bu bilgiyi aktaran Aksarayî, sorgulananlar arasında kendisinin de olduğunu söyler (bkz. Aksarayî, age., s.
84-5).
58
Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, ss. 483-4.
59
Turan, age., s. 549.
60
Sevim-Merçil, age., s. 484; Kaymaz, age., s. 179; krş. İbn-i Bîbî, age., ss. 683-4.
61
Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, ss.188-9.
62
Turan, age., s. 557; Pervâne’nin tarihî rolü ve şahsiyeti hakkında bkz. Kaymaz, age., ss. 180-8.
63
Çağımızın dil bilginleri “Çinggis’i Moğol dilinin en iyi transliterasyonu olarak kabul etse de biz, Moğol
hanının artık dilimize yerleşmiş olan adı olan “Cengiz”i kullandık.
12
titizlikle tatbik etmişlerdi. Çok acımasız bir şekilde uygulanan Cengiz Han yasalarında
cinayet, soygun, planlanmış yalan, zina, cinsel sapıklıklar, büyü ile kötülük yapmak,
çalınmış bir malı saklamak gibi suçların cezası idamdı.64
Moğol devlet teşkilatı ve esasları eski Türk geleneğinin bir devamıydı. Bazıları
barış, bazıları savaş yoluyla Cengiz Han’a tabi olan Türk boyları, kısa zamanda
imparatorluğun sosyal, askerî ve idarî kademelerinde görev aldılar. Böylece ilk etapta
Türk-Moğol imparatorluğunun hakim unsuru Moğollar iken, devlet genişleyince ahalinin
ve askerlerin çoğunluğu Türklere geçmiştir. Sayı bakımından imparatorluğun içinde
azınlıkta kalan ve kültür yönünden de Türklere göre aşağı seviyede olan Moğolların bir
kısmı İslâm dinini kabul ederek Türkleşmiş, kalanları da bugünkü Moğolistan’a
çekilmişlerdir.65 İmparatorluk dağıldığında da batı kısmında, Altınordu, Çağatay ve İlhanlı
gibi yeni Türk devletleri ortaya çıkmış, Moğolların hakimiyeti ise eski yurtları
Moğolistan’a inhisar etmiştir. Bu kısım da zamanla Çinlileşerek imparatorluğun başı
olmaktan çok Çin hükümdarlığı şekline girerek diğer bölgeler üzerindeki etkisini
kaybetmiştir.66
Ögedey’den (Oktay) sonra Kağanlığa seçilen (1251/1252) Mengü han, dedesi
Cengiz’in projesini devam ettirerek biri Güney Çin’e diğeri de Orta Doğu’ya olmak üzere
iki büyük ordu gönderdi (1253). Çin’e gönderilen orduların başında büyük kardeşi
Kubilay, Orta Doğu’ya yollanan kuvvetlerin başında ise küçük kardeşi Hulagu vardı.
Moğol İmparatorluğunun bu kısmına İl-hanlılar67 denilmektedir. Selçuklu Türkiye’si de
bölge üzerinde hakimiyet kuran Moğolların bu kısmıyla daha ziyade ilişkide bulunmuştur.
Hulagu, Amuderya’yı geçip İsmailîleri ortadan kaldırdıktan sonra Abbasî hilâfetinin
merkezi Bağdat’ı ele geçirmiştir (1258).68 İlhan Hulagu’dan sonra yerine geçen Abaka
Han’ın 1282’de ölümü üzerine Van gölünün kuzeyinde toplanan Kurultay’da amcası
Abaka’nın kardeşi Ahmed Han, ilhanlığa seçilince Abaka’nın oğlu Argun69 da onu tanımak
zorunda kaldı.70 İslâmiyeti kabul eden Ahmed Han zamanında (1282-1284) İlhanlı
birlikleri arasında İslâm dini yayılmaya başlamış ve Mahmud adını alan Gazan Han
zamanında (1295-1304) ise geri kalan kısımları da Müslüman olmuştur.71
Başlangıçta halkın çoğunluğu eski Türklerde olduğu gibi tabiat dini veya Şamanlığa
mensup iken bunun yanında Budizm, Hıristiyanlık ve Çin kültürü de Moğollar üzerinde
64
Cengiz Han yasaları bir kitap halinde tam olarak zamanımıza intikal etmemekle birlikte Moğol tarihiyle
ilgili (Moğolların Gizli Tarihi, Camiu’t-Tevarih, Tarih-i Cihangüşa ve Abu’l-Farac Tarihi gibi) eserlerde
çeşitli maddelerine yer verilmiştir (bkz. Mustafa Kafalı, “Cengiz Han” mad., DİA, c. VII, s. 369).
65
Ahmet Temîr, “Moğollar” mad., Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, c. 24, s. 290).
66
Temîr, “Moğollar” mad., c.24, s.290-1.
67
İl- Eyalet ve bölge anlamında bugün de kullandığımız anlamıyla Moğolların merkezine bağlı eyalet
anlamına gelmektedir. İl-han kelimesi ise Han’a bağlı eyalet anlamında kullanılmaktadır.
68
Moğol ordularının gösterdiği büyük başarıların sırrının kahramanlık, stratejide ustalık, savaş azmi ve o
devre göre uygulanan teknik üstünlük yanında bunları sağlayan esas unsurun Cengiz Han unvanlı Temücin
tarafından sivil teşkilat ile askeri teşkilatın birleştirilerek halkın aynı zamanda askeri birlik şeklinde
teşkilatlandırılması olduğu belirtilir (bkz. Kafalı, “Cengiz Han” mad., DİA, c. VII, s. 368; Temîr, “Moğollar”
mad., Türk Ansiklopedisi, c. 24, s. 294).
69
Cesaret anlamını çağrıştırdığından Argun kelimesi, Anadolu’daki Türkler tarafından da çocuklarına isim
olarak verilmiştir. Selçuklu sultanlarından Alpaslan’ın oğlu Arslan Argun, bu adı taşıyan Selçuklu
şehzadelerindendir. Son Selçuklu sultanı II. Tuğrul’un emîrlerinden Alp Argun (ö.589/1193) da bu adı taşır.
Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın (ö.588/1192) Amasya yöneticisi olan oğlunun adının da
Nizameddin Argun Şah olduğu bilinmektedir. Timur’un kumandanlarından Türkmen asıllı olduğu söylenen
Argun Şah da bu ismi taşıyan Türklerin en tanınmışlarındandır (bkz. Faruk Sümer, “Argun” mad., DİA, c. III,
s. 355).
70
Aksarayî, age., s. 165; Sümer, Aynı mad., c. III, s. 356.
71
Temîr, “Moğollar” mad., Türk Ansiklopedisi, c. 24, s. 293.
13
etkiliydi.72 İmparatorluğun kurucusu Cengiz Han’ın hiçbir dine mensup olmadığı için halkı
arasında ve istilâ ettiği bölgelerde dininden dolayı insanlar arasında ayırım yapmadığı
bilakis ibadetleri ile meşgul din âlimlerine zahid ve keşişlere iyi davranıp, onları himaye
ettiği belirtilmektedir.73 Hulagu’dan itibaren Moğolların İlhan yöneticileri arasında beliren
mistik temayül, Abaka Han’ın Budist olması sonucunu doğurmuştur. Abaka’dan sonra
kardeşi Ahmed Han da başlangıçta budist iken daha sonra İslâmiyeti kabul etmiştir.
Ahmed Han’dan sonra tahta geçen Abaka’nın oğlu Argun’un (saltanat dönemi 1284-1291)
da inancına sıkı-sıkıya bağlı bir Budist olduğu ve selefleri gibi onun da dini
müsamahakarlık özelliği ile temayüz ettiği ve Budist keşişlere çok değer verdiği
belirtilmektedir.74
I. MEVLÂNÂ’NIN YÖNETİCİLERLE İLİŞKİLERİ
Mevlânâ’nın Selçuklu yöneticilerince tanınması, döneminde Sultanu’l-Ulemâ
(âlimlerin önderi) unvanını alabilecek kadar meşhur bir bilgin sıfatına hâiz babası
Bahâeddin Veled’in popülaritesi ile yakından ilgilidir.75 Bu açıdan Mevlânâ’nın
yetişmesinde ve fikir dünyasının oluşumunda önemli etkisi bilinen babasının yöneticilerle
ilişkisinin mahiyetinin bilinmesi, Mevlânâ’nın bu konudaki tutumunun tarihsel ve zihinsel
arka planına ışık tutacağından, babasının bu konudaki tutumunu ana hatlarıyla ele almak
istiyoruz.
a. Babasının Yöneticilerle İlişkileri
Bahâeddin Veled, ailesiyle birlikte bugün Afganistan sınırları içindeki Belh
şehrinden göç ederek76 Nişabur, Bağdat, Mekke ve Şam’a uğradıktan sonra Malatya’ya
geldi (1217).77 Buradan Erzincan Akşehir’e giderek Mengücek meliki Fahreddin
72
Temîr, Aynı mad., c. 24, s. 289.
Kafalı, “Cengiz Han” mad., DİA, c. VII, s. 369; National Geographic, “Cengiz Han” konulu özel sayı,
Ağustos 2001, s. 76.
74
W. Barthold, İA., “Argun” mad., c. I, s. 561. Argun Han’ın Budizmin prensiplerine son derece bağlı olduğu
bu nedenle devlet işlerini annesi Kut Hatun’a bırakarak, zamanının çoğunu bu dinin ritüellerini yerine
getirmek için bahşilerle (Budist keşişler) geçirdiği ve onlara son derece değer verdiği belirtilmektedir.
Bahşilerin Argun üzerindeki etkisi o boyuttadır ki henüz otuz yaşlarındayken uzun yaşamak için Hindistan’lı
bir bahşinin hazırladığı ilaçla Tebriz kalesinde bir çilehaneye giren Argun Han, sekiz ay sadece bu ilaçtan
içerek perhiz yapmış, ancak buradan felç olarak çıkarak, bu hastalıktan bir daha da iyileşemeyip ölmüştür
(1291) (bkz. Sümer, “Argun” mad., DİA, c. II, s. 356).
75
Neşet Çağatay, “Mevlânâ Devri Selçuklu Türklerinin Politik ve Sosyo-Ekonomik Sorunları”, Y. Hikmet
Bayur’a Armağan, Ankara 1985, s. 330.
76
Fahreddin Râzî gibi dönemin felsefe yanlısı âlimleriyle Bahâeddin Veled arasında fikir ayrılığından
kaynaklanan gerginlik ve bu âlimlerin sultan Harzemşah’ı Bahâeddin aleyhinde kışkırtmaları bu göçün
(yaklaşık 610/1213 yılı) nedeni olarak gösterilmektedir (bkz. Sipehsâlâr, Ferîdûn bin Ahmed, Mevlânâ ve
Etrafındakiler er-Risâle, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 20; Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, ss. 5-9).
Muhammed Harzemşah ve Fahreddin Râzî’nin de başlangıçta Bahâeddin Veled’in sohbetini dinlediklerini
ancak daha sonra Bahâeddin Veled ve etrafında toplananların saltanat için bir tehlike oluşturabileceği
yönündeki telkinlerle sultanın Bahâeddin Veled’e karşı fikrinin değiştiği anlaşılmaktadır (bkz. Eflâkî, I, 12,
13); Ayrıca sultanın, tarikat erbâbına karşı siyasî nedenlerden dolayı menfi bir tavrının olduğu hatta
Necmeddin-i Kübra’nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî’yi Ceyhun ırmağına attırıp öldürdüğü belirtilir.
Bahâeddin Veled’in de Necmeddin Kübra’nın halifelerinden olması, bu gerginliğin boyutunu gösterir (bkz.
B. Fürüzanfer, Mevlânâ Celâleddin, çev. F. N. Uzluk, İstanbul 1997, ss. 79-80). Bu gerginliğe ek olarak
bölgeyi tehdit eden Moğol akınının da göçte etkili olduğu söylenebilir. Nitekim Necmeddin Dâye (ö. 1253),
Fahreddin Irakî (ö.1289), gibi sûfîlerin de Moğol tehdidinden dolayı bölgeden göç etmesi, Moğol akınlarının
o dönemde ciddi bir tehdit oluşturduğunun kanıtı sayılabilir (bkz. Fürüzanfer, age., ss. 91-92; İsmet
Kayaoğlu, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Konya 2002, ss. 39-40).
77
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Güven Matb., Ankara 1976, ss. 241-243;
Fürüzanfer, age., s. 104.
73
14
Behremşah’ın yaptırdığı medresede bir süre kaldı.78 Bahâeddin Veled’in kaldığı yerlerde
huzur ve güvenli bir ortamın olmasının yanında idarecilerin kendisine karşı olumlu tavrı da
önemli rol oynamaktaydı. Daha sonra Larende (Karaman)’ye gelerek Alâeddin
Keykubâd’ın Larende nâibi Emîr Musa’nın79 yaptırdığı medreseye yerleştiler (1221).80
Burada kaldıkları yedi yıllık süre zarfında Bahâeddin Veled’in Emîr Musa ile sevgi ve
saygıya dayalı bir ilişkisi olmuştur.81 Mevlânâ’nın da burada iken evlendiği ve Sultan
Veled ile Alâeddin isimli oğullarının burada dünyaya geldiği belirtilmektedir.82
Alâeddin Keykubâd’ın âlim ve sanatçılara ilgisi ve başkent Konya’nın Selçuklu
Türkiye’sinin önde gelen âlimlerine ev sahipliği yapması83, Larende’deki Mevlânâ ailesini
de Konya’ya çekmişti.84 Ayrıca A. Keykubâd’ın sûfîlere karşı olumlu bir tavrının olduğu
da anlaşılmaktadır.85 Avârifü’l- Maârif müellifi Şihabüddin Sühreverdi’nin elçi olarak
geldiği Anadolu ziyaretinden dönerken Mirsâdu’l- İbâd müellifi Necmeddin Râzî’ye
Keykubâd hakkında henüz büyük bir icraatı görülmediği halde yaptığı şu tavsiye sultanın
bu tavrını doğrulamaktadır. “Her ne kadar padişahlara yaklaşmak doğru değilse de bu
genç, dindar, ilimden tam nasibi olan ve tasavvuf mensuplarına da bağlı bulunan bu
sultanın himayesine girerek ona ve Anadolu (Rum) halkına faydalı ol.”86 Tüm bu
gerekçeler nedeniyle Konya’ya gelen Bahâeddin Veled burada, sultan A. Keykubâd
tarafından da devlet töreniyle karşılanmıştır.87 Bahâeddin Veled’in dönemin Selçuklu
78
Sipehsâlâr, age., s. 22; Eflâkî, age., c. I, s. 21; Fürüzanfer, age., s. 109.
Emîr Musa’nın tam olarak kim olduğu kesin bir şekilde bilinmese de Karamanoğlu Bedreddin İbrahim’in
kardeşi olup Selçuklu sultanı A. Keykubâd’ıın Larende valisi olarak hüküm süren emîr olduğu
belirtilmektedir (bkz. Fürüzanfer, age., s. 110).
80
Fürüzanfer, age., s. 109.
81
Çok kahraman, temiz ve sadık bir Türk diye övülen Emîr Musa’nın Baha Veled’in müridi olduğu, onu
sarayında konuk etmek istemesine rağmen Baha Veled’in kabul etmeyerek ondan kendisine bir medrese
yaptırmasını istediği belirtilir (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 22).
82
Eflâkî, age., c. I, ss. 22-3; Fürüzanfer, age., ss.111-2.
83
Konya’nın söz konusu dönemdeki rolü hakkında geniş bilgi için bkz. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, “Mevlânâ
ve Muhiti”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Ankara 1961; İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Konya
1964; Hilmi Ziya Ülken, “Mevlânâ ve Yetiştiği Ortam”, Bildiriler Mevlânâ’nın 700. Ölüm Yıldönümü
Dolayısıyla Uluslararası Mevlânâ Semineri, haz. Mehmet Önder, Ankara 1974; Aydın Taneri, Türkiye
Selçuklularının Kültür Hayatı, Konya 1977; Clément Huart, Mevlevîler Beldesi Konya, çev. Nezih Uzel,
İstanbul 1978, Tercüman 1001 Temel Eser; Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul 1994; Hacı Ahmet
Sevgi, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Devrin Örf ve Adetleriyle İlgili Bilgiler, Kayseri 1994; Besim Darkot,
“Konya” mad., İA., İstanbul 1977, c. VI. ss. 841-853; Mikâil Bayram, “Selçuklular Zamanında Konya’da
Kültürel Faaliyetler”, Yedi İklim, Aralık 1994, c. 8, sayı: 57, ss. 90-2; Aynı yazar, Türkiye Selçukluları
Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi, Alevi İnanç ve Kültürünün Sesi Cem, Ekim 2001,
sayı: 114, ss. 21-2.
84
Sipehsâlâr, Bahâeddin Veled’in Anadolu (Rum)ya yöneldiğini Eflâkî ve Sultan Veled ise bu davetin
Sultan’dan geldiğini haber vermektedirler (bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 24-25; Sultan Veled, İbtidaname, ss.
190-191). Hatta bir rivayete göre Bahâeddin Veled daha önce Larende’de iken sultan onu Konya’ya davet
etmiş, Bahâeddin bu isteği, sultanın içki içip, eğlenceye daldığı gerekçesi ile reddetmiş, A. Keykubâd da
onun gelmesi durumunda bu davranışlarından vazgeçeceğini bildirmişti (Eflâkî, age., c. I, ss. 25-26). Bu
rivayet her ne kadar Sultan’ın daveti ve Bahâeddin’in kabulü yönündeki diğer rivayetlerle zahirde bir zıtlık
gösteriyorsa da burada vurgulanmak istenen kanaatimizce sultanın, Bahâeddin’in istekleri doğrultusunda bu
kötü davranışlarından vazgeçmesi; bununla da Bahâeddin Veled’in büyüklüğünün vurgulanmasıdır. Bu
rivayette de Mevlânâ’nın babasının Sultan’a karşı nasihat edici bir rolde olduğunun altını çizmek gerekir.
85
Mehmet Aydın, “Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı”, 2. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler),
Konya 1986, s. 282.
86
Nitekim Moğol istilâsından kaçan Necmeddin Râzî Kayseri’ye gelince sultan Alâeddin’in hizmetine girer.
Necmeddin Râzî de Alâeddin Keykubâd’a ithaf ettiği eserinde sultana övgüler yağdırır (Fuad Köprülü,
“Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, Ankara 1943, c. 7, s. 447; krş. Necmeddin Râzî,
Mirsâdu’l- İbâd, haz. Muhammed Emin Riyahî, Tahran 1366, ss. 11-13).
87
Sipehsâlâr, age., s. 23; Eflâkî, age., c. I, s. 27.
79
15
sultanı tarafından bu şekilde karşılanması, Mevlânâ’nın babasının yöneticiler nezdindeki o
günkü konumunu anlama açısından önem arz etmektedir.
Mevlânâ ailesi ile A. Keykubâd arasındaki iyi ilişkiler bundan sonra da devam
etmiştir. Mevlevî kaynaklardaki bir çok rivayette Alâeddin Keykubâd’dan övgüyle söz
edilmesi bunun en belirgin kanıtıdır.88 Mevlânâ’nın babası ile sultan A. Keykubâd
arasındaki ilişkinin boyutları ve niteliği hakkındaki şu rivayetler de bizlere bu konuda
önemli ipuçları sunmaktadır. Moğol tehdidine karşı Selçuklu şehirlerinin surlarını onarıp
yeni surlar inşâ ettirdiği dönemde89 A. Keykubâd, Konya’nın ihtişamlı surları
tamamlanınca Bahâeddin Veled’i surları gezdirmek için davet eder. Bahâeddin Veled
surların sağlamlığını ve güzelliğini görünce padişaha takdirlerini ilettikten sonra şöyle der:
“Sellere ve düşman süvarilerine karşı çok güzel ve sağlam bir kale yaptın. Fakat
mazlumların dua oklarına karşı ne yapabilirsin? Çünkü bu oklar yüz binlerce kale
burçlarını ve bedenleri delip geçerek dünyayı harap ederler. Bu yüzden öncelikle Allah
deyip çabalayarak adalet ve ihsan kalesini de sağlam yapmağa ve hayırlı dualardan seninle
birlikte olacak askerler vücuda getirmeğe gayret et. Zira bunlar senin için binlerce maddî
kaleden daha önemlidir ve esasen halkın da dünyanın da güvenliği bunlara bağlıdır.”
Sultan, Bahâeddin Veled’in bu nasihatlerini can kulağıyla dinleyerek bunlara uyacağına
söz verdi. Ölünceye kadar da adalet ve ihsandan ayrılmadı.90 Bahâeddin Veled’in bu
tavsiyelerle sultana, bir medeniyetin devamlılığı için zahiri kudret ve gelişmişlik yanında
hak ihlallerinin olmamasını, vazgeçilmez bir gereklilik olarak hatırlattığı görülmektedir.
Tasavvufî bakış açısının da bir gereği olan bu anlayışla bir medeniyetin devamlılığı ve
muhkemliği ile her türlü hak ihlali ve mazlumların bedduası arasında bir ilişki kurularak
mülkünü sağlam temellerle sürdürmek isteyen yöneticinin mazlumların bedduasından
sakınması ve kamuoyunun müsbet kanaatini ifade eden duaya önem vermesi gerektiği
vurgulanmaktadır. Ayrıca bu olay, Mevlânâ ailesinin sultana ve onun yaptıklarına karşı
tavrını ve dönemin psikolojisini yansıtması açısından da önemlidir.
Şu olay da sultan ile Bahâeddin Veled arasındaki ilişkinin keyfiyeti yanında
Anadolu halkının A. Keykubâd ve ondan sonraki devirlere ilişkin düşünce ve hislerine
tercüman olması bakımından önem arz etmektedir: A. Keykubâd bir gece garip bir rüya
görmüş ve rüyasını Bahâeddin Veled’e şöyle anlatmıştır: “Gece rüyamda başımın altın,
gövdemin gümüş, göbekten aşağımın ise tamamen bakır olduğunu gördüm bunun anlamı
nedir?” Bahâeddin Veled, rüyayı şöyle yorumlar: “Senin zamanında Anadolu halkı, huzur
içinde olacak, altın gibi kıymetli ve saf kalacaktır. Senden sonraki evlatlarının dönemi,
senin çağına göre gümüş derecesine düşecek, torunlarının devri ise bakır gibi olacaktır.
Saltanat, üçüncü kuşağa erişince halk birbirine düşecek, vefa ve şefkat kalmayacaktır.
88
Örneğin Anadolu’ya gelip Ahlat’ı kuşatarak bölgeyi yağmalayan Celâleddin Harezmşah ile A. Keykubâd
arasındaki mücadele Mevlevî kaynaklarda anlatılırken Keykubâd’dan İslâm sultanı diye övgüyle söz
edilirken Mevlânâ ailesinin asıl vatanları Belh’in de bir zamanlar bağlı olduğu Harzemşah sultanı
Celâleddin’den söz edilirken onun yağma ve zulüm yaptığı açık bir şekilde anlatılmaktadır (Sipehsâlâr, age.,
s. 24; Eflâkî, age., c. I, s. 19). Yine bu mücadele esnasında Harezmşah askerinin durumunu yerinde görmek
için kılık değiştirerek bölgeye giden A. Keykubâd, durumdan şüphelenen Harzemşah’ın elinden menkıbeye
göre Bahâeddin Veled’in kerametiyle kurtulmuştur (bkz. Sipehsâlâr, age., s. 26; Eflâkî, age., c. I, ss. 50-1).
Bu rivayette belirtilen Celâleddin Harzemşah’ın geçtiği bölgelerde Alâeddin’in idaresinden memnun
olmayan hiç kimseye rastlamamış olması da dönem halkının A. Keykubâd’a olan tutumunun göstergesi
sayılabilir. Ancak Celâleddin Harzemşah’a yönelik bu eleştirilerden Mevlevî kaynaklarda Harzemşah
hanedanına bütünüyle bir karşıtlık olduğu söylenemez. Çünkü Celâleddin Harzemşah’ın amcası Alaaddin
Muhammed Harzemşah hakkında yaptıklarından dolayı övücü ifadeler (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 7) de
bulunduğundan şahıslardan ziyade yapılan işlerin esas alındığı söylenebilir.
89
Surların onarılışına dair bkz. Turan, age., s. 387, 394; Mehmet Aydın, “Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin
Sosyal Yapısı”, s. 285; Mikâil Bayram, Selçuklular Zamanında Konya’da Kültürel Faaliyetler”, s. 90.
90
Eflâkî, age., c. I, ss. 54-55.
16
Dördüncü ve beşinci kuşakta Anadolu tamamıyla harap olacak, Selçuklu hanedanı zeval
bulacak, dünya nizamı kalmayacak, küçük insanlar büyük mevkilere oturacak, önemli işler
bayağı kimselerin eline verilecektir.” Bu tabiri dinleyen Sultan ve etrafındakilerin ise
ağladığı belirtilmektedir.91
A. Keykubâd’ın Bahâeddin Veled’e zaman-zaman çeşitli hediyeler verdiği,
Bahâeddin Veled’in de bunları kimi zaman kabul edip, kimi zaman nezaketle geri çevirdiği
rivayetleri de bu iyi ilişkinin birer göstergesidir.92 Sultanın, Bahâeddin Veled’e gösterdiği
sevgi ve saygının Bahâeddin Veled’in ölümünden sonra da devam ettiği;93 önemli bir
olayla karşılaşıp tereddüde düştüğü zamanlar A. Keykubâd’ın, Bahâeddin Veled’in
türbesine giderek orada dua ettiği belirtilir.94
Sultan Alâeddin, Anadolu halkının şuurunda efsaneleşmiş bir hükümdar olarak
yaşamış ve adaleti hakkında da bir takım menkıbeler teşekkül etmiştir. Mevlânâ’nın şiir
ve gazellerinde de Keykubâd kelimesi, kelimenin etimolojisi ile de ilgili olarak95 büyük ve
yüce padişah anlamında kullanılmaktadır.96 Kelimenin etimolojik kökeninde bu anlam
olması yanında, aynı anlamı veren bir çok kelime arasından Keykubâd kelimesinin
seçilmesi, Keykubâd’ın Anadolu halkı ve Mevlânâ’nın hafızasında bıraktığı yad-ı cemilin
emâresi sayılabilir.
Mevlevî kaynaklarda anlatılan bütün bu rivayetlerden Mevlânâ ailesini Konya’ya
davet ederek Mevlânâ ve Mevlevîliğin kültür tarihimizdeki yerini almasını sağlayan,
bilginlere ve tasavvuf ehline iyi davranan Alâeddin Keykubâd’ın Bahâeddin Veled ile
ilişkilerini bir yetişkin olarak97 gözlemleyen Mevlânâ’nın kendilerine yer yurt sağlayan
sultan Alâeddin’e karşı tutumunu ve hislerini anlamak zor değildir.98
b. Mevlânâ’nın Selçuklu Yöneticileriyle İlişkileri
Selçuklu devletinin başkentinde yaşayan, manevi rehberlik vasfıyla içinde yaşadığı
toplumun düşünüş ve yaşam felsefesine karizmatik etkisi bilinen ve toplum nazarı sürekli
üzerinde bulunan Mevlânâ’nın, bu vasfıyla halkın yanı sıra halkı yönetenler nezdinde de
ön plana çıktığı ve kendisine saygı gösterildiği anlaşılmaktadır. Ancak öncelikle
Mevlânâ’nın dönemin yöneticileri ile ilişkileriyle ilgili şu hususun bilinmesi; konunun
genel bağlamının anlaşılması açısından önemlidir. Bu konudaki rivayetlerden Mevlânâ’nın,
döneminin diğer âlim ve şeyhlerine oranla Selçuklu yöneticileriyle daha az görüştüğü,
Selçuklu elitlerinin de Mevlânâ’ya oranla diğer şeyhleri daha çok ziyaret ettikleri
anlaşılmaktadır. Hatta kimi zaman diğer şeyh ve âlimlere oranla kendi mürşidlerinin daha
az ziyaret edilmesi, Mevlânâ’nın müridlerinde zımnî bir hoşnutsuzluk yaratmakta,
mürşidlerinin yüceliği ile bu durumu uzlaştırmakta zorluk çekmektedirler. Sonunda
dayanamayan müridlerinden birisi, durumu Mevlânâ’ya şöyle açar: “Taceddin Mu’tez,
Sâhib Fahreddin, Muîneddîn Pervâne, Celâleddin Müstevfî, Emineddin Mikâil, Hatır
91
Eflâkî, age., c. I, ss. 45-46; Turan, age., s. 401.
Bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 28-29.
93
Bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 29-30.
94
Bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 49-51.
95
Key ve Keya Farsça’da büyük ve yüce padişah anlamında kullanılmaktadır. Dört tabakaya ayrılan İran
şahlarından ikinci tabakaya keyân ve keyânyân denir ki Keykubâd, Keyhüsrev, Keylehrâsb o tabakadandır
(bkz. Gencinei Güftar-Ferhengi Ziya, Farsça-Türkçe Lûgat, “key” mad., c. III, ss. 1620-21).
96
Örnek kullanımlar için bkz. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 239, b. 3023, s. 435, b. 5663; Mesnevî şerhi,
şrh. A. Gölpınarlı, Ankara 2000, c. III, s. 126, 227, 300, c. IV, 378, 389, c. V, s. 362, 375, 578.
97
Mevlânâ’nın Larende’de iken 18 yaşında evlendirildiği, Sultan Veled ve Alâeddin adlı çocuklarının da
Larende’de dünyaya geldikleri (bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 22-23) ve Bahâeddin Veled’in 1231’de Konya’da
vefat ettiği düşünülürse Mevlana’nın bu sıralar 22-24 yaşlarında olduğu söylenebilir.
98
Babasının Mevlânâ üzerindeki etkisi de göz önüne alınınca bu husus daha iyi anlaşılacaktır.
92
17
oğulları, meliku’s-sevâhil99 Bahâeddin, Kırşehir emîri Cacaoğlu Nureddin, Mecdeddin
Atabek100 vs. gibi zamanın büyükleri ve devlet idarecileri, sizden ziyade diğer şeyhlere
daha fazla gitmektedirler. Acaba onlar sizdeki büyüklüğü göremiyorlar mı? Yoksa bu
tasavvufî sırlara karşı gözleri mi kapalı?”
Mevlânâ bu soruya şöyle karşılık verir: “Siz onların yalnız gelmemesini görüyor,
bizim tarafımızdan onlara yol verilmediğini görmüyorsunuz. Yanımıza gelmeleri için
onlara yol vermiş olsak, sohbetimize susamış olan dostlarımıza yer kalmazdı”.101 Mevlânâ
ile müridleri arasında geçen bu diyalogun yaşandığı günün ertesi sabahı bir çok Selçuklu
ileri geleninin Mevlânâ’yı ziyarete geldikleri, hatta kalabalıktan müridlere oturacak yer
dahi kalmadığı belirtilir. Mevlânâ, emîrlerin bu ziyareti esnasında genel teamülünü
değiştirerek bir çok öğüt ve tasavvufî sırdan bahseder. Sohbetin sonunda da sohbet
tarzındaki bu değişikliği şöyle açıklar: “Bizim, emîrlerle tasavvufî sırlardan bahsettiğimiz
bu sohbetimiz, onların bizi ziyarete gelmemelerini, dostlarımızın hoş karşılamayıp, yanlış
değerlendirmesinden kaynaklandı. Eğer biz emîrlere bu şekilde sohbette bulunsak ve onlar
bizim sohbetimize sık-sık gelseler, dostlarımız buna dayanamaz ve rıza gösteremezlerdi.
Bu nedenle bize düşen görev, emîrlerin halkın işleriyle meşgul olmaları ve biz dervişlere
eziyet etmemeleri için onlara dua etmektir. Böylece; bu manevî helal rızık ve Allah’ın
mârifet nuru da yalnız biz dervişlerin hakkı olarak kalır”.102
Bu rivayetten Mevlânâ’nın kendini ve çevresini derviş kimliği ile tanımlamayarak,
emîrler ile dervişler arasında misyon açısından doğal olarak bir farklılık olduğunu
vurguladığı anlaşılmaktadır. Buna göre siyasetle uğraşan idareciler, işleri gereği tasavvufî
konularla derinden ilgilenemezler. Onların görevi, halkı iyi idare etmek olduğundan; onlar,
görevlerinin gereklerini yerine getirmeli; buna karşılık dervişler, kendilerine rahat ve huzur
içinde ibadet etmelerini sağlayan idarecilere dua ederek kendi meşreplerinin icaplarını
yerine getirmekle meşgul olmalı, kendi ilkelerini ihlal edecek boyutta emîrlerden bir
beklenti içinde olmamalıdırlar.
Âlim-devlet ricali münasebetlerine ilişkin, Fîhi Mâ Fîh’in ilk sohbetinin hemen
başında aktarılan şu hadisle ilgili Mevlânâ’nın yorumu, onun bu konudaki görüşlerinin
toplu bir değerlendirmesi gibidir. Ayrıca esere bu sohbetle başlanmasının, konuya verilen
ehemmiyeti göstermesi açısından ayrı bir önemi olduğu kanaatindeyiz. Mevlânâ’nın
aktardığı hadis ve onunla ilgili yorumu şu şekildedir:
“Âlimlerin kötüsü, emîrleri ziyaret eden; emîrlerin iyisi âlimleri ziyaret edendir.
Fakirin kapısına gelen emîr ne kadar iyi; emîrlerin kapısındaki fakir ne kadar kötüdür.”103
Halk bu hadisi şerifin dış manasını alıp; bir âlimin, emîrlerin ziyaretine gitmesi halinde
âlimlerin en kötüsü konumuna düşeceğinden bir âlimin, emîrin ziyaretine gitmesinin caiz
olmayacağını söylerler. Halbuki bu faydalı sözün gerçek manası, halkın zannettiği gibi
değildir; bilakis şöyledir: Âlimlerin kötüsü, emîrlerden yardım gören, emîrler vasıtasıyla
durumunu düzelten ve kuvvetini elde edendir. Emîrler bana bağışlarda bulunur, saygı
gösterirler, bir yer verirler düşüncesi ve onların korkusu ile okuyan kimse âlimlerin en
kötüsüdür. Şu halde o kimse emîrler yüzünden ıslah olmuş, bilgisizlikten bilir hale
99
Sahil vilayetlerin vali ve kumandanlarına denirdi.
Atabeklik; Anadolu Selçuklu Devleti’nde, kabineye dahil olup, hükümdarın mutemetliğini yapan ve
şehhzadelerin eğitimini üzerine alan kişinin görevine denirdi (Uzunçarşılı, Medhal, s. 51).
101
Hatta Eflâkî bu diyalogun geçtiği günün ertesi günü Mevlânâ’nın müritlerine verdiği bu cevap
doğrultusunda yukarıda ismi geçen tüm emîrlerin Mevlânâ’nın huzuruna geldikleri ve müritlerin bu yöndeki
zanlarının kuvvet bulduğuna yer verilmektedir (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 142).
102
Eflâkî, age., c. I, ss. 142-143.
103
Benzer meâlde bir hadis için bkz. İbn-i Mâce, Sünen-ü İbn-i Mâce, tah. M. F. Abdülbâkî, Mısır 1952,
Mukaddime (23), s. 94.
100
18
gelmiştir. Âlim olduğu zaman da onların korkusundan ve kötülük etmesinden, terbiyeli bir
insan olmuştur. Bütün hallerde, ister istemez bu yola uygun olarak yürümesi gerekir. İşte
bu yüzden, görünüşte ister emîr onu görmeğe gelsin, isterse o âlim, emîri görmeğe gitmiş
olsun, o âlim ziyaret eden, emîr ise ziyaret edilen olur. Bir bilgin eğer emîrler yüzünden
bilgi sahibi olmayı düşünmezse onun bilgisi, belki başlangıçta ve sonunda Allah için olmuş
olur. Tuttuğu yol ve göstermiş olduğu faaliyet sevaba layıktır. Çünkü yaratılışı böyledir ve
bundan başkasını yapamaz. Tıpkı balığın sudan başka bir yerde yerleşip yaşayamayacağı
gibi. Onun elinden gelen ancak budur. Böyle bir âlim’in hareketlerini idare eden ve
ayarlayan akıldır. Herkes ondan korkar ve insanlar bilerek veya bilmeyerek, onun
nurundan ve yansımasından yardım görürler. İşte böyle bir âlim, emîrin yanına giderse,
görünüşte o ziyaret eden, emîr ziyaret edilen olur. Çünkü bütün hallerde emîr ondan feyiz
alır, yardım görür ve âlimin emîre ihtiyacı yoktur, müstağnidir; ışık saçan güneş gibidir.
İşi, bağışlamak, ihsan etmektir. Taşları inci mercan yapar. Topraktan olan dağları bakır,
altın, gümüş ve demîr madenleri haline getirir. Toprakları yeşertir, tazelendirir. Ağaçlara
türlü-türlü meyveler bağışlar. İşi gücü bağışlamaktır, Arapların “Biz vermeyi öğrendik,
almayı öğrenemedik” atasözünde olduğu gibi verir ve başkasından almaz. İşte bu yüzden
bu gibi âlimler gerçekte ziyaret edilen, emîrler ise ziyaret eden olurlar.104
Bu ifadelerinde de görüldüğü gibi Mevlânâ, bir âlimin emîr ve idarecilere karşı
tutumunda önemli olanın onun niyeti olduğunu vurgulamaktadır. Şayet o emîrden herhangi
bir çıkar ve fayda sağlamak arzusunda ise emîri ziyaret etse de etmese de bu niyet o âlimin
içinde olduğu sürece, sürekli o emîrin kapısında gibidir. Ancak hiçbir beklenti ve arzuya
kapılmadan onların kölesi olmadan, faydalı olmak için isterse de emîri ziyaret etmiş olsun,
gerçekte ziyaret edilen o âlimdir; ziyaret eden ise emîrdir. Çünkü âlimin bu ziyarette hiçbir
beklentisi olmadığından aslında veren taraf yani ziyaret edilen odur alan taraf yani ziyaret
eden ise emîrdir.105
Mevlânâ ve çevresi ile dönemin idarecileri arasındaki ilişkinin niteliğine ilişkin bir
diğer özellik; dönemin devlet erkânı ve toplumun ileri gelenleri tarafından Mevlânâ’nın,
etrafındaki müridleri nedeniyle eleştirilmesidir. Dönemin ileri gelenleri, Mevlânâ gibi
saygın bir insanın halkın “bayağı” saydıkları bu kesimleriyle olan ilişkisini anlamakta
zorluk çeker; böyle bir insanın onlara manevi rehberlik yapmasına bir anlam veremezlerdi.
Döneme ilişkin bu konuya dair anlatılan bir çok anekdotta bu husus açıkça görülmektedir.
Mevlânâ ile yakın ilişkisi ve Mevlânâ’ya olan saygısı bilinen dönemin en yetkili
devlet adamı Muîneddîn Süleyman Pervâne de bu bakış açısıyla Mevlânâ’yı eleştirenler
arasındadır. Örneğin; Muîneddîn Pervâne bir gün kendi sarayında ileri gelen devlet erkânı,
âlim ve şeyhlerle sohbet ederken etrafındakilere şöyle der: “Hudâvendigâr (Mevlânâ)
hazretleri eşi benzeri olmayan bir padişahtır. Onun gibi bir hakikat sultanının asırlar
boyunca bir daha dünyaya geleceğini zannetmiyorum. Fakat böylesine bir insanın
müridleri fena ve berbat insanlardır.” Konuşulanları duyan Mevlânâ’nın müridlerinden
birisi bu sözlerden çok incinerek, bunları Mevlânâ’ya iletir. Bunun üzerine Mevlânâ,
Pervâne’ye bir mektupla şu cevabı gönderir: “Eğer benim müridlerim tamamen iyi insanlar
104
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 1-2; age., trc. A. Avni Konuk, haz. Selçuk
Eraydın, İstanbul 1994, ss. 5-6; krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, haz. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran
1330, ss. 1-2.
105
Bu tutumun tasavvuf tarihinde bir çok örneğine rastlanmaktadır. Tasavvuf tarihinde bir çok şeyh,
kendisinden ileri derecede bir tasavvufî yaşam için eğitim isteyen emîrlerin bu isteklerini, yaptıkları iş gereği
emîrlerin bunu yerine getiremeyeceğini söyleyerek onların ibadetinin halka hizmet etmek olduğunu belirterek
bu hizmete devam etmeleri tavsiyesinde bulunmuşlardır. Nitekim ikisinin bir arada gitmeyeceğine ilişkin bu
arzusu kuvvetli olan emîrlerin tacını tahtını bırakması, siyasete veda etmesi örneklerinde kendini
göstermektedir. İbrahim b. Ethem bunların en meşhurudur.
19
olsalardı, ben onların müridi olurdum. Zaten benim onları müridliğe kabul etmem; onların
fenalıklarını bırakıp huylarını değiştirerek iyi olmaları, salih amel işleyen iyi insanlar
arasına katılmaları içindir. Babamın ruhu hakkı için bu konuyla ilgili söylenenlere dair
benim kanaatim şudur: Eğer Allah, onları, rahmetine layık kullar arasına sokacağını
üzerine alıp, buna kefil olmamış olsaydı; onlar, bu kabule mazhar olamayacak ve Allah
kullarının temiz kalplerinde yerlerini almayacaklardı.”106 Mevlânâ’nın, verdiği cevapta,
durumun kader planındaki yerine atıfta bulunması yanında, dönemin elitlerinin
eleştirilerine karşı müridlerine bir baba şefkatiyle yaklaşımı da dikkat çekmektedir.
Yine bir gün Mu’îneddîn Pervâne tarafından Sadreddin Konevî’nin zaviyesinde
düzenlenen bir toplantıda Mevlânâ’nın vecd içinde semâ’ ettiği esnada Pervâne’nin
yanında oturan mahfil emîri Kemaleddin, Mevlânâ’nın da duyabileceği bir şekilde
Pervâne’ye Mevlânâ’nın müridlerini kötülemekteydi: “Mevlânâ’nın müridleri ne bayağı
insanlardır. Çoğu aşağı tabakadan ve zanaat sahibi kimseler. Onun etrafında şehrin ileri
gelenlerinden neredeyse kimse yok gibidir. Her nerede bir terzi, bir bezzaz (kumaş tüccarı)
bir bakkal varsa gidip, onu dost olarak kabul ediyor.” Bu sözleri işiten Mevlânâ
sinirlenerek emîre yüksek sesle şöyle karşılık verdi: “Ey kızkardeşi fahişe!107 Bizim
Mansûr, hallâc (yüncü) değil miydi? Şeyh Ebubekr-i Buharî dokumacı değil miydi? Ve şu
öteki kamil insan camcı değil miydi? Onların meslekleri, kendi mârifetlerine ne eksiklik
verdi ki böyle diyorsun?” Mevlânâ’dan böyle sert bir karşılık beklemeyen emîr ve
etrafındakiler, onun müridleriyle ilgili bu tezkiyesi üzerine söylediklerinden pişmanlık
duydular.108
Mevlânâ’nın etrafındaki müridlere yönelik bu bakış açısı, onların kimi zaman
emîrlerin sarayında tertip edilen semâ’’ törenlerine alınmayarak kapıda uşaklar tarafından
geri çevrilmelerine neden olmakta; bu durumda da Mevlânâ, müridlerine Sâhib
çıkmaktaydı. Bir gün Mevlânâ, Pervâne’nin kendi adına düzenlediği bir semâ’ törenine
giderken, sarayın kapısının önüne geldiğinde, bütün müridleri içeri girinceye kadar
bekledikten sonra içeri girer. Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ’ya beklemesinin nedenini
sorunca Mevlânâ: “Eğer biz, önce saraya girmiş olsaydık, bizden sonra gelen
arkadaşlarımızdan bazısının içeri girmesine uşaklar engel olur; onlar da bizim
sohbetimizden mahrum kalırdı. Biz, onları bu dünyada bir emîrin sarayına sokamazsak,
kıyamette ukba sarayına, cenneti a’laya ve Allah’ın huzuruna nasıl sokabiliriz” diye cevap
verdi. Dostları da Mevlânâ’nın bu teveccühünden ötürü Allah’a şükrettiler.109
Mevlânâ’nın müridlerine yönelik bu tavrın, dönemin elitlerince dile getirilen ortak
bir yargı olduğu söylenebilir. Nitekim Mevlânâ ile iyi ilişkileri bilinen bir diğer isim olan
ve Ebu’l-Hayrat (iyilik babası) unvanı ile tanınan vezir Sâhib Fahreddin Ali’nin110 de şöyle
106
Bu mektubu okuyan Pervâne’nin Mevlânâ’dan özür dileyip müritlere hediyeler gönderdiği belirtilir (bkz.
Eflâkî, age., c. I, ss. 137-8).
107
Mevlânâ’nın haddi aşan birine çok incinip kızdığında ona Horasanlı’lıların küfür ıstılahı olan bu sözle
karşılık verdiği rivayet edilmektedir (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 163).
108
Eflâkî, age., c. I, s. 162.
109
Eflâkî, age., c. I, ss. 165-6.
110
Vezirin siyasî geçmişi hakkında başlıca şunları söylemek mümkündür. Fahreddin Ali b. Hüseyin Rûmî
Ebu’l-Hayrât, 1258’de II. Keykâvus’un nâibi olan 1260’da da aynı sultanın veziri olmuştur. 1261’den
itibaren IV. Kılıç Arslan’ın hizmetinde bütün ülkenin yönetimindeki tek yetkili vezir olmuştur. Pervâne ile
aralarının bozulmasından sonra hapsedilip oğlunun Moğollar katındaki girişimleri sonucu kurtularak vezirlik
makamını tekrar elde etmiştir. İyilik ve hayırlarından dolayı kaynaklarda kendisine Ebu’l-Hayrat (iyiliklerin
babası) unvanı verilmiştir. Selçuklu devletinde emîri dâd, nâib, ve vezir (sâhib) gibi değişik emîrliklerde
bulunmuştur [Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri Önsözü, ss. 59-60 (Remzi Kitabevi), İstanbul 1986);
Kaymaz, age., s. 206. Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. M. Ferit ve M. Mes’ut, Selçuk Veziri Sâhib Atâ
ile Oğullarının Hayat ve Eserleri, İstanbul 1934.
20
dediği belirtilir: “Mevlânâ hazretleri büyük bir padişahtır. Ancak onu, müridleri arasından
çekip çıkarmak ve müridlerini yok etmek lazımdır.” Bu söz Mevlânâ’ya ulaştırıldığında
gülerek şöyle der: “Acaba bunu yapabilirler mi? Neden bizim müridlerimiz bu dünya ehli
nazarında bu kadar nefret ve düşmanlığa sebep oluyorlar. Herhalde bu durum; müridlerin
Allah’ın inayet nazarına mazhar olduklarına ve Allah katında kabul görüp, sevildiklerine
işaret olsa gerektir. Çünkü biz, bütün insanları kalburdan geçirdik. Bunlardan başkası da
sınavı kazanamadı. Dünya ehli değerlerini takdir etsin veya etmesin, bilinsin ki; bizim
cismimiz, müridlerimizin canı ve müridlerimizin cismi de dünyanın canıdır.”111
Bu rivayetlerden, dönemin ileri gelenleri tarafından Mevlânâ’nın müridlerine
yönelik onların aşağı tabakadan, gelir düzeyi ve kültürel seviyesi düşük kişiler olduklarına
ilişkin eleştirilerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Mevlânâ’nın bu eleştirilere verdiği
yanıtlardan da onun müridleriyle olan ilişkisinin niteliği ve aristokrat bakış açısını yansıtan
bu eleştirilere karşı müridlerini baba şefkatiyle koruduğu anlaşılmaktadır.
Dönemin idarecilerinin, Mevlânâ ve etrafındaki müridlerine yönelik karakteristik
bakış açısını yansıtan bu genel bilgilerden sonra Mevlânâ’nın, dönemin yöneticileriyle
ilişkilerine daha yakından bakalım.
Mevlânâ ile ilişkiler açısından Selçuklu idarecilerinden Muîneddîn Pervâne’nin ön
sıralarda yer aldığı görülmektedir. Bu öncelikte; Mevlânâ’nın olgunluk çağlarında,
Pervâne’nin Selçuklu ülkesindeki en yetkili otorite olmasından kaynaklanan tarihî bir
örtüşme yanında112, Pervâne’nin tüm âlim, sanatkar, şeyh ve sûfîlere karşı koruyucu tavrı
ve Mevlânâ’nın sohbetlerine olan ilgisi gibi nedenler başlıca sebepler arasında sayılabilir.
Bu önceliğinden ötürü siyasî kimliğinden yukarıda kısmen bahsedilen Pervâne’nin
Mevlânâ ile ilişkilerini ayrı bir başlık altında ele alıyoruz.
c. Mevlânâ’nın Emîr Pervâne İle İlişkileri
Pervâne’nin, sarayında düzenlediği toplantılara döneminin bilginlerini, şeyhlerini,
fütüvvet erbâbını ve tüm ileri gelenlerini davet ettiği, hatta Mevlânâ’nın kimi zaman bu
toplantılarda meclisin en alt tarafına oturduğu113 ile ilgili rivayetlerden, Pervâne’nin
münevverlerle arasının iyi olduğu, âlim ve şeyhlere karşı olumlu bir tavrının olduğu
anlaşılmaktadır.114
Mevlânâ onuruna diğer bilginlerin de katıldığı bir çok semâ’ toplantıları
düzenleyen115 Pervâne’nin, bu olumlu ve koruyucu tavrı sadece Mevlânâ’ya münhasır
olmayıp, döneminin bütün âlim ve şeyhlerine karşı büyük bir saygı gösterdiğini bütün
kaynaklar kaydederler.116 Ayrıca Pervâne de dahil olmak üzere genel olarak Selçuklu
idarecilerinin diğer şeyhlerle ilişkisinin Mevlânâ ile olandan daha yoğun olduğu
hususundan daha önce söz edilmişti. Örneğin Pervâne’nin ilişkilerinin ve ziyaretlerinin
yoğun olduğu isimlerin başında Şeyh Sadreddin Konevî gelmektedir. Pervâne’nin kimi
111
Eflâkî, age., c. I, s. 139; krş. Şams al-Dîn Ahmed al-Aflâkî al-‘Ârifî, Manâkib al-‘Ârifîn (Metin) I-II, haz.
Tahsin Yazıcı, Ankara 1976, c. I, s. 130.
112
Bilindiği gibi bu otoritesi nedeniyle 1262-1277 yılları arasına Selçuklu tarihinde “Pervâne dönemi”
denilmektedir.
113
Yine böyle bir davet esnasında Mevlânâ, meclisin en alt kısmına oturunca diğer konuklar arasında
“Meclisin oturulacak en üst makamı neresidir?” sorusuyla alevlenen bir protokol tartışması yaşanmıştır.
Herkesin farklı cevap verdiği bu suale Mevlânâ, “Aşıklara göre meclisin en üst yeri dostun yanıdır” şeklinde
yanıt vermiştir (Eflâkî, age., c. I, s. 126).
114
Eflâkî, age., c. I, s. 105.
115
Bu tür semâ’’ toplantılarından Eflâkî bir çok yerde söz etmektedir (bkz. Eflâkî I, 130, 197, 406, 454, 474).
116
İbn-i Bîbî, age., s. 289, Aksarayî, age., s. 33, 35-6, 49. Ayrıca bkz. Mevlânâ, Mektûbât-ı Mevlânâ
Celâleddin, (metin), yay. F. N. Uzluk, Ahmed Remzi Düzeltmesi, İstanbul 1937, s. 21, 87, 103, 142.
21
zaman onuruna davetler tertip ederek ağırladığı117, kimi zaman da zaviyesine giderek
sohbetlerini dinlediği118 Sadreddin Konevî’den, Pervâne’nin aynı zamanda devrin diğer
ileri gelenleriyle birlikte hadis okuduğu119 türünden rivayetler, Pervâne ile Konevî
arasındaki bu yakın ilişkiyi göstermektedir.
Lemaat müellifi Fahreddin Irakî ile de yakın ilişkisi olan Pervâne’nin aynı zamanda
Irakî’nin müridi olduğu ve onun için Tokat’ta bir hangâh yaptırdığı da belirtilmektedir.120
Ayrıca Mevlânâ ile ölümün mahiyetine ilişkin bir tartışmada ismi geçen şeyh Taceddin
Erdebilî’nin de yine Pervâne’nin yaptırdığı bir başka hankahta şeyhlik yapıyor olması,121
Pervâne’nin Mevlânâ’nın dışındaki şeyhlere karşı da olumlu bir tavrının olduğunu
göstermesi açısından kayda değerdir.
Pervâne’nin, Mevlânâ’yı ziyarete geldiği zamanlar aralarındaki diyalogun genelde
sohbet ve nasihat havasında geçtiği anlaşılmaktadır.122 Kimi zaman Mevlânâ, herhangi bir
olay nedeniyle Pervâne ve onunla birlikte gelen emîrlere nasihat ederken kimi zaman da bu
istek Pervâne’den gelmektedir. Bir gün yine kendisinden nasihat isteyen Pervâne’ye
Mevlânâ: “Emîr Muîneddîn eğer yapabileceksen, hiç gevşeklik göstermeden dört kıbleye
hizmeti kendine gerekli bil” der. Pervâne: “Biz bir kıble biliyoruz diğer üçü hangileridir”
diye sorunca Mevlânâ: “Bildiğin birincisi; günde beş defa yüzünü çevirdiğin namaz
kıblesidir. İkincisi; ihtiyacın olduğu zamanlar yüzünü çevirip, ağlayıp sızlayarak, arzunun
yerine gelmesi için ricada bulunduğun dua kıblesi olan gök yüzüdür. Üçüncüsü,
padişahlardır: Padişahlar da yoksulların ihtiyacının kıblesi ve mazlumların sığınağıdır. Bu
yüzden bir mazlum ve çaresiz, senin makamına yüzünü çevirdiğinde, onun ihtiyacını
yerine getir ki, yüce Allah da senin din ve dünya ihtiyacını yerine getirsin. Dikenleri bol
olan bu yolda elinden geldiğince kimsenin kalbini kırmamağa çalış. Sana işi düşen
dervişleri de gözet ki senin işin düştüğünde onlar da seni gözetsinler. Bu kıblelerden
dördüncüsü ise Allah velilerinin kalbidir. Bu kalp, kainattan daha değerli, göklerden daha
yüce olan ve ilahî nazarın kıblegâhı durumundaki evliyâ ve Peygamberin kalbidir.
Velilerin içindeki bu mescit, herkesin secde ettiği bir mesciddir ve aslında Allah da
oradadır. Bu tür gönüllere günah ve zulüm taşı atmaktan sakın. Eğer sen tam bir samimiyet
ve özenle bunu yaparsan yüce Allah da seni din ve devlet işlerinde destekler ve ahirette
senin yanında olur.”123
Mevlânâ’nın ilahî nazargâh olarak değerlendirdiği bu gönül kıblesi yorumuna
Pervâne ve etrafındakilerin bazı itirazları olduğu ve Mevlânâ’nın şu şiirleri, bu itirazlar
üzerine okuduğu anlaşılmaktadır.
117
Eflâkî, age., c. I, s. 162, 334, 599-600, 618.
Eflâkî, age., c. I, s. 450.
119
Eflâkî, age., c. I, s. 177.
120
Eflâkî, age., c. I, s. 431; F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1991, ss. 172-3. Ayrıca
bkz. Orhan Bilgin, “Fahreddin Irakî” mad., DİA., c. 12, s. 85.
121
Zamanının fazilet ve beyan sahibi şeyhi denilerek övülen ve Pervâne’nin hankahında şeyhlik eden
Taceddin Erdebilî, Pervâne’nin evindeki bir sohbet esnasında Mevlânâ’nın “Müminler ölmezler, sadece bir
evden diğerine taşınırlar” demesi üzerine “O halde Kur’an’da niçin ‘her nefis ölümü tadacaktır’ (Âl-i İmrân
3/185; Enbiyâ 21/35; Ankebut 29/57 ayetlerine atıfla) denilmektedir” diyerek Mevlânâ’ya itiraz etti. Mevlânâ
da “Evet doğru söylüyorsun. Ancak Allah; ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ diyor her kalp demiyor. Sen kalp ol
veya mümin bir kulun kalbinde yer et ki, müminin kalbi gibi ölmeyesin. Eğer kalpazanlık edersen böyle bir
kalbe ulaşamazsın. Nefsin hevasına uyar da nefsin oyuncağı olursan o zaman bu ayet senin için söylenmiş
olur” deyince Şeyh Taceddin susmak zorunda kaldı (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 555). Mevlânâ’ya bu şekilde
itiraz edebilen birisinin Pervâne’nin hangâhında şeyhlik ediyor olması da Pervâne’nin Mevlânâ’nın yanısıra
diğer şeyhlere olan ilgisini de gösterir.
122
M. Necati Sepetçioğlu, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî’de Yönetenler ve Yönetilenler”, 2. Milli Mevlânâ
Kongresi (Tebliğler), Konya 1986, s. 154.
123
Eflâkî, age., c. I, ss. 482-3.
118
22
“Ahmaklar, mescidi yüceltir de gönül ehlinin gönlünü yıkmağa çalışırlar.
Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat.
Velilerin ise gönülden başka mescidi yoktur.
Herkesin secdegahı olan velilerin gönül mescidinde aslında Allah vardır.
Allah erinin gönlü derde düşmedikçe Allah, hiçbir milleti rezil etmemiştir.
Peygamberlerle savaşa girişenler, onları bedenden ibaret görüp kendileri gibi
cisim sanmışlardı.
Sende de o öncekilerin huyları var. Nasıl oluyor da sen de onlar gibi helak
olmaktan korkmuyorsun?
Onlardaki özelliklerin hepsi sende de var.
Mademki onlardansın, nerede kurtulacaksın”124.
“Sen dersin ki bizim de gönlümüz var.
Öyle ama gönül arşın yücesindedir, aşağılarda değil!
Kara toprakta da su olur ama o suyla abdest alamazsın ki!
Evet o da sudur, sudur ama toprakla karışık...
Bu yüzden sakın gönlüne gönül deme.
Göklerden yüce olan gönül, ya Abdal’ın gönlüdür, ya Peygamber’in
Su topraktan arındı mı saflaşır, artar ve her işe yarar.”125
Yine bu nasihatlerinden birinde Mevlânâ, Pervâne’ye Allah’ın kendisine verdiği
nimetin artmasını istiyorsa; bunun şükranesi olarak bütün bilginleri, fakirleri, salihleri ve
ârifleri koruyup, kollamasını ve onlara yardıma devam etmesi gerektiğini; böyle yapması
durumunda Kur’an’da belirtildiği üzere126 bu nimetinin artacağını ifade etmektedir.127
Mevlânâ’nın nasihat verirken kimi zaman da Pervâne’yi güçsüz ve mazlum
kimselere yaptığı haksızlıktan ve kötü işlerden dolayı eleştirdiği ve haksızlığı ifade etme
noktasında Mevlânâ’nın o dönemin önemli yetkilerini elinde bulunduran Pervâne’ye karşı
üslubunu sertleştirdiğ de görülmektedir. Pervâne’nin böyle haksız bir eyleminin ârifesinde
gerçekleştiği anlaşılan ziyaretinde, Mevlânâ onu şu sözlerle uyarmaktadır:
“Peygamberimiz (a.s) yolda giderken bir kemik gördü. Onu mübarek eliyle alarak toprağa
gömdü ve yoluna devam etti. İlerde başka bir kemik daha gördü. O kemiğin üzerinde bir
akrep oturmuş, ona eziyet ediyordu. Peygamber (a.s) bu kemiğe baktı ve onu gömmeden
geçip gitti. Sahabeden biri bu hali Peygamberden (a.s) sorması üzerine Peygamber (a.s):
“İlk gördüğümüz kemik, zâlimlerin zulmüne uğrayan birinindi. Acıdım ve onu toprağa
gömdüm. Ötekisi ise, halkı hiç gözetmeyen ve daima zulümde bulunan bir zâlimindi. Yüce
Allah, onun zulmünün karanlığından bir akrep yaratmıştır ki kıyamete kadar ona eziyet
etsin. Bu yüzden onu gömmem için bana emîr verilmedi. Ben de onu öylece bıraktım ki
basiret sahibi gözler, göz yaşı dökerek ibret alsınlar ve günahlarından tövbe ederek intikam
sahibi aziz Allah’ın128 intikamından korksunlar.”129
124
Mevlânâ, Mesnevî I-VI, çev. Veled İzbudak, İstanbul 1991, c. II, s. 238, b. 3109 vd.
Mevlânâ, Mesnevî, c. III, ss. 182-3, b. 2245 vd.
126
İbrâhim 14/7
127
Eflâkî, age., c. I, s. 169.
128
Mâide 5/95 ayetine işaret vardır.
125
23
Mevlânâ, anlattığı aslan ile tavşan hikayesiyle de Pervâne’nin yaptığı haksızlıkları
metaforik bir üslupla eleştirir ve yaptıklarının ilahî adalet tarafından değerlendirilerek
karşılığının muhakkak doğanın kendi usullerince verileceğini şiirleriyle şöyle ifade eder:130
“Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun..
Zayıfları yardımcısız ve kimsesiz sanma; Kur’an’dan “İza câe nasrullah’ı” oku.
Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.
Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.
Sen birisini dişinle ısırıp
yaparsın?...
da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne
Aslan kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt
edemedi. Kendi yansımasını kendi düşmanı sandı, hulasa kendisine kılıç çekti.
Ey adam! İnsanlarda gördüğün bir çok zulümler, senin huyundur; sen kendi huyunu
onlarda görüyorsun.
Senin huyların, nifakın, zulmün ve gafletin onlara yansımıştır”131.
“O halde dişlerinle suçsuz masumları ısırma... bu suretle kaderin hükmünü, bilip,
anlarsın!
Allah, Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi.. İsrail oğullarını da beladan korudu!!
Buna bak da Allah’ın, aklı başında kişiyle sarhoşu ayırt ettiğini anla!
Nil, bu fark edişi Allah’tan öğrendi de buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca
bağladı!”132 Mevlânâ’nın bu sözleri üzerine Pervâne’nin duygulanarak ağladığı
belirtilmektedir.133
Mevlânâ, Pervâne’yi Moğollarla Müslümanlar aleyhine yaptığı işbirliği
anlaşmasından dolayı da eleştirmektedir. Mevlânâ, Allah’ın insanın içinden geçen her şeyi
bildiğinden insanın gönlünden geçenler ile görünür davranışlarının uyum içinde olması,
nifak içinde olmaması ve insanın yaptığı bir işin sonucunu sadece kendinden beklemeyerek
Allah’a tevekkül etmesi gereğine dair bir sohbeti esnasında Pervâne’ye şöyle der: “Sen
önce Müslümanlığın başı oldun ve ‘Kendimi yok edeyim, İslâmın bekâsı, Müslümanların
çoğalması uğrunda fikrimi, tedbirimi feda edeyim’ dedin. Kendi düşüncene güvenerek
Allah’ı görmediğin ve her şeyi Allah’tan bilmediğin için Allah, bizzat bu sebepleri, bu
çalışmaları İslâm’ın zayıflamasına sebep kıldı. Sen, gidip Tatarla birleştin. Halbuki bu
şekilde Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek, İslâm vilayetlerini kırıp yıkmak için yardım
etmiş oluyorsun. Binaenaleyh, İslâm’ın bekasına sebep olan şey, bu vaziyette onun
zayıflamasına sebep olmuştur. O halde bu durumda yüzünü Aziz ve Celil olan Allah’a
çevir. Zira bu durumun senin için korkulacak bir haldir ve bu kötü durumdan seni
kurtarması için Allah’a yalvar ve sadakalar ver. Ancak O’ndan ümidini kesme. Çünkü sen
o taati, kendinden zannettiğinden Allah seni öyle bir taatten böyle bir ma’siyete
düşürmüştür. Şimdi, şu günahkar olduğun durumda bile, ümidini kesme, yalvar. Allah,
taatinden ma’siyet yarattığı gibi, bu ma’siyetinden de taat yaratmağa muktedirdir. Sana
129
Eflâkî, age., c. I, ss. 492-3.
Eflâkî, age., c. I, s. 493.
131
Mevlânâ, Mesnevî, c. I, ss. 105-106, b. 1311 vd.
132
Mevlânâ, Mesnevî, c. IV, s. 226, b. 2815 vd. Mevlânâ burada kainattaki cansız şeylerin bile Allah’ın
onlara verdiği bir kudretle zâlimlere yönelik bir ceza unsuru oluşturduklarını anlatmaktadır. Beyitlerin
devamında da bu husus örneklerle anlatılmaya devam edilmektedir (bkz. Mevlânâ, Mesnevî, c. IV, s. 226-7).
133
Eflâkî, age., c. I, s. 493.
130
24
bundan dolayı pişmanlık hissettirir, tekrar Müslümanların çoğalması için çalışmanı temin
eder ve İslâm’ın kuvveti olabilmen için de sebepler yaratır. Ümidini kesme. Çünkü kafir
olanlardan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”134
Mevlânâ bu öğütleri Pervâne’ye vermesinin nedenini ise şöyle açıklar. “Maksadım
onun bunu anlaması, bu durumda sadakalar vermesi, Allah’a yalvarması idi. Çok yüksek
bir durumdan, pek aşağı bir hale düşmüş olduğundan bu vaziyette de ümitli olması için.
Ona bunları söyledik... şimdi senin düşüncen, her ne kadar parlak ve güzel ise de
Allah’ınkinden daha iyi olamaz. Bu yüzden sendeki her düşünceye ve her tasavvura
güvenme, yalvar ve kork. Benim maksadım bu idi ve o (Pervâne) bu ayeti ve bu tefsîri
kendi iradesine ve kendi düşüncesine göre yorumladı. Mesela ordular sevk ettiğimiz şu
anda bile bunlara güvenmemeliyiz ve bozguna uğrasak da düştüğümüz korku ve acz içinde
Allah’tan ümidimizi kesmemeliyiz.”135
Bu ifadeleriyle Mevlânâ’nın Pervâne’yi Moğollar ile Müslümanlar aleyhine
işbirliği yapmasından ötürü eleştirdiği, yapılan işlerde sadece kendi tedbir ve irademizle
gurura kapılarak alınacak sonuçta işin Allah’a tevekkül boyutunun ihmal edilmemesi
gereğini vurguladığı görülmektedir. Mevlânâ’nın Pervâne’ye yönelik bu eleştirileri,
Pervâne’nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 12671276 yılları arasını kapsayan işbirliği ve barış anlaşmasını tenkit amacıyla söylenmiştir.136
Mevlânâ’nın bu nasihatlerine rağmen Pervâne’nin bunların gereğini her zaman
yerine getirdiği söylenemez. Nitekim yine bir gün kendisinden nasihat isteyen Pervâne’ye
Mevlânâ: “Emîr Muîneddîn, Kur’an’ı ezberlediğini, ayrıca Câmiü’l-Usûl’deki hadisleri de
Şeyh Sadreddin’den okuduğunu işittim, doğru mu?” deyince Pervâne “Evet” diye karşılık
verdi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Madem ki Allah ve onun elçisinin sözlerini okuyup,
anlayıp, yeri geldiğinde bunlardan bahsettiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve
hiçbir ayet ve hadisin gereğince amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinleyip, ona
uyacaksın?” diye Pervâne’yi sert bir şekilde uyarır.137
Daha önce değinildiği gibi yöneticilerin kendisindeki tasavvufî hakikatleri
anlayacak kapasitelerinin olmadığından yakınan Mevlânâ’nın bu tavrı Pervâne’ye karşı da
geçerlidir. Bir gün Pervâne tarafından Mevlânâ’ya iletilen “Mevlânâ, hayat suyuna
susayanları doyursa ve halka da büyük bir lütuf gösterse ne olur” şeklindeki Konya’nın
tüm ileri gelenlerinin Mevlânâ’nın sohbetini dinleme isteklerine Mevlânâ: “Dalları yere
kadar inen bir ağaçtan, bahçıvana nankörlük ederek meyve toplayıp yiyemeyen ve istifade
edemeyenler, dalları Sidretü’l-Münteha’ya erişmiş ve kendisi de yükselmiş bir ağaçtan
nasıl faydalanabilir ve onun meyvesinin lezzetini nasıl alabilirler” cevabını verir.138 Yine
Pervâne, Sultan Veled aracılığı ile çileye girme ve tasavvufî hakikatleri öğrenme isteğini
Mevlânâ’ya iletir. Mevlânâ, Pervâne’nin bu isteğine diğer emîrlere gösterdiği tavrın bir
benzerini şu yanıtla verir: “O, bu yüke tahammül edemez.”139
Yöneticilerin dönemin diğer şeyhlerine oranla Mevlânâ’yı daha az ziyaret ettikleri
daha önce ifade edilmişti. Mevlânâ’nın da yoğun manevi meşguliyeti nedeniyle
yöneticilere, diğer şeyhlerden gördükleri türden bir sıcaklık göstermediği; Pervâne’ye karşı
da bu tutumunu koruduğu, şu rivayetten anlaşılmaktadır: Pervâne, bir gün Selçuklu
134
Yusuf 12/87 ayetine işaret edilmektedir.
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M.Ü. Anbarcıoğlu, s. 7-9.
136
bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, (Anbarcıoğlu çevirisi) Önsöz, XLII; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
s. 527.
137
Eflâkî, age., c. I, s. 177.
138
Eflâkî, age., c. I, ss. 176-7.
139
Eflâkî, Aynı yer.
135
25
devletinin ileri gelen emîrleriyle birlikte Mevlânâ’nın ziyaretine geldi. Ancak Mevlânâ,
onları karşılamadığı gibi epey bir müddet de gecikerek onları bekletti. Bunun üzerine
Pervâne ve etrafındakiler şu şekilde konuşmaya başladılar: “Din büyüklerinin, idareci
konumundaki yöneticilere saygı göstererek onlarla iyi geçinmeleri gerekmez mi? Bu
sayede emîrler de halka, doğru yolu göstermede daha başarılı olurlar. Dönemin şeyh ve
bilginleri, emîrlerin iltifatını mumla arayıp, bu uğurda neredeyse ölürlerken; Mevlânâ’nın
emîrlere karşı bu soğukluğu neden kaynaklanıyor?” Bir süre sonra Mevlânâ, ziyaretine
gelen yöneticileri karşılayıp gecikmesinden kaynaklanan hoşnutsuzluğun farkına varınca
onlara şu hikayeyi anlattı: “Bir gün sultan Sebüktekin140, şeyh Ebu’l-Hasan Harekanî’yi
ziyarete karar verir. Bunun üzerine vezirler ve devletin ileri gelenleri önceden koşarak,
Harakanî’ye, İslâm padişahının kendisini görmeye geldiğini ve buna göre hazırlanmasını
bildirirler. Şeyh, hiç oralı olmaz. Sultan, adamları ile dergâhın bahçe kapısına kadar
gelince, sultanın veziri Hasan-ı Meymendî, şeyhin yanına gelerek saygı gösterdikten sonra
“Allah rızası, müridlerin menfaati ve sultanın hatırı için kapıya kadar zahmet et de,
saltanatın namus ve şerefine zarar gelmesin” der. Şeyh yine yerinden kımıldamaz. Bunun
üzerine Sultan, şeyhin odasının kapısına kadar geldiğinde, vezir şeyhe dönerek sitemle
karışık: “Ey yüce din büyüğü! Sen Kur’an’da ‘Allah’a, elçisine ve sizden emîr sahibi
yöneticilere itaat ediniz’ ayetini okumadın mı? Emîrlere saygı göstermek ve onları
ağırlamak Kur’an’ın belirttiği vacip görevlerdendir. Özellikle de böyle evliyâ karakterli bir
padişah için bu hayli-hayli gereklidir” deyince Şeyh Ebu’l Hasan Harekanî şöyle cevap
verir: “Biz Allah’a itaate o kadar dalıp batmışız ki, daha onun elçisine itaate bile
başlamadık; nerede kaldı ki emîr Sâhiblerine..” Sultan ve etrafındakiler bu cevap üzerine
şeyhin büyüklüğünü bir kez daha takdir ederek ona saygı gösterdiler.141
Bu rivayeti anlattıktan sonra Mevlânâ, gelenlere kendi durumuyla ilgili olarak da
şunları söyler: “Semâ’ vaktinde, aşk mutribi: ‘Kulluk bağdır, efendilik baş ağrısıdır’ dedi.
Padişahlık ve kulluk anlaşıldı da aşıklık bu kayıtlardan da uzaktır. Aşk ve Aşık’ın mezhebi
ve milleti yetmiş iki milletinkinden başkadır. Padişahların tahtı, aşk ve Aşık’ın tahtı
yanında, tahtadan bir kerevetdir.142 Dünya padişahları, nefislerinin ve tabiatlarının
kötülüğünden kulluk şarabından tatmadılar. Yoksa İbrahim Ethem gibi şaşkın ve başı
dönmüş bir vaziyette hemen saltanatlarını bırakıp harap ederlerdi.” Mevlânâ’nın bunları
söylemesi üzerine Pervâne ve etrafındakiler, biraz önce konuştuklarından ötürü pişmanlık
duyarak oradan ayrıldılar.143
Gelenler, devlet ricâlinden önemli kişiler olsa da Mevlânâ’nın daldığı mânâ
alemindeki tatlı meşguliyeti esnasında rahatsız edilmekten hoşlandığı söylenemez. Bir gün
rebâb144 eşliğinde müridleriyle birlikte koyu bir sohbete dalan Mevlânâ ve etrafındakiler,
bir yandan rebâbın sesine, bir yandan da Mevlânâ’nın tasavvufî irfan nüktelerine kulak
veriyorlardı. Aniden Mevlânâ’nın yakınlarından Hoca Mecdeddin-i Merağî, Pervâne ve
diğer emîrlerin geldiğini bildirmek üzere, acele ile içeri girerek rebabı çalan müride
“Emîrler geliyorlar, rebâbı durdur” dedi. Gelen emîrler, Mevlânâ’yı ziyaret edip gidince,
Hoca Mecdeddin emîrlerin, müridlerin ihtiyaçları için kendisine bir miktar para
verdiklerini Mevlânâ’ya haber verince Mevlânâ öfkeyle: “O paralar da, gelen o soğuk
kalpli ölüler de yerin dibine geçsin. Kapıdan acele ile öyle geldin ki, bir peygamberin veya
140
Gazneli sultanı Sebük Tekin (ö. 997); iyiliği, adaleti ve din büyüklerine karşı olumlu tavrıyla bilinir ve
devrinde “Naşirü’d-Din” yani dinin yayıcısı unvanıyla anılır (A. Yılmaz Boyunağa, Tebliğinden Günümüze
İslâm Tarihi, İstanbul 1993, ss. 586-7).
141
Eflâkî, age., c. I, ss. 275-7
142
Kerevet: Üzerine şilte serilerek oturulan ve yatılan, tahtadan yüksekçe yer, sedir.
143
Eflâkî, age., c. I, ss. 277-8.
144
Rebâb: Kemençeye benzeyen ve onun gibi çalınan, üzerine deri geçirilmiş ve Hindistan cevizinden
yapılmış yuvarlak gövdeli yaylı saz.
26
Cebrail’in geldiğini zannettim. Biz kendi işcağızımızla meşgulüz, isteyen gelir, isteyen
gider. Sen niçin böyle telaş ediyorsun” diyerek şu mısraı okur: “Öküz gelmiş, eşek gitmiş
bize ne; şimdi vakit hoştur.”145
Mevlânâ’nın bu tepkisinden emîrlere gösterilen aşırı ilgi nedeniyle irfan sohbetinin
kesilmesinden rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Mevlânâ’nın gelen yöneticileri ilahî
hakikatleri anlamaktan yoksun, kalbi soğuk ölülere benzetmesi de dikkat çekicidir.
Mevlânâ’nın, ziyaretine gelen Pervâne ve diğer emîrleri kimi zaman bu şekilde
bekletmesinin, aslında onların yararına olduğunu söyleyerek emîrlerin gönlünü aldığı da
görülmektedir. Bir gün Sultan Veled, Mevlânâ’yı ziyarete gelen Pervâne’yi karşılamış,
birlikte oturuyorlardı. Bir süre Mevlânâ’nın gelmesini beklediler. Mevlânâ, bir hayli
gecikince Sultan Veled, Pervâne’nin bu şekilde bekletilmesinden kaynaklanan durumu
düzeltmek için özür mahiyetinde Pervâne’ye babasının şu sözünü aktarır: “Çok defa benim
Allah ile bir çok işlerim, hallerim ve istiğraklarım olur. Emîrler ve dostlar beni her zaman
göremezler, onlar kendi halleri ve halkın işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini
görürüz.” Pervâne de bunu anlayışla karşıladı. Tam bu sırada Mevlânâ geldi. Pervâne,
gecikmesi nedeniyle Mevlânâ’ya kırgın olmadığını söyleyerek şöyle dedi: “Beni bu şekilde
bekleterek, muhtaç bir kimsenin, ihtiyaç kapısında beklemesinin, ne kadar büyük bir
zahmet olduğunu öğrenmemi sağladınız. İşte benim bu bekleyişten böyle bir faydam oldu.”
Pervâne’nin fikrinin de güzel olduğunu belirten Mevlânâ, buna ilaveten, bu beklemenin şu
faydasına da dikkat çeker: Bu bekleme sayesinde Allah için yaptığınız bu ziyaretin Allah
katındaki kabul derecesi artacağı gibi bu bekletmede; insanın sevdiği kişiyi bekletmekten
hoşlanıp, sevmediğinin isteğini hemen yerine getirerek göndermesi gibi bir nükte de
vardır.146
Selçuklu Türkiye’sinde siyasî zeka ve idare kabiliyeti ile Pervâne döneminde kısmî
bir huzur ortamı ve güvenliğin sağlandığını bütün kaynaklar kaydetmektedirler.147 Pervâne,
o dönemle ilgili anlatılan bir çok rivayette bu icraatından dolayı övülmektedir. Mevlânâ ise
o dönemde sağlanan asayiş ve huzurun perde arkasıyla ilgili manevi bir izahta bulunur ve
bunda kendisinin de etkisiyle meydana gelen manevi atmosferin etkili olduğunu belirtir.148
Bu doğrultudaki bir rivayette Mevlânâ’nın müridleri bir gün Pervâne’nin adaletinden,
yaptığı hayırlardan bahisle: “Bu zatın cömertlik timsali varlığı sebebiyle dünya rahata
erişti. Büyük bir emniyet, feyiz ve bereket meydana geldi. Bu dönemde bilginler, şeyhler
ve faziletli insanlar, medrese ve tekkelerde huzur içinde kendi işleriyle meşgul olmaktalar”
diye Pervâne hakkında bir çok övgüde bulundular.
145
Eflâkî, age., c. I, ss. 280-1.
Eflâkî, age., c. I, ss. 327-8.
147
Bu kaynaklara 110. dipnotta atıfta bulunulmuştu.
148
Aslında meydana gelen bir olayın arkasında bir velinin kalbinin incinmesi veya onun manevi yardımına
nail olma gibi manevi bir neden arama türünde yorum ve değerlendirmelerin genel olarak tasavvufî
gelenekte, özel olarak da Mevlevî çevrelerde Mevlânâ’nın babasından beri yapıldığını belirtmekte fayda var.
Örneğin Mevlânâ’nın babasıyla ilgili aktarılan şu rivayetlerde bu husus şöyle vurgulanmaktadır. Harezmşah
askerinin durumunu yerinde görmek için kılık değiştirerek bölgeye giden Alâeddin Keykubâd ve
etrafındakiler, durumdan şüphelenerek çadırlarına adam gönderen Celâleddin Harzemşah’ın elinden
menkıbeye göre Bahâeddin Veled’in gece rüyada A. Keykubâd’ı uyarması ile oradan ayrılmışlardı
(Sipehsâlâr, age., s. 26). Ayrıca Harzemşah’la Keykubâd arasında Yassıçimen’de yapılan savaşta kazanılan
Selçuklu zaferi yorumlanırken; bunun, Celâleddin’in yaptığı zulümlerin bir sonucu olduğu ve Bahâeddin
Veled’in de aralarında bulunduğu Allah dostlarının Keykubâd tarafında olması yine zaferin manevi nedeni
olarak yorumlanmıştır (Sipehsâlâr, age., s. 27; Eflâkî, age., c. I, s. 19). Belh’in Moğollar tarafından işgal
edilmesi de Allah dostlarının kalplerinin incinmesinin bir cezası olarak yorumlanır (Fürüzanfer, age., s. 91,
96).
146
27
Bu sözler üzerine Mevlânâ: “Evet dostlarımız doğru söylüyorlar. Hatta onun
iyilikleri, belki de dediklerinizden daha fazladır. Ancak burada şu hikayede anlatıldığı gibi
dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır” diyerek şu hikayeyi anlatır: “Hac yolculuğu
esnasında çölde fakir bir adamın devesi hastalanmış ve olduğu yere çöküp kalmış.
Hacıların bütün uğraşına rağmen deve kalkmamış. Sonunda yükünü başka bir deveye
aktararak oradan ayrılmışlar. Onların devenin yanından ayrılmasıyla bir çok vahşi hayvan,
devenin etrafını çevirmişti; ancak hiçbirisi ilerleyip ona bir şey yapmıyordu. Bunu uzaktan
gören hacılar: ‘Nasıl oluyor da bu vahşi hayvanlar deveyi parçalamıyorlar’ diyerek bu
duruma şaşırmışlardı. Olayın sırrını anlamak isteyen kafileden birisi dönüp devenin yanına
gelmiş ve devenin boynunda gizemli bir heykelin asılı olduğunu görünce, bu heykeli
devenin boynundan çıkarıp yoluna devam etmiş. Vahşi hayvanlar da hemen hücum ederek
deveyi parçalamışlar.” Daha sonra Mevlânâ, bu hikayedeki sembolleri şöyle açıklar:
“Biliniz ki bu dünya, o deveye; dünyada bulunan emîrler ve bilginler de o hac kafilesine
benzer. Bizim varlığımız ise bu dünya devesinin boynuna asılmış gizemli heykel gibidir.
Bu heykel, devenin boynunda oldukça işler yolundadır ve dünya kafilesi selametle yoluna
devam edecektir. Bu heykeli ‘Ey huzura eren nefis sen ondan razı o da senden razı olduğu
halde Rabb’ine dön’149 emrince dünya devesinin boynundan çıkardıkları vakit dünyanın
ve insanların nereye gideceğini; sultanların, kalem sahibi bilginlerin nasıl yok olacağını
görürsünüz.”150
Pervâne ile Mevlânâ arasında buna benzer bir başka diyalogu151 da anlatan Eflâkî;
bu rivayetleri, Mevlânâ’nın kendisinden sonra Selçuklu Türkiye’sinde çıkan karışıklıklara
işaret ettiği bir kerameti olarak aktarmakta ve bu doğrultuda da Mevlânâ’nın ölümünden
sonra diğer ileri gelenlerin de ölümüyle Anadolu’nun adeta yetim kaldığını, dirlik ve
düzenin bozulduğunu belirtmektedir.152 Ayrıca Mevlânâ’nın ölümüne yakın “Benden sonra
sizin huzurunuz olmayacak, fakat çocuklarınız rahat edeceklerdir” dediği de
aktarılmaktadır.153 Dönemin tarihçileri de Selçuklu Türkiye’sindeki karışıklıkların
nedenlerini yorumlarken Mevlânâ ve diğer din büyüklerinin ölmesine atıfta
bulunmaktadırlar.154
Pervâne’nin Mevlânâ’ya olan saygısının tesadüfi olmadığı; ahlakî erdemini ölçmek
için onu bazen imtihan etmeye çalıştığı ve bunların sonucunda Mevlânâ’ya saygı duyduğu
anlaşılmaktadır. Bir gece bütün bilgin ve şeyhlerin de hazır bulunduğu bir davette icra
edilen semâ’’ töreninden sonra büyük bir sofra kuruldu ve Pervâne’nin işaretiyle pirinç
149
Fecr 89/27 ayetine işaret edilmektedir.
Eflâkî, age., c. I, ss. 114-115.
151
Bu rivayette de şöyle denilmektedir: Bir gün Fahreddin Sivasî, Sivas’tan geldiğinin ertesi günü
Mevlânâ’yı ziyarete gelince, Mevlânâ ona dün gece nerede konakladığını sordu. O da Pervâne döneminde
emniyet ve güvenin, kervanın vardığı her yerde korkusuz ve endişesiz konaklayabilecek boyutta olduğunu
vurgulamak isteyerek “Pervâne’nin hanında konakladım” dedi. Bu cevaptan hoşnut kalarak övünen Pervâne
ve etrafındakilere, Mevlânâ yine yukarıdakine benzer bir hikaye anlattıktan sonra "Şimdi ulu emîr! Bil ki o
heykel biziz ve dünya devesinin boynuna asılmışız. Bu gaddar ve mağrur dünyadan iyilerin huzur yeri ahirete
göçtüğümüzde ahvalin nasıl olacağı belli olur der (Eflâkî, age., c. I, ss. 339-340).
152
Eflâkî, age., c. I, s. 116.
153
Eflâkî, age., c. I, s. 340. Bu sözle Mevlânâ’nın ölümünden sonra Selçukluların yıkılışından Osmanlıların
kuruluşuna kadar ki badireli döneme ve Osmanlıların kuruluşu ile sağlanan huzurlu döneme atıfta bulunduğu
söylenebilir.
154
Nitekim Mevlânâ ve diğer din büyüklerinin ölümünden sonra, Moğol istilâsının getirdiği felaketlerin
arttığı. sultanların ve nazlı emîrlerin tahtının Moğolların ayağı altında çiğnendiğini, servetler mahvolduğunu,
nice başların kesildiğini, medrese ve hangâhların misafirhaneye döndüğünü, özet olarak; yeryüzünden
bereketin kalktığını, zâlimlerin karanlığının alemin üzerine çöktüğü ve dünyanın birbirine girdiği belirtilir
(bkz. Eflâkî, age., c. II, s. 16); Aksarayî de o dönemin karışıklıklarını izah ederken başta Mevlânâ olmak
üzere bir çok din büyüğünün ahirete göçmüş olmasını Büyüklerin Ölümü başlığı altında müstakil olarak işler
(bkz. Aksarayî, age., ss. 89-96).
150
28
pilavının içine altın bir kase ve onun içine de içi altın dolu bir kese yerleştirilerek
Mevlânâ’nın önüne kondu. Pervâne, altınları görüp alması için Mevlânâ’ya bu yemekten
yemesi yönünde sık-sık “Bu yemek helal paradan yapılmıştır lütfen buyurun yiyiniz” diye
ısrarda bulunuyordu. Sonunda durumun farkına varan Mevlânâ, Pervâne’ye öfkeli bir ses
tonuyla: “Yemeği, bu kaba koymak ve Allah erlerinin önüne getirmek hem dinimizin hem
de insanlık mezhebinin dışındadır. Allah’a şükür olsun, O, bize, bu kase ve keselerden tam
bir feragat bağışlamış ve bizi bu gibi şeylerden doyurmuş ve onlara karşı meylimizi
kesmiştir” diyerek tekrar semâ’’a başladı ve şu gazeli okudu:
“Allah hakkı için benim ne yağlıya, ne tatlıya, ne altın dolu keseye ve ne de altın
kâseye meylim yoktur” Pervâne de yaptığından ötürü Mevlânâ’dan özürler diledi.155
Mevlânâ, bir sorunu nedeniyle kendisine gelerek durumunu anlatıp yardım
isteyenlerin bu sorunlarını çözmesi için dönemin Selçuklu yetkililerinden çeşitli ricalarda
bulunmuştur. Mevlânâ’nın birinin vergi yükünün affedilmesi, yardım talebi ve teşekkür
beyanı gibi konuları içeren mektuplarıyla çeşitli ricalarda bulunduğu Selçuklu
yöneticilerinin başında ise Pervâne gelmektedir.156 Ancak Pervâne’nin bu ricaları hemen
yerine getirdiği de söylenemez. Bunun bir örneği şu rivayette görülmektedir.
Bir ara Mevlânâ’nın dostlarından bir âmil (vergi görevlisi) epeyce borçlanmıştı ve
borçlarının hepsini birden ödemeğe de gücü yoktu. Bunun üzerine çoluk çocuğu ile birlikte
Mevlânâ’ya gelerek yalvarmaya başladı. Allah rızası için bu hususta Pervâne’ye bir
mektup yazarak, borcunun indirilmesini veya ödemede kolaylık sağlanması için
Pervâne’den ricada bulunmasını istedi. Mevlânâ da bu yalvarmalar sonunda Pervâne’ye bir
pusula göndererek borcun affedilmesini veya ödemede kolaylık sağlanmasını istedi.
Pervâne, Mevlânâ’nın bu ricasını “Bu işin divanla ilgisi var” diyerek bürokratik bir üslupla
geçiştirmeye çalışınca Mevlânâ: “Biz, devlerin Süleyman’ın hükmünde olduğunu bilirdik;
Süleyman’ın, devlerin hükmünde olduğunu değil”157 diye bir cevap gönderdi. Mevlânâ’nın
bu cevabı çok hoşuna giden Pervâne, söz konusu âmilin borcunu kendi hazinesinden
karşıladı.158
Etrafındaki ihtiyaç sahibi kimselerin sıkıntılarının giderilmesi için Pervâne’den
çeşitli ricalarda bulunan Mevlânâ’ya kendi şahsıyla ilgili Pervâne tarafından yapılan çeşitli
teklifleri de Mevlânâ, nazik bir dille geri çevirmektedir. Örneğin Pervâne bir gün
155
Eflâkî, age., c. I, ss. 207-8. Yine Pervâne’nin bir davetteki leziz yemeklerden yemesi için Mevlânâ’ya
ısrarda bulunması üzerine Mevlânâ: “Ey emîr Muîneddîn! Sakalımdan utanmıyor musun beni ayak yoluna
gitmeğe muhtaç ediyorsun” diyerek didaktik gayeli olduğu anlaşılan şu şiiri okur: “Sen cisme değil, ruha
gıda olabilecek yağlı ve tatlı şeyler ye ki kanatların bitsin ve uçmayı öğrenesin. Cismanî, yağlı, tatlı şeyler
temiz ve hoş görünür. Fakat bir gece geçtikten sonra bunlar sende pislik olur” (Eflâkî, age., c. I, s. 319).
Yine Kayseri’de Pervâne’nin yanında konaklayan Mevlânâ’nın müridlerinden bazılarının, geri döndüklerinde
Pervâne’nin sofralarını ve çeşit-çeşit yiyeceklerini anlatmaları üzerine bunları duyan Mevlânâ kızarak:
“Dostlar, yeyip-içtiklerini aşırı derecede övdükleri ve şöyle yedik, şöyle içtik diye övündükleri için
utansınlar” der (Eflâkî, age., c. I, s. 507) ve şu şiiri okur:
Gümüş bedenli güzellerin bedenleri, seni avladıysa,
Bir de ihtiyarlıktan sonra pamuk tarlasına dönen bedenlerine bak!
Ey yağlı, ballı yemekleri görüp, yiyen! Onların fazlasını git de helada seyret!
Pisliğe de ki: “Nerede senin o güzelliğin... Nerede senin tabaklardaki o hoş görünüşün,
Yerken senden duyulan o zevk, o lezzet.
O sana der ki: Onlar yemdi... ben ise onun tuzağıydım.. Sen avlanınca o yem gizlendi! (Mevlânâ,
Mesnevî, c. IV, s. 131, b.1600 vd.) Bunun üzerine müridlerin de yaptıklarından utanarak, pişman olup tövbe
ettikleri belirtilir (Eflâkî, age., c. I, s. 508).
156
Mevlânâ, Mektuplar, çev. ve Önsöz: A. Gölpınarlı, İstanbul 1963, ss. 247-51.
157
Hem Pervâne’nin hem de Hz. Süleyman’ın isimlerinin aynı olması ve Hz. Süleyman’ın her şeye
hükmetmesinden dolayı Mevlânâ, böyle bir ifadeye başvurmuştur.
158
Eflâkî, age., c. I, s. 237.
29
Mevlânâ’dan babası Sultanu’l-Ulema’nın mezarına muhteşem bir kubbe yaptırmak için
izin isteyince Mevlânâ: “Madem ki senin yapacağın kubbe şu gök kubbeden daha güzel
olmayacak, o halde bırak da babamın mezarı bu gök kubbeyle kalsın” diyerek Pervâne’yi
bu fikrinden vazgeçirmiştir.159
Pervâne’nin Mevlânâ’ya olan saygısının Mevlânâ’nın vefatından sonra da devam
ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim vefatından sonra Mevlânâ’nın türbesinin masraflarına
Pervâne, büyük oranda katkıda bulunan Pervâne, türbenin bir an önce yapılmasını
sağlamıştır.160 Bu sevginin devam ettiğinin bir diğer göstergesi de; Mevlânâ, hayattayken
rebab ve ney dinleyip semâ’ yapmasından ötürü ona muhalefet eden, onu bid’atler çıkarıp
dini tahrif etmekle suçlayan bir kısım fâkih ve zâhidler, Mevlânâ’nın ölümünü fırsat
bilerek bir heyet halinde Pervâne’ye gidip, bu uygulamaların derhal kaldırılması için
ısrarda bulunmuşlarlardı. Ancak bu istekleri, söz konusu uygulamaların Mevlânâ’nın adeti
olması gerekçesi ile Mevlânâ’ya duyulan saygıdan ötürü reddedilmişti.161 Ayrıca
Mevlânâ’nın ölümünden sonra Pervâne’nin konağında semâ’ törenlerinin devam etmiş
olması da devam eden bu sevgi ve saygının bir göstergesidir.162
d. Mevlânâ’nın Diğer Selçuklu İdarecileriyle İlişkileri
Dönemin diğer Selçuklu ileri gelenlerinin de manevi saygınlığı ve kişisel
bütünlüğünden ötürü Mevlânâ’ya saygı duydukları ve ona karşı derin bir sevgi besledikleri
anlaşılmaktadır. Şimdi sultanlardan emîrlere uzanan bu yelpazedeki isimlerden
başlıcalarına ve Mevlânâ ile ilişkilerinin anlatılan rivayetlerdeki niteliğine bakalım.
Mevlânâ’nın huzuruna gelerek ondan öğüt isteyen, ona manevi bağlılığını ifade edenler
arasında badireli bir saltanat dönemi geçiren sultan İzzeddin Keykâvus II. de
bulunmaktadır.163 Mevlânâ’nın semâ’ meclislerine katılan Sultan’a, Mevlânâ da ‘oğul’
diye hitap etmiştir.164 Hatta Sultan İzzeddin Keykâvus’un, saltanatının başlangıcında
saltanat gururu ile Mevlânâ’nın velayetinden habersiz olduğu ve veziri Sâhib Şemseddin
sayesinde Mevlânâ’nın yüceliğinden haberdar olduğu ve ona karşı derin bir sevgi besleyip
Mevlânâ’nın müridi olduğu belirtilmektedir.165
159
Eflâkî, age., c. I, s. 627.
Eflâkî, age., c. II, ss. 203-4.
161
Toplanarak Pervâne’nin huzuruna çıkan bu heyet, ona: “Mevlânâ’nın kendi zamanında semâ’ yaptığını
biliyoruz. Ancak bunun kendisine mahsus olduğunu düşünüyoruz. Şimdi ise haram olan bu adet, onun
müritlerine geçti. Onlar da bu bidate sarılıyor ve aşırıya vardırıyorlar. Sizin öncülüğünüzde aslı esası
olmayan bu bidatin yasaklanması gerekir” diyerek ısrarda bulundular. İstekleri inandırıcı geldiğinden
Pervâne’nin de zihni karıştı. Bu nedenle meseleyi Konya’nın bütün ileri gelenlerinin de hazır bulunduğu bir
esnada Sadreddin Konevî’ye açtı. Sadreddin “Eğer benim sözümü dinlersen; dervişlerin sözüne güveniyorsan
ve Mevlânâ’nın yüceliği hakkındaki inancın da sağlamsa Allah hakkı için bu hususta hiçbir müdahalede
bulunma, bir şey söyleme ve bu konuda kindar kimselerin sözüne uyarak semâ’ya itiraz etme. Çünkü böyle
yapmak, velilerden bir çeşit yüz çevirme sayılır. Velilerden yüz çevirmek ise uğursuzluk getirir. Allah
dostlarının bu çeşit yenilikleri (bidatleri) yüce peygamberlerin sünneti gibidir. Onların hikmetini veliler
bilirler. Allah’ın işareti olmadan onlardan bir şey meydana gelmez.” Bu sözler üzerine Pervâne’nin semâ’yı
yasaklama fikrinden pişmanlık duyarak vazgeçtiği ve bu istekte bulunanların da dağıldıkları belirtilir(Eflâkî,
age., c. II, ss. 1-2).
162
Mevlânâ’nın vefatından sonra bir gece düzenlenen semâ’’ ayininde emîr Bedreddin Yahya’nın semâ’’daki
coşkunluğundan Pervâne, kendisine hediyeler vermiştir (Eflâkî, age., c. II, s. 16). Ayrıca Şeyh Sadreddin
Konevî’nin de Mevlânâ’dan sonra yapılan semâ’ya katıldığı (Eflâkî, age., c. II, s. 22); Bütün ileri gelenlerin
hazır bulunduğu Pervâne’nin Kayseri’de yaptırdığı ve Kutbettin ŞiRâzî’yi müderris olarak atadığı
medresenin açılışında, Sultan Veled’in açış konuşmasından sonra semâ’ yapılmış olması bu geleneğin,
Mevlânâ’dan sonra Pervâne döneminde de sürdüğünü göstermektedir (Eflâkî, age., c. II, ss. 222-4).
163
Eflâkî, age., c. II, s. 125.
164
İsmet Kayaoğlu, “Mevlânâ’nın Mektuplarının Döneminin Tarihi Açısından Bir Değerlendirilmesi”, XII.
Türk Tarih Kongresi (12-16 Eylül 1994), Ankara 1999, c. II, s. 586.
165
Eflâkî, age., c. II, ss. 123-5.
160
30
Mevlânâ’ya duyulan derin sevgi ve saygı ile dönemin sosyo-psikolojik havasını
yansıtan ve Keykâvus ile Mevlânâ arasındaki ilişkinin mahiyeti açısından önemli olan bir
rivayette de şöyle denilmektedir: “Bir gün İslâm sultanı İzzeddin Keykâvus (Allah onun
burhanını aydın etsin) Mevlânâ hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi
iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlerle meşgul oldu. İslâm sultanı da bir bende gibi
alçak gönüllülük göstererek: ‘Mevlânâ hazretleri bana bir nasihat versin’ dedi. Mevlânâ:
‘Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni
sultan yaptı; sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun’ buyurdu. Sultan ağlayarak dışarı
çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve ‘Ey Allah’ım, Mevlânâ hazretleri
bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kulun da bu alçakgönüllülüğü
senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki gösterişsiz tutum
nedeniyle bana merhamet et’ dedi ve şu iki beyti okudu:
‘Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sineme merhamet et.
Ey rahmeti her çoktan daha çok olan, her azdan daha az olan ben kuluna merhamet
et’
Mevlânâ dışarı çıkarak sultanın gönlünü alıp ‘Git Yüce Allah sana merhamet etti ve
seni bağışladı’ dedi.166
Sultan ve emîrlerin kendisini çokça ziyaretini, manevi yoğunluğunun sekteye
uğraması nedeniyle Mevlânâ’nın pek tasvip etmediğinin, onun emîrlere karşı genel bir
tavrı olduğunu ve Mevlânâ ile ilişkiler bakımından ön sırada yer alan emîr Pervâne ile
ilişkilerinde de Mevlânâ’nın bu tavrını koruduğundan ve kimi zaman kendisini ziyarete
gelen emîrleri karşılamaya çıkmadığından daha önce bahsedilmişti. Mevlânâ, benzer bir
tavrı bir gün kendisini ziyarete gelen sultan İzzeddin ve etrafındaki emîrlere karşı da
göstererek onları karşılamamıştı.167 Ayrıca Mevlânâ’nın sultan Keykâvus’a -biri kesinbirkaç adet mektubu olduğu da bilinmektedir.168
Keykâvus ile taht mücadelesinde karşıt kutupta yer alan Pervâne’ye de
Mevlânâ’nın, yukarıdaki öğüt ve tavrın benzerini gösterdiği hatırlanırsa169 Mevlânâ’nın,
birbirleriyle saltanat savaşı veren yöneticilere karşı tavrının dahi genel bir çizgide olduğu;
onlar da gördüğü hatalar nedeniyle onlarla diyaloglarında yöneticilere nasihat veren
konumunu koruduğunun altını çizmek gerekir.
Kardeşi İzzeddin Keykâvus II ile taht mücadelesi veren Sultan IV. Rükneddin
Kılıç Arslan’ın da Mevlânâ’nın semâ’’ törenlerine katıldığı; yine katıldığı bir semâ’
töreninde Mevlânâ’nın müridlerinden birisinin semâ’’ esnasında taşkınlık gösterip naralar
atması üzerine, canı sıkılan sultanın bu dervişi uyardığı belirtilmektedir. Bunun üzerine
Mevlânâ dervişin hareketini “Kişinin içindeki ejderha, onu yüce bir aleme çekmek
isterken, kişi nasıl olur da rahat olabilir” diyerek izah etmiş ve sultanın eleştirisine cevap
vermişti.170 Sultan Rükneddin’in Mevlânâ’nın yanında başka şeyhlere de iltifat ettiği ve
Mevlânâ’nın yerine mürşid olarak Baba Merendî adında bir şeyh edindiği de rivayetler
arasındadır.171
166
Eflâkî, age., c. I, ss. 480-1.
Eflâkî, age., c. I, s. 278.
168
Kayaoğlu, agm., s. 585.
169
Mevlânâ’nın Pervâne’ye bu yöndeki nasihatlerine, Pervâne ile ilişkiler bölümünde değinilmişti.
170
Eflâkî, age., c. I, s. 156.
171
Eflâkî’de sultan Rükneddin’in sarayda düzenlenen ve Mevlânâ’nın da katıldığı bir davet esnasında Baba
Merendi’yi şeyh edinmesi ve Mevlânâ’nın da buna karşılık “Eğer sultan onu baba edindi ise biz de kendimize
bir oğul arayalım” şeklinde anlatılan bu rivayet (bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 157-8) Sipehsâlâr’da farklı bir
şekilde anlatılmaktadır: Sipehsâlâr’da Sultan’ın manevi baba olarak şeyh edindiği kimse Eflâkî’deki gibi
167
31
Sultan Rükneddin’in kendi sarayında düzenlendiği toplantılara Mevlânâ’yı
çağırdığı;172 ona hediye gönderip kimi zaman Mevlânâ’nın gönderilenleri kabul
etmediği173 gibi rivayetlerden başka Sultan Rükneddin’in eşi Gumaç Hatun’un174 da
Mevlânâ’nın müridelerinden oluşu, sultan ve ailesinin Mevlânâ’ya bakış açısını yansıtması
açısından önemlidir.175 Sultanın Moğol ve Selçuklu beyleri tarafından komplo ile
öldürüldüğü toplantıya gitmeden önce Mevlânâ’ya gelerek onunla istişarede bulunduğu;
Mevlânâ’nın da sultanı oraya gitmemesi için defalarca uyardığı, öldürülmesinin ardından
da onun için gıyaben cenaze namazı kılarak şu gazeli okuduğu kaydedilmektedir:176
“Demedim mi sana oraya gitme, seni belâlara uğratırlar; onların elleri çok
uzundur, ayağını bağlarlar.
Demedim mi orada tuzak içinde tuzak var, tutulursan nerden kurtaracaklar seni?
177
Ayrıca Mevlânâ’nın “Rükneddin’in ahirette durumu iyi olacak” sözünden178 de
Mevlânâ’nın sultana karşı genel olarak olumlu bir tavrının olduğu söylenebilir.
Hayır ve iyilikleri herkese ulaşmış temiz karakterli bir idareci olan ve dönemindeki
fermanlarda Veliyyullah fi’l-arz (Allah’ın yeryüzündeki halifesi) unvanıyla anılan179
Baba Merendi değil, şehre yeni gelmiş Buzagu adında biridir ve sultanla yakınlaşmaları Sultanın onun için
düzenlediği bir törende değil bu zatı ziyareti esnasında yaşanmıştır. Buzagu’nun bu ziyarette sultana ‘oğul’
diye hitap ettiği bunu duyan Mevlânâ’nın da yukarıdaki sözü söylediği; Buzagu’nun manevi halinin
abartıldığı kadar olmadığını anlayan Sultan’ın da daha sonra bu ziyaretten pişman olduğu ve Mevlânâ’dan
özür dilediği belirtilir (bkz. Sipehsâlâr, age., ss. 87-8) Hatta Mevlevî kaynaklar, sultanın daha sonra
boğularak öldürülmesini Mevlânâ’nın yerine bir başka şeyh edinmesinin manevi bir darbesi şeklinde
yorumlarlar (Sipehsâlâr, age., ss. 88-9; Eflâkî, age., c. I, s. 158). Ancak iktidar kavgası uğruna Pervâne
tarafından bir komployla öldürtülen sultanın, öldürüldüğü toplantıya (Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi, s. 480; Eflâkî, age., c. I, s. 158) gitmeden önce Mevlânâ’ya gelerek onunla istişarede bulunduğu;
Mevlânâ’nın da sultanı oraya gitmemesi için defalarca uyardığı hususu (Sipehsâlâr, age., s. 89; Eflâkî, age.,
c. I, s. 158) dikkate alındığında, sultanın öldürülmesi ile şeyh edinmesi arasında organik bir bağın olmadığı;
bunun tarikat çevrelerinde şeyhlerine atfen yapılan geleneksel bir yorum olduğu anlaşılmaktadır.
172
Eflâkî, I, 373-4
173
Eflâkî, I, 420
174
Tokatlı olduğu bildirilen (Eflâkî, I, 195) Gumaç Hatun Sultan Veled’in bir kasidesinde de övülmektedir
(bkz. Dîvân-ı Kebîr-ı Sultan Veled, F. N. Uzluk Neşri, s. 253) Gumaç Hatun hakkında geniş bilgi için bkz.
M. Z. Oral, Sultan Hatun Senedi, Belleten, sayı 75, (Temmuz 1955), s. 390.
175
Eflâkî, I, 369
176
Sipehsâlâr, s. 89; Eflâkî, I, 158
177
Gazelin tamamı şu şekildedir:
Demedim mi meyhanede acayip erler vardır; aklı saçma sözlerle oklarlar.
Senin gibi saf adamı bir lokma gibi kapıverirler; yaya bir er için bir padişahı bile mat ediverirler.
Sen gönlü dar bir adamsın. O ciğer yiyenlerin yanına varırsan seni, siğer gibi alırlar, çorbalarına
atıverirler.
Seni hamur gibi çekip-çekip uzatırlar, büküp-büküp değirmileştirirler, yüceliğine bilgine dayanıp
güvenme. Kafdağı bile olsan seni havaya uçururlar.
Toprağından binlerce acayip kuşlar yaparlar. Topraktan, sudan geçersin de gene sana neler
ederler, neler.
Bu tenden, deriden pamuk çeker gibi seni çekerler de bir hayale döndürürler; ne önün kalır, ne
sonun, ne sağın kalır, ne solun.
Seni çeşitli hükümlere, lûtfa, kahra razı bulurlarsa zahmetlerden kurtarırlar, razılık makamına
yüceltirler.
Şükretmeyi arttırır, her şeye şükredersen rıza makamından da yüceltip seçilmiş bir er yaparlar.
Sus, çünkü bu saçma sapan sözlerle vakit geçiren ahmaklar bir bölük hayvandır; otlayıp dururlar;
seni de hemencecik çiğneyip yutarlar (Mevlânâ Celâleddin, Dîvân-ı Kebîr Gül-deste, haz. A. Gölpınarlı,
İstanbul 1955, s. 51). Gazelin Farsça’sı için bkz. Mevlânâ Celâleddin, Külliyatı Dîvân-ı Kebîrı Şems I-II, haz.
B. Fürüzanfer, Tahran 1378, c. I, s. 319).
178
Eflâkî, age., c. I, s. 159.
32
Celâleddin Karatay180 da Mevlânâ’nın taltif etmekten ve ağırlamaktan hoşlandığı
Selçuklu yöneticilerindendir.181 Celâleddin Karatayî’nin Mevlânâ’yı çeşitli törenlere davet
ettiği182 ve kendi medresesinde semâ’ törenleri tertip ettiği rivayetleri183 de Karatayî ile
Mevlânâ arasındaki ilişkiyi gösteren rivayetlerdendir. Bir gün Mevlânâ ile birlikte sabah
namazını kılmak için gizlice onun medresesine gelen Celâleddin Karatayî, yaşadığı vecdin
etkisiyle heybetli bir hale gelen Mevlânâ’yı şaşkınlıkla gözlemler ve bu halinin sebebini
Mevlânâ’ya sorar. Mevlânâ da “Emîr Celâleddin işte Allah (cc.) bizi okşadığı zaman böyle
oluruz” der.184
Mevlânâ’nın Celâleddin Karatayî’ye karşı bu dostane tavrı, Karatayî’nin
ölümünden sonra da devam etmiştir. Mevlânâ, bir gün Karatayî’nin mezarının bulunduğu
medresenin önünden geçerken bir müddet duraksayarak etrafındakilere: “Bizim merhum
dostumuz Celâleddin Karatayî, ‘Ben dostların aşığıyım, dostumun nefesiyle bir an
dinlenmek istiyorum’ diye bağırıyor” der ve etrafındakilerle Karatayî’nin türbesine
giderler. Karatayî’nin mezarı başında Kur’an ve gazeller okunur; Mevlana’nın da bu
esnada çok duygulandığı rivayet edilir.185
Mevlânâ’nın yakın dostu olduğu bildirilen186 dönemin vezirlerinden Taceddin
Mu’tez’e187 her ikisinin Horasan’lı olmasından ötürü Mevlânâ’nın “hemşehri” diye hitap
ettiği bildirilmektedir.188 Mevlânâ, yanına gelen vezire çeşitli hikayeler anlatarak nasihat
eder ve tasavvufî hakikatlerden bahsederdi. Bu nedenle vezirin Mevlânâ’nın yanına
gelmesine müridler çok sevinirdi. Yine bu sohbetlerden birinde Mevlânâ’nın sohbetinden
çok memnun kalan vezir Mu’tez, Mevlânâ’ya ve müridlerine büyük bir külliye yaptırmak
ister. Mevlânâ ise onun bu isteğine şu karşılığı verir: “Biz bu yokluk arenasında Ad ve
Semud toplumları gibi yıkılıp yok olan köşkler ve binalar dikmek istemiyoruz. Biz, Nuh
179
İbn-i Bîbî, Tıpkı basım, ss. 593-4; Aksarayî, age., s. 28.
Alâeddin Keykubâd I’in azadlı kölelerinden olan Celâleddin Karatay, 17 yıl onun yanından ayrılmamış ve
sultan Alâeddin’in ölümünden sonra sultan Gıyaseddin Keyhüsrev II tarafından Taşthane ve Hazine-i Hassa
memurluğuna getirilmiştir. Kösedağ savaşı ve sultan Gıyaseddin’in ölümünden sonra ülkenin bütün işleri
onunla Beylerbeyi Yutaş’ın elinde kalmıştır. Yakın arkadaşı Sâhib Şemseddin ile birlikte İzzeddin Keykâvus
II’i saltanata geçirdikten sonra kendisine nâiblik vazifesi verilmiştir. Sâhib Şemseddin’in öldürülmesinden
sonra üç kardeş saltanatını yürürlüğe koyarak kendisi de tüm sultanların atabekliği görevini üstlenerek
Selçuklu tahtında istikrarlı bir dönem sağlamıştır. 652/1254’de Kayseri’de ölmüştür. Selçuklu devletine
önemli hizmetlerde bulunan Celâleddin Karatay yaptırdığı bir çok tarihi eser ile de ismini yaşatmıştır
(Celâleddin Karatay’ın hayatı ve yaptırdığı tarihi eserler hakkında geniş bilgi için bkz Osman Turan,
“Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, Ankara 1948, c. 12, sayı: 47)
181
Eflâkî, age., c. I, s. 237.
182
Eflâkî, age., c. I, s. 129.
183
Eflâkî, age., c. I, s. 227, 618.
184
Eflâkî, age., c. I, s. 249.
185
Eflâkî, age., c. I, ss. 237-238.
186
Eflâkî, age., c. I, s. 263.
187
Anadolu’da medreseler, hangahlar, hastane ve kervansaraylar yaptırdığından bahsedilen Taceddin Mu’tez
el-Horasanî; Sultan Celâleddin Harezmşah zamanında Harzemşah devletinde kâdu’l-kudât olan ve elçi
olarak Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubâd’a gönderilen Harezmli Mücireddin Tahir b. Ömer’in oğludur.
İlhanlı hükümdarı Hulagu tarafından, Selçuk hükümdarlarının ve Sâhib Şemseddin’in almış olduğu borçları
ve vergileri tahsil etmek üzere 1261’de emîr ve vezir unvanı ile Anadolu’ya gelmiş; İzzeddin Keykâvus II
tarafından kötü karşılandığı için Rükneddin Kılıç Arslan’ın yanına gitmiştir. 1262’de yetkileri sürekli hale
getirilerek Kastamonu, Aksaray ve Develi vilayet gelirleri onun emrine bırakılmıştır. IV. Kılıç Arslan ile
arası bozulunca ona karşı Pervâne’nin yanında yer almıştır. Mısır ordusunun Elbistan’a gelişini Moğollara
zamanında bildirmediği için tutuklanmışsa da, sonradan serbest bırakılmıştır (bkz. İbn-i Bîbî, age., ss. 633-4,
647; Aksarayî, age., s. 49, 55, 67, 80, 91). Aksarayî, Taceddin Mu’tez hakkında isabetli fikirleri ve sağlam
iradesiyle işbilir bir devlet adamı olduğu yönünde övücü ifadeler kullanmaktadır (bkz. Aksarayî age., s. 55,
67, 76, 91).
188
Eflâkî, age., c. I, s. 263.
180
33
ve İbrahim peygamberler gibi cennette aşk köşklerinden başka bir şey istemiyoruz.”189 Bu
teklifi Mevlânâ tarafından kabul görmeyen Taceddin Mu’tez’in gönderdiği para üzerine de
Mevlânâ; maksadının anlaşılamadığı gerekçesiyle “Biz nerede dünya meşgaleleri nerede”
diyerek şu şiirle sitemde bulunur:
“Ben kendim gibi bir adam isterim. Ben bir gümüş tenli isterim ve paranın
çirkinliğinden artık bıktım”.190
Taceddin Mu’tez’in, müridlerin ihtiyaçları için Mevlânâya zaman-zaman
gönderdiği paraların Mevlânâ, öncelikle kaynağını sorup öğrendikten sonra bunları genel
usulü üzerine Hüsameddin Çelebi’ye vererek para ve bağışların taksimiyle onun
ilgilenmesini isterdi.191
Taceddin Mu’tez’in Mevlânâ’nın yanında devrin diğer şeyhlerine karşı da
iyiliksever olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin vezir’in, yaptırdığı Daru’z-Zakirin adındaki
medreseye Kutbeddin Hayderi’nin halifelerinden Hacı Mübarek Haydari’yi şeyh tayin
etmesi192 vezirin diğer tasavvuf büyükleriyle de dostluğunu göstermektedir.
Mevlânâ’nın mektupları arasında da Taceddin Mu’tez’e hitaben yazılmış dokuz
mektup vardır. Mevlânâ, bu mektupların çoğunda ona Vezir-i A’zam (en büyük vezir) diye
hitap etmekte ve muhtelif kimselerin işlerinin görülmesi için ricada bulunmaktadır.193
Dönemin yetkili idarecilerinden bir diğer isim de daha hayatta iken Ebu’l Hayrat
(İyilik babası) unvanı ile meşhur olan Sâhib Ata Fahreddin Ali’dir.194 Mevlânâ’ya oranla
189
Eflâkî, Aynı yer. Gazelin tamamı için bkz. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr Gül-Deste, haz. A. Gölpınarlı, s. 54.
Eflâkî, age., c. I, s. 264.
191
Yine bir gün Taceddin Mu’tez’in müritlerin ihtiyaçları için gönderdiği ve helal olduğunu bildirdiği epey
bir miktar paranın hepsinin Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’ye götürülmesini istedi. Bunun üzerine Sultan
Veled: “Bizim evde hiçbir şey yok, başkasına verecek durumda değiliz. Hüdavendigâr hazretleri nereden bir
şey gelse Çelebi hazretlerine gönderiyor. O halde biz ne yapacağız?” demesi üzerine Mevlânâ, Çelebi’yi bu
konuda hiç kimse ile mukayese etmeyeceğini söyledikten sonra (Eflâkî, age., c. II, ss. 166-7) şu şiirleri
okudu:
“Üzüm hamken ekşidir; fakat olgunlaşınca tatlılaşır, güzelleşir.
Sonra küpün içine girince acılaşır, haram olur.. Sirke olunca ise ne güzel katıktır!
Veli zehir yese, ona bal olur, fakat talip yese kalbi kararır, ziyan eder.” Şiirin tamamı için bkz.
Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 208, b. 2601 vd.)
192
Eflâkî, age., c. I, s. 233.
193
Eflâkî , age., Önsöz, (Remzi Kitabevi), s. 48; Mevlânâ, Mektubat-ı Mevlânâ Celâleddin, yay. Uzluk, s. 27,
63-4, 80, 91, 102, 111, 122, 140.
194
Sâhib Ata diye bilinen Fahreddin Ali b. Hüseyin er-Rumi elli yıla yakın Selçuklu devletinde emîr-i dâd,
nâib, vezir ve sâhib gibi değişik görevlerde bulunmuştur. Topladığı servetin çoğunu başta Konya olmak üzere
Anadolu’nun değişik yerlerinde medrese, kervansaray, tekke ve çeşme gibi eser yapımına harcamış, bu
iyiliklerinden ötürü daha hayatında Ebu’l-Hayrat unvanı ile anılmıştır. Sultan İzzeddin Keykâvus döneminde
(644-647/1246-1249 birinci saltanat dönemi) emîr-i dâd (adalet bakanı) iken daha sonra Saltanat Nâibliğine
getirilmiş, Selçuklulardan sık-sık para toplayarak devleti zayıflatan Moğol şehzadelerine engel olmak için
elçi olarak Karakurum’a Moğol Han’ının yanına gönderilmiş (1253) ve bu görevinde başarılı olmuştur.
1258’de Keykâvus’un nâibliğine getirilen Fahreddin Ali, ülkenin Hulagu tarafından ikiye bölüştürüldüğü
görüşmelerde İzzeddin Keykâvus’a refakat etmiş döndükten sonra da aynı sultanın vezirliğine atanmıştır
(1260). 1261’den itibaren IV.Rükneddin Kılıç Arslan tarafına geçen Fahreddin Ali, Sâhibi A’zamlık
(bugünkü başbakanlığa denk bir görev) makamını elde etmiştir. Rükneddin’in öldürülmesinden sonra
Gıyaseddin Keyhüsrev III. döneminde (663-682/1264-1283) de aynı görevini sürdüren Fahreddin Ali,
gurbette sefil bir duruma düşen eski dostu Sultan İzzeddin Keykâvus II.’a yardım edip, mektuplaştığı
gerekçesi ile Pervâne tarafından bu görevinden uzaklaştırılarak Osmancık Kalesi’ne hapsedilmiştir (1272).
Moğol hükümdarı nezdindeki faaliyetleri ile görevine tekrar dönen (1275) Fahreddin Ali, Hatıroğlu ve Cimri
isyanlarının bastırılmasında da etkin rol oynamıştır. 687/1288 yılında yakalandığı bir hastalıktan ölen
Fahreddin Ali’nin mezarı Konya’dadır. Sonradan oğulları, vaktiyle kendisinin hazinelerini sakladığı Afyon
Karahisar’da Sâhib Ataoğulları Beyliğini kurmuşlardır (Hayatı ve yaptırdığı eserler hakkında geniş bilgi için
bkz. M. Ferit ve M. Mes’ut, Selçuk Veziri Sâhib Atâ İle Oğullarının Hayat ve Eserleri, İstanbul 1934.
190
34
diğer şeyhleri daha çok ziyaret ettiği bildirilen195 Fahreddin Ali, Mevlânâ’nın saygınlığını
ve manevi yüceliğini takdir etmesine rağmen, Mevlânâ’nın müridlerini toplumun alt
kesimlerinden olduklarından ötürü ciddi olarak eleştirenlerin başında gelmektedir.196
Mevlânâ da Fahreddin Ali’ye yazdığı mektuplarında, ondan dindar, iyi huylu, Allah’tan
korkan, mazlumları koruyan bir insan olarak söz etmekte ve müridlerinin çeşitli ihtiyaçları
için ondan ricalarda bulunmaktadır.197
Ancak özellikle kendi tasavvufî anlam dünyasını kavrama gayretinde olmadığından
ve nasihatlerin gereğini yerine getirmediğinden Fahreddin Ali’ye yönelik nasihatlerinde
Mevlânâ, kimi zaman nükteyle, kimi zaman da açık bir şekilde onu uyarmakta ve bundan
yakınmaktadır. Örneğin bir gün Mevlânâ, tefekkür ve murakabe halinde iken vezir
Fahreddin Ali’nin, Sultan Veled aracılığı ile kendisinden nasihat alma isteği Mevlânâ’ya
iletilince şöyle der: “Sâhib Fahreddin uyanık ruhu olmayan dertsiz ve gafil bir adamdır.
Mana aleminden habersiz olduğu gibi idrak kapasitesi de yoktur. O halde kime söyleyeyim
ve neden bahsedeyim.” Ve ardından şu şiiri okur:
“Can kulağı olmayınca kime söyleyeyim,
Ey oğul, insanın kalbinde söz, (onu dinleyecek) kulak için kaynar.”198
Mevlânâ’nın bu olay üzerine duyguların geçişkenliğine atıfta bulunan bir
yaklaşımla manevî alemin hakikatlerinden habersiz dediği kişilerle bir araya geldiğinde;
ziyaretçilerin duygu ve psikolojik durumlarının, kimi zaman kendisini de etkileyerek elde
edeceği ilhamları almasına engel olduğu yönünde şu serzenişte bulunur: “Sık-sık sizin
gönlünüzden geçenler bana bir ok gibi saplanıyorlar. Hakikat sarayının gelinleri de
gördükleri bu yabancıdan dolayı daha derinlere kaçıyorlar.” Mevlânâ bu durumu anlatmak
için şu hikayeyi anlatır: “Şairin biri şiir yazmağa çalışırken, birden kapısı çalınır. Şair acele
ile dışarıya, çıkar ama kimseyi göremez. Bu şekilde üç kez rahatsız edildikten sonra şair:
‘Kimseyi bulamıyorum ki ona bir çift söz edeyim. Kime söyleyeyim? Kendi işlerimden de
kalıyorum’ diye yakınır.”199
Bu eleştirileri yanında Mevlânâ’nın, Fahreddin Ali için sonu hamde layık olacak
dediği , Fahreddin Ali’nin de Mevlânâ’ya olan saygısının Mevlânâ’nın ölümünden sonra
da devam ettiği anlaşılmaktadır.201
200
Mevlânâ ile dostluğu bilinen dönemin bir diğer Selçuklu emîri de Cacaoğlu
Nureddin’dir.202 Mevlânâ’nın müridlerinden olduğu bildirilen203 Nureddin’in sadece
195
Eflâkî, age., c I, s. 142.
Bu eleştiriler için bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 139.
197
Bkz. Mevlânâ, Mektubat, nşr. Uzluk, s. 38, 90, 112, 133, 138, 139.
198
Eflâkî, age., c. I, s. 607.
199
Eflâkî, age., c. I, s. 607. Sâhib Fahreddin’in ölümünden sonra o kadar iyilik yapmış olmasına rağmen
kendisine verilen hiçbir mükafatın Mevlânâ’nın türbesine ve Mevlânâ’nın müridlerine yaptığı yardımın
karşılığı için verilen mükafata eşdeğer olmadığı da vurgulanır (Eflâkî, Aynı yer).
200
Eflâkî, Aynı yer.
201
Fahreddin Ali’nin, Mevlânâ’nın türbesinin yapımı için yardımda bulunması, onun müridlerine ve Sultan
Veled’e yönelik Mevlânâ’nın hatırasından dolayı yardım ve iyiliklere devam etmesi şeklindeki rivayetler
(bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 554) bu sevgi ve saygının devam ettiğinin göstergesidir. Ayrıca Sultan Veled’in de
Sâhib Fahreddin hakkında yazdığı bir methiyesi bulunmaktadır (bkz. Sultan Veled, Dîvân-ı Sultan Veled, yn.
F. N. Uzluk, İstanbul 1941, s. 182).
202
Tahsili olmayan ücretli Türk askerlerinden biri iken Muîneddîn Pervâne tarafından desteklenerek devlet
kademelerinde görev alması sağlanan Cacaoğlu veya Cicaoğlu Nureddin, Rükneddin Kılıç Arslan zamanında
Kırşehir sübaşılığına (vali) getirilmiştir. Hatıroğlu isyanı sırasında o da sorguya çekilenler arasındadır. Uzun
yıllar sübaşılık yaptığı ve orada öldüğü Kırşehir’den başka Eskişehir, Kayseri ve İskilip’te pek çok eser
yaptırmıştır (İbn-i Bîbî, age., s. 646, 664, 668; Aksarayî, age., s. 56). Hayatı ve kitabeleri hakkında yapılmış
196
35
Mevlânâ ile değil, diğer tasavvuf büyükleriyle de ilişkisi olduğu, özellikle de uzun yıllar
valilik yaptığı Kırşehir’de bulunan Hacı Bektaş’a hizmet ettiği, hatta ona hayranlık
duyduğu Eflâkî tarafından da zikredilir.204
Pervâne’nin damadı Mecdeddin Atabek205 de Mevlânâ’ya sevgi ve saygı duyan,
her fırsatta bunu dile getiren Selçuklu yöneticilerindendir.206 Hatta Mevlânâ’nın manevi
karizması, onda Mevlânâ dergâhındaki diğer müridler gibi çile çıkarma arzusu
uyandırmıştı. İşleri gereği bu yükü kaldıramayacakları gerekçesi ile yöneticilerin bu
yöndeki isteklerine pek sıcak bakmayan Mevlânâ, Mecdeddin Atabek’in ısrarını
sürdürmesi sonucu onun bu isteğini kabul eder ve Atabek çileye başlar. Ancak birkaç gün
sonra iyice bastıran açlık, müreffeh bir yaşam tarzına alışkın olan Atabek’in sabrını iyice
zorlar. Sonunda dayanamayan Atabek, yanındaki arkadaşıyla birlikte çilehâneden gizlice
çıkarak bir arkadaşının evinde ördek ve pilav yiyip yine gizlice hücrelerine dönerler.
Sabahleyin adeti üzere Mevlânâ, çile hücrelerini kontrol ederken onların hücresine
geldiğinde “Tuhaf şey! Bu hücreden riyazet kokusu gelmiyor; ördek ve pirinç kokusu
geliyor” diyerek yaptıklarından haberdar olduğunu onlara nükte yoluyla bildirdikten sonra
şöyle der: “Eğer bir mürid kendini bu yönde (tasavvufî tarzda) geliştirmek istiyorsa, kâmil
mürşidine kendini teslim etmeli ve verilen ödevleri harfiyen yerine getirmelidir ki mürşidi
de onun her derdine deva olsun ve onu maksadına ulaştırabilsin.”207 Bu anekdotun,
dönemin yöneticileri ile Mevlânâ ve müridleri arasındaki hayat felsefesi ve yaşam tarzı
farkını göstermesi açısından da önemli olduğu söylenebilir.
çalışmalar hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmet Temîr, Kırşehir Emîri Caca-oğlu Nur el-Dîn’in 1272 tarihli
Arapça-Moğolca vakfiyesi, Ankara 1959, ss. 8-13.
203
Eflâkî, age., c. I, s. 539.
204
Bu rivayete göre Cacaoğlu Nureddin, Mevlânâ'nın huzurunda iken, kendisinin Hacı Bektaş’ın huzurunda
ve hizmetinde bulunduğundan bahisle özet olarak şunları söyler: “Yine bir gün onun hizmetindeydim. O, dış
görünüşe önem vermez, hatta sadece şekilden ibaret zannedilen namazı dahi kılmazdı. Ben, ona mutlaka
namaz kılınması gerektiğini söyleyip ısrarda bulununca o da ‘Git su getir de abdest alayım’ dedi. Testiyi
kendi elimle çeşmeden doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve ‘dök’ dedi. Eline
döktüğüm berrak suyun birden kan olduğunu gördüm ve şaşakaldım” diyerek Hacı Bektaş’ın bu kerametini
aktarınca Mevlânâ bu kerameti şöyle yorumlar: “Keşke kanı su yapsaydı. Çünkü temiz suyu kirletmek o
kadar büyük bir hüner değildir. Bu ancak olsa-olsa bir israftır. İsraf edenler ise şeytanların kardeşleridir. Bu
nedenle esas değişiklik senin şarabının sirke olması değil, müşkülünün çözülmesidir. Senin alçak bakırın
halis altun olur, kafir nefsin Müslüman olur, topraktan olan bedenin gönül adını alırsa işte esas keramet budur
(Eflâkî, age., c. I, ss. 539-540). Bu diyalog, tasavvuf tarihinde öteden beri şeyhler arasında görülebilen bu
türden meşrep farklılıklarına örnek teşkil ettiği gibi Hacı Bektaş ile Mevlânâ’nın tasavvufî düşünce
yapısındaki farkı yansıtması açısından da önemli ipuçlarını barındırmaktadır. Hacı Bektaş’ın müntesiplerinin
genellikle göçebe Türkmenler olması nedeniyle bunlar arasında medrese kültürünün dolayısıyla şer’î
bilgilerin çok iyi bilinmemesi ve İslâm öncesi bir takım inanç motiflerine daha ziyade rastlanması diğer
yanda Mevlânâ’nın babasından beri resmi tedrîs çevreleriyle yakın ilişkisi, müderrislik yaptığı gibi hususlar
bu meşrep farklılığının ana nedeni olarak gösterilebilir. Ayrıca Eflâkî, Babaî isyanının aktörlerinden Baba
Resul’ün halifesi olduğu (Eflâkî, age., c. I, s. 411) söylenen Hacı Bektaş’ın, mârifetle dolu aydınlık bir kalbi
olduğu rivayetine yer vermesine rağmen (Eflâkî, age., c. I, s. 539) Babailer ile ilişkisi gerekçesiyle Mevlânâ
ve çevresinin Selçuklu saltanatını sarsan ve daha sonraki Kösedağ mağlubiyetini hazırlayan Babaî isyanının
katılımcılarına sıcak bakmadıkları rahatlıkla söylenebilir.
205
Tam adı Mecdeddin Ali b. Muhammed Hasan el-Erzincanî, künyesi Ebu’l Mehâmid olan Mecdeddin,
Pervâne’nin kızı Havandzâde’nin kocasıdır. Rükneddin Kılıç Arslan döneminde müstevfîlik (maliye
bakanlığı) görevine (1262), daha sonra da azledilen Fahreddin Ali’nin yerine Pervâne tarafından vezirlik
makamına getirilmiştir (1271-2). Fahreddin Ali’nin vezirlik makamına geri dönmesiyle (1275), Karatay’ın
yetkileriyle atabek olmuştur. Hatıroğlu isyanına katılmamış, ancak isyan nedeniyle o da sorguya çekilmiştir.
Pervâne’nin öldürülmesinden sonra Van’dan dönerken Sivas’ta hastalanmış ve orada ölmüştür (676/1277).
Mecdeddin Atabek’ten bahseden kaynakların çoğu, onun çok iyi hesap bildiğini, güzel yazı yazdığını, şiir
söylediğini, ileri derecede Arapça ve Farsça’ya vakıf olduğunu ve son derece hayırsever bir insan olduğunu
bildirirler (bkz. İbn-i Bîbî, age., ss. 659-661; Aksarayî, age., s. 55, 67, 71, 73, 77).
206
Eflâkî, age., c. I, s. 126, 334.
207
Sipehsâlâr, age., s. 101; Eflâkî, age., c. I, ss. 362-363.
36
Mevlânâ’nın mektupları arasında da Mecdeddin Atabek’e hitaben yazılmış altı
mektup vardır.208 Mevlânâ, bu mektuplarında ondan, büyük vezir, adil, melek huylu ve
ediplerin tacı gibi sıfatlarla bahseder. Bu mektupların birinden Mecdeddin Atabek’in de
Mevlânâ’ya mektup yazdığı anlaşılmaktadır.209 Ayrıca Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ’nın
Mecdeddin Atabek’e karşı sevgisini gösteren bir paragraf ile o dönemde Hıristiyanlarca
dile getirilen Moğollara kız vererek, dinlerin birleştirilip, Müslümanlığın ortadan
kaldırılması düşüncelerinin yanlış olduğunu ifade eden ve Mecdeddin Atabek’ten aktarılan
ifadelerde Mevlânâ, Mecdeddin Atabek’i övmektedir.210
Mevlânâ’ya saygı duyan devlet büyükleri arasında yer alan Hatıroğlu
Şerefeddin211 de Mevlânâ’nın katıldığı semâ’ törenlerine katılır; kimi zaman Pervâne’nin
isteğiyle törene katılan konuklarla ilgilenirdi.212
Muîneddîn Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun213’un nâibliğini yürüten Alameddin
Kayser214 de Mevlânâ’ya gönülden saygı duyan Selçuklu emîrlerindendir. Mevlânâ’nın
208
Mevlânâ, Mektûbâtı Mevlânâ Celâleddin, s. 14, 16, 22, 58, 71, 124.
Bkz. Mevlânâ, age., s. 14.
210
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Anbarcıoğlu, s. 40.
211
Hatıroğlu Şerefeddin, Selçuklu tarihinde “Hatıroğlu isyanı” diye anılan ve amacı Mısır hükümdarı
Baybars’a istinad ederek Moğolları Anadolu’dan çıkarmak olan hareketin lideridir. Hatır-ı Zencani isminde
bir zatın oğlu olan Şerefeddin Mesud, başlangıçta (1257-8) kardeşi Ziyaeddin Mahmut ile birlikte
Pervâne’nin yanında münşî (katip) görevinde bulunuyordu (İbn-i Bîbî, el-Evamir, s. 662-4). Onunla birlikte
Rükneddin Kılıç Arslan IV.’ı saltanata getirdikten sonra kendisine merkez beylerbeyi ve Niğde serleşkeşliği
verilmiştir (1262). Etrafındaki kuvvetli orduyla bölgesinde huzuru sağlamışsa da kimi taşkınlıkları nedeniyle
sultan ile arası açılmış ve bu anlaşmazlık sonunda Pervâne ile birleşerek sultanın öldürülmesine yardımcı
olmuştur. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Beylerbeylik makamına getirilen Şerefeddin, Fahreddin Ali’nin
görevinden uzaklaştırılmasında Pervâne’ye yardım etmiştir. Daha sonra Moğollara karşı açıkça cephe
alınması hususunda Pervâne ile arası açılan Şerefeddin, Pervâne’nin Selçuk Hatun’u Budist şehzade Argun
Han’a gelin götürmesini fırsat bilerek, kardeşi ile birlikte isyan başlattı. Kardeşini de yardım için Baybars’a
gönderen Hatıroğlu, Karamanlıların ve Uç Türkmenlerinin de desteğini alarak isyanını iyice genişletti. Daha
sonra geri dönen Pervâne ile Moğol-Selçuklu ordusu tarafından yakalanarak yargılanan ve Abaka Han’ın
emriyle öldürülen Şerefeddin’in vücudunun parçaları da teşhir amacıyla ülkenin değişik yerlerine gönderildi
(675/1277). İbn-i Bîbî’nin hakkında oldukça düşmanca bir dil kullandığı Hatıroğlu Şerefeddin’i Aksarayî,
övmekle birlikte erken isyan etmesinden dolayı haksız bulur (bkz. İbn-i Bîbî, age., s. 636, 644-5, 648, 662-9;
Aksarayî, age., s. 56, 62,67, 74-5, 77-8, 80-5).
212
Pervâne’nin evinde büyük bir semâ’’ toplantısı olduğu gece Pervâne, gecenin geç saatlerinde Hatıroğlu
Şerefeddin’in kulağına konuklarla ilgilenmesini ve kendisinin biraz uyuyacağını söyleyince bunu duyan
Mevlânâ, semâ’’ ederken şu gazeli okur:
“Ey can! Bir gece uyumasan ve hicranın kapısını çalmasan ne olur?
Dostların hatırı için bir gece sabahlasan ne olur?...”
Bunun üzerine Pervâne sabaha kadar orada bulunan konuklarla bizzat kendisi ilgilenir (Eflâkî, age.,
c. I, ss. 599-600). Gazelin tamamı için bkz. Mevlânâ Celâleddin, Dîvân-ı Kebîr Gül-Deste, haz. A.
Gölpınarlı, s. 75.
213
Anadolu’da ve İslâm aleminde Gürcü Hatun diye anılan, önceden Hıristiyan iken sonradan Müslüman
olan ve Mevlânâ’nın müridelerinden olduğu belirtilen (Eflâkî, age., c. I, s. 98, 288, 459, 573) Gürcü Hatun;
esasen Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Selçuklu hanedanından Erzurum meliki Tuğrul Şah’ın oğlu
Gıyaseddin’in kızı Prenses Tamar’dır (Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. T. Yazıcı, (Remzi Kitabevi),
Önsöz, s. 39; Kaymaz, age., s. 125). Selçuklu sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev II ile evlenen ve kocasının
saltanatı boyunca Hıristiyan kalan Prenses’e Sultanın da çok düşkün olduğu, hatta bastırdığı bir sikke üzerine
onu ve kendini arslan ve güneş şeklinde resmettirmiş ve ondan doğan oğlu Keykubâd’ı veliahd tayin etmiştir
(Turan, age., s. 455). Pervâne’nin evlendiği Gürcü Hatun adındaki kişinin bahsedilen sultanın dul karısı mı
yoksa onun sultandan olan kızı mı olduğu hususunda ise iki görüşü de teyid eden araştırmalar bulunmaktadır.
Önceki yapılan etüdlerde Pervâne’nin evlendiği hanımın Gürcü Hatun’un kızı olduğu ve annesinden dolayı
kendisine bu ismin verildiği belirtilirken ( bkz. Âriflerin Menkıbeleri, (Remzi Kitabevi), Önsöz, s. 39; A.
Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1999, s. 111). Bir başka araştırmada ise Pervâne’nin evlendiği
kişinin sultanın dul karısı olduğu belirtilerek, Pervâne’nin karısını asıl Gürcü Hatun’un kızı olan ikinci bir
Gürcü Hatun şeklinde gösteren ifadelerin düzeltilmesi gereğine işaret edilmiştir (Kaymaz, age., s. 23, 125).
Eflâkî’de bazı yerlerde sultanın karısı olarak geçen (Eflâkî, age., c. I, s. 98, 459 M. E. Baskısı) Gürcü Hatun
209
37
kendisinden bir isteği olursa, bunu kendisine bir şeref sayarak derhal yerine getirmeye
özen gösterdiği bildirilen215 Alameddin Kayser’e: “Mevlânâ’nın ne kerametini gördün de
ona böyle kapılıp, onun müridi oldun ve onu bu kadar çok seviyorsun?” şeklindeki bir
soruya, dönemin kamuoyunun Mevlânâ’ya hissiyatı hakkında da ipucu veren şu yanıtı
verir: “Her peygamberi bir ümmet sevmesine, her mürşidi yalnız ona uyan müridleri, şeyh
edinmesine rağmen; Mevlânâ’yı bütün din ve devlet Sâhibleri sever ve onun sırlarını
anlamakla şereflenerek Mevlânâ ile övünürler. Bundan daha büyük keramet olur mu?”216
Mevlânâ’nın mektupları içerisinde de ona yönelik övücü ifadelerin bulunduğu iki
mektup bulunmaktadır.217 Mevlânâ’nın sandukası üzerindeki türbenin de Alameddin
Kayser’in önderliğinde yapıldığı bilinmektedir.218
Alaaddin Keykubâd’ın lalası olduğu bildirilen ve Mevlânâ ailesine Konya’da
kaldıkları medreseyi yaptıran Bedreddin Gevhertaş’ın219 da Mevlânâ’nın çocuklarını
sünnet eden kişi olduğu ve Mevlânâ ailesine saygı gösteren Selçuklu emîrlerinden olduğu
belirtilmektedir.220
Dönemin maliye bakanı Celâleddin Müstevfî’nin221 de düzenlediği toplantılara
diğer ileri gelenlerin yanında Mevlânâ’yı da davet ettiği222, Atabek Arslandoğmuş’un223
isminin bazı yerlerde Pervâne ile bağlantılı olarak onun hanımı şeklinde yorumlanabilecek tarzda (Eflâkî,
age., c. I, s. 406, 459-460, 497) bir yerde de açıkça “Pervâne’nin karısı” şeklinde geçtiği (Eflâkî, age., c. I, s.
467) göz önüne alınırsa her iki Gürcü Hatun’un da aynı kişi olduğu ve Pervâne’nin sultanın dul karısıyla
evlendiği yönündeki ikinci görüşün tercih edilebileceği söylenebilir.
214
Selçuklu emîr ve kumandanlarından olan Alameddin Kayser; Cimri olaylarında IV. Rükneddin Kılıç
Arslan’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev ile birlikte başarılı etkinliklerde bulunmuştur (1277-8) (İbn-i Bîbî,
age., s. 727).
215
Mevlânâ’nın, bir kişinin diyetiyle ilgili isteğini Alameddin Kayser, hemen üzerindeki elbiselerini, silahını
ve değerli eşyalarını satarak yerine getirmiş bunun nedeni olarak da: “Hiç kimseden bir şey istemeyen ve
böyle bir lütufla hiç kimseyi şereflendirmeyen Mevlânâ’nın bana olan bu iltifatı çok hoşuma gittiğinden
bunun bir anlamda şükrânesi olarak böyle davrandım” demiştir (Eflâkî, age., c. I, ss. 496-497). Yine bir semâ
töreni esnasında üzerindeki değerli elbiseleri etrafındakilere dağıtan Mevlânâ’ya Alameddin Kayser’in de
kendi değerli elbiselerini çıkarıp hediye etmesi (bkz. Eflâkî, age., c. I, ss. 530-531); yine Mevlânâ’nın
Selahaddin Zerkub’a hediye ettiği gömleğine Alameddin Kayser’in büyük bir meblağ ödeyerek alması
(Eflâkî, age., c. I, s. 573) yönündeki rivayetler, Alameddin Kayser’in Mevlânâ’ya olan sevgi ve saygısını
göstermektedir.
216
Eflâkî, age., c. I, s. 573. Mevlânâ’ya, kendi döneminde toplumun bir çok farklı kesimi tarafından sempati
ile bakıldığını gösteren bu bakış açısı, ilginçtir ki günümüzde de güncelliğini korumaktadır.
217
Mevlânâ, Mektûbât-ı Mevlânâ, s. 26, 127.
218
Eflâkî, age., c. I, s. 418, 420, c. II, ss. 203-4.
219
Mevlânâ’nın babası Sultanu’l-Ulema’nın müridi olduğu bildirilen Bedreddin Gevhertaş; İbn-i Bîbî’ye
göre Sultan İzzeddin Keykâvus II İstanbul’a kaçtıktan sonra Konya üzerine yürüyen taraftarları ile işbirliği
yaptığı gerekçesi ile Muîneddîn Pervâne tarafından bazı emîrlerle birlikte Moğol kumandanı Alıncak’ın
yanına gönderilerek öldürtülmüştür (İbn-i Bîbî, age., s. 643). Ayrıca Sultan Veled’in Dîvân-ı Kebîrında da
Konya civarında bulunan Karaarslan adlı bir köyü kendilerine vakfettiği için Bedreddin Gevhertaş
övülmektedir (Sultan Veled, Dîvân-ı Kebîr-ı Sultan Veled, nşr. Uzluk 1941, s. 226).
220
Eflâkî, age., c. I, ss. 43-4, 331.
221
Bugünkü maliye bakanlığına karşılık gelen Müstevfîlik görevinde bulunduğundan kendisine Müstevfî
unvanı verilen ve Muîneddîn Pervâne’nin yakın adamlarından olan Celâleddin Mahmut b. Emîrü’l- Hac,
Müşrifü’l-mülk (başmüfettiş) görevinde de bulunmuştur Hatıroğlu isyanında onlara karşı çıkarak esir düşmüş
geri dönen Pervâne tarafından kurtarılmıştır. Daha sonra Moğollardan aldığı yarlığ ile saltanat nâibliğine
yükselmiştir (İbn-i Bîbî, 656, 664,5, 725, 730-4; Aksarayî, age., 74, 78).
222
Eflâkî, age., c. I, ss. 624-625.
223
Atabek Arslandoğmuş diye anılan bu emîrin asıl adı Fahreddin Arslandoğmuş b. Sevinç’tir. Kösedağ
Savaşı’nda Gıyaseddin Keyhüsrev II.’in sancağını taşıyan emîrlerdendi. Yenilgiden sonra sultanın kıyafetini
değiştirerek onun kurtulmasını sağlamıştır. İzzeddin Keykâvus ile Rükneddin Kılıç Arslan’ın mücadelesinde
emîr-i ahur iken İzzeddin’in öncü (pişdar) kuvvetlerinin komutanlığını yapmış, daha sonra iki kardeş
arasında anlaşma yapılmasına katkıda bulunmuştur (İbn-i Bîbî, age., s. 526, 592; Aksarayî, age., s. 19, 31).
38
da Mevlânâ’ya saygı duyan ve onun öğüdünü dinleyen Selçuklu emîrlerden olduğu
belirtilmektedir.224
Mevlânâ’nın yalnız yöneticilerle değil onların hanımları ile de gönül bağına
dayanan bir dostluğu olduğu;225 Konya’nın tüm hanımları ile birlikte devrin yöneticilerinin
hanımlarının da Cuma akşamları Mevlânâ’nın sohbetini dinledikleri, semâ’sını izledikleri
ve üzerine güller attıkları yönünde aktarılanlar226 da Mevlânâ’nın o dönemde üstlendiği
misyonun, tasavvufi neşveyi esas alan gönül merkezli bir konumu olduğunu
pekiştirmektedir.
Mevlânâ’nın Selçuklu yöneticileri ile ilişkisinin niteliğine ilişkin bu aktarılanların
ardından o dönem coğrafyasını kasıp kavuran Moğollar hakkında Mevlânâ’nın tutum ve
düşüncelerine geçebiliriz.
e. Mevlânâ ve Moğollar
Selçuklu Türkiye’sinin yıllık vergi vermek zorunda olduğu, dönemin süper gücü
Moğolların o dönemde estirdiği korku ve istilâ endişesinin, Moğol tehdidi altındaki tüm
halkların üzerinde bir baskı oluşturduğu, dönemin atmosferi açısından rahatlıkla
söylenebilir.227 Mevlânâ’nın baba diyarı Belh’in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin
Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri
Mevlânâ’nın da zihin dünyasında yer etmişti. İstilâ ettikleri diğer şehirler gibi Belh’in de
Cengiz Han tarafından istilâ edilip, yağma edilmesini, halkının kılıçtan geçirilmesini ve
yapılan diğer Moğol zulümlerini, dönemle ilgili diğer tarihi kaynaklar yanında Mevlevî
kaynaklar da tüm çıplaklığı ile anlatmaktadırlar.228
Mevlânâ’nın aktardığı bir anekdotta Cengiz Han’ın büyük istilâsından önce
kendisinin de Belh’de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden
bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın Moğol zulmünden Allah’a olan tevekkülü
sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.229 Moğol istilâlarının, Mevlânâ’nın zihin
dünyasında çocukluğuna uzanan izdüşümünü göstermesi açısından bu anekdotun önemli
olduğu söylenebilir.230
Reel olarak dönemin süper gücü konumuna yükselen Moğolların bu yükselişini ve
gücünü ise Mevlânâ, tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir sohbet esnasında: “Moğollar
buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları
odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap
224
Eflâkî, age., c. I, s. 334. Atabek Arslandoğmuş’un Mevlânâ’nın öğütlerine kulak verdiğine dair bir başka
rivayette de şöyle denilmektedir: “Atabek Arslandoğmuş büyük bir medrese yaptırarak vakfiyesine “Bu
medresenin müderrisinin mutlaka Hanefî ve sofu olmasını orada daima fıkıh tahsili yapılmasını ve Şafiilere
yer verilmemesini” şart koşmuştu. Bunun üzerine Mevlânâ bir hadise atıfta bulunarak “Allah yolunda kayıtlı
hayır hamde layık değildir. Çünkü Allah rızası için yapılan her hayır, kayıt ve şartsız olmalıdır ki, tamamen
Allah için ve sevabı da iki katı olsun diyerek Arslandoğmuş’a yaptığı bu nasihatı emîr de kabul ederek bu
şartı kaldırır” (Eflâkî, age., c. I, s. 481).
225
Mevlânâ’nın kadın müridelerinden hemen akla gelenler arasında Rükneddin Kılıç Arslan’ın hanımı
Gumaç Hatun (bkz. Eflâkî, age., c. I, s. 195, 369), Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun (bkz. Eflâkî, age., c. I, s.
98, 152, 288, 406, 450, 459, 497, 531, 573), II. Keykâvus’un nâibi Emineddin Mikail’in hanımı (bkz. Eflâkî,
age., c. I, s. 531) gibi kadınlar bulunmaktadır.
226
Eflâkî, age., c. I, ss. 531-2.
227
Anadolu’nun o dönemki ekonomik durumu hakkında bkz. Z. V. Togan, Moğollar Devrinde Anadolu’nun
İktisâdî Vaziyeti, THİTM, İstanbul 1931, c. I, ss. 1-42.
228
Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur’an’ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin,
öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi
hesabının olmadığı söylenir (Eflâkî, age., c. I, s. 18).
229
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Anbarcıoğlu, ss. 255-6.
230
Mehmet Aydın, “Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı”, 2. Milli Mevlânâ Kongresi, s. 282.
39
atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor” şeklinde dile getirilen Moğolların
yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, bir
medeniyetin gelişiminde manevi sebep ve ilkelerin esas muharrik güç olduğunu, gücü
elinde bulundurmanın bu ilkelere bağlılığı da gerekli kıldığını imâ etmektedir. Mevlânâ,
genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti
arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını şöyle ifade eder:
“Onların gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek
onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar muhteşem ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu
fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah’ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı
zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk’ın inayeti ve yardımı ile
olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir,
çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için
Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezm Şah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini
emrediyordu. Tatarlar padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek ‘Mahvolduk’ dediler.
Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd
içinde ibadet ederek Tanrı’ya yalvardı. Tanrı’dan ‘Senin dileğini, yalvarışlarını kabul
ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol!’ diye bir ses erişti. Bu şekilde Hakk
buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü
kapladılar.”231
Mevlânâ’nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu
rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin
bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz
Han, Harzemşah’ın Otrar yakınlarında içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol
kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin
Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve
Buhara’yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin zapt edilmesi önemli
bir katkı sağlamıştı.232 Mevlânâ’nın Moğolların Hakk’ın buyruğu ile çıktıklarına dair
rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tanrı tarafından kendilerine bağışlandığına
dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir. Bu husus Moğol şamanlar
arasında halen geçmişteki yaşayan bir efsanenin Moğolların bu inancının onların
giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı da bilinmektedir.233 Genç
Temücin’e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri’nin, onun dünyanın efendisi olmasını
buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne
olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir.234
Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti
dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete
inanıyorlar ve ‘Elbette bir sorgu sual günü olacak!’ diyorlar” demesi üzerine Mevlânâ,
buna şöyle karşılık verir: “Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini
Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek
istiyorlar. Deveye: ‘Nereden geliyorsun?’ diye sormuşlar, ‘Hamamdan geliyorum’ demiş;
‘Evet! Ökçenden belli!’ demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe
inanıyorlarsa! delili nerede bunun? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste
birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat-kat olmuştur. Tevbe, ahiret endişesi ve Allah
korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını
231
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, ss. 96-7.
Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. s... ; National Geographic, “Cengiz Han” konulu özel
sayı, Ağustos 2001, ss. 93-4.
233
bkz. s..2.
234
National Geographic, s. 76.
232
40
öylece eritmesi gerekir. Halbuki bir kar veya buz: ‘Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi
üzerime ışıklarını saldı’ der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir
insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu
imkansız bir şeydir.”235
Mevlânâ, verdiği misallerle Moğolların ahiret inancı olduğu yönündeki bu iddianın
onların yaptığı zulümlerle bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün
cezasız kalmayacağından bahisle bu sohbetine devam eder.236 Görüldüğü gibi Mevlânâ,
Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında
deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete
inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün
meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde izaha özen
göstermiştir.
Mevlânâ, Moğol istilâlarıyla malları ellerinden alınan dönem halkının “Moğollar
mallarımızı alıyorlar, ara sıra da onlar bize mallarını bağışlıyorlar. Acaba bunun hükmü
nedir?” şeklindeki sorusuna; tabîi felaketlerle (deprem, sel vb.) elden çıkan malların veya
hırsızlıkla kaybedilen şeylerin Allah’ın hazinesine girmiş gibi yorumlanarak bir anlamda
vakıanın ardından psikolojik bir rahatlama amacına matuf olduğu söylenebilecek İslâm
düşüncesi içindeki mevcut yorumun bir benzeri ile karşılık verir. Alınanların, zorla alındığı
için haram olması ve ahrette sahibine karşılığı verileceği inancından dolayı, Moğolların da
Müslümanlardan aldığı her şey, alanlar açısından haram olsa da malı elinden çıkanlar
açısından bunlar, Mevlânâ’ya göre tıpkı Hakk’ın kabzasına ve hazinesine girmiş gibidir.
Müslümanların onlardan aldıklarında ise bir zorlama olmadığından ve alınanlar bu
hazineden alınmış hükmünde olacağından alınanlar Müslümanlara helaldir. Mevlânâ şu
örneği verir: “Meselâ; denizden bir testiyi doldurup çıkarsan, o senin malın olur. Ancak su
testide olunca buna kimse karışamaz ve senin iznin olmadan su alan herkes gasp edici olur.
Fakat bu su tekrar denize dökülürse o herkese helaldir ve artık senin malın olmaktan
çıkmıştır. Bu bakımdan bizim malımız, onlara haram, onların malı ise bize helal olur.”237
Mevlânâ’nın deprem, sel gibi doğal felaketler, hırsızlık vb. durumlarla elden çıkan
mallar ile bu konuda kurduğu benzerlik, karşılıklarının ahirette Müslümanlara tekrar
verileceği inancı nedeniyle dönemin Müslümanlarına elden gidenler için artık
üzülmemeleri yönünde psikolojik bir rahatlama sağlamaktadır. Ayrıca Mevlânâ, bu tür
olaylar nedeniyle cemiyet içindeki yaşamdan koparak münzevî bir yaşam sürmenin
İslâm’da ruhbaniyet yoktur ve topluluk rahmettir gibi ilkelerine atıfta bulunarak ve Hz.
Muhammed’in topluluk içinde davetini sürdürdüğüne işaretle yanlış olacağını da vurgular
ve bu tür olaylar nedeniyle yaşamdan kopmanın doğru olmadığını bildirir.238
Mevlânâ’nın, Muîneddîn Pervâne’yi Müslümanların aleyhine Moğollarla yaptığı
işbirliği nedeniyle eleştirdiğini, Moğollara dayanan siyaseti nedeniyle kınadığını, bundan
tövbe edip durumu düzeltmesi için Allah’tan yardım istemesi gerektiğine dair yukarıda
değinilen nasihatleri, dönemin siyasî şablonu yanında Mevlânâ’nın Moğollarla ilgili
düşünceleri açısından da önemlidir.239
Aslında dönemin Selçuklu yetkilileri de kendi ülkelerinde Moğolları hoşnut etmek
ve onlara yaranmak zorunda kalmalarının huzursuzluğunu kendi vicdanlarında
hissetmektedirler. Mevlânâ ile geçen şu diyalogunda Pervâne bu hususu açıklıkla ifade
235
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 98.
Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, ss.98-107 .
237
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, ss. 95-6.
238
Bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 96.
239
Söz konusu rivayet için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 7 vd.
236
41
etmektedir: “Bundan önce kafirler puta tapar ve saygı gösterirlerdi. Biz de şimdi aynı şeyi
yapmaktayız. Gidip Moğol’un önünde eğilip, onlara saygı gösteriyor ve buna rağmen
kendimizi Müslüman biliyoruz. İçimizde de hırs, heves, kin, kıskanma, gibi ve daha başka
putlarımız var. Bunların hepsine itaat ediyoruz. İşte bu yüzden hem içimizden, hem de
dıştan kafirlerin yaptığı şeyi yapıyoruz. Yani tapınıyoruz, üstelik de kendimizi Müslüman
biliyoruz.” diyen Pervâne’ye Mevlânâ şöyle karşılık verir: “Yalnız burada başka bir şey
var. Mademki bunun kötü ve beğenilmeyen bir şey olduğu hatırınıza geliyor, öyleyse
mutlaka sizin kalp gözünüz eşsiz, benzersiz, niteliksiz ve pek büyük bir şey görmüş
olmalıdır; işte bu yüzden bunlar ona çirkin ve kusurlu görünüyor. Tuzlu su, tatlı suyu
tatmış adama tuzlu gelir. Çünkü her şey zıddı ile belli olur. Yüce Allah sizin canınıza iman
nuru koyduğu için, canınız bu işleri çirkin görüyor. Eğer böyle olmasaydınız, bu şekilde
görmezdiniz. Nitekim başkalarının böyle bir derdi olmadığından, bulundukları halden
memnundurlar ve: “Bu işte esas olan budur” derler.240
Mevlânâ’nın, dönemin Selçuklu idarecilerinin Moğollara gösterdikleri saygı ve
bağlılığı, olması gerekli esas faktör gibi görenleri, tatlı suyu hiç tatmadığından tuzlu su
içtiklerinin farkına varmayan, doğal çizgiden sapanlar şeklinde gördüğü; buna mukabil
günün siyasî şartları gereği böyle davranmasına rağmen gönüllerinde bunun
huzursuzluğunu çeken ve acaba dinden çıktım mı? endişesini taşıyanların bu
huzursuzluğunu da bir iman alameti olarak gördüğü ve verdiği örneklerle de bunu gayet
didaktik bir şekilde ortaya koyduğu görülmektedir. Yine Mevlânâ’nın burada konumuz
açısından önemli olan değerlendirmesi ise dönemin idarecileri tarafından Moğollara
gösterilen bu bağlılık ve saygıyı bir sapma olarak görmesidir.
Bir çok Moğol askerinin Anadolu’da konuşlandığı dönemde, bir anlamda
Moğolların dinî hegemonyasının kabul edilmesi şeklinde, başka din mensuplarınca dile
getirilen: “Tatar’a kız verelim de dinler birleşsin ve bu yeni bir din olan İslâmiyet ortadan
kalksın” şeklindeki görüş ve tartışmalara Mevlânâ, Atabek Mecdeddin’den,241 aktardığı ve
imanının kuvvetinden dolayı onu övdüğü şu sözlerle karşılık verir: “Bu din ne zaman bir
oldu ki .. Her zaman iki, üç din vardı ve onlar arasında sürekli olarak da bir savaş
süregelmiştir. Çünkü insanlar arasındaki arzu ve menfaat beklentileri farklı olduğu için
dünyada böyle bir vahdetin sağlanması doğa kanunlarına aykırıdır. Bu vahdet ancak
kıyamette mümkün olabilir. Artık orada hepsi bir olur, hepsi aynı yere bakar ve bir tek
kulak, bir tek dil haline gelirler.”242
Mevlânâ’nın, Moğolların Konya’yı kuşattıkları esnada şehri Moğollara karşı
koruduğu yönündeki kerâmeti ise hem Mevlevî kaynaklarca hem de Mevlânâ’nın kendi
gazelinde anlatılmaktadır.243 Mevlânâ’nın Konya’yı Moğollara karşı koruduğunu bildiren
bu rivayetin, Mevlânâ’nın Moğollara ilişkin tavrını öğrenmemiz ve yerleşik Mevlevî
kültüre etkisi açısından önemli olduğu söylenebilir. Moğolların Konya’yı kuşatma serüveni
ana hatlarıyla şöyle gelişti. Hulagu’nun İran ve garp bölgelerini idare için il-han unvanı ile
ordusuyla bölgeye gelmesiyle Moğol kumandanı Baycu’nun askerleri Azerbaycan’daki
Mugan ordugahından ayrılarak yaylak ve kışlak bulmak amacıyla Anadolu’ya yöneldiler.
Moğolların gelişini önceden haber alan Selçuklu başkentindeki devlet erkânı, daha güvenli
konumdaki Kayseri’ye taşınmıştı. Halkın bir kısmı da şehri bırakıp gitmiş, geri kalanı ise
korku ve telaş içindeydi. Ordusuyla Aksaray’a gelen Baycu’nun yaylak verilmesi isteği
yerine getirilmeyince İzzeddin Keykâvus II. ile yaptığı savaşı kazanan Moğollar, Konya
önlerine kadar geldiler. Konya halkı ise endişeli bir bekleyiş ve sonlarının geldiği
240
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 116.
Kimliği ve siyasî misyonu hakkında 197. dipnotta bilgi verilmişti.
242
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, ss. 40-1.
243
Mehmet Demirci, “Moğollar ve Mevlânâ”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1987, s. 55.
241
42
kanaatiyle birbirleriyle helalleşiyorlardı.244 Mevlânâ da şu gazelinde o dönem (1256
öncesi)245 Konya halkı arasındaki korkuyu, Konya’dan kaçış hengamesini ve kendi
durumunu şöyle anlatmaktadır:
“Halk Tatar’dan kaçıyor bizse Tatar’ı yaratana kulluk edelim.
Kaçmak için yüklerini develere yüklediler;
Bizim yükümüz yok ki; biz ne yapalım?
Halk, kopup kaçıyor, biz de dama çıkalım da halkın develerini sayalım bari.”246
Mevlânâ bir başka şiirinde de Moğolların o dönemde estirdiği korkuya ve bu
korkunun Konya’daki uzantısı ile dönemin kamuoyuna şöyle atıfta bulunur:
“Şu gaddar dünyayı anmayı bırak; gizli şeyleri bilen Allah’ın lütfundan bahset.”
Tatar’ın fitnesinden bahsetme; Tatar247 ceylanın göbeğindeki miskten söz aç.” 248
Yine Moğol tehdidiyle Konya’dan kaçışı ve dönemin panik ortamını tavsif ettiği bir
başka gazelindeki şu beyitte Mevlânâ, dönemin sosyal düzensizliği hakkında bilgi
vermektedir:
“Eşeğe binmemişim ki meydanda geri kalayım;
Bu köyde ekinci değilim ki köy ağasından kaçayım.”249
Moğol korkusuyla bütün Konya halkının ecel terleri döktüğü esnada, Mevlânâ’nın
bunları şiire dökmesi ve bunu adeta tarihin içinden değil de tarihe bir üst bakışı ifadeyle
herkesten farklı olarak, Yaratana kulluğun gereğini vurgulayarak yapması, o dönemi kasıp
kavuran hadiselerin bile, insan doğasının değişmez esaslarını arayan Mevlânâ için fazla bir
önem ifade etmediğinin beyanı formatında Mevlânâ’ya özgün bir tarih felsefesi yorumu
sayılabilir.
Konya halkı dua ve yakarışları ile bu korkulu bekleyişlerini sürdürürken özellikle
Mevlânâ’nın çevresindeki müridleri ondan ne yapmaları gereğine dair bir işaret ve yardım
bekliyorlardı. Rivayete göre Mevlânâ, bir gün Konya kalesinin “Halka Beguş” kapısından,
Konya meydanının arkasında Moğol askerlerinin de rahatlıkla görebilecekleri ve oklarını
ulaştırabilecekleri bir tepeye çıkarak burada namaz kılmaya başladı. Bir çok İslâm şehrini
tahrip eden ve halklarını acımasızca öldüren Baycu ve etrafındaki Moğol kumandanları ise,
bütün Konya halkının korku içinde olduğu bu esnada duman renkli sarığıyla huşu içinde
244
Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, ss. 481-2; Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, ss. 178-9.
Gölpınarlı da Konyalıların Moğollardan kaçışını belirten bu gazelin, 645/1256 yılında söylenmiş
olabileceğini belirtir (Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, haz. A. Gölpınarlı, Önsöz X).
246
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 159, b.1830 vd.
247
Tatar kelimesi Türkler ve Moğollar arasında bir boy adı olarak kullanılmaktaydı. Moğol tatarları Cengiz
Han tarafından yenildiğinde Tatarlar Moğollar arasına karışarak onlar içinde asimile olduklarından; Tatar adı
yabancılar tarafından bazen Moğol bazen de Türk anlamında kullanılmaya devam etmiştir. Türk dilinin en
eski belgelerinden olan Orhun yazıtlarında zikredilen “tatar” adını bazı tarihçiler Moğol bazıları da Türk
menşe’li olarak kabul etmişlerdir. Fakat Kaşgarlı Mahmud’un Dîvân-ı Kebîr-ı Lugati’t-Türk’ünde adı geçen
Tatarların bir Türk boyu için kullanıldığında şüphe yoktur. Çinliler de Türk veya Moğol ayrımı yapmadan
her ikisini de Tatar diye adlandırmışlardır (bkz. Temîr, “Moğollar” mad., Türk Ansiklopedisi, c. 24 ss. 289290). Mevlânâ ise genelde Tatar ülkesi sözünü Huten bölgelerinde bulunan misk ceylanının göbeğindeki kan
birikintisinden elde edilen misk ifadesine atıfta bulunmak için Tatar Ceylanı ve tatar ülkesi tabirlerini kullanır
(Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VI, s. 436). Bu tür kullanımlar için bkz. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 16,
45, 183, 327, 703.
248
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 663, b. 8802.
249
Mevlânâ, age., c. V, s. 454, b. 6203.
245
43
namaz kılan bu şahsın kim olduğunu merak edip, cüretine şaşırdılar. Mevlânâ’yı öldürmek
için oklarına davrandılarsa da sanki elleri bağlanmış gibi yaylarını çekemediler; atlarını
ona doğru sürmeye çalıştıysalar da atlar bir türlü o bölgeye gitmedi. Kumandan Baycu da
aynı şeyleri denedikten sonra başarılı olamayınca “O adam hakikaten gizemli bir velidir.
Ve onun gazabından sakınmak lazımdır. Her şehirde öyle bir adam olsaydı buraların halkı
bize asla mağlup olmazdı” dediği ve yapmayı düşündüğü kıyımlardan vazgeçtiği belirtilir.
Mevlânâ’nın da şehre inerek halka: “Korkmayın Moğollar şehirde kıyım yapamayacak”
diye teselli verdiği rivayette kaydedilmektedir.250
Eflâkî, Mevlânâ ile Moğollar arasındaki bu olayı aktardıktan sonra toplanan para ve
malların Baycu’ya verilerek şehrin bağışlandığını ancak Baycu’nun ettiği yemin gereği
şehrin surlarını yıktırdığını, halka ise bir şey yapılmadığını belirtir.251
Mevlânâ, Konya’nın kuşatılması esnasındaki bu dehşeti, kendisinden bir şeyler
yapmasını isteyenlere verdiği cevabı ve yaptıklarını ise olayın tarihini de vererek kendi
gazelinde şöyle anlatmaktadır:
“Uzaklaştır şu vahşi hayvanları da aklı fikri paralamasınlar… şunun bunun boş
laflarını duymamak için pamuk tıkayalım kulağımıza….
Gece geçti seher oldu; kalk hiçbir şeyden habersiz, uyuyup durma. Zaten din
güneşinin ışığı, habersiz bir hale getirir de uyutur mu seni?
Bölük-bölük gelen Tatarlar yörük bir ordu; Tan yeri kinden, fitneden gebe kalmış..
hadi göğün bile karnını yarıver olur ya, belki bu vakti tamam olmamış çocuk doğuverir.
250
Eflâkî, age., c. I, ss. 283-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han’ın da Buhara’yı istilâ ettiği
esnada bölge halkına Baycu’nun yukarıdaki ifadelerine benzer bir bakış açısını yansıtan ve artık Moğollar
arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı’nın gazabıyım. Eğer büyük
günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (National Geographic, s. 92).
251
Eflâkî, age., c. I, s. 284. Diğer kaynaklarda ise Konya’nın Saray Kahyası (Üstaddâr) Nizameddin Ali ve
vaizlerin gayretleri sonunda halktan toplanan altınların Baycu Noyan’a sunulması ile şehrin yıkımdan,
insanların ölümden kurtarıldığı belirtilir. Kimi tarihçiler buradaki baş rolü Nizameddin Ali’ye verirken kimisi
de hatibi övmektedirler. Hatta hatibin Cuma günü kendisine ve karısına ait bütün kıymetli eşyaları yanına
alarak minbere çıkarak halktan para istediği ve dört katır yükü altın toplanarak Baycu’ya verilerek Konya’nın
yıkımdan kurtarıldığı belirtilir (İbn-i Bîbî, age., s. 623; Turan, age., ss. 481-2). Eflâkî ise toplanan paraların
yanı sıra Mevlânâ’nın bu tutumunun Konya’nın kurtulmasındaki esas müessir olduğunu belirtir. Daha önce
geçtiği üzere Sivas’ı kuşatan Baycu, burada Sivas kadısının kendisini şehirden topladığı paralar ve daha önce
Moğol Han’ından aldığı yarlığ ile karşılamasına rağmen Baycu, askerlerine Sivas’ı üç gün yağmalamaları
için izin vermiştir. Bu açıdan Konya ileri gelenleri tarafından Baycu’ya sunulan altın ve malların onları bu
kıyımdan vazgeçiren tek neden olmadığı, bunun da Mevlânâ’nın müridlerince onun kerametiyle izah edilme
yoluna gidildiği söylenebilir. Eflâkî de bu olayı anlatırken Mevlânâ’nın şehri kerametiyle kurtarmasını olayın
esas nedeni olarak anlatırken, verilen para ve mallarla şehrin bağışlanmasını zahiri neden olarak aktarır (bkz.
Eflâkî, age., c. I, s. 284). Bir Mevlevî kaynağı olmasına rağmen Eflâkî’nin eserinin diğer menkıbelere oranla
dinî ve sosyal tarih bakımından birinci dereceden bir kaynak olduğu da belirtilmektedir (Geniş bilgi için bkz.
M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, ss. 422-5). Mevlânâ ise bu
kurtuluştaki asıl işlevi, Allah erinin yardımının erişmesine bağlar; dile getirilen diğer zâhirî nedenleri ise
kapana kısılıp kurtulan tilkinin kuyruğuna benzetir:
“ O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
Kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi kurtardılar zannındaydılar.
Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da mağrur tilki, kendisini kuyruğu kurtardı sanır.
Canımızı tuzaktan bu kurtardı diye kuyruğu ile oynar, kuyruğunu sever!
A tilki ayağını taştan koru.. A aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?
Biz de tilkilere benzeriz, bizi yüzlerce çeşit belalardan kurtaran ayaklarımız, ulularımızdır.
Derin hilelerimiz, kuyruğumuza benzer de biz onunla sağdan soldan oynar, onunla oynaşır,
dururuz!
İstidlâle yapışır, hileye koyulur, falan adam, feşman adam bize şaşsın kalsın diye kuyruğumuzu
sallarız!” (Mevlânâ, Mesnevî, c. III, s. 181 vd., b.2225 vd.).
44
Yürü, aydınlığa dal, niceye bir Tatar’dan, Ermeni’den söz edeceksin? Ne vakte dek
yerinden-yakandan bahsedeceksin? Kefen giy, kılıç kuşan, yürü.
Zil’kade ayının beşinci cumartesi gecesiydi. Yıllardan da altıyüz elli dörttü.”252
Mevlânâ, bu gazelinde de yukarıdaki rivayeti doğrular mahiyette bir serüven
anlatmaktadır. Moğolları vahşi hayvanlar diye niteleyerek onlara karşı kılıç kuşanıp kefen
giyindiğini belirtmesi yanında, olayın cereyan tarihi olarak verdiği hicrî 654 tarihi de
Konya’nın Moğollar tarafından miladî 1256 yılında diğer kaynaklarca da kaydedilen
kuşatmasına denk düşmektedir.253
Mevlânâ’nın Konya kuşatması esnasında gösterdiği bu gözü pek ve cesaretli tavır,
Mevlânâ’nın dostlarından biri tarafından sonraki günlerde Mevlânâ’ya hatırlatılarak o
dehşetli kıyamet gününde nasıl olup da Baycu’nun askerlerinden korkmayıp, tepeye çıkıp
namaz kıldığını sorması üzerine Mevlânâ: “Evet Efendimiz Peygamberimiz (s.a.) ‘Ben
insanların en yüreklisiyim, buyurmamış mıdır?’ dedikten sonra coşkuyla o günkü
durumunu anlatan şu gazeli okumuştu:254
“Erler gibi saflar yardım; çocukluktan kurtuldum; artık bilmiyorum şu lalayıdadayı bilmiyorum.
Sen diyorsun ki altı yana bakınıp durma, mekansızlık tarafına uç, bu yana gel; fakat
bilmiyorum o yanı ben, bilmiyorum.
Sus, ne zamana kadar dedikodu arayacaksın? Ne dedikoduyu biliyorum ben, ne
denilen sözü.
Elime o kağanlar kağanından bir yarlığ255 geldi; artık ne Baycu’yu biliyorum, ne
Batu’yu tanıyorum.”256
Mevlânâ, Moğolların o gün kendisine saldırma teşebbüsüne ise şu şekilde değinir:
“Gökyüzü burcundan bana yüzlerce mancınıkla taşlar atılsa, o kaleden, o burçtan
başka bir kale, bir burç bilmiyorum.
Nice Rum yüzlülerim var, nice gizli Türklerim var; artık Hulagu’yu bilmezsem onu
tanımazsam ne ayıbı var ki.
Hulagu’yu gel insanı hayran eden Türk güzellerinden sor; ben ise öylesine bir
şaşkınlığa düşmüşüm ki bu şaşkınlık yüzünden bilmiyorum, Hulagu’yu bilmiyorum.
O eli bilmiyorum, o kolu bilmiyorum amma gönlüm ok gibi uçup duruyor; yaya
benzeyen bedenim de gıcıldayıp yatmada”257
Mevlânâ, Konya kuşatmasında yaptığı bu etkinliği Mesnevi’de ise tasavvuf
literatüründeki “Ricalü’l-Gayb” (gayb erenleri), konusu ekseninde işleyerek Konya’lıların
kendisinden yardım istemesini ve mazlumların bu isteklerinin nasıl cevaplandığını şu
şekilde anlatmaktadır:
252
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 127, b.1589 vd.
Dönemle ilgili diğer kaynaklar da Konya’nın Moğol tehdidi altında olduğu tarihi, Mevlânâ’nın verdiği
tarihle kaydetmektedirler (bkz. İbn-i Bîbî, age., s. 623; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, ss. 481-2;
Sevim-Yücel, Türkiye Tarihi, s. 179).
254
Eflâkî, age., c. I, ss. 286-287.
255
Yarlığ kelimesi türkçe olup bir kimseye kaan tarafından verilen ona yönelik imtiyazları ve kaanın
mührünü barındıran resmi ferman anlamında kullanılmaktadır.
256
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 443, b. 6030 vd.
257
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 444, b. 6039 vd.
253
45
“Alemde düşkünlere yardımcı erler vardır. Bu erler, mazlumlar feryat ettiler mi
derhal yetişirler.
Mazlumların seslerini her yerden işitirler, Hak rahmeti gibi o tarafa koşarlar.
Alemin sarsıntılarına, yıkıntılarında direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi
bulunan o erler;
Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar Hak gibi sebepsiz, rüşvetsiz
kişilerdir.
Onlardan birine “Can ve gönülden yaptığın bu yardım için, neden yardım
ediyorsun?” denilse ancak “Yardım isteyenin gamından ve çaresizliğinden dolayı” der.
Bu eri avlamanın yolu merhamettir. İlaç, alemde dertten başka bir şey aramaz.
Nerde bir dert varsa deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar.”258
Mevlânâ, böyle durumlarda yapılan duaları ve karşılığında bu Allah erlerinin
yaptıklarını ise şöyle anlatır:
“O iradesiz yapılan dua yok mu.. bambaşka bir şeydir. O da kulun kendisinden
değildir, Allah’tandır, İlahi bir ilhamdır.
O esnada insan yok olur o duada bulunan esasen Allah’tır; dua da Allah’tandır,
kabul de,
.....
Lütuf ve merhamet sahibi olan Allah erleri işleri düzeltmede Allah’ın huyuna
Sâhibtirler.
Onlar şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın mahlukata acırlar ve yardımda
bulunurlar.
Ey belalara uğramış adam, kendine gel de bunları ara... kendine gel de bela
vaktinde onların duasını ganimet bil!
O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
Kendi gayretleriyle hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi kurtardık
zannındaydılar.
Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da mağrur tilki, kendisini kuyruğu kurtardı
sanır.
Canımızı tuzaktan bu kurtardı diye kuyruğu ile oynar, kuyruğunu sever!
A tilki ayağını taştan koru.. A aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?
Biz de tilkilere benzeriz, bizi yüzlerce çeşit belalardan kurtaran ayaklarımız,
ulularımızdır.
Derin hilelerimiz, kuyruğumuza benzer de biz onunla sağdan soldan oynar, onunla
oynaşır, dururuz!
İstidlâle yapışır, hileye koyulur, falan adam, feşman adam bize şaşsın kalsın diye
kuyruğumuzu sallarız!”259
258
259
Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 148, b. 1933-1939.
Mevlânâ, Mesnevî, c. III, s. 180 vd., b. 2217-2233.
46
Bu beyitlerden, Konya’nın kurtuluşundaki esas rolü Mevlânâ’nın Allah erlerine
(abdal, veli) atfettiği, geri kalan sebepleri ise zahiri sebep olarak pek önemsemediği
anlaşılmaktadır.260
Mevlânâ Moğollara karşı verdiği bu mücadeleyi anlattığı bir başka gazelinde de
hem onlara karşı savaş zırhı giyinip verdiği mücadeleyi, aynı gazel içerisinde hem de
Moğolların gelecekte Müslüman olacağını yıllar önce bildirmektedir. Bilindiği gibi
Moğollar, III. İlhanlı hükümdarı Ahmed Han zamanında (1282-1284) kısmen, Gazan Han
zamanında da (1295-1304) İslâm’ın devletin resmi dini haline getirilmesiyle tamamen
Müslüman olmuşlardır. Mevlânâ’nın bunu Konya’ya saldıran Moğollara karşı verdiği
mücadele ortamı (1256 yılı) içinde söylemiş olması, ona atfedilen bir keramet olmasının
yanında, tasavvuftaki celâl içre cemâl tecellisini görebilmenin de bir sonucu şeklinde
yorumlanabilir.261 Mevlânâ’nın bu tespiti aynı zamanda onun, olayları doğru okuma ve
manevi keşfinin etkisiyle tarihi yorumlarken de kendi devrine hapsolmadığının bir
göstergesi sayılabilir.
Mevlânâ’nın Moğol tehdidi hakkındaki düşünceleri ve Moğolların gelecekte
Müslüman olacağını bildirdiği gazel şu şekildedir:
“Sevgilinin küpünden bir erlik sağrağı doldurdum mu, iki dünyayı da gizli alemi de
tümden, işten-güçten alıkoyarım.
Dağın ardından çıkarım; aşk bayrağını yüceltirim.. granit kayaların, mermer
taşların gönüllerinden ikrar soluğunu çıkartırım.
Sen kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda çıkarabilirsin.. fakat ben öyle bir deli
divaneyim ki onu tutar, birden bire çeker çıkarıveririm.
O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı, münafığın belindeki kemerin
ucunu tutar, döküveririm.
Bana karşı ben de yoktur, biz de.. başsız ayaksız fenâya ermişim ben.. Sevgiliden
baş çıkarıp görüneyim diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden de.
Sana duvar görünürüm de kendime kapı açarım.. arada ne el var ne kol; öyleyken
gene de kapıdan girerim, duvardan aşarım ben.
Sen, işe işler katar, başını, sarığını gösterirsen ben de tutar, her kılının dibinden
baş çıkarır, sarık belirtirim.
Vakit geçti diye neden aksamadasın; karanlık geceden niye korkuyorsun? Batı
tarafından ışıklar saçan Ay’ı doğduruveririm ben.
Sen Tatar’dan korkuyorsun, çünkü Allah’ı tanımıyorsun.. oysa ki ben Tatarlar’dan
iki yüz iman bayrağı yücelteceğim.
Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş zırhını giyineyim de safları
yarayım, orduyu kırıp geçireyim.”262
Mevlânâ’nın ölümünden sonra da Konya’yı kuşatan Moğollara karşı şehri
koruduğuna dair bir başka rivayet daha bulunmaktadır.263 Moğolların Müslüman olmadan
260
Ayrıca bu beyitlerin, o dönemde yapıldığı anlaşılan Konya’nın kurtuluşuyla ilgili tartışmalar vesilesiyle
söylenme olasılığı da kuvvetle muhtemeldir.
261
Mehmet Demirci, “Moğollar ve Mevlânâ”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1987, s. 57.
262
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. VII, s. 428; Farsça metin için bkz. Mevlânâ, Külliyât-ı Divân-ı Şems I-II, haz.
Bediüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1378, c. I, s. 562, 1609 no’lu gazel).
263
Buna göre Moğol şehzade Keygatu Han (Argun Han’ın oğlu), Mevlânâ’nın ölümünden sonra büyük bir
ordu ile Konya’yı kuşatır ve o gece rüyasında Mevlânâ’yı görür. Mevlânâ şiddetle onun boğazını sıkarak
47
önceki inançlarında da özellikle Budizm’in etkisiyle mistik öğretiler bulunması nedeniyle
Moğol kumandanlarından bazılarının da bu tür mistik konulara ilgili oldukları, hatta
Mevlânâ’nın ölümünden sonra Sultan Veled ile bu türden dinî sohbetler yaptıkları
belirtilmektedir.264 Mahmud adını alarak İslâmın, İlhanlıların resmi dini olmasını sağlayan
Gazan Han,265 kendisine hediye edilen değerli bir doğan kuşunun Mevlânâ’nın torunu Ulu
Ârif Çelebi tarafından getiriliş macerasını ve Mevlânâ’nın büyüklüğünü işittikten sonra266
Mevlânâ ve ailesine karşı ilgi duymaya başlamış ve dönemin ileri gelen âlimlerinden
Kutbeddin Şirâzî, Hüsameddin Tebrizi ve Hoca Reşidüddin gibilerinden Mevlânâ hakkında
bilgi edinerek etrafındakilerden Mevlânâ’nın şiirlerini öğrenmeye başlamıştı. Gazan Han,
Mecdeddin Atabek vasıtasıyla Mevlânâ’nın, Moğolların gelecekte Müslüman olacağını
bildirdiği yukarıdaki gazelini öğrenince, gazelin altın sırma ile işlenerek kaftanının üzerine
yazılmasını emretmişti. Han’ın önemli günlerde bu kaftanı giydiği ve: “Mevlânâ-ı Rum bu
gazeli benim için yazmıştır. Çünkü Moğollar arasında iman bayrağı benim zamanımda
yükseldi. Bu Moğol taifesi benim zamanımda Müslüman oldu.” diyerek övündüğü
“Konya bizimdir, senin Konya halkı ile ne işin var” der. Ertesi gün Keygatu Han, bu rüyanın mahiyetini
öğrenmek amacıyla şehre girmek istediğini bildirir ve şehrin ileri gelenlerince karşılanır. Karşılama
esnasında da rüyada gördüğü şahsı (Mevlânâ’yı) Ahi Ahmed Şah’ın yanında görünce onun kim olduğunu
sorar. Kimse bir şey göremeyince anlattığı şemâilden Mevlânâ’yı kast ettiği anlaşılır ve Keygatu,
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in yanına gelerek onun sohbet ederek, birlikte Mevlânâ’nın türbesini ziyarete
giderler (Eflâkî, age., c. II, ss. 32-33).
264
Şu diyalog bunun bir örneğidir: Bir gün İrencin Noyan, Sultan Veled’i ziyarete gelir ve sohbet esnasında
İrencin Noyan ona kendi din mensupları bahşilerin “Dünyanın kırk sahibi vardır” dediklerini ve bu inanışın
bir hikmeti olup-olmadığını sorar. Sultan Veled de: “Aslında bu söze göre de diğer otuz dokuz Tanrı, büyük
Tanrı’nın hükmü altında olup, her biri Tanrılığını ondan almaktadır. O kırkıncı Tanrı ise hepsinin hakimidir
ve ondan daha yüksek Tanrı yoktur. Bu yüzden senin de bu otuz dokuz Tanrı’nın muhtaç olduğu Tanrı’yı
araman gerekir. Senin kölelerin ve beraberindekiler nasıl senin emrinin kulları ise ve seni kendi efendileri
biliyorlarsa, sen de senin Han’ının kulusun. O Han da en büyük Hakanın hükmü altındadır. Hakikatte bu
Tanrıların hepsi de, işte bunun gibi o büyük Tanrı’nın iradesi ve tahriki ile çalışır” diye cevap verir. Bu
cevaptan çok memnun kalan İrencin Noyan “Ben bu soruyu dünyanın bilgin ve hakimlerinden defalarca
sordum. Hiçbir büyükten senden aldığım gibi güzel bir cevap alamadım” diye karşılık verir (bkz. Eflâkî, age.,
c. II, ss. 209-210).
265
İslâm’ın İlhanlılar’ın resmi dini olmasını sağlayan İlhanlı hükümdarı Gazan Han (saltanat dönemi 12951304) Argun Han’ın oğludur. Çocukluğunu dedesi Abaka Han’ın yanında geçiren Gazan, önceleri
Hristiyanlığa ilgi duydu, dedesi ve babasının Budist olması nedeniyle bir ara bu inancı benimsedi, daha sonra
da kumandanlarından Nevruz Bey’in teşvikiyle 23 yaşında Müslüman olup Mahmud adını aldı (1295).
Kendisiyle birlikte yaklaşık yüz bin Moğol askerinin de Müslüman olduğu belirtilir. Ana dili Moğolca
yanında Türkçe, Arapça, Farsça, Çince, Tibetçe ve bir rivayete göre de Fransızca (veya Latince) bildiği tıp,
astronomi, kimya ve tarihe ilgi duyduğu ve sarayında âlim ve ediplerin büyük itibar gördükleri
belirtilmektedir. Reşîdüddin Fazlullah, Gazan Han’ın isteği üzerine yazmaya başladığı Cami’u’t-tevarih adlı
meşhur eserinin birinci cildini de ona ithaf etmiştir (Abdülkadir Yuvalı, “Gazan Han” mad., DİA, c. 13, ss.
429-431).
266
Anlatılan olaya göre Ulu Ârif Çelebi’yi Tebriz’e gittiği gezide vahşi kuşları evcilleştiren ve bir çok kuşu
olan Kılavuz oğlu Tuman Bey karşıladı. Kolunda Sulhat bölgesinden getirttiği çok güzel beyaz bir doğan
kuşu bulunan Bey’in bu kuşunu bakmak için alan Çelebi’nin elinden kuşun kaçması üzerine Tuman Bey çok
üzülerek bu kuşun çok değerli olduğunu onu elde etmek için çok çalıştığını ve Han’a böyle eşsiz bir kuş
göndereceğine dair elçi bile gönderdiğini söyleyerek Han’a ne cevap vereceğini kara-kara düşünmeye başlar.
Bunun üzerine Çelebi, kuşu kerametiyle geri getirir. Kuşu daha sonra Han’a hediye eden Tuman Bey, ondan
çeşitli hediyeler alınca bu hediyelerden her yıl Çelebi’ye de bir şeyler gönderirdi. Tuman Bey’in kuşun
Çelebi tarafından geri getiriliş hikayesini Han’a anlatması üzerine etrafındakilerden Mevlânâ ve ailesi
hakkında bilgi edinen Han, bu vesile ile Mevlânâ’nın şiirlerine ilgi duyar ve Mevlânâ’nın torunu Ulu Ârif
Çelebi’yi görmek ister. Biz uzaktan kendilerine dua edelim, bu yeterli diyerek başlangıçta bu teklifi geri
çeviren Çelebi, daha sonra Mahmud Han’ın karısı İlturmuş Hatun’un ısrarlı davetiyle düzenledikleri semâ’
törenine katılarak semâ’ etmiş Han ve karısı da kendisini izlemişlerdi (bkz. Eflâkî, age., c. II, ss. 251-4).
48
belirtilir.267 Bu gazel nedeniyle Timur da Mevlânâ’nın Dîvân’ını Maverâünnehr’e
götürmüştür.268
Kendi eserlerinde ve Mevlevî kaynaklarındaki bu rivayetlerden Mevlânâ’nın
Moğollar hakkındaki tavır ve düşünceleri hakkında genel bir kanıya ulaşmak mümkündür.
Mevlânâ’nın, Selçuklu yöneticilerine göre direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili
gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği ne de
güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığını savunduğu görülmektedir.
Bu meyanda Mevlânâ, Pervane gibi kimi Selçuklu yöneticilerini Müslümanlara karşı
Moğollarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle kınarken, Moğollara gösterdikleri saygı nedeniyle
vicdanında huzursuzluk hisseden ve bunu ifade eden yöneticileri de çektikleri bu vicdan
azabının, içlerindeki imanın göstergesi olduğunu söyleyerek rahatlatmaktadır. Moğollara
saygı göstererek onlara yaranmaya çalışıp bunun yanlışlığını dahi vicdanında
hissetmeyenleri ise sapmalarının bile farkında olmayan kişiler şeklinde niteleyerek
yapılanları doğru bulmadığını beyan etmektedir.
Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve
gücünü tasavvufî bir yorumla izah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı
zulümlerini anlatmaktan da çekinmemiştir. Yine bu tasavvufî yorumun bir devamı olarak
Mevlânâ, güç ile gerçek kudret arasında sürekli bir doğru orantı olmadığını, halkın aczinin
baskıya dayalı bir medeniyeti sarsacağını beyan ederek, Moğolların yaptıkları bu
zulümlerle uzun süre bu güçlerini korumalarının mümkün olamayacağını ifade etmektedir.
Mevlânâ’nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve
kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi
bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması,
Mevlânâ’nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır.
Kendi gazellerinde Moğollara karşı verdiği mücadeleyi anlatması yanında tüm
yaşamı boyunca aşk merkezli bir hayat felsefesine sahip olan Mevlânâ’nın Moğollara karşı
da sürekli ve onulmaz bir nefrete dayalı tutum içinde olduğunu söylemek mümkün
değildir. Bu tutumu Mevlânâ’nın Moğol hakimiyetini Anadolu’da güçlendirmekten ziyade
sahip olduğu aşk merkezli tasavvuf anlayışı ile yakından ilgilidir. Çünkü o yaşam ve
öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade evrensel bir mesajı dile getirmekte ve bununla tüm
insanlığı kucaklamaktaydı.269 Söz konusu misyonunu halen günümüzde de sürdüren
Mevlânâ’yı bu açıdan bir Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade
evrensel anlamda bir insan dostu diye tanımlamak, müsemmaya daha uygun bir tanımlama
olacaktır.
Sonuç
Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde dönemin şartları gereği Selçuklu yöneticileri
arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş;
siyasîler ile tasavvuf ehli olan dervişler arasında misyonları gereği bir ayrımı
vurgulamıştır. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak, ancak tasavvufî neşvesinin
kazandırdığı kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Mevlânâ’nın etrafındakilerin, genelde Selçuklu elitlerinden meydana geldiği ve
Mevlânâ’nın aristokrat çevrelere hitap ettiği yönündeki kanının aksine dönemle ilgili
rivayetlerden Mevlânâ’ya en yakın bilinen aristokratların dahi Mevlânâ’yı, etrafındaki
müridlerinin halkın bayağı sayılan kesimlerinden olması nedeniyle kınadıklarını ve bu
267
Eflâkî, age., c. II, s. 255.
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr Gül-Deste, haz. A. Gölpınarlı, s. 51.
269
İsmet Kayaoğlu, “Mevlânâ’nın Moğol Yöneticilerle Münasebetleri”, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan
Seçmeler, haz. Vedat Genç, s. 204.
268
49
eleştirilerin, dönemin elitlerince müşterek olarak dile getirilen bir husus olduğu
anlaşılmaktadır. Buna rağmen Mevlânâ’nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek
onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ’nın dönemindeki toplumsal
yerini tahlil açısından da önemlidir.
Mevlânâ’nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken bir diğer nokta da dönemin
idarecilerinin Mevlânâ’dan ziyade diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri;
Mevlânâ’nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlar
etmediği yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin işleri gereği kendi irfan dünyasını
ve tasavvufî hakikatleri anlamakta güçlük çektiklerini, bu anlamda onların gönül
estetiğinden yoksun olduklarını ifade ederek muhataplarınca anlaşılamadığından da
yakınmaktadır.
Mevlânâ’nın resmi tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle
ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmi tedris görmemiş göçebe
gruplar tarafından çıkarılan isyanlara Mevlânâ’nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda
Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan
Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre
yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde
yaşamasına, dervişlerin rahatça ibadet etmelerine olanak sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine
getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı
sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de
bazen açıkça bazen de çeşitli hikayelerle öğüt vermekten, yönetimde uymaları gereken ilke
ve prensipler hakkında onları uyarmaktan da çekinmez. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli
vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici
konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ’ya saygı duydukları ve
kimi zaman Mevlânâ’nın, etrafındaki kimselerin bazı ihtiyaçları için onlardan ricalarda
bulunduğu da görülmektedir. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ tasavvufî ilke ve
prensiplerinden vazgeçmez ve padişahlığın geçici olduğunu paralar üzerindeki padişah
adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin bâkî kaldığını sorar.270
Bu açıdan Mevlânâ’ya göre “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve
güneş olmaksızın da parlar durur.”271
Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dahil olmak üzere yaşadığı
olaylarda genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve yerel özelliklerinden ziyade
insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır.
Bu bağlamda o, yukarıdaki rivayetlerde de görüldüğü gibi kendisine sorulan o döneme
ilişkin spesifik bir olaydan yola çıkarak oradan evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir.
Bu anlamda Mevlânâ’nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik
siyasetinden ziyade insanın olgunlaşması ve sevgilim dediği mutlak hakikat olan Allah’a
ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz. Şüphesiz ki
her insan içinde yaşadığı sosyal muhitin içinde belirli düşünce kalıpları alarak yaşar.
Ancak Mevlânâ gibi kimi şahsiyetler bunlara yeni fikrî unsurlar ilave ederek yeni düşünce
modelleri geliştirerek varılmamış fikrî ufuklara ulaşır; gündelik olayları bu hususları ifade
için bir vesile sayar. Mevlânâ’nın öğretilerinin halen güncelliğini korumasının ve rağbet
görmesinin nedenlerinden biri de bu olsa gerektir. Bundan sonraki makalede Mevlânâ’nın
yöneticilerle ilişkilerinde kimi zaman gündeme getirilen bazı iddialar ve bunların
otantikliği meselesi üzerinde durulacaktır.
270
271
Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 89, b. 1103-6.
Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 112, b. 1469.
50
BİBLİYOGRAFYA
AKSARAYÎ, Kerîmüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, T.T.K.
yay., Ankara 2000.
ALİ Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset, Teşkilat ve Kültür, T.T.K.
yay., Ankara5 1995.
ALİ Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, T.T.K. yay.,
Ankara 1989.
ANBARCIOĞLU, Meliha Ülker (Tarikâhya), “Mevlânâ ve Muhiti”, Diyanet İşleri
Başkanlığı Dergisi, Ankara 1961.
AYDIN, Mehmet, “Hz. Mevlânâ’nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı”, 2. Milli Mevlânâ
Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniv. yay., Konya 1986, ss. 281-6.
BARTHOLD, W., MEB. İA., “Argun” mad., c. I.
BAYRAM, Mikâil, “Selçuklular Zamanında Konya’da Kültürel Faaliyetler”, Yedi İklim,
Aralık 1994, ss. 90-2.
________ , “Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna
Etkisi, Alevi İnanç ve Kültürünün Sesi Cem, Ekim 2001, ss. 21-2.
BOYUAĞA, A. Yılmaz, Tebliğinden Günümüze İslâm Tarihi, İstanbul 1993.
CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E yay., İstanbul 1979.
DÂYE, Necmeddin (Râzî), Mirsâdu’l-İbâd, haz. M. Emin Riyâhî, İntişârât-ı İlmî ve
Ferhengî, Tahran 1366.
DEMİRCİ, Mehmet, “Moğollar ve Mevlânâ”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1987, ss.
54-7.
EFLÂKÎ, Ahmed, Manâkib al-‘Ârifin I-II (Farsça Metin), yay. Tahsin Yazıcı, T.T.K. yay.,
Ankara 1976.
________ , Âriflerin Menkıbeleri I-II, çev. Tahsin Yazıcı, M.E.B. yay., İstanbul 1989.
________ , Ariflerin Menkıbeleri (Mevlânâ ve Etrafındakiler) I-II, çev. Tahsin Yazıcı,
Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
FÜRÜZANFER, Bediüzzaman, Mevlânâ Celâleddin, çev. F. N. Uzluk, MEB. yay.,
İstanbul 1997.
GENCİNEİ Güftar-Ferhengi Ziya, MEB. Farsça-Türkçe Lûgat I-III, “key” mad., c. III.
HUART, Clément, Mevlevîler Beldesi Konya, çev. Nezih Uzel, İstanbul 1978, Tercüman
1001 Temel Eser.
İBN-İ BÎBÎ, el-Evâmirü’l-‘Alâ’iyye fî’lUmûri’l-‘Alâ’iyye, Tıpkı Basım, T.T.K. yay.,
Ankara 1956.
İBN-İ MÂCE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen-ü İbn-i Mâce, thk. M. Fûad
Abdülbâkî, Dar-u İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiy, Mısır 1952.
KAFALI, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. VII.
KAYAOĞLU, İsmet, “Mevlânâ’nın Mektuplarının Döneminin Tarihi Açısından Bir
Değerlendirilmesi”, XII. Türk Tarih Kongresi, T.T.K. Ankara 1999. c. II, ss. 583-8.
51
________ , “Mevlânâ’nın Moğol Yöneticilerle Münasebetleri”, Mevlânâ İle İlgili
Yazılardan Seçmeler, haz. Vedat Genç, MEB. yay., İstanbul 1997, ss. 197-204.
________ , Mevlânâ ve Mevlevîlik, Konya 2002.
KAYMAZ, Nejat, Pervâne Mu‘înü’d-Dîn Süleyman, AÜDTCF. yay., Ankara 1970.
KONYALI, İbrahim Hakkı, Konya Tarihi, Konya 1964.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yay.,
Ankara 1991.
________ , “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, T.T.K., Ankara
1943, c. VII, ss. 379-458.
KRAMERS, J. H., “Müin-üd-Din” mad., MEB. İA., c. VIII.
M. Ferit ve M. Mes’ut, Selçuk Veziri Sâhib Atâ ile Oğullarının Hayat ve Eserleri, İstanbul
1934.
MERÇİL, Erdoğan, Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi,
T.T.K., Ankara 1994, c. II, ss. 709-723.
MEVLÂNÂ Celâleddin, Külliyât-ı Divân-ı Şems I-II, haz. Bedîüzzaman Fürûzanfer,
İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1378.
________ , Dîvân-ı Kebîr I-VII, haz. A. Gölpınarlı, K.B. yay., Ankara 2000.
________ , Dîvân-ı Kebîr Gül-deste, haz. A. Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1955.
________ , Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, haz. Bedîüzzaman Fürûzanfer, Tahran 1330.
________ , Fîhi Mâ Fîh, trc. A. Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İz yay., İstanbul 1994.
________ , Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Anbarcıoğlu (Tarıkâhya), MEB. yay., İstanbul 1954.
________ , Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddin, (metin), yay. F. N. Uzluk, Ahmed Remzi
Düzeltmesi, İstanbul 1937.
________ , Mektuplar, çev. A. Gölpınarlı, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul 1963.
________ , Mesnevi-i M’anevî, haz. R. A. Nicholson, İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1375.
________ , Mesnevî I-VI, çev. Veled İzbudak, MEB. yay., İstanbul 1991.
NATIONAL Geographic, “Cengiz Han” konulu özel sayı, Ağustos 2001.
NECMEDDİN Râzî, Mirsâdu’l- İbâd, haz. Muhammed Emin Riyahî, Tahran 1366.
ÇAĞATAY, Neşet, “Mevlânâ Devri Selçuklu Türklerinin Politik ve Sosyo-Ekonomik
Sorunları”, Y. Hikmet Bayur’a Armağan, T.T.K. yay., Ankara 1985, ss. 329-336.
OCAK, A. Yaşar, Babaîler İsyanı, Dergâh yay., İstanbul 1980.
________ , Türk Sûfîliğine Bakışlar, İletişim yay., İstanbul 1999.
ORAL, M. Z., Sultan Hatun Senedi, Belleten, sayı 75, (Temmuz 1955).
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1977.
PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I-III, M.E.B. yay.,
İstanbul 1993.
52
PARMAKSIZOĞLU, İ., “Pervâne Mu’înedîn Süleyman” mad., MEB. Türk Ansiklopedisi,
Ankara 1977, c. 26.
SEPETÇİOĞLU, M. Necati, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî’de Yönetenler ve Yönetilenler”,
2. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniv. Yay., Konya 1986, ss. 151-7.
SEVGİ, Hacı Ahmet, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Devrin Örf ve Adetleriyle İlgili Bilgiler,
Kayseri 1994.
SİPEHSÂLÂR, Ferîdûn bin Ahmed, Mevlânâ ve Etrafındakiler er-Risâle, çev. Tahsin
Yazıcı, İstanbul 1977, Tercüman 1001 Temel Eser.
SULTAN Veled, Dîvân-ı Sultan Veled, yay. F. N. Uzluk, İstanbul 1941.
________ , İbtidâ-nâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Güven Matbaası, Ankara 1976.
SÜMER, Faruk, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi I., Ankara 1969.
________ , “Argun” mad., DİA, c. III.
TANPINAR, Ahmed Hamdi, Beş Şehir, MEB. yay., İstanbul 1994.
TEMİR, Ahmet, “Moğollar” mad., MEB. Türk Ansiklopedisi, Ankara 1976, c. 24.
________ , Kırşehir Emîri Caca-oğlu Nur el-Dîn’in 1272 tarihli Arapça-Moğolca
vakfiyesi, Ankara 1959.
TOGAN, Z. V., Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisâdî Vaziyeti, THİTM, İstanbul 1931,
c. I, ss. 1-42.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1971.
________ , “Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, T.T.K. yay., Ankara
1948, c. 12, sayı: 47, ss. 17-49.
UZUNÇARŞILI, İbrahim Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhâl, İstanbul 1941.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, “Mevlânâ ve Yetiştiği Ortam”, Bildiriler Mevlânâ’nın 700. Ölüm
Yıldönümü Dolayısıyla Uluslararası Mevlânâ Semineri, haz. Mehmet Önder, Ankara 1974.
TANERİ, Aydın, Türkiye Selçuklularının Kültür Hayatı, Konya 1977.
YUVALI, Abdülkadir, “Gazan Han” mad., DİA c. XIII.