- Deviniş Projesi
Transkript
- Deviniş Projesi
ÖMER ÇELEBİ DEVİNİŞ PROJESİ Siyasi kurgu - İlk olarak 2008 yılında yayımlanan bu roman, yeniden düzenlenerek okurlara sunulmuştur - Bu roman, hiç kimseyi ve hiçbir devleti küçük düşürmek amacıyla yazılmamıştır. Açıklamaya gerek olmasa da; romanda gelişen olaylar, gizli mekânlar, şahıslar ve anayasa, bütünüyle hayâl ürünüdür. Her hakkı yazara aittir - 2016 2 Romanda kullanılan bazı kısaltmalar: ASELSAN MGK MİT TUSAŞ NIC NSA CIA FBI DIA NASA NIMA FEMA USN USS : : : : Askeri Elektronik Sanayi A.Ş. Milli Güvenlik Kurulu Milli İstihbarat Teşkilatı Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş. : ABD Ulusal İstihbarat Konseyi : ABD Ulusal Güvenlik Teşkilatı : ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (Dış istihbarat) : ABD Federal Soruşturma Bürosu (İç istihbarat) : ABD Askeri İstihbarat Teşkilatı : ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi : ABD Ulusal Görüntüleme ve Haritalama Dairesi : ABD Acil Durumlar Müdahale Dairesi : Birleşik Devletler Donanması : Birleşik Devletler Gemisi MOSSAD : İsrail İstihbarat Koordinasyon Kurumu. (İsrail’in çok gizli üç istihbarat servisinin bağlı oldukları üst kuruluş.) MI-5 : İngiliz Askeri İç İstihbarat Teşkilatı MI-6 : İngiliz Askeri Dış İstihbarat Teşkilatı (SIS) FSB : Rus Federal Güvenlik Teşkilatı SVR : Rus Askeri Dış İstihbarat Teşkilatı ECHELON : ABD, İngiltere, İsrail ve diğer birkaç ülkenin birlikte oluşturdukları çok gizli ve küresel bir siber istihbarat ağı. Bu sistemin yeryüzündeki bütün haberleşmeyi ve bilgi akışını kontrol edebildiği savına rağmen, varlığı resmen kabul edilmemektedir. PBDM : Pentatik Beyaz Dalga Modülasyonu. (İletkenleri yalıtkan hale çevirerek, tüm elektrikli cihazları işlemez hale getiren, fakat canlılara karşı zararsız bir ışın silahı.) UFY : Ultra Foton Yönlendiricisi. (Katı haldeki maddelerin atomlarının iç bağlarını çözerek onları bir anda ayrıştıran ve bu suretle, bir anlamda maddeyi yok eden, öldürücü bir ışın silahı.) YSF : Yavaşlatılmış Soğuk Füzyon. (Atomların birleştirilmesi prensibine dayalı, nükleer reaktörlere oranla oldukça küçük hacimli, radyoaktif atık üretmeyen, temiz ve güvenli bir çeşit nükleer güç kaynağı. Reaktör.) UPS : Kesintisiz güç kaynağı BDY : Birleşik Dünya Yönetimi BDK : Birleşik Dünya Konseyi GOP : Genişletilmiş Ortadoğu Projesi 3 1 Hayallerim gerçek olduğunda yaşıyor olmayı çok isterdim. 21 Ağustos, Gece Yarısı, Doğu Akdeniz 50 metre derinlikdeki denizaltı, Lübnan açıklarındaki yasak bölgenin karanlık sularında, kuzeye doğru sessizce ilerliyordu. Nanoteknolojik dış kaplaması, ortama uyarak siyaha bürünmüş, sonardan gizlenme kabiliyeti sayesinde denizaltı tamamen görünmez olmuştu. Tıpkı bir bukalemun gibi renk değiştirebilme özelliğine sahip olan USS Louisiana-SSBN743, en son teknolojilerle donatılmış, dünyanın en modern denizaltılarından biriydi. Kaptan Westwood’la birlikte yirmi dört subay ve yüz elli dört personelin görev yaptığı denizaltının kontrol odasındaki derin sessizlik, Dümen Subayı Teğmen Tobias’ın kısık sesiyle bozuldu: “Yasak bölgeye girdik efendim!” İkinci Kaptan Yarbay Welles, gözlerini Teğmen Tobias’a çevirirerek sordu: “Durum raporu?” “Yerel saatle: sıfır-on beş. Derinlik yüz elli feet, hızımız yirmi knot.” “Anlaşıldı. Yüz elli feet’te kalalım, hızı on knot’a düşür.” Teğmen Tobias, gaz kolunu kendine doğru çekerek denizaltının hızını keserken, Yarbay Welles odanın sancak tarafında bulunan iletişim subayına döndü. “Antenler yüzeye!” “Emredersiniz Kaptan!” İletişim Subayı Teğmen Martin, konsolun üst tarafında bulunan anten kollarını surface durumuna getirdi ve yanıp sönmeye başlayan minik, sarı sinyalin sabitleşmesini beklemeye koyuldu. Komuta odası aniden bir kızarıp bir grileşmeye başladığında Teğmen Martin konsoldaki bir düğmeye bastı ve ekranda beliren pencereye özel şifresini tuşladı. O anda, konsolun üzerinde yanıp sönmekte olan kırmızı ışık yeşile döndü ve uydu üzerinden gelmekte olan dijital kodlar elektronik devrelerden ışık hızıyla akmaya başladı. Odadakilerin zaten algıladığı olayı, Teğmen Martin prosedür gereği olarak seslendirdi: “Bir mesaj alıyoruz Kaptan!” Yeşil ışığın sönmesiyle birlikte şifrenin otomatik olarak çözülmesi ve mesaj metninin yazıcıdan çıkması birkaç saniye sürmüştü. Çift katlı kâğıdın ön yüzünde Birleşik Devletler Donanmasının amblemi ve altında da şu satırlar vardı: 4 USS Louisiana Denizaltı Komutanlığına, - ÇOK GİZLİ Teğmen Martin: “Birinci öncelikte ve çok gizli bir mesaj aldık kaptan!” Kontrol odasının kıç tarafındaki koltuğunda oturmakta olan Albay Adrian Westwood, elindeki kitabı kapattıktan sonra kaşlarını kaldırarak sert bakışlarını Teğmene yöneltti ve sonra da kendisine uzatılan kâğıtları aldı. Bakışlarının aksine sesi oldukça yumuşaktı: “Teşekkür ederim Teğmen.” Kaptan Westwood, tavandan yansıyan ışık demetinin altında, biraz öne eğilmiş halde elindeki mesaja bakarken, diğer eliyle de kum rengi saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Kırklı yaşların sonlarında, orta boylu, oldukça sert yüz hatlarına sahip bir adam olan Westwood’un gülümsediğini gören hiç olmamıştı. Mürettebat bu sert ifadeye alışıktı, fakat o an, içindeki endişe duygusunun farkında değillerdi. Farkına varsalar bile, bunun savaş şartlarından kaynaklandığını düşünmeleri gayet doğaldı. Çünkü Birleşik Devletler, İran’a karşı sonu belirsiz, büyük bir savaşa girişmişti. Bölgeye henüz gelmiş olan USS Louisiana da artık bu savaşın bir parçasıydı. Westwood bu görevin önemini ve risklerini iyi hesaplayabiliyor, bu farkındalığı onu rahatlatmak yerine daha da gerginleştiriyordu. Fakat tecrübeli bir kaptan olan Westwood duygularını gizlemeyi gayet iyi bir şekilde başarıyordu. İçindeki sıkıntıyı, ikinci kaptan Welles ile paylaşmaya karar vermişse de henüz uygun bir ortam yakalayamamıştı. Kenarlarından birbirine yapışık olan sayfaları ağır hareketlerle açan kaptan, metni okumaya başladığında kontrol odasında sonar sinyallerinden başka hiçbir ses yoktu. Odanın sancak tarafında görev yapmakta olan sonar subayı Teğmen Albert, periyodik olarak yaptıkları aktif sonar taramasını başlatmış ve bütün dikkatini kulaklıktan gelen sinyallere vermişti. Denizaltının gözü ve kulağı demek olan sonar sistemi hayati bir öneme sahipti. Konsolun üzerinde, bilgisayarın çevirdiği sonar yankılarını grafiksel olarak göstermekte olan monitörde sadece balık sürülerini tanımlayan şekiller vardı. Albert’in sağındaki koltukta radar subayı Teğmen Fredman; solunda ise iletişim subayı Teğmen Martin sessiz bir şekilde görevleriyle meşgullerdi. Odanın iskele tarafındaki özel koltuğunda görev yapmakta olan Dümen Subayı Teğmen Tobias, yüzü denizaltının pruvasına dönük şekilde oturuyor ve önündeki konsolun üzerinde yer alan çok sayıdaki göstergeler yardımıyla denizaltının her türlü hareketini joystick benzeri kollar sayesinde gerçekleştiriyordu. Onun arkasındaki bölümde ise silah sistemlerinin kontrol merkezi vardı. Bu bölümde üç silah subayı görev yapıyorlardı. Mesajı okumayı bitiren Kaptan, Yarbay Welles’ı yanına çağırdı ve elindeki kâğıtları ona uzatırken, gelen emirleri açıkladı: “Hedeflerimiz belli oldu Yarbay. Yerel saatle sıfır bir ile sıfır iki arasında, İran’daki bu on hedefi, TH-622S füzeleri ile vuracağız… Şimdi en yakındaki atış noktamıza gidelim.” “Emredersiniz Kaptan,” Welles, seyir subayına seslendi: “Yüzbaşı Dakota, doğruca Delta7 noktasına gidiyoruz.” 5 Yüzbaşı Dakota, odanın pruva tarafında bulunan dokunmatik ekrandaki harita üzerinde kısa bir çalışma yaptıktan sonra cevapladı: “Delta7 noktası için rotamız sıfır, iki, altı, efendim.” Yarbay Welles bu kez dümen subayına seslendi: “Yeni rotamız sıfır, iki, altı, Teğmen.” “Sıfır, iki, altı, anlaşıldı efendim!” Denizaltının ikinci kaptanı olan Yarbay Welles orta boylu, yuvarlak yüzlü, kısacık kesilmiş sarı saçları ve kibar tavırlarıyla personel tarafından çok sevilen, centilmen bir subaydı. Elektronik periskopun yanındaki koltuğu genellikle boş olurdu, Welles oturmayı pek sevmez, genellikle ayakta çalışırdı. Kaptanın uzattığı hedef koordinatlarının yazılı olduğu listeye bir göz attıktan sonra silah komuta ekibinin komutanına verdi. Subaylar hemen koordinatları bilgisayara yüklemeye başladılar. Yüklenen her hedefin yeri, dijital ekranda ki haritanın üzerinde, sarı bir nokta olarak beliriyordu. Füzeler ateşlendiğinde bu noktalar kırmızıya, hedef vurulduğunda ise siyaha döneceklerdi. Tüm koordinatlar bilgisayara yüklendiğinde, İran üzerinde sadece dokuz sarı nokta görülüyordu. Bir sarı nokta ise, Irak sınırına çok yakın bir yer olan Çukurca’nın hemen güneyinde belirmişti. Hedef Kontrol Subayı, rakamları tekrar kontrol ettikten sonra, şaşkın bakışlarla Welles’a döndü. “Anormal bir durum var efendim! Verilen hedeflerden biri Türkiye sınırları içinde kalıyor!” “Nasıl olur Yüzbaşı? Tekrar kontrol edin.” “Ettim efendim. Sanırım bir hata yaptılar.” “Bu kadar büyük bir hata yapacaklarını sanmam. Ama gene de bir doğrulama isteyelim. Bana o koordinatları verir misin Yüzbaşı.” Yarbay Welles konuyu Kaptana iletti ve onun da onayı ile Donanma Komutanlığına, koordinatların doğrulanmasını isteyen bir mesaj gönderdiler. Beş dakika sonra gelen cevabı önce Kaptan Westwood okudu. Sonra, işaret parmağı ile orta parmağının arasında tuttuğu kâğıdı, yanında beklemekte olan Yarbaya, başını çevirmeden, umursamaz bir tavırla uzattı. Mesaj çok kısaydı: Verilen koordinatlarda herhangi bir hata yoktur. Aynen uygulanmasını rica ederim. USN 2.Harekât Dairesi Başkanı Oramiral W. Charmer Tahrip gücü çok yüksek olan bu akıllı füzelerden biri Türkiye’deki bir hedefe gönderilecekti, emir çok açık ve netti. Üstelik bizzat Oramiral Charmer tarafından imzalanmıştı. Yarbay bu duruma akıl erdirememiş olsa da, “komutanların bir bildiği var herhalde,” diye düşündü. Onun görevi emirleri uygulamaktı ve o da öyle yapacaktı. Bu sırada Kaptan Westwood, saldırı için hazırlık talimatlarını vermeye başlamıştı bile: “Periskop derinliğine çıkalım ve atış zamanına kadar böyle kalalım Yarbay.” “Başüstüne Kaptan,” Yarbay, dümen subayına dönerek emri iletti: “Teğmen, periskop derinliğine çıkıyoruz, şimdi!” Bir dakika sonra, dümen Subayının 15 metrelik derinliğe ulaştıklarını bildiren sesi duyuldu: 6 “Periskop derinliği Kaptan.” “Periskop sizde Yarbay.” Gece görüş sistemi ile donatılmış olan elektronik periskopun sağladığı görüntüler, biri dümen subayının, diğeri ise kaptanın karşısındaki iki adet ekrana iletilmekteydi. Ekrandaki bilgilere göre oldukça nemli bir Ağustos gecesiydi ve çevrede başka hiçbir gemi yoktu. Bu bölge, ABD’nin ilan etmiş olduğu yasak bölgelerden biri olduğu için, diğer ülkelere ait gemiler ve denizaltılar giremez, hatta uçaklar bile bölgenin üzerinden uçamaz, aksi halde vurulabilirlerdi. Az sonra, radar subayı Teğmen Fredman’ın sesi duyuldu: “Bölge temiz, Kaptan.” Denizaltının özelliklerinden biri de tamamen yüzeye çıkmadan, periskop derinliğindeyken de radar taraması yapabilmesiydi. Bu sayede, hiç fark edilmeden yüzlerce kilometre uzaktaki hedefleri ve hareketleri görebiliyorlardı. Kaptan Westwood seyir subayı ile konuşurken kolundaki saate bakıyordu: “Tahmini varış süresini bildirin Yüzbaşı.” “Delta7 noktasına varış süremiz, yaklaşık yirmi dakika Kaptan.” Westwood, sancak duvarındaki elektronik saatlerden yerel zamanı gösteren saate bakarak kol saatini ayarladıktan sonra Yarbay Welles’a döndü: “Pekâlâ, sanırım bu arada AB’ye bir ziyaret yapabilirim. Brüksel’e gidiyorum, Komuta sizde Yarbay.” Müretebat gemideki her odaya bir şehrin adını vermeyi gelenek edinmişlerdi. Kaptan Westwood tuvalete gitmek üzere kontrol odasından ayrılıyordu ki, o anda denizaltının tüm ışıkları birden söndü. Sessizlik iki saniye sürmüştü. Kaptan karanlıkta geri dönerek, “Kahretsin, ne oldu?” diye bağırdığı sırada, denizaltının çeşitli yerlerinden haykırışlar ve küfürler duyuluyordu. Subaylar şoktaydı. Zifiri karanlıkta kimse yerinden kıpırdayamıyor, herkes merak içinde “Ne oldu?” diye soruyordu birbirine. Böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Nükleer reaktörün istem dışı durması olası bir şey değildi. Aslında, reaktör dursa bile kazanlardaki basınçlı buhar sayesinde jeneratörlerin bir süre daha elektrik enerjisi üretmeye devam etmesi gerekirdi. Jeneratörler durunca da UPS’ler, otomatik olarak devreye girecek olan yedek sistemlerdi. Enerji kesilmesi hiç beklenmedik bir olaydı. Oysa şimdi enerjileri tamamen kesilmiş, denizaltı tamamen karanlıkta kalmıştı. Westwood, yedek sistemlerin neden devreye girmediğini düşünürken dümen subayının heyecanlı sesiyle irkildi: “Kontrolü kaybettim Kaptan! Gemiyi dengeleyemiyorum. Sanırım batıyoruz!” Denizaltının içinde göz gözü görmüyordu. İkinci Kaptan Yarbay Welles bir çakmak yaktı ve yanındaki subaylara kimyasal ışıkları(1) kullanmalarını söyledikten sonra Kaptana yaklaşarak acil durum emirlerini almaya hazırlandı. Kaptan Westwood bu olağanüstü durumda alınması gereken önlemleri ardı ardına sıralamaya başlamıştı: “Ana tank kapaklarını elle kapatalım Yarbay. Dengeleme tanklarını da elle kontrol etmeliyiz. Yatay dümeni de sıfır durumuna getirin! Hemen!” Ve ekledi: 1 Kimyasal ışıklar, şeffaf bir plastik tüp içerisinde birbirinden ayrı bölümlerde bulunan iki kimyasal sıvıdan oluşan pratik ışık kaynaklarıdır. Bükülerek ara bölme kırılıp sıvılar birbirine karıştığında, oluşan reaksiyon sonucu uzun süre parlak bir ışık verirler. 7 “Reaktör odasından da acil rapor istiyorum!” Emirler sanki yankı varmış gibi tekrarlanmaya başlamış ve şaşkın bir telaş tüm personeli sarmıştı. Kimyasal fenerlerin etkisiyle yeşilimsi bir tona bürünen denizaltının içinde gölgeler hızla uzayıp kısalırken, panikleyen birkaç askerin bağırışları duyuluyordu: “Çabuk olun! Çabuk olun! Batıyoruz!” Aynı saatlerde, İran Hava Sahası Beş adet F35 savaş uçağı, İran’ın batı sınırları içerisindeki Zağros dağları üzerinde, kuzey yönünde uçmaktaydı. F35’ler ileri teknoloji ürünü savaş uçakları olup, tamamen silahlıydılar. Kanatlarında İsrail yıldızı bulunan bu uçakların uçuş düzeni artı şeklinde olup, tam ortada takım lideri Mavi-1 yer almıştı. “Aldığımız emirlere göre, aşağıdan gelecek her türlü tehdide karşı derhal ateş açacağız. Biliyorsunuz radarları bizi göremez, fakat yükümüz nedeniyle biraz yavaş uçtuğumuz için, uçaklarımızın sesine yönelerek, serseri bir füze ateşleyebilirler. O yüzden, saptanan her hedefi derhal vuracağız. Anlaşıldı mı Mavi Takım?” Dört pilot da emirleri aynı kelimelerle cevapladılar. “Anlaşıldı Mavi Lider.” “Beş dakika sonra Sıfır, Beş, Sıfıra döneceğiz. Hedefe yaklaşık yirmi beş dakika var. Şimdi aviyonik kontrol yapın, Mavi Lider, tamam.” Beş dakika sonra kuzeydoğuya dönerek İran içlerine yöneldiler. Sağ taraflarından vuran ay ışığında, uçaklar birbirlerini birer siluet olarak seçebiliyorlardı. Ancak, görünmezlik sistemlerini çalıştırdıklarında bu mümkün olamayacaktı. Pilotlar kendi aralarında, kriptolanmış özel bir frekanstan konuşuyorlardı. “Üç’ten Lider’e, umarım biz dönene kadar füze atışlarına başlamazlar, yoksa hepimiz kızarmış ördeklere döneriz komutan.” “Merak etme üç, merkezin bildirdiğine göre atışlara daha kırk beş dakika var. Biz o zamana kadar hedefi vurmuş ve son hızla sınırı geçmiş olacağız.” “Yani kıl payı kurtulacağız. Çok rahatladım doğrusu.” “Lider’den Mavi Takım’a, hedefe yaklaşık on beş dakika kaldı. Silah sistemlerinizi kontrol edin. Tamam.” Birkaç dakika henüz geçmişti ki, pilotların başlıklarındaki hoparlörlerden Mavi-iki’nin sesi duyuldu. “Dikkat! Radar taraması! Saat iki yönünde!” Aynı anda Mavi Liderin önünde kırmızı bir uyarı ışığı yanmıştı. Başlığındaki ekranın sağ tarafında yanıp sönen bir ışık noktacığı da tehlikenin yönünü gösteriyordu. “Liderden Beş’e, görev senin, sağdan dalışa geç ve hedefi vur, tamam.” “Anlaşıldı Mavi Lider. Beş, tamam.” Artının arka ucundaki uçak sağa doğru yatarak filodan ayrıldı ve hızla dalışa geçti. Bulutların altına indiğinde ortam zifiri karanlığa bürünmüştü. Mavi-5, kızıl ötesi ekranında gördüğü ormanlık bir bölge üzerindeki uyarı ışığına kilitlendi. Birkaç saniye sonra ateşlenen roketin çıkardığı alevler uçağın gövdesini kısa bir süre aydınlattı. Uçak tekrar karanlığa gömüldükten sonra yerde büyük bir patlama görüldü. Bir anda yükselen alevler dev bir dil gibi havayı yalayarak tekrar ormanın 8 içine geri döndüğünde, uçağın kontrol panelindeki kırmızı uyarı ışığı da sönmüştü. İkinci bir atışa gerek kalmamıştı. “Hedef susturuldu, Mavi-beş, tamam.” “Anlaşıldı Beş, bize katıl. Mavi Lider, tamam.” Az sonra Mavi-5 filoya yetişerek en arkadaki yerini aldı. “İşte geldim kızlar! Tek bir roketle nasıl becerdim onları, gördün mü Leon?” “Gördüm bebek. Ufakta olsa senin roket onları fena becerdi doğrusu, hah ha...” “Sonraki hedefte seninkini de görelim bakalım, sen nasıl beceriyorsun.” “Kızmana gerek yok bebek. Ben boyutundan ziyade fonksiyonlarının önemli olduğunu bilenlerdenim, hah ha!” “Aferin sana! Senin aklın bir yerine takılı kalmış galiba!” “Haklısın! Benim aklım roketime takılmış durumda. O yüzden atışlarda birinci oldum zaten!” Mavi Lider araya girerek, “Dalga geçmeyi bırakın! Hedefe on dakika kaldı,” dedikten sonra sakin hareketlerle silah sistemlerini test etmeye başladı. Her şey normal görünüyordu. Çok geliştirilmiş savaş kontrol sistemi, en ufak bir problemi veya civardaki bir tehlikeyi anında algılayıp pilota bildiriyordu. Pilotların hiçbir şeyi çıplak gözle yapmasına gerek yoktu. Başlıklarının camındaki şeffaf LCD ekranlar onlara her türlü kolaylığı ve hızlı eylem fırsatını en mükemmel şekilde sağlıyordu. Sadece hedefi bilgisayara tanıtmaları ve o yöne doğru uçmaları yeterliydi. Diğer F35lerden farklı olarak, nanoteknolojik kaplamaları sayesinde gözlerden ve radarlardan tamamen gizlenme kabiliyetleri olan bu özel F35’ler, şimdi karanlık gökyüzünde hedeflerine doğru hızla yol alırlarken, pilotlar da gizli görevlerinin o tarifsiz heyecanını yaşıyorlardı. Tam bu sırada takım liderinin bulunduğu kokpit aniden karardı. Pilot başlığının camındaki elektronik görüntülerin ve kokpitteki ışıklı göstergelerin hepsi sönmüştü. Uçağın burnu hafifçe aşağıya düştüğünde motorların da durduğunu fark etti. “Ah! Ne oldu bu sistemlere! Uçağın kontrolünü kaybettim. Hay lanet, düşüyorum!” Mavi-1 telaşla önündeki birkaç düğmeye bastı. Bazı kolları çekerek uçağı elle kontrol etmeye çalıştıysa da, sonuç alamadı. “Mayday! Mayday! Düşüyorum! Kahretsin, atlayacağım!” Beş uçağın da motorları aynı anda durmuş, tüm sistemleri çökmüştü. Pilotların hepsi de mikrofonlara, uçağın kontrolünü kaybettiklerini haykırmışlar, fakat birbirlerine duyuramamışlardı. Mavi Lider diğer uçakların egzoz alevlerinin kaybolduğunu fark edip, onların da aynı durumda olduklarını kavradığında, kokpit camından işaretler yaparak, “Atlayın! Atlayın!” diye birkaç defa bağırdı. Fakat diğer pilotlar ne duyuyor, ne de görebiliyorlardı. Ay ışığında kendisinin paraşütünü görünce onların da atlayacağını düşündü ve hemen fırlatma kolunu çekti. O anda yüzünü tuhaf bir ifade sardı. Sanki kanı çekilmiş gibi yüzü bembeyaz oluvermişti. “Fakat bu da ne!” diye haykırdı. Kanopi(2) açılmamıştı, Mavi Lider dehşet içindeydi. Elektronik sistemler çalışmadığı için, kabinin üzerindeki şeffaf kapak ile koltuğu fırlatacak olan sistemin otomatik olarak çalışması olanaksızdı. Bir saniyeden de kısa bir sürede bunu algılayan Mavi-1’in nabız atışları birden yükselmiş, elleri hafifçe terlemeye başlamıştı. Eğitimlerde verilen bilgileri hatırlamaya çalışıyordu. “Elektrik arızası olduğunda ne yapılacaktı?..“ 2 Kanopi: Savaş uçaklarında, kokpiti örten şeffaf kapak. 9 Zaman, hayatla ölüm arasındaki bir ibre gibiydi ve hızla ölüm tarafına doğru gidiyordu. Yere ne kadar yaklaştığını düşündü, fakat karanlıkta bunu kestirmesi çok zordu… “Ay hâlâ görünüyor. Bulut seviyesinin üzerinde olmalıyım!” diye düşünerek pozisyonunu yorumladı. Bir saniye sonra, kokpitteki özel çekici el yordamıyla bulup, telaşla yerinden söktü ve akrilik kanopinin mandalına hızla vurdu. Şeffaf kapak yerinden fırlayıp, parçalanarak karanlıkta kaybolduğunda, şiddetli bir hava akımıyla sarsılan Mavi-1, aynı telaşla, bu defa koltuğun altındaki ateşleyicinin pimine vurdu. O anda çekiç elinden fırladı, artık koltuğuyla birlikte boşluktaydı. Paraşütünü serbest bırakacak olan ipin ucundaki tutmacı sımsıkı yakaladı ve var gücüyle çekti. Kayışların gerilmesiyle sert bir fren yapmış gibi sarsıldı ve bir an için havada asılı kaldığını hissetti. Ancak, hâlâ hızla alçalmakta olduğunu ve düşüşünü yavaşlatmak için altındaki koltuktan bir an önce kurtulması gerektiğini biliyordu. “Şu lanet kayışları hemen çözmeliyim!” Normalde, bütün bunlar otomatik olarak gerçekleşecek şeylerdi. Ama içinde bulunduğu şartlarda, artık ileri teknolojilerinin hiç bir önemi kalmamıştı. Uçaklar düzensiz hareketler yaparak, hızla yere doğru yaklaşırlarken, karanlıkta ardı ardına, beyaz renkte, iki paraşüt daha parladı. Hemen arkasından, kontrolsüz kalan iki F35’in kanatları birbirine çarparak parçalandı ve bir anda alev topuna dönüştüler. Yanarak düşerlerken iki meşale gibi gökyüzünü aydınlatıyorlardı. Birkaç saniye sonra da yere çakıldılar. Son anda bir paraşüt daha açılmıştı. Şimdi yerdeki muhtelif noktalardan yükselen alevler karanlığı yırtarken, patlama sesleri de birkaç saniye gecikmeli olarak duyulmaya devam ediyordu. Mavi Lider havada sadece üç paraşüt sayabildi. Kendisiyle birlikte hepsi dört paraşüttü… Beşinciyi arayan gözleri yere çevrildi ve yüzünü acı bir ifade sardı. Pilotlardan biri zamanında atlayamamış, uçakla birlikte yere çakılmıştı. Takım lideri, uçaktan atlayabildiğine sevinmişti sevinmesine, ama bu sevinci sadece birkaç saniye sürmüştü. Çünkü düşman bölgesinde zor saatler yaşayacaklarını biliyordu. Pilotların az önceki neşesi şimdi bir kâbusa dönüşmüş, hepsi de aynı şeyi düşünüyorlardı. “Her şey mükemmel giderken birdenbire ne olmuştu da uçaklar düşmüşlerdi?” Mavi Lider bunu düşünürken birden göğüs cebindeki sinyal vericiyi hatırladı ve çalıştırmak için cihazın düğmesine bastı. Bu cihaz, pilotların yerlerini kurtarma ekiplerine bildirmeye yarıyordu. Fakat sinyal cihazının çalıştığını gösteren led yanmamıştı. Birkaç kez denemesine rağmen sinyal vericiyi çalıştıramadı, başını kaldırarak, karanlık gökyüzünde süzülen diğer pilotlara doğru ümitsiz gözlerle baktı. Şimdi daha büyük bir korku, yavaş yavaş tüm benliğini sarmaya başlamıştı. Aynı saatlerde, Umman Denizi Denizin ortasındaki dev gemi saatte 30 knot hızla güneye doğru yol alırken, sarımsı pist ışıklarıyla, uzaktan ışıl ışıl, küçük bir ada gibi görünüyordu. Hafifçe esen rüzgâr, geminin hızıyla etkisini arttırıyor, uçuş pistindeki pistonlardan bırakılan buhar püskürükleri adayı bir sis gibi kaplamaya fırsat bulamadan, bu rüzgârla dağılıveriyorlardı. Bu sırada, havada sıraya dizilerek, birbiri ardına gemiye yönelen 10 onlarca modern savaş makinesi, ateş böceklerini anımsatırcasına, ışıklarını saçarak teker teker, piste iniyorlardı. Beş binden fazla personelin çalıştığı ve yüz kadar savaş uçağını barındıran USS G.W.Bush uçak gemisi, Basra Körfezi’nin doksan mil güneydoğusunda, Umman Denizi’nde seyir halindeydi. İran savaşı başladığından beri, bölgede 7.Filo ile birlikte İran’a saldırı ve hava desteği görevlerini yerine getirmekte olan uçak gemisine Tümamiral George Bury komuta ediyordu. Arizona adlı destroyer de G.W.Bush’a iki mil mesafede, koruma görevi yapıyordu. Aynı bölgede başka uçak gemileri ile birkaç destroyer ve birkaç da denizaltı vardı. Bütün uçaklar iniş yaptıktan sonra hız keserek dönüşe başlayan gemide, pist ışıkları söndürülünce ortalık birden karanlığa büründü. Şimdi güvertede, uzaktan görünmeyen yerel aydınlatmalar vardı sadece. Geminin içindeki parlak ışıklar da özel camlar nedeniyle dışarıya sızamıyordu. Bu sırada pist üzerindeki uçaklar da dâhil olmak üzere, geminin dışı siyaha dönmüş, çıplak gözle fark edilemez hale gelmişti. Dev gemi sanki denizin üzerinden birden kaybolmuştu. Akdeniz’den ve Körfez’den, İran’daki bazı hedeflere füze atışları başlamak üzereydi. Bu yüzden, hava saldırılarına iki saat ara verilmişti. Oldukça loş olan kaptan köprüsünde, tüm subaylar büyük bir ciddiyetle görevlerini yapmakla meşguldüler. Bu karartmanın nedeni, subayların dışarıyı daha rahat görebilmelerini sağlamaktı. USS G.W.Bush’un komutanı Tümamiral Bury, bir Kaptan olarak ilk kez bu savaşta gerçek bir saldırı görevindeydi. Ellili yaşların başlangıcında, biraz kilolu ve oldukça titiz bir komutan olan Amiral Bury, kırlaşmış saçları ve kahverengi, yorgun bakışlarıyla olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Gelişmeleri sakin, fakat çok dikkatli bir şekilde izliyor, diğer gemilerle sık sık temas kuruyor, bilgi alışverişinde bulunuyordu. İletişim subayı, İkinci Kaptan Albay Lancer’ın yanına gelerek durum raporunu vermeye başladı: “USS Louisiana ile temas kuramıyoruz Kaptan.” “Neden Yüzbaşı?” “Sanırım telsizleri kapalı veya arızalandı. Periyodik süre geçtiği halde hiçbir sinyal alamadık efendim. Oysa bu saatte bizimle temas kurmaları gerekiyordu. Çağrılarımıza da cevap vermiyorlar.” “Pekâlâ, destroyerimiz ne durumda, temas kurabildik mi?” “Arizona da hâlâ cevap vermiyor efendim.” Üç adım öteden konuşmaları duyan Amiral sinirli bir tarzda araya girdi: “Lanet olsun! Hangi cehenneme gitmiş bunlar? Radar, bilgi ver!” “Ordalar efendim. İki mil kadar güneyimizdeler. Olağan pozisyonlarında hiç bir değişiklik yok.” Albay Lancer, yan gözle Amirale bakarak, “belki de telsizciler çişe gitmiştir Kaptan. Ya da abur cubur yemekten bağırsakları bozulmuştur,” dedi ve ekledi: “Sanırım aşçıları berbat!” Köprüdeki subaylar hafifçe tebessüm etmişler, fakat dümen subayı yan gözle Amirale bakmaktan kendini alamamıştı. Kaptanın tepkisini merak ediyordu ve beklediği gibi de oldu. “Öyleyse iyi bir cezayı hak etti o bok herifler. Temas kurulunca bana derhal Arizona’nın Kaptanını bağlayın!” Amiral, yüzündeki kızgın ifadeyle silah subayına döndü: “Füze atışları için hazır olun Yarbay, yirmi beş dakika sonra Toma Hawk’ları fırlatmaya başlıyoruz. Nimitz ve Eisenhower’dan haber var mı?” 11 Sevimsiz esprisine karşılık alamayan Albay Lancer ciddi bir ifadeyle yanıtladı. “Evet Kaptan, on dakika önce gelen bilgilere göre bütün uçakları eksiksiz dönmüş ve inişlerini tamamlamışlar. Onlar da füze atışları için hazırlanıyorlar.” Tam bu sırada köprünün içi birdenbire karanlığa gömüldü. Gemideki bütün ışıklar ve elektronik sistemler aynı anda devre dışı kalmış, acil ışıkları ve yedek sistemler devreye girmemişti. Subaylar şaşkın, Amiralin öfkesi ise bir kat daha artmıştı. “Ne oluyor bu gemilere! Derhal hasar raporu istiyorum! Yedek sistemleri devreye sokun, hemen!” “Efendim, iç haberleşme çalışmıyor. Gemideki kimseye ulaşamıyoruz.” “Teğmen, bir fener al, koşarak git ve yedek sistemleri devreye sokmalarını sağla.” “Başüstüne Kaptan!” “Albay Lancer, kırmızı alarm verin! Herkes görev yerlerine, çalışabilen silahlar ateşe hazır beklesin. Yaklaşan her şeye ateş açılsın! Yedek aküleri kullanarak iletişimi sağlayın. Telsiz ve radarların öncelikle çalışması gerekli, gemideki seyyar jeneratörleri devreye sokun. Acil durum kuralları uygulansın. Biri bana filo komutanını çağırsın. Haydi, herkes iş başına!” İkinci Kaptan Lancer, emirleri bir bir kafasına not ederken, her emirden sonra başını sallıyordu. Emir yağmuru bittikten sonra, “Baş üstüne Amiralim,” diyerek harekete geçti. Bu sırada Teğmen, hâlâ el fenerini çalıştırmaya uğraşıyordu. Sonunda pilinin bitmiş olduğunu düşünerek vazgeçti ve Amiralden fırça yemektense, kimyasal fenerlerden birini kaptığı gibi güverteye fırladı. Hızı iyice kesilmiş olan dev gemide birdenbire bir koşuşturma ve telaş hâkim olmuştu. Bu olayın bir arızadan kaynaklandığını düşündükleri için henüz korku ve panik yoktu. Tel Nof Hava Üssü, İsrail Nöbetçi Subay Yüzbaşı Samuel, koşarak geldiği üs komutanının odasına, kapıya vurarak, fakat girin cevabını beklemeden girdi. Nefes nefeseydi. Esas duruşta selam verdikten sonra heyecanla konuşmaya başladı: “Garip bir durum var Komutanım! Bilinmeyen bir nedenle elektriklerimiz kesildi. Havadaki F35’lerle de hiçbir iletişim kuramıyoruz. Telsizlerimiz ve radarlarımız çalışmıyor. Yedek sistemler de dâhil, hiçbir şey çalışmıyor efendim!” Odasında, çalışmasını bitirmiş ve jenaratörlerin devreye girmesini beklerken, bulabildiği bir mumun ışığında evraklarını toplamış olan Korgeneral David Kohen evine gitmek üzereydi. Yüzbaşıya kızgın ve sabit bakışlarla bakıyordu… General birden bağırdı: “Ne diyorsun Yüzbaşı! Sakin ol ve şunu doğru dürüst anlat bakalım. Ne oldu?” “Komutanım, saat 23.30’u henüz geçmişti ki, önce elektrikler kesildi. Her şey durdu. Acil ışıkları ve jeneratörleri devreye sokmaya çalıştık, fakat hiçbiri çalışmadı. Telsizler, radarlarımız, elektronik sistemlerimiz, uçaklarımız, askeri araçlar, hatta otomobiller bile çalışmıyor. Üs karanlıkta ve savunmasız kaldı. Görevdeki uçaklarımızla da temas yok. Haberleşme sıfıra düştü. Sanırım, bir saldırı altındayız efendim.” 12 Korgeneral Kohen kısa bir süre daha Yüzbaşının şaşkın yüzüne bakarak düşündükten sonra telefonu aldı ve kulağına dayadı. Çevir sinyali yoktu. Suratı daha da asıldı. Sonra cep telefonuna baktı. Telefonu kapanmıştı. Pilini kontrol ettikten sonra tekrar denedi. Gene açılmadı. Gözlerini masasının üzerinde yanmakta olan muma çevirerek birkaç saniye düşündü ve birden yüzünü saran çok ciddi bir ifadeyle konuştu: “Haklısın Yüzbaşı, bu bir saldırı olabilir! Derhal Bor’a (3) ulaşmalıyım! Bana çalışabilen bir araç bul ve diğer komutanlara da adam gönder. Acilen karargâhta toplansınlar. Merkezle ve bütün üslerimizle iletişim kurarak alarm verin. Yola çıktığımı da Savunma Bakanlığına bildirin.” “Nasıl? Nasıl bildireceğiz efendim?” “Yer altı hatlarını kullan! Olmazsa adam gönder, koşarak gitsinler!” “Yer altı hatlarımız sadece savaş durumunda kulla…” “Bu bir savaş durumudur Yüzbaşı!” On dakika sonra Korgeneral Kohen ve yaveri, iki bisikletin üzerinde, karanlık sokaklardan geçerek Bor’a ulaşmak üzere yola koyulmuşlardı. Yolun her iki tarafında tek sıra olmuş iki manga asker, silahları ellerinde, tempolu bir şekilde koşarak generale eşlik ediyorlardı. Bu şartlar altında birkaç saat sürecek, zorlu bir yolculuk bekliyordu onları. Korgeneral Kohen bir taraftan düşünmeye çalışıyor, bisikletinin tekerleği çukurlara girip çıktığında ise yüksek sesle küfür ediyordu. Bir ara, “İyi ki yollarda kimse yok,” diye düşündü, “bizi bu durumda görseler rezil olmak işten değil.” Aynı Gece, Ankara Alışılmışın aksine, bu sıcak yaz gecesinde Ankara sokakları bomboştu. İnsanlar evlerine çekilmiş, televizyonlarını açmış, yapılan uyarı ve anonsların yarattığı merakla, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Birkaç günden beri tüm haber kaynaklarında “Milli Kriz Yönetimi Tatbikatı” yapılacağı haberleri halka duyurulmaktaydı. Halkın, yapılan açıklama ve talimatlara sakin bir şekilde uymaları isteniyordu. Bu tatbikat gereği, tüm resmi daireler ve ordular alarma geçirilmişti. Akşam saatlerinde Cumhurbaşkanlığı köşkünde, siyasi parti liderleriyle bir toplantı yapılmış, toplantının bitiminde basına hiçbir açıklama yapılmamıştı. Birkaç saat sonra yapılan duyurularla tüm kara, deniz ve hava trafiği durdurulmuştu. Herkes bunun nedenini merak ederken, ister istemez halkı bir savaş gerginliği veya bir darbe beklentisi sarmıştı. Cumartesiyi pazara bağlayan geceydi ve zamanlama gayet uygundu. Fakat haber programlarında bunun ‘Milli Kriz Yönetimi Tatbikatının planlı bir uygulaması’ olduğundan başka bir açıklama yapılmıyordu. Sadece bazı hükümet sözcülerinin, endişe edilecek bir durum olmadığını, bunun planlı bir uygulama olduğunu, herkesin sakince evlerinde beklemelerini öğütleyen, sınırlı açıklamaları vardı. Bu açıklamalar ve kısıtlamalar hükümet yetkilileri tarafından dile getirildiği ve askeri darbe olasılığı mantık dışı olduğu halde, bazı kesimler, halkı tedirgin edebilecek açıklama ve yorumlar yapmaktan geri kalmıyorlardı. Zira 3 BOR : İsrail Savunma Bakanlığının altında bulunan ve Savaş Kontrol Merkezi olarak dizayn edilen yeraltı karargâhının adı. 13 son günlerde orduyla ilgili büyük dedikodular ve çalkantılar vardı. Ayrıca, o günlerde Dünya’nın foton kuşağına gireceği söylentileri de hızla yayılmaktaydı. Saatler tam gece yarısını gösterirken, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün 1 no’lu protokol kapısı sessizce açıldı. Siyah renkli iki otomobil peş peşe çıktılar. Koyu renk camlı, zırhlı makam araçlarından öndekinin içinde sürücüden ve korumadan başka iki kişi daha vardı. Birleşik Devletler Türkiye Büyükelçisi Ramon Walker mendiliyle alnındaki terleri silerken, yanındaki İngiliz Büyükelçisine dönerek, “Böyle bir şey nasıl olur! Türkler çıldırmış olmalılar Sir. Neredeyse bize savaş ilan ettiler,” diye söylendi. İngiliz Büyükelçi düşünüyordu, cevap vermemişti. Sir Neal Barnet, ülkesinde çok başarılı bir diplomat olarak tanınıyordu. Ayrıca, müthiş bir analiz yeteneğine sahip, ileriyi çok iyi görebilen ve isabetli yorumlar yaparak kabine içerisinde büyük takdir toplamış, geleceğin Dışişleri Bakanı gözüyle bakılan bir adamdı. Soylu bir aileden geliyor olması da kendisine daha büyük bir saygı duyulmasını sağlıyordu. İki büyükelçi gece yarısına iki saat kala, acil olarak köşke davet edildiklerinde Cumhurbaşkanı Alparslan Güney başkanlığında yapılan toplantıda, hem Başbakan ve Dışişleri Bakanı hem de askeri üst düzey yetkililerle görüşerek oldukça sert bir ültimatom almışlardı. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın sert tavırları da kendilerini aşağılanmış hissetmelerine neden olmuştu. Birleşik Devletlerden ve İngiltere’den, İran’ı, Irak’ı ve Türkiye’nin doğusunu derhal boşaltması, İsrail’e de savaşa son vermesi için çağrıda bulunarak ateşkesi sağlamaları, Kuzey Kıbrıs üzerindeki kısıtlamaların da derhal kaldırılması istenmişti. Aksi halde, Birleşik Devletler, İngiltere ve İsrail ile bütün antlaşmaları askıya alarak, onları düşman kabul edeceklerini sert bir dille ifade etmişlerdi. Cumhurbaşkanı Alparslan Güney, yazılı ültimatom metnini Büyükelçilere verirken: “Bu size son uyarımızdır Sayın Büyükelçiler, artık sabrımız bitti ve biz çok ciddiyiz,” demişti. Amerikan Büyükelçisi Ramon Walker, bu tavır ve sözler karşısında adeta şoke olmuştu. Bir süre sonra kendisini toparlayarak, asık bir yüzle, şöyle konuşmuştu: “Biz de barış istiyoruz. Fakat sizlerin ve Ortadoğu halklarının geleceğini de düşünmek zorundayız. Bölgeyi tümüyle demokratik yönetimlere kavuşturmak şeklindeki vizyonumuz, bizimle birlikte sizlerin de çıkarınadır. Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde ve Büyük Avrasya Projesinde sizi ‘Stratejik Müttefik’ olarak seçtik. Bunun önemini iyi kavramanız gerekir... Sayemizde ve desteğimizle bölgede büyük bir hâkimiyet sağladınız. Sizin bu rolü oynamanız için İsrail’i bile bir kenara ittik. Anlaştığımız şekilde, İran savaşı nedeniyle bizim askerlerimizin Anadolu’ya gelmelerine siz izin verdiniz ve şimdi de çekilmemizi istiyorsunuz… Sonra, Kuzey Irak’tan size yönelen saldırılara karşı ne yapacaksınız? Biz çekilince siz onlarla baş edebilecek misiniz?” Amerikalılar gene PKK kartını gösteriyorlardı. Üstelik Büyükelçinin, özellikle terörist kelimesini kullanmaması manidardı. Cumhurbaşkanı Alparslan Güney kibarca, şöyle cevaplamıştı: “Hiç merak etmeyin Sayın Büyükelçi. Siz çekilince biz onlarla daha iyi başa çıkabiliriz. Hem siz, terörle mücadele adına binlerce kilometre uzaktan gelip bir ülkeyi işgal ediyorsunuz, ama bize gelince teröre karşı savunma hakkımızı bile engelliyorsunuz. Üstelik sözde Ermeni soykırım yasasını da hiçbir geçerli belgeye dayanmaksızın, sırf politik nedenlerle onayladınız. Bize bir dost devlet gibi davranmadınız. Kıbrıs’ta da yıllarca haksız bir ambargo uyguladınız. Bütün bunlar sizi Türk halkının gözünde küçültmüştür. Bize, işinize geldiğinde ‘stratejik ortak’, 14 gelmeyince de hiç çekinmeden ‘get out!’ diyebiliyorsunuz. Şimdi sıra bizde, siz hakkınızı kullandınız.” Yeminli tercümanlar anında çeviri yapıyor, stenolar harıl harıl not alıyorlardı. Sir Barnet ise konuşulanları dikkatle dinliyor, satır aralarındaki mesajları yakalamaya çalışıyordu. Türkiye’nin niyetini daha iyi anlamak için bir tuzak soru yöneltti: “Bölgede daha büyük bir savaşa yol açmak istediğinizi düşünmek bile istemiyorum. Fakat geçmişe takılı kalıp, bizim gibi çağdaş ve demokratik ülkelerin dostluğunu önemsemeyerek, karşınıza almayı da göze alıyor olamazsınız. Yoksa yanılıyor muyum?” Bu soruya Başbakan şöyle cevap vermişti: “Sanırım öyle Sir Barnet. Siz sürekli demokrasi ve çağdaşlıktan söz ederken, Türkiye’yi bölmek ve sömürmek istediğinizi unutmuş görünüyorsunuz. Siz, çıkarlarınız uğruna kanlı bir terör örgütünü masum halkımıza karşı kullanmaktan çekinmiyorsunuz. Evet, biz geçmişi unutamadık, fakat şunu biliyoruz ki; geçmişini unutan devletlerin geleceği de olmaz! Bize ders vermektense kendi tarihinizle hesaplaşmanız yerinde olur. Fazla geriye gitmeye de gerek yok. 20.yüzyılın sonlarında meydana gelen Bosna savaşında iki yüz bin Müslüman’ın katliamına seyirci kaldınız. Adeta bir soykırımı izlemekle yetindiniz. Kıbrıs’ta da aynı şeyi yaptınız! O zaman neredeydiniz Sir Barnet?.. Durun, ben söyleyeyim; sizler o zaman ‘Bekleyelim de Müslümanlar ölsün, hepsi yok edildikten sonra devreye girer ve istediğimizi alırız’ şeklinde bir düşünceye sahip olduğunuzu bize düşündürdünüz. Tarihiniz boyunca hep bizim aleyhimize çalıştınız. Üstelik bunu kalleşçe ve sinsice yaptınız! Şimdi de değişen bir şey yok. Hâlâ aynısınız. Ne yazık ki sizler, “insanların kardeşliği” ilkesini öğrenemediniz ve de öğrenemeyeceksiniz Sir Barnet. Çünkü bu konuda hem ön yargılı hem de kalın kafalısınız. Sizin çağdaşlık dediğiniz şey bu ise, kusura bakmayın ama kalsın!.. Biz böyle bir çağdaşlığı istemiyoruz! Biz buna çağdaşlık değil, emperyalizm diyoruz! İran’a saldırmanızın da arkasında da bu ilkel düşünce formlarınızın olduğunu biliyoruz. Aslında siz bir dünya savaşına doğru gidiyorsunuz. Kendi halkınız da dâhil, insanlar umurunuzda bile değil!” Başbakan, ABD büyükelçisine dönerek devam etti: “Bize öğüt vererek demokrasi havarisi kesilirken, geçmişinizde kanlı bir leke olarak kalan kızılderili katliamlarını da unutmuş görünüyorsunuz. Bilin ki; tarih sizi asla affetmedi, affetmeyecek! Bugün hesap soran olmayabilir; ama yarın gücünüzü kaybettiğinizde neler olacağını bilemezsiniz… Bizi yüz yıl önceki bir olaydan dolayı suçlu ilan etmeye çalışırken kendi yaptıklarınız da düşünseniz iyi olurdu… Şunu da iyi bilmelisiniz ki; bundan sonra kim parmağını bize doğru uzatırsa, biz o parmağı derhal kıracağız!” Özellikle bu son sözler ABD Büyükelçisini yerinden hoplatmıştı. İngiliz Büyükelçi de hiç beklemediği bu sert çıkış karşısında hem şaşırmış hem de söyleyecek söz bulamamıştı. ABD Büyükelçisi kaşlarını çatmış, koltuğunda şöyle bir kıpırdandıktan sonra ciddi bir yüz ifadesiyle söze girmişti: “Mademki öyle istiyorsunuz, pekâlâ, bu sözlerinizi ve notanızı hükümetlerimize ileteceğiz, ama bu tavrınızın sonuçlarına katlanmanız gerektiğini de bilmelisiniz.” Bu sözler üzerine önce Cumhurbaşkanı Güney ayağa kalktı, hemen arkasından Başbakan Eraslan, salondaki herkes ve Büyükelçiler de ayağa kalkmıştı. Cumhurbaşkanı Güney, yüzünde soğuk bir tebessümle, başını hafifçe yana eğerek, “Biz 15 size nota filan vermedik Sayın Büyükelçiler. Biz size bir ültimatom verdik. Lütfen böyle kabul edin... Sonuçları için de bizi tehdit etmenize gerek yok. Herkes yaptıklarının sonucuna katlanacaktır,” dedikten sonra, eliyle kapıyı işaret eden bir hareket yapmış, görüşmenin bittiğini biraz da kabaca belli etmişti. O sırada kapının yakınında ayakta beklemekte olan Cumhurbaşkanlığı Başyaveri salonun kapılarını sonuna kadar açmıştı. Büyükelçiler asık bir yüzle salondan çıkarken, görevli bir memur elinde iki dosyayla yanlarına geldi ve saygılı bir hareketle, görüşme tutanaklarının bulunduğu dosyaları büyükelçilere sundu. Bu sırada Türkiye’de saatler gece yarısına bir kaç dakika vardı. Plana göre Cumhurbaşkanı’nın görüşmeyi en geç gece yarısında bitirmesi gerekiyordu. Çünkü yarım saat sonra düğmeye basılacak ve Kozmik Operasyon başlayacaktı. Bu süre içinde, ültimatom metni de ilgili ülkelere ancak ulaşacaktı. Öndeki siyah otomobil ABD Büyükelçiliğine doğru yol alırken, diğer otomobil de onu takip ediyordu. İki Büyükelçi, birlikte acil bir değerlendirme yapmak amacıyla aynı araca binmişlerdi. Nihayet İngiliz Büyükelçi, Amerikalı meslektaşına dönerek konuşmaya başladığında, Büyükelçi Walker dikkatle dinliyordu: “Türklerden böyle bir tepki beklemiyorduk doğrusu. Büyük bir güvenceleri olmalı. Bugün Türkiye’nin yaptığı duyurularla, bu sert tavırlarının bir bağlantısı olmalı diye düşünüyorum… İşin püf noktası burada sanırım.” Sir Barnet, Amerikalı meslektaşının gözlerine bakarak devam etti. “Bir başlangıcın başında olduğumuzu düşünüyorum Walker... Belki de, bir dönemin sonundayız ve kesin olan şu ki; Siz Türkiye’yi kaybettiniz! Bu durumda…” “O kadar basit değil Sir Barnet. Şu an geçerli olan yüzlerce antlaşma, binlerce protokol var. Türkler, biz olmadan adım atamaz. Onları öyle bir bağlarız ki…” Barnet hafif bir gülümsemeyle başını öne çevirerek yarım kalan sözlerini sürdürdü. “Bu durumda, konjonktür hızla değişecektir… Çok uzun değil, hemen yarın, öyle hızlı gelişmeler olacak ki, biz bile çok şaşıracağız... Göreceksiniz!..” Büyükelçi Walker meslektaşına meraklı bir bakış fırlattı. Sir Barnet’in ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Doğu Akdeniz USS Louisiana denizaltısı yavaşça dibe doğru inerken tüm personel, alınan önlemlerle batışı engellemeye ve arızanın nedenini bulmaya çalışıyorlardı. Kimyasal ışık kaynaklarını kullanarak aydınlatmayı sağlamışlardı, ama hepsi o kadardı. Denizaltı artık bir metal kafesten farksızdı. Kaptan Westwood reaktör odasına gitmiş, sorunu anlamaya çalışıyordu. Aslında nükleer reaktör durmamış, normal işlevini sürdürmeye devam ediyordu, fakat elektrik üreten sistemler, bilmedikleri bir nedenle artık enerji üretemediğinden, soğutma suyunu pompalayan motorlar da çalışamadığı için reaktörün iç ısısı aşırı yükselmiş, bu yüzden reaktörü elle kapatmak zorunda kalmışlardı. Şimdi türbinlerdeki basınçlı buharı, buharla çalışan pompalara yönlendirerek, soğutma sistemini tekrar harekete geçirmeye ve reaktörü soğutmaya uğraşıyorlardı. 16 Nükleer reaktörler yeterli derecede soğutulamazsa kapatılmak zorundaydı. Aksi halde çekirdek erimesi denilen olay meydana gelebilirdi ki, bu da bir nükleer felaket demekti. Hızla kontrol odasına dönen kaptanın isteği üzerine Yarbay Welles, ‘En Kötü Durum’ senaryosunu anlatmaya başladı: “Yedek sistemler devreye girmezse, sadece yirmi dört saatlik oksijenimiz var demektir. Kimyasal ışıklarımız da ancak yirmi dört saat idare eder… Soğutucu pompalar çalışmadığı takdirde reaktörü tekrar devreye alamayız. Bu da yavaş yavaş dibe gitme riski demektir. Denizaltı soğudukça, batışı daha da hızlanacaktır Kaptan… Hâlâ, yüzeye birkaç dalgıç gönderme olanağına sahibiz. Bir kısım personeli bu yoldan tahliye edebiliriz sanırım… Ama ne yazık ki herkesi kurtarmak mümkün olmayacaktır.” Kaptanın yüzünde acı bir ifade vardı: “Hayır! Tahliye yok Welles! Hemen acil durum sinyali göndermeliyiz! Henüz antenlerimiz yüzeydeyken bunu şimdi yapın! Yedek aküleri kullanın!” Bu emirle başlayan çabalar da sonuçsuz kalmıştı. Çünkü akülerde enerji olmasına rağmen sinyal gönderemiyorlardı. Nedenini bilmedikleri bir şekilde haberleşme sistemi de dâhil olmak üzere, tüm sistemleri çökmüştü. Çalışmalar sürerken, denizaltı yavaşça batmaya devam ediyordu ki, tam bu sırada, birdenbire ışıklar yandı. UPS’ler aniden çalışmaya başlamış ve acil ışıkları otomatik olarak devreye girmişti. Kontrol odasındaki Subaylar şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşarken, Kaptanın emriyle reaktörü çalıştırdılar. Bir süre sonra da tüm sistemler normale dönmüştü. Yarbay Welles, düşünceli bir ifadeyle ayakta durmakta olan Kaptanın yanına gelerek, “Bütün sistemler normale döndü Kaptan. Kalibrasyonlar da yapıldı. Emirlerinize hazırız,” dedi. “O halde hemen yüzeye çıkalım. Rotamız Delta7 noktası, motorlar yarım yol!” “Başüstüne Kaptan.” Emirler tekrarlanırken, Kaptan Westwood iletişim Subayına döndü: “Yaşadığımız olayı hemen komutanlığa bildirin Teğmen.” “Hemen Efendim.” Denizaltı yüzeye doğru hareketlenirken kesik kesik çalan, kalın bir siren sesi standart olarak yüzeye çıkış uyarısı yapmaya başlamıştı. Kaptan Westwood, Yarbayı yanına çağırarak sordu: “Bu iş nasıl oldu Yarbay?” “Her şey kendiliğinden oldu Kaptan. Biz kesintinin sebebini araştırırken UPS’ler kendiliğinden çalıştı. Sonra da bütün sistemler düzeldi. Teknik ekip ve ben hiçbir şey anlamadık doğrusu...” “Çok garip... Bilinmeyen bir arızamız mı var sizce?” “Bu bir arıza mı, henüz bilmiyorum Kaptan, fakat ciddi bir sorunumuz olduğu açık. Nedenini araştırmayı sürdürüyoruz efendim.” “Ben bu garip durumun, bize yönelik bir saldırı olması olasılığını düşünüyorum Yarbay.” “Evet efendim. Bence de olasılıklardan biri de bu. Fakat bu esrarengiz olay gerçekten bir saldırı ise, nereden kaynaklanıyor dersiniz?” Tam bu sırada, birdenbire, denizaltının ışıkları yeniden söndü ve yüzeye çıkış uyarısı veren sirenin sesi daha da kalınlaşarak, komik bir tonlamayla sona erdi. Kaptan Westwood, bir küfür savurarak yan duvardaki konsola tutundu. “Kahretsin, kahretsin gene aynı şey oldu!” 17 Yarbay Welles, yerini bilmek için eliyle kaptanın omzuna temas ederken, oldukça yüksek bir sesle bağırdı: “Kimyasalları yakın hemen!” Göz gözü görmez ortamda yeniden bir kör telaşı başlamıştı. Bu kez Teğmen Albert bir çakmak yakarak görevlilerin kimyasal ışıklara ulaşması için yardımcı oldu. Denizaltı, kazandığı ivme ve pozitif sephiye(4) nedeniyle, yükselmeye devam ediyordu. Sonunda yüzeye çıkabilmişlerdi. Bu arada nükleer reaktörü tekrar kapatmak zorunda kalmışlardı. Denizaltı şimdi su üstünde ve daha güvendeydi, fakat bir kez daha kontrolsüz kalmış, yüzeydeki akıntının etkisiyle yavaşça sürükleniyordu. Kaptan derhal demir atmalarını emretti. Yarbay ile seyir Subayına da kuleye çıkmalarını ve etrafı dikkatle gözlemelerini söyledikten sonra iletişim Subayının yanına giderek sordu: “Acil durum mesajı gönderildi mi?” “Efendim, enerjimiz kesilmeden önce olay raporunu ve acil durum mesajını gönderdim. Fakat, sanırım bir sorunumuz daha var efendim. Az önce... Yani enerjimiz tekrar kesilmeden hemen önce, yanlış görmediysem, uydu bağlantımız hata uyarısı veriyordu… Sanırım bağlantı kopuktu efendim. Bu durumda mesajımızın ulaşıp ulaşmadığından emin değilim. Karşı taraftan doğrulama sinyali alacak kadar vaktimiz de olmadı ne yazık ki.” “Umarım ulaşmıştır. Bütün aküleri haberleşmeye bağlayın.” “Denedik Kaptan, artık hiçbir şey çalışmıyor.” “Lanet olsun! Bu nedir böyle!?” O sırada Makine Subayı da yanlarına gelmişti. Ellerinde ve yüzündeki motor yağı lekeleriyle sanki gece harekâtına çıkan bir komandoya benziyordu. Gerginlik nedeniyle yanaklarında oluşan tik onu daha da sinirli yapmıştı. Tikini engellemek amacıyla, elleriyle yanaklarına bastırarak, iki tarafa da yeni çizgiler eklerken ümitsiz bir ifadeyle konuştu: “Artık hiçbir şey çalışmıyor Kaptan! Sadece kimyasal ışıklarımızı kullanabiliyoruz, o kadar. Lanet olsun! Bu nasıl oldu anlayamıyorum Kaptan. Yirmi yıllık denizcilik hayatımda ilk kez böyle bir olayla karşı karşıyayım. Binlerce kez lanet olsun!” Umman Denizi USS G.W.Bush hâlâ karanlıktaydı. Güvertede sağa sola koşuşturan askerlerde büyük bir şaşkınlık vardı. Böyle bir durum eğitimde ve tatbikatlarda hiç öngörülmediği için kimse ne yapılması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Herkes sadece söyleneni yapıyor, birçoğu da amaçsızca sağa, sola koşuşuyordu. Filo komutanı, köprüde Amiral Bury ile beraberdi. “Uçaklarımız da devre dışı oldu. Pist üstündeki hazır uçaklar bile çalışmıyor Kaptan.” “Radarlarımız ve silahlarımız da öyle komutan. Sadece makineli tüfeklerimiz ve el bombalarımız var. Bunlar güvenlik için bize yetmez tabii. Şu anda çok sa4 Sephiye: (Yüzerlik) Sudaki cisimlerin ağırlığı ile suyun kaldırma kuvveti arasındaki ilişkiyi tanımlar. Pozitif sephiye: Denizaltının ağırlığının, suyun kaldırma kuvvetini yenemeyecek düzeyde olması halidir ki, bu durumda denizaltı yükselir. 18 vunmasızız. Pilli el fenerlerimiz bile çalışmıyor. Kimyasal ışıklarımız da olmasa tamamen karanlıkta kalacaktık. Onlar da en fazla kırk sekiz saat idare eder. Haberleşmemiz tamamen koptu. Nanoteknolojik korumamız da devre dışı kaldığı için hava aydınlandığında görünen bir hedef olacağız. Tüm üstünlüklerimizi kaybetmiş durumdayız. Reaktörleri kapatmak zorunda kalmamız çok kötü oldu. Denizin ortasında açık bir hedef durumuna düştük.” “Kaptan, nedir bu garip olay sizce?” “Bilmiyorum komutan. İranlılar bize bir oyun yapmış olabilir. Belki de Ruslar, bilemiyorum… Acaba diğer gemiler de bu durumda mı, denizaltılarımız çalışıyor mu, Pentagon ne yapıyor? Oh tanrım! Nedir bu lanet şey?” İkinci Kaptan Lancer söze karışarak: “Louisiana’dan gelmesi gereken mesajın gelmemiş olması, onların da benzer bir sorunu olduğunu anlatıyor bence. Aynı şeyin Arizona’nın da başına geldiğini düşünebiliriz. Telsiz bağlantısı kesilmişti biliyorsunuz. Karşıdan bakıldığında, sanırım şimdi biz de aynı durumdayız Kaptan.” “Haklısınız Albay. Bu durumda olayın içsel olmayıp, bölgesel bir sorun olduğunu düşünmeliyiz. Fakat çözüm nedir? Kurtulmak için ne yapmalıyız? Bu sorulara da cevap bulmak zorundayız.” “Problemin dışımızdan kaynaklandığını düşünürsek, çözümünü de dışarıda aramamız gerekir bence, Kaptan.” Filo Komutanı konuşmaları dinlerken bir yandan da düşünüyordu. Fakat bir çıkış yolu bulamamıştı. Bilinmeyen bir düşmanla mücadele söz konusuydu ve çözüm belirsizdi. Sonunda asık bir yüzle, yere bakarak konuştu: “Anlaşılan, şimdilik yapacak fazla bir şey yok. Araştırmaya ve düşünmeye devam ederken sanırım bir süre sakince bekleyeceğiz Kaptan. Bu arada her türlü saldırıya karşı olabildiğince hazırlıklı olmalıyız.” “Evet Komutan, haklısınız. Bence bütün personele silah verip güvertede görevlendirmeliyiz. Gemiyi en iyi şekilde savunmalıyız. Bu şartlarda uzaktan saldırı tehdidi altında olduğumuzu sanmıyorum. Yakın tehditlere karşı da personel savunmasına geçmekten başka çaremiz yok zaten.” O sırada reaktör odasında görevli bir Yüzbaşı köprüye giriş yaptı ve selam verdikten sonra Kaptana sözlü durum raporunu vermeye başladı. “Komutanım, dört reaktörümüz de iyi durumda, ancak soğutucu pompalar çalışmadığı için reaktörleri çalıştıramıyoruz. Sorunun elektrik üreten jeneratörlerde olduğunu sanıyoruz. Her şey normal göründüğü halde elektrik enerjisi alamıyoruz. Yedek sistemler de bilemediğimiz bir nedenle devre dışı. UPS’lerin hiçbiri çalışmıyor, sebebini araştırıyoruz efendim.” “Pekâlâ, Yüzbaşı, araştırmaya devam edin. Bu arada sistemi her an devreye alabilecek şekilde hazır tutun. Bu durum her neyse, ortadan kalktığında ani bir saldırıyla karşılaşabiliriz. En az iki reaktör sürekli hazır durumda olmalı.” “Başüstüne Amiralim. İki reaktörümüzü, her an devreye girebilecek şekilde hazır tutacağız efendim!” Bir başka Subay daha selam vererek Kaptanın yanına geldi: “Efendim, Arizona destroyeri ışıkla S.O.S. veriyor.” “Demek ki onlar da aynı durumdalar. Bizim durumumuzu Arizona’ya bildirin. Sorunun bölgesel olduğunu düşünüyoruz, onun için şimdilik bizden yardım beklemesinler. Sabahı bekleyeceğiz.” Bu sırada, Kaptanla konuşabilmek için bir süredir geride bekleyen iaşe Subayı da yaklaşarak selam verdi. 19 “Amiralim, ısıtıcılarımız çalışmadığı için personele sıcak yemek verme...” “Bok yiyin Teğmen, tamam mı?! Haydi, şimdi defol buradan!” Son derece sinirlenen Amiral işaret parmağı ile kapıyı gösteriyordu. Hem hiyerarşik atlama hem de zamanlama hatası yapan genç subay, bu sert tepki karşısında kıpkırmızı bir yüzle köprüyü terk etti. Doğu Akdeniz Kaptan Westwood denizaltının kontrol odasında, ağır adımlarla bir öne bir arkaya yürüyerek içinde bulundukları durumu düşünüyordu. Sıkıntısı her halinden belliydi. Saçları gayet düzgün olduğu halde zaman zaman eliyle saçını düzeltiyor, kimyasal fenerlerle aydınlatılan odada subaylar gözleriyle kaptanı takip ediyorlardı. Bir ara durdu ve kolundaki saate baktı. Akrep ve yelkovan 01.45’i gösteriyordu. Kaptanın gözleri birden büyüdü: “Hayret! Saatim çalışıyor!” Oysa denizaltının saatleri çalışmıyordu. Yirmi yıl önce, mezuniyet töreninde babasının hediye olarak verdiği Seiko marka, mekanik bir saatti, fakat orta gelir seviyesindeki bir ailenin oğlu olan Westwood için manevi değeri çok büyüktü. Babası törenden sonra hediyesini verirken gözlerindeki nemli bir gururla oğlunun yanaklarından tutarak, “Sevgili oğlum, sen bir gün Amiral olacaksın. İşte o gün ben yanında olamazsam bu saat sana beni hatırlatsın. Ona her baktığında, her nerede olursam olayım o anda seninle gurur duymakta olduğumu bilmelisin. Hayatın çok güzel olsun ve Tanrı seni korusun,” dedikten sonra yanaklarından öpmüştü. Westwood saatine bakarken gene bu duygulu sahne tekrar gözlerinde canlanmıştı. Albay Westwood, ailesine ve özellikle de babasına çok değer veren, her fırsatta ona sevgi ve saygısını göstermekten asla vazgeçmemiş, vefalı bir adamdı. Bu yüzden yirmi yıldır aynı saati takmaktan da bıkmamıştı. Üç yıl önce karısı ona yeni bir saat hediye etmek istemiş, fakat Westwood kabul etmemişti. Kaptan Westwood, düşünceli bir şekilde saatine bakarken yüz ifadesi gittikçe gerginleşiyordu. Elektronik ve sayısal sistemler bir şeyden etkilenmiş ve durmuştu, fakat mekanik sistemler çalışıyordu. Akülerde enerji vardı. Bu durumda ne yapmalıydı? Bir süre daha sessizlik içinde düşündükten sonra kafasındaki fikirleri bir sıraya soktu ve eliyle saçını düzeltirken daha da sertleşmiş olan bakışlarını iletişim Subayına çevirerek kararını bildirdi: “Teğmen, seyyar anteni güverteye kurun. Basit bir maniple yaparak mors haberleşmesine geçelim. Elektronik devre kullanmayın, çünkü çalışmayacaktır. Çok ilkel, basit bir cihaz oluşturarak mors haberleşmesi yapacağız. Frekans önemli değil. Haberalma örgütlerimiz bizi mutlaka duyacaktır.” Aslında bu da ümitsizce bir çabaydı, fakat gene de denemeye değerdi. İletişim çok önemliydi ve Kaptanın her çareye başvurması, her yolu denemesi gerekiyordu. Denizaltının içinde hızlı bir çalışma başladı. Kimyasal fenerlerin ışığında, güverteye bir verici anten kuruldu ve kontrol odasına kadar kablolar döşendi. Akülere bağlantılar yapıldı. Maniple olarak iki adet cıvata kullanacaklardı. Çünkü denizaltıda maniple yoktu. Öyle gelişmiş, modern sistemlere sahiptiler ki, ilkel bir alet olan manipleye ihtiyaçları olması akla gelecek bir şey değildi. İhtiyaç olduğunda mors iletişimini bile bilgisayarlar otomatik olarak gerçekleştiriyordu. 20 Kabloları her iki cıvataya bağladılar. Cıvatalardan birini konsolun üzerine sabitlediler. İletişim subayı yalıtkan bir eldivenle elinde tuttuğu diğer cıvatayı sabit cıvataya vurarak devreyi kapatıp açacak, böylece mors sinyalleri oluşturacaktı. Umman Denizi, Sabaha Karşı Bütün gece gözünü bile kırpmamış olan Amiral Bury, ikinci kaptanla birlikte köprü güvertesinde, gece görüş dürbünüyle etrafı inceliyorlardı. Amiral Bury, büyük bir gururla komuta ettiği bu dev uçak gemisinde bir gün böyle bir duruma düşebileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Bu yüzden sinirleri gittikçe bozulmaktaydı. Zaman geçtikçe personelin gerginliği de artıyor, içinde bulundukları çaresizlikle, aralarında tartışmaya ve kavga etmeye başlamış olan askerleri, amirleri bile yatıştırmakta zorlanıyordu. Az sonra hava aydınlanmaya yüz tuttuğunda, yakındaki gemiler çıplak gözle seçilebilir hale gelmişti. İki mil güneyde Arizona destroyeri, sekiz on mil açıklarında ise sabit durumda birkaç gemi ve yirmi mil güneydoğuda uçak gemisi USS Nimitz vardı. Deniz oldukça sakindi. Bu sırada Amiral Bury, hem Arizona’dan hem de uzaktaki Nimitz’den ışıldakla sinyal verildiğini fark etti. İkinci Kaptanı uyararak dürbünle okumaya devam etti. Arizona’nın Kaptanı hâlâ S.O.S. veriyordu. Destroyer bozulmuş, hareketsiz kalmışlar, silahları da telsizleri de çalışmıyordu. “Tıpkı bizim gibi,” diye düşündü Kaptan. “Diğer gemilerin de durumu aynı idi anlaşılan.” Albay Lancer’a talimat vererek hemen iki şişme bot ile, ikişer adamı Nimitz ve Arizona’ya göndermelerini, G.W.Bush’un durumunu onlara bildirmelerini, sonra da geri dönerek onlardan aldıkları bilgileri kendisine iletmelerini söyledi. Birkaç saat sonra gelen bilgilerden de anlaşıldığı gibi meçhul bir saldırıya uğradıkları sonucuna varmışlar ve hepsi de şimdilik beklemekten başka yapılabilecek bir şey olmadığını kabul etmişlerdi. Bir taraftan da çare üretmek için düşüneceklerdi. Soğuk yenen öğle yemeğinden sonra Amiral Bury bütün subaylarını yemek salonunda toplamış, planını açıklıyordu. “En güçlü adamlardan seçilmiş altı kişilik bir ekip hazırlayın Albay. Bu ekip kürek çekerek Oman (Umman) kıyılarına çıkacak, Muscat kentine ulaşacak ve oradan bilgi edinmeye çalışacaklar. Oman elçiliğimizle temas kurarak durumu Birleşik Devletlere iletmeye ve yardım sağlamaya çalışacaklar. Bu da olmazsa ikiye ayrılarak bir ekip Batı ülkelerine ulaşmaya çalışırken, diğer ekip de geri dönerek bize bilgi getirecek. Anlaşılmayan bir şey var mı?” Albay Lancer: “Hayır Kaptan. Her şey anlaşıldı. Ben adamları bizzat seçeceğim. Yanlarına bir miktar para, erzak, silah, pusula ve kimyasal ışık da vereceğim.” “Birkaç da işaret fişeği alsınlar. Karaya vardıklarında bize iki fişekle işaret versinler. Dönerken de aynı şekilde. Eğer bir tek fişek görürsek bir sorunları olduğunu anlayacağız...” Albay Lancer altı adamı sualtı komandoları arasından seçmişti. Bu gergin ortamda bile şakacılığı elden bırakmayan Albay, en kısası 1.80 olan bu askerlerin hepsinin karnına birer yumruk atarak dayanıklılık testi bile yapmıştı. Esas duruşta- 21 ki askerlerden yumruğu alıp da en küçük bir sendeleme göstereni ayırmış, diğerlerine “Sizler bu görev için gönüllü olarak seçildiniz denizciler!” demişti ciddi ciddi. Albay Lancer’ı tanıyan bütün askerler, samimi ve şakacı yapısıyla onu seviyorlardı. Altısı da Albayın vereceği göreve seve seve gitmeye hazır ve istekliydiler. Lancer onlara görevlerini espriler yaparak anlattı. Silah ve diğer mühimmatı almalarını söyleyerek otuz dakika sonra bir tahliye botuyla en yakındaki kent olan Sur kentine doğru yola çıkmalarını emretti. Yarım saat sonra Amiral Bury ve Albay Lancer köprüde diğer Subaylarla birlikte tahliye botunun gemiden ayrılışını izliyorlardı. Amiral: “Getirecekleri ve götürecekleri haberler çok önemli. Çıkış yolunu ancak böyle bulabileceğimizi düşünüyorum. Umarım bir terslik olmadan bu görevi başarırlar,” Albay Lancer: “Amiralim, bu ekip on saatten önce karaya varamaz. Başka yapacak bir şey de yok zaten. Siz bu arada biraz dinlenseniz iyi olur efendim.” “Haklısın Albay, ben biraz uyumalıyım. Bir gelişme olursa beni derhal uyandırın.” Doğu Akdeniz USS Louisiana denizaltısı, sırtı suyun üzerindeki uzun gövdesiyle, alacakaranlıkta hareketsiz duran iri bir deniz canavarını andırıyordu. Dalgalar ısrarla denizaltının gövdesine vurarak sessizliği bozarken, periskop kulesindeki Kaptan da dürbünüyle çevreyi inceliyordu. Görünürde tek bir cisim bile yoktu. Bu uğursuz gecede, güverteye kurulan basit verici anten ise dev bir örümceğe benziyordu. Westwood aniden ürperdi. Kulenin merdivenlerinden inerken yüzünde çok sıkıntılı bir ifade vardı. Doğruca iletişim Subayının yanına geldi. “Durum nasıl? Mesajı gönderebildiniz mi Teğmen?” “Mesajı defalarca gönderdik göndermesine, fakat cıvatalardan hiç kıvılcım çıkmadı. Oysa kıvılcımlar çıkması gerekmez miydi efendim?” “Düşünüyorum da, bu cihazları bozan her neyse, elektrik akımlarını ve elektromanyetik dalgaları da bozuyor olabilir. Yani, hiç mesaj gönderememiş olabiliriz Teğmen.” Yüzbaşı Dakota sabırsız bir merakla söze karıştı: “Anlayamıyorum efendim. Sizce nedir bu?” “Bir bilebilsem Yüzbaşı, bir bilebilsem…” O sırada Yarbay Welles de Kaptanla Yüzbaşının yanına gelmişti. “Geçen seneki tatbikatta yaşadığımız duruma biraz benziyor Kaptan,” diyerek söze karıştı. “Evet, o tatbikatta bazı yeni sistemler denenmişti. Haberleşmeyi bozan elektromanyetik yayınlar falan, ama bizim tüm enerjimiz kesildi. Bu bir manyetik alan olsaydı anlardık. En azından benim saatim de dururdu. Bu başka bir şey Yarbay, hem de çok güçlü bir şey.” Teğmen Albert söze karışarak: “Bu bir Elektromanyetik Bomba olabilir mi Kaptan?” “Sanmıyorum Teğmen. Çünkü öyle olsaydı, tüm cihazlarımız onarılamaz şekilde hasar görür, hatta yanardı.” 22 Yüzbaşı, daha fazla dayanamadı ve dakikalardır kafasında kurduğu düşünceyi sonunda dışa vurdu: “UFO gibi bir şey olabilir mi Kaptan?” Kaptan şaşırmış gibi bir ifadeyle Yüzbaşıya baktı. Sonra eliyle saçını düzeltti ve saatine bakarak cevapladı: “Öğreneceğiz Yüzbaşı. Nasıl olsa anlayacağız sonunda.” “Öyleyse şimdi ne yapacağız Kaptan?” Kaptan, yanındaki Yarbaya döndü ve düşüncelerini el hareketleriyle de destekleyerek, kelimelerin üzerine basa basa konuşmaya başladı: “Bakın, biz kırk beş feet derinlikteyken motorlar durduğunda, gemi batmaya başladı. Öyle değil mi? Yaklaşık yüz yirmi feet’e indiğimizde ise sistemler kendiliğinden düzeldi... Biz ne yaptık? Hızla yüzeye çıktık! Ve daha tam çıkmamıştık ki, yolda enerjimiz yeniden kesildi. Bu olaylar size ne anlatıyor Yarbay?” “Tuhaf bir saldırıya uğradığımızı düşünüyorum Kaptan. Suyun içinde bizi etkileyen bir alan olmalı.” “Başka?” “Batarken sistemler kendiliğinden çalıştığına göre, derindeyken daha güvende olduğumuzu düşünebiliriz, bunu mu soruyorsunuz Kaptan?” Kaptan, konuşurken işaret parmağını Yarbayın göğsüne doğru sallıyordu. “Evet! Aynen söylediğin gibi Yarbay! Bu şey her neyse, yüz yirmi feet derine işlemiyor!” “Öyleyse yüzeye çıkmasaydık s..tiğiminin şeyinden yırtmıştık,” diye atılan Teğmen Albert ağzından kaçırdığı söz yüzünden mahcup olmuştu. Kızararak ekledi: “Affedersiniz Kaptan.” Kaptan, Teğmene ters ters bakarken Yarbay Welles çenesini kaşıyarak araya girdi: “Fakat o derinlikte füze atışı yapamazdık Kaptan.” “Evet! Ama şimdi de yapamıyoruz. Dalabilirsek, hiç olmazsa kaçar kurtuluruz bu şeyden.” “Ne planlıyorsunuz Kaptan?” “Botu batıracağız Yarbay.” Bunu duyan Welles’in gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi açıldı. “Fakat çok riskli değil mi Kaptan? Ya motorlar çalışmazsa, sonumuz olur!” “Ama az önce çalışmıştı Yarbay... Başka fikri olan var mı baylar?” Yarbay Welles hâlâ gözlerini iri iri açmış Kaptana bakıyordu. Kimseden ses çıkmadığını görünce tekrar itiraz etmek gereğini duydu. “Bakın Kaptan, bilmediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Belki de büyük bir saldırı altındayız, ama özelliklerini bilmediğimiz bu etkiye karşı, dalmakla çok yanlış bir şey yapıyor olabiliriz. Böyle körleme bir dalış çok riskli olur diye ısrar etmek zorundayım efendim.” “Peki, böyle oturup bekleyecek miyiz Yarbay? Sizce, içinde bulunduğumuz bu süper denizaltıyı, içindeki yüz elli dört personeli, nükleer füzelerimizi, bütün gelişmiş silahlarımızı düşmana bu kadar kolay teslim mi edelim? Bunu mu istiyorsunuz?” Yarbay biraz düşündükten sonra: “Bence bu riskli durumda, hiç olmazsa bir oylama yapmalıyız efendim. Bottaki herkes fikrini söylesin, böylece riski paylaşmış oluruz. Ne dersiniz?” Westwood kısa bir süre düşündükten sonra kararını açıkladı. 23 “Olabilir... Fakat sadece subaylar Yarbay, anlaşıldı mı? Sadece subaylar!” “Anlaşıldı efendim.” Oylama sonucunda dalalım diyenler on kişi, bekleyelim diyenler on bir kişiydi. Üç subay da “kararı kaptana bırakıyorum” şeklinde oy vermişti. Bu durumda dalacaklardı. Fakat bu kararla ileride başlarına ne geleceğini de bilmiyorlardı. Kaptan kararlı bir sesle hazırlık emirlerini vermeye başladı: “Dalmak için çok düşük bir sephiye istiyorum. Dakikada yirmi feet ineceğiz. Teknik ekip gerekli hesaplamaları yapsın. Yarbay, şu uyduruk anteni söktürün. Her ihtimale karşı yerimizi belirtmek için su yüzeyine bir işaret balonu bırakalım. On dakika sonra dalmaya hazırlanın.” Kaptan dalış için emirlerini vermeye devam ediyordu: “Yüzbaşı, tank kapaklarını elle açmak için ekibinizi hazırlayın. Emirlerimi sözlü olarak iletmeleri için iki adam burada beklesin. Makine dairesine iletişim zinciri oluşturun. Ön ve arka taraftaki dengeleme tanklarının başına da iki adam gönderin. On dakika sonra demir alıyoruz! ” Plan uygulanmaya başlamıştı. Güvertedeki anteni hızla söken iki asker, kabloları da elle topladıktan sonra güverteye açılan kapakları kapatmışlardı. Su üstüne, çelik bir halatla bir dubaya bağlanmış, fosforlu turuncu renkte bir işaret balonu bırakmışlardı. Denizaltı artık dalmaya hazırdı. Eğer her şey planladıkları gibi giderse kurtulabileceklerdi. Jeneratörler çalışırsa, oksijen üreten sistemleri sayesinde su altında istedikleri kadar kalabilirler, istedikleri yere gidebilirlerdi. Fakat sadece üç aylık yiyecek stokları vardı. On dakika sonra Yarbay Welles: “Ana tank kapakları açık. Adamlar yerlerini aldı. Hazırız Kaptan.” “Hava boşaltma vanalarını açın!” Kaptanın emriyle harekete geçen bir çavuş emri iletti ve hava boşaltma vanalarını açtılar. Bu sırada denizaltının çeşitli kesimlerinde düdükler çalınmaya başlamıştı. Boşalan havanın yerini tanklara dolan deniz suyu alıyordu. Bıraktıkları hava denizin yüzeyinde fokurdayarak dalgalarla boğuşurken, denizaltı yavaşça suya gömülmeye başladı. Ne kadar derine indiklerini sadece tahmin edebilirlerdi. Kaptan kol saatine bakarak saniyeleri yüksek sesle sayıyordu, tek çalışan saat onunkiydi. Kontrol odasındaki tüm subaylar kaptanın sayışını dikkatle takip ederek gerekli uyarıları zamanında yapmanın hesabı içindeydiler. Önce seyir subayının sesi duyuldu: “Negatif sephiye için, son on saniye Kaptan.” “Hava boşaltma vanalarını kapatın!” Kaptanın emrini duyan çavuş saniyeleri geriye doğru ve yüksek sesle sayarak tekrar makine dairesine gitmek üzere yerinden fırladı. Artık bu durumda, yapılan işlemin geriye dönüşü yoktu. Jeneratörler çalışmadıkça bu tanklara yeniden gaz veya hava basarak suyu boşaltmaları ve denizaltıyı hafifleterek yüzeye çıkarmaları mümkün değildi. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Subaylar bu sessiz ve gergin bekleyişte kendi kalp atışlarını bile duyabiliyorlardı. Telsiz Subayı Teğmen Martin ile yanındaki Teğmen Albert’ın alnında boncuk gibi ter damlacıkları oluşmuştu. Eğer sistemler çalışmazsa onları kimse kurtaramazdı. Yirmi dört saat sonra oksijenleri bittiğinde hepsi ölmüş olacaklardı. 24 Teğmen Albert de Martin gibi, yirmi yedi yaşındaydı. Sanki sonar çalışıyormuş gibi kulaklıklarını takmış, istem dışı olarak korkusunu gizlemeye çalışıyordu. Çünkü elinde olmadan kafasında kendi ölüm sahnesini hayal ediyordu. Oksijensizlikten ölmek feci bir şey olmalıydı… Sonra da arkadaşları ölürken, yüzlerinin alacağı ifade tek tek gözünde canlanmaya başladı. Gözbebekleri büyümüş, nabzı daha hızlı atar olmuştu. Bu sırada Radar Subayı Teğmen Fredman, Albert’e bakıyordu. Başını çevirince yüzündeki korku ve şaşkınlık ifadeleri birbirine karışmış halde olan Fredman ile göz göze geldiler. “Görünüşüm korkunç olmalı,” diye düşündü Albert. Başını diğer tarafa çevirince de Teğmen Martin’in bakışlarıyla karşılaştı. Hafif yeşilimsi bir ışık saçan kimyasal fenerlerin etkisiyle Martin’in yüzü bir şeytanı andırıyordu. Sanki biri boğazını sıkıyormuş gibi hissetti ve kulaklıkları çıkarıp konsolun üzerine fırlatarak derin bir nefes aldı. Yakasını gevşetti ve mendiliyle alnını sildi. Yaklaşık beş dakika olmuştu. Westwood’a göre, hesaplanan dalma hızıyla neredeyse 30 metreyi (yaklaşık 100 feet) geçmiş olmalıydılar, emri vermek için biraz daha bekleyecekti ki; bu sırada birdenbire denizaltının içi aydınlanıverdi. Acil aydınlatma ışıkları gene kendiliğinden çalışmıştı. Subaylar şokun etkisiyle, bilinçsizce bağırdılar: “Acil ışıklar çalıştı Kaptan!” Hemen o anda Kaptanın gür sesi duyuldu. “Reaktörü devreye alın!” Bu ikinci emri alan başka bir çavuş da hızla reaktör odasına doğru harekete geçti. Birkaç dakika daha sessizce geçmişti ki, kontrol odasındaki monitörler ışık saçmaya, elektronik cihazlar cızırdamaya başladılar. Jeneratörler çalışmıştı. Enerji sorunu tamamen düzelmiş, sistemler geri geliyordu. Kontrol odasındaki subaylar hep birden “oleeey!” diye bağırarak Kaptanı tebrik ettiler. Kontrol odasında büyük bir sevinç vardı. Gözleri karanlığa uyum sağlamış olan personele bu loş ışıklar bile şimdi çok parlakmış gibi geliyordu. Teğmen Albert oturduğu koltukta zıplayarak elleriyle telsiz konsoluna vuruyor, çocuklar gibi sevinirken kendini kontrol edemiyordu. Monitörlerdeki ışıklar bir yanıp bir sönerek, sabitleşinceye kadar odanın içinde renk renk desenler oluşturdular. İç haberleşme de düzelmişti, fakat dış haberleşmede hiçbir gelişme yoktu. Yüzeye gönderdikleri antenler de işe yaramıyordu. Kaptan sol eliyle saçını düzeltirken, gemisini kurtarmış olmanın verdiği gururlu ve sakin bir tavırla yeni rotalarını bildirdi. “Rotamızı Atlantik’e çevirelim Yarbay. Derinlik üç yüz feet.” “Efendim, üsse mesaj göndermeyecek misiniz?” “Yararı yok Yarbay. Buradan mesaj gönderemeyiz. Onu daha sonra, başka bir yerde deneyeceğiz.” “Başüstüne Kaptan. Teğmen Martin, antenleri geri çekin. Yüzbaşı Dakota, bizi Atlantik’e götürmek için yeni bir rota oluşturun. Derinlik üç yüz feet, motorlar tam yol. Teğmen Albert, aktif sonar taramasına geçin.” Bu sırada Kaptan Westwood dâhili mikrofonu eline alarak personele bir anons yapmaya başladı: “Tüm personelin dikkatine! Kaptan Westwood konuşuyor... Bilinmeyen bir güç tarafından tüm sistemlerimiz etkilendiği için, bu bölgede yüzeye çıkamıyoruz. Aynı nedenle dış haberleşmemiz de kesiktir. Belirsiz bir süre ailelerinizle de haberleşemeyeceksiniz. Bunun için üzgünüm... Dalarak şimdilik bu gücün etkisinden kurtulduk. Şu anda Atlantik Okyanusuna doğru yol almaktayız. Uzun bir süre, su altında, başımızın çaresine bakmak zorunda kalabiliriz. Bu nedenle, şu andan itiba- 25 ren ikinci seviye EP(5) uygulamasını başlatıyorum. Bu talimat, EP kaldırılıncaya kadar geçerlidir.” Kaptan mikrofonu kapattıktan sonra Yarbay Welles’a dönerek ek önlemleri bildirdi: “Lojistik Subayına bildirin; yiyecek ve içecek stokumuz idareli kullanılsın. İçme suyu üretimini arttırsınlar. Oksijen üretimini de maksimum stok seviyesine çıkartalım Yarbay. İleride ne ile karşılaşacağımız belli değil.” Washington D.C. Yerel saatle 18.30 (Operasyonun başlamasından bir saat sonra) White House’da büyük bir hareketlilik vardı ve dışarıya yansıtılmamaya çalışılıyordu. Ziyaretçi girişleri durdurulmuş, hatta dış kapıların hepsi kapatılmıştı. Askeri yetkililer ve başkanın güvenlik danışmanları Oval Ofiste toplanmışlar, bazıları mobil telefonları aracılığıyla kendi birimlerinden bilgi alıyorlardı. Birleşik Devletler Başkanı Benjamin Owner sinirlerine hâkim olmaya çalışırken, olanlar yüzünden kafası da karmakarışık durumda, danışmanları ile tartışıyordu. Ceketini çıkartmış, kravatını da gevşeterek kendisini biraz rahatlatmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen uzun ve ince vücuduyla, arkadan bakıldığında genç bir delikanlı görüntüsü veren Başkan, kendini yorgun bir tavırla, masasının arkasındaki deri koltuğuna bıraktı. Bu sırada kapı açılarak içeriye Dışişleri Sekreteri (Bakanı) Ronnell Caroline, yanında erkek yardımcısı ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sanford birlikte girdiler. İnce yapılı, sarı saçlı, beyaz tenli, oldukça havalı ve otoriter bir kadın olan Dışişleri Sekreteri Caroline’nin, genelde gülümsemesi eksik olmayan yüzünde şimdi gergin bir ifade vardı. Öyle ki, ustaca yapılmış olan makyajı bile, yılların izlerini örtmeye yetmiyordu. Seri adımlarla Başkana doğru ilerlerken heyecanlı bir tonda konuşmaya başladı: “İsrail’le de iletişimimiz koptu Sayın Başkan.” “Nasıl? Özel hat, uydular da mı yok?” “Hiçbir şekilde temas yok Sayın Başkan. Uydu bağlantılarımız az önce koptu. Elimize ulaşan son bilgi, Türkiye’deki Büyükelçimizin acil raporu efendim. TW cihazından çıkan haliyle hemen ulaştırıldı. İşte buyurun.” Elindeki mavi klasörden çıkartıp, Başkanın masasına üç sayfalık bir yazı bırakmıştı. Başkan raporu okurken yüzü önce sararmış, daha sonra koyulaşarak sanki morarmıştı. Okuması bitince kaşlarını çatmış halde ayağa kalktı ve Dışişleri Sekreterine dönerek sert bir sesle, “Bunun açıklaması nedir Carol?” diye sordu. “Efendim, bildiğiniz gibi Türkler, son yıllarda beş-altı uyduyu uzaya göndermişlerdi. İstihbarata göre; muhtemelen yeni bir silah sistemi geliştirmiş olabilirlermiş. Tüm istihbaratçılar bunun mümkün olduğunu ve daha önce kendilerinin bu konuda atlatılmış olabileceklerini söylüyorlar. Ancak operasyon başladıktan sonra, bu uyduların yörünge değişikliği sayesinde etki alanlarını ve olası niyetlerini çözebilmişler. Çok kısa bir süre önce edinilen bu bilgiler doğru ise, Türkler şimdi bizi bu silahlarla tehdit ediyorlar demektir. Varılan sonuç budur.” 5 EP: Emergency Procedure. Acil durum prosedürü 26 “Bizim Donanmamıza ve Hava Kuvvetlerimize karşı bir uydu silahını mı kullanıyorlar yani? Bunu mu söylüyorsun? Hem de beş veya altı uydu öyle mi? Yani, sayısını bile tam olarak bilemiyoruz?” “Evet efendim.” “Peki, bizim haberalma ne yapıyor? Neden önlem alınmadı?” Bu sırada Başkan Yardımcısı Edgar Fowler, Başkanın uzattığı raporu almış, bir göz atmıştı. Sonra raporu güvenlik danışmanı William Arthur’a uzattı. Arthur raporu hızlıca okurken Fowler, başkana dönerek konuşmaya başladı: “Sayın Başkan, bu sadece bir gösteridir. Başka bir anlamı yok. Bizimle ve silahlarımızla başa çıkmaları mümkün değil. Ödün vermek zorunda değiliz, rahat olun. Türkiye bizi şaşırtmış olabilir, fakat uzun vadede Birleşik Devletlerin gücü önünde dayanamazlar. Bu mümkün değil!” Birleşik Devletler Başkanı Benjamin Owner, gene de bu beklenmeyen gelişme nedeniyle oldukça zor bir durumdaydı. Çeşitli basın organları Türkiye’nin uyarısını halka duyurmuş, bazı insanlarda tedirginlik başlamıştı. Birçok ülkede olduğu gibi Washington’da da basın mensupları hükümet yetkililerinin kapısında bekliyor, sorulara cevap istiyorlardı. Yönetimler ise hazırlıksıztı. Oval Ofis’te bulunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral North, bu sırada telefonla konuşuyordu ve yüzü sapsarı olmuştu. “Kaç personel kaybettiğimizi öğrenir öğrenmez bana bildirin!” dedikten sonra telefonu kapatıp Başkana döndü: “Sayın Başkan, az önce kötü haberler aldım. Pasifik’teki ve Atlantik’teki tüm gemilerimiz hareketsiz kalmış. Denizaltılarımızdan da haber alamıyoruz. Devriye uçuşu yapan 57 uçağımız ve 12 helikopterimiz maalesef kayıp. Diğer uçaklarımızı da, kaybetme riskine karşı şimdilik uçuramıyoruz, Amerika kıtası dışındaki uydu haberleşmelerimiz de kesilmiş durumda. Türklerin uyarısını ciddiye alarak tüm sivil uçuşları durdurduk.” Başkan sıkıntıyla çenesini sıvazlarken gözlerini iyice açarak Orgeneral North’un sapsarı olmuş yüzüne bir süre baktı ve sonra tekrar Dışişleri Sekreterine dönerek sordu: “Türklerin istekleri ne Carol?” “Ortadoğu’da savaşa son vermemizi ve bölgeden çekilmemizi istiyorlar Sayın Başkan.” “Asıl istekleri, yani stratejik hedefleri ne Carol? Senin yorumunu istiyorum! Neden bunca yıllık dostluğumuza rağmen bize saldırıyorlar?” “Sanırım, onları çok fazla sıkıştırdık efendim. Uydu silahını da elde ederek -ki bunu nasıl başardılar bilemiyoruz- artık bir süper güç olduklarını ve küresel stratejik kararlarda söz sahibi olduklarını belirtmek istiyorlar diye düşünüyorum. Tabii ki hedefleri de biziz Sayın Başkan, yani Birleşik Devletler Yönetimi.” Başkan Owner içinde bulunduğu zor duruma rağmen rahatlamış gibi bir ifadeyle söylendi: “Hah… Bir bu eksikti. Bir cüce bize kafa tutuyor! Beş yüz milyar dolar bile etmeyen bir bütçe ile süper güç mü olacaklarını sanıyorlar? Çıldırmış olmalılar!..” O sırada Dışişleri Sekreteri, yardımcısı tarafından getirilerek eline verilen bir dosyayı aceleyle karıştırırken, kimseye fırsat bırakmadan tekrar konuştu. “Bay Başkan, sanırım gelişmeler doğrultusunda Türk yetkililerle görüşmeniz gerecektir. Bu yüzden bir hazırlık yaptım ve geçmişten bugüne kadar Türklerle aramızda yaşanmış önemli sorunları içeren bir dosya hazırlattım. Bu bilgilere ihtiyacınız olabilir.” 27 “Evet, onu bana başlıklar halinde, çabucak okur musun Carol?” Dışişleri sekreteri elindeki mavi dosyadan çıkardığı dökümanın ana başlıklarını yüksek sesle okumaya başladı. “İlk olarak, Başkan Jonson döneminde, Kıbrıs sorunu nedeniyle, Türkiye yönetimine sert bir mektup yazarak onları aşağıladık ve Kıbrıs’a askeri harekât yapmamaları konusunda tehdit ettik. Bundan on yıl sonra, yani 1974’te haşhaş ekimini yasaklamadıkları için ve aynı yıl gerçekleştirdikleri Kıbrıs çıkartmasıdan dolayı Türkiye’ye sıkı bir ambargo uyguladık ve sonuçta onları yetmiş sente muhtaç hale getirdik... Terör örgütü olduğunu resmen kabul ettiğimiz halde, PKK’yı gizlice destekledik ve kullandık... 1991 de Irak savaşı sırasında Kuzey Irak’ta kontrolsüz bir bölge yaratarak PKK’nın burada yerleşmesini ve barınmasını sağladık... Irak savaşı öncesinde Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasını mecliste reddettiklerinden dolayı kızgınlığımız sürerken, yeni savaş gemilerini bizden almak yerine vazgeçip Almanlarla anlaşmaları üzerine 1992 de Muavenet adlı Türk destroyerini füzeyle vurduk, geminin komutanı ile birlikte toplam beş asker öldü… 2003 yılında Kuzey Irak’ta görev yapan Türk askerlerinin karargâhını bastık ve askerlerin başına çuval geçirerek tutukladık. -Efendim, özellikle bu olayı Türkler hiç hazmedemediler- Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK kamplarına karşı kara harekâtı yapmasını engelledik. Bu yüzden PKK’nın etkinliğini yıllarca kıramadılar… Kuzey Kıbrıs’ı hâlâ tanımadık. Bilindiği üzere Kuzey Kıbrıs’a ekonomik ambargo uygulamaktayız… Ve son olarak Ermeni soykırım yasa tasarısını onayladık. Örtülü operasyonlarımız hariç olmak üzere, ana sorunlar böylece özetlenebilir. Ayrıntılar bu dosyada...” Dışişleri sekreteri Caroline elindeki kalın dosyayı başkanın masasına bırakırken, koltuğunu hafifçe yaylandırarak sallanmakta olan başkan, ellerini çenesinde kavuşturmuş halde, kısa bir süre düşündükten sonra konuşmaya başladı. “Hepsini hatırladım ve durumu gayet iyi anladım Carol. Kabul etmek zorundayız ki; canlarını epeyce yakmışız... Şimdi ne yapmak lazım, buna bakalım.” Başkanın güvenlik danışmanı Arthur: “Efendim, Türklere destek veren başkaları da olabilir. Yoksa böyle bir şeye cesaret edemezlerdi kanımca. Sanırım Ruslarla işbirliği içerisindeler. Belki Japonlar, hatta Çinliler bile işin içerisinde olabilir. Fakat ne olursa olsun, derhal sert bir cevap vermeliyiz. Aslında bu iyi bir fırsat bizim için, biliyorsunuz Ortadoğu politikamız nedeniyle hayli güçlendiler ve bölgedeki siyasi stratejilerde söz sahibi oldular. Aslında bunu biz istedik, fakat şimdi bu durum bizim ve İsrail’in Ortadoğu politikalarımıza zarar vermektedir. Yanlıştan bir an önce dönmek, bu fırsatı iyi değerlendirmek ve onları tekrar zayıflatmak zorundayız. En uygun kullanılabilir üslerimiz Romanya, Bulgaristan ve İsrail’de. Kıbrıs’taki İngiliz üslerinden de gerekirse birkaç füze gönderebiliriz. Boylarının ölçüsünü alırlar. Askerlerimizin de bir kısmı Anadolu’da nasılsa. İsterlerse savaş açsınlar. İki işi birden hallederiz olur biter. Onları diğer Müslüman ülkelerin gözünde küçük düşürebiliriz. Fakat hızlı davranmalıyız. Gecikmeler bizim aleyhimize olur. Öncelikle PS’i devreye sokmalıyız!” Başkan Owner’ın sorar gibi bakışları karşısında Orgeneral North açıklama yapma gereğini duydu. “Affedersiniz Sayın Başkan, daha önce fırsat olmadığı için size açıklama yapılamadı sanırım. PS yani Purple Switch, çok gizli bir savunma sistemidir. Aktiflediğimizde hiçbir Amerikan yapımı silah bize karşı kullanılamaz hale gelir. Uçaklar, füze sistemleri, her türlü savunma radarları ve savaş gemileri gibi…” 28 Arthur araya girdi: “Türklerin elindeki bütün silahlar zaten bizden alınmıştır. Sinyali aktiflediğimizde bize karşı hiçbir şey yapamaz hale geleceklerdir. Bu onları perişan eder.” Başkan Owner: “Fakat bu sinyali nasıl aktiflemeyi düşünüyorsunuz?” Orgeneral North: “Efendim, bu sinyali donanmamızdan da bölgesel olarak aktifleyebilmekteyiz ve bir an önce bunu yapmakta fayda var.” Danışman ve generaller Ortadoğu’daki durumu ve uydu silahının etkisini henüz tam olarak kavrayabilmiş değillerdi. Başkan Owner bilgi eksikliğinin farkındaydı. Arthur’u ve Orgeneral North’u dikkatle dinledikten sonra yardımcısına döndü: “NSA, CIA, DIA başkanlarını ve konseyi acil olarak toplantıya çağırın. En kısa sürede White House’ta olmalarını istiyorum.” Sonra da Dışişleri Sekreterine dönerek sordu: “İncirlik’te durum nasıl Carol?” “Şimdilik hiçbir bilgi yok Sayın Başkan. Temas kurmaya çalışıyoruz.” “Bu saldırı karşısında diğer NATO ülkelerini de harekete geçirebiliriz belki, ne dersin Art?” “Hayır, bunu unutun Sayın Başkan! NATO’yu bu işe hiç karıştırmamalıyız. Aksi halde büyük bir çıkmaza girebiliriz. Fakat siyasi açıdan NATO ülkelerinin desteğini tabii ki sağlamalıyız… Bakın, bu gelişmeler bizi iki, hatta üç cephede birden savaşmaya götürebilir. Sanırım bizi böylece sıkıştırıp, zayıflatacaklarını ve üstünlük kurabileceklerini düşünmüş olmalılar. Biz bu duruma karşı derhal hazırlık yapmalıyız.” Genelkurmay Başkanı Orgeneral North söze girdi: “Bizim böyle bir duruma karşı taktik planlarımız hazır Sayın Başkan. Hatırlarsanız Sayın Bush döneminde ordularımızın üç cephede birden savaşacak şekilde yapılandırılması kararı alınmıştı. Bu karar uygulandı ve şimdi ordularımız buna tümüyle hazır durumdadır.” “Güzel... Bu durumda biz hem İran’la hem Türkiye ile hem de gerekirse Ruslarla aynı anda savaşabileceğiz, doğru mu?” “Evet efendim. Aynen söylediğiniz gibi. Başkan Bush’un onayladığı bu yapılanma ile elimizi güçlendirmeyi ve büyük bir caydırıcılık yaratmayı hedef aldık.” “Bugün duyduğum en iyi haber bu oldu General… Demek ki, Gog-Magog(6) bu kez iyi bir iş yapmış!” Ortam birden gevşemişti. Durumun ciddiyetine rağmen sinirler boşalmış, oval ofistekilerin çoğu bu sözlere gülmüştü. Orgeneral Sanford, William Arthur’a dönerek alçak sesle sordu: “Bu Gog-Magog da nereden çıktı şimdi?” Arthur cevap verirken başını sinirli bir tarzda iki yana doğru sallıyordu: “Başkan Bush Fransa ziyaretindeyken, basının önünde, Başkan Chirac’a; “Gog-Magog geldi. Bana yardım et,” dediğinden beri Owner ona bu ismi taktı General. Bush ile dalga geçiyor.” Her kafadan bir ses çıktığı bu sırada, Donanma Harekât Dairesi Başkanı Oramiral Charmer ciddi bir yüz ifadesiyle ayağa kalktı. Bütün yüzler ona döndü. Toplantı başladığında odaya getirilmiş olan büyük ekrandaki Ortadoğu haritasının 6 Gog and Magog: Kur’an’da Yecüc ile Mecüc olarak geçen ve Hıristiyanlıkta kıyametin habercisi olarak ortaya çıkacağı belirtilen, zalim ve saldırgan iki kavim. Fakat Başkan Owner bu terimi eski başkan Bush’a taktığı bir lakap olarak kullanmaktadır. 29 yanına giderek, elindeki laser işaretçisiyle ekrana Ortadoğu’yu çevreleyen gelişi güzel bir daire çizdi. Charmer konuşmaya başladığında herkes susmuştu. “Sayın Başkan, Ortadoğu bölgesini kontrol eden tüm uydularımızı yok ettiler. Kuvvetlerimizle iletişimimiz yok. Orada neler oluyor, hiç bilmiyoruz. Büyük ihtimalle, saldırı gücümüz tamamen kırılmış olmalı. Fakat değerli komutanlarımızın gerekeni en iyi şekilde yaptıklarına eminim... Bu arada size hatırlatmak istediğim önemli bir konu var efendim. Bildiğiniz üzere Irak sınırında, şu bölgedeki Türk özel birliği bizim tüm ısrarlarımıza rağmen hâlâ geri çekilmedi. Ateş gücü yüksek olan bu birlik, bütün uyarılarımıza rağmen zaman zaman Irak topraklarındaki PKK kamplarına uzun menzilli toplarla ateş açarak, bizim İran operasyonlarımızı da etkiliyor, hatta uçaklarımız için de büyük bir risk yaratıyor. Ayrıca o bölgede kendi yaptıkları insansız uçaklarla dinleme ve gözetleme yapıyorlar. Bizden izin almadan yaptıkları bu faaliyetler nedeniyle ve ciddi bir uyarı olması için, o birliğe bir füze gönderilmesi yolunda, Akdeniz’deki denizaltımıza dün bir talimat vermiştik. Biliyorsunuz; Pit Team Operasyonu... Sonra da kamuoyuna, füzenin hedefinden saptığını ve Türkleri yanlışlıkla vurduğunu açıklayacaktık. Şimdiki durumda bu operasyon planımızı değiştirmek zorundayız. Yapılacak olan yeni operasyonlarda bu hedefi de dikkate almalıyız efendim. Bu konu çok önemlidir. Zira bu özel birlik, bizim geri çekilmesi yolundaki uyarılarımıza rağmen inatla...” “Evet, o yerin adı neydi General?” “Çukurca efendim.” “Ha evet, Çukurca, bunu dikkate alacağım General. Planlama safhasında tekrar değerlendirelim. Başka önerisi olan var mı arkadaşlar?” Birleşik Devletler Başkanı oval ofisteki herkesi dinledikten sonra: “Pekâlâ. Dışişleri kanalıyla bir karşı ültimatom gönderelim. Carol, bunu sen hazırla. Ulusal güvenlik toplantısı istiyorum. En kısa sürede Durum Odası’nda toplanalım. İngiltere Başbakanı ile bir görüşme ayarlayın. Bakalım onlar ne yapıyor. Bu yeni bir savaş durumudur beyler.” Genelkurmay başkanı Orgeneral North, başkanın karşısına gelerek sert bir selam verdi. “Bütün ordularımızı en yüksek alarm durumuna geçirmek ve gerektiğinde Purple Switch uygulamak için izninizi istiyorum Bay Başkan.” “İzin verilmiştir General North! Getirin, imzalayayım.” Moskova, Yerel Saatle 01.00 (Operasyonun başlamasından yarım saat önce) Başkanlık Sarayı’nda, Rusya Federasyonu Başbakanı Muklevich, Başkan Pushkin ve üst düzey yöneticiler gece yarısından beri toplantı halindeydiler. Kozmik Operasyonun başlamasına sadece dakikalar kalmıştı. Herkes heyecanlı bir bekleyiş içerisinde, toplantı salonunda fikir alışverişi yaparken, Türkiye’den gelecek haberlere odaklanmıştı. Vasilly Pushkin, Türklerin projesinin dünya ülkeleri kadar kendilerinin de yararına olduğunu gören, dünyadaki bu kötü gidişin sona erdirilmesi gerektiğini düşünen, ileri görüşlü bir liderdi ve Rus halkının büyük desteğini kazanmıştı. İki dönem üst üste Başkanlık yaptıktan sonra anayasa gereği aday olamamış, fakat aday göstererek seçilmesini sağladığı Muklevich’in teklifi ile 30 Başbakan olarak Rusya Federasyonunu yönetmeye devam etmişti. Aslında bu önceden planlanmış politik bir manevraydı. Sonraki dönemde tekrar başkan seçilen Pushkin, Rus siyasetçilerin büyük bölümünün de desteğini almıştı. O, güçlü bir lider olarak Türklerin Projesine inanmış, üstelik çok önemli ve anlamlı bir destek sağlamış, fakat Federal Meclisi ikna ederken çok zorlanmıştı. Pushkin onlara, geleceğe yönelik projeksiyonlar yaparak dünyayı ve Rusya’yı bekleyen tehlikeleri göstermiş, tek çıkış yolu olarak da böyle bir projeye sahip çıkmayı önermişti. Ona göre, dünya savaş tehditlerinden ve ekonomik krizlerden kurtulmalıydı artık. Türklerin projesi ise bunun için kaçırılmayacak bir fırsattı. Gerçi ileride federasyon dağılacak, tüm devletler bağımsız olacaktı ama gene de buna değerdi. Çünkü buna rağmen kazanç çok büyüktü; Birleşik Devletler, Avrupa ve Çin ile didişip durmak yerine, herkes için kazançlı olan bu plana yatırım yapmak çok daha akıllıcaydı. Ruslar, Ankara’daki gizli harekât merkezi ile özel bir uydu bağlantısı kurarak, görüntüyü salondaki büyük ekrana yansıtmışlar ve Ankara’daki merkezde görevli temsilcileri aracılığı ile gelişmeleri Rusça olarak anında alabiliyorlardı. Bu bağlantının çok gizli bir kodlamayla Moskova’ya ulaştırılması, Başkan Pushkin’in isteği üzerine, Türkler tarafından sağlanmıştı. Bu kod sayesinde, yayının başka birileri tarafından izlenmesi de olanaksızdı. Salondaki hoparlörden duyulmakta olan Rusça konuşmalar gittikçe yoğunlaşıyordu. Ankara’daki Rus temsilci, ABD ve İngiltere Büyükelçilerinin, Cumhurbaşkanlığı Köşkünden ayrılmakta olduklarını bildiriyordu. “Şimdi gelen bilgilere göre Büyükelçiler Köşkten çıkıyorlarmış... İki büyükelçi de Walker’ye ait makam aracına binmişler... Köşkten gelen bilgilere göre, Büyükelçiler ültimatomu almış, suratları asık olarak, şaşkınlık içerisinde köşkten ayrılmışlar. Büyükelçi Walker, içerideki görüşmede Türkleri tehdit edercesine konuşmuş, Cumhurbaşkanı Güney de uygun cevabı vererek görüşmeyi bitirmiş. Görüşmenin tutanakları en kısa sürede bize iletilecek efendim.” Bu bilgiler geldikten yirmi dakika sonra da Moskova’daki dev ekranda bir hareketlilik izleniyordu. Cumhurbaşkanı Güney başta olmak üzere Başbakan Eraslan, Genelkurmay Başkanı Koray ve diğer kuvvet komutanları, Harekât Merkezi olarak adlandırılan gizli yerde, büyük toplantı masasında yerlerini alırlarken görüntüye gelmişlerdi. Salondakiler konuşmalarını keserek ekrandaki görüntüleri ilgiyle izlemeye başladılar. Pushkin, sol tarafında oturmakta olan Federal Güvenlik Teşkilatı FSB’nin ikinci başkanına dönerek sordu: “Operasyonun başlamasına ne kadar var?” “Plana göre iki dakika kaldı Sayın Başbakanım.” Bu sırada duvardaki dev ekranda Genelkurmay Başkanı Koray’ın ayağa kalkarak Cumhurbaşkanı ile Başbakanın karşısına geldiğini ve selam vererek bir şeyler söylediğini izlediler. Hoparlörden gelen ses bilgi vermeye devam etti: “Genelkurmay Başkanı, operasyonu başlatmak için son bir defa Başbakan ve Cumhurbaşkanı’ndan onay istiyor efendim… Her ikisi de dünya için hayırlı olmasını dileyerek onay verdiler.” Ekranda, Genelkurmay Başkanının tekrar bir selam vererek döndüğünü ve masanın arkasında beklemekte olan Generale emir verdiğini izlediler. Emri alan Subay da selam verdikten sonra topukları üzerinde dönerek sert adımlarla şeffaf bir bölmenin arkasındaki kontrol merkezine girmişti. Operasyon birkaç dakika içinde başlamış olacaktı. Ruslar da çok heyecanlanmışlardı. 31 Bu sırada Başkan Pushkin, Başbakan Muklevich ve kurmaylarıyla kısa bir konuşma yaptıktan sonra görevli memurdan kâğıt getirmesini istedi. Hemen getirilen kâğıtlara bir şeyler yazmaya başladı. Tokyo, Yerel saatle 07.00 (Operasyonun başlamasından yarım saat önce) Japonya Başbakanı Ichiro Kanzaki ve kurmayları sabahın erken saatlerinde Başbakanlıkta toplanmışlardı. Bir gün önce Başbakan Kanzaki, İmparator ile son ayrıntıları görüşmüş, kendisine operasyonun ile ilgili bilgi vererek formaliteleri yerine getirmişti. Operasyon başladıktan sonra da her saat, gelişmeleri İmparator’a bildireceklerdi. Bulundukları toplantı salonunda, her türlü iletişimi sağlamak üzere gelişmiş sistemler kurulmuştu. Özel personel ayrı bir odada çalışmakta ve iç haberleşme sistemiyle istenen bağlantılar toplantı odasına aktarılmaktaydı. Kulaklıklı mikrofonu kafasında takılı olan bir dış ilişkiler görevlisi bürokrat, çeşitli bağlantılardan aldığı bilgileri sürekli olarak salondakilere aktarıyordu. “Operasyon başlamak üzere efendim. Şu anda Türk yetkililer ABD ve İngiltere’nin Büyükelçileriyle görüşüyorlarmış.” Başbakan Kanzaki gergin bir yüzle ve hiç konuşmadan dinliyordu. Saçsız yuvarlak başı, siyah çekik gözleri ve alnındaki derin çizgilere rağmen sevimli bir yüz ifadesi vardı. Dünyanın bu en önemli operasyonu nedeniyle, diğer birçok lider gibi Kanzaki de günlerdir gergin bir bekleyiş içerisindeydi. “Türkler, dünya ülkeleriyle ilgili kuruluşlara bir nota göndererek onları uyarmış bulunuyorlarmış Sayın Başbakanım. Uyarı notası bize de ulaşmış efendim.” Başbakan iki saat önce okumuş olduğu uyarı metnini bildiğinden bu haberi başını sallayarak onaylamıştı. “Şu anda Büyükelçiler Cumhurbaşkanlığı Köşkünden ayrılıyorlarmış Sayın Başbakanım.” Bu arada Başbakan ve diğer yetkililerin bulunduğu masaya, yeşil çay ve Japon usulü kahvaltı servisi yapılmaya başlanmıştı. Kahvaltı yaparken fikir alışverişinde bulunuyorlar, görevli bürokrat konuşmaya başladığında ise susarak gelen bilgileri dikkatle dinliyorlardı. Yarım saat sonra yapılan bir anons salondaki herkesi yerinden hoplatmaya yetmişti: “Türkler düğmeye bastı! Operasyon şu anda başlamış bulunuyor efendim! Öncelikle Ortadoğu bölgesinde, Akdeniz’de ve Hint Okyanusunun kuzeyinde PBDM uygulanıyor efendim!” Başbakan Kanzaki birkaç saniye nefesini tutmuş, iyice gerilmişti. Yanındakileri dinlerken gelişmeleri de ilgiyle izliyordu. On dakika sonra önemli haberler akmaya devam ediyordu. “Bölgeden gelen haberlere göre bütün ordular durmuş, bütün silahlar susmuş, enerji kesildiği için Ortadoğu karanlıkta kalmış.” “Türkler İncirlik’ teki Amerikan üssünün etrafını mekanize bir tümenle sarmışlar… Tesisi boşaltıyorlarmış efendim.” Başbakan, oturduğu yerde derin bir nefes çekerek şöyle bir kıpırdandı ve nefesini bırakarak tekrar başını salladı. 32 Dakikalar geçtikçe bilgiler akmaya devam ediyordu. “İran ordusu saldırganların şaşkınlığından yararlanarak, yoğun topçu ateşi desteğinde, piyadelerle gece hücumuna kalkmış. Suriye’de ise İsrail kuvvetleri şaşkın bir durumda geri çekilmeye başlamış efendim.” “Avrupa’daki çeşitli üslerden yüze yakın uçak havalanarak Akdeniz üzerinden doğuya doğru uçuyorlarmış efendim. Muhtemelen hedeflerinin Türkiye olduğu bildiriliyor.” “Birleşik Devletlerde ve İngiltere’de güvenlik toplantıları başlamış efendim. Ültimatom metni ilgili hükümetlerin hepsine ulaşmış bulunuyor.” Üç beş dakika ara ile gelen bilgileri iletişim görevlisi derhal salondakileri aktarmaya devam ediyordu. Japon Başbakan çok büyük, fakat çok da tehlikeli bir projeyi Türkiye ve Rusya ile birlikte yürütmekte olduklarını düşünüyor, ABD’nin karşı saldırıya geçerek nükleer silahlara başvurmasından endişe ediyordu. Böyle bir olasılık karşısında Türkler, Dünya yörüngesindeki Foton Topunu kullanarak tehlikeyi önleyeceklerdi. Buna güveniyordu. Aksi halde Japonya da hedef olabilir ve geçmişteki büyük felaketi tekrar yaşayabilirlerdi. Başbakan Kanzaki’nin en korktuğu olay bu idi. “Türkiye şu anda Atlantik ve Pasifik üzerindeki uyduları da çalıştırarak PBDM etkisini başlatmış olduklarını bildiriyor efendim.” Bu haberi duyunca Başbakan ve kurmayları biraz daha rahatlamışlardı. Artık denizlerden bir saldırı olasılığı neredeyse yoktu. Fakat ABD ve İngiltere’nin karadaki üslerinden gelebilecek balistik füze saldırılarına karşı henüz açıktılar. “Atlantik ve Pasifik’te çok sayıda uçak ve helikopter denize düşmüş, pilotların çoğu paraşütlerini açarak kurtulmuşlar fakat hiçbir gemi çalışmadığı için pilotları almaya kimse gidememiş efendim.” “Pilotlar saatlerce, hatta günlerce suda beklemek durumundalar,” diye düşündü Kanzaki. Sonra da yanındakilere dönerek sordu: “Pilotları kurtarmak için bir şeyler yapılabilir mi?” Japon Savunma Teşkilatı (JDA) Başkanı cevapladı: “Maalesef hayır efendim. Ancak PBDM etkisi kaldırılırsa bu olabilir, fakat o zaman da saldırılara açık hale geliriz. ABD ve İngiltere ile anlaşma sağlanmadan bu mümkün değil.” İletişim görevlisi bilgi vermeye devam ediyordu: “White House kapılarını kapatmış, şaşkınlık başlamış. Pentagon da aynı durumdaymış efendim.” Başbakan yanındaki yardımcısına dönerek sordu: “Türkler Foton silahını hiç kullanmışlar mı, bunu öğrenin.” İki dakika sonra gelen bilgiyi Başbakana aktardılar. “Şu ana kadar, Türkler foton topunu, sadece yörüngedeki uyduları yok etmek için, uzayda kullanmışlar efendim.” Başbakan Kanzaki gene başını sallayarak olumlu bulduğunu gösteren bir hareket yaptı. Heyecanını yatıştırmak için bir yudum su içti ve dikkatle dinlemeye devam etti. Bu sırada içeri giren bir görevli Dışişleri Bakanının önüne bir dosya bıraktı. Bakan dosyadaki belgeye bir göz attıktan sonra, bilgi vermekle görevli bürokrata uzatırken Başbakan’a hitaben konuştu: “Rusya Federasyonu Başkanı Pushkin’den size bir mesaj gelmiş efendim.” Başbakan meraklanarak devam edin anlamında bir işaret yapmıştı. Görevli, mesajı yüksek sesle okumaya başladı: 33 Sayın Başbakan Ichiro KANZAKI, Başarıyla yürütmekte olduğumuz bu büyük projeyi uygulamadaki kararlılığınız ve katkılarınızdan dolayı, Türkiye hükümeti ile birlikte sizleri de yürekten kutlarım. Yeni Dünya Düzeni ve anayasasının tesisi ile yeni bir çağ başlatma çabalarımızın ulvi bir proje olduğunun bilincinde olan bizlerin ve sizlerin en büyük yardımcısı, içimizdeki insan sevgisi ile insani değerlerdir. İşte Dünya’yı kurtaracak olan da, bu yüce değerlerdir. Tanrı’dan başarılarımızın devamını dilerken, bütün samimiyetimle bilmenizi isterim ki, bu büyük projede daima sizlerle birlikte ve en yakın destekçiniz olmaya devam edeceğiz. Yürekten inanıyorum ki, başarıya ulaştığımızda dünya bu katkılarınızı unutmayacak ve sizlere daima minnettar kalacaktır. En içten saygılarımla. Vasilly Pushkin Rusya Federasyonu Başkanı. Başkan Pushkin, operasyonu gerçekleştiren ve destek olan ülkelere moral olması, onlara daha da cesaret vermesi açısından bu ülkelere mesaj göndermek lüzumunu hissetmişti. Çünkü tarihin en büyük operasyonunu yapmakta olan bu iyi niyetli insanların, şimdi her şeyden çok morale ve manevi desteğe ihtiyaçları olduğunu çok iyi biliyordu. Londra, Yerel saatle 23.30 (Operasyonun başlamasından bir saat sonra) Akşamın ilerleyen saatlerinde İngiltere Başbakanı Dennis Connor, hükümeti acil toplantıya çağırarak Türkiye’nin ültimatomu hakkında kısa bir görüşme yapmış, sonra kabine üyeleri toplantıya devam ederken kendisi Ulusal Güvenlik toplantısına katılmıştı. Bu toplantıda Türkiye’nin verdiği sert ültimatom iki defa okunarak, karşı hareket için tartışma açılmıştı. Her kafadan bir ses yükseliyordu. “Baylar, bu bir skandaldır. Bir zamanlar, İsrail’e karşı onları desteklediğimiz halde, Türkler şimdi bize terbiyesizlik etmişlerdir. Cevabını derhal vermeli ve onları hizaya getirmek için bedel ödetmeliyiz. Türkiye’nin bu tutumu onlara pahalıya patlamalıdır. Birleşik Devletlerle birlikte operasyon yapılmasını öneriyorum.” “Hemen telaşlanıp acele etmeyin Sir. Birkaç saat önce tüm dünyaya yaptıkları şu duyuru da neyin nesi, önce bunu bir çözelim isterseniz.” “Bunlar sadece politik bir taktiktir General. Türklerin böyle bir gücü olamaz. Biz onları yıllardır zayıflatarak geriletiyoruz. AB masalı ile de her istediğimizi yaptırıyoruz. Çok yakında bölünecekler. Bunu neredeyse başarmak üzereyiz. Gittikçe, çaresiz sona yaklaşıyorlar. Dış borçları da giderek artıyor. Türkiye üzerindeki operasyonlarımız bütün hızıyla sürmektedir. Böyle bir güçleri olamaz. Sadece bize gözdağı veriyorlar. Üstelik de ahmakça! Çünkü artık çok çaresizler!” “Yanlış bir iş yaptılar aslında, çok yanlış! Biz bu hatadan yararlanarak işlerini hemen bitirebiliriz. Bize tarihi bir fırsat verdiler.” “Bizler gene de soğukkanlı ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Bence ilk olarak Büyükelçilerimizi geri çekelim ve özür dilemelerini isteyelim. Bakalım ne yapacaklar, bir görelim. Sonra duruma göre hareket ederiz.” 34 “Bırakın artık bu pasif politikaları da, gözünüzü biraz açın Sir! Lozan’da kaçırdığımız fırsat şimdi geri geldi. Bu kez daha uyanık ve daha atak olmalıyız. Hem Birleşik Devletler hem de Avrupa bizi destekleyecektir. Bundan eminim!” Toplantı devam ederken Başbakan sadece dinlemekle yetiniyor, hiç konuşmuyordu. Salon kapısı açıldı ve içeri, özel emir subaylarından biriyle başbakanın müsteşarı birlikte girdiler. Müsteşar, başbakanın kulağına bir şeyler söyledi ve Connor, “Kısa bir ara verelim baylar,” diyerek kalktı, müsteşarla birlikte dışarı çıktılar. Bu sırada özel emir subayı da genelkurmay başkanının önüne bir not bırakmıştı. Notu okuyan general de hemen dışarı çıktı ve cep telefonunu açarak bir yerleri aramaya başladı. Güvenlik nedeniyle toplantıda cep telefonlarını kapatıyorlardı. Zaten yayınları karıştırıcı jammer sistemleri de devredeydi. On beş dakika sonra Ulusal Güvenlik Toplantısına devam etmek üzere tekrar bir araya geldiklerinde başbakanın yüzü solmuş, endişeli bir hali vardı. Oldukça sakin, fakat hâkim bir sesle konuşmaya başladı: “Az önce öğrendiğime göre İran’a gönderdiğimiz birliklerle temas kesilmiş. Güç durumda olduklarını düşünebiliriz. Hava desteği de durmuş. Savaş bölgesindeki gemilerimizle, denizatlılarımızla, kara birliklerimizle ve Amerikan güçleriyle, hiçbir bağlantımız yok. Daha kötüsü; Atlantik ve Pasifik’teki tüm uçaklarımızı da kaybettik. Ne yazık ki, bu bilgileri radarlarımız ve Pentagon da doğruladı. Amerika’daki çeşitli kaynaklardan bazı bilgiler aldıktan sonra Birleşik Devletler Başkanı ile de konuştum. Onlar da aynı durumdaymış. White House’da toplantı halindeler ve ne yapacaklarını tartışıyorlarmış. Başkan Owner, bir plan yapınca bize de bildireceklerini ve ortak hareket etmemizi isteyeceklerini söyledi. Galiba bu olaylar, Türklerin uzaya gönderdikleri uydulara gizlenmiş olan yeni silahların marifetleriymiş. Yani durum çok ciddi… Başkanın bizi aramasını bekleyeceğiz. Bu arada biz de neler yapılabileceğini tartışmaya devam edeceğiz.” İngiliz askeri dış istihbarat gizli servisi MI-6’nın başkanı avuç içiyle masaya vurarak, kıpkırmızı bir yüzle bağırdı: “Olamaz! O uyduları biz de izledik! Böyle bir şey mümkün değil! Olsaydı, bizim haberimiz olurdu!” Başbakan soğuk bir ifadeyle Kraliçenin Gizli Servisinin Başkanına bakıyordu. Birkaç saniye sonra otoriter bir ses tonuyla, “Anlaşılan, Türkler bu defa sizi de, CIA’i de fena atlatmışlar Sir!” diyerek, Generali refüze etti. O sırada içeri giren bir görevli Başbakanın ve Dışişleri Bakanının önüne birer dosya bırakıp çıktı. Dosyadaki notu okuyan Başbakan kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladığında salonda çıt yoktu. “Arkadaşlar, şimdi aldığım bilgiye göre, Türkler tüm dünyaya ikinci bir uyarı daha yapmışlar. Şu andan itibaren sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada askeri ve sivil uçuşların tehlike altında olduğunu, bu nedenle uçuşların derhal durdurulması gerektiğini bildirmişler. Aksi halde doğacak kayıplardan sorumlu olmayacaklarmış falan filan…” Bir kabine üyesi atıldı: “Vay küstahlar! Hâlâ bizi tehdit ediyorlar!” Ulaştırmadan sorumlu bakan sordu: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz Sayın Başbakan?” “En azından sivil uçuşları durdurmalıyız. Ne olup bittiğini tam olarak anlayıncaya kadar riske giremeyiz!” 35 22 Ağustos, Akdeniz (Operasyonun ikinci günü) USS Louisiana denizaltısı Akdeniz’in ortalarında, üç yüz feet derinlikte, batıya doğru yol almaktaydı. Yolculuk boyunca su üstünde birkaç gemi, kruvazör ve destroyer fark etmişlerdi, hatta ilk olarak rastladıkları USS Eisenhower uçak gemisinin altından geçmişler, büyük gövdesinden dolayı uçak gemisini sonar sayesinde tanımışlar, fakat temas kuramadıkları ve yüzeye de çıkamadıkları için sessizce yola devam etmeyi tercih etmişlerdi. Çünkü rastladıkları tüm gemiler hareketsizdi. Üstelik altlarından geçen denizaltıyı da fark edememişlerdi. Kaptan derin derin düşünmeye devam ediyor, ara sıra fikirlerini Yarbayla paylaşıyordu: “Kesin olan şu; bizi etkileyen şey her ne ise bütün Akdeniz’i etkilemiş olduğu ortada. Atlantik’te durum nasıl, önce bunu anlamalıyız. Sonra da eğer durum düşündüğüm gibiyse, güney kutup buzullarının altına girerek orada bir süre saklanmalıyız.” “Sonra ne yapacağız Kaptan?” “Onu da sonra düşünürüz Yarbay. Önce kimler tarafından ve nasıl bir saldırıya uğradığımızı öğrenmemiz gerek. Şimdi daha fazla bilgiye ihtiyacımız var.” “Kaptan, sizce bu bir saldırı mı?” “Kesinlikle Welles! Bundan adım gibi eminim. Fakat düşman kim? İşte bunu bilemiyorum.” “Belki de düşman değillerdir Kaptan.” “Ne demek istiyorsun Welles?” “Siz düşman kim, deyince aklıma şu geldi Kaptan. Bize hiçbir zarar vermediler. Kimseye bir şey olmadı değil mi? Bizi sadece engellediler. Denizaltımızda bir hasar yok. Hâlâ sapasağlam ve çalışıyor. Sizce bu mutlaka bir düşman mı olmalı?” Westwood sol eliyle saçını düzeltirken biraz düşündü. Sonra ani bir hareketle başını yukarı kaldırarak Yarbayın yüzüne baktı ve emin bir ses tonuyla konuştu: “Evet, şüphesiz öyle olmalı Welles! Bizi engellemeleri bile düşman olduklarını gösterir. Fakat gene de bu olayda bilemediğimiz çok şey var.” Umman Denizi Körfez’de hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Umman kıyılarına gönderilen ekip karaya çok yaklaşmış olmalıydı. Her an bir işaret fişeği atılabilirdi. Amiral bu nedenle gözcülerin arttırılmasını emretmiş, kahvaltısını yaparken merakla gelişmeleri bekliyordu. Nihayet bir saat sonra, batı yönünde, ufukta iki işaret fişeği görüldüğü haberi köprüye ulaştı. “Ekip karaya çıkmış Amiralim. Şimdilik sorun yok.” “Evet, artık sadece geri dönmelerini bekleyeceğiz.” Altı deniz komandosu, üzerindeki dalgıç giysileriyle Sur kentinin hemen doğusundaki kayalık bir sahile çıkmışlar, botu ve fazla mühimmatı saklayacak bir yer arıyorlardı. On üç saatten fazla bir süre sürekli kürek çekmekten yorgun düşmüşler, ayakları da uyuşmuş bir halde zorlukla yürüyorlardı. Kayalıkların dibinde viran bir balıkçı kulübesi buldular. Yaşlı adam yüz dolar karşılığında malzemelerini 36 birkaç gün saklayabileceğini işaretle anlattı. Ama yatacak yeri yoktu. Sahilde uyumaları gerekiyordu. Kulübede elektrik de yoktu. Balıkçıya sporcu olduklarını, teknelerinin arızalandığını filan işaretlerle anlatmaya çalıştılar. Sonra yanlarında getirdikleri arazi kıyafetlerini giydiler ve zorlukla anlaşabildikleri yaşlı balıkçıdan yolun tarifini aldılar. İçlerinden birini mühimmatla birlikte balıkçı kulübesinde muhafız olarak bıraktıktan sonra Sur kentine doğru yola çıktılar. Kent, çıktıkları kıyıya çok yakındı. Yarım saat sonra Sur kentinin limanına ulaştılar. Oradan da başkent Muscat’a gitmek için halktan birileriyle konuşmaya çalıştılar. İngilizce bilen birisini bulamadıkları için fazla bilgi alamamışlardı, fakat yolu ve nereden otomobil kiralayabileceklerini zor da olsa öğrenmişlerdi. Şehrin kuzey kenarında yaşayan yaşlı bir Arap’tan, eski model bir Mercedes otomobili kiralamaya çalışıyorlardı. Arap çat pat İngilizce konuşuyordu ve onlara elektriklerin kesik olduğunu, telefonların da çalışmadığını, bütün bunların savaş yüzünden olduğunu anlatmaya çabalıyordu. Denizciler Muscat’a gitmek zorundaydı ve karayolu tek çare gibi görülüyordu, denizyolu ile gitmek daha çok vakit alırdı, zaten kürek çekmekten de nefret etmişlerdi. Vakit kaybetmeden yola çıkmalıydılar. Direksiyona geçen denizci hemen kontağı açarak otomobili çalıştırmak istedi, fakat otomobil de tık yoktu. Tekrar denedi. Bir süre uğraştığı halde motor çalışmıyordu. Marş bile basmıyordu. Denizci sinirlenerek, “Sen bize aküsüz bir araç mı kiralayacaksın salak herif!” diye üzerine yürüdüğü sırada adamın, hiçbir aracın çalışmadığını anlatmaya çalıştığını fark ettiler. Yaşlı adam, yarı Arapça yarı İngilizce olarak, “all cars mafiş in city! Kulliyen mafiş!” diye bağırıyordu. ABD Büyükelçiliği, Muscat - UMMAN Sualtı komandoları yaklaşık on altı saat sonra Muscat’a varmışlardı. Develere ikişer ikişer binmişler, bir kişi de Sur’da kalmıştı. Deve sırtında on altı saat gitmek kalçalarında tahrişe neden olmuş, rahat yerlere oturmaya alışık olan bu askerlerin şimdi canları acıyordu. Develerden inerek, insanlara sora sora nihayet ABD Büyükelçiliğini buldular. Kimliklerine rağmen üzerlerindeki silahlar alınarak girmelerine izin verildikten sonra Büyükelçi ile doğrudan görüşeceklerini söylediler. Büyükelçi, kırlaşmış saçları, keskin ve bilgiç bakışları olan, soğuk ifadeli bir adamdı. Denizcilerin ayakta durarak anlattıklarını sakince dinledikten sonra arkasına yaslanarak söze başladı: “Sizi tebrik ederim baylar. Çok yorucu bir yolculuk yapmış olmalısınız, demek buraya deve sırtında geldiniz, öyle mi?” “Evet efendim. Bu nedenle oturamıyoruz. Özür dileriz.” “Fakat ne yazık ki bu yolculuğun size hiçbir faydası olmayacak. Çünkü burada bizler de sizinle aynı durumdayız. Hiçbir yerle iletişim yok. Enerji yok. Işık yok. Otomobiller çalışmıyor, uçaklar da. Pilli radyolarımızı bile kullanamıyoruz. Anladınız mı?.. Bütün Ortadoğu bu durumda ve bu işin arkasında Türkiye var. Bunu kesin olarak biliyorum. Çünkü Oman yönetimini olaydan birkaç saat önce uyarmışlar. Bu sabah bunu bana bizzat Sultan anlattı. Türkleri kim destekliyor? Bilmiyoruz. Amaçları nedir? Bilmiyoruz. Kullandıkları bu esrarengiz silah nedir? Bilmiyoruz... Bu bilgiler Washington D.C.’ye ulaştı mı? Bilmiyoruz. Kısaca; hiçbir şey bilmiyoruz baylar. Amiral’e işte bunları anlatırsınız.” “Siz nereye gitmemizi önerirsiniz efendim?” 37 “Gidebilirseniz Türkiye’ye… Ancak orada sorularınıza doğru dürüst cevap bulabilirsiniz. Ama bu yaya olarak mümkün değil tabii. Artık deveye de binemeyeceğinize göre, siz en iyisi biraz dinlendikten sonra geminize dönün bence. Yapabileceğiniz başka bir şey de yok zaten.” “Efendim, biz olabildiğince batıya giderek bilgi toplamak için kesin emir aldık. İzin verirseniz, biraz dinlendikten sonra yola devam etmek istiyoruz.” Büyükelçi, “Siz bilirsiniz asker... “ dedikten sonra, “Korkarım ki, çabalarınızın pek bir anlamı olmayacak ve siz bilgiye ulaşıncaya kadar zaten her şey olup bitecek!” diye geçirdi içinden. 38 2 YEDİ YIL ÖNCE 21 Ağustos, Ankara Profesör Celal Yaşlıkaya, evindeki çalışma odasında, gecenin hayli ilerlemiş saatine rağmen hâlâ çalışıyordu. İki katlı, bahçeli bir evdi. Giriş katındaki salona bitişik ve oldukça büyük olan çalışma odası, aynı zamanda Yaşlıkaya’nın özel kütüphanesiydi. Odanın ön cephesinde, bahçeye bakan yeşil perdeli, büyük bir pencere, diğer duvarlarda ise tamamen kitaplarla dolu, ahşap raflar bulunuyordu. Tavandan sarkan sıradan bir avize, odanın ortasındaki ceviz masa, üç parçalı bir oturma grubu ve köşedeki okuma koltuğu ile yanındaki sehpa üzerinde duran büyükçe bir dünya küresi, ilk bakışta dikkati çeken şeylerdi. Yerdeki gürgen parkeleri kısmen örten yörük halısı da bu kültür kokan dekoru tamamlıyordu. Yaşlıkaya iri yapılı, kısa kesilmiş beyaz saçları ve çenesindeki bembeyaz sakallarıyla babacan görünüşlü bir hukuk adamıydı. Pembe, tombul yüzündeki otoriter ifadeye rağmen aslında esprili ve şakacı bir tabiatı vardı. Gündüzleri bir üniversitede Anayasa Hukuku dersleri veriyor, geceleri ise evinde geç saatlere kadar özel bir proje üzerinde çalışıyordu. Gece vakti kimse rahatsız etmiyor, hoparlörlü seyyar satıcılar ve otomobil gürültüsü olmuyor, tam bir sessizlik içerisinde işine yoğunlaşabildiği için gece çalışmalarını tercih ediyordu. Ceviz masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarın yanında, kapağında kurşun kalemle ‘Deviniş’ yazılı olan, sarı bir dosya vardı. Bu yıpranmış dosya, profesörün birkaç yıldır üzerinde çalıştığı ve çok önem verdiği gizli bir projenin ayrıntılarını içeriyordu. Yaşlıkaya çalışmalarını öyle gizli sürdürüyordu ki, proje ile doğrudan ilgili olmayan hiç kimse, hatta eşi bile onun ne planlarını biliyordu ne de amacını. Bilenler de vardı şüphesiz. Fakat bunlar şimdilik çok sınırlıydı. Profesör Yaşlıkaya, odasında çalışırken, her zaman olduğu gibi kendisini işine oldukça kaptırmıştı ki, kapı vurulduğunda birden irkildi ve hemen toparlanarak seslendi: “Gel!” Yaşlıkaya’nın eşi, Mefkûre Hanım elindeki telsiz telefonla içeri girdi. “Seni Adalet Bakanlığından arıyorlar Celal.” “Bu saatte mi? Hayırdır inşallah...” Yaşlıkaya’nın çalışma odasında telefon, televizyon gibi cihazlar yoktu. Çalışmalarının bölünmemesi için özellikle bunlardan uzak kalmayı tercih etmişti. Eşi telefonu masaya bırakıp çıktıktan sonra, Yaşlıkaya masanın çekmecesinden küçük bir cihaz çıkartarak düğmesine bastı ve telefona dayadı, sonra da cihazla birlikte telefonu eline alarak konuşmaya başladı: “Ben Celal Yaşlıkaya, kiminle görüşüyorum?” Önce kulaklıktan sadece bir cızırtı duyuldu. Yaşlıkaya söylediklerini tekrarladı. Sonra cızırtı kesildi ve gayet net olarak, temiz bir ses gelmeye başladı. 39 “Ben iletişim görevlisi Hasan Olgun. Sizi ilgili kişiye bağlayacağım. Önlem aldığınızı fark ettim efendim. Hazır mısınız?” “Evet, hazırım Hasan Bey. Teşekkür ederim.” Az sonra telefonda tanıdık bir ses duydu. “İyi geceler Sayın Yaşlıkaya, ben Başkan. Sizi bu saatte rahatsız ettiğim için kusura bakmayın lütfen.” Yaşlıkaya Genelkurmay Başkanını sesinden tanımıştı. “Estağfurullah Sayın Başkan. Benim için bir şereftir.” “O şeref bana ait Sayın Yaşlıkaya. Telefonu açan muhterem eşiniz hanımefendiye de Adalet Bakanlığı’ndan aradığımızı söylettim. Biliyorsunuz, aslında bu hat, kayıtlarda Adalet Bakanlığı’na aittir.” “Tabii efendim. Biliyorum.” “Yarın Genelkurmayda özel bir toplantı yapacağız. Sizin de toplantıda bulunmanızı istiyoruz. Sabah, saat dokuzda... Herhangi bir engel var mı?” “Yok, Sayın Başkan. Tabii ki gelirim.” “Güzel, sizi sık sık bu toplantılara zahmet ettiriyoruz ama doğrusu çok da iyi gelişmeler oluyor Sayın Yaşlıkaya. Sizi alması için sivil bir araç göndereceğim. İyi geceler, hanımefendiye de hürmetler, ama siz ona söylemeyin tabii ki...” “Gayet tabii efendim. Zaten söyleyemem. Size de iyi geceler.” Projeyi, Türkiye’de şimdilik, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, MİT Müsteşarı, Askeri Haberalma Dairesi Başkanı, Aselsan Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü ile projenin yaratıcıları olan üç profesörden başka kimse bilmiyordu. Profesörler ve ekipleri de gizli koruma altına alınmışlardı. Hatta uydudan dinleme veya izleme yapılmasını önlemek için, bulundukları mekânların üzerinde elektromanyetik koruma alanları oluşturulmuş, şifresi çözülemeyen çok özel kodlama cihazlarıyla iletişimleri kodlanmaktaydı. Bu cihazların şifreleme kodlarının her biri 128 hanelik sayılardan oluşuyordu ve en gelişmiş nanoteknolojik bilgisayarlarla bile kırılması yıllar alabiliyordu. Ayrıca tüm proje çalışanları MİT’e bağlı özel bir birim tarafından gizlice, elektronik olarak izlenmekte ve güvenlik nedeniyle telefonları da kontrol altındaydı. Profesör Yaşlıkaya yıllar önce, bir gazeteye siyasi makaleler yazarken, araştırmaları sırasında kafasında yarattığı bir fikri, şakayla karışık olarak çok yakın iki arkadaşına anlatmış sonra, zamanla kendisi de bunu çok ciddiye almaya başlamıştı. Bir süre sonra da artık rüyalarına girmeye başlayan proje, acımasız kapitalist düzenin gittikçe azgınlaşması ve etik dışı uygulamaların yaygınlaşmasıyla, giderek büyümüştü kafasında. Büyük güçlerin dünyayı ele geçirme ve tek devlet olarak yönetmek istedikleri artık biliniyordu. Bu amaçla dünyadaki sosyal, politik ve ekonomik düzen gittikçe dejenere edilmekte, hatta çığırından çıkmasına izin verilmekteydi. İnsanlar paranın kölesi haline getirilmiş, neredeyse her şey para uğruna yapılır olmuştu. Çeşitli manipülasyonlarla dünyada büyük ekonomik krizler yaratılıyor, daha büyükleri de kapıda bekliyordu. Bütün bu gelişmeleri ve kötüye gidişi gören Yaşlıkaya “Değişim şart! Neden şimdi olmasın? Onların planlarını bozmak ve tersine çevirmek için harekete geçmenin belki de tam zamanı!” diye düşünerek, büyük bir heyecanla projenin ayrıntılarını planlamaya başlamıştı. Yaşlıkaya’nın yakın arkadaşları, Elektronik Profesörü Aydın Güreli ile Fizik Profesörü Ender Göktuna ise, sıra dışı YEED (Yüksek Enerjili Elektromanyetik Dalga) Sistemleri üzerinde çalışıyorlardı. Göktuna’nın uzmanlık konusu Yüksek 40 Enerji ve Plazma Fiziği idi. Güreli ise, özel elektronik devreler ve bunların yazılımları konusunda uzmandı. İlkokuldan beri Yaşlıkaya’nın en yakın dostları olan bu iki profesör, önceleri dalga geçtikleri projeyi daha sonra ciddiye almışlar, hatta üzerinde çalıştıkları enerji sistemlerini, bir silah olarak kullanmak üzere, projeye entegre etmeyi düşünmüşler ve sonunda, fantezi düzeyindeki bu tartışmalar sırasında bir gün Profesör Güreli şöyle demişti: “Ülkemiz parçalanma tehlikesi altındayken, bizi zayıflatmak için yıllardır sinsi oyunlar ve politikalar etkili şekilde uygulanırken böyle eli kolu bağlı kalamayız! Artık birilerinin bir şeyler yapması gerek! Bugün insanlar her türlü kötülüğe açıktır. Hangimizin ne zaman, hangi çapsızlığın kurbanı olacağı belli değil. Bazı ülkelerdeyse insanlar ve çocuklar açlıktan ölüyor. Bu bir vahşettir! Bu, en büyük insanlık suçudur! Gelişmiş ülkeler ne yapıyor? Silahlanıyor. Savaşa hazırlanıyor. Ne için? Başkalarının zenginliklerine el koymak, daha zengin olmak için. Hem de uluslararası hukuka rağmen, insani değerlere rağmen, hatta Tanrı’ya rağmen… Oysa bu tutum, onlara daha keskin, karşı düşmanlıklar yaratıyor. Savunma harcamalarının artmasına neden oluyor. Bu da onları daha saldırganlaştırıyor. Yani olay bir kısır döngüye dönüşüyor. Hem de akılcı olmayan, gayri insani, gaddarca bir döngüye... Sonuçta, bu ahmak ve bencil yönetimlere dur demek gerektiğine yürekten inanıyorum dostum. Dünya, binlerce yıldır süregelen bu savaşlar dönemini artık kapatmalı ve yeni bir düzen kurmalıdır. Bu nedenle projede, savaşları durdurabilecek güçte, çok etkili sistemlere gereksinim olduğu açık. Aksi halde bu proje daha yüz yıl bekler. Ender’in konusu olan nükleer hızlandırıcılar ve benim üzerinde çalışmakta olduğum yüksek frekanslı dalga modifikasyonları konusundaki çalışmalarımız birleştirilirse, proje için çok faydalı olabilir. Son yıllarda bu çalışmalarda büyük gelişmeler kaydettik. Gerçekten de biz bunu yapabiliriz! Çok düşündüm ve projeye katılmaya karar verdim Celal... Ben evet diyorum!.. Evet! Seninle birlikte, ben de bu işe hayatımı koyarım!” Profesör Ender Göktuna ise: “Yahu, rüya gibi bir şey... İlk bakışta insana çocukça, hatta deli saçması gibi geliyor, fakat benim de aklımı çeldiniz dostlarım. Neden olmasın?” Yaşlıkaya gülerek Göktuna’nın sözünü kesmişti: “Neden deli saçması olsun dostum? Unutma ki Mustafa Kemal de içinde bulunduğu şartlarda, kafasındaki cumhuriyet fikrini ve devrimleri önceden açıklasaydı, işte böyle deli saçması derlerdi. Ama başarınca da dahi dediler...” Profesör Göktuna, Yaşlıkaya’yı bir baş hareketiyle onayladıktan sonra, “Haklısın dostum. Olayları daima kendi şartları içerisinde değerlendirmek gerekir. Bugün ülkeler, savunmaya çok büyük paralar harcadığı halde kimse güvende değil! ABD halkı bile... Çünkü yönetimler, Aydın’ın da söylediği gibi, ahmakça ve bencil davranıyorlar. Oysa dünya, artık toplu bir savaşa giremez. Çünkü bu tüm insanlığın sonu olur. Bu yüzden silahlanmaya karşı çıkmak ve kalıcı bir barış istemek bizim insanlık borcumuzdur. Kapitalizm, gittikçe acımasızlaşarak tüm insanlığı sömürmeye yüz tutmuşken, elbette birilerinin bir şeyler yapması gerekli. Sizler de biliyorsunuz ki; dünyamızda, kalıcı olan tek ideoloji hümanizmdir! Diğer bütün ideolojiler ve siyasi rejimler bir gün, mutlaka çökecektir. Ama, insanlık var oldukça hümanizm de var olacaktır. İşte senin bu projen, hümanizme ışık tutuyor ve kalıcı bir dünya barışı adına, bana umut veriyor Celal. Bu kez silahlar barışa hizmet edecekse, ben de varım be!.. Yaz Celal’cim: Adı: Ender Göktuna, Fizik Profesörü. Yaş: 55, Deviniş Projesi gönüllüsü…” dedikten sonra, ses tonunu düşürerek eklemişti: “Tanrı bizleri korusun ve biraz daha akıl fikir versin. Âmin!” 41 Bu sözler üzerine hep birlikte gülmüşlerdi… Sonuçta; üç arkadaş yaşamlarına büyük bir anlam katan bu projeyi gittikçe daha çok benimseyerek çalışmalara hız vermişlerdi. Belli bir aşamaya gelene kadar da proje aralarında bir sır olarak kalmıştı. Yapabileceklerini kanıtlayacak duruma geldiklerinde, projeyi asker ve sivil yetkililere açarak, onlardan destek isteyeceklerdi. Fakat gizlilik çok önemliydi. Şimdi bu aşamaya gelmişler, çalışmalar bir ölçüde resmiyet kazanmıştı. Yetkilileri bilgilendirme ve ikna çalışmaları devam ediyordu. Bir taraftan da Rus ve Japon bilim adamlarıyla, gizlice ve düzenli görüşmeler yapıyorlardı. Türklerin dışında, ilk önce Yaşlıkaya’nın yakın dostu olan Rus Profesör Primakov’a projeyi açmışlar, sonra da ortak dostları olan bir grup Japon bilim adamıyla paylaşmışlardı. Aralarında yaptıkları bir dizi gizli toplantılardan sonra hem Rus hem de Japon bilim adamları projeyi geliştirme ve destekleme kararı almışlardı. Profesör Celal Yaşlıkaya bu projeye “Deviniş” ismini vermişti. Fakat daha sonra uluslararası düzeyde buna “Kozmik Proje” adı verilecek ve böyle anılacaktı. Çünkü birçok dilde “deviniş” kelimesinin sosyolojik karşılığı yoktu. Aslında, deviniş bir süreçti. Düşünce yapısında ve yönetsel anlamda geliştirilmiş, tüm dünyayı kapsayan, hızlandırılmış bir değişim süreciydi. Daha bilimsel bir ifadeyle; toplumun varlık biçimini ve özelliklerini belirleyen süreçlerin bütünüydü deviniş. Aynı zamanda, dünyanın en büyük operasyonlarından biriydi. Ancak, bu projeyi hayata geçirebilmek için bazı emperyal güçlerle çatışma kaçınılmazdı. Bu nedenle de etkili silahlara gereksinim vardı. Diğer taraftan; operasyon başarılı olursa, bu, yeryüzündeki son savaş olacaktı. Proje gerçekleştiğinde, yeryüzünde bir daha savaş veya terör olması olası değildi. Projenin temel taşlarından en önemlisi buydu. Ertesi Gün, Genelkurmay Başkanlığı Ankara Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, MİT Müsteşarı, Askeri Haberalma Dairesi Başkanı ve Profesör Yaşlıkaya’nın katıldığı, çok gizli ve sınırlı toplantı sürüyordu. Toplantıya katılanlardan bazılarına proje ilk kez açıklanmış ve ayrıntılı bilgiler verilmişti. Fakat bazı komutanların çekinceleri vardı ve onların daha da aydınlatılması, ikna edilmesi gerekiyordu. Genelkurmay Başkanı Yavuz Boralı toplantıyı şu sözlerle açtı: “Sayın Yaşlıkaya, projenizi defalarca okudum. Ayrıca sizden de dinledim. Üzerinde hâlâ düşünüyoruz… Şimdi, ben ve komutan arkadaşlarım size bazı sorular sormayı ve bizi aydınlatmanızı arzu ediyoruz… Bu projenin mevcut düzeni kökünden değiştiren ve uygulamasında büyük zorluklar yaşayabileceğimiz çok zor bir proje olduğunun farkındayız. Siyasi Yapılanma, Hukuki Yapılanma, İdari Yapılanma ve Sosyal Yapılanma bölümlerini benimsememek mümkün değil. Bütün bunları kendi uzmanlarımıza da incelettik. Ancak, Ekonomik Yapılanma bölümünü tam anlayamadık. Zaten bizim alanımızın dışında bir konu. Ama bu bölümde, insanlığın son derece zenginleşeceğini ve dünyada finans sıkıntısı, ekonomik kriz gibi şeylerin tamamen ortadan kalkacağını öngörüyorsunuz. Bunlar çok güzel şeyler, fakat bizim için biraz daha anlaşılır hale getirilmesi gerekiyor. Ayrıca, projede 42 milliyetçilik kavramı da çöpe atılıyor gibi. Bizim Atatürkçü değerlerimiz ne olacak? Bu gelişmeler bizi nasıl etkileyecek? Öncelikle bunu açıklar mısınız?” “Memnuniyetle Sayın Genelkurmay Başkanım. Sizlere şöyle açıklayayım: Bu proje, bugünkü anlamıyla milliyetçiliğe farklı bakıyor. Evet, bu doğrudur. Fakat çöpe filan atmıyor. Onun yerine insanların kardeşliği ilkesini benimseyen yeni bir milliyetçilik anlayışı koyuyor. Başka bir ifadeyle; dünya kardeşliği çerçevesinde gelişen yeni bir milliyetçilik anlayışı… Bu daha iyi değil mi? Bu günkü, içe dönük milliyetçilik kavramı nedeniyle dünyada birçok problem yaşanmıyor mu? Hatta sırf bu yüzden kanlı savaşlar olmuyor mu? Bildiğiniz gibi; milliyetçilik aslında bir savunma formasyonudur. Bugünkü düzende gerekli ve çok da önemlidir. Yeni düzende ise hiçbir önemi kalmayacaktır. Zamanla, ya şekil değiştirecek veya gündemden tamamen çıkacaktır. Çünkü yeni düzen şimdikine göre çok daha akılcı, birleştirici, barışçıl ve sorun çözücü olacaktır. Sadece kendi ülkenizi sahiplenmek ve korumak yerine, dünyayı sahiplenmek, savunmak, yönetiminde söz sahibi olmak ve bunu kardeşçe yapmak kesinlikle daha çıkarımızadır. Bu projenin temel amacı; Darvinizm gibi ispatı olanaksız veya komünizm gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan teoriler yerine, farklı ideolojilerin çağdaş yönlerini sentezleyen, günün koşullarına uyabilecek esneklikte, insan faktörünü öne alan, akılcı ve sosyal bir değişim sürecini gerçekleştirmektir. Biz buna şimdilik ‘Birleşik Düzen’ diyoruz. İlk hedef budur ve bu sadece bir geçiş dönemidir. Bu hedefte çatışmacı bir milliyetçilik anlayışı yoktur. Üstün bir sınıf anlayışı da yoktur. Siyasal ve sosyal küreselleşmenin yapısına uygun bir bütünleşme anlayışı vardır. Dediğim gibi, bu bir geçiş dönemidir. Marx’ın da söylediği gibi; bugünkü acımasız kapitalizm bir gün mutlaka çökecektir. Zira kapitalizm artık kendi aleyhine işlemekte ve kendi sonunu hazırlamaktadır. Hatta belki de, büyük bir hedefe ulaşmak uğruna, birtakım güçler tarafından, bilerek yozlaştırılmakta olabilir… Kapitalizm kontrol edilmediğinde insanlığı kemirir ve mahveder, kontrol edilmeye çalışıldığında ise ekonomik sistem işlemez hale gelir. Ama bu dönüştürülemez bir olgu değildir elbette. Gene de dünya henüz kapitalizmden vazgeçemez. İnsanlar daha buna hazır değil. Ama her ne kadar kontrol edilemezse de yanlışlarını frenleyerek, daha adaletli ve sosyal bir geçiş düzeni sağlayabiliriz… Başlangıçtaki hedefimiz bu olmalıdır… Bakın, ileride bir gün, yeryüzünde para diye bir şey de olmayacak, aşamalar gerçekleştikçe para yeryüzünden tamamen kalkacak, onun yerini elektronik ortamda kullanılacak olan puan sistemi alacaktır. Böylece mevcut düzen de hümanizm etkisinde yavaş yavaş gerçek sosyalizme doğru kayacaktır. Bunun ayrıntıları ‘Ekonomik Yapılanma’ bölümünde açıklanmıştır. Bu oldukça karmaşık bir olgudur. İnsanların tam olarak anlaması ve uygulanabilir hale gelmesi için zamana ihtiyaç olduğu açıktır. Ancak, insanlığın geleceği de buradadır. Proje gerçekleştiğinde dünyada ekonomik kriz, finans sıkıntısı, fakirlik ya da işsizlik diye bir sorun kalmayacaktır. Buna inanın! Projede, güncel ulus devlet yapısı da korunmakta, ancak uluslararası hukuk hâkimiyeti ve denetimi öngörülmektedir. Kontrol şart! Aksi halde bazı gruplar gene yaramazlık yapmaya kalkışabilir. Bernard Shaw’ın dediği gibi; artık kendi evimizde bile, her istediğimizi yapma özgürlüğüne sahip değiliz. Bunu iyi anlamalıyız. Bu, gelişmenin ve küreselleşmenin doğal bir sonucudur. Peki o zaman bunu kim kontrol ediyor? Küresel bir otorite olmalı değil mi? Peki bu gücü kim kontrol edecek? İşte can alıcı soru budur! Bu gücü şimdi bizler kendi irademizle oluşturamazsak, kontrolümüzün dışındaki güçler bizi yönetecektir. Asıl tehlike budur. Milliyetçi akımlar ise, bu tehlikeyi önlemek şöyle dursun, bilmeyerek buna çanak 43 tutmaktadırlar. Rasyonel açıdan bakıldığında, dünya birleşmek zorundadır. Zamanla, bu olgu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkacaktır. Ön almak zorunda olduğumuzu, ben ve arkadaşlarım, birer bilim adamı olarak gayet net görebiliyoruz. Bu nedenle diyoruz ki; yapılacak en doğru şey, uzlaşarak bütünleşmek ve küreselleşmede inisiyatif almak olmalıdır. Geçmişte olduğu gibi treni kaçırırsak, bu defa sadece geri kalmış bir ülke olmakla kalmayız, bağımsızlığımız da, milliyetçiliğimiz de yok olur. İşte asıl tehlike budur!” Şırnak kırsalı Uzman Çavuş Kerim Cabbar, arazi taramasında uç manganın komutanı olarak en önde yürüyordu. Bölükte ona Cabbar Çavuş diyorlardı. Yorgunluğuna rağmen dikkati hiç eksilmemiş, yürüyüş sırasında olası pusulara karşı son derece temkinliydi. Bu sarp ve kayalık arazide yürümek bile oldukça güçtü. Oysa bölük saatlerdir bu tehlikeli yürüyüşü sürdürüyordu. Bir mayına basmamak için hem bastıkları yere hem de pusu ihtimaline karşı çevreye çok dikkat etmeleri gerekiyordu. Teröristler mayınları genelde yollara döşedikleri için, daha az riskli olan yamaçtan yürümeleri emrini almışlardı. Öncü manga 1523 rakımlı tepenin yakınından geçerken, tepedeki kulübeden yansıyan bir ışık çavuşun dikkatini çekti. Cabbar Çavuş bir hayli önde ve yürüyüş rotasının sağ açığında olmasaydı, bu ışığı fark etmesi mümkün değildi. Çavuş elini yumruk yaparak başı hizasına kaldırdığında komandolar donmuş gibi oldukları yerde kaldılar. Sonra da elini açarak aşağıya indirdiğinde hepsi yere yattılar. Kendisi de yere yatarak siper aldı. Telsizleri dinleme konumundaydı. Bir çatışma olmadıkça telsizle konuşmak yasaktı. Fakat şimdi durum farklıydı. Işıkla işaret verildiğine göre teröristler zaten onları fark etmişlerdi. Çavuş hemen bölük komutanını aradı ve gördüğü ışık yansımasını rapor etti. “Bebek, Anneyi arıyor tamam.” “Anne dinlemede, devam edin, tamam.” “Kod dokuz... Durum, Üç, İki, Beş, Bir... Çukurda bir kız var... Bitlis yönüne gidiyor, tamam.” Karargahtaki komutan, hemen rakamları bir kâğıda yazdı; 3251. Sonra rakamları sırasını ters çevirerek tekrar yazdı: 1523. Bitlis’in simgelediği B batı, tersi ise doğu idi. Kız; ışık, alev anlamındaydı. Çukur; tepe demekti. Kod dokuz; verilen bilgilerin ters olduğunu belirtmek için kullanılan bir şifreydi. “Anlaşıldı Bebek. Kod altı… Orada bekleyin, tamam.” Yüzbaşı, sakin bir sesle bunları söyledikten sonra özel frekanstan karargâhı arayarak durumu gene şifreli sözlerle bildirdi ve pusuya karşı hava desteği istedi. Gece görüş sistemi olan iki adet Kobra helikopter, Diyarbakır’daki 8. Ana Jet Üssünden hemen havalanmıştı. O sırada Yüzbaşı, bölüğüne gerekli emirleri vermiş ve öncü manganın bulunduğu yere gitmek üzere, bölüğüyle birlikte yola çıkmıştı. 44 Genelkurmay Başkanlığı Yaşlıkaya kendisini dikkatle dinlemekte olan Generallere bakarak konuşmasına devam ediyordu: “Ünlü Fransız düşünürü Saint Simon’a göre; Toplumsal değişmenin yasaları, pozitivizm vasıtasıyla bulunabilir. Geçmişe dikkatle bakılırsa, görülür ki, toplumları yöneten bir ilerleme yasası vardır. Sosyoloji biliminin görevi, bu yasanın varlığını gösterip, insanlara bu yasaya uymayı öğretmektir. Zira bu yasa evrenseldir ve daima işlemektedir. İşte bizim yapmamız gereken de bu yasaya uymaktır. Bunun için pozitivist ve rasyonalist olmak gerek. Bu yasanın işlemesi neticesinde, yeryüzünde kölelik, tanrıcılık, pozitivizm ve endüstriyalizm evrelerinden sonra, şimdi de küresellik dönemi başlamıştır. Bugün küreselleşme, sonuçları itibariyle göz önünde gelişen, inkâr edilemez bir gerçektir. Bunu engellemek kimsenin gücü dâhilinde değildir, ama geliştirmek ve lehimize çevirmek elimizdedir. Şimdi biraz, küreselleşmeden bahsetmek istiyorum. Başlangıçta, küreselleşmeye makro boyutlarda bakmamız ve makro değerlendirmeler yapmamız daha doğru olacaktır. Zaten bildiğiniz şeyler de olsa, burada kısaca özetlememe lütfen izin verin. Dünya zaten kaçınılmaz bir şekilde küreselleşmeye doğru gidiyor. Küreselleşmeyi üç ayrı açıdan değerlendirebiliriz. Bunlardan birincisi, teknolojik küreselleşmedir. Bu açıdan bakılınca küreselleşme artık önlenemez bir olgudur diyebiliriz. Burada pek bir sorun da yoktur. Teknolojik gelişmeler zaten küreselleşmenin en büyük destekleyicisidir. İkincisi bakış açısı, ekonomik küreselleşmedir. Burada bazı sorunlar vardır. Ekonomik küreselleşme, bildiğiniz gibi güçlü devletlerin çıkarına gelişmektedir ve ipler bu ülkelerin ellerindedir. Tüm dünyanın lehine olabilecek gelişmelerin nasıl sağlanacağı konusu, projemizdeki ‘Sosyo-Ekonomik Düzene Geçiş’ adlı bölümde etraflıca anlatılmıştır. Üçüncü bakış açısı, siyasal küreselleşmedir. İşte en büyük problem buradadır. Çünkü bu açıdan bakınca, bir süper gücün tüm dünyaya hâkim olmaya çalıştığını görüyoruz. Yani, yeni bir imparatorluk oluşuyor. Gizli ve finansal güçler ise bu perdenin arkasındaki asıl yöneticiler olmak hedefindedir. Bu amaçla bazı ülkelerin altı oyularak veya doğrudan savaş yöntemleriyle engeller aşılmaya çalışılıyor. Bir dünya imparatorluğuna doğru giden bu sahte küreselleşme yerine, bizim düşündüğümüz gibi daha adaletli, herkesin eşit haklara sahip olduğu ve bütünleşmeyi hedef alan gerçek küreselleşmeye yol açmak, daha mutlu insanlar, daha huzurlu bir dünya düzeni oluşturması açısından savunulacak bir çaba değil mi? Öyle veya böyle dünya mutlaka küreselleşecek. Siz karar verin. Hangisi daha iyi? Çıkar uğruna veya milliyetçilik adına insanların kavga etmesi mi? Yoksa evrensel yasalara uygun bir kardeşlik ortamında, hep birlikte gelişmek mi? Atatürk ilkelerinden söz ettiniz. Atatürk’ün en ünlü sözü, ‘Yurtta barış, dünyada barış’ değil miydi? Atatürk bize çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmayı hedef olarak göstermedi mi? Bakın ileride dünyadaki tüm totaliter yönetimler devrilmeye mahkûmdur. Hatta bu ülkelerde büyük ayaklanmalar olacaktır. Yoksulluk ve baskılar bu gidişatı kaçınılmaz hale getirmektedir. Sonuçta dünya büyük bir kaosa sürüklenebilir. Böyle bir durum her devleti etkiler, dünya politikaları temelden sarsılır. Burada doğru değerlendirmeler yapabilmek için Atatürk gibi düşünmek lazımdır. O büyük bir devrimciydi. Dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğunun döneminin bittiğini gördü ve küllerinden bir cumhuriyet yaratmayı başardı. Bu topraklarda yaşayan insanları millet yaptı ve onlara milliyetçilik duy- 45 gusunu aşıladı. O devrin gereği buydu. İnanıyorum ki, Atatürk sağ olsaydı, ileriyi iyi gören bir lider olarak, bu devrin de artık sona ermekte olduğunu ilk görenlerden biri ve bu projenin en büyük destekçisi olurdu. Atatürk böyle bir liderdir. Ben Atatürk’ün bakış açısını iyi incelemiş ve onun çizdiği yoldan giden bir bilim adamı olarak, bundan adım gibi eminim. Bir devrin bittiğini zamanında göremeyip, yeni bir strateji üretemeyen toplumlar, gelişmelere hazırlıksız yakalanır ve daima kaybederler. Başarılı bir lider ise, hangi hamlenin ne zaman yapılacağını bilen liderdir. Atatürk de bunlardan biriydi. Ama genellikle biz onu kendi bakış açımızla ve yanlış değerlendirmekteyiz. Hani derler ya; Sen ne kadar bigili olursan ol, bütün bildiğin karşındakilerin anlayabildiği kadardır…” Şırnak Kırsalı Yüzbaşı Alper, takımıyla birlikte öncü manganın bulunduğu yere geldiğinde Cabbar Çavuş ona gördüklerini anlattı. Onu dikkatle dinledikten sonra Yüzbaşı, “Bu güzergahta ilerlersek pusuya düşeriz Çavuş. Hava karardıktan sonra yön değiştirerek pusuyu boşa çıkartmalıyız. Az önce karargâha durumu bildirip hava desteği istedim,” diyerek planını açıkladı. “Bu çakallar telsizi duydularsa kaçmazlar mı komutanım?” “Merak etme Çavuş. Böylelikle hem pusu bozulmuş olur hem de gece görüşlü kobralarımız onları bulur ve canlarına okur.” Birkaç kilometre ilerideki derin vadinin sırtında, yüz kadar PKK’lı, kayalık yamaçta mevzilenmiş, pusuda bekliyordu. Tilki kod adlı grup lideri, grubuna siperlerde çok sessiz olmaları talimatını vermişti. Mükemmel silahlanmışlardı. Ellerinde Rus yapımı otomatik AK47 Kalashnikov tüfekler, iki adet PKS (Biksi) ağır makineli tüfek, el bombaları, gece görüş dürbünü, Dragunov Sniper (keskin nişancı) tüfeği ve RPG7 roketatarları vardı. PKK’lılar arazide öyle ustaca saklanmıştı ki, dürbünle bile hiçbirini görebilmek neredeyse mümkün değildi. Askerlerin gelmesi en az yarım saat sürerdi. Tepeden tepeye iletilen ışık sinyallerinden bu anlaşılıyordu. Türk Askerleri tarafından telsiz konuşmaları dinlendiği için, ışıkla haberleşme yöntemini kullanıyorlardı. Bu yöntem, daha önce de pusu kurmakta oldukça işe yaramıştı. Tilki, bu kez pusuda çok başarılı olacaklarını ve bütün bölüğü yok edebileceklerini düşünüyordu, nihayet TC ordusundan babasının intikamını alacaktı. Bir anda içi kin ve nefretle dolmuş, gözleri kızarmıştı... Dokuz yıl önce, sıcak takip sırasında teröristlerin saklandığı bir köye giren askeri timin çavuşu, köydekileri PKK’ya yardım ve yataklık ettikleri için sorgularken, adamlardan biri kriz geçirerek ölmüştü. İstemeyerek de olsa meydana gelen bu olay ordunun aleyhine olmuş, basından da büyük tepki gelmişti. Tabii ki AB de olayın üzerine balıklama atlamış, olayı saptırarak Türk ordusunu eleştirmişti. Babası ölünce on dört yaşındaki büyük oğlu Cemal okulunu bırakarak ailesine bakmak zorunda kalmıştı. Aylarca iş bulamadığından ve parasızlıktan ailesi çok zor günler geçirmişlerdi. Zaten fakir bir aile olduklarından babası da çocuklarını okutabilmek için PKK ile işbirliği yapmış ve onlardan para yardımı almıştı. PKK, babasından sonra, oğlunun da yardımına koşmuştu. Kendilerine katılması halinde ona, ailesine yetecek kadar para yardımı yapacaklarını, Büyük Kürdistan kurulunca da kendisine iyi bir mevki ve gelir sağlayacaklarını söyleyerek Cemal’i etkilemişler, babasını öldüren Türk Ordusunun aleyhine her türlü propagandayı yaparak 46 etkilemeyi başarmışlardı. Şimdi yirmi üç yaşında olan Tilki kod adlı Cemal, o yıllarda terör örgütüne katılmış, babasının intikamını almaya yemin etmişti. Yıllar sonra da grup lideri olmuştu. Tilki saklandığı siperde düşünürken, babasını öldüren TC askerlerinden intikamını almak için karşısına çıkacak her TC askerini öldürmeye bir kez daha yemin etti. Kendince haklıydı. Ancak, şiddetin karşı şiddeti doğuracağını, bu akıl dışı, kindar ve acımasız tutum yüzünden daha nice çocuğun babasız kalacağını, onların da kendisine can düşmanı olacağını düşünemiyordu. Genelkurmay Başkanlığı Yaşlıkaya bir yudum su içtikten sonra, konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu: “Aslında başka çaremiz de yoktur. Bugünkü acımasız kapitalist dünya düzeninde daima güçlüler zayıfları yutar. Bizi de bölerek yutmak veya kontrol altına almak en büyük arzularıdır. Artık bunu görmemek olası değil. Ayrılıkçı, etnik milliyetçi akımların da kökeninde genellikle ekonomik koşullar ve emperyalizm yatar. Yoksulluk dünya çapında büyük bir sorundur. Biz bu proje ile örtülü ödenekler de dâhil, tüm askeri ve istihbarat harcamalarının neredeyse tamamını yatırım ekonomilerine yönlendirerek insanların refah düzeylerini arttırdığımızda, dünyada tam bir barış ortamı sağlamış olacağız. Yeryüzünde muhtaç ve fakir insan kalmayacak. Buna inanın! Çünkü daha sonraki bir aşamada, dünya neredeyse sınırsız bir finans kaynağına sahip olacaktır. Ne mutlu ki, elimizde böyle bir proje ve gerçekleştirmek için de fırsat var. Biz şimdi yeni bir dünya kurmaya gidebiliriz. Üstelik Türkiye’nin böyle bir görevi üstlenmiş olmasından da endişe değil, gurur duymak gerekir. Çünkü bu proje sadece Türkiye için değil, dünya için bir kurtuluş ümididir… Tekrar vurgulamakta fayda görüyorum: Ulusalcı olmak için hiçbir engel yoktur. Kimsenin elinden bir şey alınmıyor. Bu düzende milliyetçilik ve ulusalcılık kavramları, sadece asıl yerlerine oturtulmuş olacaktır. Gençlerimize de artık bunu öğretmeliyiz. Çünkü kaçınılmaz olarak, er veya geç, bir gün dünya çarpık da olsa bu düzene zaten geçecektir. Bunu neden şimdi biz yapmayalım? Hem de daha adil ve eşitlikçi bir şekilde.” Genelkurmay Başkanı merakla sordu: “Bu sınırsız finans kaynağı nedir Sayın Profesör?” “Bu en sonraki bir aşama olduğu için, şimdilik anlatmamayı tercih ederim Sayın Başkan. Kafanızı karıştırmak istemem. Kolayca anlaşılacak bir sistem olmadığını bilin. İzin verirseniz daha sonra bu konuyu özel olarak ele alır ve uzun uzun konuşuruz. Zira bu birkaç saatte anlatılabilecek bir konu da değil.” Kısa bir sessizlikten sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı, eliyle kendisini ve diğer Generalleri de işaret ederek sordu: “Ordular kaldırılacağına göre bizler ne durumda olacağız Sayın Yaşlıkaya?” “Sizler Sayın Generalim, diğer ülkelerin Subayları ile birlikte Birleşik Dünya Ordusunda görev yapacaksınız. Projeye göre, ihtiyaç fazlası Subaylar da eğitmen olarak atanacaklar. Çünkü bu düzende en önemli konu eğitim, en büyük ihtiyaç da kaliteli eğitmenler olacaktır. Yeri gelmişken şunu da vurgulamak isterim: Yeni düzendeki Eğitim ve Öğretim sisteminde hoşgörülü, sabırlı, görgülü ve saygılı, rasyonel düşünebilen, ileri görüşlü nesiller yetiştirmeliyiz. Şimdiki; Ölen ölsün, 47 kalanlar bize yeter, mantığı kesinlikle terk edilmelidir. İşte bizim en büyük hatalarımızdan biri de budur. Her birey değerlidir ve mutlaka kazanılması gereklidir. Sınavla eleme şeklinde değil, herkesi kendisine uygun koşullarda eğiterek, içlerinden uygun olanını seçme modeline geçmeliyiz. Siyasette uygulanan ‘ağacı değil, ormanı görme’ söylemi, eğitimde çok yanlış bir bakış açısıdır. Her ağacı tek tek görmeliyiz. Ormandaki bazı ağaçlar çürümüş ise ormanın kalitesi düşer. Buna iyi bir orman denemez. Toplumda da böyledir ve her birey değerlidir. Bizim ana ilkemiz bireycilik olacaktır. Aksi halde; şimdi olduğu gibi, bedel ödemeye devam ederiz!” Yaşlıkaya’nın Eğitim ve Öğretim kelimelerini sert bir tonda vurgulaması farklı bir mesaj içeriyordu. Fakat bunun ayrıntılarına girmedi. Genelkurmay Başkanı ve komutanlar birkaç soru daha sordular. Yaşlıkaya onlara gerekli açıklamaları oldukça net bir anlatımla yapıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı İlhami Barış ilk kez konuşmaya başladığında herkes sessizce dinliyordu: “Pekâlâ, bunlar çok güzel sözler, ama dünyayı nasıl ikna edeceğiz? Tüm devletler buna kolayca katılacaklar mı sanıyorsunuz? Örneğin Araplar, Müslüman ülkeler, ABD, İsrail, Çin… Çoğu dikta rejimlere sahip olan bu ülkeleri nasıl ikna edeceğiz? Önce bu gibi ülkeleri demokratik rejimlere kavuşturmak gerekmez mi? Bunlar hedeflerinden, ordularından ve milli değerlerinden vazgeçebilirler mi?” “Geleceğe projeksiyonlar yaparak ikna edeceğiz Sayın Komutanım, bütün liderler geleceği tüm çıplaklığıyla görecekler ve bugünkü düzende insanlığı nasıl büyük bir tehlikenin beklediğini anladıklarında, teklifimizi ciddi şekilde değerlendireceklerdir. Onlara cesaret ve güç aşılamak amacıyla da en büyük kozumuzu ortaya koyacağız. Zira tam olarak ikna olabilmeleri için büyük bir güç desteğine ihtiyaç olacaktır. Biliyorsunuz, çok etkili bir silah yapıyoruz. Kısaca, kullananı dünyanın hâkimi yapacak güçte, müthiş bir silah. Bu silahın ne kadar etkili bir sistem olduğunu arkadaşlarım size anlatmışlardı. Biz bu silahı dünya birliğini sağlamak ve dünyaya barışı getirmek için kullanacağız. Dünyayı korkutarak anlaşmaya zorlayacağız demek istemiyorum. Anlatmak istediğim şu: Dünya üzerinde söz sahibi olabilmek için bir büyük gücünüz olmalı. Yoksa şimdi olduğu gibi, sizi kimse ciddiye almaz. Böyle bir güç oluşunca, isteklerimiz ve projemiz ister istemez ciddiye alınacaktır. Savaş mı, barış mı? Liderler tercihini en akılcı şekilde yapacaktır. Teokratik yönetimleri demokratik rejimlere kavuşturmak tabii ki şart. Ancak bunu operasyondan sonra yapmalıyız. Önce yapalım dersek, dünyada büyük bir kaos oluşmasına sebep oluruz. Bu diktatörler kolayca ikna edilebilecek yapıda insanlar olmadığı için bunu operasyondan hemen sonra, yani gücümüzü tüm dünyaya gösterdikten sonra yapmak hem daha kolay hem de çok daha akılcı olacaktır. Bu projeye en büyük engel, malumunuz olduğu üzere, ABD’dir. Bir süper güç olduğu ve kendi çıkarlarına uygun olmadığı için, doğal olarak böyle bir projeye karşı çıkacaktır. Zaten onlar da benzer bir küreselleşme projesini uygulamaya çalışıyorlar. Tek fark; onların hedeflerinin bir Amerikan imparatorluğu kurmak ve dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek istemeleridir. Bu nedenle biz bu silahı ABD’yi pasivize etmek için kullanmalıyız. O zaman diğer devletler de bu projeyi bir kurtuluş olarak görecek, destek vereceklerdir. Buna eminim. Zaten Rusya ve Japonya ile şimdiden bilim adamları çerçevesinde özel görüşmelere başlamış bulunuyoruz. Ben inanıyorum ki, yolun açıldığını gören her aklı başında lider bu projeye gönülden destek verecektir. Çünkü eskilerin dediği gibi, aklıseli- 48 min gereği budur. Çoğunluğun desteğini alırsak zaten mesele kalmaz. Azınlık nasıl olsa çoğunluğa uyacaktır. Uymayanlar olursa, düzenin dışında kalarak tecrit olacaklardır. Hiçbir ülke buna uzun süre dayanamaz… Size ilginç bir şey daha söyleyeyim; projemize en büyük destek bugünkü totaliter rejimlerin ezilmiş halklarından gelecek, bu da elimizi epeyce güçlendirecektir. Sonra da elimizdeki bu gücü birleşik dünya yönetimine devrederek barışın kalıcı olmasını sağlayacağız. Dünyaya zaman kazandıracağız. Belki de asırlar sonra oluşabilecek bir birleşmeyi öne alarak 21.yüzyılda gerçekleşmesini sağlamış olacağız. Bunu başarabilirsek –ki, buna yürekten inanıyorum– dünya bize parmak ısıracaktır.” Genelkurmay Başkanı: “Silah projesinin ayrıntılarını Sayın Göktuna’dan ve Sayın Güreli’den dinlemiştik. Anlaşıldığı kadarıyla; eğer gerçekleştirebilirsek bu, dünyanın en güçlü silahı olacaktır. Projenin bu kısmı bence en önemli noktasıdır. O silah bizi hedefimize ulaştıracaktır. Şahsen bunu çok önemsiyorum.” Bu sırada Hava Kuvvetleri Komutanı söze girdi. “Haklısınız komutanım, ancak bu yeni silah sayesinde proje yürütülebilir olacaktır. Diyelim ki başardık. Dünyanın bütün ordularını pasivize ettik. Projeyi tanıttık ve süreç işlemeye başladı. Bu durumda Avrupa Birliği ne olacak? Bu husus projenizde hiç yer almamış.” “Çünkü Avrupa Birliği diye bir şey olmayacak Sayın General. Her ne kadar AB’yi doğrudan hedef almadıysak da; projemiz gerçekleşince dünyada birlikler ve federasyonlar kalmayacak. Sadece şimdiki ülke sınırları içerisindeki demokratik yerel yönetimler ile merkezi yönetim olacak. Şimdiki bağımsız ülkelerin hepsi aynı sınırlar içerisinde birer üye devlet durumunda olacaklar. Her üye devlet eşit şekilde temsil edilecek, eşit haklara sahip olacaklar. Üye devletler demokratik parlamenter sistemle yönetilecekler, fakat merkezi yönetime bağlı ve ona karşı sorumlu olacaklar. Merkezi yönetimde her devletten eşit sayıda temsilciler bulunacak ve kararları onlar alacaklar, kanunları da onlar yapacaklar. Buna kısaca bir Dünya Bütünleşmesi veya Dünya Federasyonu diyebiliriz. Sadece merkezi bir ordu ile merkezi bir istihbarat örgütü olacak, dünyada başka hiçbir ordu veya istihbarat örgütü olmayacaktır. Genel Konseydeki başkanlar ise üye devletlerin temsilcileri arasından, dönüşümlü olarak ve sıra ile göreve geleceklerdir. Bu üst kategoride seçim filan olmayacak, dolayısıyla problem de olmayacaktır! Bunlar projenin Siyasi Yapılanma bölümünde ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Fakat tekrar vurgulamak gerekirse; Avrupa Birliği diye bir şey olamayacak. Çünkü yeni düzende Dünya Birliği’nin ruhuna aykırı olan bu gibi kutuplaşmalara izin veremeyiz.” Şırnak Kırsalı PKK telsizcisi, elindeki uydu bağlantılı mobil telefon ile Tilki’nin yanına gelerek heyecanlı bir sesle konuşmaya başladı: “Gözcülerimiz heloların havalandığını bildiriyor. Pusuyu fark ettiler zahir. TC buraya hava desteği gönderiyor Tilki! Yerimizi bulup bizi imha edecekler!” “Kahrolsunlar! Köpekler!” “Helolar yarım saatte gelir. Hemen kaçmalıyız Tilki!” “Herkese bildir köye çekiliyoruz, sessizce... Bana Kod Cevher’i yolla.” Az sonra Cevher kod adlı terörist Tilki’nin yanına gelmişti. 49 “Buyur Beyim, beni emretmişsin.” “Dinle Cevher, pusuyu fark ettiler. Biz köye doğru çekileceğiz. Sen yirmi adam al ve sınıra doğru kaçıyormuş süsü ver. Dağınık gidin. Onları peşinize takın ki, biz de planımızı uygulayalım. Size saldırırlarsa dağdaki sığınaklarımıza kaçın. Tünellerde saklanın. Yola mayın döşeyerek tuzaklar kurun. Birkaç gün sonra da köye dönersiniz.” “Başım üstüne Beyim.” Aslında Cevher kod adlı militan ve grubu bu manevrada feda ediliyordu. Diğerlerinin kurtulması ve köyün durumunun ortaya çıkmaması için böyle olmalıydı. Kod Cevher’in kurtulma şansı çok azdı ve kendisi de bunun farkındaydı. Fakat öyle yerlerde sığınakları vardı ki, oralara ulaşabilirse önceden hazırlanmış tüneller vasıtasıyla sığınaktan sığınağa geçerek rahatça kaçabilirlerdi. Kod Cevher daha önce bunu bir kez başarmıştı. Gene yapabilirdi. İşin zor tarafı bu kez kaçarken izini belli etmesi gerekiyordu. Sınıra doğru kaçıyor süsü vermek için görülmek zorundaydılar. Sonra da izlerini kaybettiremezlerse bu kez işleri biterdi. Gece boyunca bölgede havadan gözlem yapan Kobra helikopterler bir grup teröristin sınıra doğru kaçtığını tespit etmiş ve bölüğü yönlendirmişti. Teröristler bir tepede kıstırıldılar. Çatışma sabaha kadar, siperden sipere ateş şeklinde sürdü. Sabah saatlerinde iki adet F16 savaş uçağı, 8. Ana Jet Üssünden havalanmış, güneydoğu yönündeki hedeflerine doğru uçuyorlardı. Ses hızının iki katı hızla uçabilen F16’lar havadan karaya füze ve roketlerle yüklüydü. Tim komutanı Binbaşı Turgut telsizden son talimatları alıyordu. “Verilen hedef koordinatları onaylandı Kartal-1. Hedefi cruise füzeleriyle vurmanıza izin verilmiştir.” “Anlaşıldı Karayuva, bir dakika sonra hedefe varmış olacağız. Kartal-1 tamam.” “İkişer dalış yaparak çekilin Kartal-1, Gerisini Kobralar halledecek.” “Anlaşıldı Karayuva, Kartal-1 tamam.” “Kartal-1’den Kartal-2’ye, hedefe ulaşınca işaretimle dalışa geçiyoruz. 1200 metreden cruise atışı yaparak saat yönünde daire çizeceğiz. Mesafeyi koru, tamam.” “Anlaşıldı Kartal-1, tamam.” F16’lar çalılarla kaplı tepeye arka arkaya dalışlar gerçekleştirerek yoğun füze atışları yaptılar. Havadan karaya füzeler ve roketler hedeflerini büyük bir isabetle vurmuş, tepe ateş ve duman içinde kalmış, arkadan gelen Kobra helikopterleri de makineli top atışlarıyla tepeyi tekrar toz duman altında bırakmıştı. Uçaklara ve helikopterlere karşı yerden hiçbir ateş açılmamıştı. Sanki orada kimse yokmuş gibiydi. Ya da ateş edecek fırsatı bulamamışlardı. Hâlâ sağ kalanlar varsa onların da işini bitirmek için sıra kara operasyonuna gelmişti. Tepeyi sarmış olan komando birliği hava saldırısının bitmesini bekliyordu. Bu sırada tepenin üzerinde, oldukça yüksek bir irtifada, havadan jammer yayını yapan başka bir helikopter daha vardı. Bu yayın hem haberleşmeyi bozuyor hem de teröristlerin döşemiş olabilecekleri uzaktan kumandalı mayınları etkisiz hale getirmeye yarıyordu. 50 Genelkurmay Başkanlığı Kara Kuvvetleri Komutanı İlhami Barış: “Günümüzde mevcut olan çok sayıdaki federatif devletler bu bütünleşmede nasıl yer alacaklar? Biraz daha açıklar mısınız?” “Bu üç aşamalı bir plandır Generalim. Ülkeler iki grupta kategorize edilerek, birinci gruptaki nüfus ve yüzölçümü açısından çok büyük olan federal devletler çözülecekler, her biri bağımsız bir devlet şeklinde Dünya Federasyonu üyesi olacaklardır; ABD ve Rusya Federasyonu gibi... İkinci gruptaki daha küçük olan federe devletler ise aralarında birleşecek ve onlar da tek bir bağımsız devlet olarak birliğe katılacaklardır; Almanya gibi, İsviçre gibi... Böylece daha sağlıklı, yeni bir siyasi yapılanma hedef alınmış olacaktır. Daha sonraki üçüncü aşamada ise, bazı üye devletler isterlerse referandum yaparak aralarında birleşebilecekler veya isterlerse bölünebileceklerdir. Bizler uygun birleşmeleri ve bölünmeleri samimiyetle destekleyeceğiz ve yönlendireceğiz. Çünkü Dünya Federasyonu içerisinde aşırı sayıda bağımsız ülke olması gibi, uzlaşamaz yapıdaki halkların birlikte yaşamaya zorlanması da sorun olur ve de anlamsızdır. Sonuçta, birlik üyesi ülkelerin sayısının beş yüz, altı yüz aralığında olmasını bekliyoruz.” Orgeneral İlhami Barış söze girdi: “Sanırım bu üçüncü aşama, örneğin; Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye katılımını da sağlayabilir. Böyle mi anlamalıyız profesör?” Yaşlıkaya olabilir anlamında bir baş hareketi yaptıktan sonra hemen ekledi: “O koşullar altında bunun pek bir önemi de kalmayacaktır sanırım... Ancak, emperyalizm ile mücadele ederken, kendimiz emperyalist bir çizgiye gelmemeye dikkat etmeliyiz! Kıbrıs halkı kendi kaderini kendisi tayin edecektir.” O sırada Orgeneral Koray anlamlı bir tebessümle sordu: “Avrupalı dostlarımız bize, ‘Şöyle yap, böyle yap, yoksa AB’ye giremezsin’ derken, şimdi biz onlara, ‘Bırakın şu AB’yi de gelin hep birlikte Dünya Birliğini kuralım’ diyeceğiz. Böyle mi anlamalıyız?” “Evet Komutanım, özet olarak dediğiniz gibi olacak! ‘Öyle küçük işlerle uğraşacağınıza, haydi siz de gelin, dünyayı birleştirelim’ diyeceğiz onlara.” Kara Kuvvetleri, Komutanı bıyık altından gülerek hafif bir sesle mırıldandı: “Belki de bize yaptıklarından utanırlar o zaman.” O sırada Deniz Kuvvetleri Komutanı söze girdi. “Doğrusu, ben şahsen ikna oldum. Projenizi benimsediğimi söylemekten de şeref duyarım. Böyle bir gelişme için yüzyıllarca beklemeye hiç gerek yok. Bizler bugün, bu projeyi uygulayarak insanlığa çağ atlatmaya muktediriz!.. Siz ne düşünüyorsunuz Sayın Genelkurmay Başkanım?” “Ben de sizinle aynı duyguları paylaşıyorum General. Üstelik bizi ulusça karamsarlığa sürükleyen bu kritik durumda böyle bir proje bizim için iyi bir çıkış yolu olacaktır. Karanlık günler kapımızda ve ülkemiz her taraftan kuşatılmış durumdayken, Türkiye’miz bölünme tehdidi altındayken, bu projenin tam zamanında bize çare olacağını düşünüyorum. Yani belki de başka çaremiz yok demek daha doğru olacaktır. Bu konuda Sayın Yaşlıkaya ile aynı düşüncedeyim.” Kara Kuvvetleri Komutanı, Genelkurmay Başkanına döndü: “Böyle bir operasyonda mutlaka şiddetli direnişler, karşı harekât veya sabotaj girişimleri olacaktır. Bu gibi konularda da hazırlıklarımız ve planlarımız olmalı.” Genelkurmay Başkanı, haklısın der gibi başını salladı. Profesör Yaşlıkaya: “Bu da sizin uzmanlık alanınız komutan.” 51 Genelkurmay Başkanı Boralı: “Avrupa’dan büyük bir saldırı geleceğini sanmıyorum. Onlar böyle bir şeye cesaret edebilecek durumda değil. Bütün güçlerini NATO’dan alıyorlar ve biz NATO’nun bütün sırlarına vakıfız. Daha çok, Amerika ve İsrail’e dikkat etmeliyiz. Bize en yakın ve en büyük tehdit İsrail’den gelecektir diye düşünüyorum. Asıl buna odaklanmalıyız.” MİT Müsteşarı: “İsrail’in Türkiye’de çok sayıda ajanı ve eylem hücreleri var. Önce onları pasivize etmeliyiz. Tabii ki, böyle bir harekâta kalkışıyorsak her şeyin tereyağından kıl çeker gibi olamayacağını bilmek zorundayız. Açıkçası, bunun bir bedeli de olacaktır mutlaka. Biz bu bedeli ödemeyi göze almış olmalıyız.” Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Koray’a baktı ve Koray onayladı: “Çok haklısınız Sayın Müsteşar.” MİT Müsteşarı oldukça heyecanlı bir sesle tekrar konuşmaya başladığında herkes dikkat kesilmişti: “Sayın profesörlerimizin bu projesi gerçekten de bizim için iyi bir şans olabilir... Efendim, biliyorsunuz ABD, İsrail ve bazı Avrupa ülkeleri artık nanoteknolojik istihbarat modeline geçiyorlar. Bu gelişmeler kontrolün tamamen bu ülkelere geçmesiyle sonuçlanacaktır. Nanoteknolojik gelişmeler bizi önleyemeyeceğimiz durumlara sokabilir. Kısaca çok az zamanımız kaldı Sayın Genelkurmay Başkanım… Ayrıca, asıl planımızı maskelemek için dikkatleri başka yöne çekmeliyiz. Şu sıra, siyasilerle askerler arasında ciddi bir polemik yaratmak iyi olur. Bu sayede her türlü toplantı ve görüşmelerimiz bu konuyla ilgiliymiş gibi görünür ve biz de asıl konuyu başarıyla gizlemiş oluruz.” Yaşlıkaya söz alarak müsteşarı cevapladı. “Sayın Müsteşar çok haklı, kesin, doğru ve isabetli bir tespit yapmıştır! Bu maksatla, örneğin; ordunun bir darbe yapacağı söylentisi yayılırsa, hatta bu yolda bazı deliller de ortaya çıkar ve yargılamalar olursa, çok işimize yarar. Zira, bu proje bizim son şansımız olabilir. Zaten devleti yeniden yapılandırma projesi diyerek işe ordudan başladılar, öyle görünüyor.” Genelkurmay Başkanı da tekrar Yaşlıkaya’yı destekleyen görüşlerini söylemek gereğini duymuştu. “Çok haklısınız. Bazı generallerin darbe hazırlığı yaptığı söylentisi iyi bir kamuflaj olur. Askeri istihbarat bunu halleder.” Genelkurmay Başkanı Boralı, Askeri İstihbarat Başkanına bir bakış attıktan sonra, konuşmasına devam etti: “Bu durumda bir de dünya anayasası hazırlanması gerekiyor sanırım. Tabii bu sonraki bir aşamadır. Fakat şimdiden başlayıp mükemmel bir anayasa taslağı hazırlamak çok iyi olur.” Profesör Yaşlıkaya, bir anayasa taslağı üzerinde çalıştığını henüz söylememişti. Daha çok erken diye düşünüyordu. Başını sallamakla yetindi. Şırnak Kırsalı Yüzbaşı Alper, elindeki M16 otomatik silahını tekrar kontrol ettikten sonra siperdeki askerlere ilerleyin işaretini verdi. Kamuflaj giysileri içindeki üç asker siperden koşarak çıkıp, çıplak yamacın sağ tarafına doğru yöneldiler. Onlar yerlerini 52 alınca üç asker daha siperden fırlayarak tepenin öbür yanına doğru koşmaya başladı. Yüzbaşı, tekrar iki kişinin doğruca tepeye tırmanması için işaret yaptı. Askerler siperden henüz çıkmışlardı ki, önlerinde bir el bombasının yere düştüğünü görmeleriyle, bombanın patlaması arasında bir saniye gibi bir zaman geçmiş, iki asker kanlar içinde sipere geri düşmüştü. Aynı anda yüzbaşının ateş emriyle ortalık cehenneme döndü. Yüzbaşı Alper siperden fırlayarak silahını tepeye doğrultu ve sürekli ateş ederek koşmaya başladı. Komutanlarını gören bölük tümüyle siperlerden fırlayarak saldırıya geçtiler. Bu sırada tepenin iki yanını tutmuş olan askerler de otomatik silahlarıyla destek ateşi açmışlar, çalılık bölgede mevzilenen PKK militanlarına göz açtırmıyorlardı. Birkaç dakika içinde Yüzbaşı Alper tepeye neredeyse ulaşmıştı. İlk grup komando tırmanışa geçtiğinde diğerleri yoğun destek ateşiyle onları koruyor, diğer grup tırmanışa geçtiğinde ise bu kez ilk grup onlara destek ateşine başlıyordu. Bu sırada tepeden fırlatılan el bombaları sağda solda patlıyordu. Siperdeki PKK militanlarının askerleri göremeden, rasgele fırlattıkları el bombaları ise artık isabet sağlayamıyordu. Yüzbaşı Alper tepeye ulaştığında, önceden hazırlanmış oldukları anlaşılan, oldukça derin siperlerdeki cesetlerle karşılaştı. Gene de otomatik silahıyla siperleri taramaya devam etti. Yaralı teröristlerden birkaçı da bu ateşle ölmüşlerdi. Bir tuzağa kurban vermemek için cesetlere bile ateş ediyordu. Beş şarjör mermi harcadıktan sonra ancak durabildi. Şimdi 9 mm’lik otomatik tabancası elinde, diğer askerlerle birlikte cesetleri kontrol ediyordu. Komandolar her yönden tırmanarak tepeye ulaşmış, herkesin eli tetikte, mıntıka kontrollerini yaparak bölgeyi emniyete alıyorlardı. Birkaç komando eri, yanmış veya parçalanmış cesetleri saydılar. Sadece 13 ceset vardı. 20 teröristten yedisi kurtulabilmişti. Onlarda gizli mağaralardan ve tünellerden faydalanmışlardı. Fakat askerler, en az seksen kişinin sınıra doğru kaçtığını sanıyorlardı. Yüzbaşı Alper telsizciyi yanına çağırarak karargâhla temas kurmasını istedi. Temas kurulunca mikrofonu aldı ve komutanına bilgi vermeye başladı: “Tepeye ulaştık ve kontrolü sağladık komutanım. Fakat az sayıda ceset var. Toplam on üç leş saydık komutanım. Eşkıyanın büyük kısmı kaçmış. Bizden de iki kayıp verdik efendim. Maalesef iki askerimiz saldırının başlangıcında el bombasıyla şehit olmuşlardır. Şehitlerimiz; Kıdemli Çavuş Nihat Kocaman ile Kıdemli Komando Er Mehmet Biberci’dir. Arz ederim komutanım.” “Şehitlerimize Allah rahmet etsin Yüzbaşım. Takibe devam edin, ancak sınırı geçmeyin.” Yüzbaşı Alper’in bölüğü Irak sınırına kadar takibe devam etmiş fakat PKK’lıları bulamamışlardı. Dön emrini aldıktan sonra, hem yorgunluğun etkisiyle hem de teröristlerin kaçtığını düşündüklerinden rahat davranıyorlardı. Birden telsizden imdat çağrıları gelmeye başladı. Köyde saklanan büyük terörist grubu, bu kez diğer bölüklerden birini pusuya düşürmüştü. Yüzbaşı, emirleri alarak durum değerlendirmesini yaptıktan sonra bir taşın üzerine çıktı ve bölüğüne seslendi: “Arkadaşlar hepiniz yorgunsunuz biliyorum, fakat üçüncü bölük zor durumda. Eşkıya onları sıkıştırmış ve çok kayıp vermişler. Hava desteği de yolda. Teröristler, destek gelinceye kadar kaçacaklardır. Biz hızlı hareket edersek onların kaçış yolunu keser ve tamamını yok edebiliriz. Şehitlerimizin kanı yerde kalmasın! Haydi aslanlarım, ileri!” Bölük hemen toparlanmış ve canla başla, tekrar yola koyulmuşlardı. 53 Genelkurmay Başkanlığı Toplantı odasındaki dâhili telefon çaldığında, telefonu açan Genelkurmay Başkanı Yavuz Boralı, asık yüzle bir süre dinledikten sonra öfke dolu bir sesle cevap vermeye başladı: “Bu canilerin kökünü kazıyana kadar savaşacağız General. Vatandaşlarımızın hayatını korumak için bütün gücünüzle hemen peşlerine düşün! Sıcak takip hakkımızı ve her türlü yasal tedbiri kullanın! Fakat köylere zarar vermeyin. Sadece şüphelendiğiniz köylerin etrafını sararak her türlü hareketi kontrol altına alın. Giriş çıkışları gözetleyin... Şehitlerimize de Tanrıdan rahmet diliyorum. Onlara çok güzel törenler yapılsın. Ailelerine de her türlü desteği verin. Ben önemli bir toplantıdayım, bu yüzden Başbakanlığa da siz bilgi verin.” Salonda sessizlik hâkimdi. Canı sıkılmış halde toplantıya dönen Genelkurmay Başkanı salondakilere, PKK teröristlerinin bir askeri birliğimizi tuzağa düşürdüğünü, otuz civarında şehit verdiğimizi, buna karşılık yapılan operasyonu ve teröristlerden bazılarının öldürüldüğünü anlattı. Son derece üzülen diğer komutanların da yüzü asılmıştı. Genelkurmay Başkanı kararlı bir ses tonuyla tekrar konuşmaya başladığında herkes dikkatle dinliyordu. “Bu terörün arkasında ABD ve İsrail’in gizli emelleri ile bazı batılı ülkelerin de gizli servisleri vardır. Bunu bilmek için kâhin olmaya gerek yok! Yıllardır bunu gayet açık ve net olarak ifade ediyoruz. Fakat siyasi dengeler ve bazı tehditler bizim önümüzü kesiyor. Bu gidiş Türkiye’nin bölünmesiyle sonuçlanabilir. Hâlâ bize Sevr şartlarını tekrar dayatmaya çalışıyorlar. Galiba en güzel çıkış yolu Deviniş Projesi’nin bir an önce hayata geçirilmesi olacaktır. Bataklığı kurutmak zorundayız. Öyleyse şimdi bize düşen görev, bütün gücümüzle bu projeyi desteklemek ve hayata geçirilmesini sağlamaktır. Ben, Silahlı Kuvvetlerin başındaki bir komutan olarak, anayasamızın bana verdiği yetkiyle, daha önce şifahen desteklemekte olduğumuz bu tarihi görevi, şimdi size resmen tevdi ediyorum Sayın Komutanlar. Yazılı emrimi de çok gizli kaydıyla göndereceğim.” Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Hayrettin Birsoy heyecanla ayağa kalktı: “Buna gerek yok Sayın Başkanım! En gizli belge, var olmayan belgedir. Bize şahitler önünde sözlü emir vermeniz kâfidir. Anayasamızın Silahlı Kuvvetlere vermiş olduğu vatanı koruma ve kollama görevi doğrultusunda, Sayın Komutanlarımızın ve Profesör Yaşlıkaya’nın şahitliğinde, ben bu emrin gereğini en iyi şekilde yapacağıma şerefim ve hayatım üzerine yemin ediyorum.” Bu sözler üzerine Genelkurmay Başkanı duygulanmıştı. “Teşekkür ederim Sayın Birsoy. Güvenliği ve gizliliği azami ölçüde sağlayınız. Bu projede gizlilik en önemli unsurdur… Hatta hayati öneme haizdir.” Komutanlar ve MİT Müsteşarı da ayağa kalkarak bu tarihi görevi en iyi şekilde yerine getireceklerine ve gizlilik kurallarına uyacaklarına söz verdiler. Böylece projenin gerçekleşmesi için çekirdek grup oluşmuş, karar verilmiş ve gizlilik andı içilmişti. Şimdi müttefik ülkelerin seçimi ve ikna görüşmelerine hız verilecekti. Genelkurmay Başkanı kısa bir teşekkür konuşması yaptı. “Hepiniz sağ olunuz… Hepinize teşekkür ederim. Şimdilik Cumhurbaşkanı’na ve diğer siyasilere bilgi vermeyeceğiz. Zamanı gelince onu da düşünürüz. Sayın Yaşlıkaya, değerli arkadaşlarınıza da saygılarımı ve sevgilerimi iletiniz lütfen. Allah muvaffak etsin, yolumuz açık olsun.” 54 Proje, Cumhurbaşkanı’nın ve hükümetin bilgisi dışında, Genelkurmay Başkanı tarafından resmen yürürlüğe sokulmuştu. Bunun nedeni; gizliliği dar bir alanda sürdürmenin daha güvenli ve kolay olması ve bir bilgi sızması durumunda Cumhurbaşkanı ile hükümetin rahatça yalanlayabilmelerini sağlamaktı. Diğer yandan, ne yazık ki, siyasiler işin içine girince çerçeve aşırı genişlediği için bilgi sızması olasılığı çok yüksekti. Proje ilerleyip, artık geri dönülemez noktaya gelindiğinde, tüm yetkililere bilgi verilecek, proje bütün ayrıntılarıyla anlatılacaktı. Güvenlik açısından, böyle olmak zorundaydı. Şırnak Kırsalı Bölük hızlı bir tempoda yürüyordu. Birkaç saat önce geçtikleri yoldan dönmekte oldukları için güvenlik önlemlerini daha gevşek tutarak, bir an önce teröristlerin olduğu yere yetişmeye çalışıyorlardı. Cabbar Çavuş gene en öndeydi. Tüfeği sol elinde yürürken bir ara matarasını çıkardı. Çok susamıştı. Matarayı kafasına dikmişti ki, o anda şiddetli bir patlamayla gövdesi havaya fırladı. Ayakları bir tarafa, gövdesi bir tarafa düşerken korkunç bir çığlık dağlarda yankılandı. Bu sırada bir başka asker de diğer bir mayına basmış ve o da havaya uçmuştu. Kısa bir süre can çekiştikten sonra ikisi de aynı anda, olay yerinde şehit oldular. Üç asker yaralanmış, bu sırada bütün bölük yere yatmış, herkes bu kanlı tabloyu dehşet içinde seyretmişti. Yüzbaşı yattığı yerden bağırarak siper almalarını emrederken, bulundukları vadinin her iki yamacından makineli tüfek ateşi başlamıştı. Üzerlerine mermi yağıyordu. Bu yoğun ateşe askerler de karşılık vermeye başladıktan sonra tepedeki teröristler ateşi keserek tekrar saklanmışlardı. Fakat askerler onları takip edemiyordu. Tekrar bir tuzağa düşmemek için ihtiyatla ilerlediklerinden teröristlere yetişememiş ve hiçbirini bulamamışlardı. Daha sonra olay yerine gelen helikopterler aramaya devam ettiler. Çatışma yerine geri döndüklerinde, Yüzbaşı, güvenlik kontrollerinin yapılmasını ve etrafa nöbetçiler yerleştirilmesini emrettikten sonra yavaşça Cabbar Çavuşun yattığı yere doğru ilerledi. Şehidin yanına gelince dizlerinin üzerine çökerek kanlar içindeki bedene sarıldı ve alnını öptü. Gözleri kızarmıştı. Bütün bölük olayı sessizce izliyordu. Yüzbaşı doğrularak derin bir nefes verdikten sonra kendi kendine konuşmaya başladı: “Yapma be Cabbar! Erken bıraktın bizi... Seninle daha çok yapacak işimiz vardı... Ama üzülme! İntikamını mutlaka alacağız! Rahat uyu dostum! Ben, küçük Cabbar’a, babasının bütün bölüğü birçok pusudan nasıl kurtardığını ve kahramanca savaştığını bizzat anlatacağım. Hepimiz seninle gurur duyuyoruz dostum. Hoşça kal,” derken, birçok asker de sessizce ağlıyordu. Helikopterler eşkıyanın izini bile bulamamışlardı. Çünkü PKK’lılar sınıra doğru kaçmıyordu. İçeride de sığınakları vardı. Bu sığınaklar da civardaki bazı köyler olmalıydı. Asıl üsleri ve merkezleri ise Irak’taki kamplardı. Zaman zaman taktik değiştiriyorlar, ama hep Irak’tan besleniyorlardı. Nedense Amerika Birleşik Devletleri yönetimi PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul ettiği halde onları tamamen pasivize etmiyor, kontrolü altındaki Irak’ta barınmalarına ve eylemlerine göz yumuyordu. Üstelik stratejik ortağımız dediği Türkiye’ye, bu konuda defalarca söz verdiği halde, bu sorumsuz ve çirkin politikasını, kendi çıkar amaçları uğruna sürdürmeye devam ediyordu. Ne zaman Türkiye ABD’ye hayır dese Türkiye’de terör 55 tırmanışa geçiyor, masum insanların canına kıyılıyordu. Bu olaylar öylesine net ve açıktı ki, halk bile ABD’nin ne yaptığını fark ederek tepki gösteriyor, Türkiye’de oluşan ABD karşıtlığı giderek büyüyordu. Fakat PKK’yı kullanan sadece ABD değildi. İsrail ve bazı Avrupa ülkeleri, hatta Rusya da kendi çıkarları doğrultusunda, yeri geldikçe PKK’ya gizlice destek veriyor, onları kullanıyorlardı. Denetimsiz kalan dünya politikaları, güçlü devletlerin sorumsuzluğunda şekilleniyor, acımasızca, insanlarla ve gelecekleriyle oynanıyordu. Amerikan cephesi ve AB, Türk ordusunun Irak’a girmemesi için elinden geleni yaparken, PKK’nın da Türkiye sınırları içerisinde etkili eylemler yapmasına zemin yaratıyordu. Türkiye’yi her yönden sıkıştırıyorlardı. Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasını da destekliyorlardı. Amaç; Türkiye’yi çaresiz bırakarak kendi isteklerini kabul ettirmekti. Türkiye, öngöremediği büyük bir tuzağa düşürülmüştü ve cezalandırılıyordu. 23 Ağustos, İstanbul Bariyer o kadar yavaş açılıyordu ki, genç adam direksiyon simidine parmaklarıyla vurarak otomobilin içinde tempo tutmaya başlamıştı. Bu arada güvenlik görevlisiyle bir iki laf konuştular. Nihayet otomobili içeri sokarak kendisine ayrılan yere park ettiğinde, saat sabahın sekizi bile olmamış, genç adam işine her zamankinden daha erken gelmişti. Bazı geceler geç saatlere kadar çalıştığı binaya girerken, yeniden o garip duyguya kapıldığını hissetti. Söylediği yalanlar aklına geliyordu yine birer birer… İşe her gelişinde, kapıdan girerken bunları hatırlıyor ve onu rahatsız eden, garip bir tedirginlik hissediyordu. Sanki suçluluk duygusu gibi bir şeydi bu. Oysa az sonra işine daldığında bunların hepsi aklından çıkıp gidecek, her şeyi unutacaktı, ta ki ertesi sabaha kadar... Özellikle de eşine yalan söylemek zorunda kalması onu çok rahatsız ediyordu, ama buna mecburdu. İşini gizli tutacağına dair, amirlerinin önünde yemin etmişti. Yoksa sadece kendisinin değil bütün ekibin, hatta ailesinin bile hayatları tehlikeye girebilirdi. Profesör Güreli, bu konuda bütün ekibi birkaç defa uyarmıştı. İstanbul’un doğu yakasında, tenha bir kesimde yer alan bina, “SKS-Sayısal Kontrol Sanayi” adlı özel bir elektronik şirketine aitti. Eşi ve yakınları da onu bu şirkette çalışıyor sanıyorlardı. Aslında burası Aselsan’a ait gizli bir birimdi. Genç adam, üzerinde “Elektronik Mühendisi - Mustafa Çakmaz” yazan görev kartını boynuna astıktan sonra, iç kapıdaki güvenlik noktasından geçerek ana koridora girdi. Metal turnikeden geçerken manyetik kartını kullanmış, asansöre binerken de gene aynı kartı kullanarak giriş yapmıştı. Sekizinci katta asansör kabininden çıktığında, siyah takım elbiseli iki kişiyi koridorda beklerken gördü. “Hayırdır inşallah bunlar da kim?” diye düşünerek çalıştığı bölüme doğru yürüdü. Buraya yabancı bir kimsenin girebilmesi neredeyse imkânsızdı. Manyetik kartı kapıdaki yuvasına sokarak şifreyi tuşladı ve açılan kapıdan içeri girdi. Mustafa, ilk gelenin kendisi olmadığını anlamıştı, fakat iç koridorda ve camlı bölmelerde kimseyi göremedi. Sadece iç koridorun sonundaki odadan bazı sesler geliyordu. Orası Profesör Güreli’nin odasıydı. Kapıyı tıklatarak açtıktan sonra, “Günaydın Profesör,” diye seslendi. Odada yabancı biri daha vardı. Koyu renk elbiseli, oldukça şık giyimli, kır saçlı ve çenesindeki sakalı beyazlaşmış olan iri yarı adam hemen kalktı, “Profesör, bana müsaade eder misiniz, gitme vakti geldi. Görüştüğümüze çok se- 56 vindim,” diyerek çıkarken Mustafa’ya da başıyla bir selam verdi ve acele ile odadan çıktı. Mustafa bu adamı ilk defa görüyordu. “Kimdi bu adam?” diye soracak oldu, fakat Profesör lafı geçiştirerek projenin önemli bir aşamasını bu akşam nasıl test edeceklerini anlatmaya başladı. Profesör Aydın Güreli, orta boylu, oldukça dinç görünümlü, enerjik ve güler yüzlü bir adamdı. Başının sadece arka kısmındaki uzun beyaz saçlarıyla ve oval yüzüne yakışan yuvarlak gözlükleriyle sıra dışı bir bilgin tipi çiziyordu. Teknik konular bitince Profesör, “test bittikten sonra bir yere gitmeyin Mustafa, arkadaşlara da söyle, biraz konuşacağız,” dedi. Test odasının duvarları ve tavanı tamamen mat siyah bir malzeme ile kaplanmıştı. Dalga emici özelliği olan bu kaplamaların görevi, zararlı ışınların duvarlardan yansıyarak çalışanlara zarar vermesini önlemekti. Zeminde ise siyah seramikler kullanılmıştı. Bu seramiklerin üzerine de siyah renkte, sert, kauçuk halılar döşenmişti. Burası siyah oda olarak tanımlanıyordu. Odanın ortasında, siyah seramiklerle kaplı, uzun masanın üzerinde bir takım cihazlar, monitörler ve onlara bağlanan çok sayıda kablolar görülüyordu. Tavandan sarkan, ucunda çeşitli vanaların takılı olduğu borular, gaz hortumları ve çok sayıdaki kabloların hepsi de siyah renkteydi ve sanki dekorun bir parçasıymış gibi baş hizasının üst tarafındaki tüm boşluğu dolduruyordu. Yan duvarda büyükçe bir cam pencere vardı. Füme renkteki bu özel camın arkasındaki oda, testleri izleme yeriydi. Aydınlatma için tavandaki kablo ve hortumların arasından sarkıtılmış spotlar bulunuyordu. Havalandırma ise, yan duvarların üst kısmındaki mazgallardan sağlanıyordu. Test odasında Profesörden başka dört asistan daha vardı. Üç asistan da izleme odasındaydı. Bütün görevliler astronot kıyafetine benzer, parlak, özel giysiler ve koyu renk camlı başlıklar içindeydiler. Başlıkların arka tarafında sadece soyadları yazılıydı. Profesör Güreli’nin yönetiminde testler başladığında, önce masanın üzerinde duran ve brülöre benzer küçük bir cihazın üzerindeki kırmızı ışık yandı. Aynı anda operatörlerin önündeki monitörlerde bir takım hareketli dalgalar oluştu. Brülöre benzeyen bu cihaz aslında bir ışın üreteciydi ve profesörün işaretiyle, operatörlerden biri kontrol panelindeki düğmeyi çevirerek, gücü arttırıp azaltıyordu. Bu cihazın tam karşısında, düz bir levha şeklinde ve üzerinde elektronik devrelerin bulunduğu başka bir cihaz daha vardı. Bu cihazı da diğer iki operatör kontrol etmekteydi. Şimdi, onların önündeki monitörlerde, dalgalanan sinüs eğrisine benzer grafikler aniden bozularak, birbirine paralel düz çizgiler oluşmuştu. Bu çizgiler hedefteki elektronik sistemin bozularak çalışamaz duruma geldiğini anlatıyordu. Gözle görülmeyen yayını kestiklerinde, hedefteki cihaz tekrar normale dönüyordu. Değişik güçte dalgalar göndererek karşı cihaz üzerindeki etkisini ölçüyorlar, notlar alarak deneyi tekrarlıyorlardı. Bir ara Profesör Güreli, ortadaki ışın üreticiyi ikinci bir hedefe yönlendirmelerini ve operatöre gücü düşürmesini işaret etti. İkinci hedef, gene arkasında elektronik devreler olan, fakat öncekinden daha kalın bir alüminyum levha idi. Profesör, ışın kaynağının bağlı olduğu bilgisayarın tuşlarına basarak programı değiştirdi. Sonra da operatöre, başlayın anlamında bir işaret yaptı. Operatör cihaza tekrar güç verdiğinde ürkütücü bir cızırtı duyuldu ve bir anda odayı dumanlar sardı. Hemen enerjiyi keserek deneyi durdurdular ve odayı boşaltmaya başladılar. Profesör Güreli bu sırada hedefteki metal levhaya bakıyordu. Hem alüminyum levhada hem de arkasındaki duvarda ceviz çapında birer delik oluşmuştu ve deliklerden duman 57 tütüyordu. Profesör Güreli, başlığını çıkartırken gözlerinin içi gülüyor, ağzı da neredeyse kulaklarına varıyordu. Yaptıkları iş bilinmezlerle dolu ve genelde tehlikeli şeylerdi. Risk büyüktü, fakat amaç da çok önemliydi ve her şeye değerdi. Dünyayı değiştirecek olan bir keşfin başlangıcındaydılar. Profesör Güreli büyük bir memnuniyetle bunun farkındalığını yaşıyordu. Profesör Güreli, laboratuvardan son kişi olarak çıkarken, “Arkadaşlar yetişin, yardım edin!” diye bir asistanın bağırmasıyla irkildi. O tarafa baktığında asistanın, yaralı bir adamı büyükçe bir örtünün üzerine yatırmış, örtüyü çekerek yaralı adamı koridorda sürüklemekte olduğunu gördü. Arkadaşları da hemen yardıma koşmuşlardı. Adam, yasak olduğu halde laboratuvarın arkasındaki boş odaya giren bir güvenlik görevlisiydi. Test sırasında duvarı delerek geçen ışınlar tarafından yaralanmıştı. Kapıda bekleyen bir ambulans ile hastaneye kaldırılan adamın durumu çok ağırdı. Işınlar göğsünden girerek ciğerlerinde 3-4 cm çapında silindir şeklinde bir delik açmış ve sırtından çıkıp gitmişti. Bir taraftan bakılınca öbür taraf görülebiliyordu ve yaranın etrafı yanık olduğu için kanama yoktu. Damarlar yüksek ısı etkisiyle dağlanarak kapanmıştı. Fakat adam daha hastaneye yetiştirilemeden ölmüştü. MİT yetkililerinin devreye girmesiyle askeri bir hastanede, cesede estetik müdahale yapılarak delik kapatılmış ve “asit dökülmesi ile oluşan doku tahribatı sonucu, hipoksemik akciğer yetmezliği” şeklinde düzenlenen bir raporla, morga gönderilmişti. Profesör Güreli raporunda bu olaya da yer vermiş ve gri dalga denemesi sırasında oluşan bu ikinci kazayı bütün ayrıntılarıyla anlatarak, zavallı görevlinin göğsünde açılan yarayı da ayrıntılı şekilde tarif etmişti. Yaranın hastanede çekilen bir fotoğrafını da raporuna eklemişti. Bu kaza ilk değildi. İki ay önceki bir deney sırasında laboratuvardaki bütün ekip elektrik akımına kapılmıştı. Bu olay, aynı laboratuvarda meydana gelen ilk kazaydı. Gerçi bu kazada kimse ölmemişti, fakat çalışmaların o bölümü gizlilik nedeniyle kayıtlardan silinmiş ve personele de konuşma yasağı getirilmişti. Zaten bütün çalışmalar büyük bir gizlilik kapsamında yürütülüyordu, ama o deney çok özeldi. Laboratuvardaki herkes, nereye dokunursa dokunsun veya hiçbir yere dokunmasa dahi elektrik akımına kapılmış ve hepsi de, bu olaya neden olan ana test modülünün kısa devre yaparak yanması sonucu kurtulmuşlardı. Yani tesadüfen… Oysa böyle bir olayın yaşanmaması için laboratuvarda yeterli sayıda sigorta ve otomatik devre kesiciler vardı. Üstelik bunların hepsi de görevini tam olarak yapmıştı. Buna rağmen herkesi elektrik çarpmasının nedeni ise, o anda laboratuvardaki bütün katı cisimlerin iletken hale geçmesiydi. Yerdeki kauçuk halılar, siyah seramikler, camlar hatta elbisler bile iletken hale geçerek elektriği her yere yaymışlardı. Bu deneyin tüm kayıtları, bir sır olarak tarihe gömülmek üzere yok edilmişti. Çünkü bu bilgilerle kitle ölümlerine yol açabilecek, çok tehlikeli silahlar yapılabilirdi. İkinci aşama çalışmaları ise bir başka tesiste yapılacaktı. Akşam saatlerinde Profesör Güreli bu nazik konuyu asistanlarına anlatmaya çalışıyordu: “Bakın arkadaşlar, İşin en tehlikeli kısmını aştık. Artık birçok bilinmezler bilinir ve kontrol edilebilir hale geldi. Bu aşamada, çok şükür ki, hiç birimize bir şey olmadı. Hepiniz, tehlikelere rağmen büyük cesaret ve fedakârlıklarla görevinizi yaptınız. Bunun için sizlere müteşekkirim… Şimdi ise, ikinci aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Fakat ikinci aşama daha da özeldir. Bir süreliğine başka bir yerde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Belki de günlerce evinize gidemeyeceksiniz. Bu proje için büyük bir fedakârlığa katlanmak durumundasınız. Bunu göze alamayan varsa şimdi ayrılabilir. Kendisine teşekkür edip gönderirim. Eğer devam ederseniz 58 sonuna kadar birlikte olacağız. Buradan çıkış ancak projenin sona ermesiyle mümkün olacaktır. Başarırsak tarihe geçeriz… Ve mutlaka başarmalıyız… Evet, ne diyorsunuz?” Genç mühendislerden Selçuk Göktuna söz aldı: “Hocam, ülkemizin çıkarları için hepimiz her zorluğa katlanırız biliyorsunuz, ama bu gizli proje sonuçta ne işe yarayacak bilmek istiyoruz. Bize fazla bir şey anlatmıyorsunuz, hem çok içerliyoruz hem de çok merak ediyoruz doğrusu.” Profesör Güreli, çok yakın arkadaşının oğlu olan Selçuk’a, çaresizim der gibi bir ifadeyle baktı ve ekledi: “Bu proje hakkında hepiniz sınırlı bilgiye sahipsiniz. Sizi gayet iyi anlıyorum arkadaşlar. Fakat size garanti veriyorum ki, gerçekleştirebilirsek, bu proje dünyada büyük değişiklikler yapacak ve herkesi mutlu edebilecek çok büyük bir projedir. Bu söylediklerim bile çok gizli bilgidir. Şimdilik bununla yetinin lütfen. Zamanı gelince her şeyi öğreneceksiniz.” Bu defa Mustafa söz alarak, yakınmaya devam etti: “Gene de farklı hiçbir şey söylemiyorsunuz Hocam. Doğrusu üniversitede çiçeği burnunda bir asistanken böyle olacağını bilseydim yaptığınız teklifi kabul etmezdim. Bütün bu söylediklerinizi sadece biz mi yapacağız?” “Elbette hayır. Bizim gibi bu konuda çalışan başkaları da var. Biz büyük bir projenin küçük bir parçasını oluşturmaya çalışan bir grubuz. Diğerleriyle orada tanışacaksınız... Ayrıca, sana bu işi teklif ederken kabul edeceğinden emin olmasaydım kesinlikle etmezdim. Biz kime teklif yapacağımızı çok ayrıntılı bir şekilde araştırdık ve öyle yaptık bayım.” “Biz derken kimleri kast ediyorsunuz Hocam?” “Üzgünüm, onu da sonra öğreneceksiniz.” “Nereye gideceğimizi eşlerimize söyleyebilecek miyiz?” “Kesinlikle hayır! O nedenle size açıklanmıyor zaten. Ailelerinize sadece bir seyahate çıkmak zorunda olduğunuzu, birkaç ay sürebileceğini veya Kanada’ya gideceğinizi söyleyebilirsiniz. Gizlilik, projenin güvenliği için olduğu kadar, sizlerin de güvenliğiniz açısından çok önemlidir. Geçtiğimiz aylarda Aselsan’da kaybettiğimiz arkadaşlarımızı sakın unutmayınız… Gizlilik hayati önemdedir. Burası iyice anlaşıldı mı arkadaşlar?” “Evet, anlaşıldı Hocam. Ne zaman yola çıkacağız?” “İki gün sonra... Nereye gideceğimizi şimdilik söyleyemem ama, şu kadarını biliniz ki, bir askeri tesiste çalışacağız. Bizim gibi birçok ekip bir araya gelecek. Onlarla tanışacaksınız. Hepsi de bu projenin bir parçasını yürütüyorlar. Orada projenin nasıl gelişeceğini, ne amaçla yapıldığını ve her şeyi öğreneceksiniz. Çıkışta size bir telefon numarası verilecek. Bu numara Kanada’ya ait olacak. Ailelerimiz bizi bu numaradan arayarak ulaşabilecekler. Gideceğimiz yerde cep telefonu kesinlikle yasak. Başka bir yoldan haberleşme de yok. Şimdi evinize gidebilirsiniz. Hepiniz bir gün izinlisin. Ailelerinizle vedalaşarak sonraki gün sabah sekizde valizlerinizle birlikte burada olmalısınız. Valizlerinizi arabalarınızın bagajında veya servis aracında bırakınız. Etraftan görülmemeliler. Söylediklerim iyice anlaşıldı mı?” Bütün ekip heyecanlı olduğu kadar da gururluydu. Çünkü esrarengiz olmakla birlikte, büyük bir projede çalıştıklarını ve ülkeye önemli bir hizmette bulunmakta olduklarını anlıyorlardı. 59 TAG Vakfı, Ankara Ankara’nın hemen dışında, Samsun yolu üzerindeki Türk Araştırma ve Geliştirme Vakfı binasının ikinci katındaki odasında çalışmakta olan Profesör Ender Göktuna, mavi gözlerinin üzerindeki yakın gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. Az önce bitirmiş olduğu kısa raporu bir zarfa yerleştirdikten sonra, yüzünde hafif bir gülümseme ile telefona uzandı. Sekreterine, özel kuryeyi çağırmasını söyledi. Özel kurye, proje çerçevesinde Türk istihbarat örgütünün görevlendirdiği bir elemandı. Fakat vakıfta bunu Ender Bey’den başka bilen yoktu. Zarfı kuryeye teslim ettikten sonra sekreterine, tüm araştırma personelini her günkü gibi sabah toplantısına çağırmasını söyleyerek toplantı odasına gitmek üzere odasından çıktı. Bu sırada özel kurye de binanın otoparkına inmiş ve orada bekleyen bir minibüse binerek yola çıkmıştı. Minibüs, çiçek resimleri ile kaplanmış bir servis aracıydı. On beş dakika sonra binanın üçüncü katındaki büyük salonda toplantı başlamak üzereydi. Salon gayet modern dekore edilmiş ve çok ileri düzeyde güvenlik önlemleri alınmıştı. Toplantı başlamadan evvel salona özel görevlilerce gerekli servis yapılmış ve daha sonra kapılar kapandığında, Profesör Ender Göktuna masasının üzerindeki kırmızı düğmeye basmış, kapılar otomatik olarak kilitlenmiş ve çatıdaki elektromanyetik kalkan dâhil tüm güvenlik cihazları devreye girmişti. Ender Göktuna, hafifçe kırlaşmış ve arkaya taranmış saçları, özenli giyimi, uzunca boyu ve mavi gözleriyle oldukça yakışıklı ve karizmatik bir adamdı. Hafifçe öksürerek boğazını temizledikten sonra sakin bir tavırla konuşmasına başladı. “Saygıdeğer arkadaşlarım, bugün projemizde çok önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Bildiğiniz gibi bu projenin amacı, güçlendirilmiş enerji dalgalarını özel frekanslar kullanarak, istenilen uzak noktalara yönlendirebilmektir. Uzun süren çabalarımızın sonucunda dünkü testlerimiz gayet başarılı sonuçlar vermiştir. Ne yazık ki, size şimdilik açıklayamadığım nedenlerle, yarından sonra çalışmalarımızı başka bir yerde tamamlamak zorundayız. Hepiniz yarın izinlisiniz. Sonraki gün bu binadan taşınmış olacağız. Bu yerin neresi olduğunu size öbür gün buluştuğumuzda söyleyeceğim. Orada birkaç hafta, belki bir iki ay kadar çalışacağız. Ailelerinize, görevli olarak bir teknik geziye çıkacağınızı, Meksika’ya ve oradan da Brezilya’ya gideceğinizi söyleyeceksiniz. Gizlilik anlaşmamızı bir kez daha hatırlatmama izin veriniz. Biliyorsunuz ki, üzerinde çalıştığımız proje son derece önemli ve bir o kadar da gizlidir. Buradaki bilgiler burada kalır. Dışarıda birbirinizle dahi bu proje hakkında konuşamazsınız. Geçtiğimiz günlerde elim bir şekilde kaybettiğimiz arkadaşlarımızı unutmamalısınız. Bu hayati konuyu tekrar vurguladıktan sonra, şimdi, enerji yüklü dalgaların yönlendirilmesinde faydalanılan alternatif elementlerin moleküler özelliklerini anlatmak üzere, Sayın Doçent Dr. Vehbi Morgül’ü kürsüye davet ediyorum.” Toplantı bitiminde konu biraz sapmış, heyecanlı genç bilim adamları bu projenin canlı ve cansız maddeleri bulundukları yerden başka bir noktaya atomize şekilde nakletmeye yol açabilecek gelişmeler sağlayacağını iddia etmişlerdi. Yani bir nevi ışınlama olayı... Profesör buna hem sevinmiş hem de kızmıştı. Kaşlarını çatmış ve, “Şimdiki konumuz bu değil efendim,” diyerek tatlı sert bir uyarıda bulunmuş, fakat söylenenlerden de çok etkilenmişti. Tarihte birçok keşif, farklı amaçlarla yapılan çalışmalar sırasında ve çoğu zaman da tesadüfen ortaya çıkmıştı. Bunu biliyordu, fakat şimdi zaman çok önemliydi ve projede kullanılacak olan sistemle- 60 rin bir an önce bitirilmesi gerekiyordu. Çalışmalarda herhangi bir sapmaya izin veremezdi. Profesör, düşünceli bir şekilde toplantıdan çıkarken özel kuryenin elinde bir buket çiçek ile kapıda beklemekte olduğunu gördü. Kuryenin yanından geçerken, “Bu çiçekler bana mı? Haydi odama getir,” diyerek merdivenlere doğru yürüdü. Kurye içeri girdikten sonra odasının kapısını kilitledi. Uzun boylu ve atletik yapılı kurye çiçekleri masanın üzerine bıraktıktan sonra cebinden bir zarf ile siyah bir kutu şeklinde elektronik bir cihaz çıkardı. Üzerindeki düğmeye basarak çalıştırdığı bu cihaz haberleşmeyi bozuyordu. Gerçekte oda zaten güvenliydi, fakat ekstra önlemler almakta da fayda görmüşlerdi. Zarf doğrudan Genelkurmay Başkanından geliyordu. Profesör zarfı açıp içindeki kâğıdı okuduktan sonra gülümseyerek, “Güzeel, bu gece ABB operasyonu başlayabilir. Biz hazırız. Lütfen amirinize iletiniz. Hizmetlerinizden dolayı size ve arkadaşlarınıza şimdiden teşekkür ederim,” dedi. Kurye gittikten sonra Göktuna, Yaşlıkaya’yı özel hattan arayarak şifreli mesajını iletti: “Bu gece mısır patlatacağız. Partiye gelmek ister misin?” Gece yarısına doğru lacivert bir Megan otomobil, Türk Araştırma ve Geliştirme Vakfı binasına yaklaştığında ışıklarını söndürdü. Otomobilin içindeki iki kişi binaya yakın ve kuytu bir yerde park ettikten sonra siyah kar maskelerini başlarına taktılar. Sadece gözleri açıktaydı, koyu lacivert renkte, bahçıvan modeli tulum giymişlerdi. Etrafta kimsenin olmadığından emin oluncaya kadar dışarısını inceledikten sonra araçtan indiler. Bagajdan aldıkları iki büyük balyoz ve spor bir çantayla binaya doğru ilerlemeye başladılar. Kısa boylu olanı çantayı taşıyordu. Vakıf binasının girişindeki güvenlik kulübesinin önüne geldiklerinde görevli bekçi onları gördü ve hemen seslendi: “Durun! Kimsiniz?” Öndeki uzun boylu olan cevap verdi: “Balyozlar geldi Amigo.” Üniformalı gece bekçisi sırıtarak kulübeden çıkarken, “Tam zamanında geldiniz baltalar. İçerde kimse yok, başlayabilirsiniz,” dediğinde kısa boylu, kar maskeli adam kızgın bir sesle cevapladı: “Balta değil Amigo, Balyoz, Balyoz!” Maskeli adamlardan uzun boylusu, “Bırak şu maskaralığı da burada dur ve etrafa dikkat et. Biri gelirse bize düdükle işaret ver,” dedikten sonra hemen binaya yöneldiler. Amigo, bekçinin kod adıydı. Yaklaşık on beş metrelik taş yolu koşarak geçtiler ve cam kapıyı açarak binaya girdiler. Bu yolun her iki yanı gündüzleri otopark alanıydı, fakat şimdi bu alan tamamen boştu. Kısa boylu olanı elindeki çantayı bir kenara bıraktı. Girişteki ışıklar yanmıyordu, ama dışarıdaki aydınlatmaların ışığı az da olsa girişi aydınlatıyordu ve bu onlar için yeterliydi. Cam kapının solundaki ilk duvara ellerindeki balyozlarla vurmaya başladılar. Birkaç dakika sonra duvar büyük oranda yıkılmıştı. Hemen diğer duvara geçtiler. On dakika sonra giriş kapısına komşu olan üç duvar ile bir ahşap kapı kısmen yıkılmıştı. Maskeli adamlardan uzun boylusu dışarı çıkarken, kısa boylu olanı girişte bıraktığı çantayı alarak içinden bir paket çıkardı ve camlı girişin hemen dibine yerleştirdi. Paketin üzerine bantla yapıştırılmış olan, hesap makinesine benzer küçük bir aletin tuşlarına basmaya başladı. İşi bitince hızla dışarı çıktı ve arkadaşına başparmağını yukarı kaldırarak bir işaret yaptı. 61 Maskeli adamlar daha sonra görevli gece bekçisini yere yatırdılar ve ayaklarından tutarak yerde birkaç metre sürükleyip, bina kapısından uzak bir yerde bıraktılar. Kısa boylu olanı cebinden iki adet kulak tıkacı çıkartarak yerdeki bekçiye uzattı. “Burada kal ve hiç kıpırdama. Kulaklarını tıkamak için de bunları kullan. Sonra da çıkarıp cebine koymayı unutma sakın. Tamam mı?” Bekçi başını sallayarak anladığını belli etmişti. Uzun boylu adam yerde yatmakta olan bekçiye: “Adios Amigo,” diye seslenerek arkadaşıyla birlikte otomobile yöneldi. Bekçi de yattığı yerden, “Adios baltalar,” diye seslendi. Az sonra Megan otomobil içerisindeki iki kişi ile birlikte hızla uzaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra meydana gelen patlama oldukça fazla ses çıkarmış ve Ankara’dan bile duyulmuştu. Binanın camları kırılmış, birkaç duvar yıkılmış, fakat o saatte çalışan olmadığı için bekçiden başka kimse yaralanmamış ve can kaybı olmamıştı. Aslında o sadece bir ses bombasıydı. Hasar ise yapay olarak oluşturulduğu için bunu kimse anlamamış ve tahrip gücü yüksek bir bomba patladığı izlenimi yaratılmıştı. Ankara Emniyet müdürü, basına yaptığı açıklamada bunun zaman ayarlı bir bomba olduğunu açıklamış, “Failleri en kısa zamanda bulunacaktır. Elimizde önemli ipuçları var,” demişti. Ertesi sabah Profesör Göktuna erkenden Vakfa gelmiş, çalışma odasında, bu kez yaşlı bir postacı kılığındaki görevliyle konuşuyordu. “İyi iş çıkardınız bayım, patlama zamanında ve tam istediğimiz gibi oldu. Hiç kimse ve bina da zarar görmedi. Sahi, bekçinin durumu nasıl?” diye sordu. “Çok iyi efendim. O zaten eğitimli bir arkadaşımızdır. Şimdi ailesinin yanında, senaryo gereği biraz istirahat ediyor.” “Çok güzel, senin görevin de burada bitiyor. Artık kendi servisine döneceksin. Hizmetlerin için sana ve arkadaşlarına tekrar teşekkür ederim,” diyerek postacı görünümündeki istihbarat görevlisini gönderdi. Arkasına yaslanarak rahat bir nefes aldı. ABB (Araştırma Birimlerini Birleştirme) Operasyonu başarıyla ve kimsenin şüphesini çekmeyecek şekilde tamamlanmak üzereydi. Zira aynı gece birkaç yerde daha patlamalar olmuştu. Askeri Haberalma Tesisleri - Ankara Pazar günü olmasına rağmen Askeri Haberalma Tesisleri’nde yoğun bir faaliyet vardı. Bu hareketliliğin sebebi, sanıldığı gibi üç gün önceki patlamalar veya bir gün önceki PKK çatışması değil, yeni bir birimin kuruluş ve yerleşme çalışmalarıydı. Patlama olayı ile ilgili olarak Milli İstihbarat Teşkilatı, Askeri İstihbarat ve Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından standart izlek uygulanmış, gerekli istihbarat örgütleri ile temas kurulmuş, rutin işlemler devam ediyordu. Bunlar, aslında bir yanıltma operasyonu idi. Üç gün önce meydana gelen patlama gibi, yabancı gizli servislerin asıl operasyonu fark etmelerini önlemek için yapılan maskeleme faaliyetleriydi. Sabah saatlerinden beri düzensiz aralıklarla, beş on kişilik gruplar halinde gelen görevliler teker teker odalarına yerleştiriliyor, kendilerine tesis hakkında bilgi veriliyor ve kurallar öğretiliyordu. Profesör Ender Göktuna ve ekibi ilk gelen gruplar- 62 dandı. Odalarına yerleştirildikten sonra, bütün personel kokteyl salonunda toplanmış, birbirleriyle tanışıyor, bilgi alış verişinde bulunuyorlardı. Salonda bulunan Selçuk, yüzünde mutlu bir gülümseme ile dikkatini Debussy’nin Reverie’sine vermiş, keyifle dinliyordu. O da babası gibi klasik müzik tutkunuydu. Hemen yanındaki Mustafa, kalabalığın içerisinde, gözleriyle Profesör Güreli’yi arıyordu. Onu bir masanın arkasında, başkalarıyla konuşurken gördüğünde Selçuk’un kolunu dürttü ve o tarafa yöneldi. Aydın Beyin yanındaki adamlardan birini tanımıştı. Bu adam birkaç gün önce, sabah profesörün odasında gördüğü, beyaz sakallı, şık yabancıydı. Yaklaşan Mustafa’yı ve Selçuk’u görünce Profesör Güreli gülümseyerek seslendi: “Sizleri tanıştırmak istiyorum arkadaşlar, lütfen buraya gelin,” dedikten sonra elini Mustafa’nın omzuna doğru uzattı. “Mustafa Bey bizim ekibin en yetenekli mühendislerindendir. Selçuk da Ender Göktuna’nın oğlu ve çok değerli bir mühendis arkadaşımızdır. Sen onu zaten bebekliğinden beri tanıyorsun Celal.” Yaşlıkaya gülümserken Profesör Güreli tekrar gençlere döndü: “Profesör Yaşlıkaya, bu projenin baş mimarıdır. Projeyi birlikte yönetiyoruz. Sen bir sabah onu benim odamda görmüştün Mustafa, hatırlarsın.” Mustafa başını sallayarak onayladı ve Güreli konuşmasına devam etti: “Bildiğiniz gibi, Cahit Erman Bey de Aselsan’ın Genel Müdürüdür. Bize teknik destek ve yetişmiş personel sağlıyorlar. Araştırma ekiplerimiz onların tesislerinden faydalanıyor,” diyerek bilgi verdi. Mustafa profesörü ve genel müdürü selamlayarak her ikisiyle de tokalaştı. Aselsan’ın Müdürüne elini uzatırken, “Nasılsınız efendim?” dedi. Selçuk da gülümseyerek aynı şeyi yapmıştı. Mustafa, hemen proje ile ilgili sorular sormaya başlamıştı ki Selçuk onu dürterek engelledi. “Şimdi sırası değil Mustafa. Aceleci olma,” diye fısıldayarak uyardı. Ertesi gün, tanışma faslı bitip, herkes kaynaştığında, personel birbiriyle çok iyi anlaşır duruma gelmişti. Aralarında hep projeden söz etmişler, herkes kendi görevini ve neler yaptığını diğerlerine anlatmış, bütünü yakalamaya çalışmışlardı. Grupta Japonlar ve Ruslar da vardı. Yaklaşık yüz kişi olmuşlardı. Fakat askeri tesisteki binaların dışına çıkmaları yasaktı. Güneşlenmek için bile çatı katındaki, üstü özel bir camla kaplanmış olan, havuzlu terası kullanıyorlardı. Kapalı alan içerisinde her türlü konfora sahiptiler. Fakat cep telefonları çalışmıyordu. Buna rağmen telefonlarını özel görevliye teslim etmeleri istenmişti. Hepsini topladılar. Ailelerinden telefon gelince özel bir iletişim odasına çağrılıyorlar ve oradan yaptıkları görüşmeler de güvenlik nedeniyle kaydediliyordu. Özel bir bilgisayar odasında, kapalı ağda çalışan, gelişmiş bilgisayarlar dışındaki hiçbir bilgisayarın kullanılması da yasaktı. Yazışmalar bile, bu bilgisayarlar ile ya da eski model mekanik daktilo makineleri kullanılarak yapılıyordu. Tesis içerisinde büyük oranda İngilizce konuşuluyordu. Ayrıca yeminli çevirmenler de vardı. Ruslar soğuk füzyon konusunda çok başarılı olmuşlar ve Yavaşlatılmış Soğuk Füzyon (YSF) Reaktörü adını verdikleri bir prototip yapmışlardı. Bu buluş, hem uzun ömürlü hem de çok güçlü bir enerji kaynağı demekti. Üstelik temiz bir enerjiydi. Sadece bu buluş bile, dünyada yeni bir çığır açabilirdi. Fakat Türkler Yaşlıkaya’nın Projesini Rus bilim adamlarına anlatınca, Ruslar bunu şimdilik açıklamamayı ve bu projede kullanmayı tercih etmişlerdi. Çünkü soğuk füzyon reaktörü yanlış ellere geçerse, bu da dünyanın zararına olabilirdi. Önce zemini düzeltmek gerekiyordu. Ayrıca, bu buluşun projede kullanılması çok büyük bir avantaj sağla- 63 yacaktı. Aksi halde uyduların yörüngelerinden, ömürlerine kadar, birçok konuda sıkıntılar ve sınırlamalar olması kaçınılmazdı. Elbirliği yaparak büyük bir güç oluşturmak ve bunu dünya barışını sağlamak için kullanmak en akıllıca işti. İşte bu amaçla önce Türk ve Rus bilim adamları anlaşmışlar, sonra da başta Pushkin olmak üzere, Rus yöneticileri ikna etme işine girişmişlerdi. Japonlar, roket teknolojisini çok geliştirmiş ve uzaya uydu gönderebilen sayılı ülkelerdendi. Ruslar da uzaya uydu gönderebilen ülkelerin başında geliyordu, fakat Türkiye, bazı taktik nedenlerle bu projede iki uydunun Japonya tarafından fırlatılacağını duyurmuş, diğer dört uydunun ise gizlice Rusya tarafından, sanki Ruslar uzaya kendi uydularını fırlatıyormuş gibi bilinmesini tercih etmişti. Türk bilim adamları projeyi Japonlara da uzun uzun anlatmışlar ve olası sonuçlarını birlikte değerlendirmişlerdi. Japonlar bundan öyle memnun olmuşlardı ki, projeye mali ve teknik olarak tam destek vereceklerini bildirerek gizli antlaşmayı ilk imzalayan ülkelerden biri olmuşlardı. Çünkü aklı başında her ulus gibi, onlar da, dünyada adaletli, aynı zamanda güçlü bir barış düzeni kurulmasını istiyorlardı. Savaşlardan en çok canı yanmış halkların başında ise Japonlar geliyordu. Geçmişteki hatalarını biliyorlar, başlarına gelen felaketi de unutamıyorlardı. Türk bilim adamları sık sık düzenledikleri gizli toplantılarda, diğer ülkelerin uzmanlarına, kendi geliştirdikleri PBDM sistemini etraflıca anlatmışlar, laboratuvarda deneyler yaparak tüm etkilerini göstermişlerdi. Bu sistem, metallerin iletkenlik özelliğini ortadan kaldırarak, etki alanına giren tüm elektronik devreleri çalışamaz hale getiriyordu. İnsanlara karşı bilinen bir etkisi yoktu. Amerikalılar da buna benzer şeyler yapmışlardı. Onların buluşu, ya daha basit bir elektromanyetik dalga sistemiydi ya da lokal etkili, “elektromanyetik bomba” olarak tanımlanabilecek, elektronik cihazlara hasar veren sistemlerdi. Bunların etki alanı oldukça sınırlıydı. PBDM ise binlerce kilometre menzile ve ayarlanabilir geniş bir etki alanına sahipti. Üstelik hiçbir şeyi doğrudan tahrip etmiyordu. Etkisi kaldırıldığında her şey tekrar eski haline dönebiliyordu. Kokteyl salonunun bir köşesinde, Profesör Güreli bir grup bilim adamına laboratuvar çalışmaları sırasında yaşadıkları ilginç olayları anlatıyordu: “Çalışmalarımızn başlangıcında, değişik yöntemler kullanarak bazı mineralleri modifiye ediyorduk. Bu deneyleri yaparken, bir gün, hiç ummadığımız allotrop bir mineral, tesadüfen deneye karışmış ve çok enteresan sonuçlar vermişti. Mineralin protonları parçalandığında özel bir dalga yayarak, etki alandaki her şeyi iletken hale getirmişti. Laboratuvardaki tüm cihazlar kısa devre yaparak yanmış ve görevlileri de koruyucu giysilerine rağmen elektrik çarpmıştı. Masa, kapı, duvarlar, hatta su bardağı gibi tüm katı cisimler iletken hale gelerek, laboratuvarda kısa süreli bir kaos yaşanmasına neden olmuştu. Kontrolsüz kalan ışınların geri yansımasıyla cihazın kendisi de yanarak devre dışı kalmasaydı, görevlilerin hepsinin elektrik akımına kapılarak ölmesi kaçınılmazdı. Bu felaketi çok ucuz atlatmıştık. Sonra işe baştan başlayarak çalışmaları sürdürürken aklımıza başka bir fikir geldi. Bu defa işlemi tersine çevirerek, her şeyi yalıtkan hale getirmek için çalışmaları tam tersi yönde geliştirmeye karar verdik. Söz konusu mineralin atomlarındaki protonları, yeni bir teknolojiyi kullanarak parçalamayı başardık ve bunları başka atom altı taneciklerle çarpıştırarak, karmaşık bir takım işlemlerden sonra, dünyada bilinmeyen yeni bir cins enerji dalgası elde ettik. Bu enerji dalgalarını, gene çok özel bir teknikle yoğunlaştırmayı başardık ve gözle görülmeyen, çok güçlü bir “siyah dalga” grubu oluşturduk. Bu dalgalara, PSD ‘pentatik siyah dalga’ ismini, Profesör Göktuna verdi. Teorik olarak aradığımız şey buydu, fakat bu dalgalar çok tehlike- 64 li, lazer gibi enerji yüklü, hatta çok daha yakıcı dalgalardı. Sonra da çok güçlendirilmiş bu dalgaların dalga boylarını, bir takım özel filtreler yardımıyla değiştirerek, etkisini zayıflatmayı ve uzun bir menzile yaymayı başardık. Bu dalgalara da PGD ‘pentatik gri dalga’ adını verdik. Fakat bunlar da, etkisi azaltılmış olmasına rağmen hâlâ tehlikeli ve yakıcı dalgalardı. Göktuna ve diğer arkadaşlarla kafa kafaya vererek, sonuçta bu dalgaları insanlara zararsız, fakat enerji akımlarına engel olan, yani maddenin iletkenlik özelliğini bozan bir sistem haline getirmeyi başardık. Başka bir ifadeyle; kuantum fiziği sayesinde, iletkenlerin atomlarındaki elektron alışverişini bloke ederek, onları yalıtkan durumuna sokan bir dalga yaratmıştık. Bu sisteme de PBDM ‘Pentatik Beyaz Dalga Modülasyonu’ adını verdik. Aselsan tarafından yapılan aktinolojik ve radyolojik testlerde de insanlar için hiçbir olumsuz etkiye rastlanmadı… Cisimlere iletkenlik özelliği kazandıran, ilk bulduğumuz dalgalar hakkındaki bilgileri ise, kötü niyetli kimselerin eline geçmemesi için büyük bir sır olarak saklıyoruz. Çünkü bu tür bir silah, tüm insanlığa felaket getirir, hatta yeryüzündeki yaşamın sonu olur. İşte bu yüzden deneyin kayıtlarını da yok etme kararını aldık. Aynı sebeple, size deneyde kullanılan mineralleri ve diğer ayrıntıları açıklamıyorum. Bu konuda soru sormanızı da istemiyorum. Beni anlayışla karşılayacağınızdan eminim… Haydi, şimdi gidip şu cihazı görelim ve test edelim!” Hep birlikte toplantı salonuna geçtiler. Tekerlekli bir taşıyıcının üzerine yerleştirilmiş olan cihaz, 60 cm çapında ve 150 cm uzunlukta, yatık duran bir silindir şeklindeydi. Görünüş olarak elektrikle çalışan, dev bir motora benziyordu. Sadece elektronik devrelere karşı etkili olabilmesi, mekanik sistemleri etkileyememesi bir zaaf mıydı? Bu konu da sonradan uzun uzun tartışılacaktı. Profesör Yaşlıkaya’nın açış konuşmasından sonra Güreli sözü alarak PBDM cihazı hakkında bilgi vermeye başladı. “İnsanlara karşı zararsız olması, PBDM dalgalarının çok geniş hacimlerde kullanılmasına olanak verecektir ki, bu sonuç bir silah için mükemmeldir. Ancak; PBDM dalgaları katı cisimler içerisinde en fazla 10 metre, sıvılarda ise sadece 30 metre yol alabilmektedir. Tesir derinliğinin sınırları arttırıldığında insanlara zarar verme olasılığı ortaya çıktığı için, bu etki derinliği zorunlu olarak yeterli görüyoruz. Bu buluşun etkili bir silah olarak kullanılabilmesi için, bir uyduya yerleştirilerek uzaydan yeryüzüne yönlendirilmesi gerekiyor. Örneğin; 10.000 kilometreden 45 derecelik bir ışın demeti dünyaya yönlendirildiğinde, dünyanın üçte birini etkisi altına alması mümkün olabilecektir. Bu sayede eşit aralıklarla yerleştirilecek olan üç uydu, kutuplar haricinde, tüm dünyayı etkisi altına almış olacaktır. Ancak bunun da bazı riskleri vardır. Örneğin; bir yolcu uçağı etki alanına girerse hemen düşecektir. Tabii buna karşı gereken önlemleri de alacağız şüphesiz… Aslında, bugüne kadar bilinenlere göre, uydunun etkili olabilmesi için Dünya çevresinde yersabit yörüngeye geçirilmesi gerekiyordu. Bunun için de, yaklaşık 36.000 km. yükseklikte, çok uzak bir yörüngeye fırlatılması gerekiyordu ki; bu mesafe PBDM için uygundur, fakat gerektiğinde pozisyon almada gecikmeye sebep olabilir. Diğer bir sorun; bu GEO-ZON denilen ve yersabit uyduların yer aldığı yörünge, gelişmiş ülkelerin haberleşme ve TV yayını yapan uydularıyla neredeyse dolmuştur. Onların arasında manevra yapmak hemen hemen olanaksızdır. Daha yakın bir yörüngede ise; örneğin 10.000 kilometrede, uydunun yer çevresinde alacağı yol kısaldığı için, daha kısa zamanda istenen pozisyona gelmesi olanaklıdır. Fakat yere daha yakın yörüngelerde uydunun yersabit durumda kalabilmesi için de yerçekimini yenebilecek güçte ve uzun ömürlü bir enerji kaynağına ihtiyaç vardır. Uydu- 65 nun ömrü, bu enerji kaynağının ömrüyle sınırlı olacaktır. İşte bu noktada Ruslar imdadımıza koşmuş ve bu önemli gereksinim Rus dostlarımızın geliştirdiği YSF reaktörleri sayesinde aşılmıştır…” Güreli’nin konuşması bittikten sonra sıra Ultra Foton Yönlendiricisini (UFY) anlatmaya gelmişti. Bu konuda katılımcı ülkeler arasında bazı endişeler vardı. Yaşlıkaya bir yudum su içtikten sonra sözü alarak: “Şimdi de kadim dostum Profesör Ender Göktuna sizlere Ultra Foton Yönlendiricisini anlatacak. Buyurun Profesör.” Japon Grubu Başkanı Profesör Toyoko Enomoto okuma gözlüklerinin üzerinden bakarak sordu: “Bu silah gerekli mi Sayın Yaşlıkaya? Çünkü gördük ki PBDM çok etkili bir savunma silahı. Bununla her şeyi etkisiz hale getirebiliyoruz. Peki, o zaman bu uzay topuna neden ihtiyaç var?” Yaşlıkaya, yanındaki Profesör Göktuna’ya dönerek, “Efendim, isterseniz bu sorunuzu, konunun uzmanlarından biri olan Sayın Profesör Göktuna cevaplasın,” dedi. Göktuna teşekkür ederek hemen konuşmasına başladı. “Sevgili arkadaşlar, PBDM sınırlı bir derinliğe ulaşabiliyor biliyorsunuz. Karşı güçler yeraltındaki üslerini kullanarak, PBDM’nin önleyemediği bir saldırıda bulunurlarsa diye alternatif bir savunma sistemi olarak gerekli olduğunu düşündük. Caydırıcı ve tamamlayıcı bir unsurdur... Şimdi düşünün dostlarım. Siz savunmadasınız, silahlarınız düşmanınızı etkisiz hale getirmiş. Düşman saldıramıyor, ama karşınızda öylece duruyor. O da bekliyor, siz de… Bu durum ne kadar sürebilir ve neyi halledebilir? Oysa biz hızlı ve kesin sonuç almak zorundayız. Dünyayı ve projeyi riske atamayız. Çünkü düşman kesinlikle boş durmayacaktır. Sisteminizi bir şekilde aşarsa ne yapacaksınız? Yeraltındaki üslerinde bulunan nükleer silahlarını kullanmaya kalkarsa ve PBDM ile önleyemezseniz ne yapacaksınız?.. Unutmayınız ki böyle bir operasyona başladığımızda neyle karşılaşacağımızı tam olarak bilemeyiz. Her an büyük bir sürprizle karşılaşmamız muhtemeldir. Karşımızdakiler de armut toplamayacak herhalde… Bu buluş, tabii ki, ileride kötü ellere geçerse iyi olmaz, onun için de Birleşik Dünya Yönetimini hedef alan bu Deviniş Projesi’ni geliştirmiş bulunuyoruz. Ancak bu düzende güvende olabiliriz. Şunu önemle söylemek istiyorum ki; gelecekte bu silahın kontrolü Birleşik Dünya Yönetimi’nin elinde olacaktır, yani silahlar bütün dünyanın ortak kontrolünde ve hizmetinde olacaktır. Bu düzeni sağlamak için de gene bu etkili silahlara gerek olacaktır. Daha geniş düşünürsek, silahsızlandırılmış bir dünyada, olası dış tehlikelere karşı da, bu silahlara bir gün ihtiyaç olabilir. Sanırım bu kadar açıklama Bay Enomoto için yeterli olmuştur.” Profesör Enomoto gülümseyerek başını salladı. Bu etkili konuşma sadece onu değil, salondaki herkesi ikna etmişti. Şimdi daha heyecanlı, daha sabırsızlardı. Foton topunun gösterisini merakla bekliyorlardı. Ender Göktuna üzerinde çalıştıkları Ultra Foton Yönlendiricisini uzun uzun anlattıktan ve teknik soruları cevaplandırdıktan sonra sıra cihazın ilk örneğinin denenmesine gelmişti. Bunun için askeri tesisteki atış alanı kullanılacaktı. Bulundukları binadan yaklaşık beş yüz metre uzaktaki bir tepenin eteğine, küp şeklinde bir beton blok dökülmüştü. Her boyutu 5’er metre olan bu beton blok atış için hedefti. Binanın diğer tarafında ise, üstü tenteli bir askeri kamyon, arkasında 155’lik bir obüs(7) bağlı olduğu halde gelerek, topu hedefe karşı yerleştirmeye 7 Obüs: Farklı açılarda ateş edebilen askeri top. 66 çalışıyordu. Obüs yerleştirildikten sonra askeri kamyon bir manevra yaparak, arkası hedefe bakacak şekilde topun yanında park etti. Tenteli kamyonun içinde, dışarıdan görülmeyecek şekilde yerleştirilmiş olan UFY silahı ve onun hemen arkasında da Rusların geliştirdiği yüksek enerji kaynağı, yani YSF reaktörü bulunuyordu. Kontroller bina içindeki bir salonda kurulmuş ve salonun büyük camlı pencerelerinden hem sol yandaki hedef hem de sağ tarafta konuşlandırılan silahın yüklendiği araç rahatça görülebiliyordu. İzleyici grup çok kalabalık olduğu için, asker kıyafetleri giydirilerek bina dışına çıkarılmış ve ikişerli sıra halinde dizilerek atışı izlemeye uygun duruma getirilmişlerdi. Sadece profesörler, kontrol ekibi ve askeri üst düzey yetkililer içerideydi. Bu arada, beşer kişiden oluşan iki karma heyetten birincisi, beton bloğu; ikincisi de kamyonu ve topu incelemişlerdi. Deneyin başlaması için, hiçbir gözetleme uydusunun görüş alanında olmadıkları bir saat dilimi seçilmişti. İnceleme heyetleri geri dönüp sözlü raporlarını verdikten sonra Profesör Göktuna saatine baktı. Birkaç dakika bekledikten sonra: “Tamam beyler, süremiz yirmi dakika. Başlayın!” dedi. Operatörler hazırdı. YSF reaktörü çalıştırılmış, UFY cihazı reaktöre bağlanmış, koordinatlar girilmişti. Operasyon şefi masadaki mikrofona doğru eğilerek geri saymaya başladı. “Five, Four, Three, Two, One, NOW!” Operatör düğmeye bastığında, kamyonun arkasından hedefe doğru zor fark edilen, soluk mavi renkte bir ışın demeti belirdi ve aynı anda bir top sesi duyuldu. Koca beton blok bir saniye içerisinde yok olmuştu. Kurusıkı doldurulmuş olan top ve UFY silahı aynı anda ateşlenmiş, bu sayede asıl silah, meraklı gözlerden gizlenmişti. İki saniye sonra bir patlama daha duyuldu, bu da hedefin atomize olurken çıkardığı sesti. Mesafeden dolayı patlamayı iki saniye geç duymuşlardı. Hedef, gözle görülmeyen parçalara ayrılmış, bir anlamda yok olmuştu. Projeyi bilmeyenler hedefin top mermisiyle parçalandığını düşüneceklerdi. Gerçekte hedefin parçaları bile yoktu, ama gene de bunun özel bir top mermisiyle yapıldığını düşünmeleri doğaldı. Çevreden bir bilgi sızması varsa yanlış bilgi aktarılacak, istihbaratçılar yanıltılmış olacaktı. Bu başarılı denemeden sonra içeride herkes birbirini kutlarken, dışarıda ise hedefle aynı boyutlarda, portatif beton panolardan oluşan bir maket, büyük bir vinç üzerine yüklenmiş halde, hedefin az önce durmakta olduğu yere doğru taşınıyordu. Yirmi dakikalık süre bittiğinde beton blok yine aynı yerindeydi. Bunun bir maket olduğunu uyduların fark etmesi ise imkânsızdı. Tekrar toplantı odasına geçtiklerinde gruptaki meraklı izleyicilerin soruları yağmaya başladı: “Sayın Profesör, etrafa dağılan beton partikülleri hangi mesafeye tesirli olabiliyor? Yani şunu sormak istiyorum: Bu patlamanın çevreye bir zararı olabilir mi?” Bir başkası: “Profesör, hedefte radyoaktif maddeler olursa, patlamanın nasıl bir etkisi olacaktır?” Diğer bir bilim adamı: “Uzaydan gönderildiğinde ışınlar aynı etkiyi yapabilecek mi?” 67 Prof. Göktuna gülümseyerek kürsüye geldi ve mikrofona doğru konuşmaya başladı: “Arkadaşlar, bütün sorularınızı teker teker cevaplayacağım. Acele etmeyin... Öncelikle, şunu belirtmeliyim ki; bu deney bir daha tekrarlanmayacaktır. Ve UFY silahı öncelikle uzayda, casus uyduları yok etmekte kullanılacaktır. Böylece uzay kirliliği dediğimiz olay olmayacak, tam tersine yörüngedeki ölü uyduları ve uydu kalıntılarını da temizleyebileceğiz. Üstelik dünyaya parça düşmesi riski de olmayacaktır. Şimdi gelelim sorularınıza; atomize hale gelerek yok olan hedefin partikülleri havada bir süre asılı kalacaktır. Bunun da hedefin bir patlayıcı kullanılarak parçalanmasından daha az zararı vardır. Özellikle tesir alanı çok daha sınırlıdır. Gelelim radyoaktif maddelere, arkadaşlar, hedefte radyoaktif bir madde varsa ne olur bunu henüz deneyemedik. Bu konuyu önümüzdeki günlerde hep birlikte araştıracağız. Teorik olarak zenginleştirilmemiş bir radyoaktif madde hedef alınırsa nükleer bir patlama olmaz. Ancak, atomize olmuş radyoaktif madde çevreyi kirletecektir. Rüzgârla sürüklenebilir, uzun vadede insanlara zarar verebilir. Nükleer bir reaktör hedef alınırsa, kanımca gene aynı durum söz konusudur. Reaktörde kullanılan yakıt çubukları, düşük oranlarda zenginleştirilmiş radyoaktif kaynaklar olduğu için, nükleer patlama olmayacaktır. Ancak çok büyük bir ısı enerjisi ve radyasyon açığa çıkacaktır.” Rus bilim adamlarından biri sordu: “Peki Profesör, nükleer bir silah, örneğin bir balistik füze hedef olursa, sizce ne olur?” “Nükleer bir silaha atış yapılırsa, çok büyük bir olasılıkla fotonlar, tıpkı nötronların yaptığı gibi çekirdek tepkimesini tetikleyerek bir nükleer patlamaya sebep olur kanısındayım. Nükleer bomba aktif durumda olsa da, olmasa da bu değişmez. Çünkü burada hedef olarak, yüksek oranda zenginleştirilmiş radyoaktif madde söz konusudur. Kritik kütle ise nükleer başlıkta zaten mevcuttur, fakat başlık içerisinde birbirinden ayrı parçalar halinde yerleştirilmiş olması tepkimeyi önlemek için yeterli olabilir mi? Bunu henüz bilmiyoruz. Maalesef bunu göze almak zorundayız ve denemesini de yapamayız. Ancak öyle bir durumla karşılaştığımızda, bunu tam olarak öğrenebileceğiz. Başka soru var mı arkadaşlar?.. Yok mu? Peki, o zaman ben size bir soru sorayım mı?” Dinleyiciler merakla bekliyorlardı. Profesör sordu: “Suya atış yaparsak ne olur acaba? Bir fikri olan var mı? Evet?.. Buyurun Erdal Bey.” “Biz, sıvı ortam deneylerini laboratuvarda yapmıştık efendim. Foton Topu suya etki yapmıyor. İçinden geçip gidiyor.” “Evet arkadaşlar, Erdal Beyin söylediği gibi, Foton Topu suya etki yapmaz. Tıpkı havada olduğu gibi, suyun içinden geçerek, iri bir katı madde bulana kadar yoluna devam eder. Işınların etkili olabilmesi için hedefin kritik hacim sınırından büyük olması gerekir. Optimal doz için bu sınır yaklaşık; 131 santimetreküp, yani 2 inch3 olarak hesaplanmıştır. Peki, bu sonuç bize hangi avantajı sağlar arkadaşlar?.. Evet?.. Denizaltıları da vurabiliriz değil mi? Evet arkadaşlar, silahın yoluna bir balina çıkmazsa, denizaltılara karşı da çok etkilidir diyebiliriz.” Genç bir Japon bilim adamı heyecanla sordu: “Efendim, kuşlar ne olacak? PBDM canlılara zarar vermiyor, bunu biliyoruz, ama UFY, kuşları ve 131 santimetreküpten büyük olan diğer canlıları da öldürmez mi?” Profesör Göktuna gülümseyerek cevapladı: 68 “Evet öldürür. Fakat sayın dostum, biz UFY silahını sadece nokta hedeflere karşı kullanacağız, o da gerekirse... Bu arada birkaç kuş ölebilir elbette. Bizim istemeyerek öldürmek zorunda kalabileceğimiz kuşlar, avcıların öldürdüklerinin yanında devede kulak bile olamaz. Üstelik amacımız kuş öldürmek değil, insanlığa hizmettir. Barışa hizmettir.” 05 Ekim, Jandarma Genel Komutanlığı-Ankara Güvenlik önlemlerinin en üst seviyede tutulduğu askeri binadaki odanın bir penceresi bile yoktu. Kalın beton duvarların iç tarafında oldukça konforlu bir dekor göze çarpıyordu. Büyük masanın etrafında oturan beş adam, aralarında konuşuyorlardı. Odada otomatik çay ve kahve makinesi, büyük ekranlı bir televizyon, video cihazları ile çeşitli tipte görüntü yansıtıcı cihazlar vardı. Jandarma Genel Komutanlığı’nda bulunan bu odanın bulunduğu bölüm, askeri istihbarata ait gizli bir birime aitti. Toplantı odasındaki beş kişiden en kıdemlisi olan Korgeneral Hayrettin Birsoy, tim komutanlarının sözlü raporlarını dinlerken biraz gergin görünüyordu. Özel Tim komutanı olan, sivil kıyafetli, saçı ve sakalı birbirine karışmış haldeki Yahşi kod adlı Binbaşı Türel, bir aydır titizlikle sürdürmekte oldukları operasyon hakkında odadakilere bilgi veriyordu: “... Böylece hemen hemen bütün silahlar sevk edildi. Ben ve arkadaşlarım, yaptığımız pazarlıklar sonucunda iyi bir anlaşma yaptık. Silahları da iyi fiyatla sattık Komutanım.” “Fiyatlar başka ülkelerden alamayacakları düzeyde düşük tutuldu mu?” “Evet Komutanım. Piyasanın biraz altında sattık. Balıklama atladılar. Bize bir bu kadar daha sipariş bile verdiler.” “Tabii, uyuşturucu sayesinde paraları bol!.. Sevkiyat ne zaman tamamlanacak?” “Mayınlar ve havan topları da teslim edildi. Onlar şu anda Kandil’de olmalı. Sadece roketatarlar ve AK47’ler yolda. Birkaç güne kalmaz onlarda Irak’ın kuzeyine ulaşmış olur. Oradan da PKK kamplarına doğru yola çıkarılacaklar. Ha, bu arada bir miktar da erzak sattık efendim. Konserve türü gıdalar filan.” “Güzel! Şüphe çekmemek için iyi yapmışsınız. Bu arada jandarmanın yaptığı kontrolleri sıklaştıralım. Her şey normal görünmeli.” “Kontroller arttırıldı Generalim. Jandarma timlerimiz, verdiğimiz talimat doğrultusunda bu TIR’ları üstünkörü arayarak geçmelerini sağlamaktalar. Silahların PKK’nın eline geçmesi kesinleşmiş durumda.” Korgeneral Birsoy alaycı bir tavırla: “Evet Binbaşı! Onlara çok büyük darbeler vurduk, iyice zayıfladılar. Şimdi bu silahlara çok ihtiyaçları var. Elimizi Avrupalı dostlarımızdan daha çabuk tutmalıyız. Yeteri kadar silah verdikten sonra fazlasını isterlerse, ‘Jandarma yakaladı’ şeklinde bahanelerle engelleyin. Ölçüyü kaçırmayalım!” Jandarma Operasyonlar Daire Başkanı güldü ve “Bir gün, şu PKK’ya silah temin edeceğimiz aklımın ucundan bile geçmezdi doğrusu. Şu işe bakın yahu... Ne günlere kaldık!” diyerek yapmacık bir ifadeyle hayıflandı. Binbaşı ise sırıtıyordu: “Hayat işte böyle Komutanım. İnsan bazen hiç umulmayan, hatta kendisinden beklenmeyen şeyleri de yapmak zorunda kalabiliyor maalesef. Ne yapalım, kader!” 69 Diğer Subaylar gülüştüler. Korgeneral Birsoy, onlara sert bir bakış fırlattıktan sonra ciddi bir ifadeyle konuştu: “Şimdi şakanın sırası değil arkadaşlar. Yaptığımız şey anlaşılırsa hepimizin defterini dürerler. Çok dikkatli olmalıyız Binbaşı. Her şeyi defalarca kontrol edin ve personeli sık sık uyarın. En ufak bir hata yapanın ocağını söndürürüm! Bu işin şakası yok, ona göre!” “Haklısınız Generalim. Çok büyük bir risk aldık. İnşallah bu silahlar elimizde patlamaz.” “Patlarsa elimizde değil, kafamızda patlar Binbaşı! Bilgi sızması ihtimaline karşı yeterli tedbir alındı mı?” “Evet Komutanım, en küçük bir şüphede bile, ilgili elemanı derhal tecrit edeceğiz. Talimatınız üzere, gerekirse silah kullanılacak. Rütbesi ne olursa olsun... Bütün haberleşmeleri de gizlice dinliyoruz.” Korgeneral Birsoy biraz rahatlamıştı. Masadan kalkarken, üçü de saçlı sakallı olan Özel Tim Subaylarına baktı ve son talimatını verdi: “Pekâlâ, devam edin arkadaşlar! Bu işi bitirelim!” İki ay sonra, 02 Aralık, Ankara Başbakan Eraslan başkanlığındaki toplantı başladığında, kapının dışındaki kırmızı ışıklı panoda ‘Çok gizli toplantı’ yazısı belirmişti. Bu yazının anlamı; içeriye hiç kimse giremez, hatta kapıya bile yaklaşamazdı. İki sivil nöbetçi de kapıdan hayli uzak bir yerde nöbet tutmaktaydı. Elektronik güvenlik tedbirleri de alınmış, ayrıca cep telefonları dışarıda bırakılmıştı. İçeride sadece MİT Müsteşarı Tan, Genelkurmay Başkanı Boralı, Başbakan Eraslan ve Başbakan Yardımcısı Çallı’nın katıldığı bir toplantı yapılıyordu. Başbakan’ın yüzü asıktı ve hâl-hatır sorma faslından sonra hemen konuya girmişti: “MİT Müsteşarımızla dün özel bir görüşme yaptık. Size çok önemli bir konuda açıklamaları olacak Sayın Genelkurmay Başkanım. Evet Sayın Müsteşar, dün bana anlattıklarınızı şimdi burada Genelkurmay Başkanımıza da anlatır mısınız, lütfen.” Genelkurmay Başkanı Boralı: “Sizi dikkatle dinliyorum Sayın Tan. Neymiş şu önemli mesele? Doğrusu, çok merak ettim.” MİT Müsteşarı Tan: “Efendim, tespitlerimize göre, Jandarmaya bağlı bir grup Subay ve Astsubay Irak’ın kuzeyine silah sevkiyatı yapıyorlar veya buna izin vererek kendilerine çıkar sağlıyorlar. Durumdan haberiniz olduğunu da sanmıyorum.” “Hayır, haberim yok Sayın Müsteşar. Ancak siz emin misiniz?” “Bu tespitlerimiz delillerle sabittir. Size belgeleriyle sunabilirim.” Genelkurmay Başkanı: “Ne diyorsunuz?! Peki, bu konuda bir operasyon planınız var mı?” “Önce sizlere ve Sayın Başbakanımıza bilgi vermek istedim.” Başbakan Yardımcısı Çallı: “Vay canına!.. Bu çok ciddi bir itham! Peki bu silahlar PKK ya gidiyor olabilir mi Sayın Müsteşar?” 70 “Kesinlikle efendim. Doğrudan PKK’ya gidiyor. Parayı da İsviçre’deki bir hesaba yatırıyorlar. Hesap sahibi ise Metin Türel adlı bir jandarma Binbaşısı, işte belgeler burada.” Genelkurmay Başkanı belgeleri alıp inceledikten ve biraz düşündükten sonra: “Efendim, Sayın Müsteşarı tebrik etmem gerekir. Eğer doğruysa, müthiş bir olayı ortaya çıkarmış oldular. Takdir edersiniz ki, bu olay çok kritik ve silahlı kuvvetlerimizin onuruyla ilgili, hatta milletimizin onuruyla ilgili, aynı zamanda esef verici bir olaydır. Sizlerden istirhamım şudur Sayın Başbakanım ve Sayın Müsteşar; lütfen bu olayı şimdilik çok gizli tutalım. Biliyorsunuz, PKK’ya karşı büyük bir operasyon hazırlığı içerisindeyiz. Bu çok gizli bir operasyondur. O nedenle operasyondan sonra bu meseleyi bizzat ben ele alacağım ve gereğini tereddütsüz yapacağım. Sorumluları da uygun şekilde adalete teslim edeceğimden emin olunuz. Ama şimdi bunun hiç sırası değil efendim. Tekrar istirham ediyorum. Bu operasyonu aksatmamak için ben her türlü önlemi alacağım. Jandarma Genel Komutanı Sayın Koray ile de görüşeceğim. Bize iki hafta süre verin. Sonra ne isterseniz yaparım.” Başbakan sordu: “Ne diyorsunuz Sayın Müsteşar?” “Efendim, bence bu kişiyi ve çetesini hemen tutuklamalıyız. Bu silahlar askerlerimize karşı kullanılacak. Buna izin veremeyiz. Onları tutuklarız ve gizli tutarız.” Genelkurmay Başkanı: “Sayın Müsteşar, o silahlar bizim hava harekâtımıza karşı hiçbir işe yaramaz. Hatta uçaklarımız onların mühimmat depolarını vurduklarında hepsini bir anda yok etmiş oluruz. Hem, olay bu kadar basit değil bence. Bunları önce takibe almamız ve arkalarında kim var, bunu da ortaya çıkarmamız gerekmez mi? Bakarsınız arkalarındaki adam ben bile çıkabilirim. O zaman beni de tutuklarsınız.” “Estağfurullah efendim. O nasıl söz?” Başbakan: “Bence Genelkurmay Başkanımız haklı. Olay, orduyu doğrudan ilgilendiren bir olaydır. Genelkurmayımız takip etsin. Zamanı gelince de size bilgi vererek suçluları teslim etsin. Böylece bu konuyu şimdilik kapatıyorum. Gelelim diğer konuya, Irak’ın kuzeyine yapılacak olan operasyon hazırlıklarınız hakkında sizi dinlemek isteriz Sayın Genelkurmay Başkanı.” “Tabii efendim, öncelikle şunu söylemek isterim; bu operasyon son yılların en büyük hava operasyonu olacaktır. Hazırlıklarımız gayet iyi gidiyor. On beş gün içerisinde, önce kapsamlı bir hava harekâtı, hemen arkasından da küçük çaplı özel birlik harekâtları yapılacaktır. Hemen belirtmek isterim ki; önümüzdeki iki hafta için Irak’taki tüm adamlarımızı, ajanlarımızı uyarmalıyız. Özellikle siz Sayın Müsteşar, PKK içine sızmış olan ajanlarınızı kamplardan uzaklaştırınız. Operasyon başladığında ─ki bunu size birkaç saat önce bildireceğiz─ ajanlarınız silahsız olarak kamplardan uzaklaşmış olmalı! Bakın, silahsız kelimesini tekrar vurguluyorum. Zira bu çok önemli! Çünkü: Bölgede, elinde silah olan herkes, terörist kabul edilecek ve uçaklarımızın hedefi olacaktır...” 71 16 Aralık, Malatya 7. Ana Jet Üssü Saatler 00.35’i gösterirken, altışar uçaktan oluşan iki F16 filosu, pistlerin başındaki yerlerini almış, kalkış için son talimatları bekliyorlardı. Hava oldukça karanlıktı. Pist ışıkları henüz yanmıyordu. Karanlıkta sadece uçakların egzoz alevleri fark ediliyor, motor seslerinden başka hiçbir ses de duyulmuyordu. Uçakların hepsine ful yakıt ve ful silah yüklenmişti. Bu silahların büyük çoğunluğu, havadan karaya güdümlü füzeler ve roketlerdi. Birkaç dakika sonra pilotlar telsizden verilen emri duydukları anda pist ışıkları da yandı. “21 ve 23’üncü filo komutanına, birinci sorti için hareket emri! Pistler açık. Tekrarlıyorum; 21 ve 23, pistler açık!” Pist başındaki iki uçağın pilotları, freni boşalttıktan sonra hız levyesini sonuna kadar iterek, neredeyse aynı anda kalkışa geçtiler. Müthiş ivme, pilotları sert bir şekilde arkaya yaslamıştı. Uçaklar, paralel pistlerin üzerinde sanki yarışır gibi, gittikçe hızlanarak birkaç saniyede havalandılar ve pisti terk ettikten sonra, sıradaki F16’lar da aynı şekilde kalkışa geçtiler. İki dakika sonra uçakların hepsi havalanmış, gruplar halinde güneye doğru ve oldukça alçaktan uçmaya başlamışlardı. Dağlık bir bölge olmasına karşın Türk pilotlarının bu kabiliyeti onların radarlardan gizlenmesini sağlıyordu. Uçaklar havalandıktan hemen sonra Kule Subayı, özel telefonla üs komutanlığına bilgi vermeye başlamıştı: “Yedinci Ana Jet Üssü Kule raporu: 21 ve 23 havalandı. Kalkış normal, zamanlama normal, hava normal...” Hava Harekât Planlama Merkezi, Ankara Harekât ile ilgili bilgiler anında Harekât Değerlendirme Merkezi ile Koordinasyon Merkezi’ne iletiliyor, oradan da Ankara’daki Harekât Planlama Merkezi’ne aktarılıyordu. Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanları da operasyonu bu merkezden takip ediyorlardı. Ankara’daki komutanlar, uçaklardan, uydu bağlantısıyla iletilen kızılötesi görüntüleri de birkaç büyük ekrandan izleyebiliyorlardı. Hava Kuvvetleri Komutanı Arif Büyükel, büyük bir haritanın karşısında, Genelkurmay Başkanı Yavuz Boralı’ya ve Kuvvet Komutanlarına bilgi veriyordu: “İki filo daha Malatya’daki yedinci üsten tam zamanında havalandı, şimdi diğer uçaklarla Irak sınırında buluşmak üzere gidiyorlar. Kont-1 adını verdiğimiz Cessna’mız da şu anda 10.000 metre yükseklikte ve Kandil Dağı’nın üzerinde bulunuyor. Kont-2 ise daha batıda şu bölgede bulunuyor Komutanım. Yakıt tankerlerimiz ise sınıra yakın bir güzergâhta doğu batı istikametinde uçuyorlar. Bu hat, hava ikmal güzergâhı olarak kullanılacaktır.” Orgeneral Boralı: “Şu Kont-1, Kont-2 garip isimler, neden? Bu uçakları A’dan Z’ye biz donattık, değil mi? Türkçe isim bulamadınız mı?” “Efendim Kontrol kelimesini kısaltınca Kont oldu, haberleşmede kısa isimleri tercih etmek faydalıdır diye, uzmanlarımız böyle uygun gördüler.” “Pekâlâ, Diyarbakır’dakiler ne zaman havalanıyor?” “Sekizinci üsten kalkışa otuz dakika var Komutanım. Onlar, saldırı başladıktan sonra kalkış yapacaklar. Biliyorsunuz, PKK casusları bu üssümüzü gözetliyorlar.” 72 Orgeneral Büyükel açıklamalarına devam ediyordu: “Birinci dalgada görev alan tüm uçaklarımız sınırı geçtiler. Az sonra Kont-1 ile Kont-2 aynı anda tetiklemeyi başlatacak ve üs ile temas kuracaklar Genelkurmay Başkanım. Bildiğiniz gibi bu operasyonda tam kırk sekiz adet savaş uçağı, iki adet teknik destek uçağı ve iki adet yakıt ikmal uçağı görev almaktadır. Ayrıca sınırlarımız içerisinde, güvenlik devriyesi olarak on iki F4 devriye uçuşu yapacaklar. Acil kurtarma timleri ve altı helikopter de sınıra yakın bölgelerde konuşlandırıldı. Planladığımız şekilde bu gece, Irak savaşından sonraki en büyük hava harekâtını icra ediyor olacağız. Üstelik, bu bir gece operasyonu olarak gerçekleştirileceği için ani baskın niteliğinde ve kimsenin beklemediği bir harekât olacaktır.” “Bu tür bir operasyonu gerçekleştirebilecek ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmez, öyle değil mi?” “Evet, Sayın Genelkurmay Başkanım. Teknik donanım olarak haklısınız, fakat başarıyla icra edebilecek ülke derseniz, belki daha da azdır. Biz bu operasyonu büyük bir başarıyla tamamlayacağız inşallah. Çünkü planımız mükemmel!” “Evet, ama çok da riskli! İnşallah bir terslik olmadan, başarıyla tamamlarız.” Irak Hava Sahası Kont-1 deniz seviyesinden 10.000 metre yüksekte, Kandil Dağı çevresinde geniş daireler çizerek tur atıyordu. Pilot ve yardımcısı oldukça sakindi. Işıklarını ve telsizlerini kapatmışlardı. Planlanan zamanda operasyonun başlayabilmesi için Tetikleme adı verilen işleme tam zamanında başlamaları gerekiyordu. Görevleri buydu. Bunun için de gözleri saatteydi. Kokpitin arkasındaki kargo kısmı, sanki bir laboratuvar gibi, bir sürü elektronik cihazlarla doluydu. Bu kısımda da iki teknisyen Subay görev yapıyorlardı. Dâhili haberleşmeyi sağlayan mikrofonlu kulaklıkları sayesinde pilotlarla konuşabiliyorlardı. Kaptan Pilot: “Teknik ekip hazır olun. Üç dakika sonra tetiklemeyi başlatacağız.” “Biz hazırız Kaptan. Fakat heyecandan çişim geldi yahu.” Yardımcı pilot gülerek seslendi: “Arkada bir Cola şişesi olacaktı Cafer. Onu kullan.” “Bak, benle dalga geçme. Sonra kokpite işerim ha, ona göre.” Bu sırada telsizden bir çağrı duyuldu: “Burası Amerikan üssü Q4. Kandil dağı üzerindeki yabancı uçak, kendinizi tanıtın! Tamam.” Çağrılar sık aralıklarla tekrarlanıyordu, nihayet pilot cevap verdi: “Burası Cessna-1 kontrol. GPS arızası yüzüden yolumuzu kaybettik, tamam.” “Otuz iki bin sekizyüz feette uçuyorsunuz. Geniş daireler çizerek gece gözlemi yaptığınızı biliyoruz. Derhal bölgeden ayrılın! Yoksa ateş açarız! Q4, tamam.” “Görev emrimiz onaylanmıştır. Telsiz bağlantısını kesmek zorundayım. Merkezle görüşün. Cessna-1 tamam.” “Anlaşılmadı Cessna-1. Hangi merkez? Ne merkezi? Tamam.” Pilot cevap vermeyi kesti ve telsizi kapattı. Cessna-1’dekilerin hepsi gergindi. Genelkurmay tarafından Amerikalılara, özellikle harekât başladıktan sonra bilgi verilecekti. Sızıntı olmaması için böyle kararlaştırılmıştı. Az sonra kaptan pilotun sesi tekrar duyuldu: 73 “Haydi çocuklar, vakit geldi. Hedefin tam üzerindeyiz. Tetiklemeyi başlatın.” Teknisyenler cihazları çalıştırdılar. Karşılarındaki siyah ekran birden canlandı. Kızılötesi görüntüde dağın tamamına yakın kısmı belirmişti. Görüntüyü ayarladılar. Sonra bir başka cihazı daha çalıştırdılar. O anda kulaklıklarından tiz bir parazit sesi duyarak ikisi de kulaklıklarını çıkartıp boyunlarına astılar. Bu sırada ekranda minik yıldızlar şeklinde, parlak ve çok sayıda ışık noktacığı belirmişti. “Tetikleme çalıştı! Sonuç mükemmel! Yedik onları be! Duydun mu Kaptan?! Yedik onları, yedik! Aloo!” Teknisyen Subay elleriyle garip hareketler yapıyor, heyecanla bağırıyordu. Neden sonra kulaklığının takılı olmadığını fark ettiğinde neşesi bozuldu. Kulaklığını takar takmaz aynı sözleri tekrarlayarak pilotlara tetiklemenin başarılı olduğunu bildirdi. Pilotlar onu zaten duymuştu. Yardımcı pilot hemen telsizi çalıştırdı ve önceden kararlaştırılan özel bir frekanstan şifreli yayına başladı: “Bir’den Avcı’ya, kaynana düştü! Tamam!” “Anlaşıldı Bir. Kaynanaya su verin! Tamam!” “Anlaşıldı Avcı. Su veriyoruz. Tamam!” Kaptan pilot arkadaki teknisyenlere Jammer cihazını çalıştırmaları talimatını iletti. Böylece düşman telsizleri çalışamaz hale gelecek, aralarındaki haberleşme felce uğrayacaktı. Dağın batısındaki bölgede bulunan ikinci Cessna uçağı Kont-2 de aynı anda, aynı işlemleri yapıyordu. Bir grup F16, Irak hava sahasına batıdan girerek, Kandil Dağı’na doğru, oldukça alçaktan uçuyordu. Başka bir grup da kuzeyden saldıracaktı. Amaç, değişik yerlerdeki PKK kamplarını aynı anda vurmaktı. Gece karanlığında çok riskli olan bu alçak uçuş için Türk pilotları çok iyi eğitilmişlerdi. Sadece radarlarına ve gece görüş sitemlerine güvenerek uçuyorlardı. Bu sayede, hem diğer ülkelerin radarlarına yakalanmıyorlardı hem de PKK’lılar uçakları fark ettiğinde, onlar için artık çok geç olacaktı. Pilotlar, bilgisayar ekranlarında “Trigger On” yazısının belirmesiyle, tetiklemenin başladığı sinyalini alınca, kızılötesi ekranlarını açtılar. Az sonra bilgisayar ekranlarında “Go Trail” ve “Weapons Free” komutları ardı ardına belirdiğinde ise hepsi birden tek sıra pozisyonuna geçerek hedef bölgeye doğru saldırıya geçtiler. Menzile giren her uçağın ekranında yıldız gibi, beyaz ışık noktacıkları beliriyor, pilotlar o anda füzelerini ateşliyor, dağınık yerlerde bulunan PKK kamplarına çok isabetli atışlar gerçekleştiriyorlardı. Dağların yamaçlarında ve düzlüklerinde yuvalanmış olan PKK, hiç ummadığı, ani bir baskına uğramıştı. Üstelik atılan füzeler onların karargâhlarını, depolarını, mühimmatlarını, binalarını ve personelin bulunduğu yerleri tam isabetle vuruyor, ortalığı cehenneme çeviriyordu. Daha ilk dalgada kampların çoğu isabet almış, alev alev yanıyordu. Uçaklar belli bir düzen içinde havada daireler çizerek hedeflerine tekrar tekrar dalışlar yapıyor, füzelerini ateşliyorlardı. Atılan tek bir füze bile boşa gitmemişti. 10.000 metredeki Cessna pilotları, vurulmayan ışık noktacıklarını pilotlara bildiriyor, uçakları oralara yönlendirerek vurmalarını sağlıyorlardı. Cessna’lar bölgeyi dikkatle tarıyor, tıpkı bir AWACS gibi görev yapıyordu. F16 pilotları, ekranlarında hiçbir ışık noktacığı kalmayıncaya kadar roket saldırısına devam ediyorlardı. Kızılötesi ekranlardaki ışık noktacıkları gittikçe azalıyordu. Bazen vurulmuş olan bir hedefte bile hâlâ bir ışık noktacığı görülebiliyor, bu yüzden aynı hedef tekrar vuruluyordu. Bu sayede hedefte sağlam mühimmat kalması veya canlı kurtulan olması olasılığı çok aza indiriliyordu. 74 Güdümlü füzeler hedefe kaba bir yönlendirmeyle ateşleniyor, füzenin içindeki otomatik yön bulma sistemi hedeften gelen sinyale odaklanarak yönünü kendisi buluyor ve hedefi yok ediyordu. Bu füzelerin yön bulma sistemi ile hedefi işaretleyen sinyal vericiler tamamıyla Aselsan’ın eseriydi. Cessna’larda kullandıkları özel jammer cihazları ise, hedeflerden yayılan sinyaller dışındaki bütün haberleşme frekanslarını bozuyordu. Plan o kadar mükemmeldi ki, sivillerin zarar görmesi ihtimali neredeyse sıfırdı. Hava Harekât Planlama Merkezi, Ankara Genelkurmay Başkanı Boralı, memnun bir yüz ifadesiyle ekrandaki görüntüleri izliyordu. Merkeze davet edilmiş olan MİT Müsteşarı’nın ise yüzü asıktı. Hava Kuvvetleri Komutanı zaman zaman bilgi vermeye devam ediyordu: “Bakın Komutanım, şu yamaçtaki yapı bir mühimmat deposu. bir F16’mız az sonra orayı vuracak!” Uçağın hedef göstergesinin binanın tam üzerindeydi. Gerçekten de az sonra o noktadaki bir patlamayı ve takip eden patlamaları ekrandan izlediler. Deponun olduğu yerden bembeyaz, yoğun bir duman yükseliyordu. Duman belki de bu kadar beyaz değildi, fakat kızılötesi kameralar böyle gösteriyordu. Genelkurmay Başkanı: “Bu mükemmel isabetlerin sırrı da, dünyaya parmak ısırtacak cinsten Sayın Komutan. Doğrusu çok iyi bir plandı.” “Evet, Komutanım, o silahları PKK’ya satarak bu büyük tuzağı kurmak, silahların içine gizlediğimiz elektronik çipleri havadan tetikleyerek aktifleştirmek ve füzelerimizi onların yaydığı özel frekansa yönlendirmek, gerçekten de dâhiyane bir fikirdi. Ben de bunun için Harekât Planlama Uzmanlarımızı yürekten kutluyorum. Bu sayede, PKK hedeflerinin kurtulabilmesi imkânsız hale geldi. Üstelik hiçbir sivil hedef de vurulmamış oldu. Elinde silah olan adamı sivil saymazsak tabii...” “Dostlarımız yarın onu da yaparlar Sayın Büyükel. Görürsünüz, ‘Türkler şu kadar sivil hedefi vurdu, şu kadar sivil öldü’ şeklindeki haberleri yarın duyarız.” “Maalesef Komutanım. Onların işine böyle geliyor.” “Fakat, bırakalım herkes bu hedefleri Amerikalıların verdiği anlık istihbarat sayesinde vurduğumuzu sansın. Galiba bu işe en çok Amerikalı dostlarımız şaşıracak.” “Şüphesiz komutanım. Hatta oyuna geldiklerini düşüneceklerdir. Şimdi bütün dünya, PKK’yı Amerikalıların harcadığını düşünecektir. Amerikalılar da onların böyle düşüneceğini düşünecektir.” “Ne düşünürlerse düşünsünler, kendi düşen ağlamaz. Bizi fazla hafife aldılar.” Hava Kuvvetleri Komutanına bunları söyledikten sonra Genelkurmay Başkanı MİT Müsteşarına dönerek, “Sizden tekrar özür diliyorum Sayın Müsteşar. Lütfen beni bağışlayınız. O silahların PKK’ya bilgimiz dâhilinde satıldığını ne size, ne de Başbakanımıza o günlerde açıklayamazdım. Eğer bir terslik olsaydı sizler de töhmet altında kalırdınız. Ben bütün riskleri üzerime aldım. Sizi riske etmeye hiç gerek yoktu. Beni ve samimiyetimi anlayacağınızı umarım,” dediğinde Müsteşar başını salladı ve kendi kendine bir şeyler homurdandı. Hâlâ biraz gücenikti. Fakat Genelkurmay başkanı da kendince haklıydı. Bu kadar büyük bir risk altına giren 75 ve hem ülkesinin şerefini hem de kendi şerefini ortaya koyan bir komutan son derece ketum davranmak zorundaydı. Kara Kuvvetleri Komutanı İlhami Barış: “Fakat, Sayın Büyükel çok güzel ifade etti Komutanım, Amerikalılar bence de tam bir açmaza düştüler. İstihbaratı biz verdik diyemezler, çünkü o zaman PKK’yı biz harcadık demiş olurlar. Bu işlerine gelmez... Vermedik de diyemezler, çünkü bize bu konuda söz verdiklerini dünyaya ilan ettiler. Yalancı durumuna düşerler. Güvenilirliklerini tamamen kaybederler. Yani, oyuna geldiler. Şah ve mat!” Hava Kuvvetleri Komutanı: “Böylesine başarılı ve büyük bir operasyonu hiç beklemiyorlardı. Herhalde şoke olmuşlardır.” Genelkurmay Başkanı: “Bu harekât onlara çok büyük bir darbe olacak. Ama tek bir vuruşla sonuç alacağımızı asla düşünmemeliyiz.” Harekât Planlama Dairesi Başkanı: “Haklısınız Genelkurmay Başkanım. Hemen arkasından yeni değerlendirmeler ışığında, yeni operasyonlar yapmamız gerekebilir. Hatta saldırılarımız aralıklarla ve günlerce sürebilir. Buna da hazırız efendim. Ortam uygun hale geldiğinde bir kara operasyonu için de hazırlıklarımız sürüyor.” “Güzel... Operasyonlarımızı kademeli olarak ve yavaş yavaş genişletmek zorundayız. Böylece, hem bazı dostlarımıza etkili bir mesaj vermiş olacağız hem de büyük bir tepki gösterme fırsatını vermemiş olacağız. Çünkü yarın sabah onlar, ülkemizi savunduğumuz için bize çok kızgın olacaklar...” Altı ay sonra, Londra yakınlarında bir yer Salon gayet iyi döşenmiş, klasik bir zevki yansıtıyordu. Yerdeki halılar bile başlı başına bir servet ederdi. 16.Louis stili, yaldızlı koltuklarda koyu renk takım elbiseli, uzun boylu, iki genç adam oturuyordu. Elder salona girdiğinde, önce güneş gözlüklerini çıkartarak spor ceketinin iç cebine yerleştirdi. Kendisini beklemekte olan ziyaretçilerine bakmadan şapkasını ve ceketini de çıkartarak Taylandlı hizmetçisine uzattı. Genç hizmetçi salondan çıkarken Elder adamlara kısa bir bakış fırlattı ve oturma grubunun karşısındaki bara doğru yürüdü. “Neden silahınızla geldiniz bayım?” Adamların ikisi birden irkildi ve birbirlerine baktılar. Daha genç olanı, “Bravo doğrusu! Söylemişlerdi de inanmamıştım.” dedikten sonra, “Bunu nasıl fark ettiniz?” diye sordu. Elder, aşağılayıcı bir tavırla ve adamlara bakmadan konuştu: “Lütfen dışarı çıkın, onu bir deliğe atın ve tekrar gelin, ondan sonra görüşelim.” Adamlar donup kalmıştı. Birkaç saniyelik sessizliği tekrar Elder bozdu: “Söylediklerimi tam olarak anlayabildiniz mi bayım?” “Ama… Özür dilerim. Bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum... Kafana takma dostum. Şu masaya bırakırım ve barışırız. Tamam mı?” Elder cevap vermemişti. Diğeri başıyla çıkmasını işaret edince genç adam isteksizce kalkarak odayı terk etti. 76 Elder, kendisine bir içki hazırlarken diğer adama da içki isteyip istemediğini sordu. Sonra da kristal viski bardaklarını eline alarak adamın yanındaki koltuğa oturdu ve içkilerden birini ona uzattı. “Evet bayım, size nasıl yardım edebilirim?” Kırklı yaşlarda, ince yapılı, kumral, uzun boylu, iyi giyinen bir adamdı Elder. İri ve sivri bir burnu, koyu renkli gözleri, çok sert bakışları vardı. CIA içerisinde tanıyanlar ona Kartal göz ismini takmışlardı. İngilizceden başka Rusça, Almanca, Farsça, Arapça, Tayca ve Türkçeyi çok iyi konuşabiliyordu. Uzun süre CIA, DIA ve NSA içerisinde önemli operasyonlarda görev yapmış, planlama uzmanı olarak büyük başarılar sağladıktan sonra kendi isteği ile emekli olmuş; şimdi ise, tecrübeli bir danışman olarak çeşitli gizli servislere hizmet veren, eski bir ajandı. Müthiş bir öngörüsü ve sezme yeteneği vardı. Bu yeteneği sayesinde düşmanını millerce uzaktan bile fark edebildiği için, hiçbir tuzağa düşmemiş, hep hayatta kalmayı başarmıştı. Bu da onu gizli servisler dünyasında ünlü yapmıştı. Emekli olduktan sonra, Londra’nın hemen dışındaki bu büyük ve korunaklı villaya yerleşmişti. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçenin ortasındaki iki katlı bina, bekçi köpekleri, iki muhafız ve gelişmiş bir elektronik güvenlik sistemi ile korunuyordu. Yıllar önce CIA onu, itibarlı kişi anlamına gelen Elder adıyla kodlamıştı. Gerçek adını ise dünyada sadece iki kişi öğrenebilmişti. Bunlardan biri eski karısı Joanna idi. Beş yıl kadar önce esrarengiz bir kazada ölmüştü. İkincisi ise CIA Başkan yardımcısı Madison Mackenzie idi. Fakat Mackenzie’nin bile Elder’ın geçmişi ile ilgili bilgisi oldukça sınırlıydı. Misafirleri, Mackenzie tarafından gönderilen iki CIA ajanıydı. Mackenzie görev verirken onları uyarmıştı. Buna rağmen ajanlardan biri silahlı olarak gelmiş ve Elder bunu hemen fark etmişti. Konuşurlarken bir ara CIA ajanı sordu: “Sizin hakkınızda çok şey duydum. Şirkette adınız bir efsane olmuş. Sanırım arkadaşım da söylenenlerin etkisinde kalarak, silahını fark edip edemeyeceğinizi anlamak istemişti. Merak ettiğim için soruyorum Elder. Arkadaşım söz dinlemeyip dışarı çıkmasaydı ne olurdu?” Elder, adamın yüzüne dik dik baktıktan sonra cevap vermeden kalktı ve bara gidip içkisini tazeledi. Ajan, içine işleyen bu bakışlar karşısında ister istemez ürkmüştü. Bir kurşun kalemle, hatta bir iskambil kâğıdıyla bile kolayca adam öldürebilen bu eski ajanın ne zaman ne yapacağı hiç belli olmazdı, bunu biliyordu. Zaten konuşma da bitmişti. Kibarca izin isteyerek kalktı ve binadan çıktı. Diğer ajan onu otomobilin içinde bekliyordu. Mackenzie ile Elder arasında gizli bir protokol vardı. Bu sayede Elder birçok bilgiye hızlıca ulaşabiliyor ve istihbarat dünyasındaki gelişmeleri zamanında takip edebiliyordu. O da buna karşılık zaman zaman Mackenzie’ye yardımcı oluyordu. Bu ziyaretin sebebi de böyle bir yardım isteği idi. Fakat bu kez çok önemli bir görev söz konusuydu. Mackenzie, işin bizzat Elder tarafından yapılmasını istiyordu. Güvenlik ve üst düzey gizlilik nedeniyle, aracı ajanlara operasyon hakkında bilgi verilmemişti. Elder operasyonu ve hedefi daha sonra öğrenecekti. Fakat teklif edilen ücrete bakılırsa hedef çok önemli biri veya birileri olmalıydı. Amerikalıya prensip olarak kabul ettiğini bildirmiş ve ayrıntıların iletilmesini istemişti. Bunun üzerine Amerikalı ajan kendisine bir zarf teslim etmişti. Ziyaretçisi gittikten hemen sonra Elder zarfı açtı. İçinde iki fotoğraf ile İstanbul için gidiş-dönüş uçak bileti vardı. Fotoğraflar ise, İstanbul’da görüşeceği kimselere 77 aitti. Birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra Elder, Tayca konuşarak, hizmetçisine jakuziyi hazırlamasını söyledi. Yarım saat kadar sonra jakuzide Taylandlı hizmetçisi ile birlikteydiler. Nang, yumuşak hareketlerle Elder’a masaj yapıyordu. Çok güzel bir vücuda sahip olan hizmetçi yirmili yaşlarda, orta boylu ve oldukça çekici bir kadındı. Elder onu İngilizce bilmediği, kimsesiz ve güzel bir kız olduğu için seçmiş, anlaşarak İngiltere’ye getirmişti. Nang, onun hem sekreterliğini hem de hizmetçiliğini yapıyordu. Ayrıca özel isteklerini de yerine getirmekle görevliydi. Böyle anlaşmışlardı. Kadın çok iyi bir ücret alıyordu ve karşılığını da gayet iyi bir şekilde veriyordu. Ankara Üç Profesör Ankara’da Yaşlıkaya’nın villasında toplanmışlar, birlikte yemek yemişler, biraz sohbetten sonra geç saatlere kadar Yaşlıkaya’nın odasında çalışmışlardı. Bu çalışmanın amacı, foton silahının etkilerini tartışmak ve olası sonuçlarını değerlendirmekti. Yaşlıkaya, kafasına takılan bazı ayrıntıları arkadaşlarına soruyordu: “Şu Ultra Foton Yönlendiricisi bir nükleer başlığı hedef alırsa, nükleer patlamaya neden olur mu? Toplantıdaki açıklamalarını biliyorum. Şimdi senden, daha fazlasını istiyorum Ender. Bize özel olarak bu konuda neler söyleyebilirsin?” Profesör Göktuna derin bir nefes alarak elindeki notlara baktı ve konuşmaya başladı: “Evet, bu çok önemli bir konu... Sizler nükleer bir patlama olabileceğinden korkuyorsunuz ve bunun önlenebilir olup olmadığını öğrenmek istiyorsunuz sanırım. Bunda da haklısınız. Çünkü nükleer başlık tipine göre patlama olabilir de, olmayabilir de.” Göktuna bir yudum su ile boğazını ıslattıktan sonra devam etti: “Teorik olarak, foton dalgasının etkisinde kalan bir nükleer başlıkta, atom ağırlığı daha düşük olduğu için önce tüm gövde yok olacak, açıkta kaldığı birkaç piko saniye içinde kritik kütle birleşerek bir zincirleme reaksiyonu başlatabilecektir. Ancak, gövde yok olduğu halde açıkta kalan radyoaktif madde birkaç piko saniye içerisinde bir araya gelemez ise, nükleer patlama gerçekleşemeden her şey atomize olacaktır. Yani seyrelecektir. Başka bir anlatımla, katı halden gaz haline geçmek gibi… Bu durumda sadece radyoaktif serpinti riski vardır. Patlama olası değildir. Örnek olarak, 1945 yılında Hiroşima’ya atılan tipte bir nükleer başlığı ele alırsak, bu bombadaki mekanizma veya benzeri kullanılmışsa, patlama olmayacaktır. Çünkü o başlıktaki sistemde, kritik kütle mekanik bir yolla bir araya gelecek şekilde oluşturulmuştu. Mekanik sistem yok olduğunda birleşme olmayacağından patlama da olası değildir. Nagazaki’deki başlıkta ise, tam tersine, kritik kütleyi oluşturan parçalar birbirinden metalik bir sistemle ayrılmıştı. Bu tip bir başlıkta metalik sistem ortadan kalktığında, kritik kütlenin bir araya gelmesi ve kritik hacme ulaşarak nükleer patlamanın gerçekleşmesi daha kuvvetli olasılıktır. Çünkü sistem zaten bu yolla patlatılacak şekilde kurulmuştur. Ancak burada da yerçekimi ve metal muhafaza, sonucu etkileyen bir faktörler olarak karşımızdadır. Çevresindeki metal muhafaza yok olduğunda zincirleme reaksiyon sırasında açığa çıkan nötronlar kayba uğrayacağı için hiç patlama olmaması veya düşük güçte bir patlamanın olması da olası. Yani 100 kilotonluk bir bomba 10 kilotonluk bir patlamaya yol açabilir. 78 Hatta yan yana duran çok sayıdaki nükleer başlıktan biri patlayıp diğerleri patlamayabilir. Sonuç olarak, kullanılan başlık tipini bilmediğimiz için patlama olup olmayacağını da net olarak söyleyemem. Fakat şunu söyleyebilirim; eğer bir nükleer patlama olacaksa, şimdilik biz bunu engelleme olanağına sahip değiliz arkadaşlar.” Profesör Yaşlıkaya birkaç saniye konuşmadan bekledi. Şimdi kafasında düşünceler hızla yer değiştiriyor, dosyalar açılıp kapanıyordu… Biraz sonra tekrar konuştuğunda yüz ifadesi biraz endişeliydi. “Bu durumda şimdiki başlıkların hangi sistemde yapıldığı bilgisini edinmeliyiz. Bu bilgiye ulaşabilir miyiz dersiniz?” “Denemeye değer, istihbaratçıları devreye sokarak deneyebiliriz. Hatta Ruslara da başvurabiliriz. Fakat günümüzde, en az dokuz ülkede ve o kadar çok sayıda nükleer başlık var ki… Üstelik bu bilgiye ulaşsak bile nükleer patlama olup olmayacağını önceden kesin olarak bilemeyeceğiz.” “Pekâlâ, bunu geçiyoruz o halde.” Yaşlıkaya notlarına bakarak devam etti: “Şimdi, bir diğer sorunumuz da, PBDM etkisinde olan bölgelerde iletişim kesileceği için biz de iletişim kuramayacağız. Bunu bir şekilde aşmalıyız. Aksi halde körleme atış yapmış oluruz ki, çok yanlış olur kanımca.” Profesör Güreli bu konuda hazırlıklıydı: “Çözümü var dostum. Ben de bu konu üzerinde uzunca bir süredir düşünüyordum. PBDM yayınlarını kesintili bir periyodik kodlamayla kipleyebiliriz. Bu kodlama bizlere PBDM etkisindeyken bile uygun cihazlarla haberleşme olanağı sağlayacaktır. Daha basit olarak şöyle anlatabilirim: Bir elek alın ve üzerine su dökün. Ne olur? Suyun neredeyse tamamı elekten geçer, değil mi? İşte PBDM, tıpkı bir elek gibi görev yapar. Vardır, ama suyu, yani bizim özel kodlu yayınımızı engellemez. Diğer tüm yayınlar ise, daha iri tanecikler gibi, eleğin üzerinde kalır, asla aşağı geçemez. İşte olay budur. Bu basit benzetme, size sistemin nasıl çalışacağını anlatmak içindi. Aselsan’daki arkadaşlar bir süredir bunun üzerinde çalışıyor. Çok az bir zaman sonra ilk denemeleri yapabileceğiz. Rakiplerimiz kodu bilmediği sürece haberleşmeyi başaramaz. Bunu çok gizli tutmalıyız arkadaşlar. Proje gerçekleştikten sonra bile... Bakın! Ben şimdiye kadar bu konuda çalıştığımızı size bile söylemedim.” Yaşlıkaya muzip bir tavırla, “Yani, şimdi, bir elek mi yapacağız?.. Pekâlâ dostum, sen bu eleği hemen yap! Zira bu elek bize çok lazım!,” dediğinde hepsi birden gülüştüler. Göktuna, Güreli’nin sırtına vurarak onu her zaman çok takdir ettiklerini söyledi. Üç eski dost, fırsat buldukça birbirleriyle şakalaşmaktan geri kalmıyorlardı. 30 Haziran, İstanbul Akşamüstü, uçak piste indiğinde Elder defalarca geldiği Atatürk Havaalanı’nı uçağın penceresinden hızlı bir bakışla taradı. Her şey aynı idi. En ufak bir anormallik hissetmemişti. Bir profesyonel olarak bunu her gittiği yerde yapardı. Güvenlik kontrolleri onun için içgüdüsel bir refleksti. Mesleği gereği, o çok dikkatli bir gözlemciydi ve içgüdülerine güvenirdi. Aslında öldürme tekniklerinde uzmandı. Sadece iyi bir planlamacı değil, aynı zamanda iyi bir suikast organizatörüydü, 79 diğer bir deyimle azmettirici. Fakat bu seferki görevi çok farklı ve çok önemliydi. Kesinlikle hata götürmez bir iş olmalıydı ki, işin bizzat kendisi tarafından yapılması isteniyordu. Bu nedenle telefon veya yazılı belge olmadan temas kurulmuş, konu hakkında da hiçbir bilgisi olmayan iki acemi ajan, Londra’daki evine gönderilmişti. Elder her zamanki gibi güneş gözlüklerini taktı, hiç dikkati çekmeden sıradan bir yolcu gibi uçaktan indi, valizlerini aldı ve terminalden çıkarak bir taksiye bindi. Kendisini kimsenin karşılamasını özellikle istememişti. Havaalanlarında karşılanmaktan hiç hoşlanmazdı. Güvenlik açısından da sakıncalı bulduğu bu tür karşılamaları kesinlikle engeller veya gelenleri atlatmak zorunda kalırdı. Elder, bir profesyonel olarak her zaman operasyonlarını tek başına ve tamamen kendi kararlarıyla yönetirdi. Mackenzie onun bu özelliğini gayet iyi biliyordu. Bir şehre her gelişinde farklı bir otel seçer, daha önce kaldığı bir otele asla gitmezdi. Fakat görüşmelerini, daima çok iyi tanıdığı, bildiği yerlerde yapardı. Bu kez de öyle olacaktı. Bindiği taksi Ritz Carlton’ın önünde durduğunda saatine baktı. Randevuya daha iki saat vardı. Odasına yerleşip bir duş aldıktan sonra Hilton’a gitmek için otelden yürüyerek ayrıldı. Türkiye’de bulunduğu yıllarda birçok görevde aktif rol almış, bu sırada Türkçeyi de çok iyi derecede öğrenmişti. Bu akşam katılacağı toplantıda ise Türkiye’de görevli CIA elemanları tarafından kendisine hedefle ilgili ilk bilgi verilecekti. Ritz Carlton’a on dakikalık bir yürüme mesafesindeki Hilton’a tam vaktinde gelmişti. Kapıdaki üniformalı görevliyle selamlaştıktan sonra döner kapıdan içeri girerek lobinin sonundaki kafede, cam kenarındaki bir koltuğa yerleşti. Saatine baktı ve tam sekiz olduğunu görünce başını kaldırarak etrafa hızlıca göz attı. Görüşeceği adamlardan biri az ileride bir koltukta oturuyordu. Kendisini fotoğrafından tanımıştı. Bir an göz göze geldiklerinde adam kalktı ve asansöre doğru yürüdü. Elder bakışlarını kaçırarak onu hiç görmemiş gibi yaptı. Adam asansöre binip hareket ettikten sonra Elder kalktı ve asansöre doğru yürüdü. Bu sırada çevresini dikkatlice kontrol etmiş, olağandışı bir şey fark etmemişti. Adamın biraz önce oturduğu yerin yanından geçerken, üzerinde 312 sayısının yazılı olduğu küçük kâğıdı sehpanın üzerinden el çabukluğu ile almış ve cebine sokmuştu. Birkaç dakika sonra 312 numaralı süit içerisinde hazırlanmış olan yuvarlak bir yemek masasının etrafında oturmuş, konuşuyorlardı. Masaya yemek servisi yapılmıştı. Lobideki adam ve onun şefi olduğu anlaşılan diğer adam, Elder’ın karşısında oturuyorlardı. Elder, yemek yerlerken hiç fark ettirmeden onları kontrol ediyordu. Adamların ikisinin de İspanyol asıllı, iyi eğitimli, fakat sıradan Amerikan ajanları olduğu kanısına varmıştı. Silah taşımıyorlardı. Taşıyor olsalardı hemen anlardı. Elder yemeğini yerken, başını kaldırmadan konuşmaya başladı: “Oda güvenli mi? Kontrol etmiş olduğunuzu umarım.” Lobideki ajan cevapladı: “Evet, kontrol ettik. Gerekli önlemleri de aldık.” Diğeri Elder’e yaranmak istercesine sordu: “Yemeği beğendiğinizi umarım Elder.” “Evet, çok beğendim. Bunlar gerçekten nefis Türk yemekleri. Beyler artık konumuza gelsek.” “Ha, evet dostum. Bu yeni operasyon gerçekten çok özelmiş, öyle mi?” Elder yemeğini yemeğe devam ederek konuştu: 80 “Bakın beyler, burada kimseye ismiyle hitap etmek yok. Dostum filan gibi laflara ise hiç gerek yok. Kural budur. Ben sizin dostunuz filan da değilim. Lütfen konuya gelelim.” “Affedersin… İşte size teslim etmemiz istenen zarf burada. Biz elimizden geldiği kadar gizlemeye dikkat ettik ama gene de siz gördükten sonra yok etmenizi önerdiler.” A4 normundan biraz daha büyükçe ve sarı bir zarf yemek masasının üzerinde duruyordu. Elder, “Bu iyi bir önlem,” derken, başını kaldırıp sert bakışlarını iki adama yöneltmişti. Adamlar birkaç saniye sustular. İkisi de bu bakışlardan ürpermişti. “Zamanımız ne kadar?” diye sordu Elder. “Bize bu konuda bir bilgi verilmedi bayım.” “Güzel, şimdi şu zarfı açar mısınız, lütfen.” Adamlar birbirlerine baktılar. Elder tekrar konuştu: “Haydi beyler! Görüyorsunuz ki yemekle meşgulüm. Şu zarfı siz açın lütfen!” “Özür dilerim. Bizim bu zarfı açma yetkimiz yok bayım.” “Pekâlâ, öyleyse ben daha sonra açarım.” Elder ajanları yokluyordu. Eğer zarfı açmayı kabul etselerdi onları hemen engelleyecek ve belki de operasyonu iptal edecekti. Yemeğe devam ederken gene başını kaldırmadan konuşmayı sürdürdü: “Bu zarfın herhangi bir yerine işaret filan koydunuz mu?” “Hayır.” “Zarf özel mi, yoksa dışardan mı alındı?” “Bildiğimiz kadarıyla dışardan.” “Üzerinde parmak izleriniz var mı?” “E…Evet. Doğal olarak…” “Aptallar sizi!” “Efendim?” “Bu rüzgâr hangi yönden esmiş olacak? Doğudan mı? Batıdan mı?” “Özür dilerim, anlamadım.” “Önemli değil. Diğer malzemeler nerede?” “Onları size uygun bir yerde teslim edeceğiz. Bu şehirdeki bazı taşeronlarımızın depoları var…” “Anlıyorum... Bu ne kadar nefis bir şeymiş böyle. Bu yemeğin adı nedir?” “Hünkârbeğendi, gerçekten çok güzel bir yemektir. Siz de beğendiğinize göre...” “Maskeleme işi için görüştüğünüz şu adam... Çok yetenekli biri olduğunu duydum. Ona şöyle söyleyin... Sahi, adı neydi?” “Neyin adı?” Elder ürkütücü bakışlarını adamın gözlerine dikmişti. “Maskecinin adı!” Adamlar yine birbirlerine baktılar. İkisi de tedirgindi. “Ne maskecisi? Özür dilerim ama yine anlamadım?” Elder tekrar ilgisini yemeğine vererek, bir el hareketiyle soruyu geçiştirdi: “Önemli değil, boş verin. Malzemeleri nasıl ileteceksiniz?” “Siz ne zaman isterseniz, bize standart yoldan bildiriniz. Yirmi dört saat içinde istediğiniz her şey hazır olacak.” “İstediğim malzemeleri ve teslim edileceği adresi daha sonra bildireceğim. Bu kadar baylar, yemek için teşekkürler.” 81 Elder bu kısa görüşme süresince adamlara çeşitli yemler atmış, onların neyi ne kadar bildiklerini ve güvenirliliklerini ölçmüştü. Adamların kalp atışlarındaki değişmeleri bile fark edebilirdi ve eğer fark etseydi yalan söylediklerini düşünecekti. Sonunda ikisinin de operasyon konusunda hiçbir şey bilmediklerine inanmış ve buna memnun olmuştu. “Problem yok değil mi bayım? Her şey yolunda mı?” Elder cevap vermeden ve yemeğini bitirmeden kalkmış, masadaki sarı zarfı da ikiye katladığı günlük gazetenin arasına yerleştirmişti. Adam tekrar sordu: “Bayım, amirimize ne diyelim?” “Sadece beklesinler!” Planı bilmeyen kademeler tarafından, bu cevap Mackenzie’ye kadar ulaştığında, CIA Başkan Yardımcısı mesajı anlayacaktı. Hilton’dan çıktıktan sonra geldiği gibi yürüyerek on beş dakikalık mesafedeki Ritz Carlton oteline döndü. İlk iş olarak, günlük gazetenin arasına gizlediği zarfı açtı ve içinden çıkan siyasi derginin kapağındaki fotoğrafa baktı. Bu fotoğraf Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı’na aitti ve verilen hedef buydu. Elder hedefin görüntüsünü on dakika kadar inceledikten sonra mobil telefonunun SIM kartını değiştirerek, yeni kartın hafızasındaki bir numarayı aradı. Bu numara İstanbul’da yaşayan güzel bir telekıza aitti. İki saat sonrası için kıza bir randevu verdi. Telefon görüşmesinden sonra çantasından çıkardığı küçük bir şişe içerisindeki alkolle, mecmuanın ön ve arka tarafını iyice sildi. Zarfı da banyo küvetinde yaktı. Saatini kontrol ettikten sonra tekrar duşa girdi. Oda kapısı vurulduğunda günlük gazetelerden birini okumaktaydı. Kapıyı açtığında mavi gözlü, dalgalı sarı saçları olan, yirmi beş yaşlarında, güzel vücutlu ve mini etekli bir kız gülerek içeri girmişti. Elder bu kızla yıllar önce bir gece kulübünde tanışmış ve hoşuna gittiği için her gelişinde onu oteline çağırır olmuştu. Kız İngilizcesini ilerletmek için Elder ile mümkün olduğunca İngilizce konuşmaya çalışıyordu. Kısa bir sohbetten sonra Elder günlük gazetede yer alan bir siyasinin fotoğrafını göstererek sordu: “Bu kim, tanıyor musun?” Kız ayağa kalkmıştı. Fotoğrafa baktıktan sonra ellerini beline koydu ve bilgiç bir tavırla: “Tabii ki, nasıl tanımam.” “Onunla hiç beraber oldun mu?” “Ne yazık ki hayır, o şerefe eremedim henüz.” “Bak, bu adam gelecekte çok önemli bir mevkide olacak. Onunla tanışmak ister misin?” “Tabii ki. Hem de çok isterim.” “Güzel, sana bunu ayarlamaya çalışırım bir gün.” “Oh bebek, ne kadar iyisin,” dedikten sonra, küçük bir kız edasıyla parmağını dudağına götürerek, baygın bakışlarla sordu: “Beni özledin mi?” Kız isterik bir kahkaha atarken, Elder cüzdanından çıkarttığı beş adet 100’lük banknotu yelpaze şeklinde açarak masanın üzerine bıraktı ve kıza dönerek birden sertleşti: “Uzatma da soyun haydi!” 82 Kız, üzerindeki üç parça giysiden birkaç saniyede kurtuldu. Sadece yüksek topuklu ayakkabılarını çıkartmamıştı. Çünkü Elder böyle hoşlanıyordu. İri mavi gözleriyle hiç korkmadan, adamın sert, siyah bakışlarına karşılık verirken, dilini üst dudağında gezdirerek yavaşça sokuldu. Bir iki dokunuştan sonra, zevklerini iyi bildiği bu eski müşterisini memnun etmek üzere, önünde diz çökerek pantolonunun düğmelerini çözmeye başladı. 02 Temmuz, Ankara Elder İstanbul’daki görüşmelerini bitirmiş ve Ankara’ya gelmişti. Sheraton oteline yerleşirken, kendisini Avustralyalı bir yazar olarak tanıtmıştı. Bu aşamada hedefini basından takip ediyordu. Onunla ilgili TV programlarını kaçırmıyor, açık oturumları geç saatlere kadar izliyordu. Günlük siyasi gazetelerin de hepsini okuyordu. Hedef çok iyi korunuyordu ve işi oldukça zordu. Elder da bunun gayet farkındaydı. Fakat çok da sabırlıydı. Bütün zor işleri sabırla çözebilmenin bir yolunu mutlaka bulurdu. Geçmişte de böyle olmuştu. Her zaman başarmıştı. Şimdi de başaracaktı. Bundan emindi. İhtiyacı olan tek şey zamandı. Operasyonun yerine ve şekline karar verince gerisi kolaydı; tabii doğru kararı vermek kaydıyla. Operasyonu nerede yapacağına karar vermek için Cumhurbaşkanı’nın yakınlarda yapacağı seyahatleri öğrenmesi gerekiyordu. Bunun için de Mackenzie ile konuşması gerektiğini düşündü. Elder, sabah yürüyüşünden sonra duşunu aldı. Kahvaltı yaparken bilgisayarını açtı ve USB girişine bir flash disk taktı. Program otomatik olarak çalışmaya başlamıştı. Şifreyi tuşladıktan sonra bazı adreslere birkaç elektronik posta gönderdi. Program, bu mesajları kodlayarak üçüncü şahıslar tarafından okunamaz hale getiriyordu. Fakat okunamasa bile kolayca ele geçirebildiği için Elder kritik bilgileri kesinlikle bu kanaldan göndermezdi. Daha sonra kahvaltısını yaparak günlük gazeteleri okudu. Bir saat sonra beklediği cevaplar gelmişti. Telefonu eline alarak önceden tanıdığı bir acenteyi aradı: “Merhaba Selma Hanım, Milano için, yarın sabah, birinci sınıf lütfen. Dönüş tarihi açık olsun. Teşekkür ederim.” 03 Temmuz, Milano Mackenzie İtalya’ya gelirken CIA özel uçağı yerine TWA havayollarını tercih etmiş ve sahte bir pasaport ile sahte isim kullanmıştı. Az da olsa tedirgindi. Dışarıdan kaynaklanan bir sebeple operasyon yüzüne gözüne bulaşırsa kesinlikle her şeyini kaybederdi. Elder’a çok güveniyordu güvenmesine, fakat bu operasyon çok kritikti ve çok önemli bir hedefi vardı. Milano’nun en lüks restoranlarından birinde Elder ile akşam yemeği yiyecekler, ona ihtiyacı olan bilgileri verecek ve onu motive edecekti. Uçakta yol boyunca kendisini buna hazırlamıştı. Otelin lobisinde buluştular. “Selam Mac, seni gördüğüme sevindim doğrusu.” “Ben de sevindim El, nasılsın, nasıl gidiyor?” 83 “Yemekte konuşuruz, bizim için güzel bir masa ayırttım.” “Teşekkür ederim.” “Akşama kalacak mısın? İstersen birlikte biraz eğleniriz. Eski günlerdeki gibi. Ne dersin?” “Hayır dostum, ne yazık ki, gece yarısı dönmeyi planlamıştım. Akşama Langley’de olacağım ve yarın kutlamalara katılacağım. Bağımsızlık Günü dolayısıyla arkadaşlar şirket içerisinde küçük bir parti düzenlemişler. Ama gelecek sefere sana daha çok vakit ayıracağım. Söz!” Elder ile Mackenzie bir taksiye binerek yemek yiyecekleri kulübe gitmek üzere yola çıktıklarında Elder, Mackenzie’deki hafif gerginliği hemen fark etmiş, sezdirmeden onu incelemeye almıştı. CIA Başkan yardımcısı, dış operasyonlar konusunda tam yetkili, çok zeki, geçmişi sayısız başarılarla dolu, karizmatik bir yöneticiydi, Amerikan Deniz Kuvvetlerinde deniz istihbarat subayı olarak görev yapmış, sonra da CIA’de görevlendirilmişti. Fakat ön yargıları yoğun olan bir adamdı. Kırlaşmakta olan siyah dalgalı saçları arkaya taranmış, ellisini geçmiş olduğu halde iri gövdesi, gergin yuvarlak yüzü ve ela gözleriyle oldukça dinç görünüyordu. Yemek yerlerken eski günlerden bahsederek anılarını tazelemişler, biraz da gülmüşlerdi. Daha doğrusu Mackenzie gülmüş, Elder ise sadece sırıtmıştı. “Seni tedirgin eden şeyi söyleyecek misin artık?” diye sordu Elder. “Hayır, bir problem filan yok dostum. Her zamanki gerginliğim işte. Endişelenecek bir şey yok.” “Haydii, seni tanıyorum Mac. Bana anlatmalısın.” “Bak dostum, sadece ne zamandır böyle büyük bir iş yapmamıştık. Sen de, ben de… İşte bu yüzden biraz gerginim. Ama senin bu işi en iyi şekilde başaracağını biliyorum. Bundan şüphem yok. Gene de elde olmayan bir nedenle işler ters giderse diye endişelenmekten kendimi alamıyorum. Kahretsin! Yaşlanıyorum galiba!” “Anlıyorum… Bir şey soracağım. Biliyorsun, benim başarısız olmam, sadece operasyonun karşı tarafa sızmasıyla mümkün olabilir. Böyle bir olasılık var mı?” “Kesinlikle yok. Sana garanti veriyorum. Bu operasyonu sadece altı kişi biliyor ve buna sen de dâhilsin. Bu insanlar hem üst düzey hem de en güvenilir kimseler. Üstelik sana bir şey daha açıklayayım; operasyonu Türkler öğrense bile engelleyemezler. Buna da garanti veririm.” Elder, Türkiye’deki gelişmeleri iyi izlediği için bunu tahmin ediyordu zaten. Fakat hiç düşünmemiş gibi yaparak Mackenzie’yi ilgiyle dinlemeyi tercih etti. Mackenzie ses tonunu düşürerek konuşmasına devam etti: “…Evet dostum, anladığın gibi durum işte böyle. Operasyon öncesi her şey bizden yana. Biz ise büyük bir problemimizi ortadan kaldırmış ve mesajımızı iletmiş olacağız.” Aslında Mackenzie operasyonun asıl nedenini gizliyordu. Bunu, dost bile olsa bir tetikçiye söyleyemezdi. Elder bunu anlamıştı. Derin politikalarını ve nedenlerini dışarıya anlatamazlardı. Çünkü bunlar birinci derecede devlet sırlarıydı. Elder için önemli olan, işi açık vermeden bitirip, parasına kavuşmaktı. “Peki ya operasyon sonrası?” “İşte orada işler değişebilir. Bazı kurumlar töhmet altında kalmamak için derhal harekete geçerek sana ulaşmaya çalışabilirler ve seni açığa çıkarabilirler. Tabii canlı olarak değil. En azından, bunu isteyeceklerdir.” “Haklısın, mantıken böyle, ama avuçlarını yalayacaklar. Onlara öyle ipuçları bırakacağım ki, yanlış yöne koşacaklar ve ben de bu arada çoktan uçmuş olacağım..” 84 “Nereye uçacaksın dostum?” “Cennete!” Elder bunu sırıtarak ve espri olsun diye söylemişti. Mackenzie ise kahkaha atarak güldü. Sonra ona bir liste verdi. Bu listede tarihler, saatler ve yer isimleri yazılıydı. Elder listenin hedefe ait gezi programı olduğunu bilerek, çabucak bir göz attıktan sonra iç cebine koyarken sordu: “İstanbul ziyaretine ne dersin?” “Uzman sensin El.” 22 Ağustos, İstanbul Güneş batmak üzereydi. Siyah saçlı, esmer tenli adam evin kapısını açarak içeri girdi ve hiçbir şeye dokunmadan önce elindeki siyah deri çantayı yere bıraktı. Sentetik, şeffaf eldivenlerini taktıktan sonra doğruca mutfağa gitti. Uzun takma saçları, ela renkteki kontak lensleri, gür ve siyah sakalları onu tanınmaz hale getirmişti. Mutfak camından baktığında hedefinin yarın geleceği binanın girişini net olarak görebiliyordu. Birkaç gün önce evi kiralarken tipini ustaca bir makyajla değiştirmiş, daha çok bir Ortadoğuluya benzetmiş, fakat kendisini Amerikalı bir gazeteci olarak tanıtmıştı. Elder, ela lenslerini de en ucuzundan seçerek hemen belli olacak şekilde, özensizce takmıştı. Havanın iyice kararmasını bekledikten sonra bütün ışıkları söndürdü. Çantasından çıkardığı, markası ve seri numarası silinmiş bir tüfek namlusunu ve ona ait susturucuyu salonda gelişi güzel yerlere bıraktı. Sonra çantasındaki 9 mm.lik Glock-18 model otomatik tabancanın namlusuna bir susturucu taktı. Silahı mutfak penceresinden karşı binanın girişine doğrulttu ve atış açısını kontrol etti. Her şey uygundu. Sonra mutfağın balkona açılan kapısında durarak bir eliyle dışından mendilini dayadığı cama, diğer eliyle içeriden silahın namlusuyla vurdu. Cam fazla gürültü çıkartmadan kırılmıştı. İçerideki birkaç cam parçasını da toplayarak pencerenin dışındaki küçük balkona attı. Yanında getirdiği siyah bir lastikle taş zemine birkaç iz bıraktı. Özel bir bant üzerindeki parmak izlerini de gözden uzak bir iki yere değdirerek aktardı. Cebinden çıkarttığı mermi kovanını mutfakta bir köşeye fırlattıktan sonra cebinden bir naylon torba çıkartarak susturuculu silahı içine koydu. Torbanın ağzını iyice bağladıktan sonra tuvaletteki rezervuarın içine attı. Ne kadar çok delil bırakırsa o kadar çok zaman kazanacağını biliyordu. Fakat bunu ustaca yapmak önemliydi. Etrafı dikkatle gözden geçirdikten sonra kimseye görünmeden sessizce evden çıktı. Bir süre kaldırımda yürüyerek mahalleden uzaklaştıktan sonra bir taksi çevirdi. Sürücüye Piyer Loti’ye gitmesini söyledi. İstanbul’da bulunan eski bir iş arkadaşı ile buluşacaktı. Çok güvenilir bir yardımcıya ihtiyacı vardı ve bunu haftalar öncesinden ayarlamıştı. Elder, daha önce görev yaptığı bütün ülkelerde çok güvenilir ekipler kurmuş ve sadece onlarla çalışmıştı. Buluşma yerine giderken, yolda takip edilip edilmediğini kontrol etmeyi de ihmal etmedi. 85 Bir hafta sonra, İstanbul Elder, odanın camlarını füme renkte bir film ile kapladığı için dışarıdan içerisini görebilmek mümkün değildi. Tüfeğin uzun namlusu camın bir karış gerisinde bitiyordu. Özel yapım bir suikast silahı olan bu markasız tüfek, odanın ortasındaki üçayak üzerine sabitlenmişti. Susturucusuyla birlikte yaklaşık 198 cm. uzunluktaki silah, namlusunun üzerinde takılı olan büyük bir dürbün ve hedefi gösteren lazer düzeneğiyle, kesinlikle ıskalamayan, çok güvenilir bir aletti. Birkaç gün önce kiraladığı diğer dairenin dört sokak arkasında ve daha yüksekte olan bu eski binada kiraladığı şimdiki daire, Elder’ın asıl operasyonu gerçekleştireceği yerdi. Köhne ve çoğu boş durumdaki beş katlı bina Elder için çok uygun bir yerdi. Mal sahibine birkaç ay için kiralamak istediğini söylemiş ve iyi bir ücret ödemişti. Bu daireyi de kiralarken gene aynı kimliği kullanmıştı. Ancak bir fark vardı: Bu kez kahverengi lens kullanmış ve böylece bir Ortadoğuluya daha çok benzemesini sağlamıştı. Elder, tüfeği bir kez daha kontrol ettikten sonra şarjöre özel mermileri yerleştirmeye başladı. Bu mermiler hem zırh delici özelliğe sahip hem de vücuda girdiğinde çok büyük hasar yaratan, yüzde yüz öldürücü mermilerdi. Genellikle vücutta kalmayıp, delip geçen ve saplandığı son yerde patlayarak kendi kendini yok eden bu mermilerin kanıt bırakmamak gibi özellikleri vardı. İri bir kemiğe denk gelirse bazen hedefin içinde patladığı da olurdu. Hedefin sırtına veya başına nişan alması gerekiyordu. Sekiz yüz metrelik uzaklığı ve hedefin hareket tarzını düşünerek sırtına atış yapmaya karar vermişti. Şarjörü yuvasına yerleştirdi. Silah hazırdı. Artık sadece birkaç saat sonra gelmesi gereken hedefini bekleyecekti. Cüzdanından bir SIM kart daha çıkartarak yatağın yanındaki konsolun arkasına attı. Kart bir İranlı adına kayıtlıydı. Sonra da masanın üzerindeki bloknota İran’a ait bir telefon numarası ve bir isim yazdı, sonra da yazdığı sayfayı yırtarak aldı ve banyoda yaktı. Küllerin çok küçük bir parçasını ise bulunabilecek şekilde bir kenarda bıraktı. Bloknotu kontrol ettiğinde, en üstteki boş sayfada az önce yazdığı yazıların belli belirsiz izlerinin kaldığını görerek öylece bıraktı. İki saat sonra Elder bitişik odada yemeğini bitirmek üzereyken mobil telefonu çalmaya başladı. Fıstıklı ezme kadayıfını yarım bırakıp telefonu açtı. Karşı tarafı dinledi, hiç konuşmadan telefonu kapattı. İstanbul’da görev yaptığı yıllardan tanıdığı, Alman asıllı, eski ekip arkadaşı kendisine hedefin hareketlerini bildiriyordu. Saatini kontrol ettikten sonra tatlısını yemeğe devam etti. Gelen habere göre, hedef yola çıkmıştı. “En fazla yarım saatim var. Hedefin de öyle...” diye düşündü. Yarım saat sonra Cumhurbaşkanı, yeni kurulan bir medya şirketine Hayırlı olsun ziyaretine gidiyordu. Bu ziyaret sırasında kendisiyle bir de röportaj yapılacaktı. Ziyaret aylar öncesinden planlanmış olan toplu bir gezi programına dâhil edilmişti. Makam aracı medya binasının önüne geldiğinde, güvenlik önlemleri önceden alınmış olan sokakta, çok sayıda sivil ve üniformalı güvenlik görevlisi yerlerini almışlardı. Cumhurbaşkanı Güney, korumaları tarafından açılan araç kapısından çıkarken, karşılama grubu da Cumhurbaşkanının makam aracına doğru merdivenlerden inmeye başlamışlardı ki, Cumhurbaşkanı aniden, arkadan biri itmiş gibi öne doğru sendeledi ve elleriyle yere tutunarak düşmekten kurtulduğunda yerin hareket et- 86 mekte olduğunu fark etti. Zemin hem yükselip alçalıyor hem de sağa ve sola doğru dairesel hareketler yapıyordu. Aynı anda binanın alarm sirenleri çalmaya başladı. Karşılama için gelenlerin kimi yere kapaklanmış, merdivenlerden yuvarlanıyordu. Korumalar şaşkınlık içerisinde bir refleksle silahlarını çekmişler, fakat dengelerini kaybederek çoğu yere düşmüş, bu arada bir silah patlamış, birkaç koruma da bir yere tutunarak bağırmaya başlamışlardı. “Yerde kalın Cumhurbaşkanım, sakın kalkmayın!” Camlar kırılarak sokağa dökülmeye başladığında civardaki bazı binalar da yıkılmaya başlamıştı. Bu sırada bir kameraman, ziyareti görüntülemek için çıktığı kapı önünde dengesini güçlükle sağlayarak görüntü kaydetmeye devam ediyordu. Elli saniye kadar süren depremde bazı ağaçlar devrilmiş, birçok trafik kazası meydana gelmiş, su boruları patlamış, yer yer yollarda çatlaklar oluşmuştu. Otomatik gaz kesme ünitelerine rağmen, patlayan doğalgaz borularının içinde kalan bir miktar gaz nedeniyle, yer yer küçük yangınlar görülüyordu. Cumhurbaşkanı yerden kaldırıldığında hemen Başbakan ve İstanbul Valisi ile görüşmek istediğini söyledi. Fakat uzun süre telsiz ve telefon bağlantısı kurulamadı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı makam aracına binerken sürücüyle koruma amirlerine şu talimatı verdi: “Arkadaşlar, hepimize geçmiş olsun. Hemen afet yönetim merkezine gidelim. Sanırım Vali de oraya gidecektir. Bu arada Başbakan ile bağlantı kurmaya çalışın.” Cumhurbaşkanının aracı hızla hareket etmiş, güvenlik eskortu peşine takılmış, bir trafik aracı da yolu açmak için öne geçerek sirenlerini çalıştırmıştı. Konvoy toz ve duman içindeki enkazın arasındaki boşluklardan geçerek güçlükle ilerliyordu. Fakat Cumhurbaşkanlığı makam otomobilinin tavanındaki mermi giriş deliği ile aracın arka kapısının alt bölümündeki çıkış deliğini henüz kimse fark etmemişti o telaşede. Depremden On Dakika Önce Son kez telefonu çaldığında Elder hedefin gelmek üzere olduğu bilgisini aldı ve silahın olduğu yatak odasına geçti. Önce golf takımlarını ve çantasını kontrol etti. Her şey hazırdı. Hedefini vurduktan sonra silahın bazı parçalarını golf takımının içine, bazılarını da omuz çantasına gizleyerek, bir gün önce İranlı kimliği ile kiraladığı beyaz bir Ford sedan ile oradan kaçacaktı. Silahın yanına giderek dürbünü ayarladı ve üzerindeki telemetre ile mesafeyi tekrar ölçtü. Sekiz yüz metreye göre ayarlarını kontrol etti. Tekrar dürbünden baktı. Hedefin bulunacağı yer ile şimdi bulunduğu bina arasında daha önce bir Amerikalı kimliğiyle daire kiraladığı diğer bina vardı. Aslında bir tetikçi için en uygun yer o bina olduğu halde, Elder daha uzakta ve arkada kalan bu eski binayı seçmişti. Çünkü atıştan sonra herkes, yaklaşık dört yüz metre uzaklıkta bulunan öndeki binaya yönelecek ve oradan ateş edildiğini düşünecekler bu da kendisine epeyce bir zaman kazandıracaktı. Fakat bu seçimin olumsuz tarafı, görme açısını azaltıyor olmasıydı. Bu yüzden hedefi sadece birkaç saniye görebilecekti ve tam o anda atışını yapması gerekiyordu. Elder bunu hayalinde defalarca yapmıştı. Kendisini hazır hissediyordu ve başaracağından da emindi. Saatine baktı. Vakit gelmişti. Güneş binanın arkasına doğru kaymış, atış için çok uygun bir ortam yaratmıştı. Cama giderek bir kanadını sonuna kadar açtı. Ba- 87 şını çıkarmadan dışarıyı kontrol ettikten sonra sakince silahın arkasına geçti. İlk mermiyi namluya sürdü, lazerli hedef göstericiyi açtı ve gözünü dürbüne dayayarak sabırla beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra siyah Mercedes tam namlunun hizasında durmuştu. Elder sakince silahın namlusunu Mercedes’in tavanına ayarladı. Parmağını tetiğin üzerine yerleştirdi, bütün nefesini verip ciğerlerini boşalttı ve kendisini öylece tuttu. Bu sırada hafif bir titreşim hissetmeye başladı. Sanki bir vibratör çalışıyormuş gibi zemin hafifçe titriyordu. “Civarda bir makine çalışıyor olmalı,” diye düşündü. Makam aracının kapısı açıldığında, dört yakın koruma görevlisi pozisyon alarak çevreyi inceliyorlardı. Tüfeğin dürbünündeki görüntüde, çıplak gözle görülemeyen kırmızı bir nokta makam otomobilinin tavanında hareket ediyordu. Hedef araçtan inerken birden sendeledi ve dengesini kaybederek öne doğru düşer gibi olduğunda, korumaları onu tutmaya çalışırken aynı anda Elder da arkadan itilmiş gibi silahın üzerine doğru, istemsiz bir hamle yaptı. Aslında, altındaki zemin geriye doğru ani bir hareket yapmıştı. O anda parmağı tetiğe dokunmuş, susturuculu silah ateş almış ve Mercedes’in tavanında kimsenin fark etmediği bir delik açılmıştı. Daha sonra yana doğru savrularak silahla birlikte odanın zeminine düştü. Elder binanın sallanmakta olduğunu, camların şangırdadığını ve betonun çatırdadığını ancak fark etmişti. Az sonra camlar kırılarak etrafa saçılırken korkunç gürültüler ve uğultular duyuluyordu. Elder yattığı yerden kalkamamış, başını elleriyle korumaya almış depremin bitmesini bekliyordu. Fakat sarsıntı çok şiddetliydi ve bitmek bilmiyordu. Altındaki döşeme yukarı aşağı ve iki yana doğru sürekli hareket ediyordu. Üçüncül dalga olan en yıkıcı yüzey dalgaları çok çabuk gelmişti. Hissetiği ilk titreşimlerle bu yıkıcı dalgaların arasındaki zaman farkı depremin merkezinin yakın bir yerde olduğunu işaret ediyordu. Bir beton parçasının hemen yakınına düşerek ortalığı toza boğduğunu gördü. Hızla sürünerek sığınacak bir yer aramaya başlamıştı ki, üzerinde bulunduğu zeminin çökerek kendisiyle birlikte bir alt kata düştüğünü algıladı. Bu sırada savrularak sırt üstü dönmüştü. Ayağa kalkması olanaksızdı. Bir saniye sonra büyük bir beton blok ayaklarına düştü. Elder acıyla haykırdı. Yüzlerce kilo ağırlık altında kalan iki ayağının da feci şekilde ezilerek kemiklerinin kırıldığını anladığında, sonunun geldiğini de anlamıştı. Bina yıkılıyordu. Acı ile kıvranırken yan duvarın hızla üzerine doğru geldiğini gördü. Gözlerini kapattı ve biraz sonra yaşayacağı büyük darbeyi beklerken “Buraya kadarmış,” diye geçirdi içinden... Darbeyi aldığında artık canı fazla acımıyordu. Hemen arkasından daha büyük bir gürültü ile gelen büyük bir basınç hissetti ve o anda kemiklerinin çatırtısını duydu ya da duyduğunu sandı. Flaşlar patlıyormuş gibi gözlerinde parlak ışıklar çaktığında, aydınlanan boşlukta karısı Joanna ona gülümsüyordu. Bir an sonra ortalık tamamen karardı. Elder, genlerine işlemiş olan karanlık dünyasından sonsuzluğa doğru, derin bir yolculuğa çıkmıştı. Rihter ölçeği ile 7,5 büyüklüğündeki deprem, Marmara Denizi’nde beklenen bir depremdi. Gündüz saatlerinde meydana geldiği için, can kaybı beklendiği kadar yüksek olmamış, alınan önlemlerle hasar da ucuz atlatılmıştı. Gevşek zemindeki bölgeler büyük bir yıkıma uğramış, diğer yerlerde ise sadece eski ve zayıf yapılar hasar görmüştü. Artçı şokların da etkisiyle korkuya kapılan halk, birkaç gece sokaklarda sabahlamış, bir ay sonra da yaşam tekrar normale dönmüştü. Enkaz kaldırma çalışmaları sırasında çıkarılan bir erkek cesedi ile hemen yakınındaki suikast tüfeği bulununca, Cumhurbaşkanı’nın makam aracındaki mermi deliği ile 88 ilişkilendirilerek suikast girişimi anlaşılmış, fakat bu bilgi örtbas edilerek basından gizlenmiş, hiçbir zaman da açıklanmamıştı. 20 Kasım, İstanbul Siyah saçlı, esmer adam ışıkları söndürmüş, hafifçe araladığı perdenin arkasından sokağı kontrol ediyordu. Sokakta her zamanki park eden araçlardan başka, yabancı otomobiller de vardı. “İzci bunlardan hangisi acaba?” diye düşündü. Bir şeylerin ters gittiğini sezmişti ve iki gündür sürekli izlendiğinin farkındaydı. “Telefonlarım da dinleniyor olmalı. Hele izlediklerini özellikle fark ettirmeleri, hiç hayra alamet değil,” diye düşünerek, perdeyi kapatıp geri çekildi. Saatine baktı, gece yarısına tam bir saat vardı. Ağır adımlarla yatağa doğru ilerledi. Kendisini beyaz çarşafın üzerine bıraktı ve derin düşüncelere daldı. Sabit gözlerle tavana bakarak geçmişte yaptığı işleri düşünüyordu Abdullah. Çok pişmandı, ama olan olmuş, geçmişte bir sürü masum insanın kanı bulaşmıştı ellerine. Yavaş yavaş pasivize olduktan sonra, yıllardır çektiği vicdan azabına dayanamayarak Türk istihbaratıyla gizlice temasa geçmişti. Ortada kalan ve tam anlamıyla ziyan olmuş yaşamının acısını çıkartmak için bedel öderken, bedel ödetmeye adamıştı kendini. Yıllar önceki kanlı olay hâlâ gözlerinin önünden gitmiyordu: Levent girişindeki kavşakta beklediği kamyonet geldiğinde saat on civarıydı. Kalabalık kaldırımda, yaya geçidinde bekleyen 25-30 kişi vardı. Trafik, her günkü gibi oldukça yoğundu. Abdullah kavşaktan iki yüz metre kadar gerideki benzincinin çıkışında durmuş, insanların yüzlerine bakmamaya çalışarak, otomobilin içinde bekliyordu. Onları hareketli birer gölge gibi düşünmeye alıştırılmıştı. Cebindeki uzaktan kumanda aletini kavramış, başparmağını düğmenin üzerine koymuş, bekliyordu. Kamyonet kavşağa yaklaştığı sırada trafik ışıkları kırmızıya dönmüş ve yayalar karşıya geçmeye başlamışlardı ki, o an düğmeye basmıştı Abdullah. Patlamanın etkisiyle sanki deprem oluyormuş gibi yer yükselip alçalmış, Abdullah bir iki dakika süren geçici bir sağırlık yaşamış, caddenin ortasında, sanki bir meteor düşmüş gibi büyük bir çukur açılmıştı. Kamyonet ise çeşitli parçalar halinde insan etleriyle birlikte etrafa dağılmıştı. Abdullah hemen oradan uzaklaşmak için aracını geri vitese takarken, etraftaki insan çığlıklarını kesinlikle duyamıyordu. Aynı dakikalarda bir başka kamyonet de Levent’teki olaydan habersiz kendi hedefine doğru ilerliyordu. Trafik sıkıştığı için biraz geç kalmışlardı. Önden gidip Galatasaray Lisesinin önünde beklemekte olan Mahmut Necati biraz endişelenmiş, sabırsız hareketlerle kamyonetin geleceği yöne doğru bakıyordu. On dakika kadar gecikmiş olan kamyonet nihayet görünmüştü. İstiklal Caddesini dik geçerek Meşrutiyet Caddesi ile Hamalbaşı Caddesinin köşesindeki İngiltere Büyükelçiliği’ne doğru ilerliyordu. Abdullah’ın yakın arkadaşı, İranlı ajan Muhammed Necati, yer değiştirerek Meşrutiyet Caddesinin girişinde, caddeyi tümüyle görebileceği bir noktaya yerleştikten sonra elini cebine sokmuş, vericiyi avucuna almıştı. Tam bu sırada Büyükelçiliğin kapısına yeşil plakalı bir aracının geldiğini ve kapının açılmakta olduğunu görmüştü. Bu hesapta yoktu, fakat kamyonet de ilerlemeye devam ediyordu. Birkaç saniye tereddüt geçiren Muhammed parmağını düğmenin üzerinde tutarken birden bire kamyonet infilak etmiş, variller dolusu sıkıştırılmış Amonyum Nitrat içine gizlenmiş olan bir TNT kalıbı, yüzlerce kiloluk dinamite eşdeğer, büyük bir patlama yaratmıştı. Gelen şoktan dolayı kendisi de yere kapaklanmış, 89 adeta üzerine cam parçaları yağmıştı. Ayağa kalktığında, göz gözü görmeyecek şekilde sokak toz ve duman içindeydi. Muhammed, insan çığlıklarını duymuyormuş gibiydi. Paramparça olmuş camların üzerinden hızlı adımlarla yürüyerek İstiklal Caddesi’nden Taksim yönüne doğru uzaklaşırken düğmeye basıp basmadığını düşünüyordu... “Herhalde heyecandan olsa gerek, farkında olmadan bastım düğmeye... Yoksa basmadım mı? O zaman neden, patlama tam zamanında oldu?.. Kafası karışmıştı. “Yoksa bizi izleyen başka birileri daha mı vardı?” Bunu düşünmek bile çok ürkütücüydü... Bombayı patlatmak, insanları öldürmek onlar için işin teknik ayrıntılarıydı. Fakat izlendikleri duygusu endişe vericiydi. O sırada yanından ambulanslar ve itfaiye araçları geçiyordu. Taksim Meydanı’na gelince mobil telefonu ile Abdullah’ı arayarak sadece üç kelime söylemişti: “Patron, işlem tamam!” Abdullah’a göre, yıllar önceki bu iki operasyon da, zamanın Başbakanına ve yönetime bir mesajdı. Çünkü hükümet, birileri ile ters düşmüştü. İngiltere büyükelçisinin de bu patlamada ölenler arasında olduğunu sonradan basından öğrendiğinde daha da şaşırmıştı Abdullah. “Bu bir iş kazası mıydı, yoksa asıl hedef Büyükelçi’nin kendisi miydi? Bu öyle bir dünyaydı ki her şey olabilirdi. Her şey mümkündü. Sinagog operasyonları ile birileri İsrail’e bir mesaj vermiş, İsrail de onlara derhal karşılık vererek, eski bir hesabını kapatmış olabilir miydi? Bir taşla iki kuş vurmak istemiş olabilirler miydi?” Yatağında bunları düşünürken, nasıl kullanıldığını şimdi daha iyi anlıyor, gittikçe umutsuzlaşıyor ve yaptıklarına lanetler okuyordu. Kızarmış gözlerini ovuşturarak yataktan kalktı ve saatine baktı. Gece yarısına on dakika vardı. Elbise dolabına doğru giderek dolaptan bir çanta çıkardı. İçindeki plastik patlayıcıyı ve fünyeleri alarak masasına geçti, çalışmaya başladı. Tetikleme mekanizmasını ipi çekilince patlayacak şekilde kurdu. Bunları yaparken hâlâ Levent’teki patlama sahnesi gözlerinin önünden gitmiyordu. Patlamadan bir saniye önce orada koşuşturan kadınlar, erkekler, çocuklar, genç kızlar ve kamyonetteki İranlılar hâlâ birer gölge olarak gözünün önündeydi. Görüşü bulanıklaştığı için kızarmış gözlerini elinin tersiyle silerken, “Lanet olsun, lanet olsun!” diye söylenerek işini yapmaya devam etti. Gece saat 01.00’i gösterdiğinde uyumak için tekrar yatağına döndü. Fakat günlerdir gördüğü kâbuslar yüzünden artık doğru dürüst uyuyamıyordu. Ölmüş olan annesini ve babasını hatırladı. Yaşıyor olsalardı oğullarıyla gurur duyabilirler miydi acaba… Dakikalar geçtikçe kendini bıraktı, gözkapakları dayanılmaz şekilde ağırlaştı ve nihayet uykuya daldı... Telefon ısrarla çalıyordu. Abdullah neden sonra rüya olmadığını algılayarak telefonu açtığında, karşısındaki heyecanlı sesin sahibinin Muhammed olduğunu fark etti. Muhammed ona, “adamlar seni soruşturuyorlar, bir durum var galiba. Sen bir işe karıştıysan hemen kaç. Bunların hiç şakası yok arkadaş!” diyordu. Abdullah saatine baktı. 03.30’u gösteriyordu. Bir şey söylemeden telefonu kapadı ve tekrar uykusuna döndü. Fakat uyuyamıyor, düşünüyordu. “Ya Muhammed’i kullanarak zarf atıyorlar ya da işimi bitirmek üzere buraya geliyorlar.” Evini ve telefonlarını da dinlediklerinden emindi. Bu da Abdullah’ın sonu demekti. İçini kemiren kurt gene iş başındaydı ve hayatını mahvetmek için çalışıyordu. Aslında hayatı zaten mahvolmuştu, artık kaçması olanaksızdı. Onu nerede olsa bulurlar ve işini bitirirlerdi. Abdullah da bunun farkındaydı, fakat gene de kabul etmesi zor bir durumdu. 90 Heyecanını bastırdıktan sonra, “Gelsinler bakalım. Kaçmaya gerek yok, kaçacak yer de yok zaten,” diye düşündü. Artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Kaçınılmaz son gelip çatmıştı. Abdullah derin bir nefes alıp vererek kendini rahatlattı. Geç de olsa, yıllardır anlayamadığı her şeyi şimdi çok iyi anlamaya başlamıştı. Kilitli olan daire kapısı hafif bir tıkırtıyla, yavaşça açıldığında saat 03:45’i gösteriyordu. Abdullah, “Çabuk geldiler,” diye düşünerek yatağında doğruldu ve ışıklar yanmış olduğu için gözlerini kısarak içerideki üç adama baktı. Üçünü de tanımıyordu. Bir tanesi kapıyı kapatarak içeriden kilitlerken diğer ikisi ortalığı kontrol ediyordu. En kıdemli olanı, hareketlerinden de anlaşıldığı üzere, bir sandalyeyi çekti ve yatağın karşısında oturarak bacak bacak üstüne attıktan sonra hiç konuşmadan Abdullah’a bakmaya başladı. “Ne istiyorsunuz?” diye İngilizce sordu Abdullah. “Kim olduğumuzu biliyorsun anlaşılan,” diye yanıtladı sandalyedeki. “Tahmin etmek zor değil,” diyerek gene İngilizce cevap verdi Abdullah. “Mademki biliyorsun, öyleyse son duanı yap, pislik!” diye cevap verdi sandalyedeki. “Bir dakika! Ağır ol ahbap. Ne yapmışım ki ben? Bir yanlışlık yapıyorsunuz. Mesele nedir?” “Biz her şeyi biliyoruz. Sen pis bir muhbirsin, kalleş herif! Hiç inkâr etme.” Abdullah başını öne eğmiş yere bakıyordu. Vücudu gevşemiş, sırtı kamburlaşmış halde yatakta oturuyordu. Bitkin bir görüntüsü vardı. Fakat gizlice kaslarını germiş, yatağın kenarını sıkıca kavrayarak belli etmeden kendini zorluyordu. Adamlara sakin görünmeye çalışarak pes ettiğini anlatmak istercesine yere bakarak mırıldandı. “Doğrusu iyi para vermişlerdi… Nasıl öğrendiniz?” diye sorarken vakit kazanmaya çalışıyordu. “Bu ülkenin her yerinde, hatta Başbakanın donunun içinde bile adamlarımız var, salak!” Abdullah bütün gücüyle sinirlerini germeye devam etti. Bir süre sonra gergin sinirlerinin titremeye başlamasını bekliyordu. Başı önde, elleriyle yatağın kenarını sıkıca kavramış halde bu kez cevap vermemişti. “Şimdi iki seçme şansın var ahbap! Bu da, geçmişteki hizmetlerinin hatırı için,” dedi sandalyedeki adam. “Neymiş onlar?” diye yere bakarak sordu Abdullah. “Seni, suyunu çıkarana kadar kullanacağız. Ya bizim dediklerimizi yaparsın, ya da...” “Ya da ölürüm, değil mi?” Sesi titremeye başlamıştı. “İyi bildin! Söyle bakalım pislik. Hangisini tercih ediyorsun?” diye sorarken cebinden susturucu takılmış otomatik bir silah çıkartarak kucağına koymuştu ve parmağı tetikteydi. Ayaktakilerden önde olanı da susturuculu tabancasını cebinden çıkartmış, namlusunu yere doğru tutuyordu. Üçüncüsü de daha geride, ellerini göğsünde çapraz kavuşturmuş, ayakta bekliyordu. Cevap verirken Abdullah’ın yüzünde bir korku ifadesi belirmişti. Gerginlik sonuç vermiş, şimdi hem vücudu hem de sesi titriyordu. “Tabii ki ölmemeyi dostum, kim ölmek ister ki! Ne isterseniz yapacağım, söz. Hatamı tamir etmeye hazırım. Fakat beni çok korkuttunuz doğrusu, biraz su içebilir miyim?” 91 “İç bakalım, sonra seninle birlikte, biraz gezmeye gideceğiz. Haydi üstüne bir şeyler giyin.” Abdullah yavaşça kalktı ve elini buzdolabına uzattığı sırada ayaktaktaki adam birden bağırdı: “Dur orada. Sakın kımıldama!” Adam elindeki susturuculu silahı Abdullah’a çevirmişti. Abdullah durdu ve elini yavaşça geri çekerek adama döndü. “Ne o, dolapta silah mı var sandınız yoksa?” “Senin ne yapacağın belli olmaz. Uzaklaş dolaptan!” Abdullah ellerini hafifçe havaya kaldırarak yavaşça birkaç adım geri gitti. Bunu yaparken acı acı sırıtıyordu. Fakat bütün vücudunu dayanılmaz bir ateş basmıştı. İçi öylesine yanıyordu ki gerçekten susadığı halde, şimdi bunu fark edecek durumda değildi. Amerikalıların tuzağı fark etmemesi için, son bir dua bile edemezdi. Tabancalı adam Abdullah’ın donuk gözlerine bakarak ve silahını Abdullah’a doğru tutmaya devam ederek dolaba doğru ilerledi. Abdullah içinden, “Allah’ım ne olur beni affet,” diye geçirdi ve bakışlarını tavana dikti. Ajan buzdolabının kapağına uzandı, “Bakalım ne varmış buradaaa?” diyerek kapağı açtı. Patlama, gecenin sessizliğinde yüzlerce metre uzaktan duyulmuştu. Civardaki evlerin camları kırılmış, patlamanın olduğu bina da epeyce hasar görmüştü. Arkasından çıkan yangını söndürmek üzere gelen itfaiye ve polisler, parçalanmış, kısmen de yanmış cesetleri ambulanslara taşıdılar. Enkazdan dört ceset çıkarılmıştı. Sonra olay yeri incelemesi ve araştırmalar başlamıştı. Hücre evinde bomba yaparlarken bomba yanlışlık sonucu patlamış ve teröristler kendi bombalarıyla ölmüşlerdi. Kamuoyuna böyle duyurdular. Amerikalıları kimse açıklamadı. Kimse de sormadı. CIA ise onların açıklanmayan bir yerde görev şehidi olduklarını ailelerine haber verip, birkaç gün sonra da personel listesinden silmişti. CIA Başkan Yardımcısı Mackenzie bu olayı örtbas ederek, dosyayı sessizce kapatmıştı. Türkiye’de önemli kayıplar vermeye başlamışlar ve iyice açığa çıkmışlardı. Ertesi gün sabah saatlerinde Pangaltı’da bir evden Muhammed Necati adlı İranlının cesedi polisler tarafından çıkarılıyordu. Adam iki kurşunla, göğsünden ve kafasından vurulmuştu. Silah seslerini duyan olmamıştı. Bu yüzden ceset ancak sabah bulunabilmişti. Polis, “Cinayetin dün gece, bir alacak verecek davası sonucu işlendiği tahmin ediliyor,” şeklinde bir açıklama yapmıştı. CIA Merkezi, Langley Mackenzie, koridorda sert adımlarla yürürken yüz ifadesi oldukça gergindi. Ortadoğu’da işler ters gidiyordu. Türkiye’deki operasyonları aksamaya başlamıştı. Üstelik Elder kayıptı. Üç aydan fazla bir zaman geçmiş olduğu halde hiçbir temas kuramamış, hiçbir haber de alamamıştı. Son günlerde meydana gelen bazı gelişmeler üzerine, CIA direktörü Howie sabah erkenden kendisini aramış ve bilgi almak üzere odasına çağırmıştı. Mackenzie odaya girer girmez Howie sert bir sesle hemen konuya girdi. “Günaydın Mac. Türkiye’de neler oluyor böyle?” 92 Mackenzie yüzündeki aynı gergin ifadeyle direktörün masasının karşısında ayakta duruyordu. Oturması söylenmemişti. “Günaydın efendim. Türkiye’de hiç beklemediğimiz gelişmeler oldu ve bazı birimlerimiz maalesef açığa çıktı. Hücrelerimizden birinde sızma oldu ve önlem almak için yaptığımız operasyon sırasında üç ajanımızı kaybettik. Hücre evinde bir patlama olmuş. Adamlarımızla birlikte hücre elemanı da ölmüş. Patlamanın nedenini bilmiyoruz. Fakat patlayıcının bizim kullandığımız türden bir C4 olduğunu öğrendik. U126 kodlu hücre artık yok.” Oldukça otoriter ve kuralcı bir kişiliğe sahip olan Howie, zeki bakışlarını yardımcısına dikerek nazik, fakat emredici bir tarzda konuşuyordu. “Bu gibi olayların tekrarlanmaması için önlem almalısın Mac… Beş yıl önce de İstanbul’daki bir muhbirimiz öldürülmüştü değil mi? Biliyorum, sen ona kaza diyorsun, ama ben öyle düşünmüyorum. Olaydan birkaç gün sonra, gizlice mezarı açıp inceleyen bir birimin verdiği rapora göre, adamın göğsünde tuhaf bir yanık varmış. Öyle asit yanığı filan değil, basbayağı bir delikmiş. Sonra estetik operasyonla deliği kapatmışlar. Bir cesede bunu niye yapsınlar ki? Bence, Türkler gizli bir silah denediler ve adamımızı da hedef olarak seçtiler. Sonra da kaza süsü verdiler. Bu konu üzerinde önemle duracağım. Sen de daha dikkatli olmalısın. Oradaki örgütlenmemizi iyi kontrol etmeliyiz.” “Evet efendim. Bu konu üzerinde duracağım. Affedersiniz Başkan, bu bilgiyi nereden aldığınızı sorabilir miyim?” “Benden önceki direktör Kuzey Afrika ve Ortadoğu operasyonlarıyla uğraşırken bu konuyu önemsememiş ve atlamış. Bu yüzden bilgi bana geç ulaştı. Hatta tesadüfen diyebilirim. Ama merak etme, kaynak çok sağlam Mac.” Howie, kendisinden başka kimsenin bilmediği, Doğrudan CIA direktörüne bilgi veren ve çok gizli bir yeraltı istihbarat örgütünü yardımcısına bile açıklamıyordu. Bu örgüt, CIA tarafından elde edilen bilgileri doğrulamak, çok gizli bazı operasyonları gerçekleştirmek amacıyla, bağımsız çalışacak şekilde kurulmuştu ve ülkedeki bütün güvenlik kuruluşlarının yöneticilerini bile izlemekteydi. “Anlıyorum efendim… Size söylemek istediğim bir konu daha var efendim.” “Söyle Mac. Yine ne oldu?” “Elder kayıp efendim. İstanbul’daki büyük depremden sonra kendisiyle temas kuramadık. Aniden ortadan kayboldu. Deprem tarihinde İstanbul’da olduğunu biliyorum. Fakat ölenler listesinde adı yok, yaralılar arasında da yok. Kimliği saptanamamış cesetlerin fotoğraflarını Türkiye’deki büyükelçiliğimiz aracılığıyla aldırttım ve kendim inceledim. Onların arasında da yok. Bu durumda iki alternatif üzerinde düşünebiliriz. Birincisi: Elder sağdır. Öyleyse bir gün ortaya çıkacak ve operasyonu yapacaktır. İkincisi; Elder ölmüştür. Böyle ise gene iki olasılık var. Birincisi: Ölünce açığa çıkmış, Türkler de kimliğini gizlemiştir. İkincisi: Kimliğini bizim bilmediğimiz bir değişikliğe uğratarak kendisini gizlediği için bilmediğimiz bu kimlikle gömülmüştür.” “Sence en kuvvetli olasılık hangisi?” “Efendim, bence eğer Elder ölmüşse, bizim bile bilmediğimiz bir kimlikle gömülmüş olması olasılığı çok yüksektir. Ama eğer ölmemişse, zaman içerisinde ortaya çıkarak operasyonu da gerçekleştirecektir. Asla vazgeçmez. Bugüne kadar hiçbir operasyonda başarısız olmadı.” “Neden içerideki adamlarımızdan bilgi almıyoruz? Onlara dünya kadar para ödüyoruz.” 93 “Efendim, Elder ile bir anlaşmamız var. Bu durumda eğer sağ ise, böyle bir soruşturma onu açığa çıkartabilir ve anlaşma bozulur. Üstelik arkasında kim olduğu da anlaşılır ki bu çok büyük bir risk. Operasyon geri teper. Bu yüzden soramam.” “Peki, bu durumda başka ne yapabiliriz?” “Evdeki sekreterine bir not gönderdim. Türkiye’deki gazetelere de şifreli bir ilan verdim. Sağ ise bizimle temasa geçmesi gerekir. Bir süre daha bekleriz, haber gelmezse öldüğüne karar verir, operasyon için başka bir plan yaparız efendim.” “Bence o durumda operasyonu rafa kaldırmalıyız. Zaten bu bizim değil, küçük ortağımızın isteği idi. Fazla riske gerek yok.” “Peki, onlara ne diyeceksiniz?” “Bir şekilde atlatacağız… Eğer öldüğüne kanaat getirirsen içerideki adamlarımıza sor. Bilgi aldıktan sonra, ‘Adamımız açığa çıktı,’ bahanesiyle vazgeçmiş oluruz. Yani, bilerek bir hata yapacağız Mac! Bunu sen yapacaksın! Bir eksik, bir fazla, senin için ne fark eder ki?” “Peki efendim.” “Hepsi bu kadar Mac.” Mackenzie çıktıktan sonra Howie odasında bir süre ciddi bir yüz ifadesiyle düşündü. Sonra da güvenli özel hattan bir numara tuşladı. Telefonun öbür ucundaki bir telesekreterden kalın bir bayan sesi duyuldu. “Sinyal sesinden sonra lütfen mesaj bırakın.” “Ben Ace. Seninle hemen görüşmek istiyorum. Bu akşam!” Howie, ana binanın zemin katındaki yasak koridora girerken kapıdaki nöbetçinin selamına başıyla karşılık verdikten sonra açılan çelik kapıdan içeri girdi ve kapıyı içeriden kilitleyen kolu çekti. Paslanmaz çelikle kaplanmış koridordaki özel asansöre doğru yürüdü. Kabinin içi gayet lüks döşenmişti ve on kişiyi rahatça alabilecek büyüklükteydi. Fakat alışılmış asansörlerden farklı olarak içeride hiçbir düğme yoktu. Cebinden çıkardığı immobilizer anahtarı kabindeki küçük bir deliğe sokarak sağa çevirdi. Asansör aşağıya doğru hareket etti. Kabin, otopark katında durduğunda Howie anahtarını tekrar yuvasına sokarak sağa çevirdi. Asansör tekrar aşağı inmeye başladı. CIA binasının bu bölümü sadece üst düzey yöneticilerin kullanımına açık olan özel bölümlerdendi. Yetkililerce bilindiği kadarıyla, bu asansör iki ayrı kata ulaşımı sağlıyordu. Birincisi üst düzey yöneticilere ait olan otopark, ikincisi ise çok özel toplantıların yapıldığı gizli bir sığınaktı. Burası nükleer saldırılardan korunmak için yapılmış çok kalın kurşun duvarları olan, yerin on metre altında bulunan ve haberleşme için özel yeraltı kablolarının döşendiği, güvenli bir yerdi. Fakat CIA Başkanlarından başka kimsenin bilmediği bir alt kat daha vardı. Asansör tekrar durduğunda Howie anahtarını aynı yuvaya sokarak tekrar sağa çevirdi ve kabin üçüncü kez aşağıya inmeye başladı. Bu kata inişi sadece Howie’nin immobilizer anahtarı sağlıyordu. Asansör kabininden çıktığında bir ev gibi döşenmiş, fakat penceresi olmayan, kare şeklindeki büyük bir salondaydı. Işıklar otomatik olarak yanmıştı. Bir mutfak, içinde banyosu bulunan iki yatak odası ve soğuk hava deposu bulunan bu yer çok özel bir gizlenme eviydi. Özel ısıtma sistemi ile otomatik havalandırma sistemi de mükemmel çalışıyordu. Salonda birkaç telefon, iki faks cihazı, iki dizüstü bilgisayar, büyük ekranlı bir televizyon, quadrophonic müzik sistemi, yan duvarı yarı yarıya kaplayan, içi dolu büyük bir kitaplık ve karşı köşede de Amerikan tarzı bir bar vardı. Tehlikeli durumlarda CIA direktörlerinin veya ABD Başkanlarının giz- 94 lenmesi için düşünülmüş bir yerdi. Fakat Birleşik Devletler Başkanı bile burasını henüz bilmiyordu. 11 Eylül saldırılarında Başkan Yardımcısı Cheney gizli servis tarafından, bir üst kattaki sığınakta saklanmıştı. CIA yöneticilerinin, gerekmedikçe bu tür gizli yerleri açıklamama prensipleri vardı. Howie, burasını sadece, çok gizli, özel görüşmeleri için kullanıyordu. Tavandaki turuncu ışık üç kez yanıp söndüğünde Howie dikkatle ışığa bakıyordu. Işık üç kez daha yanıp söndükten sonra kitaplığın yanındaki bir düğmeye bastı. Küçük bir ped şeklindeki bu düğme parmak izini okuyarak harekete geçti ve kitaplığın sol yarısı sessizce yana doğru kayarak yerini çelik bir duvara bıraktı. Üzerinde direksiyon simidi şeklinde yuvarlak bir metal çember bulunan çelik duvar, sanki büyük bir banka kasasının kapısını andırıyordu. Howie, çelik çemberi sola doğru çevirerek birkaç tur attırdıktan sonra çelik kapı ağır ağır açılmaya başladı. Açılırken yaklaşık 60 santimetreyi bulan bir kalınlıkta olduğu göze çarpıyordu. Sadece içeriden açılabilen bu son derece sağlam çelik kapı, bir kaçış tüneline açılıyordu. Fakat bu akşam özel bir buluşma nedeniyle kullanılmaktaydı. “İçeri gel Mou. Seninle görüşmemiz gerekiyor.” “Selam Ace. İşin düşmese hiç aramazsın, hayırsız dost seni…” “Gel dostum gel, gir ve kapıyı kapat.” “Bu arada yeni başkanımız hayırlı olsun. Bu gelişmeden dolayı sizin takımda bir sorun var mı?” Tünelden gelen adam yaşına rağmen oldukça dinçti. Siyah uzun saçlarını atkuyruğu yaparak arkadan bağlamış, spor giyimli, kaslı vücuduyla sporcu izlenimi veren, ellili yaşlarda, zeki bakışlı ve sakin yüzlü biriydi. Her ikisi de birbirlerini görmekten memnun bir ifadeyle konuşuyorlardı. Howie gelen adamın elini sıktıktan sonra çelik kapıyı kapadı ve bara doğru yürüdü. “Ah Mou biliyorsun, sık sık görüşmemiz imkânsız. Buna rağmen, arada sırada da olsa burada seninle görüşmek benim için çok önemli. Fakat çok dikkatli olmak zorundayız. Bu ilişki, ikimiz için de çok kritik durumlara yol açabilir… Yeni başkana gelince; biliyorsun, kadrolarda değişiklik olabilir ama Amerikan derin politikaları başkana göre değişmez. Sizin takımda durum nasıl?” Howie konuşurken bardaklara viski dolduruyordu. Az sonra da viskilerini içerek sohbet ederlerken oldukça neşelenmişlerdi. Mou kod adlı adam, doğrudan direktöre bilgi vermekle yükümlü, kısaca TURF (8) koduyla anılan, fakat bağımsız çalışan çok gizli bir yeraltı istihbarat örgütünün başındaki adamdı. Örgüt, üç kademeli bir yapılanmaya sahipti ve üç bölümden oluşuyordu. Bunlar; İstihbarat, Analiz ve Değerlendirme, Operasyon bölümleri şeklinde özetlenebilirdi. Her bölüm kendi içinde gene üç bölüme ayrılmıştı ve böyle devam ediyordu. Başkan Mou’dan başka hiç kimsenin içyapısını tam olarak bilmediği bu örgütün her üyesi, kendi seviyesindeki paralel bölümler dışında bir bilgiye de sahip değildi. “Bizi mi soruyorsun? Hah! Biz onun için yokuz, ama o hep bizim için çalışacak dostum. Hem biliyorsun, ben siyahları pek sevmem.” Bir süre sağdan soldan konuştuktan sonra Howie asıl konuya girdi. “Dinle Mou, Elder kayboldu. Belki de öldü. Bunu biliyor musun?” “Evet dostum. Biliyorum.” Bu cevabı beklemeyen Howie biraz şaşırmıştı. 8 TURF: Triplet Underground Resistance Force: Üçlü yeraltı direniş gücü. Bu kelime aynı zamanda ‘çimenlik’ anlamındadır ve örgütü maskelemek için kullanılmaktadır. 95 “Nereden biliyorsun Mou?!” “Bir iş sırasında enkaz altında kalarak öldüğünü biliyorum dostum. Ama kimliğini saptayamadılar. Sizin için çalışıyordu. Şansızlık... Yazık oldu. Çok başarılı bir adamdı. İnan ki çok üzüldüm dostum. Karısının ölümüne de çok üzülmüştüm. Hatırlarsın, çok güzel bir kadındı…” “Doğrusu evet, o kaza biraz garipti bana kalırsa, fakat soruşturmada hiçbir şey bulunamadı. Kaza mıydı, değil miydi hâlâ bilmiyorum dostum. Elder da uzun süre şüphelenmişti zaten. Fakat soruma cevap vermedin Mou.” “Dostum biliyorsun, bizim çok gizli istihbaratlarımız var. Bu konuda bana güven ve kaynak sorma. Ulusal Savunma Belgesi bize bağımsız çalışma yetkisini tanımıştır, unuttun mu?” “Yani siz içeride de mi istihbarat yapıyorsunuz?” “Yanlış hatırlamıyorsam bir sınırlama yoktu… Belgede belirtildiği gibi, ülke çıkarları nerede gerektiriyorsa orada istihbarat veya operasyon yapıyoruz dostum.” “Fakat bizim alanımıza girmemelisin Mou. Örneğin, Elder gibi…” “Fakat biz sizi tamamlıyoruz Medwin. Kabul et ki, bazı eksikleriniz var.” “Ne gibi?” “Bak dostum, Elder öldüğüne göre sana onun bir sırrını verebilirim artık. İşte bir eksiğiniz: Karısını, Elder kendisi öldürdü. Tamam mı?” “Nee! Nasıl olur? Buna inanmıyorum!” “İnanmalısın dostum. O müthiş tuzağı kurdu ve karısını öldürdü. Çünkü buna mecbur kalmıştı.” “Fakat nasıl olur, hâlâ anlayamıyorum. Joanna’yı çok seviyordu. Ona âşıktı. Öyle değil mi?” “Evet, bu doğru… Ona âşıktı, fakat işine de âşıktı... Joanna görmemesi gereken bir belgeyi görmüştü. Elder gibi narsist bir adam buna katlanamazdı. Kız, onun iç yüzünü anlayınca zaten aralarında bir şey kalmayacak, belki de kız onu ihbar edecekti. Üstelik gerçek kimliğini de biliyordu. Elder, mecburdu ve yaptı.” Howie bir süre düşünceye daldı. “Elder bunu, çok samimi dostu olduğu halde Mackenzie’den bile saklamıştı. Demek ki Elder’ın sakladığı başka şeyler de olabilirdi. Oysa Mackenzie ona çok güveniyordu.” Mou viskisinden bir yudum daha aldıktan sonra konuşmasını sürdürdü: “Bu yüzden İngilizce bilmeyen Taylandlı bir kızı sekreter olarak evine aldı. Ama onu hem hizmetçisi hem de karısı gibi kullanıyordu.” “Sen Elder’ın gerçek kimliğini biliyor musun?” “Evet... Ama o benim bildiğimi bilmiyordu. Biz kendi yöntemlerimizle izini sürmüştük. Soyunun Alman olduğunu öğrendik. Sonra da Hitler ile akrabalık ilişkisini bulduk.” “Adolf Hitler mi?!” “Evet dostum.” “Biraz açıklar mısın?” “Adolf Hitler’in babası Alois Hitler’in, kendisi gibi evlilik dışı doğmuş olan bir oğlu daha vardı. Adolf’un bu gayrimeşru üvey kardeşinin adı da babasının adı gibi Alois idi. Bu ikinci Alois’in oğlu, -yani Adolf’un yeğeni- Amerika’ya yerleşmiş, adını ve soyadını değiştirerek Amerikan vatandaşı olmuştu. İşte Elder, bu Alman asıllı Amerikalı yeğenin oğludur.” “Vay canına! Hitler’in Amerika’daki yeğenini biliyordum, ama yeğeninin bir oğlu olduğunu, doğrusu, şimdi öğrendim… Biliyor musun? Hitler’in yeğeninin 96 Amerika’ya yerleşmesinin nedenini de hep merak etmişimdir. Acaba Hitler, onu Amerika’ya bir köstebek olarak sokmuş olabilir mi?..” Mou bu soruya dudak bükerek cevap verdi. Howie, eliyle boş ver anlamında bir hareket yaparak devam etti: “Neyse, sorumu geri aldım. Ben hep şüpheciyimdir bilirsin... Ya Elder, o da bir Neonazi miydi?” “Pragmatist, hatta oportunist bir karakteri vardı, ama bir antisemitist değildi. Neonazilerle de hiçbir organik bağlantısı yoktu. O sadece kendi çıkarını düşünüyordu. Fakat senin de bildiğin gibi; üstün yetenekleri olan bir adamdı. İlginçtir; o inanılmaz sezgileri, Hitler için rivayet edilenlere çok benziyordu.” “Evet, çok ilginç… Ne aile ama! Babası gayrimeşru, kardeşi gayrimeşru, kendisi insan kasabı, yeğeni ona ihanet etmiş biri ve onun oğlu da bir suikastçı. İşte Hitler soyu!” “Hitler soyu, sırlarla dolu ve çok karmaşık bir yapıdadır dostum. Hâlâ birçok bilinmezleri var. Yetmiş yıldan beri birçok istihbarat örgütleri ve tarihçiler bu sırların peşinde. İşin içinde birçok gizli dernek, ezoterist ve ökült örgütler var. Titizlikle saklanan belgelerin büyük bölümü de İngiltere, Rusya ve Amerika’daki bu örgütlerin elinde. Yani başka bir deyişle, hepsi de bizim elimizin altında dostum. Siz geleceğe dönük istihbarat yaptığınız için bunları bilemezsiniz. Sen sor, ben söyleyeyim.” “Adolf’un babasının Yahudi olduğu söylentisi doğru mu?” “Kayıtlara göre hayır. Ama gerçekte ve bazı tarihçilere göre baba Alois’in annesi de, babası da meçhul. İşte büyük sır burada dostum. Bizim bulgularımıza göre Alois’in babası, yani Adolf Hitler’in gerçek dedesi, zengin bir Yahudi idi. Evinde hizmetçi olarak çalıştırdığı Adolf’un büyükannesine para yardımı yapıyordu, gayrimeşru çocuğuna bakması için… Buna rağmen büyükanne, o evden ayrıldıktan sonra baba Alois’i başka bir ailenin yanına verdi. Çünkü evlendiği adam çocuğu istememişti. Baba Alois bu sırrı biliyor muydu, bilinmez. Ama Adolf Hitler, ilişkide olduğu ökült örgütler sayesinde bu sırrı öğrenmişti. Ve bu sebeple tüm belgeleri yok etme emrini verdi. Sonra da resmi kayıtları değiştirdi. Babasından da nefret ediyordu. Öyle ki, babasının doğum kayıtlarının bulunduğu kiliseyi ortadan kaldırmak için, büyükannesinin mezarının da bulunduğu Avusturya’daki Döllersheim köyünü, yerle bir ederek haritadan sildi. Tanklarını köyün üzerinden geçirdi ve taş üstünde taş bırakmadı. Bundan dört yıl sonra da bir toplantı düzenleyip, sırrını bilen herkesi karargâhına davet etti. Onları bir barakada topladı. Kendisi dışarıda olduğu bir sırada, askerler barakayı makineli tüfeklerle taradılar. Bunların içerisinde bazı Generaller, gizli örgüt üyeleri ve istihbaratçılar da vardı. Herkes muhaliflerini yok ettiğini sandı. Hatta kendisine muhalif olan ve büyük olasılıkla bu sırrı bilen, o zamanlar İngiltere’de oturan yeğeninin evini de uçaklarına bombalattı. Böylece sırrını sonsuza kadar gizlediğini sandı. Fakat bu katliamlardan kurtulanlar vardı. Birkaç General ve Türk asıllı istihbaratçı Kont Sebottendorff gibi... İngiltere’deki yeğeni de bombardıman sırasında evde olmadığı için kurtulanlar arasındaydı, zaten bu yüzden Amerika’ya sığındı.” “Gerçekte sırrını iyi gizleyemediği ortada... Bu bilgiler açıklanacak mı? Yani zaman sınırına dâhil mi?” “Bazı belgeler için elli yıllık zaman sınırı var. Aslında süre doldu, fakat henüz açıklanmadılar. Açıklanacağını da sanmıyorum dostum. Ancak, açıklandığı zaman Avrupa tarihinin yeniden yazılması gerekecek!” 97 Howie bardaklara tekrar viski doldurdu ve gizli arkadaşına bardağı uzatırken “biraz zor açıklarsınız,” diye düşündü. “Hâlâ bana Elder’ın akıbeti hakkındaki bilgiyi nereden aldığını söylemedin Mou?” “Pekâlâ... Senden saklayacak değilim dostum. İstanbul’da temas kurduğu eski iş arkadaşı, aslında bizdendir. Tamam mı?” Bir anda Howie’nin gözleri parladı ve söndü. Mou dikkatli gözleriyle Howie’nin şaşırdığını ve ürktüğünü fark etmişti, fakat ölümcül bir hata yaptığının farkında değildi. Howie bir filmi geri sarar gibi hızla geçmişe gitti, dosyaları taradı, Elder CIA’deyken yapılan çok gizli operasyonları hafızasında canlandırdıktan sonra da, “Vay canına... Öyleyse bizim adamlarımızın içinde de yuvalanmışsınız demektir,” diye düşünmekten kendini alamadı. Bu kısa sessizlikten sonra Howie, konuyu değiştirmek istediğini anlatan bir el hareketi yaparak: “Güzel... Her neyse. Sana söylemek istediğim başka bir konu daha var Mou. Yıllar önce Türkiye’de yaptığımız bir iş vardı, hani meclis salonu yapılırken. Hatırladın mı?” “Evet dostum, nasıl unuturum. İleride belki lazım olur diye, fırsat bulmuşken yapılması gereken akıllıca bir işti.” “Hem akıllıca hem de şeytanca bir işti Mou. Tam senlik.” “Doğrusu bizim ekip bu işlerde mükemmel sonuçlar çıkarıyor. Projelerimiz de korkunç azizim. Gerçekten çok korkunç!” “Övünmekte haklısın. Başka yerde övünemeyeceğin için benim yanımda bol bol övünebilirsin Mou. Sana izin veriyorum.” “Ah dostum, yaramı deşme. Biz o kadar gizliyiz ki, örgütümüzün varlığını bile dünyada senden başka bilen yok. Bizim adamlarımız bile kendilerini MOSSAD veya MI-6, hatta bazıları SVR elemanı sanıyorlar. Böyle bir gizlilik yok dostum. Dünyada bir benzeri yok! Gizli ulusal belgedeki karar gereği, bu teşkilatı sadece CIA Direktörleri biliyor ve belgeler gizli bir kasada bir direktörden diğer direktöre aktarılıyor. ‘Birleşik Devletler Başkanına bile gerekmedikçe açıklama yapılmaz’ hükmüne uygun olarak hareket ediyoruz ve kırk küsur yıldır bu sırrı özenle saklıyoruz. NSA bile sonradan kurulduğu için, bu sırrı bilmiyor.” “Bu durumda siz, Birleşik Devletlerin en gizli silahısınız ve en etkili güçlerinden birisiniz. Şöyle söylemek daha doğru olacak sanırım; siz Amerika’nın gücüne güç katıyorsunuz.” “Haklısın dostum. Teşekkür ederim. Benden istediğin şey neydi?” “Meclisteki yatırımınızı değerlendirmek istiyorum.” “Türkiye’deki mi? Kolay… Zamanını ve hedefi bildir yeter. Hemen hallederim. Nedenini de sormam,” diyen Mou içinden, “zaten biliyorum,” diye geçirdi. “Teşekkür ederim dostum. Elder başarabilseydi buna gerek kalmazdı.” “Ah! Anlıyorum dostum. Probleminiz büyük.” İki ay sonra, Ankara Siyah camlı Range Rover cip, yol kenarında biriken suları sıçratarak sitenin giriş kapısına yanaştığında yağmur henüz dinmiş, yerini soğuk ve nemli bir havaya bırakmıştı. Aracı kullanmakta olan sarışın adam, kapıdaki görevliye gazeteci kimliğini ve ziyaret edeceği eski milletvekilinin ismini verdi. Görevli, dâhili telefon- 98 dan milletvekilini arayarak ziyaretçisi olduğunu bildirdi, onay aldıktan sonra otomatik bariyeri kaldırdı ve cip hareket etti. Sarışın adamı, eski milletvekilinin yaşlı eşi daire kapısında karşıladı. Genç adam gazeteci kimliğini göstererek kendisini tanıttıktan sonra büyük bir salona alındı. Birkaç dakika sonra hafif kamburlaşmış yaşlı bir adam salona girdi ve misafirine, “Hoş geldiniz,” diyerek tokalaştı. Yaşlı adam, “İsterseniz çalışma odama geçelim. Orada daha rahat konuşuruz,” diyerek çalışma odasına doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sarışın adam da peşinde, çalışma odası olarak kullanılan odaya geçtiler. Ortasında yuvarlak, ahşap bir sehpanın bulunduğu iki koltuğa karşılıklı olarak oturdular. Genç adam, gerginliğini hiç belli etmeyecek şekilde çok rahat görünmeye çalışıyor ve bunu başarıyordu. Rolüne iyi adapte olmuştu. Hemen konuya girdi. “Efendim, sizi rahatsız etmediğimi umarım. Telefonda da belirttiğim gibi, biz nostaljik bir siyasi program hazırlıyoruz. Bu nedenle sizden ve anılarınızdan faydalanmayı düşündük. Sakıncası yoksa konuşmamızı kaydetmek istiyorum.” “Elbette kaydedebilirsiniz fakat saat 14.30’da Meclise gitmeyi planlamıştım. O nedenle zamanımız sınırlı olacak. Malumunuzdur, meclisteki tören için...” Yaşlı adamın sözünü keserek, “Hiç önemli değil efendim. Ben bugünkü röportajı erken keserek size zaman bırakırım. Daha sonra da dediğiniz gibi başka bir gün devam ederiz efendim,” dedi. Sarışın adam bunları söylerken, “Ah moruk, keşke gitmeseydin, senin için daha iyi olurdu,” diye geçiriyordu içinden. Bu ziyaretin asıl amacı, ihtiyarın meclise gidip gitmeyeceğini öğrenmek ve eğer gidecekse, bunu engellemekti. “Eviniz çok güzelmiş. Burada sadece eşinizle birlikte mi yaşıyorsunuz?” “Evet Cemil Bey, sadece eşim ve ben.” Sohbet saat 14.00’e kadar sürmüş bu arada eski milletvekili Ali İzzet Kocataş’ın eşinin ikram ettiği kanepe, sandviç türü yiyecekler ve içecekler ile açlıklarını da bastırarak, öğle yemeği saatini de atlatmışlardı. “Efendim, engin bilgi ve anılarınızı bizimle paylaştığınız için size çok teşekkür ederim. Sizin için uygun bir zamanda, telefonla görüştükten sonra tekrar ziyaretinize gelmeyi isterim.” “Hay hay Cemil Bey, memnuniyetle devam ederiz. Lütfen bugün için kusuruma bakmayınız.” “Ne demek efendim, estağfurullah. İsterseniz sizi meclise bırakabilirim. Ben de o tarafa gidiyorum efendim.” “Memnun olurum Cemil Bey, size zahmet olmazsa…” “Hiç zahmet değil efendim. Buyurun siz hazırlanın, ben de aşağıya ineyim, sizi arabamda bekleyeceğim.” “Oğlum gelip beni alacaktı, ona telefon edeyim de gelmesin o halde.” Yaşlı adam şık bir kıyafetle binadan çıktığında genç gazeteci kendisini Siyah Range Rover’ın içerisinde bekliyordu. A planı başarılı olmuştu. Bir terslik olsaydı B veya C planı da yedekteydi. Az sonra, araç meclise doğru yol alırken sarışın adam lastiği kontrol etmek bahanesiyle aracı tenha bir yerde durdurdu. Cipten inerek arkaya dolaştı ve elindeki bir uzaktan kumandayla aracın kapılarını kilitledi. Kilit sistemi içeriden açılmayacak şekilde değiştirilmişti. Aynı anda aracın bagajındaki bir kutudan, kokusuz ve renksiz bir gaz yayılmaya başlamıştı. Biraz sonra yaşlı adamın başı yana kaydı ve kendini kaybetti. Siyah camlar nedeniyle yoldan gelip geçen diğer insanlar olan biteni göremiyorlardı. Sarışın adam üç dakika kadar bekledikten ve yolu kontrol 99 ettikten sonra bir mendille ağzını ve burnunu kapatarak aracın bagaj kapısını açtı. Kutu içerisindeki küçük tüp boşalmıştı, fakat gene de kutunun üzerindeki bir düğmeyi çevirerek tüpü kapattı. Aracı iyice havalandırdı. Sonra da yaşlı adamın ceplerini boşalttı ve koltuğunu arkaya yatırarak onu arkaya yuvarladı. Üzerini koyu renk bir battaniye ile örttükten sonra, direksiyon başına geçerek bu kez aracı şehir dışına doğru sürmeye başladı. Aynı dakikalarda Range Rover’daki yaşlı adama çok benzeyen, şık giyimli, hafifçe kamburlaşmış yaşlı bir adam TBMM eski üyesi olduğunu gösteren özel giriş kartını görevliye verip kayıt yaptırdıktan sonra manyetik dedektörlü kapıdan içeri giriyordu. Paltosunu vestiyere bıraktı. İkinci bir güvenlik noktasında tekrar özel kimliğini göstererek Genel Kurul salonunun mülki erkân izleyicilerine ayrılan locasına gitmek üzere ağır adımlarla yürüdü. Salon yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Oturum biraz sonra başlayacaktı. Cumhurbaşkanı yılın ilk birleşimi nedeniyle Mecliste bir konuşma yapacaktı. Bu nedenle de katılımın yüksek olması bekleniyordu. Yaşlı adam salonu tam olarak görebileceği, ön sıralardan bir yer seçerek oturdu. Sakince etrafına bakınarak salonu inceliyordu. Güvenlik görevlilerinin pozisyonlarını ve kameraların görüş açılarını iyice hafızasına yerleştirdi. Misafir izleyiciler bölümü de gittikçe kalabalıklaşıyordu. Bazı Generaller de gelerek balkondaki ön sıralarda yerlerini almışlardı. Başkanlık divanı üyeleri yerlerini aldıktan sonra Meclis Başkanı Kamuran Tokalp gelerek yerine oturdu ve birleşimi açtı. Cumhurbaşkanı Alparslan Güney tarafından yeni yıl nedeniyle bir açılış konuşması yapılacağını anons ettikten sonra da Cumhurbaşkanı alkışlar arasında kürsünün arkasındaki girişten salona girdi ve doğruca kürsüye yürüdü. Bu sırada kendisini alkışlayan milletvekillerini eliyle selamlıyordu. Cumhurbaşkanı konuşmasını yaparken, dinleyici locasındaki yaşlı adam cebinden bir kalem çıkartarak bazı notlar almaya başladı. Bir ara kalemini yere düşürdü ve almak için eğildiğinde gizlice cebinden çıkardığı diğer bir kalemin tepesindeki düğmeye bastı. Eğilmiş durumda oyalanırken düğmeye tekrar bastı. Gene bir şey olmamıştı. Tekrar tekrar düğmeye basmaya devam etti, fakat beklediği şey olmuyordu. Daha fazla eğilerek beklemesi şüphe yaratacağı için doğruldu ve şaşkın bir ifadeyle salona baktı. Ne yapacağına karar veremiyormuş gibi bir hali vardı. Kalemi ve içindeki vericiyi defalarca denemişlerdi oysa. Doğrulmuş haldeyken, her şeyi göze alarak, kalemin tepesine son kez bastı. Sonra da kaleme bakarak düşünceli şekilde, konuşmacıyı dinliyormuş gibi rol yapmaya devam etti. Aslında konuşmayı duymuyordu bile… CIA merkezi, Langley O gün ofisine çok erken bir saatte gelen Howie, kahvesini içerek sabah gazetelerini okuduktan sonra odasındaki televizyonu açmış, haber kanallarını tarıyordu. Henüz Türkiye ile ilgili bir haber yoktu. Endişelenmeye başlamıştı. Saatine baktı, konuşma çoktan bitmiş olmalıydı. “Neden kanallarda hâlâ bir haber yok?” diye düşünürken masasındaki özel telefon çaldı. “Howie.” “Ben Mou, borsa çöktü dostum. Yatırımımız battı.” “Neler olduğunu çok merak ediyorum Mou. Çok para kaybettik. Akşama görüşelim.” 100 “Ben Texas’tayım dostum. Yarın dönmüş olacağım.” “Peki, o halde, yarın akşam...” TBMM, Ankara TBMM temizlik görevlileri, her zamanki gibi sabahtan öğleye kadar, meclisin toplantı yapmadığı saatlerde, Genel Kurul salonunda yoğun bir temizlik çalışması yapıyorlardı. Mavi tulum giymiş olan erkek işçilerden ufak tefek olan biri, tekerlekli arabasını iterek konuşmacı kürsüsüne yaklaştı. Elindeki bezi kovadaki ilaçlı su ile iyice ıslattıktan sonra kürsüyü silmeye başladı. Bir taraftan da bir türkü mırıldanıyordu: “Baba ben derviş miyem / Kürkümü giymiş miyem / Ben sevim eller ala / Niye ben ölmüş miyem...” Kürsüyü silmeyi henüz bitirmemişti ki, birden büyük bir patlama oldu. O anda kürsüyle birlikte işçi de yerinden yok olmuştu. Patlama adamı öyle şiddetli fırlatmıştı ki, çaresiz, zayıf bedeni, yerden kesilerek arkadaki başkanlık kürsüsünün duvarına hızla çarpmış, sonra da beyaz zeminde kırmızı izler bırakarak yere doğru kayarak, oracığa yığılıp kalmıştı. Kafasından ve kulaklarından kan sızıyordu. Diğer temizlik görevlilerinden yedisi çeşitli yerlerinden yaralanmış, salonun da büyük bölümü tahrip olmuştu. Ortalık toz duman içerisindeydi. Tavandaki avizelerden sağlam kalan yoktu. Haber beş dakika sonra bütün kanallardan halka duyurulmuş, Türkiye ayağa kalkmıştı. Yarım saat sonra, (Washington saatiyle sabaha karşı) Başkan Owner ve CIA direktörü Howie uyandırılarak haber kendilerine ulaştırılmıştı. İkisi de konutlarında, haberleri televizyondan izlemişlerdi. Birleşik Devletler Başkanı’nın şaşkınlığı sürerken, hemen ofisine giden Howie, ilk şaşkınlığı atlatmış, fakat çok öfkeliydi. Odasında, nöbetçi ofis sekreteri olduğu halde kendini tutamayıp, ayağını yere vurarak “Ne yaptın Mou!” diye bağırdığında, orta yaşlı bayan sekreter şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Sonra da hemen odadan çıkması gerektiğini anlamış gibi, elindeki günlük gazeteleri Howie’nin masasına bırakıp, ortadan kayboldu. Türkiye’deki televizyon ve gazetelerde meclisteki patlama olayı büyük çapta yer alırken, bazı gazetelerin iç sayfalarda küçük bir haber daha vardı: ‘Dün gece, eski milletvekillerinden seksen sekiz yaşındaki Ali İzzet Kocataş, şehir dışında, yol kenarında ölü bulundu’ şeklindeki haber çok az kimsenin ilgisini çekmişti. Ailesi, önceki gün öğleden sonra Meclise gittiğini fakat gece eve dönmediğini bildirerek polise başvurmuştu. Yapılan ilk araştırmada adamın öğleden sonra Mecliste olduğu kayıtlardan anlaşılmış, Meclisten çıktıktan sonra kaçırılarak soyulduğu ve sonra da saldırganlar tarafından öldürüldüğü sonucuna varılmıştı. Haber bültenlerinde olay bu yorumla açıklanmış, fakat saldırganlar hakkında hiçbir ipucu bulunamamıştı. Sonra da bu olay Meclisteki patlama olayının arkasında kalarak, unutulup gitmişti. 101 CIA merkezi, Langley Hava karardıktan biraz sonra Howie ile Mou, CIA merkezinin altındaki gizli dairede buluşmuşlardı. Howie belli etmemesine rağmen hâlâ kızgındı. “Neler oluyor Mou?” “Anlatayım dostum. Operasyon aynen planladığım şekilde yapıldı. Fakat ateşleme devresi çalışmadı. İlk önce Türklerin tuzağı bulduklarını ve ortadan kaldırdıklarını düşünmüştüm. Tabii bu çok kötü olurdu. Ama ertesi gün temizlik sırasında patlama olduğunu öğrenince durumu anladım. Şimdi ise, yılların verdiği küçük bir hasar veya bir oksitlenme olduğunu düşünüyorum. Büyük ihtimalle masifte bir çatlak oluştu. İstediğimiz zaman patlama olmamasının nedeni bu olsa gerek. Sonra da temizlik sırasında kullanılan sıvının masife sızdığını ve iletken bir devre gibi etki yaparak, aktif hale geçirdiğimiz sistemi çalıştırdığını düşünmek mantıklı... Bence bu nedenle patlama gerçekleşti. Fakat hedefi de kaçırdık dostum, ne yazık ki böyle…” “Yani küçük bir çatlak mı bizi bu hale getirdi Mou?” Mou önce sessiz kalmayı tercih etti. Fakat birkaç saniye sonra, ısrarla gözlerine bakmakta olan Howie’yi yumuşatma gereğini duyarak gülümsedi: “Haydi dostum, başaramadık işte! Ne yapalım? Dünyanın sonu değil ya… Sahi, televizyonda, hiç kürsüyü yumruklayarak konuşan ateşli bir milletvekili görmedin mi? Bak işte, nedeni bu bile olabilir,” diyerek bir de kahkaha atmıştı. Böylelikle Howie’yi yumuşatacağını umuyordu. Howie sadece sırıttı. Sonra da bara doğru gitti ve iki viski hazırladı. Kadehi Mou’ya uzatırken tekrar ciddileşmişti. Sert bir ifadeyle sordu: “Peki, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” “Sana bu işten vazgeç demeyi… Artık olmaz dostum! Şimdilik vazgeçmek çok daha akıllıca olur.” Howie viskisini yudumlamadan önce acı bir gülümsemeyle onayladı: “Evet, haklısın Mou. Bu iş bitti… Tanrı bu insanı senden daha çok seviyor herhalde.” Bu sırada viskisinden bir yudum almış olan Mou’nun gözleri dehşetle açıldı. Sanki vücuduna felç inmiş gibi, hiç kımıldayamıyordu. Birkaç saniye sonra başı yana kaydı ve vücudu kanepeye devrildi. Howie ona acıyarak baktı bir süre. Sonra da koltuk altlarından tuttuğu cesedi asansöre doğru sürüklemeye başladı. Kendisi için Mou, artık fazla büyük bir riskti. Bunu göze alamazdı. Bu başarısız operasyon nedeniyle kendisini çok sıkıştıracaklardı. Bunu biliyordu. O zaman, bilgisi dışında yapılan bu operasyonun sorumlusunu cezalandırdığını söyleyecek ve kendisini kurtaracaktı. Zaten Mou’nun kimliğini de, görevini de örgüt dışında kendisinden başka bilen yoktu. Otopark katına ulaştığında orada beklemekte olan iki ajana cesedi teslim etti. Şimdi, bu çok gizli yeraltı örgütünün beş kişiden oluşan üst yönetimi, kendi içinden yeni bir başkan seçecek, bu başkan da CIA direktörü ile temas kurarak gizli ulusal belge ile verilen görevi sürdürmeye devam edecekti. Bu görüşmede Howie, yeni başkana, Mou’nun görevinde başarısız olduğunu, bu nedenle ciddi şekilde uyarıldığını ve bu olaydan sonra da yaşadığı aşırı stres nedeniyle kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğini anlatacak, böylece onu da bir anlamda uyarmış olacaktı. Sonuçta; hem kendini kurtarmış hem de örgüt üzerindeki baskısını ve kontrolünü arttırmış olacaktı. 102 Ertesi sabah, Mou’nun cesedi evinde, kendi yatağında bulunmuş, ölüm nedeninin kalp krizi olduğu doktor tarafından rapor edilmişti. Bir gün sonra da ailesi tarafından, sade bir törenle defnedildi. 22 Nisan, İstanbul Öğle saatleriydi. Kapısında “SKS Sayısal Kontrol Sanayi” yazılı binanın bahçesindeki kâhya, sürücüler ve bekçilerden oluşan kalabalık bir görevli grubu her zaman ki rutin görevlerini yapmakla meşgullerdi. Sıradan insanlarmış gibi görünmelerine rağmen hepsi de silahlıydı, fakat bunu ustaca gizlemişlerdi. Her zamanki gibi şık kıyafetiyle binadan çıkan Selçuk Göktuna, görevlilerle selamlaştıktan sonra beyaz bir Clio’ya binerek hareket etti. Görevi gereği bir firma ziyareti yapacak ve sipariş ettikleri bazı parçaları teslim alacaktı. Ankara’daki çalışmalar tamamlandıktan sonra ekipler tekrar kendi binalarına dönmüş ve çalışmalarını sürdürmekteydiler. Projede çalışanlar iki ana ekip oluşturmuşlardı. İstanbul ekibi, en az 6 adet PBDM silahını hızla üretecek ve ikisini Japonya’ya diğerlerini de Rusya’ya götürecekti. Ankara ekibi ise UFY silahlarını üreterek, bir yıl sonra yörüngeye fırlatılacakları ülkelerde olmasını sağlamakla görevliydiler. Çalışmalar planlandığı şekilde ve oldukça hızlı gelişiyordu. Zaman kazanmak için bazı parçalar özel sektöre sipariş ediliyor, bu parçalara “Dikiş makinesinin motor yuvası” veya “Elektrikli fırının ısı korumalı kapağı” gibi uyduruk isimler veriliyor, dışarıdan hiç kimse gerçekte ne yaptığını bilmiyordu. Elektronik entegre devrelerin büyük bölümünü ise Aselsan üstlenmişti. Siparişlerden ve dış üretimlerden sorumlu olan Selçuk Göktuna tıpkı babası gibi hem zeki hem de kariyer yapma peşinde olan, hırslı bir mühendisti. Simsiyah saçları, yanık teni, mavi gözleri, Tom Cruise’u andıran sevimli yüzü, fakat ondan daha uzun olan boyu ve atletik vücudu ile oldukça yakışıklı bir gençti. Kızların peşinden koştuğu, fakat genelde yüz bulamadıkları bir efsane olmuştu. Kariyer hırsı ona pek flört etme zamanı vermemişti, aslında karşısına çok beğendiği bir tip de çıkmamıştı. Kendisine yanaşan birkaç kızla öylesine çıkmış, fakat her seferinde kızların üzerine aşırı düşmesinden sıkılmış, onların sahiplenme içgüdülerini anlayamamış ve tepki göstermişti. İdealist bir düşünce yapısı vardı. Bu mükemmeliyetçilik takıntısı onun burnu havada, kasıntı bir tip olarak tanınmasına neden olmaktaydı. Gerçekte alçak gönüllü, nazik ve cana yakın biri olduğunu sadece yakın arkadaşları biliyordu. Üç yıl önce ODTÜ’den elektronik mühendisi olarak mezun olmuş, babası Profesör Ender Göktuna ona aynı projede, fakat İstanbul’da bir görev verilmesini sağlamıştı. Çalışmasının büyük kısmını dışarıdaki işleri takip etmekle, özel firmalara yaptırılan ürünlerin denetimlerini yapmakla geçiriyordu. Yoldayken sık sık aracının dikiz aynasından arkayı kontrol etmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bunu, zorunlu olarak katıldığı güvenlik eğitimi kurslarında öğretmişlerdi. Araç kullanırken ara sıra takip edildiği hissine kapılırdı. Neden böyle hissettiğini bir türlü çözememişti. Şimdi gene bu duyguyu hissetmişti. Arkadaki araçları dikkatle inceledi. Dikkatini çeken özel bir araç yoktu. “Acaba değişerek mi izliyorlar?” diye düşündü. Her ihtimale karşı, doksan derecelik ani bir dönüş yaparak ters bir yola saptı. Trafik biraz karışmış, birkaç kişi Selçuk’a bağırmıştı ama zaten bu olaylar İstanbul’da normal, sıradan şeylerdi. Aldırmadı ve arkasını kontrol ederek 103 yola devam etti. Takip eden hiçbir araç yoktu. Kendi kendine gülümsedi ve başını iki yana sallayarak “paranoyak oluyorum galiba,” diye söylendi. Kursta herkese, “Eğer takip edildiğiniz şüphesi doğarsa kesinlikle gitmeniz gereken yere değil, ilgisiz başka bir yere gidin, orada gerçekten işiniz varmış gibi biraz oyalanın, örneğin; alışveriş yapın ve geri dönün. Araç değiştirerek daha sonra asıl gitmeniz gereken yere tekrar hareket edin,” diye öğretmişlerdi. Ancak bu durumda araç değiştirmesine gerek yoktu. Sonunda Art Teknik binasına ulaştı. Aracını park ettikten sonra güvenlik masasına kimlik bırakarak içeri girdi. Kendisini defalarca görmüş olmasına rağmen, sekreter ona her zamanki gibi adını ve hangi firmadan geldiğini sordu. Kıvırcık saçlı genç sekreter ilgili bölümü telefonla aradıktan sonra, “Selçuk Bey, az sonra sizinle ilgilenecekler, şurada bekleyebilirsiniz,” diyerek ziyaretçilere ayrılan oturma bölümünü işaret etti. Birkaç dakika sonra, bekleme odasına uzun boylu, uzun sarı saçlı, beyaz önlüklü, oldukça güzel, genç bir bayan geldi ve gülümseyerek elini uzattı. “Selçuk Bey olmalısınız, hoş geldiniz efendim. Sizinle bundan sonra ben ilgileneceğim. İsmim Jülide.” Kızın sol elinde, göğüs hizasında tuttuğu bir dosya vardı. Selçuk biraz şaşırmıştı. Hem kızın güzelliği hem de bu beklemediği değişiklik onu afallatmıştı. “Çok memnun oldum Jülide Hanım. Fakat Hulusi Beye ne oldu?” diye sormak gereğini duydu. Jülide iri yeşil gözlerini Selçuk’un gözlerinin içine dikerek gülümsedi. “Hulusi Bey rahatsızlandığı için bir süre izin aldı. Ben yeniyim. Ama merak etmeyin, size Hulusi Beyi aratmayacağım efendim.” Kızın oval yüzü kusursuzdu. Kozmetik dergilerinden fırlayıp çıkmış gibi, geniş bir alın, iri yeşil gözler, gayet biçimli bir burun, etli ve biçimli dudaklar, pürüzsüz bir ten, insanın bakmaya doyamayacağı bir görüntü oluşturuyordu. Selçuk bu güzellikten oldukça etkilenmiş ve bir elektrik akımının bir anda bütün vücudunda dolaştığını hissetmişti. Kızın yosun yeşili gözlerine bakarak: “Teşekkür ederim Jülide Hanım, sizinle çalışmak benim için bir zevktir,” dedi. Kız hâlâ gülümsüyordu. Selçuk’un gözlerinin içine bakarak hoş bir sesle: “Lütfen benimle gelin Selçuk Bey,” dedikten sonra koridora çıktı. Düzgün fiziğine uyan ahenkli bir yürüyüşü vardı. Selçuk, işini bitirerek gerekli parçaları alıp arabasına ulaştığında bir saat geçmişti. Neredeyse bu bir saat boyunca Jülide’nin yüzüne bakmış, işini bile unutacak kadar büyülenmişti. Dönerken de aklı hep Jülide’deydi. Ertesi gün, Selçuk oldukça düşünceli ve dalgındı. Aklı Jülide’ye takılı kalmıştı. Telefon ederek onu akşam yemeğine davet etmek istiyordu. Bütün gece bunu düşünmüş, nerdeyse hiç uyuyamamıştı. Elini çabuk tutmalıydı. Garip bir heyecanla telefona gitti. İlk defa yaşadığı bu duyguya çok yabancıydı. Bugüne kadar birçok kızı kibarca reddetmişti. Şimdi ise kendisi reddedilmekten korkuyordu. Tedirgin parmaklarla numarayı tuşladı. Telefon bağlandığında Jülide’nin tatlı sesi onu biraz daha heyecanlandırdı. “Alo, ben Jülide, buyurun efendim.” “Merhaba Jülide Hanım, ben Selçuk Göktuna, nasılsınız?” “Çok teşekkür ederim Selçuk Bey, Lütfen bana Jülide deyiniz, olur mu?” “Memnuniyetle Jülide, o zaman sen de bana Selçuk demelisin. Şey, aramamın sebebi…” “Yoksa işlerde bir sorun mu var Selçuk?” 104 O anda Selçuk kendisini acemi biri gibi hissetti. Neredeyse kekeleyecekti, hemen toparlandı ve kararlı bir tonda konuştu: “Hayır, hayır, ben sadece şey için aramıştım... Bu akşam benimle yemeğe çıkar mısın, diye sormak için. Seni daha yakından tanımak istiyorum da…” “İşlerin daha iyi yürümesi açısından mı, yoksa gerçekten benimle arkadaş olmak istediğin için mi, bu davet?” “Ah, tabii ki seninle arkadaş olmak için Jülide… İşler zaten iyi gidiyor, biliyorsun.” Kısa bir sessizlikten sonra: “Mmm… Neden olmasın? Saat kaçta Selçuk?” “…” Selçuk bir an tutulup kalmıştı. Kısa bir süre, ne diyeceğini bilemedi. Sonra, akşam sekiz buçukta boğaz kıyısındaki bir restoranda buluşmak üzere anlaştılar. Telefonu kapattığında Selçuk bir çocuk gibi sevinçliydi. Hoplayıp zıplamak geliyordu içinden. İlk defa bir kızla çıkmak için bu kadar istekliydi ve ağzı kulaklarına varmak üzereydi neredeyse... Askeri Haberalma Tesisleri, Ankara Tesiste yemek arası verilmişti. Yemekten sonra askeri personelin kimi bahçede güneşleniyor, kimi kantine gidip bir şeyler içiyordu. Birkaç gün önce tanışan iki arkadaş bir kenarda sohbete dalmışlardı. Tesise daha birkaç gün önce tayin edilmiş olan Sabri isimli Astsubay, burada tanıştığı meslektaşıyla konuşuyordu: “Yusuf, sen şu topun atışını gerçekten gördün mü?” “Kapat bu konuyu Sabri, sıktın artık.” “Bak Yusuf, bu çok önemli, çok para var bu işte oğlum, anlamıyor musun?” “Ne parası?” “Oğlum sen şu yeni icat topu gördüğünü söylüyorsun ya. O işte. Böyle bir bilgi kaça satılır biliyor musun?” “Ben casus değilim. Sen ne sanıyorsun?” “Ben de değilim ama paraya hayır demem.” “Kaç para eder ki bu kadarcık bilgi?” “Oğlum en az 50.000 eder, kafanı kullan!” “50.000 ne? Türk lirası mı?” “Ne salaksın be!.. Arkadaş, Türkler zaten biliyor, kime satacaksın? Dışarıya değil mi? O zaman dolar alırsın oğlum, Amerikan doları.” “Vay anasını 50.000 eder mi gerçekten?” “Aslanım sen bu işleri hiç bilmiyorsun, CIA böyle bilgilere ne paralar ödüyor bilsen...” “Sen nerden biliyorsun?” “Ben buraya gelmeden evvel 2.Ordu Garnizon Komutanlığındayken, İncirlik’te bir Amerikalıyla tanışmıştım, bilgi vermem için bana elli bin dolar teklif etmişti.” “Peki, ne oldu? Aldın mı parayı?” “Orasını kurcalama. Özeldir. Anlarsın ya…” “Yapma be... Vallahi sen büyük adamsın Sabri. Yahu ben ucuza gittim o zaman be!” “Neee! Yoksa sattın mı bilgiyi adi herif!” 105 “Bir Amerikalıya, on bin dolara...“ “Hay Allah belanı vermesin. Aptal herif, on bin dolar ha?” “Bak aramızda kalacak, tamam mı?” “Tamam, merak etme, benden sır çıkmaz Yusuf. Sana başka müşteri bulacağız o zaman. Sen bu işi bana bırak. Ben sana daha çok kazandıracağım.” “Yaşa be arkadaşım. Sen iyi bir dostsun gerçekten!” “Önce bana ne bildiğini iyice bir anlat bakayım. Çünkü neyi pazarlayacağımı bilmem lazım.” İstanbul Güneş, yavaş yavaş batarken, Selçuk boğaz kıyısındaki lüks bir restoranın terasında, denize bakan bir masada oturmuş, Jülide’yi bekliyordu. Güzel bir bahar akşamıydı. Batan güneşin kızıllığı suya vurmuş, denizin rengi laciverte dönmüştü. İskeleye yanaşan vapurlar yolcularını alıp yeniden boğaz sularına açılırken, arkalarında beyaz köpükler bırakarak, akşam karanlığında birer ışık kümesi halinde uzaklaşıyorlardı. Karşıda Kızkulesi, aydınlatılmış taş duvarları ve suyun ortasında ışıl ışıl yükselen tarihi görüntüsüyle, geceye ayrı bir güzellik katıyordu. Kızkulesi’nin tam üstünde yükselmekte olan ay, bembeyaz ışığını ipekten bir şal gibi boğazın sularına sermiş, Selçuk aya bakarken dalıp gitmişti bir süre... Neden ayın arka yüzünün hiç görünmediğini düşünüyordu. Asla çözülememiş, romantik bir gizemdi bu… “Hem kendi etrafında hem de dünyanın etrafında dönüyor. Fakat biz ayın hep aynı yüzünü görüyoruz. Bu ne kadar ilginç ve gizemli bir dengedir Tanrım... Orada bizden sakladığın şey nedir?” diye hep merak ederdi. Selçuk’un üzerinde, onun yanık tenine çok yakışan beyaz bir spor gömlek ve krem rengi pantolon vardı. İçkisini yudumlayarak Jülide’yi beklerken bir süre sonra heyecanı azalmış, bu kez içini sabırsız duygular sarmaya başlamıştı. Beyaz şarabından bir yudum daha aldı. Masadaki mumun alevi cam fanusun içinde titreşirken, küçük bir cam vazo içerisindeki kırmızı gül de sabırsızca sahibini bekliyordu. Nihayet, Jülide göründü, beyaz ceketli bir garson ona eşlik ediyordu. Sade mavi bir bluz ve beyaz etek giymiş, omuzlarındaki beyaz hırkanın üzerine dökülen sarı saçları, gülümseyen kusursuz yüzü, biçimli vücudu ve ahenkli yürüyüşüyle, peri masallarındaki bir prenses gibiydi. Selçuk, ayağa kalkarak onu karşıladı. Birbirlerine gülümseyerek el sıkıştılar. Garson Jülide’nin sandalyesini tutarak oturmasına yardım ettikten sonra içki siparişini de alıp, masadan ayrıldı. “Biraz geç kaldım Selçuk, affedersin.” “Bir daha olmasın Jülide, sanki yıllardır seni beklemiş gibiyim bu masada.” Jülide muzipçe dudaklarını büktü ve gülerek, “Atıyorsun… Daha o kadar olmadı ki Selçuk, tanışalı iki gün oldu sadece,” diye cevap verdi. “İnan bana Jülide, seni yıllardır tanıyor ve bekliyormuş gibi hissediyorum.” “Ooo, yıldırım aşkı desene.” Gülüştüler… Yemek sırasında samimi bir sohbet olmuş, birbirlerini daha iyi tanımaya başlamışlardı. Jülide, Robert Kolej mezunu olduğunu söylemişti. İki yabancı dil biliyordu. Ailesi Avustralya’daydı. Babası Büyükelçilikte görevli, annesi ise ressamdı. İstanbul’da halasının yanında kalıyordu. Selçuk ise, çalıştığı iş yerini elektrikli ev aletleri yapan bir firma olarak tanıtmış, babasının üniversitede 106 öğretim üyesi olduğunu, annesinin lise öğretmeni olduğunu anlatmıştı. Aslında ikisi de birbirlerine yalan söylemişlerdi... MİT Bölge Müdürlüğü, Ankara Bölge Müdürünün odasında, operasyon elemanları amirlerine bilgi veriyordu: “Sonunda Askeri İstihbarattan bir kuş öttü. Adamımız ona Amerikalılara bilgi satan bir astsubay olarak tanıtıldı. Bizim kuş bilgileri CIA’ye satmış. Biz de, El Muhaberat (Suriye Gizli Servisi) olarak talip olduk, 50.000 dolar istiyor. Bağlantısını izliyoruz.” “Güzel, öyleyse Bumerang Operasyonu’na başlayalım. Tezgâhı kurun ve onu yemleyin, bir süre sonra da tutuklayın. Biraz korksun... Kıvama gelince de serbest bırakın ve bizim verdiğimiz bilgileri satmaya devam etmesini sağlayın. Anlaşıldı mı?” “Anlaşıldı efendim. Ne gibi bilgiler verebiliriz?” “Önceleri doğru, fakat zararsız bilgiler verin. Bunlar E sınıfı bilgiler olsun. Şimdilik onu kaybetmeyecek şekilde davranın. Çok işimize yarayacaktır. Sonra gerekeni yaparız. Fakat sakın acele etmeyin, bu iş en az bir iki yıl sürmeli. Zamana ihtiyacımız var ve bu çok önemli. Anlaşıldı mı? Zaman çok önemli…” “Anlaşıldı efendim, her şey plana göre yapılacak ve çok dikkatli olacağız. Merak etmeyin.” Ankara Üç Profesör, Yaşlıkaya’nın evinde, periyodik görüşmelerinden birini daha yapmak üzere, tekrar bir aradaydılar. Bu kez eşlerini de buluşturmuşlar, hep birlikte akşam yemeği yedikten sonra biraz Türk Sanat Müziği dinliyorlardı. Kahvelerini içtikten sonra eşlerinden izin isteyerek üç arkadaş çalışma odasına geçtiler ve planlamadaki son durumu gözden geçirmeye başladılar. Ender Göktuna meclisteki patlama olayına değinerek, “Bu defa çok ileri gittiler arkadaşlar. Haydi, elimizi çabuk tutmalıyız. Artık sabrım kalmadı,” diyordu. Yaşlıkaya ona soğukkanlı olmasını öğütledikten sonra, “Bunların hesabı sorulacak merak etme. Şimdi biz işimize bakalım,” dedi. Profesör Güreli notlarına bakarak sordu: “Fransa ve Almanya henüz görüşmediğimiz ülkelerden. Sence bunları sıralamanın neresine koymalıyız Celal?” “Bence en sona... Zaten vaktimiz de azalıyor. Bu ülkelerle en son görüşelim derim. Onları ikna etmek zor olabilir. Daha doğrusu destek vereceklerini hiç sanmıyorum. Üstelik bizim için çok riskli olacağını düşünüyorum.” “Neden böyle düşünüyorsun? Bu ülkeler zaten Amerika’ya karşı AB cephesini oluşturmaya soyunmuş durumdalar.” “Neden de bu işte. Onların kendi planları var. İngiltere de bu plana dâhil üstelik. Kendi planlarının bozulmasını istemeyeceklerdir. Bana göre onların derdi birleşmek değil, güçlenerek ayrı bir kutup yaratmaktır dostum.” Göktuna araya girerek ve heyecanla konuştu: 107 “Sana katılıyorum Celal. Aksi doğru olsaydı, Avrupa Birliği’nde bize karşı bu kadar direnmezlerdi. Üstelik Türkiye aleyhinde birçok haksız eylemleri oldu. İngiltere’nin de AB konusunda biraz kararsız kaldığını düşünüyorum, hatta bence onların başka planları da olabilir. Bütün Avrupa ülkeleri Türkiye’ye karşı önyargılılar. Pek haksız da sayılmazlar. Türkiye’nin kültür farkı, eğitim düzeyinin düşük olması, Batı standartlarını yakalamakta geç ve kayıtsız kalınması, olaylara rasyonel bakamayıp yanlış tercihlere yönelmemiz, siyasilerimizin bu konularda yetersiz kalması, demokratik sistemi bir türlü rayına oturtamayışımız, din konusunda gerekli reformları yapamayışımız gibi nedenler onları haklı çıkarır nitelikte. Fakat bu ülkelerin samimiyetten uzak, aldatmacı politikaları ve çıkar amacıyla bize yeşil ışık yakıyormuş gibi görünmeleri de etik olmayan, kabul edilemez bir durumdur. Bu ülkelerin Türkiye’ye tuzak hazırladıklarını düşünmemek elde değil. Sonuç olarak, bizler şimdilik, AB ülkelerinden uzak durmalıyız bence.” Profesör Güreli: “En önemlisi Çin ve Rusya, bence bir heyet oluşturarak özellikle Muklevich ve Pushkin ile sürekli temas halinde olmalıyız.” Profesör Yaşlıkaya: “Haklısın, bu konuda Genelkurmayda bazı hazırlıklar yapılıyor Aydın. Ama sanırım bu işi siyasilere bırakmayı tercih ediyorlar. Bence de doğrusu bu. Biz alt yapıyı hazırladıktan sonra, onlarla siyasiler görüşürlerse, daha iyi olur derim. Tabii ki ikna edebilirsek...” Profesör Göktuna: “Mutlaka edeceğiz dostum. Bir süredir TSK üzerine büyük bir psikolojik harekât uygulanmakta. Dikkatleri başka yöne çekmek açısından bu bizim işimize geldi. Ama şu sıra ölçü kaçtı. Harekâtın kaynağı da belli… Bunu onlarda biliyorlar, öyle değil mi? Böyle giderse...” Profesör Yaşlıkaya: “Aman ağzını hayra aç dostum... Acele etmeliyiz. Haydi, biz işimize bakalım.” Elindeki listeye bakarak bazı satırların üzerini çizmekte olan Güreli tekrar sordu: “Peki, Hırvatistan, Sırbistan gibi ülkeleri listeye alacak mıyız?” Yaşlıkaya: “Sanmıyorum dostum, bunlarla uğraşmaya vaktimiz yok. Ancak, dikkat etmemiz gereken bir husus var; Müslüman ülkelerle diğer ülkeler arasında sayısal açıdan bir denge olmalı. Görüşeceğimiz ülkeler kurucu üye olacakları için, bu dengeyi sağlamak ileride anayasa açısından çok önemli olacaktır.” Göktuna tekrar araya girdi: “Aslında Avrupa ülkelerinin tümünü listenin sonuna atmalıyız bence... Sadece İsveç, Norveç, Finlandiya gibi kalkınmış Kuzey ülkeleriyle görüşmek yeterlidir diye düşünüyorum. Tabii ki Çin’i hiç ihmal edemeyiz. Hatta Çin’e özel bir önem vermeliyiz.” Yaşlıkaya son noktayı koydu: “Aynı fikirdeyim dostum... Şanghay İşbirliği Örgütü kapsamındaki ülkelerin tümünü ziyaret etmeliyiz. Ancak, örgüte gözlemci ülke olarak davet edilen İran, mevcut rejimi dolayısıyla bize ters gelir. Onlar zaten ABD’ye karşı, ama gene de projemize destek vereceklerini hiç sanmam.” 108 Ankara Sabri ile Yusuf, Suriyeli bir ajan ile otogarda buluşmak üzere yola çıkmışlardı. Yusuf, askeri topla ilgili bilgileri Suriye’ye elli bin dolar karşılığında satacaktı. Müşteriyi Sabri bulmuş ve kendisine bu hizmeti karşılığında on bin dolar pay istemişti. Anlaşarak harekete geçmişler, şimdi iş gerçekleşmek üzereydi. Otogara geldiklerinde, Sabri’nin önceden konuştuğu ve tanıdığı adamla buluştular. Adam uzun boylu, sert görünüşlü, gür bıyıklı ve esmerdi. Klasik ajan tipi olan bu adamın kıyafeti ve siyah gözlükleri de sanki ‘ben bir ajanım’ der gibi bağırıyordu. Ayakta bir köşeye çekilip konuştular ve anlaştılar. Yusuf önce paraları görmek istedi. Suriyeli adam cebinden bir zarf çıkarıp Yusuf’a gösterdi ve tekrar cebine yerleştirerek, “Bilgiyi alalım ödeme ondan sonra,” dedi. Yusuf bildiklerini ve gördüğü her şeyi anlatarak, “Sonra size daha fazlasını da öğrenip aktarabilirim,” dedi. Bunun üzerine Suriyeli ikna olmuş görünerek cebindeki zarfı çıkarıp Yusuf’a uzattı. Yusuf zarfı eline alır almaz, birkaç kişi kollarından tutup onu kıpırdayamaz hale getirdiğinde, neredeyse kalbi duracaktı. “Kımıldamayın polis!” diye birisinin bağırdığını duydu. Şaşkınca etrafına bakınıyordu. Arkadaşı ve Suriyeli de yakalanmış, elleri kelepçeleniyordu. Bileklerinde bir acı hissetti. Ona da kelepçe takıyorlardı. İki kişinin kollarından tutarak kendisini sivil bir otomobile doğru sürüklediklerini hayal meyal algıladı. Diğerlerine ne olduğunu ise göremedi. Birisi saçlarından yakalamış kendisini araca sokmaya çalışıyordu. Çevredeki insanlar sanki bir film çevriliyormuş gibi ilgiyle ve merakla olayı izliyorlardı. Son olarak çocuklarının hayali geldi gözlerinin önüne. Onlara seslenmeye çalıştı, fakat başaramadı. Bayılmıştı. İstanbul Selçuk, Jülide’ye gittikçe daha çok bağlanıyordu. Jülide de ona karşı ilgisiz değildi. Hemen her gün buluşuyorlar, sinemaya tiyatroya filan gidiyorlardı. İyice yakınlaşmışlar, birkaç kez öpüşmüşlerdi, ama hepsi o kadardı. O gece açık havada bir gitar resitaline gitmişlerdi. Dünyaca ünlü gitarist Paco de Lucia ve arkadaşları flamenko severlere müthiş bir gece yaşatmış, herkesi mest etmişlerdi. Konserden çıktıklarında Jülide biraz üşümüştü. Selçuk ona sarılarak sırtını okşamış ve kahve içmeye evine davet etmişti. “Çok geç kalmamalıyım Selçuk, halam merak eder.” “Yoldayken halanı ararız, bir şeyler uydurursun, o da merak etmez,” diyerek Jülide’yi ikna etti. Gayrettepe’deki eve geldiklerinde birbirlerine anlattıkları fıkralara gülüyorlardı. Sarmaş dolaş, gülüşerek eve girdiler. Girer girmez ateşli bir şekilde öpüşmeye başladılar. Kahveyi falan unutmuşlardı. Dudakları birbirine kilitlendi ve dilleri buluştu. Biraz sonra ayrılmadan birbirlerini soymaya başladılar. Bir taraftan da dans eder gibi ahenkli hareketlerle yatağa doğru yaklaşıyorlardı. Yatağın üzerine yuvarlandıklarında yarı çıplaktılar. Dizginlenemez duygular tüm benliklerini sarmış, Jülide’nin inlemeleri de yükselmişti. Arsız bir şehvet rüzgârı onları hoyratça sarmalarken, derin bir boşlukta kaybolup gittiler. Bir süre sonra yatakta sırtüstü yatıyorlardı. Selçuk çok mutlu bir sarhoşluk içindeydi, yüzünde bir tebessüm esiyor, yanında yatan Jülide’nin güzel yüzüne 109 bakıyordu. Jülide ise az önce yaşadığı büyük hazzın etkisiyle gözlerini kapatmış, yarı uyuşmuş beyninde şeytanca fikirler dolaşıyordu. “Sevgilim, biraz hızlı gitmiyor muyuz? Ne dersin?” diye sordu Jülide. “Haklısın, gerçekten çok hızlı oldu, şimdi daha yavaş yaparız öyleyse.” “Ah, sen çok yaramaz bir çocuksun. Sakin ol Selçuk, ben buradayım.” “Belli olmaz, belki kaçarsın.” “Ne kadar da acelecisin. Tıpkı işyerindeki gibi… Sahi kuzum, sizin işler niye böyle hep acele?” “Hangi işler Jülide?” “Canım hangi işler olabilir, şu bize sipariş ettiğiniz işlerden bahsediyorum.” “İşler hep aceledir bilirsin. Bu her yerde böyle değil mi?” “Sanmıyorum, sizin işlerde bir gariplik var. Siparişleriniz daha önce yapılmamış ünitelerden oluşuyor hep. Üstelik ‘zaman az’, ‘çok acil’ gibi sebeplerle yüksek ücretler ödüyorsunuz bize. Hayrola?” “Bunu sana tekrar seviştikten sonra açıklarım. Şimdi acelem var sevgilim.” “Hımm...” Artık sık sık buluşup geziyor, yemeğe çıkıyor, birbirlerine hediyeler veriyorlardı. Haftada bir iki kez de Selçuk’un evinde buluşup sevişiyorlardı. Böyle bir sevişme gecesinin sabahında Selçuk işe biraz geç gelmişti. Profesör Aydın Güreli öğleden sonra kendisini çağırmış, güvenlik önlemleri alınmış olan özel odasında konuşuyorlardı. “Geç kaldığım için özür dilerim Profesör. Bu sabah uyanamadım da.” “Mesele sadece bu değil Selçuk, Otursana, biraz konuşalım seninle.” Yarım saat sürmüştü konuşmaları, sonra kapı açıldı ve içeri Profesör Ender Göktuna girdi. Güreli ayağa kalkarak arkadaşını karşıladı. “Hoş geldin Ender, yolculuk nasıldı?” “Güzeldi, teşekkür ederim dostum. Hayrola, beni böyle apar topar getirmenizin sebebi inşallah kötü bir şey değildir.” “Hoş geldin baba. Nasılsın?” diye söze girdi Selçuk. Babası merakla Selçuk’a baktı. “Yoksa seninle mi ilgili?” diye sordu. Profesör Aydın Güreli araya girerek, “Lütfen otur üstadım, sana anlatacağım,” dedi. Ender Göktuna koltuğa otururken merakla bir Aydın Beye, bir oğlunun yüzüne bakıyordu. “Seni çağırdım, çünkü oğlun bir kıza âşık oldu Ender.” “Hay Allah, ben de kötü bir şey oldu sandım. Bunda ne var?” “Ben birkaç gün evvel durumu fark ettim ve kızı araştırdım. Selçuk bunu bilmiyor tabii.” Selçuk ne yapacağına karar veremeden, asık bir yüzle ve ilgiyle dinliyordu. Biraz da şaşırmıştı. “Peki, neymiş? Neyin nesiymiş bu kız?” “Bir şey bulamadık henüz. Ailesi, okulu, arkadaşları hep belirsiz. Kayıtlarda bir şey yok. Bu durum bizi şüphelendirdi doğrusu. Bugün Selçuk’la bu konuyu konuştuğumda bana kızla beraber oldukları sırada kendisine işiyle ilgili şeyler sorup durduğunu anlattı. Daha doğrusu ben ona anlattırdım. Biraz zorladım tabii. Kızın birdenbire ortaya çıkması, çok güzel olması ve Selçuk’la hemen ilişkiye girmesi beni şüphelendirmişti.” Selçuk şaşırmıştı. 110 “Fakat siz bunları nereden biliyorsunuz, ben size bu güne kadar hiçbir şey anlatmamıştım?” “Bizim de bazı istihbaratlarımız var Selçuk.” “Jülide bir melektir Hocam. İnanın, onun günahını alıyorsunuz. Baba, seni onunla tanıştırayım, bana hak vereceksin. Dünyanın en tatlı, en masum kızı olduğunu göreceksin. Neden bu kızdan şüphelendiniz anlayamıyorum?” “Oğlum belki de sen haklısın, bilemiyoruz. Fakat biz çok tedbirli davranmak zorundayız. Seni bile adım adım izlediğimizi biliyor musun?” Selçuk şoke olmuştu. “Demek sık sık izlendiğim duygusuna kapılmam bu yüzdenmiş,” diye düşündü. “Fakat ben ona hiçbir şey söylemedim ki.” “Emin misin, tam olarak talimatlara uydun mu?” “Evet, sorularını hep geçiştirdim.” “Aynı soruları tekrar tekrar sordu mu?” “Evet, birkaç kez, ama bunda ne var, sevgilisini tanımak istemesi normal değil mi?” “Evet, ama bunları sana yataktayken sorması normal değil! Çünkü orası erkeğin en zayıf olduğu yerdir. İstihbaratçılar bunu çok iyi bilir. Gerçek bir sevgili yatakta iş konuşmaz.” Selçuk düşünceli bir şekilde yüzünü asmış önüne bakıyordu. Ya doğruysa, ya tatlı bebeği başka emeller peşindeki kötü niyetli biriyse… O zaman onu kendi elleriyle öldürecekti. Bunu yapmak ne kadar zor olursa olsun yapacaktı. Yapması gerektiğini düşünüyordu. Aldatılmış ve kullanılmış olmak içine sindiremeyeceği bir durumdu. Öfkeyle ayağını yere vurdu. “Kahretsin. Nasıl olabilir, şu şansa bak! Lanet olsun! Lanet olsun!” “Kendine hâkim olmalısın oğlum. Bu kişisel bir mesele değil artık, bu bir ülke meselesi. Gelecek meselesi. Sakın bir şey belli etme kıza! Belki de, yanılıyor olabiliriz. Doğruysa bile kızı araştırıp amacını öğrenmek için onu tuzağa düşürmeliyiz. Bu da sana ve tutumuna bağlı. Ben gerekli kişilerle konuşacağım. Sen hiçbir şey olmamış gibi ilişkini sürdür, akıllı ol ve bir şey çaktırma.” Profesör Güreli bunları söylerken koltuğundan kalktı ve Selçuk’un yanına gelerek elini omzuna koydu. “Bak Selçuk, biz bir hafta sonra babanla birlikte yurt dışına gidecek olan resmi bir heyete katılacağız. Birkaç ülke ziyaret edilecek. Bu süre zarfında kimse bir şey fark etmemeli, hepimizin hayatı ve daha önemlisi proje tehlikeye girer. Çok dikkatli olmalısın. Seni bir haberalma yetkilisiyle tanıştıracağım. Sıkıştığında ona ulaş ve ne yapılması gerektiğini ona sor. Kendi kendine hiçbir karar verme ve hiçbir şey yapma! Anlaşıldı mı?” “Peki efendim. Merak etmeyin, sizi güç durumda bırakmayacağım.” Selçuk odadan çıktıktan sonra iki profesör baş başa görüşerek çıkacakları dünya seyahatinin ayrıntılarını gözden geçirdiler. Ertesi gün iş yerine bir ziyaretçi gelmişti. Pek nadir olan bu olay, her seferinde çalışanların dikkatini çekerdi. Biraz sonra Aydın Bey, Selçuk’u odasına çağırttı. Selçuk odaya girdiğinde profesörün karşısında uzun boylu, iri yapılı, gözlüklü bir adamın oturduğunu gördü. Yüzünde sert bir ifade bulunan adam oldukça esmerdi. Profesör Güreli onları tanıştırdı. 111 “Selçuk, bu bey Milli İstihbarattan Yıldırım Kaya Bey. Kendisi istihbaratı önleme uzmanıdır. Tanışman için çağırdım seni. Biz yokken Yıldırım Bey sana yardımcı olacak, seni koruyacak ve yönlendirecek. Talimatlarına aynen uymalısın.” “Tanıştığımıza sevindim Yıldırım Bey.” Yıldırım Bey üzerinde bir telefon numarası bulunan küçük bir kağıdı Selçuk’a uzatarak: “Ben de Selçuk Bey. Bana şu kız arkadaşınız hakkında bilgi verir misiniz? Telefonu, ev adresi filan, hakkında ne biliyorsanız.” Yıldırım Bey konuşurken gözlüklerini çıkartmıştı. Aslında gözlük kullanmaya ihtiyacı yoktu, fakat yanında sürekli taşıdığı gözlüklerini ara sıra takıyordu. Bu gözlüklerin içine gizlenmiş olan elektronik cihaz, ortamda bir elektronik dinleme yapılıyorsa, sadece kullananın duyabileceği bir sinyal veriyordu. Üç gün sonra Yıldırım Bey iş çıkışında Selçuk’la gizlice buluşup onu garip bir yere götürdü. Selçuk bu buluşma nedeniyle Jülide’yi atlatmış. “Akşam için çok önemli bir işim çıktı. Yarın görüşürüz hayatım,” demişti. Gittikleri yer Sıraselviler Caddesi’nde, dışardan bakıldığında gayet bakımsız görünen bir bina idi. Dış kapının yan duvarında, üzerinde TAŞKIN İNŞAAT yazılı eskimiş bir tabela vardı. Binaya girmeden önce Yıldırım Bey karşı kaldırımdaki seyyar kitapçıdan bir gazete aldı. Binanın önüne geldiklerinde Yıldırım Bey zile bastı. Demir kapı içeriden otomatik olarak açıldı ve içeri girdiler. Burası dört katlı ve başka kimsenin oturmadığı bir yerdi. İkinci kata çıktılar. Dairenin çelik kapısı kendiliğinden açılmıştı. Selçuk, “Etrafta gizli kameralar olmalı,” diye düşündü. Burası istihbaratçıların dilinde istasyon diye tanımlanan ve güç durumda kaldıklarında sığınak olarak kullandıkları gizli buluşma yerlerinden biriydi. Civarda oturanlar, ikinci katta bir inşaat şirketinin irtibat bürosu olduğunu sanıyorlardı. Kat tamamen ses geçirmez olarak içeriden izole edilmişti. Girişte boş bir sekreter masası vardı. İçeride, odalardan birinde, bulmaca çözmekle meşgul bir bayan sekreter, bir de erkek personel bulunuyordu. Sekreter başını çevirerek koridordan geçmekte olan Yıldırım Bey’e ve sonra da Selçuk’a bir bakış fırlattı. Kapıcı kılıklı, bakımsız bir görüntü veren adam aslında bir koruma görevlisiydi. Girdikleri antreden sonra, aynı koridor üzerinde üç oda, banyo, tuvalet ve mutfak vardı. Sekreterin masasındaki iki adet monitörden bina ve kat girişi izlenebiliyordu. Aynı odada bulunan bir cihazdan düşük hacimde, gürültüyle karışık insan sesleri duyulmaktaydı. “Burası güvenlidir. Nevin Hanım artık seni tanıdı. Başın derde girerse, sığınmak ve yardım almak için buraya gelebilirsin, fakat takip edilmediğinden emin olmalısın.” Cama doğru giderek konuşmasına devam etti. “Şu karşıdaki kaldırımda kitap satan satıcı bizdendir. Sürekli burayı gözlüyor ve üzerinde gizli bir telsiz var. Ona söylenen her şeyi buradan dinlemekteyiz. Binaya girmeden önce ona uğrayıp ‘Dünyanın Geleceği’ adlı kitabı sor. Cevap, ‘Kalmadı,’ ise içeri girebilirsin. Eğer, ‘var,’ diyerek sana bir kitap verirse dikkat çekmeden, hemen oradan uzaklaş. Sonra kitabın içindeki el ilanında yazılı olan telefon numarasını ara... Olağan durumlarda ve gerektiğinde seninle burada görüşeceğiz.” “Nasıl haberleşeceğiz?” “Ben seni telefonla arayıp bir kitaptan bahsedeceğim. Örneğin, ‘İstediğin kitabı bulabildin mi?’ diye soracağım. Sen kitap kelimesini duyunca o akşam işten çıkış- 112 ta buraya gelmen gerektiğini anlayacaksın. Eğer kitap kelimesini iki kez kullanırsam hemen gelmen gerekiyor demektir. Kitap yerine dergi kelimesini kullanırsam, ‘Buraya sakın gelme,’ demektir. Tehlike varsa sana böyle bildireceğiz.” Selçuk organizasyona hayran olmuş, heyecanla etrafı inceliyordu. “Burada kim bilir ne özellikler vardır. Gizli silahlar filan nerede acaba?” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Diğer bir odaya geçtiler. Ortada yuvarlak bir masa, raflarda bazı cihazlar, videolar ve masanın önünde büyük bir plazma televizyon vardı. Yan duvar tamamen kapalı dolaplardan oluşuyordu. Yıldırım Bey masaya geçerek oturması için işaret etti. Cebinden bazı kâğıtlar ve resimler çıkardı, masanın üzerine koydu. “Şimdi sana söyleyeceklerimi hiç kesmeden dikkatle dinlemeni istiyorum. Tepki göstermemeye çalış ve beni üzme, tamam mı?” Selçuk bir kat daha heyecanlanmıştı. Merakla yüzüne bakarak: “Evet Yıldırım Bey, sizi dinlemeye hazırım,” dedi. Yıldırım Kaya, Nevin Hanımdan iki kahve istedikten sonra sandalyesine iyice yerleşti ve konuşmaya başladı: “Şu kız arkadaşın, yani Jülide. Asıl ismi Yıldız Sarıca. Gerçekten de kolej mezunu, fakat Amerika’da okumuş ve oradan mezun olmuş. Amerikan vatandaşlığına geçmek için başvurmuş, fakat henüz kabul edilmemiş. Kız Amerika’da iken, yıllar önce, annesi, babası ve bir erkek kardeşi Balıkesir’deki bir trafik kazasında ölmüşler. Bu yüzden okuluna bir süre ara vermiş. İstanbul’da kaldığı ev, Amerikan Haberalma Örgütünün, yani CIA’nın kullandığı bir evdir. Halası diye bildiğin kadının da pasif bir ajan olduğunu saptadık.” Selçuk ilgiyle ve içi burkularak dinliyor, dinledikçe yüzü asılıyordu. Yıldırım Bey devam etti: “Şimdi asıl önemli konuya gelelim Selçuk... Bu kız Amerika’da iken, ailesini kaybettikten sonra, bir süre yerel dergilerde fotomodel olarak çalışmış. Geçimini ve okul masraflarını böyle karşılıyormuş. Bu arada CIA tarafından kullanılmak üzere özel eğitime alınmış. Bir tuzağa veya şantaja maruz kalmış olabilir. Ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Fakat CIA’nın akla bile gelmeyecek yöntemler kullandığını biliyoruz. İki yıl sonra da Türkiye’ye gönderilmiş.” Selçuk, boğazı düğümlenmiş gibi hissediyordu. Gözleri kızarmış, suratı sarkmış, Yıldırım Beyin yüzüne boş bakışlarla bakıyordu. Bir şey söylemek istese de sesi çıkmayacakmış gibi geliyordu. Oysa “Yalan bunlar! Nereden biliyorsunuz ki? Size yalan bilgi vermişler!” diye bağırmak istiyordu. Fakat Yıldırım Bey sanki düşüncelerini okumuş gibi Selçuk’un yüzüne bakarak: “Bunlar dost ve güvenilir kaynaklardan gelen bilgilerdir. Doğruluğu onaylanmıştır Selçuk,” dedi. “Anladım Yıldırım Bey, teşekkür ederim.” Sesi kısık ve çatlaktı, zor konuşuyordu. Yıldırım Bey bir süre kendisini toparlamasına fırsat vermek için sustu. Sonra tekrar anlatmaya başladığında Selçuk sanki bir rüyadaymış gibi hissediyordu. Yıldırım Bey’in sesini çok uzaklardan geliyormuş gibi güçlükle duyuyordu. Bahçesindeki çiçekler koparılmış, bütün fidanlar kırılmıştı. Ormanlar yanıyordu... Bütün dünyası yanıyordu. Göz pınarlarından süzülen iki damla, bu alevleri söndürmeye yetmezdi!.. Yıldırım Kaya tekrar konuşmaya başladığında Selçuk’a bakmamaya çalışıyordu: 113 “Şimdi, bundan sonra nasıl davranacağın çok önemli. Sana bunu söylememek belki daha iyi olurdu diye düşündük, fakat senden bilgi sızdırabilirdi. Bunu göze alamazdık. Eğer durumunu bildiğini anlarsa her şey berbat olur. Vaziyeti idare edebilirsen bir problem olmaz, hatta ona yanıltıcı bilgiler vererek durumumuzu daha da sağlam hale getirebiliriz.” Selçuk toparlanması gerektiğini düşündü. Görevi her şeyden önemliydi. Güçlü olmak zorundaydı. “Elimden geleni en iyi şekilde yapacağımdan emin olabilirsiniz,” derken yanaklarından süzülen yaşları eliyle silerek başını kaldırdı ve Yıldırım Beyin yüzüne bakarak: “Bana güvenebilirsiniz, bakmayın ağladığıma, şimdi geçer,” diyebildi. Yıldırım Kaya sanki hiç etkilenmemiş gibiydi. Kaskatı tutumunu sürdürüyordu. Bir futbol maçı için taktik veren yaman bir antrenör gibi anlatmaya devam ediyordu. Ona, kızın sorularına nasıl cevaplar vereceğini, neler anlatması gerektiğini bir bir açıklıyordu. Bir konu bitince, önceki bir konuya dönüyor ve tekrar anlatıyordu. Selçuk’un, her şeyi çok iyi anladığından emin oluncaya kadar anlatmaya devam etti. Neredeyse birkaç saat içinde Selçuk’a istihbaratı önleme eğitimi vermiş ve onu bir uzman gibi hazırlamaya çalışmıştı. Çünkü Selçuk artık Operasyonu’nun kilit noktalarından birini oluşturuyordu ve artık bir karşı istihbarat elemanıydı. Ankara Bumerang Operasyonu devam ediyordu. Yusuf, günlerdir Ankara’da MİT merkezindeki bir odada tutulmakta ve hemen her gün, polis süsü verilmiş MİT ajanları tarafından sorgulanmaktaydı. O gün tekrar sorgu odasına götürüldüğünde, aylar önce bir gün otobüste yanına oturmuş olan şişman bir adam da odadaydı. Yusuf bu adamla göz göze geldiğinde onu hemen hatırladı ve rengi iyice sarardı. Tüm direncini kaybetti. Uzun süredir izlendiğini bilmek onu adeta yıkmıştı. “Polisler her şeyi biliyor!.. “ diye düşündü. “Bak Yusuf, Suriyeli ajan her şeyi itiraf etti. Kurtuluşun yok. Vatana ihanet suçundan ömür boyu hapisle yargılanacaksın. Bize her şeyi anlatırsan hafifletici neden olarak kabul edilebilir. Kararını çabuk ver, fazla vaktimiz yok.” “Komiserim, inanın bilmiyordum. Beni Sabri kandırdı. Çoluğum çocuğum var. Ne olur bana acıyın.” “Sabri bize senin bazı askeri bilgileri daha önce başkalarına da sattığını söyledi. Bize karşı dürüst ve samimi olursan sen kazanırsın, aksi halde suçun sabit. Elimizde parayı alırken fotoğrafların var. Bunlar seni doğruca hücreye götürür.” Ajan bunları söyledikten sonra masanın üzerine birkaç fotoğraf fırlatmıştı. Fotoğraflarda Yusuf, Suriyeli ajandan zarfı alırken görülüyordu. Yusuf ağlamaya başlamıştı. Hayatı boyunca sıkıntı içerisinde yaşamış, çocuklarına iyi bir yaşam sağlayamamış, eşini mutlu edememiş, onların isteklerini hiçbir zaman karşılayamamış bir adamdı. Yılların verdiği bu eziklikle şeytana uymuş, bir otomobil bile alabileceğini düşündüren bu dayanılmaz fırsatı kaçırmak istememişti. Belki de bu son şansı olabilirdi. Şimdi çok pişmandı, ama artık çok geçti. Ailesine de rezil olmuştu. “Çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağım?” diye düşünürken gözleri korkuyla açılmış halde yere bakıyordu. Gözbebeklerinin hareketleri bir delinin kontrolsüz hareketleri gibi yuvasında fırıl fırıl dönüyordu. Artık söylenen- 114 leri de duymuyordu. Bir yay gibi gerildi ve birden oturduğu iskemleden fırlayarak kendini cama doğru attı. Fakat camların kurşun geçirmez olduğunu bilmiyordu. Cam kırılsaydı da bir şey değişmeyecekti zaten, çünkü üçüncü kattan beton zemine düşecekti. Kafası camın üzerinde büyük bir kırmızı leke bırakırken, gövdesi boş bir çuval gibi yavaşça yere doğru kaydı. Başının etrafında küçük bir gölcük oluşturan kan yavaşça döşemeye yayılıyordu. Odadakiler beklemedikleri bu hareket karşısında bir anlık şaşkınlıktan sonra harekete geçerek onu hemen hastaneye götürmüşler, fakat kurtaramamışlardı. Beyin kanaması sonucu bitkisel hayata giren ve birkaç saat sonra da beyin ölümü gerçekleşen Yusuf’un dosyasına, ‘İntihar etti’ şeklinde kayıt düşerek, dosyayı kapattılar. Olaydan sonra MİT Bölge Müdürlüğünde Müsteşar yardımcısı, Operasyonlar Müdürü, Yıldırım Kaya, Sabri Güler ve Suriyeli ajan rolündeki adam toplantı yapıyorlardı. Bir süre tartıştıktan sonra, son sözü Müsteşar Yardımcısı söyledi: “Neyse, artık olan oldu. Yapacak bir şey yok! Bumerang Operasyonu başarısızlıkla bitti. Bu gibi durumlarda hepimiz daha dikkatli olmalıyız. Amerikalılara, muhbiri bir operasyonla ele geçirip ortadan kaldırmışız gibi bir bilgi sızdıralım. Başka bir şeyden şüphelenmemeliler.” İstanbul Selçuk her zamanki gibi işine devam ediyor, bütün ilgisini görevine vermiş çalışıyordu. Kendisini, filmde rol almış bir aktör gibi düşünüyor, hayal kuruyor ve öyle davranmaya çalışıyordu. Rolünü çok iyi oynuyordu. Jülide’ye hiçbir şey belli etmemişti. Günaşırı buluşuyorlar, önceden yaptıkları gibi haftada bir iki kez de sevişiyorlardı. Her sevişmelerinde Jülide ustaca bir bağlantı yapıp sorular soruyor, Selçuk da ona öğretildiği şekilde bilgiler veriyor, her şeyi(!) anlatıyordu. “Gizli bir görev güzelim, sakın kimseye bir şey söyleme yoksa işimden olurum. Ben bir uydu projesinde çalışıyorum. Askeri gözlem uyduları ve haberleşme uyduları yapıyoruz. Yakında kendi uydularımızı fırlatacağız.” “Peki, bu normal bir şey değil mi, birçok ülke uydulara sahip. Sizinki neden gizli?” “Böyle stratejik konular son aşamaya kadar gizli tutulur Jülide. Bir sabotaj, bir engelleme olmasın diye. Başardıktan sonra açıklanır. Prosedür gereği.” Jülide dinlerken bir taraftan da yan gözle Selçuk’un yüzünü inceliyordu. “Sende bir durgunluk var Selçuk, birkaç gündür biraz durgunsun sevgilim, neyin var?” “Bir şeyim yok bebeğim. İşte çok yoruluyorum bu sıra, herhalde ondandır.” “O zaman ben seni canlandırayım. Haydi, yanıma gel.” Selçuk bu davetlere eskisi kadar istekli olmadığı halde hemen uyuyor, çok arzuluymuş gibi rol yaparak kızla sevişmeye devam ediyordu. Kızın güzelliği ve cazibesi de ona yardımcı oluyordu. Sevişmeye başladıklarından bir süre sonra zaten rol yapmasına gerek kalmıyor, her şey doğa kurallarına uygun olarak gerçekleşiyordu. Vücudunda dolaşan yumuşacık bir el, ılık bir dil dünyayı unutmasına yetiyordu. Selçuk bazen, “Ben bu durumu ne kadar sürdürebileceğim?” diye kendi kendisine soruyor, fakat bir cevap bulamıyordu. Jülide’ye olan ilgisi azalmamış, aksine onu daha çok önemser olmuştu. Hiçbir şey belli etmemesine rağmen içindeki bu- 115 rukluğu ve hayal kırıklığını atamıyordu üzerinden. “Jülide nasıl bir tuzağa düşürülmüştü? Neden bu oyuna girmişti?” Hepsini bir gün konuşmayı planlıyor ve belki de masumdur diye ümitlenmeye devam ediyordu. İki Yıl Sonra, Tokyo Uçak alana indiğinde hafif bir yağmur vardı. Japon bilim adamlarından oluşan bir grup, Profesör Yaşlıkaya ve ekibini karşılamaya gelmiş, alanda bekliyorlardı. Çoğu, birbirini önceden tanıyan ve sürekli temas halinde olan bilim adamları, havaalanındaki samimi bir karşılama töreninden sonra hep birlikte alandan ayrıldılar. Japonlar, misafirlerinin otellerine yerleşmesini sağladıktan sonra akşam yapılacak olan toplantının son hazırlıklarına giriştiler. Akşamüstü Tokyo’da, devlet konukları için kullanılan özel misafirhanenin küçük salonunda önemli bir toplantı yapılıyordu. Her türlü güvenlik önlemi alınarak yapılan bu gizli toplantıda Japon heyetinin başkanı Profesör Enomoto ilk sözü aldı: “Sevgili dostlarım, Sayın meslektaşlarım, hepiniz tekrar hoş geldiniz. Ben, bugün, bu büyük projeyi gerçekleştirmek üzere fırlatacağımız uydularda kullanılacak olan elektronik ‘süper-göz’ler konusunda sizlere biraz bilgi vermekle söze başlayacağım. Bazılarınızın bildiği gibi bu çok özel bir çalışmadır. Hatta bu bir elektronik harikasıdır. Uzaktan kontrol edilebilen, odaklama ve açısal büyütme yeteneği ile bu süper gözün etkin görme mesafesi gün ışığında yaklaşık 10.000 kilometredir. Bu mesafe, planlanan yörünge için gayet uygundur. Başka bir anlatımla; bir santimetre karelik bir alan, 10.000 km. uzaklıktan bile çok net olarak görebilecektir. Yani ABD’nin uydudan görüntüleme sistemlerinden 10 kat daha hassastır. Ancak, kızılötesi lenslerle kullanıldığında dalga boyu büyüdüğünden, görme uzaklığı yaklaşık 3.000 kilometreye düşmektedir. Bu durumda da uydunun daha yakın bir yörüngeye geçirilmesi gibi bir sonuç doğmaktadır ki; bunun da ilk aşamada bize bir sorun yaratacağını düşünmüyorum. Bu çalışmaya paralel olarak; geliştirdiğimiz bir yazılım sayesinde de, tıpkı bir radar gibi, görüntüdeki hareketleri algılayarak operatörü uyarabilen bir sistem yaptık. Bu sistem, görüş alanındaki herhangi bir yerden havalanan bir uçağı veya ateşlenen bir roketi, tıpkı bir radar gibi, ama görüntülü olarak derhal bize bildirebilecek bir yeteneğe sahiptir. Bu süper gözler sayesinde uydular önemli bir avantaja sahip olacak ve radarların göremediği hareketleri bile rahatça izleme olanağını sağlayacaktır. Daha önce Türk meslektaşlarıma bu teklifimi yaptığımda çok memnun olduklarını ve projeye hemen eklemek istediklerini belirttiler. Biz de buna dayanarak hızla üretime geçtik. Şimdilik elimizde 12 adet süper göz, kullanıma hazır durumdadır. Yani her uyduya ikişer göz takılabilecektir. Eğer uygun görürseniz Rusya’ya giden uydulara da bizim teknisyenlerimiz tarafından bu süper gözlerin monte edilmesini öneriyorum. Hepinize saygılarımı sunarım.” Alkışlar kesilince Profesör Ender Göktuna bir teşekkür konuşması yaptı ve sözlerini şöyle bitirdi: “…İşte bu sayede tüm iletkenleri anti-iletken hale çevirmeyi başardık dostlarım. Bu olay başlangıçta basit bir buluş gibi görünse de etkileri düşünüldüğünde tüm orduları durduracak, tüm teknolojik silahları susturacak ve tüm sistemleri çökertecek güçte olduğu hemen anlaşılabilir. Ancak bunun tersi de mümkündür… 116 Yani, tüm cisimleri süper iletken hale dönüştürmek de mümkündür. Biz bir tesadüf sonucu, bunu laboratuvar çalışmalarımız sırasında bir kez yaşadık! Fakat bu keşfimizi ve kayıtlarını hemen yok ettik. Böyle bir silahı kesinlikle yapmayacağız! Kesinlikle!.. Aslında, böyle bir silahı yapan ya da kullanan kimse, namluyu kendi başına dayamış olduğunu bilmelidir. Çünkü bu silah yeryüzündeki tüm insanlığı ve medeniyetleri bir anda yok edebilir! Tanrı böyle bir silahı yapmayı kimseye nasip etmesin diyorum ve hepinize saygılar sunuyorum.” Göktuna’dan sonra heyettekiler diğer konulara geçtiler. Aynı gün Tokyo’ya sevkiyat başlatılmıştı. Kargo uçakları ile gönderilen sandıklar içerisinde uydu silahları, diğer tamamlayıcı malzemeler ve elektronik cihazlar vardı. Bu malzemeler kamyonlara yüklenerek, tren istasyonuna, oradan Tokyo’nun kuzeyindeki Köriyama’ya sevk ediliyordu. Oradan da uzaya fırlatılacakları tesise nakledileceklerdi. Bu aktarmalar sırasında Tokyo havaalanında, sandıklar içerisindeki malzemeler kargo uçağından indirilirken, Türk personelden biri bir hata yapmış, sandıklardan birinin çelik halatı koparak vinçten yere düşmüştü. Sandık parçalanmış, içindekiler de kullanılamaz hale gelmişti. Bu hurda, büyük devletlerin haber alma örgütleri için eşi bulunmaz bir avdı. Havaalanında çalışan, personel süsü verilmiş ajanlar, yolcu gibi görünenler ve temizlik işçisi kılığındakilerin hepsi hurdayı gizlice incelemişler, gizli kameralarla fotoğraflarını çekmişler hatta Manyetik Rezonans cihazlarıyla kayıtlar almışlardı. Bu istihbarat derhal merkezlere iletilerek incelenmiş ve haberleşme uydusu olduğu anlaşılarak kayıtlara geçmişti. Sonra da, taşınan yüke ilgi azalmış ve rutin bir izlemeye dönüşmüştü. Aslında, o sandık plan gereği, bilerek düşürülmüştü. İçine uydu silahları yerine, gerçekten uydu haberleşme sistemlerine ait cihazlar yerleştirilmiş ve meraklı gözler için bir yem olarak kullanılmıştı. Haziran ayı başlarında sevkiyat tamamlanmış, cihazlar Japonların uzay üssünde kurulmuş, montaj aşaması ve tüm kontroller bitmişti. Bu arada uydulara ikişer adet ‘süper göz’ Japonlar tarafından monte edilerek, yazılımları da yüklenmişti. Fırlatma için roketlerin hazır olması bekleniyordu. Uzaya fırlatma işi teknik nedenlerle birkaç gün ara ile yapılacak ve yaklaşık olarak Haziran sonlarında bitmiş olacaktı. Uydularla iletişim kurulması, geçici yörüngeden asıl yörüngelerine oturtulması, gerekli testlerin yapılması gibi işlemlerin de yaklaşık bir yıl sürmesi bekleniyordu. Bu süreçte silahlar Türk ekibi tarafından uzayda gizlice denenecekti. Bütün bu aşamalar tamamlanınca da kontroller Ankara’ya devredilecek ve Ankara son testleri yaptıktan sonra operasyonu başlatmak için yörüngeleri tekrar değiştirecekti. CIA Merkezi, Langley Türkiye masası görevlileri kendi aralarında durum değerlendirme toplantısı yapıyordu. Büyük masanın baş tarafında oturan göbekli adam konuştu: “Öncelikle size yukarıdan gelen bir talimatı ileteceğim. TSK üzerindeki psikolojik operasyonlarımızı yoğunlaştırmamız isteniyor. Gerekli adamları harekete geçirin. Planının üçüncü safhasını yürüteceğiz, tamam mı? Bunu not ettikten sonra şimdi gündeme geçebiliriz. Buyurun!” “Efendim, şu uydu meselesi biraz garip değil mi? Ne dersiniz?” “Evet, iki uydu diye lanse ettiler fakat biz biliyoruz ki daha çok uydu yapıyorlar ve bu da Türkler için biraz fazla gibi... Ne amaçla hazırlanıyorlar bilgi var mı?” 117 “Bildiğimiz kadarıyla askeri istihbarat, haberleşme ve dijital yayınlar için kullanacaklarmış. Japonya’dan gelen bilgilerde bunu doğrular nitelikte. Sanıyoruz ki bu uyduları Asya ve Ortadoğu ülkelerine kiralayacaklar. Zaten bir süredir buralarla teknik düzeyde görüşmeler yapıyorlar. Şimdiki bilgiler ışığında önce iki uyduyu fırlatacaklar. Arkasından da sıra diğer uydulara gelecek diye düşünüyoruz. Galiba Türkler bu işten para kazanmayı planlıyorlar. Yörünge dolduğunda _ki neredeyse doldu sayılır_ Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri bu uyduları kiralamak zorunda kalacaklar. Doğrusu akıllıca bir yatırım gibi gözüküyor.” “Gene de fazla. Bence bu işin arkasında ne var öğrenmeliyiz. John, hemen araştırmayı derinleştir, daha fazla bilgi toplamalıyız. Türkiye ve Japonya’daki birimlerimizi görevlendirin ve bu projede görevli bütün bilim adamlarını dinlemeye alın.” “Zaten Echelon bu konuya odaklanmış durumda. Bir ajanımız aracılığıyla İstanbul’da bir görevliye de kanca taktık. Bilgiler düzenli olarak akıyor ve Ankara’daki birimimizden gelenlerle de uyuşuyor. Hâlâ kuşkunuzun olması biraz fazla şüphecilik olmuyor mu?” “Bizim görevimiz şüphe etmektir Ajan Cold. Unutmayın, biz bunun için varız.” İstanbul Üç profesör ile MİT Müsteşarı, Aydın Güreli’nin Yeşilköy’deki yeni villasında özel bir toplantı yapıyorlardı. Bu villa İstanbul’daki görüşmeler için, MİT tarafından, fakat Aydın Güreli adına satın alınmıştı. Profesörlerin otelde veya başka yerlerde kalmaları, sakıncalı bir durumdu. Bina, gene MİT tarafından teknolojik korunma altına alınmıştı. Buna rağmen uzmanların uyarısıyla profesörler her toplandıklarında cep telefonlarını sadece kapatmakla kalmıyor, pillerini de çıkartıyorlardı. Villaya gidip gelirken de kendilerine verilen özel şapkalar giyiyorlardı. Bu şapkaların içinde gizlenmiş olan elektronik devreler ve özel metal koruyucular, onları olası elektromanyetik yayınlardan koruyordu. Çünkü, kesin olmamakla birlikte, Amerikalıların insan beynini uydudan izleyebildikleri ve etkileyebildikleri gibi iddialar vardı. MİT müsteşarı Tan, hararetle konuşmasına devam ediyordu: “Baylar, artık projenin, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere siyasilere de açıklanması gerekiyor. Bence bunun zamanı geldi.” “Fakat bizim hâlâ bazı çekincelerimiz var Sayın Tan. Eğer projeye destek verilmezse çok kötü duruma düşeriz. Hatta dünya için bir felaket olabilir. Kaş yapalım derken göz çıkarabiliriz.” “Sizi anlıyorum ve hak veriyorum Sayın Göktuna. Fakat hükümetten ve Cumhurbaşkanından gizli olarak bu projeyi nasıl gerçekleştireceğiz? Bunu yapabilir miyiz? Suç işlemiş olmaz mıyız?” “Çok haklısınız Sayın Müsteşar. Fakat çekincelerimiz de çok önemlidir. Bu konuyu iyi düşünmeliyiz. Cumhurbaşkanlığı devletin en yüksek makamıdır. Fakat siyasi bir makamdır. İşin içine siyasiler karışınca bilgiler danışmanlardan sekreterlere kadar yayılır ve projenin gizliliği riske girebilir. Bu da projenin ve bizim sonumuz olur. Zira ikinci bir şansımız ya da B planı diye bir şey yok!” “Ben bu konuyu komutanlarla da görüştüm Sayın Yaşlıkaya. Bu görüşmeler ışığında size önerimiz şu: Siz bize kafanızdaki çekinceleri, nelerden korktuğunuzu tam olarak açıklarsanız biz de ona göre önlemler alırız ve bunu çok gizli olarak 118 yaparız. Böylece korkularınız gerçeğe dönüşme eğilimine girerse önleyebiliriz, diye düşünüyoruz.” “Bu konuda bize garanti verebilir misiniz?” “Kesinlikle evet!” “Nasıl?” “Genelkurmay Başkanımız İlhami Barış ile müstakbel Genelkurmay Başkanımız Safa Ilgın Koray da her türlü riski ve sorumluluğu üzerlerine aldıklarını, ne gerekirse yapılmasını sağlayacaklarını bana açıkça ve tanıklar önünde bildirdiler. Zaten şu malum operasyon nedeniyle kurumlarımız çatışma haline getirildiler, biliyorsunuz… Biz bu operasyonları lehimize çevirebilmek için, yıpranmış bir kurum görüntüsü veriyoruz. Orduda da durum aynı, darbe söylentileri ayyuka çıkmış durumda. Birkaç generali de bu yüzden feda etmek zorunda kaldılar. Şimdi bütün basın bu olaylarla ve atamalarla oyalanıyor. Ortam karışıklığa çok müsait, bundan yararlanarak yapılabilecek yurtiçi askeri operasyonlar da kolayca zemin bulma şansına sahiptir. En üst düzey komuta kademesi de bu planı tümüyle destekliyor. Ne gerekiyorsa yapmakta kararlı ve hazırlıklı olduklarını size söylememi bizzat Genelkurmay Başkanı Koray bana ifade etti.” Kısa bir sessizlik olmuştu. Bu ifade, çok açık olmamakla birlikte, gerekirse siyasi yönetime müdahale kararı alındığını ima etmekteydi. ‘Ne gerekiyorsa yaparız,’ denmişti. Hatta bu uğurda birkaç generali de feda edercesine, yargıya teslim etmişlerdi. Artık daha fazlasını istemeye gerek yoktu. “Pekâlâ Sayın Müsteşar. Ben ikna oldum. Eğer arkadaşlarım da kabul ederlerse mesele yok demektir. O zaman Cumhurbaşkanına da açıklamayı yaparsınız.” “Hiç merak etmeyin baylar. Bu aşamada, sadece Cumhurbaşkanı ile Başbakana bilgi verilecek. Her iki görüşmede de sizlerden birisinin bulunması gerekiyor. Bütün görüşmeler tarafımızdan kayıt altına alınacak ve size de birer kopyası verilecektir… Hem, bizim bir B planımız var, siz hiç merak etmeyin!” Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Çankaya Bembeyaz saçları oldukça seyrelmiş, altmış üç yaşındaki Orgeneral Koray, düşünceli bir halde karşısında oturmakta olan Cumhurbaşkanına, yaklaşık iki saatten beri, Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşları ile birlikte Deviniş Projesi’ni anlatıyordu. Orgeneral Koray derin bir nefes aldı ve sol eliyle kulak memesini kaşırken, Cumhurbaşkanına bakarak konuşmasına devam etti: “Bildiğiniz gibi, son yirmi yılda yaşanan gelişmeler Türkiye’yi çok tehlikeli bir noktaya getirmiştir. Bugün ABD ve İsrail ile bölgedeki çıkarlarımız çelişmektedir. Bu gidiş ABD ve İsrail ile doğrudan çatışmamız sonucunu da doğurabilir. Zaman zaman da PKK nedeniyle çatışmanın eşiğine geldiğimiz malumunuzdur. Gene malumunuz olduğu üzere, ABD senatosu Ermeni yasa tasarısını da onaylamış bulunuyor. Türkiye her taraftan kıstırılmaya çalışılıyor. Günümüzdeki bazı operasyonlar da bizi içten yıkmaya yöneliktir. Bunu çözmenin de kolay bir yolu yoktur... İnanın bana, başka çaremiz yok efendim. Artık Türkiye yerini tayin etmek zorundadır. Türkiye, düzenleyici bir ülke mi olacaktır, yoksa hedef ülke mi? Biz diyoruz ki, gelin tarihteki yerimizi cesurca alalım. Dünya için düzenleyici bir ülke olalım. İşte, Türkiye’nin asıl yeri burasıdır. En sonda söyleyeceğim şeyi şimdi söylüyorum: Ya onurumuzu ve bütünlüğümüzü kaybetmeyi göze alacağız, ki bu 119 büyük bir hata olur ya da projeye bütün samimiyetinizle destek vereceksiniz. Ya parçalanarak küçülüp marjinal hale gelmemek için var gücümüzle mücadele ederken gittikçe zayıflatılacağız ya da bu proje sayesinde dünyanın en saygın ülkesi olarak gururla tarihteki yerimizi alacağız. Bu eşi bulunmaz bir fırsattır. Size, hiç tereddüt etmeden, hemen tensip buyurmanızı samimiyetle öneriyorum Sayın Cumhurbaşkanım.” Profesörler de sırası geldikçe konuya girerek projenin teknik ayrıntılarını anlatıyorlardı. Fakat Genelkurmay Başkanı İlhami Barış hiç konuşmadan oturuyor, sadece dinlemekle yetiniyordu. Bir heykel gibi soğuk yüzünde çok sert ve kararlı bir ifade vardı. Yaklaşık iki ay sonra, Ağustos’ta görevini Orgeneral Safa Ilgın Koray’a bırakarak emekli olacaktı. Bu yüzden toplantıda inisiyatifi tamamen Orgeneral Koray’a bırakmayı tercih etmişti. Cumhurbaşkanı sordu: “Peki ama hiç riski yok mu bu projenin? Ya başarısız olursa... Bütün sorumluluk benim ve hükümetin üzerinde kalır, kabak da başımızda patlar. Değil mi?” Bu kez MİT müsteşarı Erol Tan cevapladı: “Bu, sonun başlangıcı olur efendim. Kaçınılmaz bir sonun öne alınmış başlangıcı demek daha doğru olur. Bu proje büyük bir risktir. Doğru... Fakat bildiğiniz gibi büyük kazançlar her zaman büyük risklerin arkasında yer alır. Burada da kazanç çok, ama çok büyüktür efendim.” Orgeneral Koray: “Türk Silahlı Kuvvetleri için başarısız olmak diye bir şey yoktur Sayın Cumhurbaşkanım. Bu bir savunma harekâtıdır. Bir var oluş savaşıdır. Bir kurtuluş mücadelesidir. Savunma denince Türk askeri ve halkı bir bütündür. Tarihte de mucizeler yaratmıştır.” Gözlerini kısarak konuşulanları sessizce dinlemekte olan iri yarı, göbekli danışman söze girdi: “Siyasiler hayır derse ne olur, bir öngörünüz var mı?” Genelkurmay Başkanı: “Evet, var tabii... Söylemeye dilim varmıyor ama çok kötü şeyler olur efendim. Bu bizim riskimizi azaltmaz, aksine daha da arttırır. Türkiye çok zor günler yaşar ve bölünme sürecine girebilir. Silahlı Kuvvetlerimiz ise, buna asla izin vermeyecektir.” Cumhurbaşkanının yüzü asılmıştı. Kaşlarını çatarak Genelkurmay Başkanına bir bakış fırlattıktan sonra önündeki dosyaya bakarak konuştu: “Neyi ima ettiğinizi anlıyorum Sayın Genelkurmay Başkanım. Gene anlıyorum ki, komutanlar bu işte oldukça kararlı. Onlara hak veriyorum aslında... Silahlı Kuvvetlerimiz uzun süredir büyük bir baskı altında. Bunu biliyoruz ve hiçte hoş olmayan bu durum bizi de son derece üzmektedir... Peki, Sayın Başbakan nasıl karşıladı? Onun kararı ne yöndedir, söyleyebilir misiniz?” Orgeneral Koray cevap verdi: “Bildiğiniz gibi sizden önce Sayın Başbakanı ziyaret ettik ve üç buçuk saatlik bir görüşmeden sonra sanırım ikna oldu efendim. Muhalefet liderlerine bilgi verilmesi gerektiğini, ancak bunun sizin davetinizle köşkte yapılacak bir toplantıda olması gerektiğini düşünüyor. Aksi halde, sıkıntı doğacağını söylüyor. Kesin kararını yarın köşkte yapılacak olan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında açıklayacağını ve sonucu resmileştireceğini söyledi efendim. Ancak, bizce muhalefet liderlerine şimdiden bilgi vermek çok riskli olur. Bunu, operasyona sadece birkaç saat kala yapmalısınız.” 120 “Çok güzel. Ben de bu gece dosyayı tekrar inceleyeceğim ve biraz daha düşüneceğim. Yarınki MGK toplantısında konuyu tek gündem maddesi olarak ele alacağız. Orada bir sonuca bağlarız inşallah.” Müsteşar Tan: “Sayın Cumhurbaşkanım, haddim olmayarak hatırlatmama lütfen izin veriniz efendim; bu dosyayı şimdilik sizden başkası okuyamaz, not alınamaz, kopyası çıkartılamaz. En üst düzey gizlilik kurallarına tabidir ve Kozmik devlet sırları kategorisindedir efendim.” “Teşekkür ederim Sayın Müsteşar. Dosyanın üzerinde de yazıyor zaten. Bunun hayati bir konu olduğunun farkındayım. Merak etmeyiniz.” Toplantı bitiminde gazetecilere bilindik, kısa bir açıklama yapılmış, Cumhurbaşkanı ile PKK terörü konusunda genel bir değerlendirme yapıldığı bildirilmişti. Fakat basın organları, bunun darbe iddialarıyla ilgili bir toplantı olduğu yorumunu yapmıştı. Cumhurbaşkanı, o gece Başbakanı Köşke davet etmiş ve birkaç saat baş başa görüşmüşlerdi. Ertesi gün Çankaya Köşkü, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en uzun MGK toplantısına ev sahipliği yapmıştı. Toplantı tam dokuz buçuk saat sürmüştü. Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşları da toplantının ilk altı saatlik bölümünde davetli uzman olarak yer almışlardı. Rusya Federasyonu Başbakanı Pushkin, Deviniş Projesi’ni öğrenip, uzun görüşmeler sonunda ikna olduktan sonra, hem Türkiye’ye samimiyetini göstermek hem de ileriye yönelik pürüzleri ortadan kaldırmak için bazı kararlar almıştı. Geçmişte zaman zaman ABD ve İsrail politikalarına karşı, onların planlarını bozmak için, PKK’yı kullanmak zorunda kaldıklarını ve şimdi bundan dolayı üzgün olduklarını da Türk heyetine açık yüreklilikle bildirmişti. “Bu çirkin politik oyunlara da son vermesi açısından projeyi çok değerli buluyoruz ve destekliyoruz. Çünkü dünya bunu hak ediyor,” demişti. Fakat projeyi maskelemek için, bu dostluğu olabildiğince gizli tutarak, zaman zaman da Türkiye’ye karşı düşmanca tavırlar sergilemekten geri kalmıyorlardı. Bu gelişmelerin hepsi MGK toplantısında ele alınmış, Japonların ve Rusların sağladığı destek yanında, diğer bazı dost ülkelerin destekleri de değerlendirilmişti. İstanbul SKS Sayısal Kontrol Sanayi binasındaki laboratuvarlarda uydu silahlarıyla ilgili imalat çalışmaları çok olumlu ve programa uygun gidiyordu, hatta bu yüzden tempo biraz düşmüştü. Profesör Güreli, ekibini canlı tutmak ve tempoyu yükseltmek için onları yönlendirmeye çalışıyor, sık sık toplantılar yaparak çalışanları motive ediyordu. Profesörün odasındaki toplantıdan henüz çıkmış olan Selçuk, kendisine bir telefon çağrısı olduğunu bildiren anonsu duyduğunda, koridordaydı. “Herhalde gene Jülide’dir,” diye düşünerek hemen odasına yöneldi. Cep telefonları engellendiği için tüm çalışanlar santral aracılığıyla görüşme yapabiliyordu. “Alo, ben Selçuk, kim arıyor?” “Ben Namık. Hatırladın mı? Geçenlerde aradığın kitabı buldun mu diye sormak için aramıştım. Ben de almaya karar verdim de...” “Hayır, daha bulamadım Namık, bulunca seni arar, haber veririm.” 121 “Teşekkürler Selçuk, görüşürüz.” “Görüşürüz,” dedi ve telefonu kapatırken kalbinin hızlı atmaya başladığını hissetti. “Önemli bir şey var ki, beni görüşmeye çağırıyorlar.” Saatine baktı, mesai bitimine daha bir saat vardı. Hemen işine devam etmek üzere laboratuvara döndü. Bir buçuk saat sonra Selçuk, Taksim’deydi. Sıraselviler Caddesindeki kitap satıcısına yöneldi ve ‘Dünyanın Geleceği’ adlı kitabı sordu: “Kalmadı beyefendi, az önce sonuncusunu biri aldı.” Bu cevap, Yıldırım Bey’in geldiği ve içeride olduğu anlamına geliyordu. Kapıya yöneldi. Dış kapı kendiliğinden açıldı. İkinci kata geldiğinde çelik kapı gene kendiliğinden açıldı ve Selçuk içeriye girdi. Arkasından kapının kapandığını ve otomatik olarak kilitlendiğini duydu. “Böyle geliniz Selçuk Bey,” diyen Yıldırım Bey’in sesini tanıdı. Koridoru geçerken bir odada, masanın etrafında oturan üç kişi gördü, bunlardan birisi Yıldırım Beydi. Odaya girdi ve kendisine gösterilen iskemleye oturdu. Yıldırım Bey diğer iki kişiyi tanıttıktan sonra konuya girdi. “Selçuk Bey, bir yerden bilgi sızdı. Durum kritik. Bizim ne yaptığımızı birileri anladı. Bu kaynağı derhal engellemeliyiz. Sizi bunun için çağırdım.” “Benden mi şüpheleniyorsunuz?” “Siz farkında olmadan bir bilgi açık etmiş olabilirsiniz veya kız sizin evinizdeyken bir şekilde bir belge filan görmüş olabilir mi, diye sormak istiyoruz.” “Hayır, böyle bir şey mümkün değil! Eve hiçbir evrak götürmem. Zaten yasaktır. Kendim de, siz ne söylediyseniz o bilgileri aktarıyorum sadece.” “Size bir şey içirdiği ve sonrasında uyumuş olduğunuz veya kendinizi hatırlamadığınız bir durum oldu mu?” “Yani bana ilaç vermiş olabileceğini mi söylüyorsunuz? Olamaz, böyle bir şey olsaydı anlardım. Kesinlikle hayır.” “O zaman sizden kan ve idrar örneği almamızda bir sakınca yoktur herhalde, izin verir misiniz?” “Gayet tabii, alabilirsiniz.” Oturanlardan biri çantasını açarak gerekli aletleri ve küçük bir cam şişe çıkardı. Selçuk kolunu sıvadı ve kan almalarını izledi. Sonra da tuvalette bir miktar idrarını kendisine verilen şişeye doldurdu. Kan ve idrarı alan adam izin isteyerek, Selçuk’un saçından bir tel keserek aldı. Özel bir tüp içine bir miktar da tükürük örneği alarak odadan ayrıldı. “Bu günlerde dikkatini çeken bir şey oldu mu?” diye sordu Yıldırım Bey. “Hayır, ilginç bir şey olmadı. Siz bilgi sızdığını nereden anladınız?” “Bizim de karşı tarafı dinleyen ekiplerimiz var. Henüz bu bilgi merkezlerine ulaşamadı, eksikleri var. Tamamladıktan sonra sanıyoruz ki, bilgi Amerika’ya uçacaktır. Tabii biz bunu engelleyeceğiz. Buna mecburuz.” Sohbet yaklaşık bir buçuk saat sürmüş, bu arada Yıldırım Bey pizza sipariş etmiş ve hep birlikte yemişlerdi. Bir süre sonra: “Sonuçlar geldi Yıldırım Bey.” Yıldırım Bey gelen kâğıtları alıp dikkatle okudu. “Evet, temizsin, bir şey yok. Sızıntı başka yerde olmalı. Teşekkür ederim Selçuk, bu önlemler hepimizin güvenliği için, biliyorsunuz.” 122 D-140 Otoyolu, Ankara Esenboğa havaalanına bağlanan otoyol üzerinde, orta şeritte seyretmekte olan TIR, yaklaşık 20 metre uzunluğunda, egzozu baca şeklinde yukarı yükselen bir devdi. Orta yaşlarda, siyah saçlı, ablak suratlı, esmer ve göbekli bir adam olan sürücüsü araçta yalnızdı. Güneş gözlüklerinin takmış, ağzındaki çikleti çiğnerken sanki kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Kemancı konuşuyor, üçüncü bölüme geçiyorum. Tempo yetmiş.” Gözlüklerinin sapındaki bir mikro vericiden sadece kendisinin duyabildiği bir ses ona yanıt verdi: “Anlaşıldı Kemancı, aynen devam et, çok iyi gidiyorsun, orkestra şefi tamam.” Dev araç otoyolda havaalanı istikametinde normal bir hızla ilerliyordu. Az sonra gözlüklü sürücü gene kendi kendine konuşur gibi mesaj veriyordu: “Dördüncü bölümdeyim, Kemancı tamam.” “Işıkçı konuşuyor. Biraz geridesiniz.” “Beşinci bölümde tempoyu yüze çıkartın, tamam.” “Anlaşıldı şef.” “Davulcu hızlandı. Hemen arkasındayız, tempo yüz on.” “Şefiniz konuşuyor, şimdi allegro geçeceğimiz yere geliyoruz, yüz yirmiyi geçince es vereceğiz. Salon Amiri, arka kapılar kapansın, tamam.” Bu emirden hemen sonra, bir kilometre geride, iki jandarma aracı yolu kesmiş, trafiği durdurmuşlardı. “Sahne yukarıdan nasıl gözüküyor ışıkçı?” “Her şey yolunda şef, arka kapılar kapandı, problem yok, tamam.” Yükseklerde uçan işaretsiz bir helikopter, uzaktan kontrol ve bilgi verme görevini yapıyordu. Biraz sonra telsizlerden tekrar sesler duyuldu. “Gitarist konuşuyor, tempo yüz kırk oldu. Es verme zamanı, tamam.” “Onaylıyoruz. Işıkçı tamam.” “Onaylandı. Kemancıyı yönlendirin. Kontrol sende, orkestra şefi, tamam.” Bu son anonstan birkaç saniye sonra Siyah bir S350 Mercedes otomobil, orta şeritteki dev TIR’ı solluyordu. TIR’ı geçmeye henüz başlamıştı ki, tam bu sırada Kemancının kulağında Işıkçının heyecanlı sesi yankılandı: “Kemancı! Şimdi! ES! ES!” Dev kamyon ani bir hareketle sol şeride doğru kaydı ve aynı anda sert bir fren yaptı. Sıkışan Mercedes’in sürücüsü frene basmakta çok geç kalmıştı. Refleks olarak direksiyonu sola çevirdi, fakat önce soldaki korkuluklara çarparak savruldu ve hızla dev aracın altına girdi. Mercedes’in üst kısmı tamamen parçalanmıştı. Dev aracın altına sıkışmış halde sürükleniyordu. Nihayet TIR durduğunda, hurdaya dönmüş olan Mercedes’in enkazı da hâlâ TIR’ın altındaydı. TIR sürücüsü, kilosuna rağmen oldukça çevik bir hareketle kamyondan atladı ve arkaya doğru koştu. Elinde büyük bir çekiç vardı. Gözlüklerini çıkarttı ve araçtakilerin yaşayıp yaşamadıklarını kontrol etmek için TIR’ın altına girdi. Başsız vücutları görünce yüzünü buruşturarak döndü, çekicini TIR’ın takım çantasındaki yerine koydu, güneş gözlüklerini taktı ve tekrar kendi kendine konuşmaya başladı: “Kemancı konuşuyor, davul patladı, ritim durdu! Tamam.” 123 Çevreden bazı insanlar kaza yerine koşuştular. Herkesin dikkati Mercedes’deydi. Bu sırada kaza yerinin 200 metre gerisinde gri bir panelvan sağa yanaşarak durdu. Güneş gözlüklü sürücüsü, son mesajı dinledikten sonra derin bir nefes aldı ve sakin bir sesle konuştu: “Konser bitti, orkestra gidebilir. Kemancı kalsın, tamam.” Bu sesin sahibi Yıldırım Beyin ta kendisiydi. Yaralılara yardım için gelenlerden birisi TIR sürücüsüne hiç bakmadan, kazazedelere bakıyormuş gibi yaparak sürücünün elindeki siyah gözlüğü aldı. Kimseye bir şey fark ettirmeden uzaklaştı. Operasyon başarıyla bitmişti. Böylece, projede kullanılacak olan uydu silahlarının ayrıntıları, tehlikeli ellere ulaşamadan karanlığa gömülmüştü. CIA casusu, MİT tarafından üç ay önce yoğun izlemeye alınmıştı. Ajan son günlerde önemli bilgilere ulaşmıştı ki, Amerika ile yaptığı bir telefon konuşmasında, “Bilgileri size bizzat ben getireceğim. Çünkü çok önemli olabilir,” anlamında şifreli bir takım sözler söylemişti. Türk istihbaratçıları Amerikalıların şifrelerini çözmüş ve uzun süredir mesajlarını dinlemekteydiler. CIA bunu henüz fark etmemişti. Jeffery’nin, bu bilgileri Amerika’ya götürmek üzere yola çıkacağı anlaşıldığında, MİT ve Askeri İstihbarat birimleri birlikte, bu Konser Operasyonu’nu düzenlemek zorunda kalmışlardı. Olay tamamen bir kaza olarak kayıtlara geçti. Yola fırlayan bir köpeğe çarpmamak için sola kaçan TIR’ın sıkıştırması sonucunda kaza meydana gelmişti. TIR sürücüsü TCK’nın 25/2 ve 27/2 maddelerine dayanılarak serbest bırakılmıştı. Fakat sızıntının kaynağı bulunamamıştı. Mercedes’in bagajındaki çantada bulunan evraklar ise MİT ajanları tarafından polis karakolunda değiştirilmişti. Sonra da bu evraklar ABD Türkiye Büyükelçisi’nin talebi üzerine, kendilerine teslim edilmişti. Bunlar, Türkiye’nin uzaya haberleşme uyduları yerleştireceğini gösteren evrak ve planlardı. Yani hepsi düzmeceydi. Beş ay sonra, CIA Merkezi, Langley CIA Operasyonlar Direktörünün başkanlığında Türkiye masası, Rusya masası ve Ortadoğu masası ekipleri ortak bir toplantı yapıyorlardı. CIA Başkan Yardımcısı Mackenzie de bir ara toplantıyı izlemek üzere gelmişti. Toplantının en önemli konusu, Rusya Federasyonu’nun yapacağı askeri tatbikatlardı. Bu tatbikatları izlemek ve doğru bilgi akışını sağlamak için programlar geliştirmekle meşguldüler. Türk uydularının fırlatılarak başarıyla yörüngelerine oturtulduğu bilgisinin alınması üzerine, Türkiye masası şefi bir plan yapmıştı. Toplantıdakilere anlatmaya başladı: “İran savaşının hazırlıkları nedeniyle, bizim bölgedeki uydularımızın görevlerinin çok önemli olduğunu ileri sürerek, bu tatbikatı izlemek için Türklerin yeni uydularından faydalanmak istediğimizi, uyduların bağlantı frekanslarını vererek verileri bizimle paylaşmalarının bizi çok memnun edeceğini filan bildirerek talepte bulunalım. Şu Japonların fırlattıkları yeni Türk uydularından bahsediyorum.” 124 Rusya masası şefi: “Bizim uydularımız bu tatbikatları bütün ayrıntılarıyla izlemeye yeterlidir. Bilgiyi niye Türklerle paylaşalım ki?” “Bak Sam, buna bir taşla iki kuş vurmak denir. Biz Türklerin yeni uydularından yararlanmak istediğimizi iletirsek Türklere bir yem atmış olacağız ki; kabul etmeleri büyük olasılıktır, bu durumda hem kendi uydularımızdan gelen bilgi ile Türk uydularını kıyaslayacağız hem de haberleşme sistemleri hakkında bilgi edinerek onları rahatça izleyebileceğiz. Kapasiteleri ve bütün özellikleri konusunda bilgi edineceğiz. Eğer kabul etmezler veya bir bahane ileri sürerlerse işin arkasında başka bir şeyler aramak lazım. Zaten bu uydular konusunda bize bilgi getirmek üzere olan bir adamımız beş ay önce bir kaza geçirerek öldü. Beş aydır da bu olay kafamı kurcalayıp duruyor.” “Anlıyorum tabii ama bu arada onlar da bizden faydalanmış olacaklar. Uydu verilerini değerlendirme konusunda gelişme sağlayacaklar, bir takım teknik bilgilerimizi de ele geçirebilirler, diye düşünüyorum.” Mackenzie müdahale etti: “Bu hiç endişe edilecek bir konu değil Sam. İçerde birkaç ‘düğme’ bulup onları harekete geçirerek, bir süre sonra onların uydularını saptırıp, amaç dışı hale getirebiliriz. Bu çocuk oyuncağı bizim için. Hatırlasana, Türklerin bir MERNİS projesi vardı hani, nasıl içine ettik o projenin. Hâlâ toparlayamadılar.” “Haklısınız Bay Mackenzie. O operasyonda iki ayrı kurum, vatandaşlara iki ayrı numara vererek işi berbat etmişti. Hah haa.. Çok zekice, gerçekten hâlâ toparlayamadılar. Bir iş, işte böyle sulandırılır! Hiç çaktırmadan. Bu aslında, literatüre geçecek kalitede bir operasyon örneğidir. Onları en az on yıl geciktirdik.” Operasyonlar direktörü, Mackenzie’ye hitaben, “Tamam! Anlaştığımıza göre, planı onayınıza sunuyorum efendim,” dedi. Moskova Moskova’da kış bitmemişti. Nisan ayı olmasına rağmen hâlâ her taraf bembeyaz bir kar örtüsü altındaydı. Kış mevsiminin her geçen yıl biraz daha uzun sürmesi, dünyanın iklim dengesinin bozulmasına bağlanıyordu. Muklevich-Pushkin yönetimi, ortak projenin uydudan atış denemelerinin Rusya Federasyonu’nda yapılmasına onay vermiş, havaların biraz düzelmesini beklemişlerdi. Japonlar üzerine düşeni yapmış, uydular on ay önce başarıyla yörüngelerine fırlatılmış, ilk testler (yörünge testleri) bitmişti. Şimdi sıra Ruslardaydı. Bu atış denemelerini maskelemek için de Rusya Federasyonu’nu oluşturan devletler, Uralların batı eteklerinde bir ortak askeri tatbikat yapma kararı almışlardı. Bu tatbikata Türk gözlemciler gizlice katılacaklardı. Aksi halde yabancı istihbarat örgütleri şüphelenebilirdi. Türk yetkilileri, Azeri Subaylar veya Türkmenistan ordusunun Generalleri gibi gösterilecekti. Tatbikata gidecek olan ekip, önce bu ülkelere gönderilmiş, orada bir süre kalmışlardı. Çünkü Türkmenistan ve Azerbaycan’dan hareketle Rusya’daki tatbikata gitmeleri daha uygun görülmüştü. Rusya Devlet Başkanı Muklevich’in görevlendirdiği bir temsilci, gelen heyeti hava alanında karşılamıştı. Misafirler, organizasyona uygun olarak otellerine yerleştirilmiş, akşam da bizzat Muklevich tarafından Kremlin Sarayı’na davet edilmişlerdi. Çok neşeli bir atmosferde geçen akşam yemeğinden sonra Pushkin askeri 125 tatbikatlarla ilgili bilgiler vermişti. Bu arada Türk misafirlere Azeri isimleriyle hitap edilmekteydi. Ertesi gün Moskova’dan hareketle, kuş uçuşu 1200 km. kuzeyde bulunan tatbikat bölgesine gidilecekti. Ural Dağları’nın batı eteklerinde yer alan bölge kısmen dağlık bir arazi idi ve tatbikat için ideal bir yerdi. Ankara Bakanlar Kurulu toplantısında, sondan bir önceki konu olarak Birleşik Devletlerin, Türk uydularından faydalanma isteği gündeme alınmıştı. Başbakan ve Dışişleri Bakanı’ndan başka, kabinede Deviniş Projesi’ni henüz bilen yoktu. Ulaştırma Bakanı ise uydulardan faydalandırma konusunda ABD’ye olumlu cevap verilmesi gerektiğini düşünüyordu: “Zaman zaman biz de onlardan bazı uydu bilgilerini aldık geçmişte. Bu gibi nedenlerle şimdi onlara hayır demek doğru olmaz,” dedi. Başbakan toplantıdan önce Dışişleri Bakanıyla ve Genelkurmay Başkanıyla yaptığı görüşmelerde konuyu bir karara bağlamışlardı. Zaten uyduları, bu tatbikat bahanesiyle Sibirya üzerine yönlendireceklerdi. ABD’ye olumlu cevap vermekle asıl hedeflerini daha iyi maskelemiş olacaklarını düşünmüşlerdi. Bu nedenle Amerikalılar bölgeye kendi uydularını yönlendirme fırsatını da kaybetmiş olacaklardı. Yani kendi oyunlarına gelmişlerdi aslında. Bu durum silahların gizlice deneme atışları yapması için büyük bir şanstı ve karar şöyle çıkmıştı: Amerikalılara olumlu cevap verilecek, fakat oyalama taktiği izlenecekti. Yani, birçok defa, onların bize yapmış oldukları gibi... Başbakan Eraslan: “Haklısınız Sayın Bakan, Birleşik Devletlere olumlu cevap vermeliyiz. Fakat daha hazırlık testleri sürüyor, personel de henüz hazır değil, şeklinde mazeretler dile getirin ve gene de isteklerini karşılamaya çalışacağımızı, bundan onur duyduğumuzu filan iletin lütfen. Yani tatlı bir şekilde oyalayın.” Moskova Heyet, Uralların eteklerinde yapılacak olan tatbikatı izlemek üzere Moskova’dan ayrılıyordu. Yerel iklime uygun giyinmişlerdi. Muflonlu kalın parkaları, içi muflonlu deri eldivenleri, kulaklarını da koruyacak şekildeki başlıkları, kar botları, kar maskeleri ve kar gözlükleri ile donatılmışlardı. Permskiy’e kadar uçakla, yolun kalan kısmını ise helikopterler ile gideceklerdi. Yola çıkmadan önce askeri organizatörler günün planını anlatmış, teçhizatı ve personeli kontrol etmişti. Saatler sonra tatbikat yerine ulaştıklarında, etrafı yüksek tepelerle çevrili ve tamamen karla kaplı olan büyük bir düzlükte askeri çadırlar kurulmuş, iki ayrı yerde portatif tribünler inşa edilmiş olduğunu gördüler. Etraftaki tepelerin eteklerinde ve yamaçlarında renk renk işaretlenmiş daire, üçgen ve kare şekiller göze çarpıyordu. Bunlar hedef olarak işaretlenmiş alanlardı. Hedef alanların içine aynı renkte boya ile numaralar yazılmıştı. Bazılarına da hurda tanklar ve eski araçlar yerleştirilmişti. Düzlükte bir de helikopter pisti yapılmıştı. Bir kenarda askeri ambulanslar dizilmiş, onların biraz ilerisine de jeneratörlerin yüklü olduğu kamyonlar yerleştirilmişti. Onların 126 arkasında da uydu haberleşme ve kontrol sistemlerinin bulunduğu karavanlar ile komutanlara ait karavanlar vardı. Önce üst düzey komutanlarla birlikte, bir çadırda yemek yemişler, sonra herkese sıcak içecekler ikram edilmiş ve tatbikatın izlenmesine geçilmişti. Tatbikatın bugünkü bölümünde birlikler mevzilerini oluşturmuş, sarma harekâtı uygulamış ve taktik geri çekilme manevraları yapmışlardı. Hava kuvvetleri de taktik destek uçuşları yapmışlardı. Alçaktan uçarak düzlüğü geçen savaş uçaklarının sesleri kulakları tırmalıyor, fakat askerleri de müthiş coşturuyordu. Tepelere doğru aniden yükseliyorlar ve gökyüzüne doğru bir füze gibi tırmanışa geçerek, ters uçuşla tekrar tatbikat bölgesine doğru, bu kez binlerce metre yükseklikten burgu hareketiyle dönerek dalışa geçiyor ve hedeflere maket bombalar bırakıyorlardı. Bazı uçaklar da, yüksekten uçuş sırasında ses hızını aşarak atmosferde gök gürlemesini andıran patlamalara sebep oluyorlardı. Ertesi gün gerçek mermiler kullanılarak piyade atışları ve topçu bataryalarının atışları gerçekleştirilecekti. İşte önemli bölüm buydu. Çünkü bu atışlar sırasında bazı hedeflere, topçu ateşiyle aynı anda uydudan UFY ile atışlar yapılacaktı. Ayrıca mekanize zırhlı birliklere PBDM uygulaması yapılarak etkileri ölçülecekti. O gece karavanlarda uyudular. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Rus General Dmitriy Ivanov gerçek atışlı tatbikatı başlatma emrini verdi. Topçu bataryaları bir tepenin arkasından, hedeflerini görmeden, verilen koordinatlara göre atışlarını yapıyordu. Yüzlerce toptan oluşan bu bataryaların hedefleri kırmızıyla işaretlenmiş alanlardı. Ateş başladığında bu alanlar bir anda hallaç pamuğu gibi oldu, kar tozları ortalığı bembeyaz yaptı. Göz gözü göremez oldu. Top sesleri sanki büyük bir makineli tüfek sesi gibi ardı ardına ve çok seri şekilde geliyordu kulaklara. Bu sırada birkaç yüz metre yanda mevzilenen ağır tanklar da Görerek Atış’a başlamıştı. Onların hedefleri de mavi ile boyanmış alanlardı. Tanklar nokta atışı yapıyorlar ve tüm mavi işaretli alanları darmadağın ediyorlardı. Kırmızı ve mavi alanlar arasında bir de sarı boyalı, daire şeklindeki alanlar vardı. Bu dairelerin ortasına eskimiş hurda tanklar ve zırhlı araçlar yerleştirilmişti. Her birinin üzerinde sarı ile boyanmış kocaman numaralar vardı. Karavanlardan birindeki Türk operatörlerin telsiz konuşmaları üst düzey Subayların olduğu tribüne yansıtılmaya başlamıştı. Konuşmalar Rusça yapılıyordu. Türk operatörlere yeminli tercümanlar yardımcı oluyordu. “Sansarlar hazır, koordinatlar girildi. Tamam.” “Ateşe başlayın!” “Sansar1, hedef sarı-sekiz, ateş!” “Sansar2, hedef sarı-beş, ateş!” ... Her komuttan bir süre sonra sarı alanda söylenen numaraya sahip bir hedef yok oluyor ve bir patlama duyuluyordu. Diğer tank ve topçu ateşleri nedeniyle bu patlamalar gürültüye karışıyor ve heyet dışında kimse ne olduğunu fark edemiyordu. Dikkatli gözlem yapan birisi bazı hedeflerin yok olduğunu fark edebilirdi şüphesiz. Fakat mermilerin patladığı yerlerde havalanan kar bulutları her şeyin üzerini örterek hedeflerin boyalı alanlarını bile görünmez hale getirmekteydi. O hedeflerin de kar tozlarıyla örtüldüğünü, hatta kara gömüldüğünü düşünmek doğaldı. İzleme kurulu her şeyi dikkatle takip ediyordu. Özel bir personel grubu da ayrıntıları kaydediyor ve rapor oluşturmak amacıyla tüm bilgileri topluyordu. Atışlı tatbikat bir buçuk saat sürmüş, bütün hedefler vurulmuş, yirmiden fazla hedef yok olmuştu. 127 Yörüngede dolaşan uydulardan altısı da denenebilmiş, her uydu görüş alanına girdiğinde atış yaptırılmış, uydular sabit yörüngede olmamalarına rağmen ilk denemede 23’te 21 isabet kaydetmişlerdi. Sonuç mükemmeldi. Üzeri tenteli türbinde, General Yaşarov (Profesör Celal Yaşlıkaya) ağzı kulaklarında, sonuçtan çok memnun bir halde diğer konuklarla sohbet ederken, kahvelerini yudumluyorlardı. Tatbikat sona erdiğinde, Profesör Yaşlıkaya dramatik bir sesle konuşmaya başladı: “Bir an için bu mermilerin üzerimize geldiğini düşündüm ve büyük bir dehşete kapıldım baylar. Bomba sesleri bu kadar uzaktan bile tüylerimin diken diken olmasına yetti. Savaş çok vahşi, adaletsiz, acımasız ve korkunç bir olay... Kesinlikle engellenmesi gerektiği kararında son derece haklı olduğumuza ve ne pahasına olursa olsun bunu yapmamız gerektiğine bir kez daha yürekten inandım. İnsanlar öldürmeye değil, yaşatmaya kafa yormalı artık... Bu saçma sapan kavgalar ve cinayetler de kesinlikle bitmeli. Buna harcanan paralara da çok yazık doğrusu, çok aptalca,” diyordu. Bir sonraki gün atışlar devam edecek ve uydular tekrar denenecekti. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Bu sırada bir Subay tribünlerin arkasındaki yamaçtan aşağıya doğru, karların içerisinde, telaşla ve güçlükle koşuyordu. Bulunduğu yere yaklaşık beş yüz metre uzaklıktaki tribünlere ulaşmaya çalışıyordu. Düşe kalka nihayet Generallerin olduğu tribüne ulaştı ve tatbikatı yöneten Orgeneral Aleksandr Dmitriy Ivanov’a bir selam vererek, nefes nefese konuşmaya başladı. Prosedür gereği, tercümanlar hemen çevirdiler: “Özür dilerim Komutanım. Acil bir durum var! 28.Tank Tümeni durdu. Aldığım bilgilere göre bütün tanklar birden bozulmuş komutanım. Telsizleri bile çalışmıyormuş! 16.Mekanize Tümen de aynı durumda. Sizinle telsiz bağlantısı da kuramadığım için koşarak geldim. Tekrar özür diliyorum. Fakat bilmediğimiz bir şeyler oluyor komutanım. Tatbikatı erteleyelim mi?” “Sakin ol yoldaş! Durumdan haberimiz var. Derhal görevinin başına dön!” Orgeneral Ivanov, hayretten gözleri açılmış ve hızlı hızlı nefes almakta olan Binbaşıyı şaşkın bir durumda geri göndermişti. Çünkü bu olayın PBDM’nin denenmesinden kaynaklandığını biliyordu. Deneme süresinin kısa tutularak olayın dillenmemesini istediği için, PBDM etkisi sadece on dakika ile sınırlı tutulmuştu. Binbaşı geri döndüğünde her şeyi normale dönmüş halde buldu. Artık, uydular tamamen göreve hazırdı. Operasyon her an başlatılabilirdi. Fakat diğer ülke liderleriyle görüşmeler devam ediyordu. Olabildiğince çok destek almak isteyen Türkiye, operasyonu iki üç ay kadar erteleyerek görüşmeleri hızlandırmayı ve işi daha sağlıklı bir ortamda yapmayı tercih etmişti. Kesinlikle yüze göze bulaştırılmaması gereken bir operasyondu ve sadece silahların etkili olması yeterli değildi. Destek şarttı. Türkler ve müttefikleri, diğer ülkeleri ikna etmek için PBDM silahının bir prototipini gösteri amacıyla kullanıyorlar, böylece liderleri etkileyebiliyorlardı. Fakat sadece PBDM’yi gösterebiliyorlardı. Foton silahını tanıtım amaçlı olarak kullanmak çok riskliydi. Bu silahı da belge ve DVD kayıtlarından tanıtıyorlardı. Ruslar ve Japonlar da doğruluğunu onaylıyorlardı. 128 18 Ağustos, Ankara Operasyonun başlamasına sadece iki gün kalmıştı. Üç Profesör sık sık yaptıkları gibi Yaşlıkaya’nın evinde toplanmışlar, son durumu gözden geçiriyorlardı. Günlerdir ülke ülke dolaşmışlar, sonra Türkiye’deki yetkililerle toplantılar yapmışlar, üçü de oldukça yorulmuştu. Şimdilik her şey yolunda gözüküyordu, fakat gene de bir aksaklık olursa diye ödleri kopuyor, her şeyi defalarca gözden geçiriyorlardı. Bu sırada, beklenen İran savaşı da patlak vermiş ve ABD başta olmak üzere çıkar anlaşması yapmış olan emperyalist güçler, gece gündüz İran’ı bombalamaya başlamışlardı. ABD ve İngiltere, Büyük Avrasya Projesini gerçekleştirmek üzere Afganistan ve Irak’tan sonra, İsrail’i de yanlarına alarak, Birleşmiş Milletlerin itirazlarına karşın, bu kanlı savaşı Ortadoğu’da ısrarla sürdürüyorlardı. İran’a ilk saldırı, İsrail uçakları tarafından başlatılmış ve nükleer tesisler ile en kritik yerler vurulmuştu. İran da bu saldırılara İsrail’e füze atarak karşılık verince, iddiaya göre, Amerikan ve İngiliz askerleri de zarar görmüştü. Bu senaryo sonucu ABD ile İngiltere, İran’a karşı savaşa girerek, on gün süre ile gece gündüz, askeri ve sivil tesisleri havadan ve denizden bombalamışlar, sonra da 450 bin kişilik büyük bir orduyla, ortak kara harekâtına başlamışlardı. Bu harekâtı kolaylaştırmak için Türkiye’ye de baskı yaparak, Doğu Anadolu’ya asker sokmuşlar ve İran’ı iki cepheden birden sıkıştırıyorlardı. Önce İran’a saldıran, daha sonra Lübnan’ı ve Filistin’i tamamen işgal ederek, Hamas ve Hizbullah örgütünü de büyük ölçüde etkisizleştirmiş olan İsrail, bu sırada Suriye’yi vuruyordu. Tüm dünyanın uyarılarına kulak asmamış ve bildiklerini okumuşlardı. Ortadoğu tamamen karışmış, Irak ve Ürdün bölünmüş, ortalık kan gölüne dönüşmüştü. Türk hükümetine öylesine büyük bir baskı yapılmıştı ki, hükümet ABD askerlerinin Anadolu’ya gelmesi için gereken teskereyi çaresizce çıkarmak zorunda kalmıştı. Aslında bu da, mevcut operasyon planını gizlemek için alınmış taktik bir karardı. Türkiye ve müttefikleri, teskereye onay verilmezse ABD’nin şüpheleneceği veya İran operasyonunun başka yollardan yapılarak kontrolünün zorlaşacağı savıyla teskerenin çıkarılmasının iyi bir taktik olacağını kabul etmişler, bu yüzden Türkiye’ye, teskereyi onaylamasını tavsiye etmişlerdi. Sonuçta teskere TBMM’de kabul edilerek ABD askerlerinin Doğu Anadolu’ya gelmesine onay verilmişti. Oysa ABD’nin Türkiye üzerindeki planları da, Ortadoğu’daki planları da artık biliniyordu. Arap ülkeleri birbirine düşürüldükten sonra, bölgede İsrail büyük bir yer edinecek, bir Kürt devleti kurulacak ve İsrail daha güçlenmiş bir halde Ortadoğu’da söz sahibi olacaktı. Bu amaçla yıllardır bazı ülkelerin altı oyuluyordu. Plan bu idi. Ancak Türkiye ve müttefiklerinin planı, bu oyunu bozacak, Amerika ve İsrail’in katliamlarını önleyebilecek tek çözümdü. Yaşlıkaya, şifreli kilidini açarak çantasından bir dosya çıkardı ve arkadaşlarına anlatmaya başladı: “Arkadaşlar, bugün çok özel bir istihbarat raporu geldi. Amerikalıların uzayda yeni bir silah sistemi varmış. Daha doğrusu önceden açıklanmış olan bu silah sistemini nihayet gerçekleştirmişler ve çalışır duruma getirmişler. Fakat bu çok gizli bir bilgiymiş ve SVR’den MİT’e ulaştırılmış. Raporda yazdığına göre bu silahları ABD’de bile sadece birkaç kişi biliyormuş ve çok gizli tutuluyormuş! Hatta şu füze kalkanı projesi bile, bunu gizlemek için uydurulmuş paravan bir proje imiş. Ruslar da bunu yutmuş gibi yaparak Amerikalıların bu gizli silahları bilmediklerini sanmalarını sağlıyorlarmış. Yani, eski KGB taktiği.” “Vay canına! Bu silahlar ne tip silahlarmış Celal?” diye sordu Güreli. 129 “Lazer topları... ABD bu silahlarla uydularımızı yok edebilirmiş.” “Haa, şu yıldız savaşları projesi. Bunu yapmışlar demek. Bunu bilmemiz çok iyi oldu Celal. Peki, bu silahları tesirsiz hale getirebilmek için hangi uydular olduğunu ve yörüngelerini bize bildirmişler mi?” “Evet dostum. Liste burada. Ruslar nasıl yapmışlarsa, bunları bir şekilde ele geçirmişler, bir kopyası da Genelkurmayda. Operasyonu buna göre programlamalıyız.” Aslında o gece profesörler güzel bir uyku çekmeyi planlamışlardı. Operasyon başladığında, bir daha ne zaman uyuyabilecekleri hiç belli değildi. Fakat listeyi incelerlerken yanıldıklarını anladılar. Az sonra Yaşlıkaya’nın eşi, omuz hizasına tutmakta olduğu telefonu hoş bir tavırla sallayarak odaya girdi ve kaşlarını kaldırıp, sorar gibi bakışlarla seslendi: “Seni gene Adalet Bakanlığından arıyorlar Celal.” 20 Ağustos, Ankara, Akşamüstü (Kozmik Operasyonun başlamasından bir gün önce) Kozmik Operasyonunun başlamasına saatler kala, Profesör Yaşlıkaya bazı eşyalarını almak ve eşiyle vedalaşmak üzere evine gelmişti. Korumasıyla şoförü dışarıda beklerken eve girdiğinde hem heyecanlı hem de gergindi. Önce duşa girerek sıcak suyun altında bir süre hareketsiz durup, kaslarını rahatlattı. Banyodan çıkıp, giyindikten sonra, eşiyle birlikte operasyon öncesi son akşam yemeğini yerlerken konuya girdi: “Bak Mefkûre, sana önemli bir şey söylemeliyim. Ben bu akşam Ender ve Aydın ile birlikte, çok önemli bir toplantı için Adalet Bakanlığında olacağım. Dünya için çok önemli bazı olaylar ve gelişmeler olabilir. Bu gece Türkiye tarihi bir girişimde bulunacak. Bu projede ben, Ender ve Aydın birlikte yer alıyoruz. Ne zaman döneceğim hiç belli olmaz. Sen evden hiçbir yere ayrılma ve kimseye de bir şey söyleme. Televizyonu sürekli açık tut. Gelişmeleri televizyondan takip edersin. Olur mu hayatım?” Yaşlıkaya Genelkurmay yerine Adalet Bakanlığında olacağını, güvenlik gereği olarak, özellikle söylemişti. Kurallar gereği böyle bilinmesi gerekiyordu. “Neler oluyor Celal? Seni hiç bu kadar heyecanlı görmemiştim. Lütfen bana doğruyu söyle, tehlikeli mi?” “Yıllardır gizlice hazırlandığımız büyük bir projeyi bu gece başlatacağız. Bu çok gizli ve büyük bir projedir. Bu yüzden sana bile şimdiye dek bir şey söyleyemedim. Bugün en önemli gün. Senden ricam, gece yarısına kadar kimseyle konuşma. Hatta telefonları bile açma. Döndüğümde, sana her şeyi etraflıca anlatacağım. Beni iyice anladın mı Mefkûre?” “Anladım hayatım. Peki, beni merak etme. Evden çıkmayacağım ve kimseyle konuşmayacağım. Söz. Fakat ya çocuklar ararsa?” “Onlarla da gece yarısına kadar konuşma, lütfen... Daha sonra arar ve durumu anlatırız. Tamam mı?” “Tamam Celal. Merak etme, tamam. Haydi, başarılı olun inşallah. Tanrı sizleri korusun. Benim yapabileceğim bir şey var mı?” “Teşekkür ederim hayatım. Sen bir tanesin. Bizlere telefonla ulaşamayabilirsin. Aramaya kalkarsan endişelenme diye söylüyorum. Bulunduğumuz yerde telefonla- 130 rımız çalışmıyor olacak. Ben şimdi gitmeliyim… Ha, dışarıdaki korumalar bu gece eve kimseyi sokmayacaklar. Bu geçici bir güvenlik, endişelenme olur mu?” “Celal, siz bu gece ne yapacaksınız Allah aşkına? Bak şimdi daha çok endişelendim. Beni merakta bırakma lütfen!” “Bu gece hayatım, savaşı durduracağız. Gerisini sana sonra anlatırım. Hiç merak etme ve sadece izle. Söylediklerimi de unutma. Haydi, hoşça kal bir tanem.” Yaşlıkaya tedirginleşen ve şaşırmış durumdaki eşine sarılıp onu öptükten sonra çantasını ve küçük valizini alarak evden ayrılmış ve operasyon merkezine gitmek üzere kapıda bekleyen otomobilin yanına gelmişti. Büyük gün gelmiş çatmıştı. Dünyayı yeniden düzene sokacak olan Kozmik Operasyon birkaç saat sonra başlamış olacaktı. Korumalardan biri sordu: “El çantanızı da bagaja koymamızı ister misiniz efendim?” “Hayır, yanımda dursun. Teşekkür ederim.” Yaşlıkaya’nın çantasında operasyonla ilgili prosedür yönergeleri, uydu koordinatları, resmi yazışmalar, anayasa taslağı ve diğer uluslarla yapılan sözleşmelerin kopyaları vardı. Bunlar çok önemli evraklardı ve Yaşlıkaya onları gözünün önünden ayırmıyordu. Genelkurmay Başkanlığı binasına gitmek üzere yola çıktılar. Aynı dakikalarda Profesör Güreli ve Profesör Göktuna da hazırlıklarını tamamlamış, yola çıkmak üzereydiler. Profesör Güreli İstanbul’dan gelmiş ve MİT Müsteşarının evinde kalıyordu. Göktuna ise, evinden çıkıyordu. Son anda aklına önemli bir şey gelmiş gibi kapıda durdu ve onu uğurlamak üzere bekleyen eşine döndü. “Bak, az daha unutuyordum. Orada cep telefonu filan yasak olduğu için, gitmeden önce Selçuk’la bir konuşmak istiyorum.” diyerek tekrar içeri girdi ve oğlunu aradı. Selçuk İstanbul’daki evindeydi. “Nasılsın oğlum?” “İyiyim baba. Bugün bizi neden eve gönderdiler, anlayamadım doğrusu? Neler oluyor baba?” “Birkaç gün dinlenin diye oğlum. Çok iyi çalıştınız da ondan. Hem artık projenin sonuna geldik neredeyse.” “Haydi bakalım, öyle olsun… Biz de yedik bunu!” “Jülide nasıl? İyi gidiyor mu?” “Nasıl olacak ki baba? İkimiz de rolümüzü gayet güzel yapıyoruz işte.” “Üzülme oğlum, bir gün her şey yoluna girer elbet. Şu anda aranızda bir sorun yok değil mi?” “Hayır baba, her şey rutin.” “Çok iyi, çok iyi… Ben bir toplantıya katılacağım. O nedenle kapatmak zorundayım. Ha, bu gece televizyonda bir röportajım yayınlanacak. İzlersin.” “Tabii baba, hangi kanalda?” “Galiba TRT’de. Gece yarısından sonra…” “Tamam baba. Geç bir saat, ama izleyeceğim.” “Hoşça kal oğlum. Annen de, ben de seni öpüyoruz.” Her şeyin yolunda olduğunu öğrenmek, Göktuna’yı biraz daha rahatlatmıştı. Yaşlıkaya, tarifsiz bir heyecan içerisinde otomobilin arka koltuğunda otururken, önünden geçtikleri bir duvar panosunun üzerinde, annesinin elinden tutan önlüklü bir çocuk resmi gördü ve o anda yüzünde sıcak bir tebessüm dolaştı. Gördüğü resim bir banka reklamıydı. Fakat Yaşlıkaya’ya çocukluğunu ve ilkokula 131 gittiği o siyah önlüklü günlerini anımsatmıştı... O günlerde ilkokul öğrencileri siyah önlük giyer ve beyaz yaka takarlardı. Celal çok hareketli, hiperaktif bir öğrenciydi. Bir gün öğretmeni Melek Hanım, başka bir öğrencinin yaptığı bir kabahat nedeniyle Celal’i suçlamış ve onun yaptığını sanarak ceza vermişti. Celal buna çok üzülmüş ve ertesi gün okula gitmek istememişti. Annesi ona okula gitmesi gerektiğini, gitmezse arkadaşlarından geri kalacağını, güzelce anlatmış, öğretmenlerin de hata yapabileceğini, ama onun çalışarak tekrar öğretmenin gözüne girebileceğini, o zaman öğretmenin onu affedeceğini ve daha çok seveceğini uzun uzun açıklamıştı. Celal’in kendisini kurtarmak için öteki arkadaşını ele vermemesini de takdir etmişti. Küçük Celal bu sözlerden gururlanmış ve kendine güveni artmıştı. Artık başarmaya daha da hazırdı. Yaşlıkaya şimdi, dünyayı baştan aşağıya değiştirecek olan bir projenin yaratıcısı olarak, düğmeye basılmasına saatler kala çocukluğunu, rahmetli annesini ve ilk öğretmenini anımsıyordu. “Melek öğretmen hâlâ hayatta mı acaba?” diye düşündü. Bir ara onu ziyaret ederek elini öpmek iyi olurdu, çok uzun zamandır ziyaretine gidememişti. Operasyondan sonra bunu yapmayı çok istiyordu. Bir de annesi ve babasının mezarlarını ziyaret etmeyi... Daha sonra, gençlik günlerini düşünmeye başladı. Lisenin hazırlık sınıfındaydı. En yakın arkadaşları Aydın ve Ender ile çok güzel bir gruptular. Sınıfın en çalışkan ve en başarılı üç öğrencisi olmuşlar, her zaman birlikte eğleniyor, birlikte ders çalışıyorlardı. Aynı sınıfta Mefkûre adında çalışkan ve sevimli bir kız daha vardı. Böylece “çalışkan dörtlü” olmuşlardı. Ertesi yıl, birinci sınıfa başladıklarında Celal, bu güzel ve sempatik kıza âşık olmuştu. Kız ise ona hiç ümit vermiyordu. Başlangıçta platonik olarak gelişen bu duygular giderek ilerlemiş ve bu kız onun için artık her şey demek olmuştu. Gece gündüz onu düşünmekten derslerini aksatmaya başlamış, notları düşmüş, öğretmenleri de kızmaya başlamışlardı. Bu durum aylarca sürmüş ve o yıl sınıfını zorlukla geçebilmişti. İkinci sınıfa başladığında karşılıksız aşkı da sürüyordu. Artık, derslere ilgi göstermediği için sık sık öğretmenleri tarafından azarlanıyordu. Hatta birkaç kez dersten bile atılmıştı. Her geçen gün kötüye gitmekteydi. Baskılardan çok sıkılmış, delikanlılık çağının psikolojik çalkantıları içerisinde öğretmenlerine ters cevaplar vererek onlara karşı gelmeye ve sık sık sürtüşmeye başlamıştı. Bulundukları ünlü okulun kurallarına göre bir öğrenci başarısız veya uyumsuz olursa okuldan ayrılması isteniyordu. Aksi halde disiplin kurulu kararıyla okuldan atılabiliyordu. Okul yönetimi bu gibi durumlarda çok katı idi. Celal, zaten iki defa disiplin cezası almıştı. Ara tatilde kötü bir karne alınca velisi okul yönetimi tarafından çağırılarak, çocuğun başka bir okula alınması önerisi yapılmıştı. Babası Celal’in aslında başarılı bir çocuk olduğunu, durumunu düzelterek sınıfını geçebileceğini, bunun geçici bir sorun olduğunu söylediyse de, okul yönetimi ikna olmamış ve asi davranışları yüzünden okuldan ayrılmasında ısrar etmişlerdi. İşte tam bu sıralarda sevdiği kız, aşkına cevap vermiş, nihayet Mefkûre’ye kavuşabilmişti. Artık her fırsatta görüşüyor, hatta flört ediyorlardı. Fakat şimdi de Celal’in okuldan ayrılması gerekiyordu. Sonuçta okuldan atılmaktansa, kendisi ayrılarak başka bir liseye gitmek zorunda kalmış, arkadaşlarından ve Mefkûre’sinden yeniden ayrılmıştı. Eskisi gibi birbirlerini her gün göremiyorlar, Ender ve Aydın ile de daha az beraber oluyorlardı. Bu durum Ender ile Aydın’ı da çok üzüyordu. Bir gün bir kafeteryada oturup konuşmuşlardı. Yanlarında Mefkûre de vardı. O gün Ender, Aydın ve Mefkûre, üçü birden okullarından ayrılarak Celal’in gittiği okula geçme 132 kararı almışlardı. “Bu bencil yönetim alsın okulunu başına çalsın. Bizler bir arada olmalıyız,” diyerek yönetime karşı bir tepki vermişler, katı kurallara isyan ederek okullarından vazgeçmeyi ciddi şekilde kafalarına koymuşlardı. Bunu ailelerine söylediklerinde ortalık karışmış, evlerde sanki savaş çıkmış, büyük münakaşalar ve kavgalar günlerce sürmüş ve sonunda aileler pes etmek zorunda kalarak karara boyun eğmişlerdi. Yıl bitiminde üçü de diğer okula geçmişlerdi. Eski okullarından ayrılırlarken, sınıf arkadaşlarıyla da vedalaştıktan sonra bahçedeki spor sahasını çevreleyen tel örgünün üzerine, yönetime mesaj gönderen küçük bir pankart asmayı da ihmal etmemişlerdi. Pankartın üzerinde şunlar yazılıydı: Bugün doğru bildiğimiz, yarın yanlış olabilir. Kurallar bizi esir alırsa, biz de onları değiştiririz. Bu satırların altında üçünün de ismi yazılıydı. Aslında okuldan ayrılmış olmasalardı, yaptıkları bu hareket onların kovulmalarına yeterdi. Yaşlıkaya, otomobilin arka koltuğunda bunları düşünürken yüzündeki hafif tebessüm devam ediyordu. Fakat gözleri çakmak çakmak olmuş, sabit gözlerle sanki geleceğe bakıyordu. “Şimdi, üçümüz birlikte, dünyadaki bütün bencil kuralları kökünden değiştirmeye gidiyoruz. Demek ki bunu yapmayı daha o yıllarda istemişiz… O zaman büyüklerimiz bizi isyankar olarak tanımlamışlardı… Doğruydu!.. Bizler gerçekten isyankardık. Hâlâ da öyleyiz. Az sonra dünyaya ve bu acımasız, çarpık düzene isyan edeceğiz. Zamanı geldiğinde cesaretle isyan edebilmek de gerekir. Hatta bu bazen kaçınılmaz olabilir. Mustafa Kemal de bir isyankârdı. Eğer olmasaydı, şimdi biz de olmazdık...” “Geldik efendim.” Yaşlıkaya sürücünün sesiyle irkilerek düşüncelerinden koptuğunda otomobilin durmuş olduğunu fark etti. Genelkurmay Başkanlığı’nın ziyaretçi kapısı önünde otomobilden indiğinde saatler 22.00’yi gösteriyordu. Koruması eşliğinde kapıya gelen Yaşlıkaya içeri girerken, esas duruştaki nöbetçiler hemen selam duruşuna geçmişlerdi. Bir Albay kendisini kapının hemen girişinde karşıladı ve yol göstererek onu uzun birkaç koridordan geçirdi. Asansörün önüne geldiklerinde Albay elektronik kartını kullandı ve duvardaki panelde bir şifre tuşladı. Albay, asansörün kapısını açtıktan sonra, “Sayın Profesör, lütfen C düğmesine basın, sakın başka bir düğmeye basmayın efendim. Çünkü izinsiz girişlere karşı, kabinde alarm düzeneği bulunuyor. Asansör durunca sizi karşılayacak olan Subayı takip edin. İyi akşamlar efendim,” diyerek Yaşlıkaya’yı asansöre bindirdi. Kabin kapısını kapattıktan sonra belindeki küçük bir telsiz cihazını eline alarak mesajını iletti: “Altı’dan Merkeze. Pen-1 giriş yaptı, tamam.” “Anlaşıldı Altı, Merkez, tamam.” Kabin on kişiyi rahatça alabilecek büyüklükte ve iyi bir havalandırma sistemine sahipti. Asansörün kumanda panelinde A, B, C, D, E, F şeklinde altı düğme vardı. Yaşlıkaya C düğmesine bastığında asansörün yukarı değil de aşağıya doğru hareketlendiğini görerek biraz şaşırdı. İniş oldukça uzun sürmüştü. “Yerin bir hayli altında olmalıyım,” diye düşündü. Nihayet asansör durduğunda kapı dışarıdan açılarak ciddi ifadeli bir yüz göründü. “Bu taraftan Profesör Yaşlıkaya, lütfen beni izleyiniz.” Subay, elindeki telsizle misafirin tünelde olduğunu bildirdikten sonra üzerinde sürücüsüyle birlikte beklemekte olan üstü açık, küçük arabalardan birine doğru 133 yürüdü. Bulundukları yer bir metro istasyonunu andırıyordu. Fark sadece raylar yerine beton bir zeminin olmasıydı. Etrafta silahlı nöbetçiler vardı. Dört kişilik akülü araç hafif kavisli ve yarı aydınlık bir tünelde hızla ilerlerken, Yaşlıkaya oldukça şaşırmış bir ifadeyle yanındaki Subaya sordu: “Neredeyiz Albayım?” “Gizli Harekât Merkezi’ne gidiyoruz Profesör.” “Daha var mı?” “Yeraltından yaklaşık iki dakika kadar gideceğiz Profesör. Şunu söylemek isterim ki, buraya giren ilk sivilsiniz efendim.” “Şeref duydum Albayım. Başbakan filan buraya hiç gelmediler mi?” “Hayır efendim. Başbakanımız ve diğer siviller de ilk kez bu gece yarısında gelecekler. Biz öncelikle sizi ve diğer bilim adamlarını karşılamak üzere talimat aldık efendim.” Akülü araç tünelin genişleyerek bittiği bir meydanda durdu. Tam önlerinde başka bir asansörün çelik kapısı görünüyordu. Araçtan iner inmez Albay çevik bir hareketle asansörün kapısını açtı. “Buradan devam edeceksiniz Profesör.” Yaşlıkaya’ya tekrar C düğmesine basmasını söyleyen Albay, onu asansöre bindirdikten sonra aynı araçla geldikleri yöne doğru yola çıktı. Yaşlıkaya, C düğmesine bastığında asansörün tekrar aşağı hareketiyle, “Ooo daha da derine gidiyoruz,” diye düşünerek asansörün durmasını beklerken heyecanı bir kat daha artmıştı. Bu sırada kabin kapısının içeriden açılmayacak şekilde yapıldığını fark etti. Albay kendisini asansöre bindirirken kapıyı dış taraftaki bir kolu çekerek açmıştı. İçerde ise hiçbir kol yoktu. Birkaç saniye sonra asansör durduğunda kapı gene dışarıdan açıldı ve bu kez gülümseyen bir subay tarafından karşılandı. “Harekât Merkezi’mize hoş geldiniz Profesör Yaşlıkaya, lütfen beni izleyiniz.” Burası oldukça loş, yüksek tavanlı, altıgen şeklinde ve oldukça geniş bir yerdi. Aslında bir salon demek daha doğruydu. Taş duvarların önünde, her iki yanda birer metre ara ile dizilmiş silahlı muhafızlar hiç kımıldamadan, sert bir ifadeyle nöbet tutuyorlardı. Tam karşıda iki kanatlı büyük bir çelik kapı ve önünde nöbet tutan iki subay görünüyordu. Sol ve sağ duvarlarda başka kapılar da vardı. Karşılama görevlisi olan Albay, Profesöre bilgi vermeye başladı. “Şu anda giriş holündeyiz Profesör. Soldaki kapı görevli personelin odalarına ve dinlenme yerlerine açılır. Sağ tarafta ise mutfak, depolar ve yemekhaneler bulunuyor. Asansörün hemen yanındaki şu kapı tuvaletlere ve banyoya açılır. Diğer kapı da enerji dairesine açılmaktadır. Biz karşıdaki büyük kapıdan gireceğiz Profesör.” Yaşlıkaya Pentagon’u anımsatmak istercesine: “Burası Hexagon olmalı...” dedikten sonra: Size bir şey soracağım Albayım. Asansörlerde altı düğme vardı. Yeraltında başka katlar da mı var?” “Hayır efendim. Asansörler sadece giriş katı, tünel ve bu kat arasında çalışır. Diğer düğmeler güvenlik amacıyla konmuştur. İzinsiz giriş yapılırsa veya doğru düğmeye basılmazsa kabin kilitlenerek alarm verir. Doğru düğme, her kullanımda değiştirilmektedir. Ayrıca kabin içerisini görüntüleyen gizli kameralar var. Daha başka güvenlik önlemleri de var, fakat bunları söylemeye yetkim yok efendim.” “Anlıyorum Albayım, teşekkür ederim.” Albay önde profesör arkada, kapıya doğru ilerlediler. Onlar yaklaştığında nöbetçiler büyük çelik kapının kanatlarını kendilerine doğru çekerek açtılar ve selam duruşuna geçtiler. “Bu 30 cm. kalınlıktaki çelik kanatların elle açılabilmesi için 134 hidrolik bir sistemle destekleniyor olması gerekir,” diye düşündü Yaşlıkaya. İçeriden gün ışığı renginde, kuvvetli bir ışık koridora vurmuştu. Şimdi karşılarında oldukça büyük, aydınlık ve ferah bir salon vardı. İçeride yapılan anonslar, kapılar açıldıktan sonra dışarıdan da duyulmaya başlamıştı. Ortadaki oldukça uzun, U şeklindeki masanın etrafında birkaç general yer almışlardı. Masanın kısa kenarının dış tarafında sadece iki koltuk bulunuyordu. Burası Cumhurbaşkanı ile Başbakana ayrılmıştı. Çoğu koltuk henüz boştu. Masaların üzerine çeşitli aperatif yiyecekler ve içecekler yerleştirilmiş, birkaç da çiçek vardı. Tatbikat kıyafetlerini giymiş olan subaylar ayağa kalkarak ilk sivil misafirlerine hoş geldiniz dediler ve Yaşlıkaya’ya yerini gösterdiler. Masaların üzerine herkesin oturacağı yeri belirten, küçük karton isimlikler yerleştirilmişti. Salonun bitişik iki duvarı şeffaf polikarbondan yapılmıştı. 40 mm kalınlıktaki polikarbon levhanın özelliği, çok sağlam, cam gibi saydam ve kurşun geçirmez olmasıydı. Şeffaf duvarların arkasında operasyon kontrol merkezi ve çalışan personel görülebiliyordu. Diğer iki duvarda ise dev ekranlar ve haritalar takılıydı. Bulundukları salonda üç adet kamera ile görüntüler kayıt ediliyordu. Polikarbon duvarın arkasındaki operasyon bölümünde ise daha çok sayıda kamera vardı. Profesör Yaşlıkaya kendisine gösterilen yere oturduktan sonra çantasından çıkardığı dosyaları masanın üzerine yerleştirdi. Bu sırada diğer iki profesör de birkaç dakika ara ile salona girmişlerdi. Biraz sonra üç profesör yan yana oturmuş heyecanla sohbet ederlerken yanlarına gelen Hava Kuvvetleri Komutanı onlara çikolata ikram etti. “Çikolatanın sakinleştirici bir etkisi olduğu söyleniyor. Bu nedenle bugün çikolata ikram ediyoruz baylar... Lütfen alın.” Yaşlıkaya gülümseyerek, çikolatadan bir parça alırken, “Teşekkür ederiz Komutan, gerçekten de çikolatanın içerisinde bulunan phenethylamine maddesinin, beyindeki serotonin seviyesini yükselterek insanları sakinleştirdiği, stresi azalttığı ve mutluluk hissi verdiği, çeşitli bilim adamları tarafından ileri sürülüyor. İşte şimdi bunu test etmenin tam zamanı,” dedi. Kısa süren çikolata sohbetinden sonra Komutan, onları diğer Subaylarla tanıştırdı. Yaşlıkaya zaten çoğunu tanıyordu. Sonra da operasyon merkezini gezdirmeyi teklif etti. Profesörler memnuniyetle kabul ettiler. Polikarbon duvarın arkasındaki bölümde yaklaşık iki yüz civarında asker ve sivil personel hazırlık çalışmaları yaparken, onları rahatsız etmeden aralarında gezindiler. Komutan, merkez hakkında ayrıntılı bilgiler verdi, cihazların özelliklerini ve operasyonların nasıl yapılacağını da kısmen anlattı. Yaşlıkaya bir ara sordu: “Burası ne zaman yapıldı Generalim?” “Çok eski değil Sayın Yaşlıkaya. Fakat bu güne kadar varlığını çok az kişi biliyordu. Görevli Subay ve nöbetçiler bile burasının nerede olduğunu bilmezler. Gözleri bağlı olarak ve sizin geldiğinizden farklı bir yoldan getirilip götürülmekteler.” “Ya, çok ilginç Generalim, tıpkı filmlerdeki gibi.” “İnşallah bu operasyon başarıyla bittikten sonra burası artık bir sır olmaktan çıkacak ve belki de kapatılacak baylar.” “Bence bu merkez, ileride askeri bir müzeye dönüştürülebilir Komutan. Ne de olsa burası artık tarihi bir yer olacak.” Bu sırada yapılan bir anons dikkatlerini çekti. Anonsları bayan subaylar yapıyordu. 135 “Dikkat, alçak yörüngelerdeki iki uydumuzun on bin kilometredeki yersabit yörüngeye çıkartılması operasyonu on dakika sonra tamamlanmış olacaktır. Görevli personel test için hazır olsun.” Salonda heyecan son haddine varmış, sinirler iyice gerilmişti. Buna rağmen üst düzey subaylar gayet sakin görünmeye çalışıyorlardı. Biraz sonra, “Dikkat, yüksek yörüngedeki TR11A ve TR12A uydularımızın 10.000 km.deki yeni yörüngelerine yerleştirilme operasyonu başarıyla tamamlanmıştır.” Bu anonstan sonra bir grup görevlinin avuçlarını birbirlerinin avuçlarına vurarak küçük bir kutlama yaptıkları görüldü. Anonslar birbiri ardına sürüyordu. “Sayın Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız şu anda köşkte büyükelçilerle görüşme halindeler. Görüşmelerin az sonra bitmesi bekleniyor.” Profesörler hazırlıklara ve planlamaya hayran kalmışlardı. Komutana teşekkür ederek yerlerine döndüler. Bu sırada diğer katılımcılar ve ülke temsilcileri de birer ikişer merkeze gelmeye başlamış, salon gittikçe kalabalıklaşıyordu. Düğmeye basılmasına yaklaşık on dakika kaldığında, operasyon merkezi oldukça hareketlenmiş, Türkçe ve İngilizce olarak yapılan anonslar da artmıştı. “Dikkat, alçak yörüngedeki TR13A ve TR14A uydularımızın 10.000 km.deki yersabit yörüngelere yerleştirilmesi operasyonu başarıyla tamamlanmıştır.” İçeride kısa bir alkış sesi operasyon bölümünü dolaşırken, şeffaf duvarın diğer tarafındaki komutanların yüzünde heyecanla karışık bir memnuniyet ifadesi okunuyordu. Bu sırada başlayan yeni bir anonsla herkes susmuştu: “Dikkat, Sayın Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Safa Ilgın Koray merkezimize giriş yapmışlardır. Sefa geldiniz Sayın Genelkurmay Başkanım.” Genelkurmay Başkanı Koray salona girdiğinde tüm subaylar ayağa kalkarak selam vermiş, Koray da onları selamladıktan sonra profesörlerin yanına giderek her üçünün de teker teker ellerini sıkarken, bütün gerginliğe rağmen onlarla şakalaşmıştı. Bir ara Yaşlıkaya’ya hitaben: “Küçük mağaramızı beğendiğinizi umarım Sayın Yaşlıkaya. Her şey hazır. Sonuç iyi olacak inşallah!” demişti. Yaşlıkaya da gülerek şöyle cevapladı: “Bizler bundan eminiz ve sizlere güveniyoruz Komutan.” Safa Ilgın Koray bir süre profesörlerle konuştuktan sonra yerine oturmamış, bazı generallerle konuşarak kapının iç tarafında ayakta beklemeye başlamıştı. Bu sırada beklenen son misafirlerin de geldiği yapılan anonsla duyuruldu. “Dikkat! Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımız merkezimize şu anda giriş yapmak üzereler.” Salon kapıları açıldığında, Cumhurbaşkanı ile Başbakan birlikte içeri girmişler, Genelkurmay Başkanı Koray onları kapıda selamlayarak karşılamıştı. Sonra da başbakan yardımcıları, bazı bakanlar ve diğer devlet görevlileri toplu halde salona girerek yerlerini almaya başlamışlardı. Bu sırada salondaki herkes ayağa kalkmış, General ve subaylar selam vaziyetine geçmişlerdi. Cumhurbaşkanı ile Başbakan kendilerine ayrılan özel yerlerine oturmuşlardı. Herkes yerini aldıktan sonra Genelkurmay Başkanı da Başbakanın sağındaki yerine oturmuştu. Genelkurmay ikinci başkanı toplantı masası ile kapı arasındaki geniş alanın tam ortasında yerini almış, yüzündeki çok ciddi bir ifadeyle esas duruşta bekliyordu. Onun hemen arkasında da üç emir subayı esas duruştaydılar. Çelik kapılar kapatılmıştı. Orgeneral Koray yanındaki Kuvvet Komutanları ile kısa bir konuşma yaptıktan sonra saatine bakarak ayağa kalktı ve U şeklindeki masanın açık olan kenarından 136 orta boşluğa girerek Cumhurbaşkanı ile Başbakanın tam karşısında vaziyet alıp başıyla bir selam verdikten sonra konuşmaya başladı. “Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başbakanım, Türk Silahlı Kuvvetleri Kozmik Operasyon için her kademesiyle hazır ve emrinizdedir. Bir dakika sonra operasyonu başlatmak üzere, şu anda son defa emir ve müsaadelerinizi bekliyoruz. Saygılarımla arz ederim.” Bu sözler üzerine Cumhurbaşkanı ve Başbakan ayağa kalktı. Bir saniye sonra salondaki herkes ayaktaydı. Salona büyük bir sessizlik hâkimdi. Cumhurbaşkanı Güney gür bir sesle konuşmaya başladı: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin her zaman olduğu gibi bu görevi de üstün bir başarıyla ve hizmet aşkıyla, en iyi şekilde yerine getireceğine olan güvenimiz tamdır. Bu operasyonun amacı sadece Türkiye’mizi kurtarmak değil, tüm insanlığa yeni ufuklar açmaktır. Bu nedenle tüm dünya insanları için hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum. Anayasamızın bana verdiği yetkiyle ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanı olarak, Kozmik Operasyonu başlatma emrini veriyorum... Yetki sizindir Sayın Genelkurmay Başkanım. Başlayabilirsiniz.” Arkasından, Başbakan Eraslan da kısa bir konuşma yaptı: “Ben de milletimiz, dünyamız ve tüm insanlık için hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum Sayın Genelkurmay Başkanım. Operasyonu başlatabilirsiniz.” Prosedür gereği, son kez onay almış olan Genelkurmay Başkanı, başıyla tekrar bir selam verdikten sonra topukları üzerinde döndü ve ortada selam vaziyetini alan Orgeneralin karşısına geçti. Başıyla selam hareketi yaptıktan sonra heyecanlı bir sesle: “Kozmik Operasyon başlasın!” diyerek tarihi emri verdi. Salonda çıt yoktu. Emri alan Genelkurmay ikinci başkanı da “Baş üstüne Sayın Genelkurmay Başkanım!” diyerek sol ayağının topuğu ile sağ ayağının burnu üzerinde zarif bir hareketle dönerek şeffaf bölmenin arkasındaki operasyon merkezine doğru hızlı adımlarla yürüdü... 137 3 Washington D.C’nin 250 km. Güneybatısı, Yerel Saatle 17.30 (Operasyonun başladığı dakikalar) Yüksek tel örgülerle çevrili askeri bölgede, göstermelik binalarının çevresinde, kapalı otoparklar, bir helikopter pisti ile dev uydu antenleri ve çeşitli vericiler vardı. Çok sayıdaki silahlı nöbetçiler tarafından çevresinde kuş uçurtulmayan bu binaların altında ise çok daha büyük bir yapılanma bulunuyordu. Yüzden fazla personelin çalıştığı yeraltındaki büyük yapının eksi üçüncü katında sosyal tesisler ve yemekhaneler vardı. Onun altındaki katta bulunan ana kontrol merkezi ise gayet iyi düzenlenmiş, çok büyük bir salondu. Düzgün sıralar halinde, yan yana ve art arda dizilmiş olan elektronik sistemlerin üzerindeki yüzlerce ekranda renkli ve değişik görüntüler vardı. Kontrol merkezine bitişik olan kayıt odalarında ise çok sayıda kayıt cihazları ve server üniteleri sürekli çalışıyor, yirmi dört saat hiç durmadan kayıt yapıyorlardı. Başlarında telsiz kulaklıkları takılı olan beyaz önlüklü onlarca sivil ve asker üniformalı personel, günde dört vardiya halinde dönüşümlü olarak görev başındaydılar. Burası NSA tarafından yönetilen, diğer güvenlik örgütlerine, askeri haber alma, CIA ve federal yönetime bilgi sağlayan önemli bir uydu kontrol ve izleme merkeziydi. Bir başka katta ise uydulardan ve diğer istasyonlardan gelen bilgiler konuya göre tasnif edilerek nanoteknolojik bilgisayarlar tarafından dosyalanıyor ve raporlar çıkarılıyordu. Beş ülke ile direkt bağlantısı olan bu sistem, uydular ve diğer ülkelerdeki istasyonları aracılığı ile, tüm dünyayı izleyip dinleyebiliyordu. Öyle ki, şu anda hangi uçakla, kim, nereye uçuyor anında bilebilmek, telefon, faks, elektronik posta, para hareketleri ve bankacılık işlemleri, hatta kredi kartları hareketleri gibi her türlü iletişimi de buradan kontrol edebilmek mümkündü. İşte bu merkez, beş ülkede daha istasyonları bulunan, çok gizli ECHELON sisteminin (küresel siber istihbarat ağı) ABD’deki ana üslerinden biriydi. Saat 17:42’yi gösterirken üzerinde ‘Middle East’ yazılı masadaki ekranda SATELLITE ERROR yazısı yanıp sönmeye başlamıştı. İlgili teknisyen hemen klavyenin tuşlarına basarak duruma müdahale etti. Ancak uyarı ışığı yanıp sönmeye devam ediyordu. Az sonra duvardaki dev panonun üzerindeki birkaç noktada daha kırmızı ışıklar yanıp sönmeye ve tiz bir bip sesi kesik kesik duyulmaya başlamıştı. Birkaç saniye sonra da onlarca ekranda birden aynı tip uyarı ışıkları belirdi. Birdenbire içeride bir panik başladı. “Bu da ne böyle! Bu lanet uydulara bir şeyler oluyor!” “Sistemde bir arıza var. Müdürü çağırın. Hemen!” “Lanet olsun, B38-X’i kaybettik!” “ZET19 ile SAX12’yi de kaybettik. Neler oluyor?” “Arkadaşlar sistem çöküyor. Dikkat edin!” “Lanet olsun, KH11 de gitti!” 138 “Diğer istasyonlarla iletişim kurun. Acele edin!” İstasyon vardiya müdürü Donald Howe da bu sırada yanlarına gelmişti: “Neler oluyor çocuklar?” “İki uydumuzun Ortadoğu üzerindeyken bağlantısı koptu efendim. Sonra da alçak yörüngedeki diğer bütün uydularımız birer birer ölmeye başladı. Askeri haberleşme uydularımız da gidiyor, sistem çökmek üzere.” “Kahretsin, bu bir saldırı olabilir. Bana hemen NASA direktörünü bağlayın.” Bir dakika içinde NASA Direktörü Mark Grayson telefonun öteki ucundaydı. Howe, kafasındaki telsiz kulaklığa bağlı çubuğun ucundaki mikrofon aracılığı ile konuşuyordu. “Mark, burada bazı uyduları kaybettik. Sizde durum nasıl? Ortadoğu ile bağlantınız var mı?” “Durum vahim Donald! Biz de alçak yörüngedeki tüm uydularımızı kaybettiğimizi bir dakika önce fark ettik. Olacak şey değil! Aklımı kaçırmak üzereyim! Bana başka bir şey sorma. Üzerinde çalışıyoruz.” Grayson telefonu hemen kapatmıştı. İstasyon müdürü daha da heyecanlı bir sesle: “Bana hemen NSA direktörünü bulun çocuklar!” “Efendim, Oramiral Charmer hatta. Sizi istiyor.” “Donald Howe, sizin için ne yapabilirim Amiral?” “Howe! Ortadoğu ile bağlantımız kesildi. Gemilerimizle ve ordularımızla iletişim koptu! Orada neler oluyor?” “Biz de bunu araştırıyoruz Amiral. Bazı uydularımız devre dışı kaldı. Nedenini henüz bilmiyoruz. NASA da bilmiyor. Araştırıyoruz efendim.” “NASA ile ben de görüştüm. Şu an, savaşın ortasında bok gibi kaldık. Nedir bu lanet durum, hiçbir fikriniz yok mu?” “Şu anda hayır demek zorundayım efendim. Bu bir saldırı olabilir diye düşünüyorum. İzin verirseniz araştırmaya devam edeceğim Amiral.” Charmer ani bir şekilde telefonu kapatmıştı. “NSA direktörü hatta efendim.” “Sayın Direktör, alçak yörüngedeki uydularımız ile tüm bağlantımız koptu. Birdenbire sanki yok oldular. Sebebini araştırıyoruz. Sistem neredeyse çöktü. NASA direktörü ile görüştüm. Onlar da ne olduğunu bilmiyorlar ve araştırıyorlar. Sizi bilgilendirmek için aradım.” “Az önce Pentagon’dan da aradılar Howe. Kötü bir durum bu... Bana üç dakika içinde düzeldi mesajınızı iletmezseniz, ulusal alarm vereceğim. Bu süre içinde de Başkan Owner ile görüşüyor olacağım. Anladınız mı?” “Çok iyi anladım Sayın Direktör. Bence hemen ulusal alarm verebilirsiniz. Beklemenize hiç gerek yok. Çünkü ben bunun bir saldırı olduğunu düşünüyorum. Hayır, düzeltiyorum; bundan eminim efendim.” Gizli Harekât Merkezi Ankara, 03.30 (Operasyonun başlamasından üç saat sonra) Ankara’da, günün ilk saatlerinde başlatılmış olan Kozmik Operasyon dikkatle sürdürülüyordu. Üç saat önce düğmeye basılmış, uydulardaki silahlar devreye girmiş ve ilk hedef olarak Ortadoğu bölgesi seçilerek PBDM uygulanmış, bu sıra- 139 da casus uyduların hepsi UFY ile vurularak yok edilmişlerdi. Aynı anda İran saldırısına destek veren kuvvetler ile savaş gemileri PBDM etkisine alınmıştı. Akdeniz’in doğusu, İran, Irak, Suriye, İsrail, Basra Körfezi ve civarındaki bölgeler PBDM etkisindeydi. ABD’nin, bölgede bulunan 6. ve 7. filolara bağlı tüm gemileri durmuş, karanlıkta ve şaşkın bir durumda çaresizce bekliyorlardı. İncirlik’teki Amerikan üssü de Türk askerleri tarafından sarılmış ve dışarıyla bağlantısı kesilerek, tüm personeli tesirsiz hale getirilmişti. USS Louisiana denizaltısı PBDM’ye rağmen Kaptanın becerikliliği sayesinde dalabilmiş ve şimdilik kurtulmuştu. Irak’taki ve Doğu Anadolu’daki Amerikan ve İngiliz kuvvetleri ise tamamıyla pasivize olmuştu. Şimdi diğer bölgelerden gelmesi muhtemel olan karşı saldırıları önlemek için hazırlıklar yapılmaktaydı. Bu arada Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ye de PBDM uygulanması gerektiği değerlendirilmiş, bu amaçla uydulardan ikisi uygun yörüngelerde hazır durumda bekletilmekteydi. Ortadoğu’nun hemen sonrasında da Atlantik ve Pasifik üzerinde PBDM etkisi başlatılmıştı. Böylece Birleşik Devletler ve İngiltere tamamen kuşatılmış durumdaydı. Türkler, ABD ve İngiliz topraklarına, mecbur kalmadıkça PBDM uygulamamaya özen gösteriyorlardı. Çünkü, PBDM uygulanırsa, halk perişan olacak, bu ülkelerde hayat duracaktı. Türkiye çok gerekmedikçe, halkları sıkıntıya sokmak istemiyordu. Gizli harekât merkezinde Cumhurbaşkanı ve Başbakan da dâhil olmak üzere, önemli bir kalabalık vardı. Kapılar bir açılıp bir kapanıyordu. Özel görevli Subaylar durmadan evrak getirip, götürerek hızlı adımlarla girip çıkıyorlardı. Duvardaki dev elektronik panolarda çeşitli bilgiler sürekli akıyordu. Uydu izleme ve yönlendirme sistemi de karşı duvardaki iki dev ekrandan gözlenebiliyordu. Ekranlardan birine operasyon bölgesinin uydudan alınan görüntüleri yansıtılmıştı. Diğerinde ise hedef koordinatları, atış açısı, uydu yörüngesi, atış mesafesi, atmosfer bilgileri gibi değerler gösteriliyordu. Salondaki kameralar her şeyi, sesli olarak kayıt altına alıyordu. Şeffaf bölmenin arkasındaki operasyon bölümünde kalabalık bir askeri ve sivil görevli grubu çalışıyor, hepsi de önlerindeki monitörlerden gözlerini ayırmadan, kulaklıklarından işittikleri talimatları dikkatle uyguluyorlardı. Gerginlikleri bölmenin arkasından bile anlaşılabiliyordu. Bu ekip altı adet uyduyu, uydulardaki silahların teknik ayarlarını, hedefe yönlendirilmelerini, hedefle silah arasında başka cisimler olup olmadığını, hedeflerin konumu ve durumunu aralıksız takip ediyordu. Konuşmalar, başlarındaki kulaklıklı telsiz mikrofonlar aracılığı ile toplantı salonuna aktarılıyor ve toplantıdakiler de ilgiyle dinliyorlardı. Bu sırada karşı harekât da başlamıştı. Gözcüler, uydulardaki süper optik gözler sayesinde kritik bölgelerdeki bütün hareketleri rahatça izleyebiliyorlardı. Bu sırada yapılan bir anons herkesi susturmuştu: “Uyarılarımıza rağmen Ortadoğu üzerinde uçmakta olan dört sivil uçak, operasyonun ilk dakikalarında PBDM etkisine girerek maalesef düşmüştür. Uçaklardan ikisinin İsrail’e ait olduğu ve Akdeniz’e düştüğü, diğer uçakların Alman ve İngiliz havayollarına ait olduğu yolunda bilgiler alınıyor.” Bu haber, karargâhtaki herkesi üzmüştü. Birkaç saniye süren derin bir sessizlik oldu ve anonsların tekrar başlamasıyla tüm görevliler yeniden hareketlendiler. “36 uçak İngiltere’den havalandı, 03.37” “Radara yakalanmayan 6 insansız uçak daha havada, 03.40” “12 uçak Fransa’dan kalktı, 03.44” “20 uçak Almanya’dan havalandı, 03.46” 140 “Dünyadaki tüm orduların alarm durumuna geçtikleri bildiriliyor.” “Havadaki uçak sayısı 115 oldu. Akdeniz üzerinde birleşerek gruplar halinde doğu istikametine uçmaktalar. Akdeniz üzerinde PBDM alanına girmelerine birkaç dakika kaldı.” White House, Yerel Saatle 20.30 (Operasyonun başlamasından üç saat sonra) Durum salonunda ulusal güvenlik toplantısı başlamıştı. Geniş katılımlı toplantıda tüm ilgili kurumların başkan veya temsilcileri yer almışlardı. Başkan Yardımcısı, Dışişleri Sekreteri, Savunma Sekreteri, danışmanlar, NSA, CIA, FBI, NIC, NASA, FEMA ve NIMA gibi iç ve dış güvenlikle ilgili kuruluşlardan başka, askeri istihbarat ve güvenlik servislerinin de yetkilileri hep bir aradaydılar. Önce NSA (Ulusal Güvenlik Dairesi) Direktörü Kalen Archer söz aldı. “Sayın Başkan, beklenmedik bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye yıllarca bizim müttefikimiz ve stratejik ortağımız olduğu masalını yutmamış anlaşılan. Gizli bir faaliyet içinde yavaş yavaş hazırlanarak bugün karşımıza çıktılar. Böyle anlaşılıyor…” Başkan Owner, konuşmaları dikkatle dinlerken arada yan gözle CIA direktörüne bakıyordu. Sanki kafasına bir şey takılmış gibiydi. Archer’ın açıklamaları biter bitmez, CIA direktörüne sordu: “Sen ne diyorsun Medwin?” “Sayın Başkan, Türkler bu kez bizi fena atlattılar diyebilirim. İyi bir taktik kullandılar. Bize inanmış görünerek sinsice planlarını gayet başarılı bir şekilde uyguladıkları anlaşılıyor. Bu silah konusunda hiçbir bilgiye sahip değiliz. Japonlarla ortak bir çalışma olduğunu düşünüyoruz. İşin içinde Ruslar da olabilir. Çünkü Rusya ve Japonya son yıllarda Türkiye’nin bazı uydularını yörüngeye gönderdiler. Bu uydular, özel birimlerimizce sürekli izlendiler. Şimdi bu operasyonda Türklere ait en az altı uydu kullanıldığını biliyoruz. İki uydunun Japonlar, dört uydunun Ruslar tarafından fırlatılmış olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Rusların da Türkleri desteklediği sonucuna varabiliriz. Uyduların tümü birlikte değerlendirildiğinde, bulundukları konumlar itibarıyla tüm dünya yüzeyini kapsayacak şekilde yörüngelere ve etkileme açısına sahip olduklarını anlıyoruz. Daha önce biz bu uyduların askeri gözlem, haberleşme ve TV yayınları için kullanılacağı bilgisine ulaşmıştık, fakat ne yazık ki, böyle olmadığı ortada. Silahlarını mükemmel bir şekilde gizlemeyi başardılar.” Medwin Howie, başkanın henüz göreve başladığı tarihlerde yaptıkları Türkiye operasyonlarını bilmediğini dikkate alarak konuşmasını hazırlamıştı. Bu operasyonlarda başarısız olmasalardı belki durum daha değişik olacaktı, fakat şimdi ağır bir bedel ödemek üzere olduklarını düşünüyordu. Bu yüzden eski başarısız operasyonları Başkana söylemeye hiç niyeti yoktu. NSA Direktörü tekrar konuşmaya başladığında Başkan Owner dikkatle dinliyordu. “Sayın Başkan, şimdi izninizle NASA Direktörü Mark Grayson Türklerin uyduları ve işlevleri konusunda bizlere bilgi versin. Bu bilgi ışığında yorumlarımıza devam ederiz.” 141 Başkanın başıyla onaylaması üzerine Mark Grayson yerinden kalkarak odadaki, slayt göstericisinin yansıttığı görüntülerin bulunduğu, mikro kristallerden yapılmış beyaz panonun yanına gitti. Oda hafifçe karartıldıktan sonra elindeki lazerli işaretçi ile çeşitli grafikler ve fotoğraflar üzerinde açıklamalarına başladı. “Sayın Başkan, az önce elimize ulaşan en son bilgiler ışığında, durumu size aktarmaya çalışacağım. Türkler yaklaşık bir yıl önce, iki adet uyduyu Japonlar aracılığı ile ve sonradan öğrendiğimize göre, dört uyduyu da Ruslar aracılığı ile uzaya fırlattılar. Önceleri bu uydular yerden 400 km. yükseklikte, şu bölgedeki LEO zonunda, dünya çevresindeki eliptik yörüngelerinde, şüphe çekmeden dolaşıyorlar dı. Kısa bir sürede bunların bir veya iki tanesinin, bildirilen amaçlarına uygun olarak, yersabit duruma geçmek için GEO zonuna, yani yaklaşık 36.000 kilometreye çıkmaları gerekiyordu. Bu da yapıldı ve iki uydu yersabit yörüngelerine geçerek deneme yayınlarına başladılar. Düne kadar dikkat çekici hiçbir şey yoktu. Her şey normal cereyan ediyordu. Sadece Rusya’daki askeri tatbikatlar sırasında yörüngelerde bazı değişiklikler oldu. Bunlar da tatbikatı izlemek için yapılmış düzenlemelerdi... Fakat bu sabah dört uydunun yörüngesi aniden değişti. Seçilen hedeflerin üzerinde sabit kalacak şekilde, dünyanın açısal dönüş hızına eşit bir açısal hızla, MEO zonundaki şimdiki dairesel yörüngelerine geçtiler. Oysa bu orta uzaklıktaki yörüngelerde, uyduların yersabit duruma geçmeleri beklenmeyen bir gelişmedir. Çünkü bu durumda uydular fazla enerji tüketeceklerinden ömürleri çok kısalır. Türkler nasılsa bunu başardılar. Bu da bize, uyduların büyük bir enerji kaynağına sahip olduklarını gösteriyor. Biz şimdiye kadar bütün yersabit uydularımızı sadece 36.000 kilometre uzaklıktaki yörüngelerde dengeleyebiliyorduk... O uzaklıkta optik gözetleme yapmak da çok zordur, hatta bugün için imkânsızdır… Bu sabah, uydular yerini aldıktan hemen sonra operasyonu başlattılar. Aynı anda bizim askeri istihbarata yönelik gözlem uydularımız ile haberleşme uydularımızın tümü, devre dışı oldu. Sanırım onları vurdular efendim. Hangi tip silahlarla ve nasıl vurduklarını da henüz bilmiyoruz. En mantıklısı laser türü bir silah kullanmış olmalarıdır… GEO zonundaki iletişim uydularımız haricinde bütün uydularımız yok oldu. Gerisini zaten biliyorsunuz.” Birleşik Devletler Başkanı merakla sordu: 142 “Bu büyük enerji kaynağı ne olabilir sizce?” “Sayın Başkan, bu bizim şimdiye kadar bilmediğimiz bir kaynak olmalı. Çünkü bilinen kaynaklarla bu uyduların ömrü birkaç haftadan fazla olamaz. Bu kadar kısa ömrü olan bir uydu mantık dışı bir uygulamadır. Böyle olduğunu sanmıyoruz. Nükleer reaktör benzeri bir güç olmalı, fakat bu da değil. Çünkü uyduların boyutları, ne böyle bir reaktöre sahip olacak kadar büyük, ne de yaptığımız incelemelerde bir radyasyon izine rastlandı. Üstelik günümüz teknolojisiyle nükleer bir reaktörü uzaya fırlatıp orada kontrol edebilmek olanaksızdır. Kısacası, şu anda bizim bilmediğimiz çok güçlü bir kaynak kullanılmış olmalı efendim. Zaten kullandıkları silahlar da çok güçlü ve bilmediğimiz bir türden.” Başkan tekrar CIA Direktörüne döndü. “Bütün bunlar bir iki günde olacak şeyler değil. Öyle değil mi Medwin? Sizin bu konuda istihbaratınız olmalı.” “Maalesef elimizde pek bir bilgi yok Sayın Başkan. Ama Echelon kayıtlarını tekrar gözden geçiriyoruz.” “Nasıl olur Medwin! Yıllarca, trilyon dolarlık yatırımlar yaptık! Dünyanın en gelişmiş, en gizli sistemlerine sahibiz! Senin hiçbir bilgin yok öyle mi? Beni çıldırtmak mı istiyorsun? Türkler çalışırken siz uyuyor muydunuz!? Yoksa, şu kahrolası Gog-Magog’la mı uğraşıyordunuz?” Bu sırada salonda çıt yoktu. Çok sinirlenen Başkana kimse cevap verememişti. Uzunca bir sessizlikten sonra NSA Direktörü ortamı değiştirmek için bir açıklama yapmak gereğini duydu. Planlamadığı bir konuşmayı yapmaya başladığında hafifçe terlemişti: “Aslında önemli bir faktör olarak, Türkler ve müttefikleri projeyi okült ya da ezoterik örgütlere dayanmadan yürütebildikleri ve çok iyi gizleyebildikleri için istihbaratçılar bilgiyi yakalayamadılar, diye düşünüyorum Sayın Başkan. Çünkü dünyadaki büyük operasyonları hep bu tür örgütler desteklemiş veya doğrudan yönetmişlerdir. İstihbarat örgütlerimiz de bu nedenle bunların içinde yuvalanmaya gayret etmiş, buna aşırı önem vermişlerdi. Tehlikenin buralardan geleceğini düşünmüşlerdi. Haksız da değillerdi. Tarihte bazı liderler bu tür örgütler tarafından yetiştirildikten sonra halka seçtirilmiş veya darbe ile başa geçirilmişlerdi. Buna en tipik örnekler: Martinistlerin gizli telkinleriyle iktidara yürüyen Hitler ve...” “Tamam, tamam, uzatma Archer! Ne yapmak istediğini gayet iyi anlıyorum! Fakat sen de biliyorsun ki, hiçbir mazeret bizi bu durumdan kurtaramaz!.. Kahretsin! White House’a gelir gelmez hepinizi kovmalıydım!” NSA Direktörü Kalen Archer, bir an için Medwin ile göz göze geldi ve sonra CIA Direktörü devreye girerek açıklamaları kendisi sürdürdü: “Sayın Başkan, sizi temin ederim ki, biz her türlü istihbarat çalışmasını yaptık. Hem teknolojik olanaklarımızı tümüyle devreye soktuk hem de şüphelendiğimiz birimlere ajanlarımızı ve muhbirlerimizi yerleştirdik. Uydudan yaptığımız manyetik taramalarda, saptadığımız beyaz bölgelere özellikle odaklandık ve...” “Bir dakika, nedir bu manyetik beyaz bölge?” “Efendim bu, bilgi sızdırmayan, manyetik taramaya karşı engellenmiş bölgelere verdiğimiz teknik bir terimdir. Son yıllarda Türkiye’de bu beyaz bölgeler, özellikle Ankara ve İstanbul’da aniden çoğalmıştı. Biz buraların bilimsel araştırma ve denemelerin yapıldığı yerler ile bazı askeri bölgeler olduğunu saptayınca, buralara özel muhbirler yerleştirmiştik. Fakat yıllar önceki Aselsan operasyonlarımızdan sonra çok sıkı önlemler aldılar. Bu nedenlerle muhbirlerimiz bize doğru bilgi aktaramadılar veya bir şekilde öldüler.” 143 Başkan Owner sinirli bir el hareketi yaparak sordu: “Şu Aselsan operasyonlarını biraz açar mısın?!” “Bizim silah tanıma sistemlerimizin yazılımları üzerinde izinsiz çalışmalar yapan birkaç Türk mühendisi devre dışı bırakmıştık Sayın Başkan. Operasyonun kod adı da Redbud idi...” “Hatırlıyorum. Şu intihar eden genç mühendisler... Demek bunu biz yaptık, öyle mi?” “Hava Savunmamızı zaafa uğratmak üzereydiler... Biz de Türkiye’ye ciddi bir mesaj verdik efendim.” “İyi halt ettiniz! Sanki şimdi zaafa uğramadık!..” Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Başkan çatılmış kaşlarıyla NASA Direktörüne döndü. “Kaç tanesi yersabit yörüngeye geçti Grayson?” “Dört uydu şu anda yersabit yörüngede bulunuyor Sayın Başkan.” “Peki diğer iki uydu ne yapıyor?” “Diğer iki uydu LEO zonunda, yani ilk yörüngelerinde hızlı bir şekilde dünya çevresinde dönüyorlar. Ne yaptıklarını tam olarak bilmemekle beraber, bu yörüngelerin askeri gözlem ve istihbarat için kullanıldığını söyleyebilirim Sayın Başkan.” Başkan Owner, NSA Direktörü Kalen Archer’a dönerek kızgın bir sesle: “Söyle bakalım Archer, Echelon çalışıyor mu?” diye sordu. “İstihbaratımız önemli ölçüde kesildi. Echelon çok sınırlı bir alanda çalışabiliyor Sayın Başkan.” Başkan, daha da kızgın bir sesle ekledi: “Ne kadar sınırlı Archer?!” “Sadece ülke sınırları içerisindeki kaynaklarımızdan bilgi alabiliyoruz efendim.” “Peki, şu yeni uydumuz B37-X işe yaramıyor mu? Hani, süper sistemlerle donatmıştınız ve gerektiğinde bir ülkeyi felç edebilecek gizli silahlara sahip olan?..” “İlk önce onu vurdular Sayın Başkan.” Bu sırada Beyaz Saray Sekreteri içeri girerek Başkanın önüne bir not bıraktı ve hemen salondan çıktı. Bu süre içerisinde herkes susmuş ve gizli güvenlik bilgilerinin konuşulduğu toplantıya bir kaç saniye ara vermişlerdi. Başkan notu okuyunca kısa bir sürede toplantıya döneceğini belirterek; “siz devam edin!” dedikten sonra Durum Odasından çıktı ve doğruca Oval Ofise gitti. Şeref misafirlerine ayrılan koltukta oturmakta olan Senato Başkanı ayağa kalkarak Birleşik Devletler Başkanı’nı selamladı. Elinde büyük, kalınca bir zarf vardı. Oldukça yaşlı bir adam olan Senato Başkanı, Gizli Servis elemanının ve sekreterin çıkmasını bekledikten sonra yavaş ve dramatik bir sesle konuşmaya başladı. “Sayın Başkan, habersiz gelerek güvenlik toplantısını da böldüğüm için müteessirim, fakat böyle olması gerekiyordu.” “Hoş geldiniz Sayın Senato Başkanı. Sizi burada görmek doğrusu beni çok meraklandırdı. Buyurun sizi dinliyorum. Ancak, takdir edersiniz ki vaktim çok değerli ve kritik bir durum var.” “Biliyorum Sayın Başkan. Hemen konuya gireceğim. Elimdeki zarf, böyle bir günde size teslim edilmek üzere yıllardır saklanmakta olan çok gizli bir bilgiyi içermektedir. Bana verilen talimat uyarınca bu zarfı size teslim etmek üzere gelmiş bulunuyorum.” 144 “Bir dakika, talimat mı dediniz? Size kim talimat verebilir ki Sayın Senato Başkanı?” “Başkan Harry Truman efendim!” Başkan Owner oldukça şaşırmıştı. “Yıllar önce ölmüş, eski bir başkandan talimat aldığınızı mı söylüyorsunuz? Doğrusu hiç bir şey anlamadım. Bu ne demektir Sayın Senato Başkanı, lütfen açıklar mısınız?” “Efendim bu belge, ben göreve geldiğimde özel kasadaydı. Üzerinde Senato Başkanına hitaben yazılmış bir resmi not vardı. İşte bu, okuyun lütfen.” Senato Başkanı iç cebinden çıkarttığı dörde katlanmış bir kâğıdı Birleşik Devletler Başkanı’na uzattı. Owner’ın yüzünde tuhaf ve meraklı bir ifade vardı. Aceleyle kâğıdı açtı ve okumaya başladı. Bitirdiğinde yüzü hafifçe terlemişti. Senato Başkanı, yaşlı ve dramatik sesiyle yavaş, fakat etkileyici bir tonda konuşmaya devam etti: “Gördüğünüz gibi Sayın Başkan, gizli bir yasa ile hazırlanmış olan bu yazı bizzat Birleşik Devletler Başkanı Harry Truman tarafından kaleme alınmıştır. Altındaki imzası da orijinaldir.” “Evet, görüyorum... Burada yazdığına göre, ancak topyekûn bir savaş durumu veya ülke işgal tehlikesi altında olduğunda Birleşik Devletler Başkanı’na verilecek olan bilgi o zarfta mı Sayın Senato Başkanı?” Evet Sayın Başkan, işte bu zarfta. Bugünkü koşullarda sanırım görevim bunu size teslim etmektir.” Başkan Owner, bir süre şaşkınlıkla yüzüne baktıktan sonra Senato Başkanının uzattığı büyük sarı zarfı aldı ve kapağını açtı. İçinden bir sarı zarf daha çıkmıştı. Bu ikinci zarf daha kalın kâğıttan yapılmış, daha eski, hatta yıllanmış bir zarf olduğu hemen göze çarpıyordu. Üzerinde ‘1949/1022 sayılı, gizli yasa gereği Amerika Birleşik Devletleri Başkanından başka kimse okuyamaz. Okuduğu takdirde vatana ihanet etmiş sayılır ve bu suçtan yargılanır.’ ibaresi dikkat çekiyordu. Ayrıca zarfın üzerinde bir de iri bir mühür vardı. Bu mühür, Birleşik Devletler Başkanlığı özel mührüydü. Başkan Owner heyecanla mührü koparmaya yeltenince Senato Başkanı birden ayağa kalktı. “Efendim. Benim bile görmemem gerekiyor. Müsaadenizle.” Senato Başkanı ağır adımlarla Oval Ofisten çıkarken Başkan Owner şaşkın bakışlarla onu izledi. Bu esrarengiz zarf onu hem endişelendirmiş hem de umutlandırmıştı. “Aman Tanrım!.. Umarım, bu dosyada bizi bu durumdan kurtaracak bilgiler vardır,” diye düşündü. Birleşik Devletler Başkanı Owner elindeki zarfı bir an önce açmak için can atıyordu ve okuduğunda da içinde bulundukları zor durumu atlatmak için çok özel bilgilere ulaşacağını umuyordu. Zarfı derin bir merakla açtı. Otuz beş sayfadan oluşan yazıda TURF adlı, çok gizli bir yeraltı örgütünden, yapılanmasından ve görevlerinden söz ediliyordu. İlgiyle okumaya devam etti… Okuduğu bu eski belgeye göre, TURF denen örgüt, çok gizli ve güçlü bir yapılanma idi. Varlığını ise şimdi sadece CIA Başkanı Howie biliyordu… Fakat bu şartlar altında bu örgüt bile hiç bir işe yaramazdı. Bilgi çok geç kalmıştı. Esrarengiz uydu silahının her türlü iletişimi koparması sonucunda, öngörülemeyen bir durum doğmuştu ve 60-70 yıllık önlemlerin artık hiç bir anlamı yoktu... Başkan Owner hayal kırıklığı içerisindeydi. Bu bilgilerden şimdilik hiç kimseye bahsetmemeye karar verdi. Fakat gene de, bir ara TURF adlı örgütün başkanıyla bir görüşme yapmanın iyi olacağını düşündü. Bunun için önce CIA Başkanıyla görüş- 145 mesi gerekiyordu. Kendisine bu bilgiyi daha önce neden vermediğinin hesabını soracak ve sonra da onu kovacaktı. Hatta hakkında soruşturma bile açtırabilirdi. Ama şimdi bunun sırası değildi. Önce şu silahın etkisinden kurtulmak için çare araması gerekiyordu. Bu çare, askeri boyutta olmak zorundaydı. Çünkü, istihbaratçılar zamanı ve fırsatı kaçırmışlardı. Başkan Owner Durum Odasına döndüğünde Kalen Archer herkesten önce atılarak hemen konuşmaya başladı: “Sayın Başkan, siz yokken askeri danışmanlarla bir değerlendirme yaptık. Bu uydulardan özellikle Ortadoğu’da savaş bölgesini kontrol eden iki uyduyu ve diğerlerini ortadan kaldırmak için bir planımız var.” “Devam et Archer.” “Amerika’daki gizli bir askeri üsten, başlıksız olarak fırlatacağımız birkaç balistik füze ile uyduların dikkatini bu bölgelere çekeceğiz. Bu sırada bizim Yıldız Savaşları Projesi için gönderdiğimiz uydularımızdan açılacak olan lazer ateşiyle bu uyduları vuracağız... Türklerin uyduları dünyaya yönelik gözlem yaptıkları için, bu tuzağı fark edemeyeceklerini düşünüyoruz efendim.” Birleşik Devletler Başkanı, Genelkurmay Başkanına döndü: “Bu sizce mümkün mü General?” “Mümkün ve denemeye değer efendim. Başarabiliriz sanıyorum. Bu yeni silahı ve savunma sistemlerini henüz bilmiyoruz. Fakat ilk onlar bize saldırmış oldular, biz de karşılık vermeliyiz elbette. Bu saldırı karşısında gerekirse nükleer silah da kullanabileceğimizi göz önüne alarak hazırlık yapmalıyız. Türklere teslim olmayacağız herhalde.” Hava Kuvvetleri Komutanı söz aldı: “Sadece Ortadoğu’daki uyduları değil, bir de tepemizdeki uyduları halletmeliyiz, aksi halde Birleşik Devletler topraklarındaki silahlarımız da devre dışı kalacaktır.” Başkan Owner işaret parmağının ucunu dik açı ile masaya vurarak sert bir tonda sordu: “Bu dört uydunun tam olarak yerleri nedir? Bu bilgiyi senden istiyorum Medwin!.. Hemen!” CIA Direktörü az önceki fırçanın etkisinde ve asık bir yüzle cevapladı: “Sayın Başkan, bir uydu Birleşik Devletler üzerinde bulunuyor, bir uydu Pasifik’te, bir uydu Atlantik’te bir diğeri de Ortadoğu üzerinde. Bu durumda hedefimiz dört uyduyu birden yok etmek olmalıdır. Çok başlıklı ve çok sayıda füzeyi aynı anda ateşlemeyi öneriyorum.” Nükleer saldırılardan etkilenmemesi için Amerikalılar gizli üslerdeki balistik füzelerini, yerin 15-20 metre altında konuşlandırmışlardı. Bu derinlikteki tüm sistemler PBDM’den etkilenmeden çalışabiliyordu. “Peki diğer iki uyduyu ne yapacağız?” NSA Direktörü: “Onlar şimdilik etkisiz. Sabit yörüngelerde değiller. Plan başarılı olursa derhal onları da hallederiz.” Orgeneral North itiraz etti: “Olmaz Archer, işi garantiye almalıyız. Hepsini aynı anda vurmak zorundayız. Bence planınızı bu yönde hazırlayın.” Başkan da bu görüşteydi: “North haklı. Bence de hepsini birden vurmalıyız... İşi şansa bırakamayız.” 146 “Pekâlâ, bu şekilde planlayın ve hemen harekete geçin. Bu arada seninle görüşmek istediğim özel bir konu var Howie! Ama şu vartayı atlattıktan sonra.” “Siz nasıl isterseniz Sayın Başkan.” Howie açık etmedi, ama biraz ürkmüştü. Gizli Harekât Merkezi, Ankara Türkiye’de sabah saatleriydi. Ankara’daki Gizli Harekât Merkezinde operasyon bütün hızıyla devam ediyordu. “Bir uçak gemisi Rodos açıklarında hareket halinde 06.00, Kod-1, Gözcü-2, tamam.” “Bir uçak gemisi Kıbrıs’ın güneyinde, Kod-3, Gözcü-2, tamam.” Bu son anons Kıbrıs’ın güneyindeki bir uçak gemisinin PBDM etkisiyle tesirsiz hale getirilmiş olduğunu anlatıyordu. Kod-3’ün anlamı buydu. Bu sırada Genelkurmay Başkanının önüne kırmızı bir dosya getiren Subay eğilerek yavaşça “Çok önemli efendim,” diyerek bir şeyler söyledi. Genelkurmay Başkanı Koray dinledikten sonra ciddi bir ifadeyle Başbakana dönerek, “Şu anda Amerikalılar uzaya roket atmak üzere hazırlık yapıyorlarmış. Ayrıca bize cevaben, bir karşı ültimatom vereceklermiş Sayın Başbakanım. Ordularını da en yüksek alarm durumuna geçirmişler,” diye bilgi verdi. “Karşı ültimatom ulaşınca hemen buraya getirsinler. Herhalde uydularımızı hedef alacaklar. Füzeleri ve gereken diğer uyduları etkisiz hale getirmek için derhal harekete geçin General. Daha fazla bekleyemeyiz.” “Başüstüne efendim.” Genelkurmay Başkanı yanındaki Subaya gerekli talimatı verdi. Subay hızlı adımlarla cam bölmenin arkasına geçti. Uydu kontrol odasındaki operatörlere talimatı iletti. Operatörler hemen tuşlara basmaya ve uydu kontrol programını çalıştırmaya başladılar. Karşı ültimatomu alınca Türk yetkililer Amerika üzerinde bulunan uyduyu harekete geçirerek PBDM etkisini başlatmıştı. Birleşik Devletlerin tüm haberleşmeleri aniden kesilmiş, telefon santralleri durmuş, Türkiye’nin uyarılarına rağmen uçmakta olan birkaç askeri uçak ve helikopter hemen düşmüştü. Sabah uyanan Amerikalılar radyo ve TV kullanamaz, otomobillerini bile çalıştıramaz durumdaydılar. Kimse işine gidememişti. Hayat bir anda felç olmuştu. Gizli harekât merkezinde ise hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. “Koordinatlar tamam. Fırlatmayı bekliyoruz. Tamam.” “Anlaşıldı Şahin-1. Gözcü-6, tamam.” Bu sırada bir irtibat Subayı toplantı salonuna girerek özel bir bilgi verdi: “Efendim, üç tane A4 uçağı Batı Atlantik üzerindeyken PBDM etkisiyle düştüler. Pilotlar atladılar. Optik gözü kullanarak olayı baştan sona kaydettik.” Genelkurmay Başkanı: “Hay Allah! Bunlar ne yapmaya çalışıyorlar böyle!” Operasyon bölümünde anonslar devam ediyordu. “Kod-1 temas sağlandı.” “Rodos açıklarındaki uçak gemisi için Kod-3, tamam.” Rodos açıklarındaki uçak gemisi de işlemez hale gelmişti. Kod-1: yeri ve özellikleri saptanmış muhtemel bir risk unsurunu ifade ediyordu. Kod-2: bu risk unsu- 147 runun hareket halinde (aktif) olduğunu ifade ediyordu. Kod-3: PBDM etkisiyle hareketsiz ve tesirsiz hale getirilmiş bir hedefi, Kod-4 ise, foton silahı ile yok edilen bir hedefi ifade etmek için belirlenmişti. Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), ABD NASA Özel Uydular Operasyon Merkezi’nde hazırlıklar tamamlanmıştı. Türklerin, yeni lazer silah sistemleriyle haberleşmelerini ve tüm kontrollerini engelleyeceklerini hesaplayarak, uydulara talimatları önceden göndermişler ve lazer toplarını belli bir saate programlamışlardı. Plana göre saat 10.00’da askeri üsten füzeler ateşlenecek, bundan bir dakika sonra da Amerikan uyduları lazer topuyla Türk uydularını vuracaklardı. “Askeri üsten füzeleri ateşlemelerine 15 dakika kaldı. Hazırlıklar tamam mı?” “Evet efendim, uydularımız çoktan yerini aldı ve pozisyona girdiler. Ateş etmelerine 16 dakika var.” “Efendim, Türkler Amerika üzerindeki uydu silahlarını çalıştırdılar, tüm iletişim durdu. Sistemlerimiz çalışmıyor. Uydu bağlantılarımızı da kaybettik. Metro bile durdu, hayat felç olmak üzere.” “Çok geç kaldılar, bu uydulardan kurtulmak üzereyiz arkadaşlar. Az sonra Türklerin yüzünü görmek isterdim.” Gizli Harekât Merkezi, Ankara “İki füze için hazır ol Şahin-6, Anaşahin, tamam.” “Anlaşıldı Anaşahin.” “... 3, 2, 1, ŞİMDİ!” “Gözcüler hedefin durumunu bildirsin?” “1.füze için Kod-4.” “2.füze için Kod-4.” “Efendim, iki füze de ateşlenir ateşlenmez havada patladı. Anaşahin, tamam.” “Roketlerin ikisini de vurduk Başbakanım.” “Tebrikler Paşam. Gerçekten de mükemmel bir silah bu. Komuta timi de çok başarılı doğrusu, sistemi çok iyi kontrol ediyorlar.” “Sağ olun Başbakanım.” “Gerekeni yapın Paşam. İngilizlerin haberleşme uydularını da etkisiz hale getirelim. Ne olur ne olmaz.” “Dünyanın artık bu uydulara ihtiyacı yok. Haklısınız, onları da vurmalıyız Sayın Başbakanım.” “Yetki sizde Paşam.” “Sayın Başbakanım, bana ve diğer generallerimize paşam diye hitap etmemenizi arz etmek istiyorum. Bildiğiniz üzere, bu konuda TSK’nın bir hassasiyeti ve prensip kararı var.” Başbakan gülerek, “Anlıyorum Sayın Genelkurmay Başkanım. Fakat bu da çok uzun bir unvan oluyor ve dili yoruyor. Neyse, alışırız zamanla,” dedi. 148 Bu sırada Avrupa’dan hareket ederek Akdeniz üzerinden yaklaşmakta olan 115 uçaktan ilk dalga olarak gelen 15 uçak, PBDM etkisine girer girmez, Akdeniz üzerinde düşmüş, pilotlar zor da olsa paraşütlerini açarak, ‘şimdilik’ kurtulmuşlardı. Diğer uçaklar ise derhal üslerine geri dönmüşlerdi. Böylece bütün Avrupa, Türklerin uyarılarının bir blöf olmadığını, ellerindeki silahların son derece etkili ve inanılmaz derecede güçlü olduğunu anlamıştı. A.B.D. Dünyada bu gelişmeler olurken NASA merkezinde büyük bir şaşkınlık vardı. Amerikan uyduları ateş etmemişlerdi. Eğer ateş edebilselerdi haberleşmeleri düzelmiş olmalıydı. Oysa dakikalar geçtiği halde iletişim düzelmiyor, Türk uydularının etkisi sürüyordu. Herkes şaşkın ve meraklı gözlerle birbirine, “Ne olmuş olabilir?” diye soruyordu. Artık iletişim kuramadıkları için uydular yerinde mi, sağlam durumda mı? Neden çalışmadılar? Bütün bunları bilemiyorlardı. Herkes şoktaydı. Amerikan halkı ilk defa bu kadar ciddi ve uzun bir enerji kesintisi yaşıyordu. Belki de daha günlerce sürecekti. Bir yerden bir yere gitmek bile neredeyse mümkün değildi. İnsanlar bisiklet veya kaykay gibi motorsuz araçları kullanmaya başlamışlardı. Yollarda bırakılan araçlar yüzünden onlar da zorlanıyordu. Büyük şehirlerde görevliler, kalabalık ekipler halinde yoldaki araçları el vinçlerine bağlayarak veya kol kuvvetiyle kenara çekiyor, yolu açık tutmaya çalışıyorlardı. Toplantılara gidebilmek için sivil ve asker yetkililer bisikletleri, atları ve atlarla çekilen ilkel arabaları kullanıyorlardı. Çalışabilen bir araç görüldüğünde görevliler derhal araca el koyarak, resmi işlerde kullanmak üzere sahiplerinden alınması yolunda talimat almışlardı. Teknolojiyle birlikte demokrasi de ortaçağ düzeyine geri dönmüştü. White House’dan çıkıp Pentagon’a yaya olarak veya atlarla giden bazı Generaller durumun ciddiyetine rağmen komik bir görüntü sergiliyorlardı. Olanların farkında olmayan çocuklar onlara gülüyordu. Hasta ve yaralıları en yakın sağlık merkezlerine taşımak için ambulans yerine, dört kişinin taşıdığı sedyeler kullanılıyordu. Hastanın durumuna göre bu taşıyıcılar bazen yürüyerek, bazen de koşarak hizmet veriyorlardı. Alışveriş merkezlerinin çoğu, personel işe gelemediği için açılamıyor, halk sınırlı sayıdaki dükkânlardan alışveriş yapabiliyordu. Bütün okullar ve eğlence yerleri ile borsalar kapanmıştı. New York şehrinin bazı yerlerinde, Manhattan gibi lüks bölgelerde, askerler yaya olarak sokaklarda devriye geziyor ve düzeni sağlamaya çalışıyorlardı. Fakat buna rağmen birçok yerde soygun talan ve yağmalama olayları meydana geliyor, otellere, lüks mağazalara hatta bazı evlere bile saldırılar oluyor, halk korkuyordu. Diğer eyaletlerde de durum pek farklı değildi. Işık kaynağı olarak çoğunlukla bütan gazlı piknik fenerleri ve mum kullanıyorlardı. Ellerindeki bu ilkel aydınlatma araçları da bitince halk tamamen karanlıkta kalacaktı. Sadece Türkiye, PBDM etkisinde kalan ülkeler ile iletişim kurabiliyordu. Washington D.C.’deki Türkiye Büyükelçiliği yetkilileri ile Ankara arasında özel kodlu uydu haberleşmesi kurulmuştu. Bunun için aylar öncesinden cihazlar ABD’ye ve diğer ülkelerdeki elçiliklerimize gönderilerek çok gizli hazırlıklar yapılmıştı. 149 Gizli Harekât Merkezi, Ankara Başbakan Eraslan, Genelkurmay Başkanı Koray ile konuşuyordu. “Gelen bilgilere göre Birleşik Devletlerin birçok yerinde kargaşa ve yağmalama olayları başlamış. Fırsatçılar dükkânları hatta evleri bile yağmalıyormuş. En kötüsü ise sağlık hizmetlerinde büyük aksamalar yaşanıyormuş.” “Olacağı buydu efendim. Kapitalizmin ölçüyü kaçırması ve acımasızlaşması onları bu hale getirdi. Ahlaki değerlerin önemi böyle kaos durumlarında daha iyi anlaşılır. Aslında biz de aynı tehdit altındaydık. En büyük kuruluşlar bile para uğruna her şeyi yapmayı mubah sayarlarsa, halkı kandırarak, onları ticari bir meta, salt bir gelir kaynağı olarak görürlerse halk da böyle cevap verir işte! Çünkü onları örnek alırlar. Hele devletler bu şekilde politikalar güderse, vay haline dünyanın! Bunun adı yaygın çıkar çatışmasıdır ki; zamanla İnsanlığı çürütür, mahveder!” Başbakan, kendisine yöneltilen bir suçlama altındaymış gibi hissetti ve kaşlarını çattı. Sonra da konuyu değiştirmek istercesine sordu: “Şu A4 denilen uçaklar ne için havalanmış olabilir sizce Generalim?” “Efendim, kuvvetle muhtemeldir ki, iletişim kuramadıkları için talimatları yazılı olarak getiriyorlardı. Çünkü üzerlerinde bomba filan yoktu. Bunlar radara yakalanmayan uçaklardır Sayın Başbakan. Ama bizim uydularımızdan kaçamadılar.” “Ne talimatı olabilir sizce?” “Bizi Kıbrıs’tan veya İsrail’den vurmak için olabilir. Başka çareleri yok çünkü.” “Kıbrıs’tan bize nükleer başlıklı füze gönderebilirler mi?” “Kıbrıs’ta nükleer başlık olduğunu hiç sanmıyorum, fakat gene de belli olmaz tabii. Varsa bile, onları hedefine varamadan yok edebiliriz Başbakanım.” “Nükleer başlık patlamaz mı?” “Profesörlerimizin bize verdiği bilgilere göre ne yazık ki patlayabilir Başbakanım, bunu garanti edemeyiz. İki seçeneğimiz var, ya iyice yükseldikten sonra vuracağız ya da yerindeyken… Yerinde patlatırsak üs yok olur ve onlardan çok can kaybı meydana gelir. Yükseklerde patlatırsak, radyoaktif serpinti zamanla bölgedeki herkesi daha fazla etkileyecektir.” Bu bilgileri aldıktan sonra Başbakan, Dışişleri Bakanına döndü: “Pekâlâ, Akif Bey bunu bir nota ile Beyaz Saray’a bildirelim. Nereden olursa olsun, bir füze ateşlerlerse derhal patlatacağımızı bilsinler. Tıpkı uzaya gönderdikleri roketler gibi... Bizi ciddiye almak zorundalar. Aksi halde kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşerler. Bu arada her ihtimale karşı Kıbrıs’taki Türklerle, Rumları uyarmalıyız.” “Başüstüne Başbakanım.” “Buradaki tüm konuşmaları ve görüntüleri kayıt ediyor muyuz?” “Evet Başbakanım, emir vermiş olduğunuz gibi her şey kayıt ediliyor.” “Teşekkür ederim. Bu tarihi operasyonu, gelecek kuşakların bilgisine sunmamız gerekli ve çok önemlidir.” Başbakan bunları söyledikten sonra da profesörlere hitaben, “Sizleri de yürekten kutlarım Sayın Profesörlerimiz, çok iyi bir projeye imza atmış bulunuyorsunuz. Gelecekte, dünya sizlerle gurur duyacaktır,” dedi. Başbakan zaman zaman, sol tarafındaki Cumhurbaşkanıyla da istişare ediyordu. Başbakanın bilgilendirmesinden sonra Cumhurbaşkanı, bir ara Genelkurmay Başkanı Koray’a sordu: 150 “Çok güvendikleri bu A4 denilen görünmez uçakları da düşürdük. Acaba şimdi ne yapacaklar?” “Göreceğiz efendim... Aslında yapacakları bir şey yok. Ama onlar bunu henüz bilmiyorlar.” Washington D.C. White House’da ulusal güvenlik toplantısı devam ediyordu. Şimdi durum daha da gerginleşmiş, balistik füzelerin havada patlaması hepsinde hayal kırıklığına ve moral bozukluğuna yol açmıştı. Üstelik PBDM etkisiyle hayat felce uğramıştı. 11 Eylül’den sonra geniş yetkilerle donatılan FEMA (Acil durumlar müdahale kurumu) Direktörü duruma el koymuş ve Birleşik Devletlerdeki tüm önlemleri koordine etmek üzere FBI Başkanı ile birlikte toplantıdan ayrılmışlardı. ABD ulusal güvenliği tehlikeye girdiğinde, otomatik olarak devreye giren ve sınırsız denilebilecek kadar geniş olan bu yetkilere sahip olan kişi FEMA Direktörüydü. Öyle ki, Birleşik Devletler Başkanını bile aşarak, yasaların kendisine verdiği tam yetkiyle kararlar alabilir ve uygulayabilirdi. Bu örgüt, Amerikan Derin Devletinin kurduğu ve gerektiğinde Amerikan Hükümetine karşı kullanılabilecek, iç yapısı karanlık bir örgüt idi. Başkan Owner hâlâ durum odasındaydı ve oldukça sinirliydi. “Şu lanet uyduları neden hâlâ vuramadık? Neler oluyor Archer?” “Efendim bizden önce davrandılar. Tüm uydularla bağlantımız kesildi. Sanırım Birleşik devletler üzerindeki uyduyu devreye soktular. Bütün enerjimiz kesilmiş durumda. FEMA direktörüne göre; nükleer santrallerimizin soğutma sistemleri de durmuş olmalı. Bu yüzden reaktörlerin tümünün otomatik olarak kapandığını düşünüyoruz. Eğer bu otomatik sistemler olmasaydı çok daha büyük felaketler yaşayabilirdik. Ülkenin diğer yerlerinde ise neler olduğunu maalesef bilemiyoruz.” “Kahretsin! Şimdi ne yapacağız?” “Son gelen değerlendirme raporlarına göre durum hiç de iç açıcı değil efendim. NASA uzmanları LEO zondaki iki uydunun da istenirse yersabit duruma geçebileceğini vurguluyorlar.” “Sence bunu yapabilirler mi?” “Evet Sayın Başkan. Altı uydunun da çok güçlü enerji kaynaklarına sahip olduklarına eminim. Ama ne kadar süre kullanabilirler bunu bilemiyorum.” “Peki kaynaklarının tükenmesini beklesek, ne kadar bir süre bekleriz acaba?” “Bilmiyorum efendim. Fakat kısa bir süre olmayacağına da eminim. Durum bunu gösteriyor. Haftalar, aylar sürebilir. Biz buna dayanabilir miyiz dersiniz?” Bu sırada toplantı odasına dışişlerinden bir yetkili gelerek Ankara’nın Birleşik Devletlerdeki Büyükelçiliği aracılığıyla elden iletmiş olduğu notasını getirdi. “Başkanım, Ankara bize bir nota daha göndererek, herhangi bir üsten Türkiye’ye yönelik bir saldırı olması halinde çok sert cevap vereceklerini bildiriyor. Eğer nükleer bir füze ateşlersek, dünyanın selameti açısından füzeyi daha yükselmeden elimizde patlatacaklarını söylüyorlar. Bizi hâlâ tehdit ediyorlar.” Başkan daha çok sinirlenmişti. Masaya vurarak bağırdı: “Lanet! O zaman bölgedeki kendi vatandaşları da zarar görür. Bunu yapamazlar. Blöf bu!” 151 “Fakat risk çok büyük Sayın Başkan. Yaptılar diyelim. Bizim durumumuz ne olur? Her şeyden önemlisi, üs de elden gider, onurumuz da beş paralık olur. Bunu yapamayız… Zaten A4’lerimizin Kıbrıs’a varabileceği de şüpheli. Bir de şu konu var, Türkler bize gönderdikleri notayı nasıl iletmişler? Bütün iletişim durmuşken, biz kimseyle iletişim kuramazken onlar bunu nasıl başarıyor acaba?” “!!!” “Nota belgesi bize Türkiye Büyükelçiliği yetkilileri tarafından elden iletildi General. Demek ki elçilikle bir bağlantıları var. Bunu nasıl sağladıklarını da bilmiyoruz. Hemen öğrensek iyi olur. Bu konu önemli!..” Başkan, yardımcısına dönerek, “Archer ve Medwin bu konuyla ilgilensin. Bunu öğrenebilirsek bizim için çok faydalı olabilir,” dedi. Başkan Yardımcısı: “Kıbrıs’a gönderdiğimiz üç adet A4 ile de temasımız kesildi. Onlar da düşürülmüş olabilir Sayın Başkan.” “A4’ler radara yakalanmayan uçaklar değil mi? Belki fark etmemişlerdir.” “Fakat bütün bölge, hatta dünya bu silahların etkisi altında, Türklerin uyarısında söylendiği gibi, A4’lerin şansı ne olabilir ki bu durumda.” “Çok kötü… Çok kötü. Düşünelim, başka önersi olan var mı?” “Evet Başkanım, riske girmemek için bence Kıbrıs’tan sahte bir başlıkla bir kaç füze atalım ve aynı anda başka bir yerden nükleer başlık taşıyan füzeler gönderelim. Onları şaşırtabilirsek sonuç alabiliriz. ” “Evet, tabii emri iletebilirsek…” “Sayın Başkan bu çok iyi bir fikir, katılıyorum.” “O halde yapalım. Fakat emri nasıl ileteceğiz?” O sırada içeri girmiş olan Orgeneral Charmer zafer kazanmış bir komutan edasıyla söze girdi: “Az önce başardık Sayın Başkan! Lübnan ve Kıbrıs’taki ajanlarımız ile çok özel bir yoldan temas kurabildik. A4’ler ile göndermeye çalıştığımız talimatı da bu yol açılınca, yani birkaç dakika önce ilettik. Aynı yoldan İsrail’deki birimlerimize de ulaşabiliriz. Yeni talimatları da derhal iletebileceğiz Sayın Başkan.” “Bunu nasıl başardınız General?” “Az önce Howie ile birlikte yeraltı haberleşme merkezine giderek, Kanada’ya ait bir uyduya kaçak giriş yaptık efendim. Echelon sistemi için kullanılan yer altı kabloları da işimizi kolaylaştırdı. Bu uydunun frekansları zaten elimizdeydi. Böylece Lübnan’daki bir istasyonumuza ulaşabildik. Bu istasyondaki askerlerimiz lazer ışınlarını kullanarak Kıbrıs’a ve İsrail’e ulaşabildiklerini bildirdiler. Mors sinyalleriyle haberleşebiliyorlarmış. Şimdilik bir avantaj yakalamış durumdayız.” Amerikalılar Lübnan’ın Akdeniz kıyısındaki bir grup ajanla Kanada’daki bir dinleme üssünden yararlanarak uydu bağlantısı kurabilmişler ve bu kanaldan talimatlarını iletmekteydiler. Yeraltı kablolarıyla, yıllar önceden yapılmış olan bir bağlantıyı kullanarak Kanada’daki üsse ulaşmışlardı. Bu üs Echelon sisteminin Kanada’daki bir istasyonuydu. Kullandıkları uydu da Kanada’ya ait bir uydu idi ve Amerikalılar bu uyduya izinsiz giriş (bağlantı) yapmışlardı. Lübnan’daki ajanlar bu kanaldan aldıkları talimatları ellerindeki güçlü bir lazer ışıldağını kullanarak, şifreli sinyaller şeklinde Kıbrıs ve İsrail’deki ajanlarına iletebiliyorlardı. Türkiye bu açığı henüz fark etmemişti. Başkan Owner ise bu bağlantıyı öğrenince biraz moral bulmuş ve fırsatı hemen değerlendirmek istemişti: “Güzeel, onlara şunu ilet: İsrail’e acilen ulaşsınlar. Gerekirse oradaki CIA veya MI-6 ajanlarını da kullansınlar ve şu talimatımı iletsinler; Kıbrıs’tan yarın göndereceğimiz füzeler ile aynı anda, İsrail’deki nükleer başlıklı füzelerimizden iki tane 152 göndersinler... İki ayrı yerden aynı anda atılan füzelerin onları şaşırtmasını umuyorum. Bakalım o bölgede dört füzeyi birden vurabilecekler mi? Kıbrıs’tan yarın fırlatacağımız ikinci füzeye dikkatlerini çekelim. Asıl saldırı İsrail’den atılacak olan nükleer başlıklar olmalı. Hedeflerden birincisi Ankara, diğeri de bir hava üssü olsun. Fakat batı bölgesini hedef almayalım. Biliyorsunuz orası bizim için çok değerli...” Birleşik Devletlerin Türkiye’deki bazı madenlere büyük ilgisi vardı. Bunların başında da bor madeni geliyordu. Dünyadaki bilinen bor rezervlerinin %65’i Ege bölgesindeydi. Boraks, Kolemanit, Uleksit gibi minerallerin bulunduğu bu bor yatakları stratejik açıdan çok önemliydi. Geleceğin enerji teknolojilerinde, özellikle temiz enerji alternatiflerinde vazgeçilmez özelliklere sahip bir madendi. Hidrojen yakıtının güvenli bir şekilde depolanmasında bor bileşiklerine ihtiyaç vardı. Bor türevlerinden olan “Sodyum Bor Hidrür” bileşiği, yakıt pili üretiminde de etken bir maddeydi. Ayrıca bölgede zengin altın rezervleri bulunuyordu. Başkan Owner, komutanların fikrini bile sormadan ani bir karar vermişti. Fakat kafalar o kadar karışıktı ki, kimse bu karara ses çıkaramadı, sadece CIA Başkanı Howie, “Sayın Başkan, İsrail’i büyük bir riske atıyorsunuz. Ya füze göndermeyi kabul etmezlerse ne olacak?” diyebildi. Başkanın Howie’ye kızgınlığı sürüyordu ve neredeyse sinirden kendini kaybetmek üzereydi: “Herkes o füzelerin İsrail’e ait olduğunu sanıyor, ama gerçek öyle değil Howie! O füzeleri onlara biz verdik! Senin bunu bilmen lazım! Ve ben, Amerika’nın çıkarları için gerekirse seni bile ateşe atarım!” Gizli Harekât Merkezi, Ankara Uydu operasyon merkezinde yoğun bir hazırlık çalışması devam ederken, bölgedeki tüm Amerikan ve İsrail kuvvetleri dikkatle izleniyordu. Bu sırada Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve birkaç General aralarında konuşuyorlardı. Başbakan ayağa kalktı ve Dışişleri Bakanına dönerek, “Yeni bir nota ile Amerikalılara 24 saat süre verelim Sayın Bakan. Bu süre sonunda askerlerini ve tüm silahlarını geri çekmeyi, hükümetin de istifa etmeyi kabul etmesi durumunda anlaşma imzalamaya hazırız. Aksi halde günah bizden gider,” dedi. “İsrail için ne yapacağız efendim?” “Hiçbir şey! Amerika çekilince İsrail zaten çaresiz kalacaktır.” Başbakan Turan Eraslan, Cumhurbaşkanından izin isteyerek salondan çıktıktan sonra Cumhurbaşkanı Güney, Genelkurmay Başkanına dönerek sordu: “Amerikalılar bizim silahımızı tesirsiz hale getirebilirler mi? Sizce bu olabilir mi?” “Şimdilik hayır Sayın Cumhurbaşkanım. İçiniz rahat olsun. Her türlü önlemi aldık.” “Peki, biz uydularımıza sinyal göndererek yönlendiriyoruz. Onlar bizim sinyalimizi kesmeyi deneyeceklerdir. Bu durumda ne olur?” “Uydularımızdan bir tanesiyle bile sinyalimiz 5 dakika kesilirse uydu otomatik olarak sinyalin son çıkış bölgesine Kod-3 uygulaması yaparak buna sebep olan sistemi bozacaktır efendim.” “Peki, biz nasıl sinyal göndereceğiz o zaman?” 153 “Yedek vericilerimiz devreye girecek. Başka yerlerde de vericilerimiz var Sayın Cumhurbaşkanım. Hiç tahmin edemeyecekleri çok gizli yerlerde, hatta ülke dışında, müttefik topraklarında bile vericilerimiz var. Biliyorsunuz, bu operasyonu planlarken bize destek olabilecek dost ülkelerle çok gizli anlaşmalar yapılmıştı.” “Evet biliyorum. Teşekkür ederim Generalim. Sonunda Amerikan yönetimine iyi bir ders verdik galiba.” Cumhurbaşkanı oldukça rahatlamıştı. Başını salladı ve önünde duran meyve suyuna uzandı. Washington D.C. Sabaha karşı, yüz kişilik bir özel tim, bahçe içerisindeki üç katlı binayı sarmıştı. Koyu gri, tulum şeklindeki özel giysilerin sırt ve göğüs kısımlarının bazılarında FBI, bazılarında ise S.W.A.T. yazısı vardı. Ellerindeki otomatik silahlarla karanlıkta sessizce bekliyorlardı. İşaret gelince Türkiye Büyükelçiliği binasına ani baskın düzenleyeceklerdi; amaç ise Türklerin haberleşme sistemini ele geçirerek sırrını çözmekti. Başkanın Dışişleri Sekreteri bu operasyona etik değerler açısından ve uluslararası kurallara uygun olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmış, fakat Genelkurmay Başkanı ile NSA direktörünün baskısıyla Birleşik Devletler Başkanı operasyonu onaylamıştı. “Başka çaremiz yok Carol. Hiç olmazsa haberleşmeyi başarabilmeliyiz. Yoksa durumumuz çok vahim!” diyerek Dışişleri Sekreterini susturmuş, operasyonun yapılması için FBI ve CIA Direktörlerine emir vermişti. Tiz bir düdük sesi ile özel tim harekete geçti. Bahçe kapısının kilidi susturuculu bir silahtan çıkan birkaç mermi ile parçalanarak açıldı ve özel tim hızla içeri girdi. İlk grup yirmi kişi kadardı. Girişte hiçbir güvenlik görevlisi yoktu. Önce buna bir anlam veremediler. Binaya girerken başlıklarındaki kimyasal ışık çubuklarını bükerek yanmasını sağlamışlardı. İkinci kapıyı da kilidini kırarak açtılar ve içeri girdiler. Hızla her biri bir odaya daldı. Girdikleri her yer hemen aydınlanıyor, rastladıkları personeli silah tehdidi ile yere yatırarak ellerini kelepçeliyorlardı. Altısı merdivenlerden üst katlara fırlamış, birkaç kişi bodruma inen merdivenlere koşmuş, diğerleri de yere çökerek koruma pozisyonu almışlardı. Her şey yirmi saniyede olup bitmiş. Kimsenin kaçmasına fırsat vermemişlerdi. Buldukları tüm görevlileri girişteki salonda topladılar, hepsi beş kişiydi. Bunlar elçilikte çalışan hizmetçi, aşçı ve garsonlardı. Başka kimse yoktu. Elçilik bomboştu. Amerikalılar bir kez daha şoke olmuşlardı. Ankara Gizli harekât merkezinde, Amerikalıların aksine herkes oldukça sakindi ve görevli Subaylar büyük bir dikkatle izleme operasyonunu yürütüyorlardı. Bir sivil görevli içeri girdi, doğruca MİT Müsteşarının yanına gitti, eğilerek kulağına bir şeyler söyledi. Müsteşar ona kısaca teşekkür ettikten sonra görevli çıkana kadar bekledi ve sonra da Genelkurmay Başkanı Safa Ilgın Koray’a döndü: 154 “Generalim, İsrail’deki ekiplerimiz bildiriyor. Önemli gelişmeler varmış. Bazı Amerikalılar İsrail’de Başbakanlık yetkilileriyle görüşmeler yapmışlar, arkasından kabine toplantısı yapılmış ve daha sonra da İsrail Genelkurmay Başkanı ile görüşmeleri olmuş.” “Anlaşılan bir planları var... Sayın Müsteşar, Amerikalılar İsrail’e bir şekilde ulaşarak hangi talimatı iletmiş olabilirler sizce?” “Generalim, bu durumda ben olsaydım, ya savaşı durdurarak teslim olmalarını ya da nükleer füze göndermeleri talimatını verirdim.” “İkinci olasılık daha uygun görünüyor Sayın Müsteşar. Çünkü İsrail hükümeti birinci talimata kesinlikle uymaz.” “Gözcü-2 konuşuyor. Kıbrıs’taki İngiliz üssünde bir hareket var efendim.” “Devam et Gözcü-2.” “Füze kapaklarını açıyorlar, Gözcü-2, tamam.” “İsrail’de de nükleer füze atma kapasitesine sahip bir üste hareket gözleniyor. Gözcü-1 tamam.” “Gözcü-2 konuşuyor. Kıbrıs’taki üsten iki füze hazırlığı algılandı. Tamam.” “Onaylıyoruz efendim. Radar-1 tamam.” “Kapaklar açılıyor. İsrail’de iki füze hazırlığı algılanıyor. Gözcü-1, tamam.” “Eğer füze ateşleyeceklerse minimum ateşleme süresi otuz saniye Anaşahin, tamam.” “Çabuk koordinatları girin. Başbakanı çağırın. Uydularımız hazır mı Anaşahin?” “Evet hazırız komutanım. Şahin-1 İsrail için, Şahin-2 de Kıbrıs için hazır. Anaşahin, tamam.” Başbakan odada olmadığı için Genelkurmay Başkanı tüm inisiyatifi ele almıştı. Koray, Cumhurbaşkanına kibarca “İzninizle efendim,” diyerek kararlı bir ses tonuyla talimatlarını vermeye devam etti. “Her iki üsten de füzeleri aynı anda ateşleyip bizi şaşırtmak istiyorlar. Bunlar nükleer başlık taşıyor olabilirler. Anaşahin dikkatli olun!” “Merak etmeyin komutanım, dördünü birden vuracağız. Bunun için iki uydu yeter bize.” Cumhurbaşkanı dayanamadı ve bir soru sordu: “Sayın Genelkurmay Başkanı, PBDM etkisi devam ederken İsrail nasıl füze fırlatabiliyor?” “Efendim, bazı füze ateşleme ve kontrol merkezleri yerin 15-20 metre kadar altında bulunuyor. PBDM bu derinliğe ulaşamadığı için ateşleyebiliyorlar. Fakat yüzeye çıktığı anda füze bizimdir merak etmeyin.” Hazırlık anonsları devam ediyordu. “Yer, Necef çölü, İsrail. İki muhtemel füze hareketi, Kod-1. Gözcü-1, tamam.” “İkisini de hedef alıyoruz. Şahin1 ve Şahin-2 emrimle ikiniz birden aynı anda atışa geçin. Anaşahin, tamam.” “Anlaşıldı. Sistem devrede ve aktif. Şahin-1, tamam.” “Anlaşıldı Anaşahin, hazırız, Şahin-2, tamam.” “Kıbrıs’tan iki füze arka arkaya ateşlendi. Kod-2, Gözcü-2, tamam.” “3, 2, 1, ŞİMDİ!” “Kıbrıs’tan fırlatılan füzelerin ikisi de vuruldu. Kod-4, Nükleer patlama olmadı. Şahin2, tamam.” Tam o sırada diğer bir anons salonda yankılandı: “İsrail iki füzeyi birden ateşledi. Kod-4, Gözcü-1, tamam.” 155 “Füzeler rampadan yükselirken vuruldu. Dikkat! Bu bir nükleer patlama! Tekrarlıyorum, bu bir nükleer patlama! Gözcü-1, tamam.” “Onaylıyoruz efendim. Bu bir nükleer patlama. Radar-1 tamam.” “Sanırım iki nükleer patlama aynı anda oldu. Gözcü-1 tamam.” “Çöl yok oluyor efendim! Pa.. pa.. Patlamanın etkisiyle büyük bir ateş topu oluştu, sonrasında çok büyük bir mantar şeklindeki bulut, İsrail’in güneyini ve Necef çölünü tamamen kapladı! Gözcü-1, tamam!” Herkes ayaktaydı, gözler dehşet içinde ekrana ve birbirlerine bakıyordu. Salonda tam bir sessizlik hâkimdi. Birkaç saniye kimse konuşamadı. Başbakan az önce içeriye girmişti. Son gelişmeleri içeri girerken kapıda kendisine anlatmışlardı. Başbakan, çok alçak bir sesle, sanki kendi kendine konuşuyor gibiydi: “Tanrı bizi de, sizi de affetsin İsrailli kardeşlerim.” Başbakan yerine oturdu. Başını öne eğmiş ve susmuştu. Şeffaf bölmenin arkasında ise birkaç operatör kendini tutamamış sessizce ağlıyordu. Nükleer patlama, Kudüs’e 100 km. kadar bir uzaklıkta meydana gelmişti. Radyasyon etkisi kutsal şehre ulaştığında fazla tahribata yol açmayabilirdi. Tabii şehrin boşaltılması şarttı. Fakat üs, içindekilerle birlikte tamamen yok olmuştu. İki, üç saniye sonra sessizliği ilk bozan Genelkurmay Başkanı Koray oldu: “Derhal hava keşfi yapılsın. Meteorolojik bilgiler ve radyasyon raporlarını acilen istiyorum. İsrail’deki birimlerden ulaşabildiklerinizle temas kurun. Kayıplar nedir, hasar nedir? Birleşmiş Milletlere hemen bilgi verin. Haber programlarına panik önleyecek açıklamalar hükümet tarafından yapılmalı efendim. Sayın Başbakanım?..” Harekât merkezi birden çok hareketlenmişti. Herkes telaş içinde işini yapmaya çalışıyordu. Başbakan da başını kaldırdı ve yanındaki Bakanlara talimatlarını vermeye başladı. “Bakanlar Kurulunu acil toplantıya çağıralım. Meclisimizi de olağanüstü toplantı için hazırlayın. Meclis Başkanını bana bağlayın. Tüm diplomatik telefonları buraya yönlendirsinler. İki saat sonra Mecliste toplanacağız. Bu arada İsrail’e komşu ülkelerin liderleriyle görüşmemi sağlayınız. İçişleri Bakanımız, siz de yurtta asayişin devamını sağlayınız. Halka sık sık açıklamalar yaparak panik olmasını önlememiz gerekir. Bir saat içinde bir basın açıklaması için hazırlık yapınız. Generalim siz de gözlemeye devam ediniz. Başka saldırılar da olabilir. PBDM’yi kontrollü olarak kaldıralım. Haberleşmeye izin vermeliyiz. Ama çok dikkatli olun.” “Başüstüne Başbakanım. Doğudaki Amerikan askerlerini de çembere almak gerekir sanırım.” Ortadoğu ve Amerika karası üzerinde PBDM kaldırılmıştı. Diğer karalar üzerinde zaten uygulanmasına gerek görülmediği için şimdi tüm dünyada sadece denizlerde ve denizlerin üzerindeki hava sahalarında PBDM aktif durumdaydı. İnsanlar normal yaşama dönmüşlerdi. Fakat Amerikan ve İngiliz askeri uydularıyla casus uyduları artık yoktu. Milletvekillerine Ankara’dan ayrılmamaları duyurusu, üç gün önceki oturumda Meclis Başkanı Tokalp tarafından yapılmıştı. Fakat gizlilik nedeniyle operasyon hakkında bilgi verilmemiş ve operasyon kararı da Mecliste alınmamıştı. Operasyon emrinin, Başkomutan sıfatıyla doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından verilmesi uygun görülmüştü. Şimdi ise meclis toplantıya çağırılarak milletvekillerine ve tüm yetkililere bilgi verilecekti. 156 Washington D.C. Pentagon’da güvenlik ve savaş değerlendirme karargâhında İsrail’deki nükleer patlamalar haber alınmış, herkes şoke olmuştu. Haber Türkiye tarafından Avrupa basınına ve Birleşmiş Milletlere duyurulmuştu. Bir basın mensubu da hemen Pentagon’u aramış, haberi iletmişti. Artık Amerika üzerindeki PBDM’yi kaldırmış fakat uydudan gözlemeye devam ediyor ve telefonlar da çalışıyordu. Haberi alan bir General sesi titreyerek bağırdı. “Hemen Birleşik Devletler Başkanını bağlayın bana!” On saniye sonra Başkanla konuşuyordu. “Sayın Başkan az önce İsrail’de nükleer patlama olduğu haberini aldım. Nedeni henüz bilinmiyor. İsrail mahvolmuş durumda. Emirlerinizi bekliyorum.” Başkan telefonun öbür ucunda kireç gibi bembeyaz bir yüzle dinliyordu. Bir süre cevap vermedi, belki de ne diyeceğini bilemedi. Sonra konuşmaya çalıştı fakat bu defa da sesi çıkmamıştı. Hafifçe öksürdü, yutkunarak boğazını temizledi ve kendi kendine mırıldanır gibi şunu söyleyebildi: “Tanrım biz ne yaptık!” On dakika sonra White House’da sonucu öğrenen ve şoku çabuk atlatan bazı Generaller derhal misilleme yapılmasını istiyorlardı. Kutuplar civarına, uyduların görüş alanı dışına birkaç denizaltı göndererek buradan Türkiye’ye ve İran’a onlarca nükleer füze gönderebileceklerini düşünüyorlar ve Türkiye’ye mutlaka cevap verilmesini istiyorlardı. Başkan ise sakindi. Eliyle yüzünü sıvazlayarak Orgeneral North’un yanına gitti. Düşünceli bir şekilde ve yere bakarak konuşmaya başladı: “Bu işin nasıl geliştiğini bilmiyoruz General. Yani Türklerin söylediği gibi kendi füzemiz elimizde mi patladı, yoksa birisi oraya başka bir nükleer füze mi yolladı? Füzeyi uydunun etki alanı dışından fırlatsak bile hedefine giderken yolda uydu onu görüp yok edebilir mi? Bunlar çok önemli!.. Önce sakin olup düşünmeliyiz. Eğer kendi füzemiz elimizde patladıysa ki ben öyle olduğunu düşünüyorum, yapacak hiçbir şey yok demektir. Hemen anlaşmaya oturmalıyız. Yoksa her şey biter, mahvoluruz.” “Peki, siz ne öneriyorsunuz Sayın Başkan?” “Türklere bir anlaşma önermeliyiz. Ortadoğu’dan çekilmemizi istiyorlar. Kabul, çekilelim. Onlar da uydu silahlarını kapatsınlar. Biz onlara, tüm borçlarını silerek ekonomilerine destek sağlama, Kuzey Kıbrıs’ı tanıma, faizsiz krediler ve AB’ye giriş garantisi vererek, karşılığında bu silahların teknolojisini bize satmalarını teklif edelim.” “Şu anda çok üstün durumdalar Sayın Başkan. Kabul edeceklerini hiç sanmam.” “Kabul etmeseler bile görüşmelerin başlaması bize nefes aldırır, zaman kazandırır. Ortam yumuşar, kabul etmeleri için ne isterlerse veririz. Onları ikna etmek geçmişte de hep kolay olmuştu. Gene başarabiliriz. Zaten onlar dünyayı yönetme kapasitesine sahip değiller. Birleşik devletler olarak biz federal bir çatı altında elli devleti yönetiyoruz. Tecrübelerimizden yararlanmak istemeleri akıllıca olur.” “Pekâlâ Sayın Başkan, başkomutan sizsiniz. Ben bu yönde hazırlıklar yapmak üzere Pentagon’a dönüyorum. Siz siyasiler bu işi pişirirsiniz. İzninizle Sayın Başkan.” 157 Pentagon’da değerlendirme raporları hazırlanmaya çalışılırken, Genelkurmay Başkanı Orgeneral North ofisine dönmüş, aralıklarla önüne gelen raporları iyice inceliyor, sonuçlar çıkarıyordu. PBDM kaldırıldığı için iletişim kurulmuş, sınırlı da olsa bilgi akışı başlamıştı. Bu sırada Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral G.R. Sanford da kendi ofisinde incelemesini bitirmek üzereydi. Patlamaların olduğu sırada havada hiçbir füze izine rastlanmamıştı. Yani kimse İsrail’e füze filan göndermemişti. Ümitsizce çabalıyor, çabaladıkça da batıyorlardı. Uyduların hepsi devre dışı olduğu için Ortadoğu’daki ordularıyla bağlantıları sıfıra düşmüştü. Bu bile başlı başına bir felaketti. Sanford derin bir düşünceye dalmıştı: “Türkler doğru söylemişler. Nereden bir füze atılsa aynı şey olacak ve elimizde patlayacak. Artık bu kesin. Bu durumda tüm silahlarımız devre dışı demektir. Türkler gerçekten de çok iyi hazırlanmışlar. Yalnız olamazlar... Birleşik Devletler yönetimlerinin yıllardan beri uyguladıkları sorumsuz politikalar yüzünden karşımıza aldığımız, düşman ettiğimiz birçok ülke var. Şimdi de ektiklerimizi biçiyoruz işte...” Türkiye, Amerikalıların barış teklifini, tüm bakanların katıldığı Milli Güvenlik Kurulunda tartışmış ve sonuçta, bu şartlar altında öneriyi kabul edilemez olarak değerlendirmişlerdi. Amerikan Büyükelçisi aracılığıyla cevaplarını iletmişler; ancak Birleşik Devletler, İngiltere ve İsrail yönetimleri dünyadan açıkça özür diledikten sonra topluca istifa ederlerse ve ordularını tamamen kendi ülkelerindeki üslerine çekerek, diğer ülkelerde bulunan tüm üslerini de boşaltarak, nükleer silahlarının tamamını Birleşmiş Milletler Örgütüne teslim etmeyi kabul ederlerse, uydu silahlarını durdurabileceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine Birleşik Devletler Başkanı Owner, doğrudan Cumhurbaşkanı Güney’e hitaben yazılmış, beş sayfalık mesajı Türkiye’ye göndermişti. Başkan Owner, tekliflerini uzun uzun sıraladıktan sonra üç kişilik bir temsilciler heyetini Türkiye’ye göndermek istediklerini belirtmiş, fakat Türkiye’nin buna da cevabı sert olmuştu. Birleşik Devletler Başkanına, daha önce bildirilen antlaşma şartlarından başka hiçbir teklifi kabul etmeyeceklerini, Amerikan yönetiminin dünyayı yönetme çabalarının acı, hüsran ve başarısızlıklarla dolu olduğunu cevaben bildirmişlerdi. Açıklanan şartları kabul etmeden gönderecekleri hiçbir heyetin kabul edilmeyeceğini, hatta bu heyetlere uçuş izni bile verilmeyeceğini de eklemişlerdi. En az, ünlü Johnson Mektubu kadar sert olan bu cevap Amerikan yönetiminin üzerinde bir balyoz etkisi yapmış, yönetim büyük bir hayal kırıklığıyla, çöküntü içerisine düşmüş, hatta sonumuz geldi psikozuna girmişlerdi. Bu ruh durumu insanlara akla gelmedik şeyler yaptırabilir, türlü çılgınlıklara yol açabilirdi. Türkler ve müttefikleri bunu bilerek ölçülü olmaya dikkat ediyorlar, fakat kesinlikle gevşemeden, bütün dikkatlerini operasyona yönelterek çalışmaya devam ediyorlardı. Bu sıralarda operasyona destek veren ülke sayısı da birdenbire artmış, Avustralya hükümetinden sonra neredeyse tüm Asya ve Afrika ülkeleri de destek mesajlarını iletmeye başlamışlardı. Avrupa’dan gelen destek henüz çok sınırlıydı. Atina’da ise büyük bir gerginlik ve endişe hâkimdi. 158 Pentagon, ABD Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sanford, ofisinde yazmakta olduğu raporu tamamlayıp, imzaladıktan sonra Genelkurmay Başkanlığına, Ulusal Savunma Sekreterliğine ve Birleşik Devletler Başkanına gönderilmek üzere, odada ayakta beklemekte olan görevli Subaya uzattı. Subay selam verip çıktıktan sonra derin bir nefes aldı, arkasına yaslanarak bir süre hareketsizce camdan dışarı, gökyüzüne baktı. Masmavi gökyüzündeki beyaz tüy bulutları kayar gibi yavaşça yer değiştiriyordu. Ayağa kalktı, yavaş adımlarla pencereye gitti. Başını uzatarak gökyüzüne tekrar baktı. Eskiden bu camdan baktığında en az birkaç uçağın göklerde süzüldüğünü görürdü Sanford. Şimdi ise sadece birkaç kuş vardı. Hızla geçmişe gitti ve F18 pilotu olarak Irak savaşında uçtuğu günleri anımsadı. Düşmanı perişan ederlerken, üstün olmanın verdiği güvenle savaşmıştı. Duyduğu gurur ise yıllarca, anılarına sarmalanarak kendisini mutlu etmişti. Bir keresinde uçağı vurulmuş ve körfez üzerindeyken paraşütle atlamak zorunda kalmıştı. O savaştaki başarılarından dolayı cesaret ve onur madalyası almıştı. Eli göğsüne gitti ve gülümseyerek madalyalarına baktı. Sonra yavaşça dönerek masasının üzerinde duran resmi eline aldı. On altı yaşındaki oğlunun gülen yüzüydü baktığı. Resmi öptükten sonra yerine bırakırken, gözlerinde hüzünlü bir mahcubiyet vardı. “Senden ve bütün çocuklardan özür diliyorum, sevgili oğlum,” diye mırıldandı. İlk kez, onlara iyi bir dünya kuramamış olmalarının eksikliğini hissediyordu... Daha sonra gözleri, oğlunun yanında duran eşinin resmine takıldı. Kumral ve kısa saçları, açık mavi gözlerindeki insanın içine işleyen o sıcak bakışları, inci gibi bembeyaz dişlerini ortaya koyan coşkun gülüşü, onun tatlı, yumuşak sesini hatırlatmıştı, resmine her baktığında olduğu gibi... On sekiz yıllık evlilikleri bir film olup, birkaç saniyede aktı gözlerinin önünden. Ne kadar mutlu günleri olmuştu, ne kadar çok sevmişlerdi birbirlerini... Birdenbire bir çığ koptu yaşlanmış, soğuk dağdan aşağılara, sonra da bir damla olup çenesinden süzülerek yere düştü. Sanford, hayatında ilk kez ağlıyordu. Çok sevdiği eşinin cenaze töreninde bile gözyaşlarını ‘hazır ol’da tutmayı başarmıştı. “Dünya ne çabuk değişiyor... Kahretsin, çok yaşlandım galiba,” diye düşündü mendiliyle gözlerini silerken. Biraz sonra, başını dikleştirerek kısık bir sesle, son emrini kendine verdi: “Rahat asker...” Artık rahatlık zamanıydı... Sakince, madalyalarını çıkartıp masanın üzerine bıraktı. Parmaklarının ucuyla onları okşarken gözleri hâlâ dalgın ve donuktu. Koltuğuna oturdu. Önüne bir kâğıt çekerek istifa yazısını yazmaya başladı... Amerikan ordusunda çözülme başlamıştı. Senato, Temsilciler Meclisi, Dış İlişkiler Komisyonu ve siyasi partilerde de istifalar ve büyük çalkantılar oluyor, ardı ardına sayısız toplantılar yapılıyordu. Televizyonlarda sürekli siyasi programlar yer alıyor, özellikle yönetim muhaliflerinin veryansın ederek eleştirilerini sürdürdüğü programlar tekrar tekrar yayınlanıyordu. 159 24 Ağustos, Ankara (Operasyonun dördüncü günü) Başbakan Turan Eraslan, Başbakanlık binasındaki salonda, bütün televizyon kanallarında canlı yayınlanan bir açıklama yapıyordu. Başbakan kürsünün arkasında ayaktaydı, sol yanında Başbakan Yardımcısı Cengiz Çallı ve Dışişleri bakanı Akif Bozkıran vardı. Sağ yanında ise Genelkurmay Başkanı Safa Ilgın Koray ile Askeri İstihbarat Başkanı Hayrettin Birsoy ayakta duruyorlardı. Başbakan çok ciddi bir yüz ifadesiyle konuşmasına başladı: “Sevgili Türk Halkı ve Dünya Halkları, sizlere maalesef çok üzücü olaylar hakkında bilgi vermek durumundayım. Bildiğiniz gibi Türkiye, müttefikleriyle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin Ortadoğu saldırılarına son vermesini amaçlayan bir dizi girişimlerde bulunmuştur. Bunu temin etmek için de, üç gün önce savaşı engelleyici, özel silahlar kullanarak ortak bir operasyon başlattık. Çok da etkili sonuçlar aldık. Fakat ne yazık ki; dün akşam saatlerinde İsrail’de istenmeyen bir felaket meydana gelmiştir. İsrail devleti, Amerikan hükümetinin isteği doğrultusunda bize nükleer bir saldırıda bulunmak istemiş ve bizim uyarılarımıza rağmen füzelerini ateşlemiş, fakat bu nükleer füzeler kendi topraklarında patlamıştır... Kendimizi savunmak zorundaydık ve bizi buna mecbur bırakmışlardı... Bu akılalmaz olay sonucunda İsrail çok büyük zarar görmüş, maalesef çok insan ölmüştür. Çok daha fazlası da yaralanmıştır... Ne yazık ki Ürdün de bu patlamalardan kısmen etkilenmiştir. İsrail hükümeti böyle bir çılgınlık yapmamalıydı... Amerikan ve İngiliz hükümetleri de gözü dönmüş çılgınlar sürüsü gibi davranmamalıydı... Ne yazık ki, böyle davranmışlardır. Oysa en büyük zararı kendilerine ve kendi halklarına vermişlerdir. Bu olaydaki tek tesellimiz, kutsal kent Kudüs ve Hayfa’da bulunan Bahai World Center’ın zarar görmemiş olmasıdır. İsrail halkının şu anda acil yardıma ihtiyaçları vardır. Savaşan bütün ülkelere buradan çağrıda bulunuyorum. Derhal savaşmayı bırakıp bizimle birlikte İsrail halkının yardımına koşunuz. Savaşmaya devam edenlerin başına gelecek olan işte budur! Biz Türkler her zaman yurtta barış, dünyada barış ilkesini benimsemiş, sevecen bir milletiz. Bize karşı yapılan her saldırıyı da karşılayabilecek güçteyiz. Bu, tarihte de böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır. Bunu herkes de böyle bilmelidir... Şimdi de Amerikan ve İngiliz halkına seslenmek istiyorum… Güçlü devletler uyguladıkları politikalarıyla tüm dünyayı etkiler ve hatta yönetirler. Bu yüzden kendi halkları da dünya halkları önünde sorumluluk taşırlar. Çünkü dünyayı yönetmeye soyunanları onlar seçerler... Amerikalı yöneticileri biz seçmedik, İngiliz yöneticileri de… Ama biz onlardan büyük zarar gördük. Dünya zarar gördü. Irak’ı, İran’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Lübnan’ı ve daha birçok ülkeyi ezerek, halklarını öldürdüler. Dünyayı kötü yönettiler. Bütün zenginliklere göz diktiler ve saldırgan politikalarıyla barışı onlar engellediler. Şimdi sizler, onları seçenler, olanlara seyirci mi kalacaksınız? Sizlere soruyorum ey Amerikan vatandaşları! Ey İngiliz vatandaşları! Seyirci mi kalacaksınız? Bilmelisiniz ki, yöneticileriniz kötü niyetli ve savaş tacirliği yapan, gözü dönmüş çılgınlardır. Bunları değiştirmek de sizlerin elindedir, hatta sizin tarihi görevinizdir. Çünkü bunlar dünyayı felaketlere götürüyorlar. Sizleri felaketlere götürüyorlar. Biz buna izin veremeyiz! Sizler de vermemelisiniz. Unutmayınız ki, Türk halkının düşmanı sizler değilsiniz, sizin yöneticilerinizdir. Hükümetlerinizdir. Bütün halklar bizim dostumuz ve kardeşlerimizdir. Bizleri birbirimize düşürmelerine, kardeşkanı akıtmalarına izin vermeyiniz. 160 Bizim tek amacımız tüm dünyaya barış getirmektir. Huzur ve güveni tesis etmektir. Herkesin barış içinde mutlu yaşayacağı yeni bir dünya kurarak çocuklarımızı en iyi şekilde eğitmektir. Şunu herkes iyi anlamalı ki; dünyanın bir köşesinde acı çeken, açlık çeken insanlar varken, diğer bir taraftakiler ne kadar mutlu ve zengin olursa olsun bu saadetleri kalıcı olamaz. Artık, büyüklerin kavgasında çocukların ölmesine son vermek zorundayız. Artık, daha çağdaş olmak zorundayız. Halklarımızı eşit, özgür, sağlıklı ve mutlu insanlar olarak yaşatmak zorundayız. Bilmelisiniz ki; bu büyük hedefe gitmekte kararlıyız ve yalnız da değiliz. Bizi destekleyen ve barış isteyen, aklı başında yöneticilere sahip on dokuz ülke daha var arkamızda... Evet!.. Tam on dokuz ülke daha var!.. Şimdi de Amerikan yönetimini, İngiliz yönetimini ve İsrail yönetimini derhal topluca istifa etmeye davet ediyorum. Dünya sizlerden çok çekti. Artık yeter diyoruz! Yeter!.. Eğer siz, şimdi kendi iradenizle çekilmezseniz, biliniz ki, kendi halkınız sizi yarın, elinin tersiyle silecektir. Eğer onlar yapamazsa, oraya gelir ve bunu biz yaparız!.. Evet, biz yaparız! Artık sizi kimse kurtarmaz! Sizler tarihe kara bir leke olarak geçtiniz! Ne yazık ki, bunun sonuçlarına da tüm dünya insanları birlikte katlanmak zorunda kalmışlardır. Sevgili Dünyalılar, umarım ki, bu savaş, dünya üzerindeki son savaştır. Bir daha savaş olmaması için gereken her şeyi yapacağız. Evet, bunu müttefiklerimizle birlikte biz yapacağız. Bu bir deviniştir. Dünya tarihinin en önemli değişim süreçlerinden biridir... Size söz veriyorum. Bir daha savaş olmayacak! Sevgili basın mensupları, lütfen şöyle yazınız...” Başbakan, eliyle havaya yazı yazıyormuş gibi yaparak ekledi: “THAT WAS THE FINAL WAR!” Başbakan sözlerinin iyice anlaşılması için bir süre bekledikten sonra konuşmasını şöyle bitirdi: “Sözlerime son verirken, ölen İsrailli kardeşlerimize de Tanrı’dan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.” Eraslan kürsüden inerken hafifçe sendelemişti. Çok yorgun ve uykusuz olduğu yüzünden okunuyordu. Evine gitmeden önce Genelkurmay Başkanı Koray ile ayaküstü beş dakikalık bir görüşme yapmış, Bakanlar Kurulunda alınan gizli bir kararı bildirmişti. Başbakanın konuşması tüm dünyada büyük yankı bulmuştu. Türk ve dünya basını ile neredeyse tüm televizyonlar, gün boyunca Başbakan Turan Eraslan’ın konuşmasını defalarca yayınladılar. Yorumlar yapıldı, uzmanlar görüşlerini açıkladı, dünya çalkalandı. Türkiye’nin son derece kararlı olduğu tüm dünya tarafından çok net biçimde anlaşılmıştı. Başbakanın “Bu son savaştı,” anlamındaki sözleri İngilizce söylemiş olması da değişik yorumlara neden olmuştu. Bunların içinde en doğrusu; artık yeni bir düzen kurulacağı ve herkesin aynı dili konuşarak anlaşacağının işaretini vermiş olmasıydı. Amerikan ve İngiliz hükümetlerinden ise hiç ses yoktu. Hepsi ofislerine kapanmış, dışarıdan kimseyle görüşmüyorlardı. Avrupa çok sessizdi. Almanya başta olmak üzere bütün Avrupa, Türklerinin ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorlardı. 161 İstanbul Operasyon başladıktan yirmi dört saat sonra, Jülide neredeyse her şeyi anlamıştı. Onunla temas kuran CIA görevlileri birdenbire ortadan kaybolmuşlardı. Bir süre Selçuk’un aramasını beklemiş, fakat telefonu hiç çalmamıştı. O zaman Selçuk’un da gerçeği bildiğini düşünmeye başlamıştı. Olayları kafasında birleştirerek, yanıltıcı bilgilerin kendisine kasten verildiğini de tahmin etmekte gecikmemişti. Jülide hemen bir kalem alıp, kafasındaki bazı bilgileri kağıda dökerken içinde büyük fırtınalar esiyordu. Selçuk’u kaybettiğini biliyor ve bu yüzden adeta ölmek istiyordu. Çünkü Selçuk’u artık deliler gibi seviyordu. Başlangıçta bu bir iş ilişkisi olarak başlamış olsa da şimdi ona sırılsıklam âşıktı. Günlerdir bu işten nasıl sıyrılacağını, Selçuk’a nasıl anlatacağını düşünüp duruyordu. Her şeyi anlatınca da sevdiği adamı kaybedebileceğini düşünüyor ve bu düşünce onu deli ediyordu. Bilmeyerek de olsa CIA’e yanlış bilgiler iletmiş olmasına ve bu sayede sevdiği adama zarar vermemiş olmasına da alabildiğine seviniyordu. Bu çalkantılı düşünceler içerisinde bazen ayağa kalkarak odanın içerisinde hızlı adımlarla dolaşıyor, sonra tekrar masaya gelip yazmaya devam ediyordu. Kapana sıkışmış bir kaplan gibiydi. İster istemez, geçmişte yaşadığı o kâbus tekrar tekrar canlanıveriyordu gözlerinde… Arkadaşlarıyla bir barda eğleniyorlardı. Tuhaf ve küçük bir odada kendine geldiğinde dışarıdaki bağırışları ve koşuşan insanların ayak seslerini duymuştu önce. Sonra yavaşça kapıyı aralayıp bakmış ve silahlı adamları görmüştü koridorda. Onların polis olduklarını fark ettiğinde ise, ikisi hızla üzerine gelmişler, ellerine kelepçe takarak dışarı sürüklemeye başlamışlardı. Üzerinde hiçbir şey olmadığını da ancak o zaman fark edebilmişti. Çırılçıplaktı! Kendisini binadan çıkartan polislerden biri çıkışta üzerine battaniye gibi bir şey örtmüştü. Sonra da bir hastenede bulmuştu kendini. Gözaltına alındığı hücrede, nedense yalnızdı. Saatler sonra sivil giyimli biri yanına gelerek kendisine hiv virüsü taşıdığını söylemişti. Sınır dışı edilecekti, ancak bir süre hapis yattıktan sonra. Çünkü fuhuş yapmakla suçlanıyordu ve bu federal bir suçtu ABD’de. Jülide o sırada uyuşmuş bir halde, şaşkınlıkla karşılıyordu olanları. Hiçbir şey anlayamıyor, olup biteni tam olarak algılayamıyordu. Sanki uyuşturulmuş ya da rüyada gibiydi. Ertesi gün durumunun vehametini daha iyi kavradığında tüm benliğiyle isyan etmişti. Ama çığlıklarına kimse aldırmamıştı. Onu sorgu odasına aldıklarında şık kıyafetli, siyahi bir adamla konuşmuştu. Sevimli bir yüzü olan bu adamın CIA ajanı olduğunu da sonradan, kendisini eğitime aldıkları günlerde öğrenmişti. O gün bu adamı polis sanıyordu. Siyahi adam onu olacaklar hakkında bilgilendirdikten ve iyice korkuttuktan sonra şöyle demişti: “…Ama üzülmeyin, herşeyin çaresi var. Bize yardım edersen biz de sana yardım ederiz. Seni tedavi ederek hayatını kurtarabiliriz. Hatta hapisten de kurtarabiliriz. Siciline işlenmez ve sınırdışı edilmezsin. Okuluna devam edebilirsin. Herşey normale döner. Tamam mı? Başka çıkış yolun da yok!..” Anlaşma imzaladığı o günü ve o andaki çaresizliğini unutmasına imkân yoktu. Şimdi ise karşısına çıkacak her Amerikalıyı hiç düşünmeden, elleriyle parçalayabilirdi. Selçuk ile onların sayesinde tanışmıştı, gene onların yüzünden kaybediyordu. “Hayatımla ve geleceğimle oynadılar. Kahretsin! Onların hepsi birer hayvan!.. Beni kullandılar. Şimdi bu hayvanların bana ve ülkeme yaptıkları kötülükleri ödemeleri gerekiyor,” diye düşünüyordu ve artık hiç korkmuyordu... Kafasındaki bilgileri kağıda dökmeye devam etti. 162 Selçuk ise bir sigara yakmış, yatakta sırt üstü yatarak, sabit gözlerle tavana bakıyordu. Az önce televizyonda Başbakanın konuşmasını izlemişti. Hazırlıklar bitip, operasyon başladığında, tüm personel izinli olarak evlerine gönderilmiş ve evlerinden ayrılmamaları talimatı verilmişti. Selçuk da bir sürü yiyecekler ve içkiler alıp eve kapanmış, olan biteni haberlerden ve gelen telefonlardan öğreniyordu. CD çalardan odaya yayılan Ravel’in Bolerosu onu melankolik bir ortama sürüklemişti. Yine Jülide’yi düşünüyordu. Nedense onu düşünmeden yapamıyordu. O yemyeşil, iri gözlerindeki sıcak bakışları, kusursuz güzellikteki yüzünü, tatlı sesini ve sevişmelerini hayal etti. Jülide sevişirken kısık bir sesle inlerdi. Bu da Selçuk’u çok tahrik eder ve bundan tarifsiz bir zevk alırdı. Sevişmelerinin sonuna doğru bu inlemeler gittikçe yükselerek kontrolden çıkardı. Birkaç defasında komşular duyacak endişesiyle Jülide’nin ağzını eliyle kapatmak zorunda kalmıştı. Selçuk bunları düşünürken, hüzünlü müziğin de katkısıyla içini buruk duygular kaplamıştı. İçi sıkılıyordu. Bulanıklaşan görüntüyü netleştirmek için gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra yattığı yerden dışarıya baktı. Masmavi gökyüzünü ve dışarıdaki ağaçları gördü. Perdeleri sonuna kadar açıktı. Camın hemen önünde, yere paralel olarak uzanmış bir dalın üzerinde hiç ses çıkarmadan öylece duran bir sürü güvercin vardı. “Dünyadaki ses çıkarmayan tek kuş cinsi güvercinler herhalde,” diye düşündü. Güvercinlerin hepsinin yüzü cama dönüktü. Selçuk onların kendisine baktıklarını, onu izlediklerini sandı bir an. Yoksa müziği mi dinliyorlardı? Acaba bu kuşlar camın arkasından kendisini görüyorlar mıydı gerçekten? Galiba görüyorlardı! Güvercinlere bakarken tekrar Jülide’nin hayali girdi araya. “Şimdi burada olmasını ne kadar isterdim.” Bu sessizlikte onun tatlı sesini duymak, özlem gidermek, bunu düşünmek bile çok hoştu. Operasyon başladığından beri neredeyse beş gündür görüşmemişlerdi. “Hâlâ İstanbul’da mıydı, yoksa durumu anlayıp kaçmış mıydı? Bir telefon etse miydi acaba?” Bir taraftan da başlamış olan operasyon heyecanı sarmıştı içini. “Dünyada çok önemli gelişmeler olurken Jülide’yi düşünmek doğru mu Selçuk? Kendine gel, aklını başına topla,” diyordu içinden... “Operasyon iyi gidiyor sanrım. Anladığım kadarıyla, Birleşik Devletler ve İngiltere çaresiz kalmış, Türkiye büyük zafere doğru emin adımlarla ilerliyor.” Dayanamadı, Jülide’yi arayacaktı. Artık casus olmasının bir önemi yoktu. İş bitmişti. Şimdi ondan hesap sorması gerekiyordu. Bir süre daha düşündü... Sonra; “Saçma! Onu artık hiç aramamalıyım. Bu iş bitti,” diye geçirdi içinden. “Zaten operasyon başladığında yakalanmadıysa bile kaçmış olması büyük ihtimal. Artık onun casus olduğunu bildiğimi anlamış olmalı. Zira operasyonun başarısı, ona verdiğim bütün bilgilerin yanlış olduğunu ortaya seriyor. O kıvrak zekasıyla bunu anlamıştır mutlaka,” diye düşündü. Bir sigara daha yaktı. Alışık olmadığı için sigara ona dokunmuş, kulakları çınlamaya başlamıştı. Selçuk bir an bocaladı, çünkü gerçekte kulakları değil, kapının ziliydi çınlayan. “Kim olabilir?” diye düşünerek kalkıp kapıya gitti. Kapıyı açtığında önce gözlerine inanamadı. Jülide karşısındaydı. Güzel yüzü hüzünlü bir ifadeyle asılmış, gözlerinin altı hafifçe morarmış, öylece durmuş, yere bakıyordu. Üzerinde Selçuk’un hediye ettiği pembe bir elbise vardı. Elinde büyükçe bir zarf tutuyordu. Her zamanki gibi, zarfı liseli kızların kitaplarını tuttuğu şekilde göğsüne bastırmış, kapıda öylece duruyordu. Gözlerini kaçırarak, “Merhaba Selçuk,” dedi. Selçuk hâlâ şaşkındı. Hiç beklemiyordu bu ziyareti. 163 “Hoş geldin... Şey… Girsene,” diyerek Jülide’yi içeri davet etti. Jülide sessizce içeri süzüldü ve odada ayakta beklemeye başladı. Müzik dikkatini çekmişti. “Ravel’i mi dinliyorsun?” diye sordu. “Ah, evet… Ortalık biraz dağınık, kusura bakma. Ziyaretçi beklemiyordum da…” Jülide’nin yüzünde büyük bir pişmanlık ifadesi vardı. Çok üzüntülü görünüyordu. Selçuk, onun gizli amacını başından beri bildiği için bu soğuk ve üzgün tavrını pek yadırgamamıştı. Ne söyleyeceğini de az çok tahmin ediyordu. “Seninle konuşmak ve vedalaşmak için geldim Selçuk.” “Vedalaşmak mı? Gidiyor musun yoksa? Peki, nereye?” diye sordu yutkunarak. Düşündüğü gibi olmamıştı. “Evet Selçuk, gitmem gerekiyor. Fakat önce konuşmalıyız.” “Konuşuruz tabii. Ah, affedersin, otursana.” Jülide kanepenin bir ucuna yavaşça ilişti, Selçuk ise kanepenin öbür ucuna oturmuştu. Jülide yere bakarak konuşuyordu. “Lütfen beni dinle ve anlamaya çalış. Söyleyeceklerim için peşinen özür dilerim... Ben senin tanıdığın Jülide değilim Selçuk. Sana istemediğim halde yalan söyledim. Beni buna zorladılar.” Jülide gözlerini Selçuk’tan kaçırarak, arada bir derin nefes alarak konuşuyordu. Bu sırada gözü kanepede duran sigara paketine takıldı. “Biliyorum Jülide, ben her şeyi biliyorum.” Gözlerini sigara paketinden ayırarak sorar gibi Selçuk’un yüzüne baktı. Çok şaşırmıştı. “Nasıl, biliyor musun? Neyi biliyorsun?” “Her şeyi…” “Sana yalan söylediğimi, benim bilgi toplamak için görevlendirilmiş bir muhbir olduğumu, seni tuzağa düşürmeye çalıştığımı, gerçekten biliyor musun?” “Evet Jülide, biliyorum.” Jülide hâlâ inanamıyormuş gibiydi. “Ne zaman öğrendin peki?” “Bir yıldır biliyorum.” Selçuk özellikle yanlış cevap vermişti. Çünkü her şeyi başından beri bildiğini ve ilişkilerinin tamamen bir senaryo olduğunu düşünmesini istemiyordu. Her şeye rağmen onu sevmişti. Hâlâ da seviyordu. Elinde değildi… Jülide bir iki saniye kadar tavana baktı ve tekrar yere çevirdiğinde başını hafifçe sağa sola sallayarak: “Oh tanrım! Demek bir yıldır biliyordun ve bana bir şey sormadın, öyle mi? Ben de sana nasıl söyleyeceğim diye kıvranıp dururken hem de...” Selçuk konuyu değiştirmek istercesine sordu: “Gelişmeleri takip ediyor musun? Bizimkiler sizinkileri çaresiz bıraktı. Uydu silahlarımız çok etkili oldu.” “Onlar bizimkiler değil Selçuk. Ben onlardan değilim, bunu anla. Mecburdum, çaresizdim. Tuzağa düşürüldüm… Fakat bu uyduları siz yapıyordunuz, değil mi? Bana bilerek hep yanlış bilgiler veriyordun, değil mi?” Jülide bu soruları sorarken Selçuk’un onaylamasını istiyormuşçasına bir yanıt beklediğini baş hareketleriyle ve mimikleriyle belli ediyordu. Selçuk ise bunu görmüyordu. Başını öne eğmişti. Yavaşça cevapladı: “Vatanım ve insanlık için.” Jülide biraz daha rahatlamıştı. 164 “Bravo Selçuk, sen çok doğru ve iyi bir iş yaptın. İyi ki bana doğru bilgiler vermedin. Şimdi buna çok seviniyorum. Doğrusu sana bir kez daha hayran oldum. Ya bana aldanıp her şeyi anlatsaydın... İnan bana vicdan azabından kendimi öldürürdüm. Çünkü ne kadar büyük bir planı bozmaya çalıştığımı bilmiyordum. Ne yaptığımı bilmiyordum, şimdi anladım her şeyi, buna inanmalısın.” “Neden yaptın öyleyse, bu işe neden bulaştın?” “Mecburdum Selçuk, sen anlayamazsın bunu. Sana bile anlatamam. Başka çarem yoktu. Senin bilmediğin şeyler var.” Jülide artık dayanamamış ve gözyaşlarını tutmayı bırakmıştı. Yere bakarak sessizce ağlıyordu. Müzik bitmişti. “Senin Amerika’dayken yaptığın iş mi Yıldız? Aileni kaybettikten sonra hayatını kazanmak için yaptığın iş mi?” Jülide’nin ıslak iri yeşil gözleri iyice açılmıştı. Büyük bir şaşkınlık içindeydi. Sanki kafasına bir yumruk yemiş gibi hissetti ve endişeli bakışlarla Selçuk’a döndü: “Sen bunları da mı biliyorsun Selçuk? Nasıl olur? Bunları nasıl bilebilirsin? İnanamıyorum!” Kendini tutamamış, yüzünü elleriyle kapatmış, hıçkırıklarla ağlıyordu. Selçuk cevap vermemişti. Jülide’nin geçmişinde düşündüğünden de kötü bir şey olduğunu sezmişti. Jülide bir süre ağladıktan sonra başını kaldırdı, yanaklarını silerken: “Bilmediğin bir tek şey var o halde. O da seni gerçekten sevdiğim... Sana yalvarmak için gelmedim buraya, buna yüzüm yok biliyorum. Sadece özür dileyip vedalaşmaya geldim Selçuk. Seni gerçekten sevdiğimi de bilmeni istedim... Asla rol değildi. Tabii şu an buna inanmanı da bekleyemem senden.” Selçuk bakışlarını kaçırmıştı. Yere bakarak başını sallamakla yetindi. Gene cevap vermemişti. “Hoşça kal Selçuk, sanırım bir daha görüşemeyiz.” Jülide uzanarak Selçuk’u yanağından hafifçe öptü ve gözlerini silerek ağır ağır kalktı. Ancak duyulacak kadar alçak bir sesle konuşuyordu. “Ne olur sigara içme.” Selçuk bakışlarını yerden kaldırmış, Jülide ile göz göze gelmemek için cama doğru bakıyordu. Bu kez güvercinlerle göz göze gelmişti. Güvercinler başlarını sağa sola ani hareketlerle çevirerek sanki onları daha iyi izlemeye çalışıyor gibiydiler. Jülide’nin, kapıya doğru yürürken yavaşça, “Beni affet,” dediğini duydu ve sonra da kapının kapandığını… O anda ağaçtaki bütün güvercinler birden havalandı. Kanatlarını çırparak gökyüzüne doğru kaybolup gittiler. Selçuk bedeninden bir parça kopmuş gibi hisseti. Kopmuş ve uçup gitmişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Gözleri nemlenmiş, içi burkulmuş, kalbi sıkışıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. Doğrularak derin bir nefes çekti içine. Eli sigara paketine uzanırken, kanepenin üzerinde duran zarfı fark etti. Jülide’nin unuttuğunu düşünerek zarfı eline aldığında, üzerindeki ‘Selçuk Göktuna’ yazısını gördü! Washington D.C. Günün ilk ışıklarıyla uyanan Amerikan halkı, sabahın ilk saatlerinden beri, televizyonlarda yayınlanmakta olan Başbakan Turan Eraslan’ın, Amerikan ve İngiliz halkına hitaben yaptığı konuşmayı dinlemeye başlamıştı. Yapımcılar İngilizceye 165 çeviriler yaparak, basın konuşmanın tam metnini özel program yaparak yayımlamış, halk da bu konuşmadan çok etkilenmiş, yönetime ateş püskürüyordu. İlerleyen saatlerde protesto gösterileri ve bilim adamlarının eleştirileri en üst düzeye çıkmış, bazı eyaletlerde halk ayaklanmaları haline dönüşmüştü. Ünlü bir Amerikalı yazar, televizyondaki canlı yayında şöyle konuşuyordu: “Amerikan hükümeti çok yanlış ve tehlikeli işler yapmıştır. Biz yıllardır yönetimleri ve halkı uyarıyoruz. Tekrar vurgulamak istiyorum; Amerika yanlış yoldadır. Amerika’yı sadece Amerikan halkı kurtarabilir. Başka kimse değil. Sizler inisiyatif alıp, yanlış yönetimlere karşı direnişe geçmezseniz, onlara baş kaldırmazsanız, işte böyle olur. Korkulan olmuştur. Biz çok geç kaldık aslında. Ben yıllardır Amerikan halkını uyarmaya çalıştım. Bunların hepsini yıllardır her fırsatta söyledim. Fidel Castro bile hasta yatağından kalkıp bizi, Amerikan yönetimi uyardı… Ne yazık ki, başaramadık! Türkler çok doğru bir iş yapmışlardır. Artık bize düşen, onları desteklemektir. Yapılacak en akıllıca iş budur!” İngiltere’de de durum pek farklı değildi. Protestolar başlangıçta çok büyük boyutta değildi, fakat halk gittikçe artan bir şekilde tepki göstermiş, iş yerlerine gitmemiş, sonunda genel bir direniş havası oluşmuştu. Yer yer sokakta gruplaşmış insanlar bağırıyor, yönetime istifa çağrısı yapıyorlardı. Tepkiler kararlı bir şekilde gittikçe büyüyordu. İngiltere’de yayınlanan belli başlı gazeteler, Türkiye’nin ne yapmak istediğini anladıklarında, aniden tavır değiştirerek, aralarında söz birliği yapmışçasına, aynı başlığı sürmanşet olarak vermişlerdi: “UTANDIK!” Ve haber şöyle devam ediyordu: “Mustafa Kemal’den beri Türkler bizimle iyi geçinmeye çalıştılar. Hiç önemsemedik. Onlar bizi affettiler. Fakat biz elimizi uzatmadık. Bugün bir insanlık dersi daha aldık ve utandık...“ MİT İstanbul Bölge Müdürlüğü Yıldırım Bey Selçuk’un getirdiği, ona da Jülide’nin bıraktığı zarftaki listeyi inceliyordu. Sıraselviler caddesindeki kitapçı vasıtasıyla Yıldırım Bey’e ulaşan Selçuk, bölge müdürlüğünden gönderilen bir araç ile MİT binasına götürülmüştü. Yıldırım Bey onu kapıda karşılamıştı. Gittikleri yer kurşun geçirmez camları olan, modern döşenmiş, büyükçe bir odaydı. Selçuk, masanın tam karşısındaki koltuğa oturmuştu. Yıldırım Bey, belgeleri okumayı bitirince gülümseyerek başını kaldırdı. “Jülide çok iyi bir iş yapmış Selçuk. Doğrusu bunu hiç tahmin etmezdim. Onun zeki ve iyi bir kız olduğu belli ki, bu listeyi oluşturabilmiş. Bu adresler bizim için çok önemli. Hemen birkaç operasyon yapmamız gerekiyor. Şimdi seni evine göndereceğim,” diyerek ayağa kalktı ve Selçuk’un bir şey sormasına fırsat vermeden bir görevli çağırarak Selçuk’u evine bırakmasını söyledi. Hemen arkasından tüm havaalanlarını ve sınır kapılarını uyarmaları için ekibindekilere talimatlar verdi. Selçuk ayağa kalkarken dayanamadı ve biraz da çekinerek, “Yıldırım Bey, bir şey sormak istiyorum. Jülide tehlikede olabilir mi?” diye sordu. “Sanmıyorum Selçuk, onu kontrol edenleri ve bütün bağlantılarını tutukladık. Ayrıca, hâlâ bizim gizli korumamız altında. Merak etme.” “Peki, onun nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü de sanırım biliyorsunuz?” 166 “Bunu daha sonra konuşalım mı Selçuk? Çünkü şimdi yapılacak çok önemli işlerimiz var.” Washington D.C. Senato basın sözcüsü bir basın toplantısı düzenleyerek Birleşik Devletler Başkanının ve kabinesinin görevden alındığını açıklıyordu. Yönetim boşluğunu gidermek için Senato tarafından geçici bir Başkan atanacaktı. CIA Başkan ve Yardımcıları da görevden alınmış ve tutuklanmak üzere aranıyorlardı. Yakalandıklarında, yeni uluslararası yasalara göre yargılanacaklardı. Sözcü kısa bir açıklama metnini okumuş, basın mensuplarının hiçbir sorusuna cevap vermemişti. Amerika Birleşik Devletlerinin son Başkanının nerede olduğu ise bilinmiyordu. Birkaç saat sonra da İngiliz Hükümetinin topluca istifa ettiği ve Kraliçenin geçici olarak yönetime el koyduğu BBC televizyonu tarafından açıklanıyordu. İsrail’de ise bazı üst düzey yöneticiler ile generaller, gizli karargâhlarında saklanmışlar, bunlardan hiç haber alınamıyordu. Bir kısmının, nükleer patlamalarda ölmüş olduğu veya bir kısmının intihar etmiş olabileceği söylentisi Birleşik Devletlerde de oldukça yaygındı. Zaten, hükümet veya askeri komuta diye bir şey de yoktu artık, sadece kargaşa, panik, korku ve gözyaşı vardı İsrail’de. Ortadoğu İran’da savaş durmuş, taraflar kaçınılmaz olarak, fiili ateşkese uymak zorunda kalmışlardı. Bölgedeki Amerikan ve İngiliz askerleri hızla geri çekilmeye ve bölgeyi boşaltma işlemlerine başlamışlardı. Fakat bu çekilme günler, hatta haftalar alacaktı. Henüz hava ve deniz trafiğine izin verilmiyordu. Türk ordusu savaşan ülkelerin tüm malzeme, silah, cephane ve araçlarına el koymuştu. Bunlar arasında çok tehlikeli kimyasal silahlar da vardı. Bu gizli silahların varlığını bile inkar eden Birleşik Devletler kötü yakalanmıştı. Çünkü bu silahlar insanlık dışı silahlardı. Aslında, uluslararası antlaşmalara göre bulundurulmaları bile yasaktı. Amerika Birleşik Devletleri yönetimi kural tanımazlığını burada da göstermişti. Hiçbirinin götürülmesine izin verilmediği gibi, bunlar Amerikan halkına ve dünyaya, basın aracılığıyla açıklandı, görüntüleri yayınlandı. Tahliye edilen askerler ülkelerine gönderilmek üzere gemiye binerken (bu gemiler izin verilinceye kadar açıkta bekletileceklerdi), askeri güvenlik hattının gerisinden onları izleyen halkı, ellerini havaya kaldırarak sessizce alkışlamış, bazıları da yere tükürmeyi tercih etmişti, ama genelde, Türk halkı, olgun ve alçak gönüllü tavırlarıyla onları uğurluyordu. Bazıları, “Hey Corc! Bir daha gelirken silahını getirme!” Bazıları da: “Yanki, go hom!” diye bağırıyorlardı. Bunlar duygusal tepkilerdi ve önlenemezdi, fakat Türk halkı şunun bilincindeydi ki; insanlar kardeştir, düşman olmamalılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk halkına böyle öğretmişti. 167 Tahliye edilen askerlerin komutanı, kafileyi izlemekte olan Türk komutanın karşısına geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti: “Biz size stratejik bir imkân sunduk, bölgenin en büyük gücü olmanızı destekledik. Her türlü yardımı da yaptık. Ama siz Ruslarla anlaşarak bizi arkadan vurdunuz. Doğrusu bu Türkiye’ye yakışmadı Komutan.” Türk komutan, vakur ve kendinden emin bir ifadeyle cevap verdi: “Üzülmeyin General, bu bizim hatamız değil. Siz bize yardım ederken, züccaciye mağazasına giren bir fil gibiydiniz. Canımızı epeyce yaktınız. Rahmetli bir siyasetçimiz şöyle demişti: ‘Amerika ile birlikte olmak, bir fille aynı yatakta yatmak gibidir. Uyurken sizi eziverir.’ İşte siz böylesiniz. Bu yüzden, kendinizden başka kimseye hayrınız olmadı. Hepimizin alması gereken dersler var General.” Amerikalı Generalin yüzünde acı bir tebessüm belirdi ve sert bir selam verdikten sonra birliğinin arkasından yürüyerek uzaklaştı. İstanbul ve Ankara MİT ve askeri özel timler İstanbul ve Ankara’da birkaç eşzamanlı, ortak operasyon yapmış ve çok sayıda ajan tutuklanmış, birçok gizli belge ele geçirilmişti. Selçuk Göktuna’nın getirip Yıldırım beye teslim ettiği zarftaki bilgiler ışığında düzenlenen bu operasyonlar, ele geçirilen yeni belgeler ışığında zincirleme olarak gelişmiş ve oldukça kalabalık ekipler tarafından gerçekleştirilmişti. Yakalananların küçük bir kısmı, satın alınmış Türk vatandaşlarıydı. Öyle isimler vardı ki aralarında; yetkililer şaşırıp kalmışlardı. Devletin üst kademelerinde görevli bazı üst düzey bürokratlar, birkaç gazeteci ve siyasetçi, beş profesör, on dokuz subay, özel sektör yöneticileri, bir bayan ses sanatçısı, hatta birkaç sporcu bile vardı yakalananlar arasında. Ele geçen zincirleme belgeler sonucunda, binden fazla Amerikan, İngiliz, Alman, İsrail, Yunanistan ve İran ajanları yakalanmıştı. TIR kazasında ölen Amerikalı ajana uydu projesini sızdıran bürokrat da bunların arasındaydı. İki bine yakın tutuklama olmuş, CIA, Mossad ve MI-6, hatta Alman istihbaratının Türkiye istasyonları tamamen çökertilmişti. Diğer ülkelerin ajanları ise kendilerini pasivize ederek saklanmışlar, Türkiye’den kaçmak için fırsat arıyorlardı. Ele geçen belgeler incelendiğinde bu grupların Türkiye’de çok pis işler yaptıkları ve yapmayı planladıkları anlaşılıyordu. Birçok yerdeki bombalama olaylarının failleri de yakalananlar arasındaydı. Bunların bazıları PKK militanlarına ve yöneticilerine hedefler göstermiş, taktik ve silah temin etmişlerdi. Belgeler arasında Türkiye’deki ve İran’daki bazı devlet adamlarına yapılacak suikast planları da vardı. Özellikle Elder adındaki bir profesyonelin Türkiye’de yapacağı büyük bir operasyondan bahseden belgeler dikkat çekiciydi. Fakat bu belgelerde başka hiçbir ayrıntı yoktu. Ertesi gün bu olay, tüm açıklığıyla önce Türk gazetelerinde, bir gün sonra da dünya basınında yer aldı. Eskiden yönetimler bu tür belge ve operasyonları açıklayamaz, misillemelerden korkarlardı. Fakat şimdi korkacak bir şey yoktu, her şeyi halka ve dünyaya açıklamışlardı. Türkiye’nin bu tutumu, kurulacak yeni düzendeki şeffaflık ilkesinin de ilk adımıydı. Bu sırada Harekât Merkezindeki “durum değerlendirme” toplantısı sırasında yapılan bir anons, biraz da olsa yüreklere su serper nitelikteydi: “Dikkat! Güney Hint Denizi’nde bir Amerikan denizaltısı ile bir İngiliz denizaltısı yüzeye çıkarak müttefik kuvvetlere teslim olmuşlardır. Müttefik kuvvetler- 168 den verilen bilgilere göre; teslim olan Arizona ve Black Whale adlı denizaltıların mühimmatı boşaltılarak teslim alındıktan sonra, her iki denizaltı da bulundukları yerde batırılmıştır.” Çeşitli istihbarat kaynaklarından edinilen bilgiler değerlendirildiğinde; ikisi İsrail, ikisi Amerika Birleşik Devletlerine ait olmak üzere dört denizaltı hâlâ kayıptı. Bunların akıbeti henüz belli değildi. Ancak, en azından USS Louisiana’nın kaçarak saklandığı biliniyordu. Çünkü PBDM etkisinden sonra, Lübnan açıklarında yüzeye çıktığı uydular tarafından tespit edilmişti. Bu denizaltılar nükleer başlıklar taşıdıklarından, dünya için çok tehlikeli olabilirlerdi. Bulunmaları şarttı. Müttefik ülkelerin denizaltıları, tüm denizlerde onları arıyorlardı. G.W. Bush uçak gemisinden Muscat’a gönderilen komandolardan, Türkiye’ye gitmek üzere yola çıkan ikisinin cesedi, günler sonra, çölde çürümüş halde bulundu. İran’da düşen İsrail savaş uçaklarının pilotlarının akıbeti ise bilinmiyordu. Hiçbir zaman da bilinemedi… 25 Ağustos, Gizli Harekât Merkezi, Ankara Operasyonun beşinci günüydü. Gizli Harekât Merkezindeki toplantı henüz başlamıştı. Genelkurmay Başkanlığı binasının yakınında ve yeraltında bulunan bu merkezde, üst düzey askeri yetkililerle, bazı sivillerin katıldığı değerlendirme toplantısının açış konuşmasını yapmakta olan Genelkurmay Başkanı Koray seçtiği kelimelerle, büyük zafere çok yakın olmalarının farkındalığını ve gururunu yansıtıyordu: “Şimdilik durum sakin ve lehimize görünüyor. Dünyanın en önemli Kara ve Hava Kuvvetlerini tümüyle devre dışı bıraktık. Su üstünde de büyük bir hâkimiyet sağlamış durumdayız. Uydularımız sayesinde, neredeyse her alanda kontrolü ele aldık. Fakat hâlâ ortaya çıkmayan şu denizaltılar beni düşündürüyor. Bu noktada, siz Sayın Generallerimle istişare etmek istiyorum. Nükleer başlıklar taşıyan bu denizaltılar bize aniden saldırabilirler. Çok dikkatli olmalıyız ve asla gevşememeliyiz. Bu konuda konuşmak isteyenler söz alabilir.” Deniz Kuvvetleri Komutanı: “Haklısınız Komutanım. Aldıkları eğitim gereğince bunlar mutlaka direnişe kalkışacaklar, hatta karşı saldırılarda bulunacaklardır. Biz her türlü saldırıya karşı çok uyanık olmalıyız. Müttefik ülkelerin deniz kuvvetleriyle etkin bir işbirliği içerisindeyiz. Özellikle Akdeniz’de ve Basra Körfezi’nde yoğun arama faaliyetleri yürütülmektedir. Bu faaliyetleri daha da genişletmek için gerekli çalışmaları yapıyoruz.” Operasyondan sorumlu bir Albay: “Generalim, USS Louisiana’nın son görüldüğü yerde bir işaret balonu bulundu. Uydudan yapılan incelemelerde bunun Louisiana’ya ait olduğu kesinlik kazandı. PBDM etkisinden sonra yüzeye çıktığını tespit ettik, sonra da ortadan kayboldu. Tekrar dalarak kurtulduklarını sanıyoruz. Ya da kurtulmaya çalışırken dibe batmış da olabilirler. Fakat Donanma Komutanlığından aldığımız bilgiye göre bu zayıf bir olasılıkmış. Eğer Louisiana kurtulduysa, şimdi kim bilir nerededir.” Genelkurmay başkanı Koray: “Sistemleri çalışmazken, nasıl dalıp kurtulabilirler Albay?” 169 “Efendim, Deniz Kuvvetlerinden aldığımız bilgiye göre ancak, denizaltıyı bilerek batırmış ve uygun derinlikte reaktörlerini çalıştırarak kurtulmuş olabilirlermiş. Teorik olarak bu mümkün diyorlar.” “Fakat belli bir derinlikte jeneratörlerin çalışacağını nereden biliyorlardı? Sadece tahmin ederek, böyle çok tehlikeli bir manevraya nasıl kalkışmış olabilirler?” “Kaptanı çok zeki ve becerikli biri olmalı Generalim. Neyse ki bütün denizaltı kaptanları o kadar becerikli değiller. Yoksa işimiz çok zorlaşırdı. Eğer Louisiana kurtuldu ise, o da dâhil olmak üzere şu anda kontrolümüz dışında sadece altı denizaltı kaldı demektir. Bir tanesi bile dünyanın canına okumaya yeter de artar, onları mutlaka tesirsiz hale getirmek lazım. Fakat su altında aylarca kalabildikleri için bulmak çok zor.” “Bu bilgiyi tüm müttefik kuvvetlerle paylaşın Albay. Onların da bilgisi olsun ki, bu şekilde kaçmaya çalışan bir denizaltı ile karşılaştıklarında derhal onu tesirsiz hale getirerek kaçmasına fırsat vermesinler. Gerekirse batırsınlar!” İletişim subayı araya girdi: “Efendim Orgeneral İvanov özel hatta sizinle görüşmek istiyor,” dedi. Koray, kısa kesilmiş bembeyaz saçlarını eliyle sıvazladıktan sonra diğer komutanlara baktı. Türkiye’de bulunan ve operasyon süresince tüm toplantılara gözlemci sıfatıyla katılan FSB’nin başkanı Nikola ve SVR’nin başkanı Primakov ile zaten sık sık görüşmeler yapıyorlardı. Rusya, projeye samimi destek veren ülkelerden biriydi. Bu nedenle Koray, toplantı salonundan görüşmekte bir sakınca görmedi ve “dâhili sisteme bağlayın,” diyerek masadaki mikrofonu önüne çekti. İvanov, tercümanı aracılığıyla konuşuyor ve söylenenler Türkçe olarak odadakilere ulaşıyordu: “Tebrik ederim Sayın Başkan Koray, çok iyi gidiyorsunuz.” “Teşekkür ederim General İvanov. Sizin desteğiniz bizim için çok önemli.” “Ben de bunun için aradım Başkan Koray. Size bir teklifimiz var. Amerikalılarla görüştüğünüzde, elinizi daha da güçlendirecek bir mesaj iletmenizi öneriyoruz… Şu nükleer denizaltılar konusunda.” “Sizi dikkatle dinliyorum General İvanov.” “Teklifimiz şudur; eğer bu denizaltılar saldırıya geçerse, ateşleyecekleri her balistik füzeye karşılık olarak biz de Rusya’daki nükleer başlıklı bir füzeyi ABD topraklarına fırlatacağız. Başkan Pushkin’in talimatıyla size bunu resmi bir teklif olarak sunuyorum.” “!..” “İsterseniz bunu ortak bir deklarasyonla, dünyaya duyurabiliriz.” “Fakat bu bir kıyım olmaz mı General İvanov?” “Haklısınız! Ama onların atacağı başlıklar da kıyım yaratacak. Bizden de bir çok masum insan ölecek. Böylesine ciddi bir tehdit, onları teslim olmaya zorlayacaktır diye düşünüyoruz.” “Fakat biz bu kitle imha silahlarını yok etmeye çalışırken kendi kendimizle çelişkiye düşmez miyiz? Hem bizim silahlarımız, zaten onlardan daha güçlü değil mi?” “Evet, ama hâlâ onları en korkutan silahlar, nükleer silahlardır. Onlar ancak bu dilden anlar Sayın Koray. Gene de siz bilirsiniz. Bizimki sadece destek olmak amacıyla yapılmış bir tekliftir.” “Teklifinizi önce Başbakana iletmem ve değerlendirmesini almam lazım.” 170 “Tabii ki Sayın General Koray, bence çok isabetli olur. Ayrıca bu tehdit, sorunu çözer diye düşünüyoruz. Sanıyoruz ki; füze göndermeye gerek bile kalmayacaktır.” “Teklifinizi düşüneceğiz General İvanov. Teşekkür ederim.” “Cevabınızı bekleyeceğiz General Koray. Hoşça kalın.” Görüşme bittikten sonra Genelkurmay Başkanı Koray kısa bir süre düşündü. Bir ara Profesör Yaşlıkaya ile göz göze geldi. Profesör olumsuz bir anlamda başını iki yana sallıyordu. Koray, birden emir subayına dönerek Başbakanı aramalarını istedi. Biraz sonra Başbakan Eraslan hattaydı. Orgeneral Koray, Rusların teklifini anlattıktan sonra, kendi görüşünü soran Başbakana şu cevabı verdi: “Diğer komutanlarla henüz bir değerlendirme yapamadım. Ama kişisel fikrimi soracak olursanız iyi bir plan değil derim. Bizi küçültür, gözden düşürür efendim. Dünya önünde saygınlığımızı azaltır diye düşünüyorum. Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşları da benimle aynı görüşte efendim.” Koray bunları söylerken Profesör Yaşlıkaya’ya baktı. Profesör başıyla teyit etti. Başbakan teklifi tam olarak anlamaya yönelik sorular soruyordu. “Füzeleri ateşlemeye gerek kalmayabilirmiş. Bu durum lehimize olmaz mı Sayın Koray?” “Hayır efendim. Bence olmaz. Denizaltılar saldırıya geçerse karşılık vermek zorunda kalırız ki; bu bir facia olur. Ali’in kabahati yüzünden Veli’yi dövmek gibi yanlış bir iş yapmış oluruz. Karşılık vermezsek de; prestij kaybederiz, blöf yapmış duruma düşeriz. Gene saygınlığımızı azaltmış oluruz. Bence bu hiç de iyi bir plan değil efendim. İleride bizi güç duruma düşürür. Projeyi de olumsuz etkiler. Hatta kamuoyu önünde haksız duruma düşeriz. Tarihte bunun örnekleri çok, biliyorsunuz.” “Peki, Ruslar bunu neden teklif ediyor o zaman? Onlar bu durumu düşünemiyor mu?” “Belki bize yardım etmek ve destek vermiş olmak için, belki de bizi sınamak için… Bilemiyorum efendim.” “Pekâlâ Sayın Koray! Haklısınız, bu bize yakışmaz! Bizim silahlarımız bize yeter. Ruslara teşekkür edin ve kararımızı etraflıca anlatın. Teklifi de unutun. Siz bildiğiniz şekilde devam edin ve bütün gelişmeleri bana bildirin. Allah kolaylık versin.” “Sağ olun efendim!” Koray, tüm konuşmaları dâhili sistemden dinlemiş olan komutanlara dönerek talimatlarını verdi: “Sayın Kuvvet Komutanları, Kozmik-B planını uygulamaya koyuyoruz. Tüm denizlerde PBDM uygulamasına devam edilecektir. Bunun yanı sıra, planladığımız şekilde, Avrupa ve Ortadoğu’da, her otuz dakikada bir, altmış saniyelik PBDM uygulamasına başlayın. Böylece haberleşmeyi ve kara ulaşımını fazla aksatmadan, gözümüzden kaçan bir hava saldırısına karşı ek önlem almış olacağız. Biliyorsunuz, radara yakalanmayan bir uçak, gelip ani bir saldırıda bulunabilir. Bunu önlemenin başka bir yolu yok! Ayrıca, hepiniz dünyadaki seleflerinize şunu da bildirin: Bütün ülkeler tüm olanaklarıyla Amerikan denizaltılarını arasınlar. Amerikalılarla temas kurun ve onları şuna ikna edin; Denizaltılarıyla temas kurabilirlerse, onlara teslim olmalarını bildirsinler. Eğer bu denizaltılar bir felakete sebep olurlarsa bunun faturasını gene Amerikalılar ödeyecektir. Bunu böyle bilsinler. Bu denizaltıları mutlaka bulmalıyız. Bu amaçla herkes üzerine düşeni yapsın.” 171 Operasyonu yöneten generallerden biri söz aldı: “Sayın Genelkurmay Başkanım, uydularımızın üçünü açık denizlere yönlendirdik. Oraları dikkatle gözlüyoruz. PBDM etkisi su içinde sınırlı olduğundan, denizaltıları ancak yüzeye çıktıklarında tesirsiz hale getirebiliyoruz. Fakat daldıklarında, süper optik gözlerle bile onları bulamayız. Bu takip ve aramalar aylarca, belki de yıllarca sürebilir efendim.” “Olsun! Ne kadar sürerse sürsün onları bulacağız. Başka çare var mı? Rusların teklifini kabul etmemiz mümkün değil. Öyleyse, emrin gereğini yapınız.” Bütün Generaller, emir-komuta zinciri içerisinde astlarına talimatlarını vermeye başladıklarında Genelkurmay Başkanı Koray emir subayına dönerek, “Bana General İvanov’u bağlasınlar,” diye seslendi. Akdeniz PBDM’nin, su üstündeki büyük hâkimiyetine rağmen, su altında durum hiç de öyle değildi. İki nükleer denizaltı, Doğu Akdeniz’de, 200 metre derinlikte, İsrail kıyılarına doğru seyrediyordu. Tekuma ve Leviathan adlı bu denizaltılar, birkaç gün önce İran körfezindeki diğer İsrail denizaltılarıyla görev değişimi yapmak üzere, gizlice Atlantik Okyanusuna açıldıkları sırada uydu bağlantıları kopmuş, bütün iletişimleri kesilmişti. İsrail’in en modern denizaltılarından olan bu iki denizaltı, radyodan duydukları haberler üzerine, ülkelerini korumak amacıyla, hiç yüzeye çıkmadan Akdeniz’e geri dönmüştü. Tekuma’nın kaptanı Albay Varon dalgın bir halde düşünürken sonar subayının sesi duyuldu. “Yakınımızda bir denizaltı saptandı Kaptan… Derinlik 300 feet. Mesafe 50. Bu bizim denizaltılarımızdan biri… Bu Dolphin! Hareket halinde ve bizi fark etti.” “Oh çok şükür, nihayet hareket halinde bir gemiye rastladık. Hemen temas kurun Yüzbaşı! Kaptan Jacob ile konuşmak istiyorum.” “Hemen efendim.” Tekuma’nın kaptanı Albay Varon, su altı haberleşme sistemi sayesinde Kaptan Jacop ile görüşürken, kulaklıktan gelen sesi sadece kendisi duyabiliyordu. “Yüzeyde derin bir sessizlik var Kaptan Jacop! Neler oluyor, bilginiz var mı?” “…” “Biz de radyodan duyduklarımızdan başka bir şey bilmiyoruz. İsrail’de nükleer patlamalar olmuş diye duyduk. O yüzden geri döndük.” “…” “Pekâlâ, siz yükselerek duruma bir bakın bakalım, etrafta neler var. Sürekli temas halinde olalım.” Varon başındaki kulaklıklı mikrofonu yardımcısına devrederek sonar subayına seslendi. “Dolphin’i izleyin ve her hareketini bana bildirin! Leviathan’a da bilgi verin.” “Emredersiniz Kaptan… Dolphin yükseliyor efendim… Periskop derinliğine ulaştılar… Fakat motorlarını durdurdular efendim… Ve yükselmeye devam ediyorlar.” “Nasıl olur? Motorların durduğundan emin misin?” “Evet efendim. Kesinlikle motorları durdu!” “Efendim, iletişim de koptu. Dolphin ile temas kesildi!” 172 “Neler oluyor? Bu çok garip!” “Dolphin yüzeye ulaştı Kaptan!” “Şimdi ne yapıyor?” “Hiçbir hareket yok efendim. Öylece duruyor.” “Tuhaf!.. Jacop gibi tecrübeli bir kaptan bunu neden yapsın?” “Belki de motorlarında bir arıza vardır Kaptan.” “Öyle olsa bize bildirirlerdi. Oysa iletişim de kesildi.” “Efendim sonarda bazı sesler var. Galiba bir metale vurarak mors şifresi gönderiyorlar.” “Hemen çözün!” “Şöyle diyorlar: Yüzeye çıkmayın! Tehlike var! Hemen uzaklaşın…” “Konumumuz nedir Yüzbaşı” “Dolphin’in tam altındayız efendim.” “Leviathan ne durumda?” “Yüz elli feet güneyimizde yarım yolla ilerliyor.” “Sıfır, dokuz, sıfır yönünde yarımyol ilerleyin ve tüm kalkanları açın!” “Emredersiniz Kaptan!” Tekuma, elektromanyetik kalkanları sayesinde sonardan gizlenebiliyordu. “Efendim, Dolphin tekrar dalıyor! Fakat motorları hâlâ çalışmadı.” “Dikkat! Suda iki torpil var!.. Yüzeyden fırlatıldılar… Hedefleri Dolphin!” “Jacop ne yapıyor?!” “Motorları çalışmıyor, statik dalış halindeler. Vurulacaklar!” “Motorlar tam yol, hemen 500 feete dalın!” Az sonra Dolphin’in vurulduğunu anlatan patlamayla hafifçe sarsıldılar. Kendilerini gizlemeyi başarmışlardı. Albay Varon hem üzgün hem de kızgındı. “Ne talihsizlik! Tam yerinde yüzeye çıkmışlar. Orada pusuya yatmış bir gemi veya başka bir denizaltı olmalı Binbaşı… Fakat motorlarını neden durdurdular? Düşmanı yanıltmak için olabilir mi? Hayır, hayır, Kaptan Jacop böyle acemice bir işe kalkışmayacak kadar tecrübelidir. Acaba ne oldu yukarıda? Neyse, şimdi bölgeden iyice uzaklaşalım. Sonra da Kaptan Konyahu ile temas kuracağız.” “Başüstüne Kaptan!” Gizli Harekât Merkezi, Ankara Operasyonda görevli bir Albay, Genelkurmay Başkanı’na ve komutanlara bilgi veriyordu. “Efendim, Orta Akdeniz’de yüzeye çıkan bir denizaltı bizim Ankara adlı denizaltımız tarafından görülerek uyarılmış. Fakat PBDM’ye rağmen dalmaya çalışınca ateş açılarak batırılmış. Alınan bilgiye göre bunun, İsrail’in en modern denizaltılarından Dolphin olduğu kesinleşti. İsrail’in iki nükleer denizaltısı daha bölgede olabilir. Bu nedenle, özellikle Akdeniz’deki arama faaliyetlerine hız verilmesi gerekiyor. Arz ederim.” “Teşekkür ederiz Albay, görüntüleri ana ekrana iletin, olayı bir izleyelim.” “Başüstüne Komutanım!” Görüntüleri izlerken Deniz Kuvvetleri Komutanı salondakilere hitaben keyifli bir tonda konuşuyordu: 173 “Sayın Genelkurmay Başkanımızın öngördüğü gibi bu denizaltı da PBDM etkisine ve Ankara denizaltımızın uyarısına rağmen, statik dalış yaparak kaçmaya çalışmış. Anlaşılan, Ankara denizaltımız tesadüfen orada olmasaydı kurtulacaktı. Bu tür riskleri ortadan kaldırmak için bir şeyler düşünmeliyiz.” Genelkurmay Başkanı Koray, komutanın omzuna dokunarak gülümsedi. “Talimatım üzerine, Harekât Planlama Dairesinde kurmaylarımız bu konuda yoğun çalışmalar yapıyorlar, merak etmeyin. Yakında öneriler gelir. Hâlâ tartışmasız üstünlüğümüz sürüyor. Sonunda hepsi avucumuza düşecekler, buna inanıyorum.” Akdeniz Yarım saat sonra Kaptan Varon, Leviathan’ın kaptanı Konyahu ile konuşuyordu. “Bu belirsizlik iyiye işaret değil Kaptan Konyahu. Şu an anlayamadığımız şeyler oluyor yukarıda. Karasularımıza girerek durumu bir görelim derim. Gerçekten İsrail’de nükleer patlamalar olmuşsa, bunu görebiliriz. Bulut daha dağılmamış olmalı. Önce, durumu gözümüzle bir görelim diyorum.” “…” “Hayır, hayır, hemen yüzeye çıkalım demiyorum. Dolphin’in yüzeye çıktıktan sonra başına neler geldiğini biliyorum. O sırada Dolphin’in üç yüz feet altındaydım. Kaçmasaydık, batarken neredeyse bize çarpacaktı. Çekiç darbeleriyle iletebildikleri son mesaj; ‘Tehlike var. Sakın yüzeye çıkmayın. Hemen uzaklaşın’ şeklindeydi, sonra da battı. Siz de izlemiş olmalısınız.” “…” “Ben diyorum ki; karaya yaklaşıp bir bakalım. Seyyar gözü kullanalım. Duruma göre plan yaparız.” “…” “Tamam Kaptan Konyahu. Aynı derinlikte tam yolla gidiyoruz. Rotamızı paralel tutalım. Anlaştık.” Kaptan Varon, yardımcısına hitaben, “Biz beş yüz feette kalacağız, motorlar tam yol. Güney Üssü’ne gitmek için bir rota oluşturun ve rotamızı Leviathan’a bildirin. Sürekli aktif sonar taramasında kalalım,” dedi. Birkaç saat sonra denizaltılar kendi karasularına yaklaşmış ve zorunlu olarak yükselmeye başlamışlardı. “Periskop yüksekliğine çıkabilir miyiz Kaptan? Bu riske girecek misiniz?” “Başka ne yapabiliriz ki Binbaşı? Sonunda mutlaka çıkmak zorundayız değil mi? Fakat, önce seyyar gözetleyiciyi yüzeye gönderelim. Bakalım bir faydası olacak mı?” “Emredersiniz Kaptan.” Denizaltı elli metre derinliğe ulaştığında, küre şeklindeki seyyar gözcü yüzeye gönderilmişti. Üzerinde üç adet kamera bulunan ve uzaktan kontrol edilebilen bu küre, esnek ve ince bir boru ile denizaltıya bağlıydı. Bu borunun içindeki fiberoptik kablolar sayesinde kontrol odasındaki ekranlardan görüntü almaya başladıklarında, kaptan ve binbaşı oldukça heyecanlanmışlardı. “Kamerayı biraz sağa çevir Binbaşı, bakın orada yoğun bir duman var…” “Haklısınız, bu çok kötü… Gerçekten de İsrail’de nükleer patlama olmuş!” 174 Kaptan Varon’un yüzü asılmıştı. İçinin burkulduğunu hissetti… Haberlerin doğru olduğunu ve artık kendi başlarına olduklarını anlamıştı. Emir alacak hiçbir bağlantıları yoktu. “Kaç insan kaybettik acaba? Ülkedekilerin yardıma ihtiyaçları olmalı,” diye mırıldandı. “Efendim çevrede hiçbir gemi görünmüyor. Bölge temiz. Radyo sinyalleri alabiliyoruz.” “Bu gözün kapasitesi çok sınırlı, fazla bir ayrıntı göremiyoruz.” İletişim subayı: “Seyyar göz yakın plan operasyonları için dizayn edilmişti Kaptan. Bu mesafeden bize pek faydası olmaz.” “Leviathan’la bağlantı kurun, Konyahu ile konuşacağım.” Az sonra sonar bağlantısı kurulmuştu. Kaptan tekrar kulaklığı taktı. “Kaptan Konyahu, yüzey temiz, radyo sinyalleri alabiliyoruz. Bu durumda şöyle bir planım var. Birimiz yükselip durumu görelim, diğer denizaltı aşağıda beklesin. Yüzeye çıkanın başına bir şey gelirse diğerine bilgi versin. Gerekirse birbirimize yardım için, bir imkân yaratmış oluruz.” “…” “Her türlü olasılığa karşı ilkel bir mors haberleşmesi için hazırlık yapın. Şimdi, sen mi ilk çıkarsın yoksa ben mi çıkayım?” “…” “Geceyi beklemek mi? Karanlıkta neyi göreceksin Kaptan?” “…” “Pekâlâ, anlaşıldı. İlk ben çıkıyorum. Sen yerinde kal. En kötü ihtimalle sonardan mors darbelerimizi duyarsınız ve ona göre hareket edersiniz. Saldırmanız gerekirse, nereye ateş edeceğinizi de bildirmeye çalışacağız. Bize şans dileyin Kaptan.” “…” “Ben şimdi nereden bileyim kime saldıracağımızı Konyahu?” “…” “Pekâlâ, o halde sen de İran’a saldır. Bütün nükleer başlıklarını üzerlerine boşaltırsın.” Kaptan Varon başındaki kulaklıktan kurtulup Binbaşıya döndü: “Periskop derinliğine çıkalım Binbaşı. Silah subayları hazır olsun.” Sonra da iletişim subayına dönerek bir talimat daha verdi: “Mors bilen birini makine dairesine gönder. Acil durumla karşılaşırsak, bir demirle şafta vurarak Leviathan’a haber verecek.” O sırada binbaşının sesi kontrol odasında yankılandı: “Periskop derinliğine çıkıyoruz, şimdi!” Tekuma’nın sirenleri kesik kesik çalmaya başladığında denizaltı burnunu hafifçe kaldırmış ve yükselmeye başlamıştı. Az sonra, dümen subayı: “Periskop derinliği kaptan.” Radar subayı: “Yüzey ve hava sahası temiz Kaptan.” Kaptan Varon kontrol odasındaki ekranlardan uzak ve yakın görüntülerin hepsini birden dikkatle izliyordu. Havada yoğun bir duman olduğu hâlâ görülebiliyordu, fakat etrafta hiçbir canlı görünmüyordu. Deniz üstünde ise durum şimdilik güvenliydi. “Yüzeye çıkalım! Nanoteknolojik kalkanı çalıştırın.” “Yüzeye çıkıyoruz! Kalkanları açın!” 175 Kendi karasularında yüzeye çıkan Tekuma hiçbir sorunla karşılaşmamıştı. Kaptan Varon kuleye çıkarak etrafa göz gezdirirken, kalkanları sayesinde hiçbir radar ya da sonarın onları tespit edemeyeceğini düşünüyordu. Çevreyi iyice inceledikten sonra, “hiçbir olumsuzluk yok. Leviathan’a bildirin; yüzeye çıkabilirler,” diye emir verdi. Bölgedeki insani yardımların aksamaması için, Ortadoğu’da PBDM kaldırılmış olduğundan, karaya çok yaklaşmış olan bu iki denizaltı hiçbir sorun yaşamadan yüzeye çıkabilmişti. Fakat uydu silahlarının özelliklerinden henüz haberleri yoktu. Gizli Harekât Merkezi, Ankara Bütün gözcüler, her zamanki gibi, kendi bölgelerini dikkatle gözetlemeye devam ediyorlardı. Bilgisayarlar, görüntüleri karşılaştırmalı dijital yöntemlerle tarayarak önemli sonuçları ekrana veriyorlardı. Operatörler, hiç ara vermeden çalıştıkları için, belli aralıklarla masalarına servis edilen sandviçleri yiyerek çaylarını içiyorlardı. İsrail ve civarını tarayanlardan biri olan Monitör-3 sandviçten büyük bir ısırık almıştı ki, ağzı dolu olduğu halde, ekrana bakarak konuşmaya başladı. “O da ne? Bu bir denizaltı be!” Hemen mikrofonu açtı ve heyecanla konuşmaya başladı: “Anaşahin, İsrail açıklarında bir denizaltı şu anda yüzeyde, Monitör-3, tamam.” “Görüntüyü ana ekrana verin. Bu arada kimliğini saptayalım. Anaşahin, tamam.” Monitör-3’ün bir üstü (amiri) olan Gözcü-3 bilgi vermeye başladı: “Bu bir İsrail denizaltısı… Aranmakta olan dört denizaltıdan biri… Adı Tekuma, nükleer başlıklara sahip olduğu biliniyor. Kaptanı, Lahad Varon olarak kayıtlı. Son olarak körfezde görevliydi. Gözcü-3, tamam.” “Saldırı hazırlığı var mı? Anaşahin, tamam.” “Füze kapakları kapalı. Sanırım olan biteni anlamaya ve üssüyle temas kurmaya çalışıyor, tamam… Hayır, o da ne? Denizde bir şeyler oluyor! Orada bir denizaltı daha var! Şu anda o da yüzeye çıkıyor, Gözcü-3, tamam.” “Kimlik saptaması yapın hemen!” Az sonra, süper optik göz sayesinde denizaltının üzerindeki numaraların okunmasıyla kimlik saptaması yapılmıştı: “Bu da Leviathan. İsrail’in en modern nükleer denizaltılarından ikisi şu anda yan yana ve yüzeyde. Emirlerinizi bekliyoruz. Gözcü-3, tamam.” “Hemen en yakın müttefik denizaltılara haber veriyoruz. İki Suriye denizaltısı şu an kıyı şeridinde ve yüzeyde. İskenderun açıklarında da bir denizaltımız var. Onlar mesajı alıp daldıklarında o bölgeye PBDM’yi başlatın! Anaşahin, tamam.” Bölgedeki TR-13A uydusunun kontrolünden sorumlu olan operatör Şahin-3 cevap verdi. “Anlaşıldı Anaşahin! Bölgeye, daraltılmış PBDM uygulayacağız. Gene de, karadakiler bize biraz kızacaklar sanırım. Şahin-3, tamam.” “Kimse kusura bakmasın! Bu çok daha önemli! Eğer bizim denizaltılar gelmeden önce dalmaya ve kaçmaya kalkarlarsa derhal UFY ile uyarı ateşi açın. Mecbur kalırsak, sınırlı bir UFY ateşiyle, onları kıç tarafından vuralım. Böyle yaparsak nükleer patlamaya yol açmadan onları durdurabiliriz sanırım. Anaşahin, tamam.” 176 Akdeniz PBDM etkisiyle şoka giren İsrailli kaptanların, durumu değerlendirip plan yapacak yeterli vakitleri olmamıştı. Birkaç saat içinde hızla olay yerine gelen iki müttefik denizaltısından biri PBDM’ye rağmen yüzeye çıkarak, İsrail denizaltılarına teslim ol çağrısı yapmıştı. İsrailli kaptanlar çaresizce teslim olmak zorunda kalmışlardı. Bunun üzerine, PBDM kaldırılarak İsrail denizaltılarına ikişer subay gönderilmişti. Kaptan Varon yanaşan şişme bota bindirilirken aniden iki el silah sesi duyuldu. Leviathan dalmaya çalışıyordu. Leviathan’a yaklaşan bottaki Suriyeli subay, denizaltının aniden dalmaya başlaması üzerine, duruma dikkat çekmek için havaya iki el ateş etmişti. Elli metre derinlikte beklemekte olan Suriye denizaltısının subayları olayı sonardan izliyordu. Leviathan’ın dalışa geçtiğini fark ettiğinde Suriyeli kaptan hiç tereddüt etmeden ateş emrini verdi. Leviathan daha torpido kapaklarını açıyordu ki, Suriye denizaltısı ilk torpilini fırlatmıştı bile. Çok yakından ateşlenen torpil, birkaç saniyede hedefini buldu ve büyük bir patlamayla birlikte Leviathan adeta ortadan ikiye bölünüverdi. Patlamanın şiddetiyle yüzeydeki denizaltılar da şiddetli bir sarsıntı geçirmişlerdi. Bir süre sonra, müttefik kuvvetler tarafından tamamen boşaltılmış olan Tekuma, batırılmak üzere açığa çekiliyordu. Tahliye edilen personel ise kara yoluyla belli merkezlere sevk ediliyordu. Buralarda bir süre tutularak sorgulandıktan sonra ülkelerine gönderileceklerdi. Nükleer başlıklar ise Türkiye’deki en yakın askeri üsse gönderilmişti. Açık denizlerde PBDM etkisi sürdürülmekte, bu nedenle yüzlerce gemi, günlerdir hareketsizce beklemekteydi. Özellikle düşman gemileri, PBDM kaldırıldıkça, sıra ile teslim alınacaklardı. Bunun için de o ülkelerin resmen teslim olmaları veya ateşkes ilan etmeleri şarttı. Tekrar dalabilmeleri ihtimaline karşı, tahliyede öncelik denizaltılara veriliyordu. Fakat teslim alınması gereken o kadar çok denizaltı ve savaş gemisi vardı ki, bu iş günlerce sürecekti. Gizli Harekât Merkezi, Ankara Baş operatör Anaşahin, pasivize edilen denizaltıların Louisiana gibi tekrar dalarak tehlike oluşturmaları ihtimaline karşı, komutanlara bir öneri yapmıştı. Bu öneri, denizaltıların sadece kuyruk kısmını hedef alacak şekilde, daraltılmış bir UFY ışınıyla onları hareket edemez hale getirmek şeklindeydi. Bunun için, izin isteyerek bir de deneme yapmış, bir İngiliz denizaltısını hedef alarak, pervanesini ve ana dümenin bulunduğu kuyruk kısmını yok etmişti. İngiliz denizaltısının komutanı ara bölmeleri kapatarak batışı önlemiş, fakat hareketsiz kalmıştı. Profesör Ender Göktuna ve Profesör Aydın Güreli, Anaşahin’in yaptığı denemeyi ekranda izlerken, birbirleriyle fikir tartışmasına girmişlerdi. “Şimdi bu deneme neyi halledecek Aydın?” “Canım işte, denizaltılar dalmaya ve kaçmaya kalkmasınlar diye bir önlem.” “Hayır, bu dalmaya karşı değil, hareket etmelerine karşı bir önlem. Gene dalabilirler! Dalınca da kontrolümüzden çıkıyorlar. Esas sorun bu!” “Haklısın ama hiçbir yere gidemezler.” 177 “Gitmesinler! Oldukları yerde dalarak, uygun derinlikte ateş açabilirler mi, sen ona bak!” “Haklısın fakat bu bir intihar eylemi olur ancak!”” “Evet dostum, düşmanın bu kadar cesur olmamasını dilemekten başka çare yok sanırım.” Biraz sonra Profesör Göktuna önündeki mikrofon aracılığıyla Anaşahin’e sesleniyordu. “Anaşahin Kardeşim, her neredeysen beni duyuyorsundur umarım. Ben Profesör Göktuna.” Salondaki subayların yüzünde bir gülümseme dolaştı. “Sizi duyuyorum Profesör, ben Anaşahin, Tamam.” “Denizaltıları tesirsiz hale getirmek için kuyruk tarafından vurulmalarından başka çare üretemedik. Bu durumda sizi onaylıyoruz. Ancak gene de dalmaya kalkışan olursa derhal vurmak gerekir. Plan Dairesinin başka bir önerisi yoksa bu şekilde devam edebilirsiniz, Anaşahin Kardeşim.” “Anlaşıldı Profesör, Anaşahin, tamam.” TR-15A ve TR-16A uyduları bu işle görevlendirilmiş ve uydular pozisyonlarını alırken, yarım saatte bir PBDM kaldırıldıkça tüm radyo frekanslarından duyurular yapılmaya başlanmıştı: “Denizaltı Kaptanlarının dikkatine! Biraz sonra, özel bir silahla, uydudan ateş açılarak, denizaltıların kuyruk kesimleri vurulacaktır. Bu atışlardan denizaltıların diğer kısımları kesinlikle zarar görmeyecektir. Bu nedenle makine dairesinde ve özellikle kuyruk kesiminde personel bulundurulmaması, aksi halde doğacak zayiattan gemi kaptanlarının sorumlu olacağını önemle duyururuz! Denizaltı Kaptanlarının dikkatine…” Az sonra, PBDM etkisiyle su üstünde pasivize olmuş durumdaki tüm nükleer denizaltıları birer birer kuyruk kesiminden vurmaya başladılar. Bazı kaptanlar beyaz bayrak açarak, gemilerinin vurulmaması için güverteye açılan kapakları da açık tutuyorlardı. Bu “dalmayacağız” anlamında bir mesajdı. Ama Anaşahin kararlıydı ve başka çaresi de yoktu. Karadaki kuvvetler ise otuz dakikada bir hışmına uğradıkları PBDM silahın etkisiyle zaten kıpırdayamaz durumdaydı. Bunların önemli bir kısmı, silahlarını bırakarak teslim olmuştu bile. Kayıp denizaltıları arama çalışmaları da tüm hızıyla sürüyordu. Çünkü bu savaşta artık en tehlikeli silahlar denizaltılardı. Sadece Amerika’nın sahip olduğu toplam denizaltı sayısı 200’den fazlaydı. Güzel olan şuydu ki; artık sadece iki denizaltı kalmıştı. Onlar da USS Louisiana ve USS Florida idi. 30 Ağustos, Bor Yeraltı Karargâhı, İsrail General Baruh, oturduğu yerde, kollarıyla sert hareketler yaparak konuşurken öne dökülen, kırlaşmış saçlarını eliyle düzelttiğinde, alnındaki derin çizgiler tekrar ortaya çıkmıştı. Gerginliği yüzünden okunan Baruh, ağlamaklı bir sesle, adeta haykırıyordu. “Şu hale bakın! Koskoca karargâhta kaç kişi kaldık. Ne yönetim kaldı, ne disiplin! Ne ordu kaldı, ne de silah! General Kohen bile, buraya bir bisikletle gelebildi. 178 Kendi bombalarımız artık elimizde patlıyor. Bu durum, İsrail Devletinin yıkıldığı anlamına gelir baylar! Bizi bu hale getiren nedir? Şu Tanrı’nın cezası bir uydu mu? Hayır! Bence bu Tanrı’nın isteğidir... Çaresizce burada oturmuş, bu acı olaya tanıklık ederken, asla üzülmemeliyiz! Çünkü tarihteki ikinci İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden bir kaderi yaşıyoruz biz! Buna inanıyorum! Hem de, çok daha güçlenmiş, yeni bir İsrail devleti… Çünkü biz Tanrı’nın oğullarıyız! Biz İsrail’iz! Bu kader, bizim alnımıza yazılmıştır ve belli ki, Tanrı’nın isteğidir!” Genelkurmay Başkanı Matityahu, bu sözlerden duyduğu rahatsızlığı gizlemeye gerek görmeden, generalin sözünü kesti: “Biz din adamı olarak değil, asker olarak yetiştirildik General Baruh. Asker gibi düşünmeliyiz. Bırakın şimdi kaderi de, nasıl karşılık vereceğimizi konuşalım. Bu gidişle Kudüs’ü bile elimizden alacaklar. İkinci devleti zamanı gelince konuşuruz. Daha yıkılmadık! Şimdi, bir çıkış yolu bulmak için hareket zamanıdır.” Savunma Bakanlığının altında bulunan yeraltı karargâhı, nükleer patlamalardan ve radyasyondan etkilenmemişti. Savaş Yönetim Karargâhı olarak kullanılmak üzere planlanmış olan bu yere, sadece üst düzey siyasiler, generaller ve görevli subaylar girebiliyordu. Savunma Bakanı, birkaç general, birkaç siyasi ve hizmet personelinden oluşan grup burada adeta hapsolmuş, radyasyon tehlikesi olduğu için dışarı çıkamıyorlardı. Matityahu konuşmasını sürdüyordu: “Önce durumumuzu iyice tespit edelim. Raporlarınızı dinlemeye hazırım.” Bir Albay söz aldı: “Nükleer patlamaların 100 kilometre uzağında bulunan bölgemizde, dışarıdaki insanların vücutlarında ölçülen radyasyon seviyesi 50 mSv nin biraz üzerinde, havadaki radyasyon ise 40 cGy civarında olduğu bildirildi. Hizmet personelini, ölümcül olmayan bu orta düzeydeki radyasyondan fazla etkilenmeyecek şekilde, günde bir saati geçmemek üzere dışarı gönderebiliyor, bu suretle bazı ihtiyaçlarımızı temin edebiliyoruz. Fakat tedbir olarak üst rütbedeki subayların dışarı çıkması uygun değil. Sonuçta burada şimdilik güvendeyiz. Birçok üssümüzdeki komutanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bazı kritik üslere de geçici kablolar döşeyerek iletişim sağlamaya gayret eden birkaç ekibimiz çalışıyor.” Korgeneral David Kohen, içinde bulundukları durumu en çabuk kavrayanlardan biriydi: “Yapılacak fazla bir şey yok. Bütün silahlar susmuş, her şey uyduların kontrolündeki o esrarengiz silahın etkisinde. Denizaltılarımızı bile kaybettik. Füzelerimiz elimizde patladı… Üstün teknolojilerimiz bir anda sıfıra düştü. Türkler her otuz dakika bir, uydu silahını çalıştırıyor ve biz insansız uçaklarımızı bile, kullanamıyoruz. Çok üstün durumdalar. Mevcut planlarımız kullanılamaz duruma düştü. Yeni plan yapmak için de olanaklarımız o kadar sınırlı ki; geç veya erken, bu acı sonucu kabul etmek zorundayız sanırım.” Tümgeneral Levy: “Evet ama, hâla elimizde otuzdan fazla nükleer başlık var. Bunların bir kısmı çok yakınımızdaki Tel Nof Hava Üssünde.” Savunma Bakanı kızgın bakışlarını Generale çevirmişti. “Ne demek istiyorsunuz General?” “Kullanabiliriz…” “Nasıl!” “…” Korgeneral Kohen birden patladı: 179 “Nasıl kullanacaksınız General?! Bombayı belinize bağlayıp Türkiye’ye mi gideceksiniz?!” Tümgeneral Levy, bu azarlar gibi sorulan soruyu herkesi şaşırtan bir sakinlikte yanıtladı: “Neden olmasın?” “!!!” Savunma Bakanı heyecanlanmıştı. Beyninde şimşekler çakmış gibi yüzü birden aydınlandı ve yanındaki Genelkurmay Başkanına döndü: “Sayın Başkan, hemen haber gönderin, Mossad yöneticileri derhal buraya gelsin ve gelirken şu radyasyon elbiselerinden giysinler.” İstanbul MİT operasyonlarından üç gün sonra Yıldırım Bey, Selçuk’un evine bir ziyaret yapmış, özellikle teşekkür etmek için geldiğini söylemişti. “Getirdiğin belgeler çok faydalı oldu Selçuk. Özellikle listedeki bir adrese yaptığımız baskında çok önemli başka belge ve isimler ele geçirdik. Bunun sonucunda birçok casus ve ajan yakalandı. Basından izlemişsindir. Bunlar senin sayende gerçekleşti. İyi bir iş yaptın. Sana özel teşekkürlerimizi sunmaya geldim.” “Ben değil, asıl o belgeleri bana veren Jülide iyi iş yaptı. Ona teşekkür etmelisiniz.” “Edeceğiz tabii, merak etme Selçuk. Mutlaka edeceğiz.” Selçuk dayanamadı ve daha önce sorduğu soruyu Yıldırım Beye tekrar yöneltti. “Jülide tehlikede olabilir mi?” “Sanmıyorum Selçuk, bütün bağlantılarını zaten tutuklamıştık. Kendisine yeni bir kimlik ve pasaport verdik. Zaten CIA şimdi onunla uğraşacak durumda değil, darmadağın oldular. “Onu tutuklamayacak mısınız?” “Kızı CIA’den ziyade biz kullandık Selçuk. Bize bir zararı olmadı ki, aksine çok faydası oldu.” Selçuk, memnuniyetini gizlemeden, rahatlamış bir ifadeyle tekrar sordu: “Bana onun hikayesini anlatacak mısınız?” “Bu doğru olur mu bilmiyorum. Ancak, sana şu kadarını söyleyebilirim ki; kızın bu işte hiçbir suçu yok. CIA gibi bir örgütün eline düşen birinin onların isteklerini yapmaktan başka çaresi yoktur. Onlar insanlarla bir fare gibi oynarlar,” dedikten sonra gülerek ekledi: “Ama, artık fare de yok, oynayan insanlar da... Sen ‘Fareler ve İnsanlar’ romanını okumuş muydun?” Selçuk acı bir tebessümle karşılık verdi ve sormaya devam etti: “Peki, şimdi nerede olduğunu biliyor musunuz?” Yıldırım Bey gitmek üzere ayağa kalkmıştı. Yere bakarak bir süre düşündükten sonra bir karar vermiş gibi başını kaldırdı ve Selçuk’un yalvaran gözlerine bakarak konuştu: “Şimdi bizim korumamız altında. Hava trafiği açılır açılmaz New York’a gidecek. Oradan iyi bir iş teklifi aldı. Önemli bir basın kurumunda asistan olarak çalışacak.” 180 Selçuk, her şeyi bilen bu adamın yüzüne hayranlıkla baktı ve başını sallayarak: “Çok teşekkür ederim Yıldırım Bey. Fakat siz bunu nereden biliyorsunuz?” diye sormaktan kendini alamadı. “Bizim işimiz bu Selçuk.” Selçuk onun çok daha fazlasını bildiğini anlamıştı. Ama sormaya cesareti yoktu. İstihbarat Uzmanı, Selçuk’un mahzun, mavi gözlerine bakarken, birden ona acımakta olduğunu fark etti. Mesleğinde bu bir zaaftı. İstihbaratçılar asla duygularıyla hareket etmezlerdi. Fakat bu durum farklıydı. Yıldırım Bey, ikisine de gerçekten acıyordu. Hâlâ sorar gibi bakışlarını üzerinden ayırmayan Selçuk için bir istisna yapabilir miydi? Zaten, artık istihbarat da şekil değiştiriyordu. Biraz duygusallıktan ne zarar gelirdi ki? Düşünceli şekilde kapıya doğru giderken durdu. Başını çevirerek Selçuk’un yüzüne tekrar baktı, fakat düşündüklerini söyleyemedi... Söylemek istediği halde, mesleki alışkanlıkları buna izin vermemişti. Zaten Selçuk’un babasına da söz vermişti. Kapıyı açıp sessizce çıkarken, “Bazı şeyleri zamana bırakmak en iyi çözümdür,” diye mırıldandı. 10 Eylül, Bor Yer altı Karargâhı, İsrail Masanın üzerinde, futbol topundan biraz daha büyükçe bir metal küre ile bilek kalınlığında namlusu olan, tuhaf bir tabanca duruyordu. Küçük ve penceresiz odanın boş duvarlarından birinde büyük bir ayna vardı. Uzun boylu, kırışık yüzlü bir adam, odadaki esmer gence özel bir eğitim veriyordu: “Bak Hasan, burası çok önemli. İyi izle!” Sonra da, masanın üzerinde duran tuhaf tabancayı eline aldı. Kalın namluyu kürenin üzerinde bulunan aynı çaptaki bir deliğe soktu ve silahı doksan derece kadar çevirerek namluyu iyice sıkıştırdı. “İşte böyle monte edecek, sonra da tetiği çekeceksin. Hepsi bu.” Mossad’a bağlı bir istihbarat kurumunun Teknoloji Geliştirme Servisinde üst düzey yönetici olan Ruben, aslında bir fizik profesörü idi. Kırışmış, uzun suratı onun en az altmışlı yaşlarda olduğu izlenimini veriyordu. Odada başka bir Mossad görevlisi ile, doktor görüntüsü veren orta yaşlı, beyaz önlüklü ve gözlüklü bir adam daha vardı. Karşısında oturmakta olan esmer genç, hiç konuşmadan Ruben’in anlattıklarını dinliyor, sorulduğunda anlatılanları tekrar ediyordu. “Anladım efendim. Önce küçük küreleri büyük kürenin içine koyacağım, sonra tabancayı dolduracak ve kürenin üzerindeki deliğe monte edeceğim, iyice sıkıştırdıktan sonra da tetiği çekeceğim. Hepsi bu.” “Aferin Hasan! Tabii bunu yapmak için önce ne yapacaksın?” “Özel tulumu giyeceğim, başlık ve eldivenlerimi takacağım. Yoksa ellerim yanar, başım döner.” “Tamam. Şimdi bir tatbikat daha yapalım. Her şeyi en başından alarak tekrar yapmanı istiyorum Hasan. Haydi, tulumunu giy ve başla.” “Tamam, ama bana şimdilik Haron deyin. Şu Hasan ismini hiç sevmedim.” “Olmaz Hasan! Buna alışmalısın! Bundan sonra senin adın Hasan. Gerçek ismini Tanrı baban biliyor zaten, üzülme!” Asıl adı Haron olan Genç adam, canlanmış bir robot gibi istenenleri dikkatle yapmaya başladı. İskemlenin üzerinde duran, metalik görünüşlü tulumu giydi, ağır 181 hareketlerle eldivenleri taktı ve son olarak da motosiklet kaskına benzer bir kaskı başına geçirdi. Bu haliyle uzayda yürüyüşe çıkmış bir astronota benziyordu. Ruben’in ona uzattığı paketi açtı, içindeki bilardo toplarını teker teker çıkartarak büyük kürenin deliğinden içeri bıraktı. Altıncı ve son toptan sonra büyük tabancayı eline aldı ve beklemeye başladı. Bu sırada Ruben masanın üzerine bir kutu bıraktı. Haron, kurşundan yapılmış bu ağır kutuyu aldı ve kapağını açtı. Kutuda tahtadan yapılmış iri bir mermi olduğu görülüyordu. Bu tahta mermi, kalın namlulu tuhaf tabancanın 35 milimetre çapındaki özel mermisinin bir modeliydi. Ruben konuşurken, biraz telaşlanmış gibi bir el hareketi yaptı: “Şimdi biraz daha hızlı hareket etmelisin Hasan. Haydi, mermiyi silaha yerleştir bakalım.” Haron’un hareketleri biraz daha hızlandı ve mermiyi kutudan çıkardı. Tek atımlık tabancayı çifte namlulu bir tüfek gibi kırarak, ortasındaki büyük deliğe tahta mermiyi yerleştirdi. Silahı kapattığında tipik bir klik sesiyle birlikte ateşe hazır hale getirmiş oldu. Tetiğe dokunmamaya özen göstererek, namluyu metal küredeki deliğe soktu ve çevirerek sıkıştırdı. Sonra da Ruben’e baktı. Ruben, başıyla evet anlamında bir işaret yaptığında Haron tetiği çekti. Aynı anda Ruben alkışlayarak Haron’a doğru yürüdü ve başlığını çıkardıktan sonra onu alnından öperek tebrik etti. Doktor görünümündeki adam da alkışlıyordu. Haron’un yüzü ilk defa gülüyordu. “Bravo Hasan! Başardın!” “Sağ olun efendim.” Ruben, silahı küreden ayırırken bilgi vermeye devam ediyordu: “Bak Hasan, bu küreye çok dikkat edeceksin. Özel bir alaşımdan yapılmıştır. İç yüzeyinde çepeçevre patlayıcılar ve elektronik devreler var. Kesinlikle yere düşürülmemeli. Kendi kendine patlamaz, ama hasar görebilir. Bu kadarcık şey bize tam bir buçuk milyon dolara mal oldu. Anlıyor musun?” “Evet efendim.” Beyaz önlüklü adam ekledi: “Bu senin cennete giriş anahtarındır Haron. Onu iyi korumalısın.” Haron ile birlikte odadan çıkan Ruben, onu bu defa başka bir odaya götürdü. Burası öncekinin aksine oldukça büyük ve son derece konforlu bir yerdi. Kapısında silahlı bir nöbetçi duruyordu. Haron nöbetçinin açtığı kapıdan girerken Ruben sordu: “Bir isteğin var mı Hasan?” “Evet. Ester’i görmek istiyorum.” Ruben, “Tamam, söylerim,” dedikten sonra muzip bir gülüşle, “Cennette çok daha güzel Ester’ler olacak Haron…” diye bir espri yaptı. Ruben gülümseyerek kapıyı kapattıktan sonra nöbetçiye bir işaret yaptı ve az önceki küçük odanın arkasında yer alan başka bir odaya doğru yürüdü. Burada birkaç General ve Mossad yöneticileri onu bekliyordu. Büyük masanın arkasındaki duvarda bulunan tek yönlü bir camdan az önce bulundukları küçük oda olduğu gibi görülmekteydi. Ruben, odadaki bir Albay’a hitaben, “Ester’i gönderin,” dedi. General Kohen, “Başaracak gibi görülüyor.” Mossad Yöneticisi olan kısa boylu, şişman adam: “Evet, Ankara’ya ulaşabilirse, ve diğerleri de başarırsa o da başaracak!” dedikten sonra ekledi: “Onu tamamen bu işe odakladık General. Doktorumuz onun beyin faaliyetlerini sınırladı. Şu an sadece cennete gitmeyi ve Ester’i düşünebiliyor. Kafasını karıştır- 182 mak için onu Ester’e âşık ettik. Ester de aşık olunmayacak gibi bir kız değil hani… Haron’un cinsel dürtülerini arttırdık, libidosunu da yükselttik. Sonra da haham rolündeki ajanımız, ona cenneti uzun uzadıya anlattı. Bir kahraman olarak, cennetteki en güzel kızı seçebileceğini söylediğinde onu görmeliydiniz, herif dinlerken bile ereksiyona geçiyordu. Müslümanlar kendilerini böyle kandırıyorlar işte. Biz de onların yöntemini kullandık. Cenneti düşünmekten bıkınca, yöneleceği bir sabit konu olması gerekiyormuş. Kontrolümüz altında kalması için de bu konuyu bizim seksi ajanlarımızdan Ester’le çözdük ve onları birlikte göndermeyi planladık. Herif yolda inşallah kıza tecavüz filan etmez.” “Nahar ne durumda?” diye sordu General Levy. Ruben, “Onun adı da Nihat. İyi durumda. Yola çıkmaya hazır.” General Kohen, “Bu topları kürenin içine koyarken bile nükleer patlama olabilir. O altı kürenin toplamı kritik kütleyi aşmıyor mu Profesör?” “Haklısınız, aşıyor. Toplar izole edildiği halde bu risk var. Ama yüzde yüz patlama olur diyemeyiz. Patlamayı garantilemek için bir nötron kaynağına ihtiyaç var. İşte o nedenle bu eğitimi veriyoruz. Yolda ayrı araçlarda taşınacakları için böyle bir tehlike yok. Ancak Ankara’da bir araya geldiklerinde patlama olabilir. Olursa da olsun. Bizim istediğimiz de zaten bu değil mi?” Şişman adam söze girdi: “Tabii ki, zaten bu bir intihar eylemi. Sonuçta bir nükleer patlama olacaksa, birkaç saat önce veya sonra ne fark eder? Önemli olan Ankara’ya ulaşabilmeleri… Bu durumda, biz sadece Ester’i riske atmış oluyoruz ki, o kadar da olsun yani… Zaten cennette hurilere ihtiyaç var!” General Levy, “Nasıl bir araç hazırladınız?” diye sordu. “Bir frigofrik kamyon, bir sedan otomobil ve bir cip. Hepsi de Türkiye’den alınmış, Türk plakalı araçlar. Haron ile Ester cipi kullanacak ve ailece seyahat ediyorlarmış gibi görünecek. Ester onu kontrol edecek. Nihat ise otomobille onları Ankara’ya kadar arkadan takip edecek ve hiç durmadan İstanbul yönüne devam edecek. Ester ise Haron’u Ankara’da bırakıp, o da İstanbul’a gitmek üzere yola devam edecek. Bu onları takip eden birileri varsa diye, bir şaşırtma operasyonu olarak planlandı. Tabanca ve mermisi kamyonda, bilardo topları da diğer iki araca paylaştırılmış olacak. Bilirsiniz, bilardo genelde üç topla oynanıyor. Ayrıca yanlarına isteka ve tebeşir de vereceğiz ki, her şey normal görünsün. Kamyonun yükü ise, İstanbul’a gidecek olan hurma ve benzeri şeyler olacak.” “Dikkat etsinler de bu araçlar yolda birbirlerine çarpmasın Profesör!” General Levy, bu espriyi yapan Mossad Yetkilisine ters ters baktıktan sonra Profesöre döndü: “İyi… Birine bir şey olsa, diğeri bize yeter değil mi?” “Haklısınız General. Biz de öyle düşündük. Üç top yeterli ancak patlamanın gücü düşer. Yani, yirmi beş kiloton, Gene de Hiroşima’ya atılandan fazla… Fakat, asıl önemli olan uranyum mermisi ve şu tabanca… Onlar tek.” Şişman adam sırıtıyordu: “Tek değil Profesör, biz onların da alternatifini hazırladık. Merak etmeyin.” “Yaa! Çok güzel. Bu bir sır olduğundan, bize söylemeyeceksiniz herhalde.” “Zamanı gelirse söyleriz profesör, size sürpriz yaparız!” Genelkurmay Başkanı sinirli bir sesle araya girdi: “Umarım, zaman ve yer faktörünü de dikkate almışsınızdır.” “Evet efendim. Mermi, silah ve küre şu anda Ankara’ya ulaşmış bulunuyor. Bunlar yan yana gelse de patlamaya yol açmayacak olan parçalardır. Haron Anka- 183 ra’ya indiğinde, ona oteldeki odasında teslim edilecek. Aslında kamyondaki mermi ve tabanca yedek olacak. Asıl mermi daha önce gönderdiğimizdir. Karıştırmayın. Yedekler sadece Ester’in bileceği bir yerde olacak. Böylece, şartlar değişse bile operasyonu zamanında yapabilecekler.” “Tabii şu lanet uyduyu tekrar üzerimize çevirmezlerse...” “Bu yüzden acele etmeliyiz. Sınırı geçtiklerinde risk çok azalacaktır.” General Kohen: “Diyelim ki uydu onları engelledi. O zaman ne yapacaklar?” “Bekleyecekler tabii. Sonra da tekrar yollarına devam edecekler. Bu gibi ihtimallerin hepsini düşündük ve planladık. Merak etmeyin General.” Genelkurmay Başkanı Matityahu, “Umarım bir terslik olmaz,” dedikten sonra Hava Kuvvetleri Komutanına dönerek, “X-17’ler ne durumda?” diye sordu. “Çok az kaldı efendim. Belki de gerek kalmayacak, ama biz gene de bütün hızımızla hazırlıkları sürdürüyoruz.” “Gerek kalmayacak falan gibi lafları bırakın General! Gerek kalacak! Anlaşıldı mı? Gerek kalacak! Siz böyle düşünün ve buna göre davranın!” Genelkurmay Başkanı, sert bir tonda, generale bunları söylerken diğerlerine de gözdağı veriyordu. Özellikle de Mossad yöneticisine. Çünkü onun planına pek güvenemiyordu. Sonunda, gene askeri yöntemlere başvurmak zorunda kalacaklarına inanıyordu. Matityahu birden odadakilere döndü, “Haydi şimdi gidip bir şeyler yiyelim. Açken çok sinirli oluyorum,” diyerek ayağa kalktı. Koridora çıktıklarında, uzun boylu, oldukça güzel ve genç bir kadının, Albay’ın refakatinde Haron’un odasının bulunduğu yöne doğru gitmekte olduğunu gördüler. Kadının simsiyah saçları bronz teninde oldukça çarpıcı bir görüntü oluşturuyor, omuzdan askılı siyah tulum elbisenin içindeki biçimli vücudu yürürken öylesine estetik şekilde oynuyordu ki; onu görenler kolay kolay gözlerini ayıramıyordu. Koridordaki herkes gibi, Genelkurmay Başkanı da kızın arkasından bakarken, “Şu yeni ajanlarınız da çok güzel kızlar doğrusu,” dediğinde, şişman Mossad Yetkilisi hayıflanır gibi bir tarzda cevap verdi: “Ya, ne demezsiniz? Onları bulmak ve eğitmek için ne kadar para harcıyoruz, bir bilseniz…” 20 Eylül, Genelkurmay Başkanlığı, Ankara Özel Stratejik Değerlendirme toplantısı, Genelkurmay Başkanlığının üst katlarından birindeki salonda, sınırlı bir askeri katılımla yapılıyordu. Daha önce askeri yetkiler arasında defalarca yapılmış olan değerlendirmeler bu kez uluslararası düzeyde ve ikili görüşmeler şeklinde gerçekleştiriliyordu. Bu seferki toplantının katılanları ise, resmi davetli olarak Türkiye’ye gelmiş ve operasyon sırasında, gözlemci sıfatıyla bulunmakta olan Rus istihbaratçılarıydı. Profesör Güreli koltuğunda öne doğru eğilerek önemli bir konuya değineceğinin işaretini verdi. Öksürerek boğazını temizledikten sonra İngilizce olarak söze başladı: “Biz, İsrail halkının şimdi bulunduğu tehlikeli bölgeden taşınarak başka bir yere yerleştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Biliyorsunuz bölge radyasyon nedeniyle artık yerleşime uygun değil. Diğer yandan, İngiltere başta olmak üzere bazı 184 Avrupa devletleri, zamanında Ortadoğu’yu kendi kafalarına göre ve irrasyonel olarak şekillendirmişler, sınırları da adeta sorun yaratmak için özellikle yanlış çizmişlerdi. Böylece bölgede yıllarca sürecek sorunlara da temel atmış oldular. Şimdi bunu düzeltmek ve daha sağlıklı bir yapılandırma için en güzel zamandır. Bu konudaki görüşünüzü dinlemek isterdik.” Rusya’nın Federal Güvenlik Servisi FSB’nin en yetkili ismi Mikhail Nikola koltuğunda hafifçe kıpırdandıktan sonra yanında oturmakta olan SVR Başkanı Yanov Primakov’a baktı. Eski KGB’nin 1.Genel Müdürlük, Özel-I Servisi (yabancı istihbarat servislerinin içinde özel istihbaratlar yapan bölüm) şeflerinden olan Primakov başıyla olumlu bir işaret yaptı. Mikhail Nikola Profesör Güreli’yi cevaplarken o da İngilizce konuşuyordu: “Böyle düşüneceğinizi tahmin ediyorduk… Aslında, hem İsrail halkının güvenliği hem de bölgede barışı ve huzuru sağlamak için bizce de bu gerekli. Onları yerleştirebileceğimiz en uygun yer, bize göre, ABD sınırları içerisinde bir bölge olmalıdır. İsrail’in işgal ettiği toprakların eski sahiplerine geri verilmesi, Kudüs’ün tarafsız bölge olarak ayrılması ve kutsal bir şehir olarak, uluslararası bir statüye kavuşturulması gerektiğini bizler de düşünmekteyiz. Size hak veriyoruz. Ortadoğu’da sınırlar daha rasyonel olarak yeniden çizilmelidir. Bunun gereğine inanıyoruz. Ancak bunu yaparken İsrail halkını incitmemeliyiz. Ayrıca İsrail’in ulaştığı ileri teknolojileri de kaybetmemeliyiz.” Türk yetkililerin hepsi susmuş, dikkatle dinliyorlardı. Profesör Göktuna söze girdi: “Sanırım nanoteknolojik gelişmeleri kastediyorsunuz. Peki, sizce bu teknolojiye ulaşmalarının riski nedir?” “Risk, teknolojiden ziyade İsrail’de olmasıdır. Bu teknolojiyi kendi çıkarları için ve çok tehlikeli amaçlar uğruna kullanacaklarından endişe ediyoruz.” “Biraz daha açar mısınız?” “Biliyorsunuz, nanoteknoloji ile mikrobiyoloji alanında müthiş gelişmeler kaydedilmiştir. Genetik kodlamalarla casus mikroplar bile üretilebilir. Gıda modifikasyonları ile insanların genetik özellikleri değiştirilebilir, ömürleri uzatılabilir veya kısaltılabilir. Hatta istenirse bir ırk tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu teknoloji çok geniş alanda kullanılabilir. Şu anda aklımıza gelen ve gelemeyen her alanda… Örneğin; istihbarat veya özel operasyonlarda, savaş teknolojilerinde. Bu teknoloji ürünü bir kamuflaj giysisi ile bir adamı görünmez yapabilmek veya karıncaları casus olarak kullanıp bilgi toplamak bile mümkün. Radara yakalanmayan uçaklar, sonarın algılayamadığı denizaltılar, görünmez silahlar, sanal görsellik, tuzak görüntüler ve daha birçok şey. Bunlar risk değil mi? Üstelik İsrail’in bu bilgiye nasıl ulaştığını da bilmiyoruz… Sizin şu PBDM silahınız bu teknolojiyi çalışamaz hale getirmeseydi acaba neler olurdu? Doğrusu bunu düşünmek bile istemem. Bana öyle geliyor ki baylar, tam zamanında müdahale ettik ve belki de dünyayı kurtardık. İnsanlar, zamanla bunu daha iyi anlayacaklar.” Bu sırada Genelkurmay yetkilileri söylenenleri not alıyorlardı. Mikhail Nikola önündeki bardaktan bir yudum su içti ve konuyu değiştirerek devam etti: “Bu arada, size söylememiz gereken bir şey daha var. Mossad, karalar üzerindeki trafiğe izin verilmesinden yararlanarak, Ankara’ya nükleer bir saldırı yapmayı planlıyor.” Kısa bir sessizlikten sonra, dinleyenlerin hepsi birden konuşmaya başladı: 185 “Nasıl?” … “Ne zaman?” … “Nükleer bomba mı?” … “Nasıl öğrendiniz?” gibi sorulardan sonra Nikola tekrar konuşmaya başladığında herkes büyük bir dikkatle onu dinliyordu. “Parçalar halinde taşınacak olan bomba burada birleştirilerek patlatılacak. Basit ve hızlı olması için, bunu bir intihar eylemi olarak planladılar.” Profesör Yaşlıkaya, “Aman Tanrım!” diyerek heyecanını dışa vurdu. Profesör Güreli ise, “Madem biliyorsunuz, onları hemen yakalayalım, ne duruyoruz?” dedi. Genelkurmay Başkanı Koray sakindi: “Siz bir önlem almışsınız belli… Planınız nedir Sayın Nikola?” “Evet biz bu teşebbüsü boşa çıkartacak bir önlem aldık. Bütün ekibi ve bombacıyı, eylemlerini gerçekleştiremeden ele geçireceğiz. Fakat bu yakalama, bomba patlatılmadan hemen önce, yani son anda gerçekleştirilecek. Böylece İsrail’in bir marifeti daha gözler önüne serilmiş olacak. Bu sayede, artık kimsenin onları müdafaa edemeyeceği bir duruma düşecekler. Kamuoyu bu girişimi öğrenmeli… Bu nedenle onlara hemen müdahale etmiyoruz. Yoksa daha Türkiye’ye girdikleri anda size ihbar eder ve yakalatabilirdik. Ama bu durumda İsrail’i suçlamak için yeterli kanıtınız olmaz. Birkaç fanatiğin kendi kendilerine planladığı bir eylem haline dönüşüverir. Zaten yakalanacaklarını anladıklarında derhal birbirlerini öldürmek üzere talimat aldılar. Aslında bu Primakov’un operasyonudur. İsterseniz size o anlatsın.” Genelkurmay Başkanı, yüzündeki çok ciddi bir ifadeyle konuşuyordu: “Peki, bunu nasıl yapmayı planlıyorsunuz ve bu konuda bize düşen görev nedir?” Sözün burasında SVR’nin başındaki adam olan Primakov devreye girdi: “Sanırım, size pek bir iş düşmeyecek Sayın Koray. Biz onları size teslim edeceğiz.” “Ya izlerini kaybettirip, elinizden kaçarlarsa?” “Hayır, bu mümkün değil. Çünkü içlerinde bir ajanımız var.” Koray biraz tedirgin bir sesle: “Ya bir aksilik olur da adamınız başaramazsa?” “Merak etmeyin Sayın Başkan. Az sonra, meslektaşlarımız bombacıların yerini ve eylemcilerin kimliklerini MİT’e bildirecekler. Uzaktan takip ve gözetleme yapacaksınız. Bir terslik olursa derhal müdahale edebileceksiniz. Ama büyük olasılıkla buna gerek kalmayacak ve biz onları, bombaları ile birlikte size teslim edeceğiz Sayın Başkan. Operasyonumuza müdahale etmeniz işi bozar. Biz size güvendiğimiz için bütün bunları söyledik. Siz de bize güvenin ve bekleyin.” “Tabii ki güveniyoruz Sayın Primakov. Yoksa bu projede birlikte çalışabilir miydik?.. Ancak bir terslik olması halinde bomba bizim topraklarımızda patlayacak. Siz de bizi anlamalısınız.” “Merak etmeyin, tabii ki anlıyoruz. Ama içerideki adamımıza o kadar güveniyoruz ki… Bakın, size şu kadarını söyleyeyim: Bu ajanımız olmadan, kimse o bombayı patlatamaz, yani kontrol bizde. Yeterli oldu mu?” MİT Müsteşarı söze girdi: “Ajanınıza çok güveniyorsunuz anlaşılan.” “Evet Sayın Müsteşar, çünkü onu bizzat ben yetiştirdim. Kendisini çocukluğundan beri tanıyorum.” “Teşekkür ederiz Sayın Primakov. İstihbarat paylaşımı işte böyle olur. Size ve ekibinize başarılar diliyorum.” 186 Genelkurmay Başkanından sonra MİT Müsteşarı da bu istihbarat başarısını kutladı. “Doğrusu sizi kıskandım Sayın Nikola? Uygun bir zamanda bu başarınızın ilginç hikayesini dinmek isterim.” “Teşekkür ederim Sayın Müsteşar, aslında kıskanmanıza hiç gerek yok. PKK ve Deviniş Projesi sizin bütün zamanınızı ve olanaklarınızı tüketti. Yoksa Primakov da ben de eminiz ki bu tür operasyonlar yapabilecek güçtesiniz. Bundan hiç şüphemiz yok. Projeyi gizlemekteki başarınız bile bunu ispatlıyor.” MİT Müsteşarı bu sözlerden duyduğu memnuniyeti gizlemeden, gülümseyerek cevapladı: “Ben de size teşekkür ederim Sayın Nikola ve Sayın Primakov. Çok Naziksiniz.” Primakov ekledi: “PBDM sayesinde havadan veya denizden bir saldırı ihtimali neredeyse kalmadı. Bu da bizi oldukça rahatlattı baylar.” MİT Müsteşarı birden aklına bir şey gelmiş gibi atıldı: “Ama biz PBDM’yi karalarda kaldırdık. Bu da bir risktir!” Genelkurmay Başkanı Koray, “Hayır, tamamen kaldırmadık Sayın Müsteşar. Bildiğiniz gibi yarım saatte bir, altmış saniyelik PBDM uygulamaktayız.” Koray, müsteşarın ne demek istediğini anlamıştı ve hemen ekledi: “Bu konuda endişelenmekte haklısınız. Tekrar kontrol etmek açısından, İsrail’in elindeki en hızlı uçakların bir listesini temin edebilir misiniz Sayın Müsteşar?” MİT müsteşarı çantasından bir dosya çıkartırken cevapladı: “Ettim bile. Sayın Nikola bu konuda da bize yardımcı oldu. Dosyalarımızı birleştirdik ve ortaya bu çıktı. İşte buyurun.” Genelkurmay Başkanı Koray müsteşarın uzattığı kalın dosyayı alıp kısa bir göz attıktan sonra, Harekât Planlama Dairesi Komutanına uzatarak bir talimat verdi: “Bu dosyayı uzmanlarımıza hemen inceletin ve olası saldırıları tespit edin. Karşı önlemleri de istiyorum. Çok acil!” Dosyayı alan general hemen odadan çıktı. Mikhail Nikola ise kaldığı yerden konuşmasına devam etti: “Bu arada biz de değerlendirmemize devam edelim baylar… Her şey, ‘Bir Mart Teskeresi’ olarak bilinen belgenin 2003 yılında TBMM’de ret edilmesiyle başladı. Bu olaydan sonra, tüm bölge ülkelerinin gözleri Türkiye’ye çevrildi ve sizi dikkatle izlemeye başladılar. Biz de öyle... Bu teskere onaylansaydı, Türkiye ve bölge için büyük bir kayıp olurdu. Bölgedeki tüm saygınlığınızı kaybedebilirdiniz. O zaman ne bu projeniz uygulanabilirdi, ne de biz yanınızda yer alabilirdik. Doğrusu o gün çok önemli bir sınav verdiniz ve bugün, bu sayede dünya tarihindeki bir dönüm noktasına daha imza attınız baylar. Tıpkı İstanbul’un alınışı gibi... Tarihte ikinci kez çağ değişikliği yaratan bir ulus olma özelliğini kazanmış bulunuyorsunuz. Sizi bu açıdan da kutlamak gerekiyor.” Profesörler ve Generaller büyük bir dikkatle dinlerlerken hepsinin yüzünde vakur bir ifade vardı. Nikola bilgi vermeye devam ediyordu: “İsrail, İran için de, Türkiye için de çok dikkat edilmesi gereken bir unsurdur. Sizin ülkenizde de, geçmişte olduğu gibi devam eden çok özel operasyonları var. Özellikle Ortadoğu’da CIA programında olan her operasyon aslında bir İsrail operasyonudur. Bunu unutmayın. Bu operasyonlarda hiç ummadığınız kişiler, beyin 187 yıkama işlemleri sonucu tetikçi olarak kullanılabilmektedir. Tıpkı Papa suikastında olduğu gibi… ” Genelkurmay Başkanı Koray cevapladı: “Bunu zaten biliyorduk Sayın Nikola. Fakat sizden duymak daha da emin olmamızı sağlayacaktır şüphesiz.” Kısa bir sessizlik daha oldu. Bu fırsattan yararlanan Profesör Yaşlıkaya, dünyanın en başarılı haberalma servisinin başındaki adama başka bir soru yöneltti. “Hazır sizinle görüşme fırsatı bulmuşken bir şey sormak istiyorum.” Yaşlıkaya, MİT Müsteşarına bir göz attı ve devam etti: “Sayın Müsteşarımızın affına sığınarak soruyorum. 1993 yılında, Türkiye’de bir dizi suikast olayı meydana gelmişti biliyorsunuz. Bunlardan, arabasına yerleştirilen bir bomba ile öldürülen gazeteci yazar Uğur Mumcu suikastı hakkında sizde bir bilgi var mı? Hâlâ failleri bulunamadı, hep merak etmişimdir, bu operasyonu kimler yaptı diye?” Bu soru MİT Müsteşarını tedirgin etmişti. Yüz ifadesi gerildi, oturma pozisyonunu değiştirerek bacak bacak üstüne attı. Bakışlarını yere çevirerek düşünceli bir ifadeyle başını salladı. Nikola da hafif bir gülümsemeyle başını iki yana salladıktan sonra birden çok ciddi bir ifade takınarak konuşmaya başladı: “Faillerini bir iki gün önce yakaladınız aslında. O zamanlar İsrail güdümlü Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesini gerçekleştirmek için farklı bir yol planı vardı. Ortadoğu’da ilk etapta dört ülkenin devreden çıkartılması, yani pasivize edilmesi gerekiyordu. Bu ülkeler Irak, İran, Suriye ve Türkiye idi. Irak ve Suriye kolay bir hedefti Amerika için. Fakat İran ve Türkiye zor hedefler idi. En akıllıca plan, bu iki ülkeyi birbirine düşürerek savaştırmaktı, geçmişte Irak ile İran’ı savaştırdıkları gibi. O zaman Amerika hem düşmanını zayıflatmış olacak hem de savaşı önlemek bahanesiyle bu iki ülkeye de girebilecekti. İşte Uğur Mumcu suikastı bu plan gereği yapıldı. Hatırlarsanız suikastçıların İran uyruklu olduğu bilgisi ortaya çıkınca Türkiye bunu örtbas ederek tuzağa düşmedi ve ABD’nin planını bozdu. Çünkü Türkiye tuzağı biliyordu. Eğer Türkiye bu tuzağa düşseydi, Ortadoğu tamamen ABD ile İsrail’in kontrolüne geçerek, bizim için de çok büyük bir tehlike olacaktı. Bu nedenle sizi destekledik. Fakat bilmelisiniz ki, bunu sadece zorunlu olarak değil, isteyerek ve memnuniyetle yaptık baylar. Hedef olarak Uğur Mumcu’nun seçilmesinin diğer bir nedeni de ABD’nin bu planına çok yaklaşmış olması ve yazılarında onların pisliklerini ortaya döküyor olmasıydı. Yani bir taşla iki kuş vurmak. Amerikalılar bunu çok sever...” Yaşlıkaya sorusunu sorarken yüzünü ciddi bir ifadeyle buruşturdu. “Madem planı biliyordunuz, suikastı engelleyebilirdiniz, değil mi?” “Belki... Ama bu çok yanlış bir iş olurdu. Zira suikastın kime yapılacağını son ana kadar bilmek olanaksızdı. Üstelik bir operasyona müdahale etmek olayları kontrolden çıkarır ve sonuçta kimin kapısında ne patlayacağını bilemezsiniz. Bu daha kötü sonuçlar doğurur. Çok daha vahim sonuçlarla karşılaşırız. Bu yüzden hiçbir istihbarat kuruluşu, güçlü ülkelerin operasyonlarına müdahale etmez, sadece izler. Bu dünyanın kuralı budur, yani bu idi.” Profesör Güreli dayanamadı, eliyle sinirli bir hareket yaptı ve sesini yükselterek, “Hay ben böyle dünyanın içine!” diye haykırdı. MİT Müsteşarı Tan, Nikola’yı onaylar gibi başını sallayarak söze girdi: 188 “Sayın Nikola’nın söyledikleri çok doğru baylar. Bunların hepsini biz de biliyorduk. Takdir edersiniz ki, o günkü şartlarda bunları açıklayamazdık. Dünyadaki hassas dengeleri gözetmek gerekiyordu.” Yaşlıkaya, Güreli’yi yatıştırmak için elini omzuna koyarak konuk Nikola’ya sordu: “Az önce, Türkiye ABD’nin tuzağını biliyordu dediniz. Nereden biliyordu da bu tuzak işlemedi?” Mikhail Nikola başparmağını yanındaki eski KGB subayı, şimdiki SVR Başkanının göğsüne doğrultarak Primakov’u göstermişti. Profesör Güreli heyecanla bağırdı: “Siz?!..” 21 Eylül, Ankara Sırtındaki spor çantasıyla birlikte Kızılay’da cipten inen Haron, Ester ile konuşmak için cama doğru eğildi, fakat Ester ona fırsat vermeden konuşmaya başlamıştı bile. “Üç gün sonra Hasan… Önce İstanbul’da Nihat’la buluşacağım, malzemeyi alıp geri döneceğim ve tekrar görüşeceğiz.” Haron, yol boyunca her gece Ester’le sevişmek istemiş, ama Ester çeşitli bahanelerle buna razı olmamıştı. “Ankara’da bu iş için bol bol vaktimiz olacak Haron, sabırlı ol,” diyerek onu oyalarken, ümidini de hep canlı tutmayı başarmıştı Ester. Haron ise, kaybedeceği üç gün için üzülüyordu ve bunu belli edercesine sordu: “Neden onunla burada buluşmuyorsun? Zaman kazanırdık.” “Emirler böyle… Onlar Ankara’ya hiç uğramadan transit geçecekler. Güvenlik açısından… Neyse, sana sonra anlatırım tatlım. Beni bekle. Tamam mı?” “Tamam hayatım.” Uzaklaşan cipin arkasından bir süre bakan Haron’un duyguları karma karışıktı. Onu şimdiden özlediğini düşünüyordu. Yoldan geçmekte olan bir taksiyi çevirdi ve sürücüsüne Akay Caddesine yakın bir otelin adını verdi. Beş dakika sonra otele varmıştı. Burası üç yıldızlı, sıradan bir otel olmasına karşın Meclis, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı gibi kritik önemdeki merkezlere yakın olması nedeniyle seçilmişti. Resepsiyon memuru önce yer olmadığını söyleyerek nazlandıysa da, Haron kendisinin bilardocu olduğunu söylemesi üzerine hemen bir oda vermişti. Çünkü bu bir parolaydı. Büyük Millet Meclisindeki bombalı suikast girişiminden sonra, bölgenin MİT tarafından çok sıkı bir kontrol altında tutulduğunu ve yirmi dört saat izlendiğini biliyordu Haron. Zaten plan buna göre yapılmış ve çok gizli şekilde yürütülmekteydi. Türkler her şeyi öngörebilirlerdi. Fakat 40 kilotonluk nükleer bir bombayı insan eliyle patlatmak kolay gerçekleştirilebilecek bir eylem olmadığı gibi, dünyada bunu başarabilecek teknolojiye sahip ülkeler de çok sınırlıydı. Çünkü bu tür bir eylem çok ileri ve değişik bir teknoloji gerektiriyordu. Böylesi bir bombanın gizlenmesi de çok zordu. Bu ancak, bir intihar eylemi olursa mümkündü. Çünkü o zaman fazla ayrıntılı bir ekipman yerine, daha küçük ve ayrı ayrı parçalardan oluşan, basit bir düzenek yeterliydi. İntihar eylemi olması dolayısıyla da böyle bir girişim pek akla gelebilecek bir şey değildi. Bu yüzden düşmanını hazırlıksız yakalayacağına ve başaracağına inandırılmıştı Haron. Hayatını bu işe adamıştı. Ru- 189 hu, bir kahraman olarak cennete gidecek ve ülkesini kurtaran biri olarak adı tarihe yazılacaktı. Milyonlarca İsrailli onun zaferini konuşacak, çocuklarına onun adını verecekler ve her çocuk onun adını ezberleyerek büyüyecekti. Hatta, ülkesinin her yerine heykelini dikeceklerdi. Bundan hiç kuşkusu yoktu. Oda kapısı vurulduğunda Haron irkilerek düşüncelerinden sıyrıldı ve kapıyı açtı. Gelen bir komiydi. Elinde büyükçe bir koli vardı. “Hasan Bey, bir paketiniz var efendim.” Haron koliyi aldı ve yatağın üzerine bıraktı. Komiye bahşiş verip savdıktan sonra koliyi dikkatlice açtı, içindeki küreyi aldı ve elbise dolabının zeminine yerleştirdi. Ertesi gün, aynı yolla bir koli daha geldi ve Haron onu da yatağın altına gizledi. 23 Eylül, Bor Yer altı Karargâhı, İsrail Matityahu tedirgin bir sesle, şişman adama doğru konuşurken, odadaki generaller ve Mossad yöneticileri onu sessizce dinliyordu: “Bir an için senin planının işlemediğini düşün. Eskiden olsaydı ajanlarımız onlara destek sağlar ve bize durumu anında bildirirdi. Ama şimdi Türkiye’de ajan majan kalmadı. Olanaklarımız çok sınırlı, iletişim onların kontrolünde. Buna rağmen çaresiz değiliz… Neyse ki, X-17’ler hazır. Bu kez onları tam kalbinden vuracağız. Bakanımızın talimatıyla, Tiger-X planını başlatıyoruz baylar! İlk darbeden sonra, arkası çorap söküğü gibi kolayca gelecektir.” General Baruh düşünceli bir tarzda çenesini sıvazladıktan sonra bakışlarını masadan ayırmadan konuştu: “Ester ne zaman dönüyor?” Şişman adam ona bakmadan cevapladı: “Yarın akşam yola çıkacak. Ancak iki gün sonra gelir. Başarsalar da, başaramasalar da X-17’leri göndermeliyiz. Fakat başaramazlarsa döndüklerinde onları iyice sorgulamak lazım, tabii dönebilirlerse...” Profesör Ruben araya girerek, “Ester’i defalarca denemiştik. En güvenilir ajanlarımızdan biri değil mi?” diye sordu. “Böyle konularda babama bile güvenmem Ruben, bilirsin… X-17’ler ne zaman uçacak? Sen onu söyle.” Şişman adamın herkese fırça atar gibi, küstahça konuşması Ruben’i sinirlendiriyordu. Fakat kendini kontrol etti ve sakince cevapladı: “X-17’de biraz değişiklik yapmak gerekti. Otuz dakikada bir yere inmesi ve tekrar havalanması için yeni bir program yükledik. Bu durumda üç ayrı iniş noktası bulmak ve koordinatlarını yüklemek biraz zaman aldı. Ama artık hazır sayılırlar. Sanırım yarın onları uçurabiliriz.” Bu sırada Savunma Bakanı içeri girdi. Hemen masadaki yerini aldı ve şişman adama döndü: “Planı anlatınız baylar, sizi dinliyorum.” Profesör Ruben ayağa kalktı ve duvardaki haritanın yanına giderek anlatmaya başladı. “İnsansız uçağımız X-17’de bazı değişiklikler yaparak onu yeniden programladık Sayın Bakan. Taşıdığı başlıklar nedeniyle maksimum hızı 500 knot civarında. 190 Bu da, her 400 kilometrede bir yere inmesi gerektiği anlamına geliyor. Yoksa PBDM’ye yakalanarak düşer.” Bakan kaşlarını çattı ve araya girerek Profesöre bir soru yöneltti: “Daha hızlı olamaz mı? Amerikalılar sesten hızlı giden insansız uçak yaptı yanılmıyorsam.” Şişman adam cevapladı: “Efendim o uçaklar büyük bir uçağın gövdesine monte edilerek havalanıyor ve havada ana uçaktan ayrılarak kendi roketlerini ateşlediğinde sesten hızlı uçabiliyor. Bizim avantajımızsa, uçaklarımızın kendi kendine havalanıp, kendisi inebilmesidir. Daha güvenli olduğu için bu operasyonda onları denize indirmeyi planladık. Aslında karaya da inebilirler tabii. Bu avantaja karşılık hızımız düşük. Aslında böyle bir durumla karşılaşacağımızı bilsey…” Şişman adam açıklamasını bitirmeden, “Anlaşıldı” diyerek, tekrar profesöre dönen Bakan, devam edin anlamında bir işaret yaptı. “Bu iniş noktalarını da şöyle tespit ettik efendim. Birinci nokta; Kıbrıs adasının güney batısında, işte şurada; ikinci nokta ise Beyşehir Gölü’nün tam ortasında efendim. Suya inmeleri çok daha kolay ve güvenli olduğu için…” Bakan tekrar kaşlarını çatmıştı. “Türkiye sınırlarına girdikten sonra inmesi riskli olmaz mı?” Ruben gururlu bir ifadeyle ve kelimelerin üzerine basarak, sakince cevapladı: “Biliyorsunuz bu uçaklar radara yakalanmadığı gibi, çıplak gözle de görülemez efendim. İnecekleri yeri kendi kameralarıyla kendileri seçerek, ıssız bir noktaya inebilirler. Ancak, inecekleri bu noktaların su yüzeyinde olması bir çok bakımdan kolaylık sağlıyor. PBDM başladığında görünür hale gelecekler ama bu yerler özellikle onları kimsenin göremeyeceği yerlerdir. Bu nedenle iniş noktalarını deniz veya göl yüzeyinde olacak şekilde planladık. Bu da Türklerin uydu silahlarının çalışma periyoduna göre ayarlandı. Türkiye sınırları içinde veya dışında olması bizim kontrolümüzde değil efendim.” “Biliyorum Ruben, ancak… Neyse, sizin dediğiniz gibi olsun.” Bakan, politik nedenlerle bu plana fazla müdahale etmek istemiyordu. Çünkü plan başarısız olursa; sorumlu olmaktansa, sorumlulara hesap sormayı yeğliyordu. Ruben devam etti: “Gölden havalandıktan yirmi dakika sonra hedefe ulaşmış olacak. İkinci güzergâh da şöyle efendim. Mersin açıklarında, kıyıdan on kilometre uzaklıkta bir noktaya indireceğiz. Bu durumda hedefe, kuş uçuşu olarak tam 390 kilometre kalıyor. Yani neredeyse otuz dakikanın bitişinde hedefe ulaşmış olacak.” Bakan, karışmak istemediği halde, fikrini söylemek zorunda hisseti: “Olsun bence bu daha iyi. Zira, Ankara civarında PBDM olmayacaktır. Aptal mı bunlar, kendi başkentlerine PBDM uygularlar mı?” Ruben, her zamanki gibi, kendinden emin bir haliyle, sakin bir şekilde soruya soruyla yanıt verdi: “Ya uygularlarsa? Veya herhangi bir nedenle, uçak hedefe zamanında varamazsa?” “Ne gibi bir neden, Profesör?” “Mesela rüzgâr, efendim. Kuzeyden esen kuvvetli bir rüzgâr uçakların hızını kesebilir…” Bakanın cevabı hazırdı: “O zaman iki ayrı uçak, iki ayrı rotayı kullansınlar, İşi daha garantiye almış oluruz. Öyle değil mi?” 191 Şişman yönetici hemen atıldı. “Ben de öyle diyecektim Sayın Bakan. Bu daha iyi olur.” “Zaten öyle yapacağız efendim. Size anlatmaya çalıştığım da bu!” “Bu durumda iki ayrı uçak ayrı zamanda hedefe ulaşacak. Yani biri olmazsa öteki vuracak. Ya da belli bir zaman farkıyla ikisi de hedefi vuracak, doğru mu Profesör?” “Kesinlikle efendim. İki uçak arasında yirmi, yirmi beş dakika gibi bir fark olacak. Bu durumda en az birisinin hedefe ulaşması amaçlanmıştır. Ama dediğiniz gibi, her şey yolunda giderse ikisi de hedefi vurabilir.” “Güzel… Hangi tip başlıkları düşündünüz?” Bakanın bu sorusuna gene şişman adam yanıt verdi. “Sizce de uygunsa, ben yüz kilotonluk başlıklar önerdim efendim. Ağırlık hesaplarını da buna göre yaptılar. Profesör Ruben, daha fazla ağırlık istemiyor.” Ruben, “Doğru Sayın Bakan. Bu uçaklara bundan fazla ağırlık yükleyemeyiz.” General Kohen, “Bunlar da bence yeterli efendim. Düşünün, her biri Hiroşima’ya atılandan beş, altı kat daha güçlü.” Savunma Bakanı, “Peki, ne zaman yola çıkabilirler?” Ruben, “Yarın hazır olurlar efendim. Öbür gün uçurabiliriz.” “Neden?!” Neden yarın uçuramıyoruz?” “Sayın Bakan, biliyorsunuz intihar timi, eylemi yarın akşam yapacak. Başarırlarsa zaten gerek kalmayacaktır efendim.” Şişman adam atıldı: “Başaramazlarsa da imkan kalmayacaktır. İsterseniz X-17’leri iptal edelim o zaman!.. Yahu, ben de bu adamlara bunu anlatamadım bir türlü Sayın Bakan. İşi şansa bırakamayız! Uçakları yarın göndermeliyiz! Yoksa, ne göndermeye vaktimiz kalır, ne de gönderecek uçak kalır efendim. İntihar timi başaramazsa yakalandılar demektir. Bu da Türklerin operasyon hakkında her şeyi öğrenmeleri demektir. O zaman hemen üzerimize çullanarak bizim canımıza okurlar! Ne uçak uçurabiliriz ne de uçurtma!” Bakan toplantının bittiğini belirten bir tavırla ve anlaşmaya vardıklarını ima edercesine konuştu: “Tamamdır. Ben Başbakana ve kabineye biraz bilgi vereceğim. Tabii bu sınırlı bir bilgi olacak. Dinlenme olasılığına karşı burası güvenli ama diğer binalarımız için aynı şeyi söyleyemem.” “Haklısınız efendim.” Savunma Bakanı masadan kalkarken sözlerine ekledi: “Benden aksi bir talimat almadığınız takdirde, yarın uçaklar hazır olunca, hemen uçurun. Saat kaç olursa olsun, talimat beklemeyin. Tamam mı?” “Efendim bu uçaklar gündüz uçmak zorunda. Gece iniş yapamazlar.” “O zaman siz de elinizi çabuk tutun ve onları akşama kadar uçurun.” “Baş üstüne Sayın Bakan.” Gizli Harekât Merkezi, Ankara Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşları da bazen Genelkurmay’a zaman zaman da Hexagon’a gelerek çalışmalara katılıyorlardı. Altıgen şeklindeki bu yer altı karargâhına, Profesör Yaşlıkaya bir espri olarak Hexagon ismini takmıştı. Genel- 192 kurmay Başkanı da bu isimden hoşlanınca, merkez Hexagon olarak anılmaya başlamıştı. Harekât Dairesi Başkanı önündeki kırmızı dosyayı açmış, Genelkurmay Başkanı ile karargâhtaki generallere ve profesörlere bilgi veriyordu. “Sonuç olarak; İsrail’in elindeki görünmez uçakların hızı ve menzili açısından, şu an için bir tehdit oluşturmadıkları kanaatindeyiz. Bu uçaklar yüksüz haliyle bile, otuz dakikada Ankara’ya ulaşabilecek kapasitede değiller. Maksimum hızları 500 knot olduğundan, yarım saatlik sürede en fazla 460 kilometre yol alabileceklerdir ki; bulundukları üslerden ancak sınırlarımıza ulaşabilirler, o kadar.” “Peki, bu istihbarata ne kadar güvenebiliriz?” “Bu bilgiler sadece bizim istihbaratımıza dayanmıyor Komutanım. SVR’de bizi teyit eden bilgiler verdi.” Profesör Yaşlıkaya araya girerek bir öneri yaptı: “Sayın komutanlar, sizden bir şey isteyeceğim. Biliyorsunuz, İsrail kolay kolay vazgeçecek bir ülke değil. Yok edilme psikozuyla her çılgınlığı yapabilecek, her çareye başvurmaktan çekinmeyecek bir anlayışa sahipler. Bu nedenle diyorum ki; şimdi hepimiz bir süre için İsrailli olalım. Sizler İsrailli Generaller, bizler de İsrailli profesörler olalım. Bu şartlar altında ne düşünür, ne yapardık? Bunu düşünelim. Bu höristik yöntemdir. Ama bir farkla; herkes aklına gelen her şeyi söylesin. Saçma bile olsa… Anlaştık mı?” Genelkurmay Başkanı bu teklifi onayladı: “İyi bir yöntem Yaşlıkaya. Sanki askeri bir tatbikat yapar gibi… Bizim kurmaylarımız bunu zaten yapıyor. Bu gibi konularda höristik veya global optimizasyon metotlarını kullanabiliyoruz. Ama burada hep birlikte tekrarlamakta büyük fayda var. Haydi başlayalım. MİT müsteşarımız da Mossad yöneticisi olsun. Önce elimizde neler var, ona bakalım.” Sonra da Harekât Dairesi Başkanına döndü: “General, İsrail’in bütün silahlarını ve özelliklerini büyük ekrana yansıtın. Bizler de bu bilgiler ışığında düşünelim.” Güney Hint Okyanusu Project 980U sınıfı Rus nükleer denizaltısı ile bir Avustralya denizaltısı bölgede arama yapıyorlardı. Operasyon’un başlangıcından iki gün sonra başlayan arama faaliyetleri gittikçe artan bir katılımla sürüyordu. Denizaltılar, müşterek arama planı çerçevesinde buluşmuşlar ve her iki Kaptan da birlikte hareket etme kararı almışlardı. Zaman zaman başka ülkelerin denizaltılarıyla karşılaşıyorlar ve birbirlerine bilgi veriyorlardı. Bir ay kadar önce, su üstünde rastladıkları iki İsrail ve bir İngiliz denizaltısını teslim alarak personelini ve mühimmatlarını Türk Deniz Kuvvetlerine teslim etmişlerdi. Amerikan denizaltılarından ise henüz bir iz yoktu. Daha güneye gitmeye karar verdiler. Yolda bir Çin denizaltısına rastladılar. Çinliler de onlara katılmıştı. Denizaltılar dört beş mil gibi çok sınırlı bir mesafe içerisinde olmak kaydıyla, sualtı haberleşme sistemleri sayesinde birbirleriyle haberleşebiliyorlardı. İçlerinde sadece Çin denizaltısının, değişik bir teknoloji kullanarak, sonardan ve radardan gizlenebilme özelliği vardı. Tüm denizlerde ve kritik karalarda PBDM etkisi devam ediyordu. Dolayısıyla karada ve su üstünde bir tehlike kalmamıştı. Ancak deniz altında durum hiç de 193 öyle değildi. Hâlâ iki düşman denizaltısı vardı ve mutlaka bulunması gerekiyordu. Aradıkları denizaltıların nükleer füzeler taşıdığı biliniyordu. Bu nedenle dünya seferber olmuştu. Yaklaşık otuz ülkeden toplam doksan kadar denizaltı, değişik bölgelere dağılmış, hepsi de kayıp Amerikan denizaltılarını arıyordu. Çin, Avustralya ve Rus denizaltıları bir üçgen oluşturarak geniş bir V harfi şeklinde dizilmişler ve güney denizini karış karış tarıyorlardı. V düzeninin ortasında yer almış olan Rus denizaltısının Kaptanı bölgeyi bilen, deneyimli bir Kaptandı. Sağ uçta yer alan Avustralya denizaltısının Kaptanı da bölgeyi iyi bilmesine karşın savaş deneyimi yoktu. Song sınıfı Çin denizaltısı da onlara sol kanattan destek veriyordu. Bir süre sonra, Çin denizaltısının sonarı 4 mil güneybatıda bir cisim saptadı. Çinli Kaptan kurnazca bir manevra ile hemen motorları stop ederek kendisini gizlemişti. Rus ve Avustralya denizaltıları bu manevrayı fark etmişler ve civarda bir şey olduğunu anlamışlardı. Avustralyalı kaptan da denizaltının burnunu tam güneye çevirerek hemen durdu. Bu sırada Rus denizaltısının sonar subayı yakaladığı denizaltıyı Kaptana rapor ediyordu. “Tam güneyimizde bir denizaltı Kaptan, mesafe üç bin metre, derinlik 500 feet. Ağır yolla kuzeydoğu yönüne ilerliyor.” Rus Kaptan harita masasında çabucak ve kısa bir inceleme yaptıktan sonra sonarda tespit ettikleri yabancı denizaltının üzerine doğru bir rota emri verdi. “Hedefimiz güneyimizdeki denizaltı. Rota bir, yedi, beş. Derinlik beş yüz feet, motorlar yarım yol.” Emir tekrarlanmış ve denizaltı hemen güneye dönerek saldırı pozisyonuna geçmişti. “Bir ve iki numaralı torpiller hazırlansın! Torpido kapaklarını açın.” “Bir ve iki numaralı torpiller ateşe hazır Kaptan, kapaklar açıldı.” Sonar subayı: “Hedefteki denizaltı durdu kaptan. Torpido kapakları da kapalı.” “Uzaklığı ve rotası nedir?” “Şimdi bizim iki bin metre güneyimizde, burnu bize dönük, hareketsiz bekliyor Kaptan.” “Demek, bizi fark ettiler.” “Kaptan, sonar ile bir sinyal geçtiler. Bu bir dostluk mesajı… Gelen sinyale göre bu USS Florida imiş.” “Güzel! O zaman hemen yüzeye çıkmalarını bildirin.” “Başüstüne Kaptan.” Az sonra: “Florida yüzeye çıkmayı kabul etmiyor Kaptan. Birleşik Devletlerin bize düşman olmadığını bu yüzden de ateş açmadıklarını söylüyorlar Kaptan.” “Madem öyle, onlara iyice yaklaşalım ve yüzeye çıkmaya zorlayalım. Üstlerine gidiyoruz. Tam yol ileri.” Rus denizaltısı USS Florida’nın üzerine yöneldikten az sonra: “Kaptan, Florida torpido kapaklarını açıyor. Bize yaklaşmamamızı, aksi halde ateş açacaklarını bildiriyorlar.” “Avustralyalı Kaptana bildirin, açıktan alarak batısından yaklaşsın. Çin denizaltısı doğuda bekliyor ve kendisini gizledi. Florida doğuya kaçarsa Çinliler işini bitirir, fakat güneye kaçmaya kalkarsa biz vurmalıyız.” “Suda iki torpil var! Florida bize ateş açtı Kaptan.” 194 Rus kaptan beklemediği bu saldırı karşısında bir an şaşırmıştı. Hemen toparlanarak: “Pekâlâ, kendileri kaşındılar. Sonar raporu?” “İki torpil suda, mesafe 1200 metre, hız saniyede 60 feet Kaptan” “Bir ve iki numaralı torpilleri hazırlayın!” Emir tekrarlanırken sonar subayının heyecanlı sesi tekrar duyuldu: “Florida batıya dönüyor Kaptan. İki torpil daha fırlattılar! Bu sefer hedefleri Avustralyalılar, Kaptan.” “Bir ve iki numaralı torpiller hazır Kaptan.” Sonar subayı rapor vermeye devam ediyordu: “Mesafe 1.000 metre, çarpışmaya elli saniye, Kaptan.” “Birinci torpil ATEŞ!” “Birinci torpil suda!” “İkinci torpil ATEŞ!” “İkinci torpil suda!” “İskele alabanda, motorlar tam yol. Seksen derecelik bir dönüş yapalım. Yanıltıcı fişekleri hazırlayın!” Dümen Subayı elektronik dümeni iskele tarafına(sola) seksen dereceye ayarladıktan sonra ana motorlara kumanda eden hız kolunu sonuna kadar ittiğinde denizaltı müthiş bir ivmeyle hızlanarak hafifçe sağa yattı. “Mesafe 500 metre, çarpışmaya yirmi beş saniye, torpiller hızla yaklaşıyor Kaptan!” Birkaç saniye sonra Kaptanın kalın sesi tekrar duyuldu: “Sancak alabanda, doksan derecelik bir dönüş yapalım! Motorlar tam yol devam!” Dümen Subayı bu kez dümeni sancak tarafına, doksan derecelik dönüş için ayarladı. Bu kez denizaltı hafifçe sola yatmıştı. “Mesafe 200 metre, çarpışmaya on saniye, torpiller hızla yaklaşıyor Kaptan!” “Dümen bir, sekiz, beş konumunda kalsın. Motorlar stop. Yanıltıcı fişekleri sancak tarafından gönderin!” Rus denizaltısı kendi torpillerini fırlattıktan sonra, üzerlerine gelen Amerikan torpillerinden kurtulmak için manevra yapmıştı. Hızla sola dönerek ilerlemiş ve tekrar hızla sağa dönerek burnunu tekrar güneye çevirmişti. Bu bir yer değiştirme ve hedef küçültme manevrasıydı. Bir terslik olmazsa torpiller tam yanlarından geçip gidecekti. Torpillerdeki hareket ve ısı algılayıcılarına yakalanmamak için bütün motorları susturdular. Yanıltıcı fişekleri kuzeybatı yönünde fırlatmışlardı. Bu fişekler torpillerin sensörlerini etkileyerek onları yanlış yöne çekmeye yarıyordu. Aksi halde, torpiller hedefi bulamasa bile önceden hesaplanan bir mesafede patlayacak şekilde ayarlanmıştı. Fakat şimdi, hedef yanıltıcı su altı fişeklerinin peşine takılarak uzaklaşıyorlardı. Florida ise gelen torpillerden kurtulma manevrasına başlamış, bu sırada nanoteknolojik savunmasını aktifleştirerek sonarda görünmez olmuştu. Ruslar sessizce beklediler. Amerikan torpilleri denizaltının otuz metre kadar sağından geçip gitmişlerdi. Avustralyalı Kaptan da sancak tarafına doğru manevra yapıyordu fakat torpiller tam üzerlerine doğru geliyordu. Manevra için bir kaç saniye geç kalmışlardı. Florida’nın Kaptanı, Avustralyalının batıya manevra yaparak kaçacağını hesaplamış ve torpilleri denizaltının batısına doğru göndermişti. Çünkü doğu tarafında Rus denizaltısı vardı. Doğuya dönüş yapmaları riskli bir manevra olurdu. 195 Avustralya denizaltısı torpillerden birini atlatmış fakat kuyruk tarafına isabet eden diğer torpil büyük bir gürültüyle patlamıştı. Bu patlamanın etkisiyle Rus denizaltısı bile sarsılmıştı. “Avustralya denizaltısı vuruldu Kaptan. Ağır yara aldıklarını bildiriyorlar. Florida da kayboldu. Yerini bulamıyorum Kaptan.” “Nanoteknolojik savunmalarını çalıştırmış olmalılar. Orada bir yerde olmalılar.” Şimdi Florida denizaltısına gönderdikleri kendi torpillerinin sonucunu bekliyorlardı. “Hedefe on saniye var Kaptan.” Beklediler… “Hedefe beş saniye Kaptan.” Beş saniye dolmuştu. Bir beş saniye daha geçti… Sonarda tepki yoktu. “Torpillerimiz ıskaladı Kaptan.” “Hedefin son durumu neydi?” “Biz torpilleri fırlatmadan önce burnunu batıya çevirmişti Kaptan.” “Öyleyse şimdi de doğuya dönmüş olmalı. Eğer böyle ise Çinlilerin tam üstüne gidiyorlar demektir, bu iyi.” “Fakat Çinliler onu göremiyor, ateş edemezler, üstelik çarpışmaları riski de var Kaptan.” “Bu doğru, fakat Çinli Kaptan da bizim düşündüğümüzü düşünürse, körleme atış yaparak bile onları vurabilir.” “Suda iki torpil daha! Bu defa Çinliler iki torpil fırlattı Kaptan!” “Üç ve dört numaralı torpilleri hazırlayın. Biz de körleme atış yapalım.” “Suda iki torpil daha!.. Çinliler salvo atış yapıyor Kaptan.” “Torpiller Florida’ya çok yakından ateşlenmiş olmalı. Eğer dediğiniz gibi doğuya döndülerse kaçacak vakitleri yok demektir, kurtulamazlar Kaptan.” “Bekleyip göreceğiz Binbaşı. Öyleyse bu durumda biz de batıya kaçtığını varsayarak salvo atış yapalım. Çevrede başka denizaltı var mı, kontrol edin hemen!” “Hayır Kaptan! Bölge temiz.” “Yirmi derece batıya dönelim.” “Başüstüne Kaptan.” “Üç ve dört numaralı torpil hazır ol.” “Üç ve dört numara hazır Kaptan.” Tam bu sırada iki büyük patlama arka arkaya duyuldu ve Rus denizaltısı şoktan etkilenerek bir süre yan yattı. Bu yakın atışlar nedeniyle Çin denizaltısı da oldukça sarsılmıştı ama hedefi de vurmuşlardı. “Güneydoğumuzda iki patlama oldu Kaptan. Bu USS Florida olmalı. Sanırım Çinliler onu vurdular.” “Hemen Çin denizaltısıyla temas kurun. Bilgi alalım.” “Çinliler Florida’yı vurduklarını doğruladılar Kaptan.” “Torpilleri emniyete alın ve kapakları kapatın Yüzbaşı.” “Başüstüne Kaptan.” “Avustralya denizaltısı ne durumda? Bağlantı var mı?” “Kuyruk tarafından vurulmuşlar. Şu anda batmaktan kurtulmuşlar, fakat fazla dayanamayacaklarını bildiriyorlar Kaptan. Acil kurtarma desteği istiyorlar.” Avustralya denizaltısının pervaneleri ve motoru hasar görmüş fakat ara bölmelerini tam zamanında kapatarak batmaktan kurtulmuştu. Suda hareketsiz kalakalmışlardı. Pompalarını sürekli çalıştırarak ve depolarındaki mazotu su tanklarına 196 pompalayarak yüzeye çıkmaya çalışıyorlardı. Mazot ve yağlar sudan hafif olduğu için, su tanklarına dolduklarında, suyu alt kapaklardan dışarı iterek denizaltının hafiflemesini sağlıyordu. Rus denizaltısının Kaptanı yüzeye çıkarak yardım istemek gerektiğine karar vermişti. Fakat yüzeye çıktıklarında PBDM etkisiyle motorları duracaktı. Kaptan bunu bilerek gerekli emirleri hiç tereddüt etmeden verdi: “Yüzeye çıkıyoruz! Dümen Subayı, burun otuz derece yukarı! Tankları boşaltın, maksimum sephiye, motorlar tam yol! Kimyasal ışıkları yakın ve herkes tutunsun!” Rus denizaltısı, PBDM etkisine girmeden önce kazandığı ivme ile yükselirken, motorları durduğu halde, hızla yüzeye ulaştı. Çok gösterişli ve sarsıntılı bir çıkış olmuştu. Önce burun kısmı su üstüne çıkan denizaltı bir yunus balığı gibi, neredeyse yarı gövdesine kadar su üstünde yükseldikten sonra burnu aşağıya düşerek suya büyük bir şaplak gibi vurmuş, oldukça sarsılan personel sıkı tutunduğu için yaralanan olmamıştı. Yardımcısı, Kaptana döndü ve gülerek şöyle dedi: “Komutanım, aynen Red October(Kızıl Ekim) filmindeki gibi bir çıkış yaptınız. Filmdeki sahne gerçek oldu. Umarım, uydular bunu görmüşlerdir.” Kaptanla birlikte diğer Subaylar da bu sözlere güldüler. Türkiye’de ise, uydu operasyon merkezinde Hint okyanusu güneyindeki sualtı patlamaları gözlenmiş ve dikkatle inceleniyordu. Birkaç dakika sonra hızla yüzeye çıkan bir denizaltı görüldü. Biraz sonra da denizaltının üzerine, ortasında kırmızı çarpı işareti olan büyük bir beyaz bayrak örtülmüştü. Bu dost kuvvetler arasında bir işaretti. Ankara’daki Harekât Merkezinde operatörler rapor veriyorlardı: “Komutanım, sualtı patlamalarının olduğu bölgede bir denizaltı hızla yüzeye çıktı ve dost işareti verdi. Gözcü-3 tamam.” Denizaltılar, değişik renklerdeki kumaşları, belli şekiller oluşturacak tarzda güverteye yayarak, müttefik kuvvetlerce önceden belirlenmiş şifreli mesajlar verebiliyorlardı. Bunu bilen operatörler mesajı hemen değerlendirmişler ve Anaşahin’e bilgi vermişlerdi. “O bölgedeki PBDM’yi kaldırın ve hemen temas kurun.” “Anlaşıldı Anaşahin. Şahin-3, tamam.” “Bu bir Rus denizaltısı… Project 980U olduğu bildiriliyor. Ruslar doğruladılar. Çin ve Avustralya denizaltılarıyla birlikte USS Florida’yı bulmuşlar ve torpilleyerek batırmışlar. Avustralya denizaltısı da yara almış. Acil kurtarma desteği isteniyor. Gözcü-3 tamam.” “Bölgeye en yakın kurtarmaya bilgi gönderin. O bölgede PBDM geçici olarak kaldırılmıştır. İzleyin ve yardımcı olun.” Çin denizaltısı ise kendi karasularına doğru yola çıkmıştı. Kaptan, PBDM etkisinin olmadığı, güvenli bir bölgede yüzeye çıkmayı tercih ediyordu. Komuta ettiği denizaltının çalışamaz hale gelip, kontrolden çıkması bir kaptanın kolay kabul edemeyeceği, oldukça ağır bir tabloydu. Müttefik kuvvetlere dâhil olduğu halde, bu durum Çinli Kaptanın gururuna dokunuyordu. Harekât Merkezinde ise, tekrar bir hareketlenme yaşanıyordu. Bu kez USS Florida’nın teslim olmayarak saldırıya geçtiği ve müttefik kuvvetlerce batırıldığı tüm dünyaya duyuruluyordu. Sonradan Çin denizaltısının kaptanına Florida’yı nasıl vurduğu sorulduğunda, basın mensuplarına şöyle anlatmıştı: 197 “Müttefik denizaltılara ateş açtıktan sonra, Florida’nın doğuya kaçacağını tahmin ettim. Tam önümüze geliyor olmalıydı. Bizim sonarımız onu göremiyordu, ama onlar da bizi göremiyordu. Biraz yaklaşmasını bekleyip salvo atış emrini verdim. Düşüncem doğruysa, kaçamayacaktı. Aynen düşündüğüm gibi oldu ve torpillerimize yakalandı. Yani, biraz da şansımız yardım etti demem lazım. Bizi fark edebilseydi, kaptan bu yanlış manevrayı yapmazdı ya da daha derine inerdi. Bundan eminim. Aslında ateş açmasalardı ve bu acı olay da yaşanmasaydı keşke!.. Bizi mecbur ettiler. Avustralyalıların kayıp vermeden kurtulmasına sevindiğimi söylemeliyim. Savaş böyle bir şey işte! Bazen ava giderken avlanırsınız.” Gizli Harekât Merkezi, Ankara Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve Profesör Yaşlıkaya, yorulan zihinlerini dinlendirmek için bir ara vererek salondan çıkmış, yeraltı karargâhı içerisinde dolaşıyorlardı. Başkan Koray onlara, karargâhının yapılışıyla ilgili bazı bilgiler veriyordu. Işıkların daha az olduğu, dış koridora çıktıkları sırada bir Albay yanlarına gelerek, onlara puro ikram etti. Profesör Yaşlıkaya teşekkür ederek puro içmediğini belirttiğinde, Genelkurmay Başkanı Albayın elindeki kutudan bir puro alarak, “Biz generaller, seyrek de olsa, bazen puro içeriz Profesör. Özellikle de zafer kazandığımızda… Sizi zorlamak istemem ama bu purolar harikadır,” dedi. Bunun üzerine MİT Müsteşarı da bir tane aldı ve Albay onların purolarını yaktı. Tam o sırada, koridorun ilerisinde, taş duvarın hafifçe kavislendiği yerde bir kedi olduğunu fark etti. Albay hemen o tarafa yöneldi. “Hay Allah, nasıl girmiş bu hayvan buraya,” diye söylenerek kediyi gösterdikten sonra ekledi: “Efendim, özür dilerim. Şimdi onu yakalatıp dışarı attırırım.” Genelkurmay Başkanı: “Kediler zararsız ve sevimli hayvanlar. Bizim evde de bir tane var. Eşim onu çok seviyor. Koridorda kaldığı sürece sakıncası yok Albay,” diyerek Albayı durdurdu. O sırada kedi, sindiği yerden bir hamle yaptı ve biraz ilerdeki küçük bir çıkıntının arakasına saklandı. Koridordakiler meraklı gözlerle kediyi izliyorlardı. Kedi bir hamle daha yaparak tekrar sindi ve beklemeye başladı. Hareketleri çok çevik ve hoştu. Koray purosundan bir nefes çektikten sonra, “Bu kedi bir avın peşinde sanırım. Ona tuzak kuruyor, bakın... Bizim evdeki de oyun oynarken aynen böyle yapıyor,” diyerek bu sahneyi izlemeye devam etti. Diğerleri de konuşmayı bırakıp, kediyi izlemeye başladılar. Biraz sonra kedi sürünerek ilerlemeye başladığında, hali görülmeye değerdi. Karnını yere yapıştırmış, ayaklarını tamamen yana açmış, tıpkı bir timsah gibi çok sessiz bir şekilde sürünerek ilerlerken görüntüsü oldukça komikti. Dura dura ilerlerken, aniden sıçradı ve kuytudaki bir şeyi yakalayıp, sağa sola savurmaya ve pençesiyle de vurmaya başladı. “Kedi ne yakaladı Albay?” Albay yanına gittiğinde kedinin küçük bir fareyi boğmakta olduğunu gördü ve geri dönerek, “Bir fare yakalamış komutanım,” dedikten sonra bir işaret yaparak nöbetçiyi çağırdı ve ona garip bir talimat verdi: “Bu hayvanların ikisini de alıp, tıp merkezimize götürün. Ben onlara gerekli talimatı vereceğim.” Sonra da Genelkurmay Başkanına döndü: 198 “Üzerlerinde dinleme aygıtı filan olabilir diye onları kontrole gönderdim Komutanım. Prosedür gereği.” Genelkurmay Başkanı, her zamanki gibi ciddi bir tonda konuşuyordu. “Kediden değil ama fareden şikâyetçiyim Albay. Zira buraya fare girmemeliydi.” “Özür dilerim Komutanım. Gerekli tedbirleri derhal alırız. Bir daha olmaz.” Bir Teğmen koşarak geldi ve selam verdikten sonra: “Özür dilerim Komutanım, kediyi ben getirmiştim. O fare sabahtan beri buralarda dolanıyordu da. Nöbetçilere fare aratmaktansa…” “İyi yapmışsın oğlum. Nöbetçilerin daha önemli görevleri var.” “Evet Komutanım.” Bu sırada Profesör Yaşlıkaya söze girdi. “Apartman çocuğu olduğum için, bu konuda biraz cahil kaldığımı hissediyorum. Az önce ilk defa, bir kedinin fare yakalamasını izlemiş bulunuyorum.” MİT Müsteşarı: “Fakat ne ilginç değil mi? Kedinin avına hiç fark ettirmeden adım adım yaklaşması ve onu avlaması. Kedilere bunu öğreten biri olmadığına göre, bu hayvanlar bunu kendi kendilerine nasıl öğreniyorlar.” O sırada üçü de birbirlerine baktılar. Sanki üçünün de aklına bir şey gelmişti. Genelkurmay Başkanı Koray: “Hemen içeri girelim baylar, konuşmamız gerek.” Sonra da Albaya dönerek, “Seninle daha sonra görüşürüz Albay!” dedi. İçerideki subaylar hâlâ tartışıyorlardı. Genelkurmay Başkanının geldiğini görünce hepsi ayağa kalktılar. “Lütfen kalkmayın baylar, saygı göstermekten daha önemli bir işiniz var. Devam edin.” Generallerden biri: “Henüz dişe dokunur bir şey çıkmadı Komutanım.” Bir başka General: “Öyle çaresiz durumdayız ki Komutanım, Türkiye’ye karşı nasıl bir önlem alacağımızı doğrusu bulamıyoruz.” Koray, “Galiba biz bir şey bulduk arkadaşlar!” Harekât Dairesi Başkanı, “Nasıl? Dışarıda mı, efendim?” Genelkurmay Başkanı: “Bir kedi gördük, fare avlamak için tuzak kuruyordu, değil mi baylar?” Müsteşar devam etti: “Evet, Sayın Başkan. İsrail de böyle bir tuzak kuruyor olabilir. Yani adım adım yaklaşarak…” “Çok doğru. Bize adım, adım yaklaşıyor olabilirler. Şimdi biz fare olalım ve tuzaktan kurtulmak için ne yapmak gerektiğini bulalım.” Bazı subaylar bir şey anlamamış gibi, tuhaf bakıyorlardı. Genelkurmay Başkanı onlara planı ayrıntılı olarak anlattı. Sonra da ekledi: “İlk etapta PBDM süresini uzun tutarak tüm güney sınırımızı süper optik gözlerle tarayalım derim. Bu mümkün mü Anaşahin?” “Güney sınırımızı bilgisayarlarla taramak yaklaşık olarak on beş dakika sürer efendim.” Harekât Dairesi Başkanı: “Bence de böyle yapmaktan başka çare yok efendim. Eğer söylediğiniz gibi bize adım adım yaklaşan bir düşman varsa onu mutlaka görürüz.” “Pekâlâ, başka sözü olan yoksa bu planı uygulayalım ve PBDM süresini tarama bitinceye kadar uzatalım.” Operasyondan sorumlu bir General sordu: 199 “Sonraki PBDM hedefimiz tam olarak neresi olacak Sayın Genelkurmay Başkanım?” “Türkiye!” 24 Eylül, Ankara, Saat 14:00 Bulunduğu otelin lobisinde oturan Haron, Ester’i beklerken, odasındaki bomba parçalarından çok, onun güzelliğini ve yataktaki halini düşünüyordu. “O çok iyi bir kız aslında. Hem de çok güzel… Başlangıçta benimle görev icabı ilgileniyordu ama belli ki şimdi hoşlanıyor benden. Yataktaki halinden belli… Onun bana yaptıklarını başka hiçbir kız yapamaz. Benden hoşlandığından eminim, ama bunu bana söyleyemez ki. Ona ceza verirler, hatta kurallara uymadığı için işten bile kovarlar. O kadar akıllı ve güzel bir ajanı kovarlar mı gerçekten? Kovar mı kovar, o muşmula suratlı adam. O güzellikten ne anlar. Ömründe bir kere bile böyle güzel bir kızla yatmış mıdır? Hiç sanmam… Cennetteki kızlar daha mı güzeldir acaba? Kim bilir? Aslında Ester’le birlikte gitmek ne güzel olurdu… Ah keşke, böyle bir şansım olsaydı!..” “İçecek bir şey ister misiniz?” diye soran garsona ters ters baktı Haron. Elinin tersiyle hayır anlamında bir hareket yaptı ve garson uzaklaştıktan sonra kendini toparlamaya çalıştı. Yapılan tedaviye rağmen, sürekli değişen ruh hali içerisinde, çalkantılar yaşadığının farkındaydı. “Neler saçmalıyorsun Haron! Kendine gel. Sen bu akşam cennete gideceksin, oysa sen burada oturmuş, neler düşünüyorsun be adam! Topla kendini! Sen İsrail’i kurtaracak olan adamsın. Sen bir kahramansın!” Ester gecikmişti. Plana göre saat 13.00 civarında gelmesi gerektiği halde, şimdi lobideki saat 14.05’u gösteriyordu. Haron, sıkıntısını belli eden bir ifadeyle kol saatine baktı. Cep telefonu kullanmaları yasaklanmıştı. Yoksa dayanamayıp Ester’i arayacaktı mutlaka, ama ikisinde de telefon yoktu. “Ne kadar az iletişim kurarsanız o kadar iyi olur, demişti o muşmula suratlı. Ama Ester geldiğinde bunun acısını yatakta çıkartacağım ondan. Ben ona sorarım,” diye plan yapıyordu. Ruh hali tekrar değişmiş, sıra dışı seks sahneleri kurmaya başlamıştı kafasında. Yatakta, dizlerinin üzerinde dört ayak vaziyetinde duran Ester’in arkasına geçmiş, omuzlarından çekerek onu beceriyordu ki; kapıdan içeri giriverdi bütün güzelliğiyle. Haron’un kafasındaki sahne gerçekle karıştı ve uygunsuz yakalanmış biri gibi iki eliyle önünü kapatarak ayağa kalktı. Sonra da şaşkın bir halde güldü bu haline. Ester, sağ ve sol omzunda asılı olan iki çanta taşıyordu. Bu iki çantanın bir birine çok yakın olmaması gerekiyordu. Lobide birbirlerine sarılırken, Ester’in diri göğüslerinin temasıyla tekrar tahrik olmuştu. Kadının kokusunu içine çekerek ona biraz daha sıkı sarıldı. Ester, kulağına fısıldayarak, “Geç kaldım, kusura bakma Hasan,” dediğinde ereksiyonu son haddine varmıştı. Ayrıldıklarında, Haron kızın omzundaki çantalardan birini alarak önünü kapattı. “Neden geciktin?” “Polisle başım derde giriyordu az daha. Radara yakalandım. Ceza keserken evraklarıma takıldılar. Ellerinden kurtulmak için akla karayı seçtim. Neyse şimdilik problem yok. Yukarı çıkalım mı?” 200 Asansöre doğru yürürlerken, Haron’un gözleri parlıyordu. Duymak istediği söz buydu çünkü. Odaya girdiklerinde Ester’in tavrı birden değişti. Gergin ve telaşlı bir hali vardı. “Aşağıda söylemek istemedim Haron. Polisler beni izliyor galiba. Şu işi hemen şimdi yapalım. Yoksa başaramayabiliriz. Haberlerde dinledim; Başbakan ve Cumhurbaşkanı da şu an meclisteymiş.” Haron altüst olmuştu. Sevişemeyeceklerdi. Biraz düşününce Ester’e hak verdi. Görev çok daha önemliydi. Her şeyi cennete gitmek için yapıyordu ve artık vakit gelmişti. Haron cennete gitmeye hazırdı. Fakat bir sorun vardı. “Senin uzaklaşman için bir iki saat lazım?” Ester çantasındaki kutuyu çıkartıp yavaşça masaya koyarken cevapladı: “Hayır, vakit yok! Ben de seninle birlikte olacağım hayatım.” “Ne diyorsun? Doğru mu söylüyorsun?” “Evet sevgilim. Seninleyim, sonsuza kadar.” Haron’un gözleri tekrar parladı. İsteyip de dillendiremediği şey gerçek olmuştu. Ester’le birlikte gidecekti cennete!.. Ester telaşla, “Küre nerede Haron?” diye sorduğunda, Haron birden kendine geldi. Bir uykudan uyanmış gibiydi sanki. “Dolapta bir tanem, hemen getiriyorum.” Ester paketin içindeki bilardo toplarını çıkartıp masanın üzerine birbirlerinden uzak duracak şekilde dizerken Haron da metal küreyi getirip masanın üzerine koydu. Kürenin yuvarlanmaması için altında ince bir tablası vardı. Beraberce, küreyi bu tablanın ortasındaki çukura oturttular. “Tabanca geldi mi?” “Evet. Burada.” Haron yatağın altındaki kutuyu çıkardı, içinden aldığı kalın namlulu tabancayı da masanın üzerine koyduktan sonra Ester seslendi: “Haydi, başla!” Birden hatırladı. “Ama kıyafetleri giymedim. Böyle olmaz!” “Kıyafetler yok. Üzgünüm, onları arabada unuttum telaştan.” “Olmaz. Gidip almalıyız.” “Ya polisler? Beni izledilerse her an buraya gelebilirler Haron!” Bu sırada uzaktan gelen bir siren sesi duydular. “Bak! Duyuyor musun? Polisler geliyor. Haydi!” Haron, kürenin üzerindeki kapağı açtı. Elleri titremeye başlamıştı. “Ne demişti o muşmula suratlı? ‘Eldiven giymezsen ellerin yanar.’ Ama topları koyarken değil, onlar zaten izole edilmişti. Asıl, mermiyi silaha koyarken lazımdı eldiven… Çünkü o saf uranyumdan yapılmıştı. Yanarsa yansın, nasıl olsa cennete gidiyorum. Hem de Ester’le birlikte. Ah, buna inanamıyorum. Hayallerim gerçek oluyor… Yüce Yehova! Sana şükürler olsun!” İçinden de olsa Tanrıyı ismiyle andığı için hemen elini ağzına götürdü. Fakat çabucak toparlandı. Haron kendini özel hissediyordu. Bu his beynine işlenmişti. “Tamam, şimdi topları kürenin içine atıyorum. Ama bunlar tıpkı bilardo topuna benziyor Ester?” “Ya neye benzeyecekti Haron? Aynen bilardo topu süsü verildi ki anlaşılmasın diye. Ağırlıklarına baksana.” 201 Zaten kafası çok karışık olan Haron işine devam etti. Topların altısını da kürenin içine attıktan sonra Ester’e döndü. “Mermi?” “İşte burada.” Ester’in diğer çantadan alıp, uzattığı metal kutuyu eline aldı. Kutu oldukça ağırdı. Saf kurşundan yapılmış kutuyu masaya koydu ve tekrar Ester’e döndü. “Bir tanem, sevgili Ester’im, artık cennette de beraber olacağız. Çok mutluyum aşkım,” diyerek ona bir daha sarıldı. Bir süre sarmaş dolaş kaldılar. Ayrıldıklarında Haron’un gözlerinde yaşlar vardı. Ester ise sabit gözlerle bakıyordu ona. Bunların sevinç gözyaşları olduğunu biliyordu. “Haydi bebeğim. Vaktimiz kalmadı. Yap şu işi.” Bunu söyledikten sonra Ester çantasının yanına gitti ve orada durup, yüzünü Haron’a döndü. Güzel gözleriyle ‘haydi’ anlamında bir işaret yaptı. Haron gülümsedi ve masaya dönerek metal kutuyu açmaya hazırlandı. İbranice bir dua mırıldandıktan sonra büyük silahı eline alıp mekanizmayı kırdı. Hemen arkasından kutuyu eline aldı, hızla açarak içindeki mermiyi çıkardı, silaha yerleştirdi ve mekanizmayı kapattı. Bunu yaparken elleri yanmasın diye çok hızlı hareket etmişti. Sonra ellerine baktı, Yanmamıştı. “Muşmula suratlı olayı fazla abartmış,” diye düşünerek hafifçe sırıttı. Silahın kalın namlusunu küredeki deliğe sokup dikkatlice çevirdi. Her şey tamamdı. Artık sadece tetiği çekmek kalmıştı. O andan itibaren yüksek radyasyon altında olduklarını biliyordu. Eğitimde anlatılanları düşündü; Bir dakika içinde tetiği çekmesi gerekiyordu, yoksa başı dönmeye başlayacak, midesi bulanacak ve hatta bayılacaktı. Silahın kabzasını sağ eliyle kavradı, başını çevirerek son defa Ester’e baktı. Silah patladığında suratındaki şaşkınlık ifadesiyle hâlâ Ester’e bakıyordu. Sonra da alnındaki delikle odanın ortasına devriliverdi Haron. Tavandan yere kadar, odanın arka duvarına kan ve beyin parçaları sıçramıştı. Elindeki 38’lik silahı beline takan Ester içinden, “İşte, artık cennettesin Haron, dilerim iyi eğlenirsin orada manyak herif,” diyerek hemen odadan çıktı. Koridorda, fötr şapkalı, beyaz sakallı bir adamla karşılaştı. Belindeki silahı çıkartıp adama uzatırken konuşmaya başladı. “Hedef öldü. Bütün deliller odada. Kürenin içindekiler toplar sahte. Gerçek uranyum topları ve uranyum mermisi arabamın bagajındaki iki ayrı kurşun kutuda. Söylediğiniz gibi onları birbirinden uzak tuttum baba.” “Biliyorum, onları arabadan aldık Tatyana. Kameralar her şeyi kaydetti merak etme. İsrail’den beri sizi uydudan izliyorduk. Baskın haberini medyaya geç duyuracağız. Sen şimdi plana göre hareket et ve hemen yola çık.” Ester, yani gerçek adıyla Tatyana cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir zarfı Primakov’a uzattı. “Bu zarfta da Mossad’la ilgili bazı bilgiler var. Sizin için not etmiştim. Otel müdüründe bombanın yedek parçaları var. Bir tabanca ve bir uranyum mermisi. O da bir Mossad ajanıdır. Şu anda Ankara’dan kaçmak üzere olmalı. Onu hemen tutuklamalısınız. Ben İsrail’e gidiyorum. Oradaki gelişmeleri ve sonucu bildirmek için sizinle temas kuracağım. Bana verdiğiniz sözü unutmadığınızı umarım.” Primakov, “Elbette Tatyana, bunu hak ettin,” diyerek ona cebinden çıkardığı güzel bir bayan el çantası uzattı. Çantayı alırken Tatyana’nın gözleri parlıyordu. “Dikkat et Tatyana, fermuarı ikinci defa açtıktan sonra sadece beş saniyen olacak. Operasyon iki gün sonra ve en seçkin adamlarımız da orada olacaklar.” “Teşekkür ederim. Hoşça kalın Yoldaş Baba!” 202 On dakika kadar geçmişti ki; siyah üniformalı ve maskeli adamlardan oluşan antiterör timi koridora girdi. Hiç vakit kaybetmeden 226 numaralı odaya daldılar. Akabinde Primakov ve MİT ekibi de odaya girerek sahte topları aldılar ve hemen uzaklaştırdılar. Tıpkı aslında olması gerektiği gibi. Bu sırada başka bir ekip de kaçmaya hazırlanan otel müdürünü yakalayarak, bombanın yedek parçalarını ele geçirmişti. Olay, iki saat sonra basına duyuruldu. Bu süre boyunca odada bekletilen antiterör timi, basın muhabirlerinin gelişinden sonra dışarı çıkarıldı. O sırada haber kameraları özel tim tarafından sarılmış olan otelin önünde görüntü kaydetmeye başlamışlardı. Olay, derhal dünya basınında duyulmuş ve büyük yankı görmüştü. Adeta ortalık ayağa kalkmıştı. İsrail’in bu akıl almaz tutumu hemen her ülkede protestolarla karşılanmış, müttefik ülkeler, Mossad yöneticilerinin yargılanmak üzere Türkiye’ye teslim edilmesini dillendirmeye başlamışlardı. İsrail halkı ve yöneticileri ise şok üzerine şok yaşıyorlardı. Oysa Mossad hiç de öyle değildi. Onlar yeni planın peşindeydi. Aynı gün, İsrail, Saat 17:00 Ankara’daki gelişmeler İsrail’de duyulduğunda, eksik katılımlı bir kabine toplantısı yapılıyordu. Savunma Bakanı toplantıda oldukça güç bir duruma düşmüştü ve Mossad’a verip veriştiriyordu: “Aptallar sürüsü, kendi başlarına iş yapıyor ve yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. Oysa ben onlara bekleyin demiştim...” Aynı dakikalarda Genelkurmay Başkanı Matityahu da Bor Yer altı Karargâhında Mossad yöneticileriyle konuşuyordu. “Neden bu intihar eylemi erkene alındı? Gece yapılacaktı öyle değil mi?” Şişman adam: “Sanırım bir risk doğdu. Belki de polis onları fark etti ve onlar da operasyonu erkene aldılar. Ester akıllı bir ajandır. Baskının yapıldığı saatte yola çıkmış olmalı. Zaten haberlerde de hiçbir kadından bahsedilmiyor. Kurtulduysa dönüş yolunda olmalı. Gelince her şeyi ondan öğreniriz. Şimdi şu uçakları bir an önce göndermeliyiz. Artık vakit yok.” “Haklısınız! Bana hemen Avdon üssünü bağlasınlar. Matityahu, yeraltındaki özel iletişim hatlarından faydalanarak İsrail’in kuzeyindeki Avdon hava üssü ile konuşurken oldukça heyecanlıydı. “Evet, demek tam olarak hazırsınız. Bir dakika bekleyin General.” Mossad Yöneticisi olan şişman adama dönerek sordu. “Bakandan bir haber var mı?” “Hayır, efendim.” Matityahu, Profesör Ruben’e bakarak sordu: “Şu anda saat on yedi. Şimdi havalanırlarsa, bir sorun olur mu Profesör.” “Hayır efendim. Bir buçuk saatlik aydınlık bir süre yeterli.” Matityahu tekrar telefona dönerek son emri verdi: “Tamamdır. Her ikisini de hemen havalandırın. Daha pist üzerindeyken görünmezlik sistemini çalıştırın, anlaşıldı mı?.. Hemen başlayın!” 203 Az sonra Avdon Askeri Hava Üssü’nden insansız iki uçak havalanmıştı. Bunu sadece pist üzerindeki görevliler duydukları motor sesinden anlayabilmişlerdi. Görünürde ise pist bomboştu. Sadece hafif bir hava dalgalanması olmuş ve o da çabucak normale dönmüştü. Bu uçakların uydudan veya radarlar tarafından da fark edilmeleri imkânsızdı. Uydu bağlantıları olmadığı için uçakların sonradan yönlendirilmelerine olanak yoktu. Bu yüzden, rotaları, hız ve yükseklik, iniş noktaları gibi bilgiler, bilgisayarlarına önceden programlanmıştı. Bu uçaklar artık kendi programlarına göre hareket edecek olan akıllı uçaklardı. Menzillerini kısaltmak için İsrail’in en kuzeyinde yer alan bir hava üssünde konuşlandırılmışlardı. Ankara üzerine geldiklerinde, taşıdıkları nükleer bombaları aktif hale getirerek serbest bırakacaklar ve kendileri de şehirle birlikte yok olacaklardı. İki uçağın farklı rotaları nedeniyle hedefe varış zamanları arasında 20 dakika kadar bir fark vardı. Bu zaman farkı, Ankara üzerinde PBDM uygulaması olması halinde bile, en azından birinin hedefe varmasını garanti altına almak içindi. Çünkü ilk uçak hedefe vardığında, diğeri Beyşehir gölüne inmiş durumda olacaktı. Buradan havalanıp Ankara’ya ulaşması sadece 20 dakika alacaktı. Bekledikleri gibi olur da Ankara üzerinde PBDM uygulanmazsa, yirmi dakika ara ile iki bomba da patlayacaktı ki; bu Ankara’nın tümüyle yok olması ve on milyon civarında insanın ölmesi demekti. Matityahu, böylece Ankara’yı ölüm çemberine aldıklarını düşünüyordu. Gizli Harekât Merkezi, Ankara, Saat 17:30 Gözcü-3’ün aktardığı, TR-13A uydusundan alınan görüntüler ana ekranda izleniyordu. Yarım saatte bir PBDM uygulandığında uydudaki süper optik gözler belli bir alanı hızla taramaya başlıyor ve bilgisayar taraması sayesinde, bir önceki görüntülerden en küçük bir farklılık gösteren bölgelerin sabit görüntülerini (fotoğraf) diğer ekranlara yönlendiriyordu. Bu işlemlerin sağlıklı yapılabilmesi için otuz saniyelik PBDM süresi de uzatılmıştı. Bu sırada her bir ekranı ayrı ayrı inceleyen operatörler bu sabit görüntüleri büyüterek bilgisayarlara taratıyor ve sonuçları komuta merkezine rapor ediyorlardı. “Monitör-1, temiz.” “Monitör-2, temiz.” “Monitör-4, temiz.” … On dakika sonra: “İşte! Buldum onu!.. Mersin açıklarında, üçgen şeklinde bir nesne… Denizin üzerinde duruyor. Monitör-3, tamam.” “Monitör-3’ü ana ekrana verin, ve PBDM süresini uzatın. Ben söylemeden sakın kesmeyin. Anaşahin, tamam.” Anaşahin, komutanların bulunduğu salona yönelik olarak devam etti: “Komutanım, Gözcü-3 Mersin açıklarında insansız bir hava cismi yakaladı. Görüntüsü şu anda ana ekranda. Gövdesinin altında bir bomba taşıyor olabilir. Talimat bekliyorum. Anaşahin, tamam.” 204 Genelkurmay Başkanı, Harekât Dairesi Başkanı’na dönerek “Tam olarak yerini bildirsinler General! PBDM’yi kesmeden, etrafta başka uçak olup olmadığına baksınlar. Hatta, Kıbrıs’ı da tarama alanı içine alsınlar.” “Sizi duydum efendim. Bunu zaten yapıyoruz, Anaşahin, tamam.” Anaşahin, pozisyonu ve görevi dolayısıyla, karargâhtaki bütün konuşmaları başındaki telsizden duyabiliyordu. Kendisini pek gören yoktu, hatta toplantı salonundaki profesörler ve bazı generaller onun kim olduğunu çok merak ediyorlardı. Ama her zaman, o her yerdeydi sanki. Az sonra insansız uçağın yeri hakkında net bilgiler gelmişti. Harekât Daire Başkanı, harita üzerinde uçağın bulunduğu yeri gösteriyordu: “Uçak, Mersin açıklarında kıyıdan on kilometre uzaklıkta, tam olarak şu noktada efendim.” Beş dakika daha geçmişti ki tekrar bir anons duyuldu: “Monitör-6, burada da bir şey var efendim. Ana ekrana veriyorum.” Ana ekranda beliren siyah üçgen şeklindeki cisim hızla büyüyerek bir önceki görüntünün aynısını oluşturuverdi. “Vay canına! Aynı uçaktan bir tane daha! Burası neresi Gözcü-6?” “Burası Akdeniz efendim. Kıbrıs’ın hemen batısında ve adaya on mil kadar uzaklıkta bir nokta. Şimdi koordinatlarını geçiyoruz, tamam.” “Anlaşıldı. Taramaya devam edin! Anaşahin, tamam.” Az sonra: “Bölgeyi tamamen taradık. PBDM süresi on beş dakikayı geçti, sadece iki insansız uçak saptadık komutanım. Emirlerinizi bekliyoruz. Anaşahin, tamam.” Harekât Dairesi Başkanı: “O noktalara odaklanın ve talimat bekleyin Anaşahin.” “Anlaşıldı Komutanım, bekliyoruz. Anaşahin, tamam.” Genelkurmay başkanı sordu: “Şimdi PBDM’yi kaldırırsak ne olur General?” Harekât Dairesi Başkanı: “Sanırım, bu insansız uçaklar harekete geçer Komutanım. Kolayca iniş kalkış yapabilmeleri için suya indirilmişler diye düşünüyorum.” “Şu anda bulundukları yerin İsrail’den uzaklığı nedir?” Harita üzerinde kısa bir hesap yapan bir albay cevap verdi. “Kuzeydeki Avdon üssünden havalandılarsa, İkisinin de aldığı yol dört yüz kilometre civarında Komutanım.” Hava Kuvvetleri Komutanı: “Bu uçakların hızı 500 knot olduğuna göre; bu mesafeyi yarım saatten az bir sürede almış olmalılar. Yani bu üs için PBDM periyotları buna uygun ve zaman olarak mantıklı. Bence de Avdon Üssü olmalı, başka bir üs bu hesaba uymaz.” “Peki, bulundukları noktalardan yarıçapı 400 kilometre olan iki çember çizersek nerede kesişirler?” Eline bir pergel alan Albay duvardaki harita üzerinde iki çember çizerken, Hava Kuvvetleri Komutanı sonucu beklemeden konuştu: “İki nokta da kesişeceklerdir. Kalkış yeri ve hedef!” Albay heyecanlı bir sesle, “Evet, Avdon Üssünde ve… Isparta’da kesişiyorlar Sayın Başkanım,” dediğinde söylediklerine kendisi de bir anlam verememişti. “Bu mantıksız! Hedef Isparta olamaz.” “Hayır, aslında hedef Isparta’dır, ancak birinci aşamadır, yani ara durak.” “Demek ki başka bir iniş noktası daha varmış efendim.” 205 “Evet haklısınız Komutanım. Ankara, Mersindeki uçağın menziline giriyor. Ama diğeri Isparta civarında bir yere daha inmek zorunda.” “Bu uçaklar karaya inebilirler mi?” “Ben olsam indirmezdim efendim. Zira karada birisi onları görebilir ve yanına kadar rahatça gidebilir. İhbar eder, hatta zarar verebilir.” “O zaman nereye inebilirler? Göle mi?” “Evet, evet, harikasınız komutanım. Uçağın bulunduğu noktayı Ankara ile birleştirdiğimizde çizgimiz Beyşehir gölü üzerinden geçiyor. Aradığımız durak Beyşehir gölü olmalı. Oradan da Ankara’ya 400 kilometreden daha az bir mesafe kalıyor, yani Ankara böylece menzile girmiş oluyor.” “O zaman durum epeyce aydınlandı. PBDM’yi kaldırdığımızda biri göle doğru uçarken diğeri Mersin üzerinden doğruca Ankara’ya… Doğru mu?” “Sanırım, evet efendim.” “O zaman Mersin üzerinden gelen uçak Ankara’ya vardığında, yani Bomba patladığında diğeri gölde bekliyor olacak.” “…” “Sonra o da havalanacak ve yarım saat olmadan Ankara’da ikinci bir bomba daha patlayacak, öyle mi? Vay canına!..” “Birinin başına bir şey gelirse diye iki ayrı rota ile iki uçak göndermişler. Extra önlem almışlar.” “İkisini de düşürelim.” “Nasıl efendim? UFY ile mi?” “Hayır, UFY olmaz. Bunlar zaten küçük hedefler, ucundan kenarından vuralım dersek bile çok riskli olur. Nükleer patlama tehlikesi var biliyorsunuz. Sadece PBDM kullanacağız veya konvansiyonel silahlar.” Deniz Kuvvetleri Komutanı: “Efendim, PBDM sürerken bir denizaltımızı uçağın yakınına gönderelim ve denizaltı su altındayken onu torpillesin.” Hava Kuvvetleri Komutanı: “Ya da efendim. PBDM’yi kaldırır kaldırmaz, uçaklarımız havalanarak onları havada vursun.” Profesör Güreli: “Şöyle de olabilir baylar. PBDM’yi kaldırıp uçaklar havalandıktan hemen sonra yeniden çalıştırsak, nasıl olur? Havalanır havalanmaz düşerler değil mi?” Kara Kuvvetlerinden bir Albay: “Evet efendim. Hem de denize… Bu daha iyi, kimseye zarar vermez.” Genelkurmay Başkanı sordu: “Bu plana itirazı olan var mı?.. “ Hava Kuvvetleri Komutanı hemen ellini kaldırdı. “Kıbrıs’taki uçak için bunu yapabiliriz Sayın Başkanım. Ama Mersin’deki için olmaz. Çünkü uçak sahile çok yakın. Kalkış yapar yapmaz, otuz, kırk saniyede neredeyse karaya varmış olacak. Daha yükselirken düşürsek bile, kazandığı ivmeyle bir süre daha yola devam edeceğinden kıyıya düşecektir. Yani insanların yoğun olduğu bir yere isabet edebilir. Oysa kalkıştan kısa bir süre sonra onu kırsal kesim üzerindeyken düşürebiliriz. Süreyi iyi ayarlarsak aynı anda diğeri de denize düşebilir. Tam olarak hesaplamadım ama bu olasılık var bence.” “Hemen bu konuda bir çalışma yaptırın Komutan.” O anda Anaşahin’in sesi hoparlörden duyuldu: “Emrinizi duydum, benim adamlarım çalışmaya başladılar bile efendim.” 206 Biraz sonra Hava kuvvetlerinden bir Albay, salondakilere harita üzerinde göstererek bilgi veriyordu: “Vaktimiz değerli olduğu için, hesapladığımız birkaç olasılıktan sadece en uygununu anlatacağım. PBDM kaldırılıp, uçaklar havalandıktan on iki dakika sonra, Mersin’deki uçak Aksaray’ın güneyindeki kırsal kesim üzerinde, Kıbrıs’taki ise sahilden yüz kilometre açıkta, şurada olacak. Hesaplarımıza göre, on iki dakikalık bu süre onları düşürmek için en uygun zaman olacaktır. Saygılarımla arz ederim.” Genelkurmay Başkanı çok kısa bir tereddütten sonra kararını açıkladı. “Öyleye bu planı uygulayalım Sayın Komutanlar.” “Emredersiniz Komutanım!” Tüm konuşulanları takip eden Anaşahin hemen devreye girmişti. “On iki dakikalık bir süre için PBDM’yi kaldırıyoruz baylar. İşaretimle PBDM’yi kaldırmaya ve geri sayıma hazır olun. Anaşahin, tamam.” “Üç, iki, bir, Şimdi!” Ana ekrandaki görüntüleri dikkatle izlemekte olan generaller ve profesörler heyecan içindeydi. PBDM kaldırıldığı anda uçaklar ekrandan silinivermiş gibi kayboldular. Bir general kendini tutamayarak bağırdı: “Görünmez oldular!.. Bunlar görünmez uçaklar Komutanım. İyi ki konvansiyonel silah kullanmaya kalkmadık. Şapa otururduk vallahi! Mutlaka nükleer bomba taşıyorlardır! Onları Ankara’ya yaklaştırmamalıyız. Hemen düşürmeliyiz! Hemen! Burada zayiat hiç önemli değil efendim.” Genelkurmay Başkanı Koray sakindi. “Sakin olun General. Önce bir havalansınlar bakalım. Onları en uygun yerde düşüreceğiz merak etmeyin!” Hava Kuvvetlerinin bir subayı yüksek sesle canlandırma yapıyordu: “Motorları çalışmış olmalı. Şimdi hızlanıyor, hızlanıyorlar… Havalandılar. Şimdi rotalarını Ankara’ya çevirerek yükseliyorlar… Yükseliyorlar… Hızları 500 knot. Bu, dakikada 15 kilometre demektir. Şu anda ikisi de Akdeniz üzerinde olmalılar. Birincisi, otuz saniye sonra Mersin üzerinde olacak…” On iki dakikalık sürenin sonuna doğru Anaşahin tekrar devredeydi. “On saniye kaldı!.. Beş, dört, üç, iki… PBDM başlasın!” Gözcüler bu emri duyduğunda, Türkiye’yi de içine alacak şekilde, bölge üzerinde PBDM uygulamasını başlatmıştı. Böylelikle İstanbul ve Ankara da ilk defa PBDM ile tanışıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı şakayla karışık söyle seslendi: “Şu anda bütün Türkiye felç oldu Komutanım.” Koray, her zamanki ciddi haliyle cevapladı: “Eee, o kadarcık da olsun artık. Burada on milyon insanın hayatını kurtarıyoruz. Bizimkiler de dâhil!” Profesörler ise, olayı endişe ve merak içinde, ekranlardan izliyorlardı. E90 Otoyolu, Saat 18:00 Siyah renkli Land Cruiser Aksaray ilini geçmiş, E90 numaralı otoyolda, Tarsus yönünde ilerlemekteydi. Cipin yaptığı sert manevralar, virajlara hızla girmesi ve bir ralli sürücüsü gibi ustalıkla virajlardan çıkması sürücüsünün çok tecrübeli olduğunu gösteriyordu. Direksiyondaki genç kadın, sınıra yaklaştığında PBDM etki- 207 sine gireceğini ve her yarım saatte bir motorun duracağını hesaplıyor, orada kaybedeceği zamanı şimdiden kazanmayı hedefliyordu. Tatyana, tek başına olmanın verdiği rahatlık içinde zaman zaman kendi kendine söyleniyor, içini boşaltıyordu. Çok dolmuştu… Torpido gözünden paketi alıp, bir sigara yaktı. Camı yarım aralayarak dumanını dışarı savurdu. İçine derin bir nefes çekti ve tekrar söylenmeye başladı: “O… çocuğu iyi ki geberdi. Şişko, operasyonu duymuştur mutlaka. Şimdi beni sorguya çekecektir. Ah, o şişkoyu da bir gebertebilsem. Hayvan herif, bana yapmadığını bırakmadı… Ben de ona gününü göstermezsem Tanrı belamı versin!” Mossad’a girebilmek hiç de kolay bir iş değildi. Tatyana için de çok zor olmuştu bu örgüte sızabilmek, üstelik zaten eğitim almış profesyonel bir ajan olmasına rağmen. Bir sürü testlerden ve denemelerden sonra eğitime alınmasına karar verilmiş ve günlerce çok zor şartlarda dayanıklılığı denenmişti. İki defa kaburga kemiği kırılmış, bir defa da seken bir mermi ile bacağından yaralanmış, birkaç kez de başına aldığı darbeler nedeniyle bayılmıştı. Ancak bütün bu zorlu şartları atlatmayı bilmiş, hatta Rusya’da aldığı eğitimi gizlemek amacıyla acemice davranmaya kadar her şeyi ustaca ve zamanında yapabilmişti. Örgüte girmek için Mossad’a bağlı gizli bir istihbarat örgütünden birisiyle tesadüfen(!) tanışmış, onunla ilişki kurarak kendisini göstermiş ve sonunda planladığı gibi adam onu örgüte tavsiye etmişti. Ester’in birkaç dili ve bu arada Rusça’yı da çok iyi konuşuyor olması ona büyük bir avantaj sağlamıştı. Bu planı Rus Dış İstihbaratının şefi Primakov yapmış ve ona ilişki kuracağı ajanın adını, özelliklerini, zaaflarını ayrıntılı olarak bildirmişti. Eğitim aşamasından sonra sıra onay safhasına geldiğinde şişkonun karşısına çıkarılmış ve onunla bir süre sohbet etmişti. Bu sohbette konu cinsel ilişkiye kadar uzamış ve sonunda şişko ona şöyle demişti: “Madem ki artık bir Mossad Ajanı olacaksın, ülken için gereken her fedakârlığa gönülden hazır olmalısın. Her şeyi yapabilmelisin. Hatta gözünü bile kırpmadan hayatını feda edebilmelisin. Bunları yapmayı kabul ediyor musun?” Sonra da şunu eklemişti: “Peki, mademki hazırsın, şimdi göster kendini bakalım. Beni ikna et ki seni onaylayayım.” “Tam olarak ne yapmamı istiyorsunuz?” “Hayal gücünü kullan… Ve keşfet!” Şişkonun özel ofisinde geçen dört saat boyunca, şişko ona defalarca sahip olmuştu. Ama canını en çok yakan, ilişkide bulunurken saçlarını vahşice çekerek, orasını burasını ısırmasıydı. Ertesi gün örgüte girişi onaylanmış, artık bir Mossad Ajanı olmuştu. Fakat hâlâ canı yanıyordu. Sigaradan derin bir nefes daha çekti ve “o sapığı öldürmezsem gözlerim açık gider,” diye söylendi. Güneş yavaş yavaş batmaya yaklaşıyordu. Yoldaki direklerin gölgeleri uzamaya başlamıştı. Tam o sırada aracın motoru kendiliğinden duruverdi. Göstergelerin ışıkları sönmüş, müzik de susmuştu. Hemen vitesi boşaltarak cipi yolun kenarına kadar götürebildi. Tatyana bu olaya aşinaydı. “PBDM alanını genişletmiş olmalılar. Erken girdik,” diye düşündü. “Ne yapalım, çaresiz bekleyeceğiz,” diyerek bir sigara daha yaktı. Direksiyon başında etrafa bakınırken, iki gün sonra yapılacak olan operasyonu düşünüyordu. Birden sağ ön tarafta siyah bir cisim belirdi. Üçgen şeklinde, dev bir uçurmaya benziyordu. Hızla alçalırken gittikçe büyüyor ve tam üzerine doğru geliyordu. Bir saniye sonra Tatyana bunun bir uçak olduğunu algı- 208 ladı ve araçtan inmek yerine, bilinçsiz bir refleksle direksiyona sarıldı. Zaten inmek için zamanı yoktu. “Aman Tanrım!” diye bir çığlık attıktan bir saniye sonra uçak büyük bir hızla cipe çarptı ve onu iki parçaya bölerek yola savruldu. Cipin üst tarafı ile birlikte Tatyana’nın vücudu da asfaltın ortasına fırlamıştı. Simsiyah uçak asfaltın üzerinde sektikten sonra bir takla atarak yolun karşı tarafındaki tarlaya daldı ve bir süre sürüklendikten sonra durabildi. Uçağın bazı parçaları ile cipin tavanından kopan parçalar, asfaltın ortasında, Tatyana’nın güzel vücudunun etrafına saçılmış halde duruyordu. Az sonra, yattığı yerde hafifçe kımıldadı Tatyana. Gözlerini açtı ve gökyüzüne bakarak, “Bu defa başaramadım baba,” diye inledi. Bu onun son sözleriydi. Gözleri hâlâ açıktı, ama artık nefes almıyordu. Gizli Harekât Merkezi, Ankara PBDM başlatıldığında, uçakların muhtemel rotaları üzerine yönlendirilmiş olan süper optik gözler her iki uçağı da hemen yakalamıştı. Ana ekranda, Aksaray ilinin güneyinde bulunan ilk uçak görülüyordu. Düşmeye başlayan X-17 sağa yatmış halde doğuya doğru kayıyordu. Biraz sonra altındaki karayolu görüntüye girmişti. Uçak, yola doğru hızla alçalıyor daha doğrusu düşüyordu. Bütün generaller son derece heyecanlanmış, herkes ayaktaydı: “Aman! Yola düşüyor galiba!” “Dengesi bozulmamış olmalı. Bir planör gibi süzülüyor.” “Hayır, hayır, düşüyor! İyice sağa yattı.” “Yolda araçlar var mı?” “Olmaz olur mu? Birisine çarpmasa bari…” “Bakın yolda siyah bir cip var.” “Tüh!.. Hay Allah, ona doğru gidiyor!” “Çarptı!.. Uçak cipe çarptı! Sürücüsü yola fırladı bakın!” “Ekiplere bildirin, hava ambulansı da hemen yola çıksın!” “Aracın plakasını gösterebilir misin Gözcü-3?” “Öteki uçak nerede?” “Öteki, ıssız bir yerde denize düştü. Sorun yok gibi.” “Her iki uçağın da düştükleri yerlerin koordinatları Kurtarma ekiplerine bildirin. Helikopterler hemen havalansın. Bomba uzmanları ve sağlık ekipleri de olay yerine gitsin.” “Emredersiniz Komutanım!” Harekât Dairesi Başkanı avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Bu uçaklarda termonükleer bomba olabilir. Kimse hiçbir şeye dokunmasın, bölgeyi çembere alıp, nükleer bomba uzmanlarını beklesinler!” O sırada salonda bulunan ve olayları ekrandan izlemekte olan Rus gizli Servisi FSB’nin başkanı Mikhail Nikola ile SVR’nin başkanı Primakov, gözleri dehşetle açılmış halde yerlerinden kalktılar. Biraz sonra Primakov, Genelkurmay Başkanı Koray’ın yanına gelerek konuşmaya başladı. “Şu, yola düşen uçağın çarptığı araçta, sanırım bizim ajanımız bulunuyordu Sayın Başkan. Yüzünü ekranda görünce emin oldum. İsmi Tatyana. İsrail’e gidiyordu…” 209 Primakov’u dinlerken Koray’ın ağzı açıldı ve öylece kaldı. Gerçekten üzülmüştü. “Anlıyorum… Çok üzüldüm Sayın Primakov. Bu ne büyük bir talihsizlik. O ajan bizi, oteldeki nükleer bombadan kurtarmıştı değil mi? İnşallah önemli bir şeyi yoktur ve kurtulur.” Primakov üzgün ve boğuk bir sesle konuşuyordu: “Mossad onu kendi ajanı sanıyor ve öyle bilmeleri gerek. Yoksa oradaki diğer ajanlarımızın hayatı da tehlikeye girer. Anlatabildim mi Sayın Başkan?” “Tabii ki, sırrınızı gizli tutacağız Sayın Primakov. Onu, üzerindeki kimlikle anacak ve öyle duyuracağız, merak etmeyin.” Koray bunları söylerken MİT Müsteşarına baktı. Müsteşar konuşmaları duymuştu. Başını sallayarak onayladıktan sonra yerinden kalktı ve o da yanlarına gelerek Primakov’a üzüntülerini bildirdi. “Çok üzgünüm Sayın Primakov. Ne kadar talihsiz bir tesadüf, buna başka ne söylenir, doğrusu bilemiyorum. Hiç hesapta olmayan bir durumla karşılaştık.” “Teşekkür ederim Sayın Müsteşar.” “İnşallah ölmemiştir. Eğer öyle ise, onun için elimizden gelen her şeyi yapacağız, söz veriyorum.” “Ajanımızın yanında bir bayan çantası vardı. O çanta aslında bir bombadır. Hiç açılmadan bize teslim edilmesi iyi olur.” Müsteşar, anladım anlamında bir baş hareketi yaptı. Primakov, başını öne eğerek salondan çıktı. Biraz yalnız kalmak istemişti. Biraz sonra, genç kadının ölmüş olduğu haberi karargâha ulaştığında derin bir sessizlik oldu. Bu acı tesadüf, kaderin bir cilvesi olarak yorumlanmış, karargâhtaki herkesi üzmüştü. Yapılan anonsu koridorda duymuş olan Primakov’un gözleri nemlendi. Sanki öz kızını kaybetmiş gibiydi. Primakov, bu kimsesiz kızı ilk tanıdığında, Tatyana henüz on altı yaşındaydı. Onu sahiplenerek eğitimini tamamlamasını sağlamış, sonra da dil öğrenmesi için onu çeşitli ülkelere göndermişti. Tatyana birkaç dili çok iyi düzeyde konuşabiliyordu. Dönüşünde Rus istihbarat örgütüne alarak bizzat kendisi yetiştirmişti. Aralarında öyle bir sevgi ve saygı bağı kurulmuştu ki; bir süre sonra kız ona baba diye hitap etmeye başlamıştı. Primakov da bundan hoşlanmış ve onu kendi kızı yerine koyarak daha çok sevmişti. İstihbarat eğitimini tamamladıktan sonra, Tatyana’nın isteği üzerine, onu İsrail’e göndermişti. Tatyana iki yıl gibi kısa bir sürede İbraniceyi de öğrendikten sonra, ona Mossad içerisine sızma görevi verilmiş ve bu görevde de başarılı olmuştu. Onun verdiği bilgiler sayesinde Mossad’ın bir çok sırrı Rusların eline geçmişti. Fakat Tatyana’nın bütün başarıları, bu talihsiz kaza nedeniyle, erken bir yaşta hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. SVR’nin başkanı koridorda bulunduğu sırada bir süre düşünerek vakit geçirmişti, Sonra nöbetçi subaya Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve Nikola ile özel görüşmek istediğini bildirerek beklemeye başladı. Koray, Müsteşar ve Nikola yanına geldiklerinde tekrar, baş başa görüşmek istediğini söyleyerek nöbetçi subayın uzaklaşmasını bekledi. Koray epeyce meraklanmıştı. “Çok özel bir durum galiba?” diyerek Primakov’un ağzını aradı. “Sayın Başkan, Sayın Müsteşar, Tatyana sayesinde elimizde Mossad’la ilgili çok değerli bilgiler var. İyi bir operasyonla timlerimiz Mossad’ı tamamen çökerterek bütün yöneticilerini ele geçirebilir. Bunun zamanı geldi. Biz bu operasyon için birkaç gün içinde hazır oluruz. Ancak işbirliğiniz gerekiyor.” 210 Aslında Primakov, uygun bir dille, bu operasyon için Türkiye’den izin istiyordu. Nikola da onu onaylamıştı. Koray cevapladı: “Sizi çok iyi anlıyorum Sayın Primakov. Bu operasyonu birlikte yapmakta da büyük fayda var. Başbakanımıza bilgi verdikten sonra sizin için her türlü yardımı yapmaya hazır olduğumu bilmenizi isterim. Bizden istediğiniz nedir?” “Sadece, PBDM uygulamasını bizim operasyonumuza göre ayarlamanız ve iletişim desteği sağlayın yeter. Gerisini adamlarımız halleder.” “Pekâlâ Sayın Primakov. Benim de sizden ricam; bu operasyonda İsrail halkına ve masum insanlara en ufak bir zarar gelmemesidir.” “Merak etmeyin Sayın Başkan. Onları elimizle koymuş gibi toplayıp alacağız. Kimseye bir zarar gelmeyecek. Size bu konuda garanti veririm. Bu, ağaçtan armut toplamak gibi basit bir operasyondur, böyle bilin.” Genelkurmay Başkanı Koray: “Öyleyse bu operasyonun kod adı Armut olsun. Armut Operasyonu’yla ilgili olarak size hemen döneceğim Sayın Nikola,” diyerek Müsteşarla birlikte tekrar salona döndü. Emir subayına Başbakanı bağlamalarını söyledi. Bu sırada bir anons yapılıyordu. Koray alışkanlıkla kulak kabarttı. “Denize düşen uçağın aranmasına devam ediliyor. Karayoluna düşen uçağın üzerindeki bomba bulunarak tesirsiz hale getirilmiştir. Söz konusu bombanın termonükleer kategoride olduğu ve Konya’daki 3.Ana Jet Üs Komutanlığına götürüleceği bildirilmiştir. Uçağın çarptığı araçta bulunan kadının cesedi ise, şimdilik Aksaray Belediyesinin morguna kaldırılacaktır. Ailesinin bulunması ve cenazenin teslim edilmesi için gerekli çalışma başlatılmıştır. Üzerinde bulunan kimlikten kadının adının, Esra Songül olup, İstanbul nüfusuna kayıtlı ve yirmi sekiz yaşında olduğu bildirilmiştir. İlgililere duyurulur.” Anonsu koridorda dinleyen Nikola ve Primakov birbirlerine baktılar ve Nikola yavaş bir sesle ve Rusça konuştu: “Merak etme Primakov, onu alıp ülkemize götürmek için Müsteşardan ricada bulunacağım. Bu operasyon bittikten sonra da mükemmel bir anma töreni düzenleriz. O bunu hak etti!..” İki gün sonra, İsrail Rus ve Türk özel timleri yerel kıyafetler içerisinde, sessizce İsrail topraklarına girerek ortak bir operasyon başlatmışlardı. Armut kod adlı bu operasyon Mossad’ın çökertilmesini amaçlıyordu. Özel Tim çok kısa bir sürede elli altı Mossad yöneticisini ve hükümetin ileri gelenlerini yakalayarak tutuklamışlardı. Ruslar Mossad karargâhlarını ve yöneticilerini elleriyle koymuş gibi buluyor ve ani baskınlarla onları daha kıpırdamalarına bile fırsat bırakmadan tesirsiz hale getiriveriyordu. Türkler de onların güvenliğini ve lojistik gereksinimlerini sağlıyordu. Primakov’un bizzat yönettiği operasyonda, şişman Mossad yöneticisi, Savunma Bakanlığının altındaki karargâhta kıstırılmıştı. Savunma Bakanı ile birlikte bazı generaller hemen teslim olmuş, fakat şişman adam, yanındaki birkaç generalle birlikte gizli bir tünelden kaçmaya çalışırken tünel çıkışında bekleyen Primakov tarafından kıskıvrak yakalanmışlardı. Primakov onların nasıl kaçacağını önceden biliyordu ve baskın sırasında orada bekliyordu. Primakov, görür görmez tanıdığı şişman adamı ayırdı ve diğerlerinin 211 götürülmelerini emretti. Sonra da elindeki silahı şişman adama doğrultarak onu tekrar kaçış tüneline soktu. Şişman adam önde Primakov arkada olduğu halde nemli duvarları olan uzun tüneli geçerek bir odaya çıktılar. Primakov sordu: “Ester’in odası hangisi?” Şişman adamın gözleri birden irileşti ve rengi hafifçe sarardı. Her şeyi anlamıştı. “Lanet olsun! Bunu anlamalıydım! Ester sizin ajanınızdı değil mi?” “Evet! Yapmadığını bırakmadığın o kız, benim kızımdı anladın mı?” Adamın yüzü bu kez de bembeyaz oluverdi. Eliyle işaret ederek, “odası burasıydı,” diyebildi. Şimdi de yüzü terlemeye başlamıştı. Primakov kapıyı açarak onu içeri soktuktan sonra kendisi de girdi ve kapıyı kapattı. Primakov silahını şişman adama doğru tutarak hızla odaya göz attı. Masanın çekmecelerini bir bir açarak Tatyana’ya ait bazı eşyaları ve evrakları topladı. Bazılarını ceplerine, bazılarını da koltuğunun altına sıkıştırırken, iç cebinden çıkardığı bir el çantasını el çabukluğuyla, sanki çekmeceden almış gibi yaparak masanın üzerine koydu. “Bunlar onun özel eşyaları, almamda bir sakınca yoktur umarım.” Primakov el çantasını açtı ve içine bakar gibi yaparak, “İşte buradaymış, bak bu çantada seni ipe götürecek bilgiler var. Ester bunları kaydedip, özel olarak yapılan bir çipte saklıyordu. Artık işin bitti,” dedikten sonra çantanın fermuarını kapattı ve kapıya yöneldi. “Benim elimde de sizinle ilgili birçok sırlar var Primakov, açıklarsam epeyce başınız ağrır.” “Hah ha!.. Blöf yapıyorsun.” “Sen öyle zannet. Mendierej ve Kaczynski dosyaları elimde. Bunlar yeter mi?” “Şu düşen Polonya uçağını mı söylüyorsun? Bu konuda ne bilebilirsin ki?” “Tahminin de fazlasını…” Primakov endişeli bir halde, düşünüyormuş gibi biraz duraksadıktan sonra sordu: “Peki, öyleyse ne öneriyorsun?” Şişman adam rahatlamıştı, hafifçe sırıtarak koltuğa oturdu. “Basit. O çantayı yok etmeme izin ver, sonra da beni elinden kaçır.” “Böylece sen saklanacaksın, sırlar da tarihe gömülecek öyle mi?” “Evet, aynen öyle. Ben yakalanmadıkça sen de güvende olacaksın!” Kısa bir süre düşünen Primakov, “Fikir olarak iyi gibi görünüyor,” dedikten sonra çantayı adamın kucağına doğru fırlattı ve kapıyı açıp dışarı çıktı. Şişman adam merakla çantanın fermuarını açtı. İçi boştu! Tombul parmakları ile çantanın her tarafını didiklemeye başladığında öfkeyle söyleniyordu: “Lanet olsun! Eğer benimle dalga geçtiysen…” Primakov, taş zeminde ana girişe doğru yürürken, dudaklarında acı bir tebessümle içinden sayıyordu: “Dört, üç, iki, bir, sıfır!” Patlamanın ardından kanlı, tombul bir el duvara çarptıktan sonra Primakov’un ayaklarının dibine düştü. Çantanın çift katlı kumaşının arasına gizlenen, yumuşak bir tabaka şeklindeki plastik patlayıcı çok ses çıkarmamış ya da özel bir madde ile kaplanmış taş duvarlar sesin çoğunu yutmuştu. Şok dalgasıyla hafifçe sendeleyen Primakov ayakkabısının ucuyla yerdeki eli kenara iterken mırıldanıyordu: “İşte, intikamın alındı Tatyana. Rahat uyu kızım!..” 212 20 Ekim, Güney Kutup Bölgesi – Weddell Denizi USS Louisiana iki aydır su altındaydı. Antarktika kıtasına yaklaşmış, Weddell Denizi’nin güneyindeki ince buz tabakalarının altında, yüz metre derinlikte sabit kalarak saklanıyordu. Kaptan Westwood yüzeydeki buzları özel aygıtlarla kırdırarak antenleri su üstüne göndermiş, dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Amerikan ve İngiliz yönetiminin topluca istifa ettiğini, Birleşik Devletler Başkanı’nın ortadan kaybolduğunu, Türklerin savaşı engelleyerek Amerikan ordusunu etkisizleştirdiğini, Amerikan ordusunun Ortadoğu’dan çekilmek zorunda kaldığını ve İsrail’de meydana gelen nükleer patlamaları öğrenmişlerdi. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri de istifa etmiş, dünyada önemli değişiklikler oluyordu. Fakat ne oluyordu? Bağlı oldukları deniz üssü ile bağlantı kuramamışlardı. Üs ile temas kurabilmek için uydu bağlantısına ihtiyaç vardı. Fakat uydular cevap vermiyordu, sanki yerlerinde yoklardı. Antenleri sayesinde bazı radyo yayınlarını ve bazı askeri mesajları belli aralıklarla dinleyebiliyorlardı. Türkiye’nin yüzeye çıkarak teslim olmalarını bildiren açıklamasını da radyo yayınlarından dinlemişlerdi. Türkiye bu aşamada yeni bir uygulama başlatmış; bu kez, denizler üzerindeki PBDM etkisini her otuz dakikada bir, altmış saniye için kaldırıyordu. Bütün istasyonlar o arada bir dakikalık anonslar yaparak denizaltıların komutanlarına hitap ediyorlar ve yüzeye çıkarak teslim olmalarını bildiriyorlardı. Bunun dışında normal haber kanallarında ise müttefik ülkelerin ortak duyurular ve dünya milletlerine yaptıkları çağrılar yayınlanıyordu. Operasyonun amacı ve hedefleri de bir bir sayılıyordu. Hiçbir yerle iletişim kuramadıkları için Kaptan Westwood karar vermekte zorlanıyordu. Sol eliyle saçını düzeltirken harp okulunda öğretilen ilkeleri düşündü. Kanının son damlasına kadar düşmanla savaşması gerektiği öğretilmişti. Son asker olarak kalsa bile teslim olmayacak, çarpışarak ölecekti. Dakikalar sonra Westwood saldırmaya karar verdi. Eğer varsa, diğer denizaltılar da Louisiana’nın saldırdığını öğrenince kendilerine katılabilir ve birlikte daha güçlü saldırılar yapabilirlerdi. Etkili bir saldırı için nükleer başlıklı balistik füzeleri kullanmalıydılar. Hedefleri Türkiye olmalıydı elbet. Ankara, İstanbul, gibi büyük şehirleri vurmaları gerekiyordu. Bu iki şehir birden iki başlıklı tek bir balistik füze ile vurulabilirdi. Fakat uydu bağlantıları olmadığı için füzeyi havada kontrol edemeyeceklerdi. Bu yüzden iki hedefe de iki ayrı füze göndermeye karar verdi. Antenlerin çalışıyor olması bu bölgede Türklerin silahının etkisinin olmadığını gösteriyordu. Füze atışı için yükselebileceklerdi. Kaptan Westwood şöyle düşünüyordu: “Koordinatları baştan girilmiş ve doğrudan hedefe giderek, üzerinde patlayacak olan, her biri 100 kiloton’luk iki nükleer bomba, Türkiye’nin işini tamamen bitirir. Bunun beşte biri kadar olan iki bomba Japonya’nın teslim olmasına yetmişti... Gerekirse iki başlık daha göndeririz, olur biter! Sonra da sıra Rusya ve İran’a gelir. Hatta Japonları bile vurabiliriz. Daha da akıllanırlar bu sefer.” Westwood, ikinci Kaptan ve silah subaylarını yanına çağırarak kararını bildirdi: “Arkadaşlar, anlaşıldığı gibi Türkler ve müttefikleri bize saldırmış, yeni silahlarıyla ordumuzu etkisiz hale getirdikleri için Birleşik Devletler yönetimi teslim olmuş ve çekilmiş bulunuyor. Bizim görevimiz bu durumu düzeltmektir. Bizim nükleer füzelerimizden sonra perişan olacak olan Türklere karşı ordumuz da harekete geçerek gerekeni yapacaktır. Bu durumda öncelikli iki ana hedefimiz var: Ankara ve İstanbul. Hazırlıkları derhal tamamlayınız ve ateş emrimi bekleyiniz.” 213 İkinci Kaptan Yarbay Welles: “Kaptan, affedersiniz, böyle bir kararı uygulamadan önce biraz daha beklemek istemez misiniz? Ne bileyim, belki bilmediğimiz gelişmeler vardır.” “Ne olabilir sizce Yarbay?” “Bilmiyorum efendim, ama içimden bir ses beklemeliyiz diyor.” “Ne kadar beklemeliyiz Yarbay, içinize bir sorun bakalım. İki aydır bekliyoruz zaten. Ülkemiz yenilmiş. Yönetim istifa etmiş, Türkler bize kalleşçe saldırmış, İsrail nükleer füze ile vurulmuş, daha neyi bekleyeceğiz! Gelip bizi de bulmalarını mı?” İkinci Kaptan Yarbay Welles bozulmuştu. “Geri dönüşü olmayan yanlış bir iş yapmaktansa beklemek daha akıllıca olur,” diye düşünüyordu. Fakat Kaptan da çok büyük bir stres altındaydı ve zor bir durumdu. “Fakat Kaptan, Türklerin bu yeni silahları füzelerimizi de engelleyebilir. O zaman ne yapacağız?” “Bunu denemeden bilemeyiz. Başka çaremiz de yok. Oturup beklemek en kötüsü, ateş açacağız!” “Ya, bize yapılan çağrı için ne diyeceksiniz Kaptan? Donanma komutanlığı da aynı çağrıyı tekrarladı.” “Çaresiz kaldıkları için Yarbay! Çaresiz kalınca insanlar söyleneni yapmak zorundadır, ama biz onları ve Amerika’yı kurtaracağız. Çünkü görevimiz bu. Bize bu silahlar ve nükleer başlıklar süs olsun diye verilmedi. Şimdi kullanmayacaksak ne zaman kullanacağız, söyler misin?” Yarbay eliyle sert bir selam verdikten sonra şöyle söyledi: “Başüstüne komutanım. Kendi fikrim farklı olsa da, kurallar gereği, emirlerinize uyacağım efendim.” Yarbay daha fazla itiraz etmenin faydası olmayacağını anlamıştı. Ortamı da fazla germemek ve Kaptan tarafından görevden uzaklaştırılmamak için çaresizce boyun eğmişti. Kaptan kararlıydı. Sol eliyle saçını düzelterek emirlerini vermeye devam etti: “Şimdi yüzeye çıkalım.” “Anlaşıldı Kaptan. Yüzeye çıkıyoruz.” Louisiana burnunu yukarı kaldırmış hızla yükseliyordu. Birkaç dakika sonra yüzeydeki ince buz tabakalarını kırarak mavimsi-gri burnunu gösterdi ve düzelerek buzların arasında yerini aldı. Nanoteknolojik dış kaplama hemen buz rengini almıştı. Sistemlerde hiçbir aksaklık yoktu. Tahmin ettikleri gibi bu bölge uydu silahının etki alanı dışında kalıyordu. Çünkü Türkler, çok tenha bölgeler olan kutuplardan yönelebilecek bir tehlike ihtimalini öngörmemişlerdi. Kutupları kontrol edebilmek için fazladan iki uyduya daha ihtiyaç olacaktı ki, buna değmezdi. Karar mantıklıydı da. Okyanuslar etki altına alındığında kutuplar civarındaki güçler orada hapsolacaklardı. Denizaltılar için ise, zaten derine daldıklarında yapılacak fazla bir şey yoktu. Fakat USS Louisiana’nın büyük bir cesaretle dalarak kaçabilmesi ve kutuplara sığınmayı becerebilmesi şimdi büyük bir tehlike arz ediyordu. Bu, müttefik ülkeler tarafından göze alınmış bir riskti. Dümen Subayı seslendi: “Yüzeydeyiz Kaptan. Kontrol sistemlerimiz normal.” “Güzel... Etraftaki buzları kırmak için biraz hareket edelim.” Denizaltı yüzeyde bir ileri bir geri yaparak füzelerin fırlatılacağı alandaki buzları kırdıktan sonra ilk çıktığı noktaya geri geldi. “Periskop derinliğine inelim Yarbay.” 214 “Emredersiniz Kaptan.” USS Louisiana on beş metrelik derinliğe inmişti. Kaptan Westwood kararlı bir şekilde emir vermeye devam ediyordu. “Şimdi füzeleri aktif hale getirelim.” Az sonra, hedeflerin koordinatları bilgisayarlara yüklenmiş, Kaptan ve yardımcısı, kendi şifrelerini sisteme girdikten sonra, özel anahtarlarını kullanarak füzeleri aktif hale getirmişlerdi. Bir kişi tek başına füzeleri aktifleştiremezdi. Sisteme göre, denizaltıdaki en yetkili iki kişinin ayrı ayrı şifrelerini girdikten sonra aktifleme anahtarlarını aynı anda çevirmeleri gerekiyordu. Bu işlemler yapılmış ve füzeler atışa hazır hale getirilmişti. Silah timinin komutanı, hazırlıkların tamamlandığını bildirdi: “Atış için hazırız Kaptan.” “Birinci ve ikinci füze kapaklarını açın!” “Birinci ve ikinci füze kapakları açıldı Kaptan.” “Birinci füze, atışa hazır ol!” “Birinci füze atışa hazır Kaptan.” “Birinci füze…” “Hayır! Durun Kaptan, bir gelişme var. Haberlerde önemli bir şey açıklanıyor.” “Durun! Fırlatmayı erteleyin! Bekleyelim.” Kaptan dâhili hoparlöre aktarılmış olan BBC haber bültenini dikkatle dinliyordu. “Türkiye Başbakanı, Birleşik Dünya Projesi adlı projelerini Birleşmiş Milletler binasında yapılacak olan özel toplantıda açıklayacağını söyledi sayın dinleyiciler. Ortadoğu’daki savaşın tamamen bitmiş olması, dünyada ve bölgede sevinç yarattı. İsrail’de ise büyük felaketin yaraları sarılmaya çalışılıyor. Birçok ülkeden yardımlar ve destek yağıyor. İsrail ordusunun kayıplarının çok büyük olduğu tahmin ediliyor. Kesin ölü sayısının resmi makamlara göre 67.200 kişi civarında olduğu açıklanmıştır. 200.000 civarında da yaralı olduğu gelen haberler arasında. Yüksek radyasyon nedeniyle, İsrail’in güneyindeki bölgeye girilemiyor. Yardımlar da bu bölgeye zamanında ulaştırılamıyor… Sayın dinleyiciler, şimdi aldığımız bir bilgiye göre İngiltere Başbakanı ve Askeri İstihbarat Başkanları, Başsavcılığa teslim oldular. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Benjamin Owner ile bazı üst düzey yetkililerin aranmasına ise devam ediliyor. Başkanın Langley’de CIA merkezindeki gizli bir yerde saklandığı yönünde dedikodular sürüyor. Diğer yandan, Amerikan halkı kendi yönetimleri aleyhine gösteriler yapmaya devam ediyor. Günlerdir süren halk hareketleri sanki yönetime karşı bir ayaklanmaya dönüşmüş durumda. Oysa Birleşik Devletlerde şu anda yetkili bir yönetim yok. Hükümet istifa etmiş, çeşitli resmi kurum başkanları ve yardımcıları da tutuklanmış durumda. Günlük işler vekâleten yürütülüyor. Amerikan ordusu tamamen pasivize olmuş durumda. Bazı üst düzey komutanların istifa ettiği yönünde duyumlar alıyoruz. Diğer askeri ve sivil yetkililerin ağzını bıçak açmıyor. Sayın dinleyiciler. Şimdi Almanca haberler...” İkinci Kaptan Yarbay Welles aradığı fırsatı bulmuştu. Bir kez daha Kaptanı vazgeçirmeyi umarak son denemesini yaptı: “Kaptan, dünyada gerçekten önemli değişiklikler oluyor. Bence füze göndermekten vazgeçmelisiniz. Birleşik Dünya Projesi diye bir şeyden bahsettiler. Bu nedir, bilmiyoruz Kaptan.” Westwood sol eliyle saçını düzeltirken sert bir tonda cevap verdi: 215 “Hayır. Bu yanlış gidişi biz durduracağız. Bırak birleşmeyi, Amerika olmadan dünya kahve bile içemez. Biz bir süper gücüz. Bizim istediğimiz dışında bir şey olamaz. Olmamalı! Bu durumu düzelteceğiz Yarbay. Emirlerimi uygulayın.” “Kaptan, siz durumu olduğundan farklı değerlendiriyorsunuz. Amerikan halkı bile projeyi destekleyerek yönetime karşı çıkarken, siz eski talimatlara uygun hareket ederseniz ters düşebilir, yanlış işler yapıyor olabilirsiniz.” “Bizler askeriz Yarbay. Emirleri de halktan almıyoruz. Pekâlâ, bu kadar yeter! Herkes iş başına! Füzeleri gönderiyoruz.” Yarbay Welles Kaptanın gözlerinin içine bakarak anlamlı bir selam verdi. “Emredersiniz Kaptan.” “Birinci füze, atışa hazır ol!” “Birinci füze hazır Kaptan.” “Birinci füze ATEŞ!” “Birinci füze ateşlendi Kaptan.” “İkinci füze, atışa hazır ol!” “İkinci füze hazır Kaptan.” “İkinci füze ATEŞ!” “İkinci füze ateşlendi Kaptan.” “Hedefe tahmini varış süresini bildirin.” “Hedefe tahmini varış süresi Kaptan, 27 dakika.” “Güzel, şimdi üç yüz feet’e dalalım ve orada sabit kalalım.” Arka arkaya ateşlenen iki füze, tüplerdeki basınçlı hava etkisiyle fırlayarak, su üstünde 10-15 metre kadar yükseldikten sonra, hızının kesildiği anda roketleri otomatik olarak ateşlenmiş ve arkasında gri izler bırakarak, bir saniyede gözden kaybolup, bulutların üzerine çıkmıştı. Denizaltı dalarken periskop monitöründeki son görüntü, havadaki bu gri izlerdi. Balistik füzeler, fırlatıldıklarında, atmosferin dışına kadar yükselerek bir süre uzayda uçtuktan sonra hedefe yönelir ve düşüşe geçerlerdi. Bu kontrollü düşüş aşamasında, yerçekiminin de etkisiyle, hızları müthiş bir seviyeye ulaştığından, savunma füzeleriyle vurulmaları imkânsız olan silahlardı. Bu füzeler Birleşik Devletlerin en büyük kozuydu. Üstelik nükleer başlıklar taşıyorlardı. Şu ana kadar dünyanın en tesirli ve en engellenemez silahlarıydı. Birleşik Devletler ordusu bu füzelere çok güveniyordu. Fakat Foton Topu olarak bilinen UFY silahı bu füzeleri havada vurabilecek yegâne silah olarak devredeydi. Yeri önceden biliniyorsa, füze ilk fırlatıldığında, daha yükselirken vurulması en kolayıydı. Düşüşe geçen bir balistik füze, müthiş bir hıza ulaşması ve açılı hareketi nedeniyle vurulması en zor pozisyonda olurdu. Uydudaki süper optik göz füzeyi yakaladığında hemen üzerine kilitlenerek Foton Topunu yönlendirmesi gerekiyordu. Foton dalgasının, füzenin bir ucuna isabet etmesi bile onu tesirsiz kılmak için yeterliydi. Fakat, bu müthiş hızla giden füzeyi ıskalamamak için uydunun düşüş açısına uygun bir pozisyona getirilerek, ışının füzeyi takip edecek şekilde, arkasından gönderilmesi düşünülmüştü ki, aslında bu riskli bir yoldu. Çünkü bazı durumlarda buna vakit olmayabilirdi. İşte en korkulan olay da buydu. 216 Gizli Harekât Merkezi, Ankara Tüm personel, yirmi dört saat gözetlemeye devam ediyordu. Bazı dost ülkelerle de bağlantılar yapılmış. Onların gözleme uyduları ve radarları da devreye sokulmuştu. Olayların lehte gelişmesi diğer ülkeleri de iyice cesaretlendirmiş ve operasyona, gittikçe daha çok destek sağlanmaktaydı. Dâhili sistemden duyulan bir anons herkesin dikkatini çekmişti: “Arjantin bağlantısı okyanus üzerinde yükselen çok hızlı bir cisim olduğunu bildiriyor, Şahin-2, tamam.” “Koordinatları alın ve tarayalım, Anaşahin, tamam.” On dakika sonra Türklerin 6.uydusu TR16A süper optik gözler sayesinde füzeyi yakalamıştı. “Verilen koordinatlara yakın bir bölgede iki adet füze saptandı. Atmosferin dışındalar. Bunların balistik füzeler olduklarından şüphemiz yok. Gözcü-6 tamam.” “Rotalarını ve tahmini hedeflerini saptayınız.” “Hedefleri Türkiye olabilir, kesin hedef saptaması düşüşe geçtiklerinde yapılabilecektir. Gözcü-6 tamam.” “Şahin-6, füzelerin olduğu bölgeye PBDM uygulayın, Anaşahin tamam.” “Anlaşıldı Anaşahin, PBDM başlatıyoruz, tamam.” Bu durum PBDM’nin nükleer füzeler üzerinde denenmesi için büyük bir fırsattı. Çünkü hedefe varmalarına daha 15 dakikaya yakın bir süre vardı. Füzeler halen okyanus üzerinde ve yeryüzünden en az 120 kilometre yüksekteydiler. Nükleer patlamaların insanlara en az zararlı olabilecekleri durum buydu. PBDM devredeydi, fakat füzeler uydu silahından etkilenmeden, yeryüzüne paralel bir rotada yollarına devam ediyorlardı. Tüm elektronik devreleri bozulmuş olmalıydı. Gene de, uzayda kazandıkları hız, yollarına devam etmelerini sağlıyordu. Hedefe yöneldiklerinde yön düzeltmesi yapmaları, verilen koordinatlara tam isabet sağlamaları artık imkânsızdı. Sürekli düşmeye devam ederek, çarptıkları yerde patlayacaklardı. Bu yer de muhtemelen Türkiye ile Afrika arasında bir yer olacaktı. Nükleer başlıklar düşerek patlarsa, o yer neresi olursa olsun çok kötü sonuçları olurdu dünya için. Bu nedenle füzeleri havadayken vurmak zorundaydılar. Bu sırada Genelkurmay Başkanı, Başbakanla görüşüyordu. Son gelişmeyi de Başbakana aktardı ve her iki operasyon için de onay aldı. “Gözcü-5, füzelerin çıkış noktasını hesaplayıp o bölgeyi derhal taramaya başlayın, çok büyük bir olasılıkla Louisiana orada, Anaşahin tamam.” “Anlaşıldı Anaşahin, Gözcü-5 tamam.” “Şahin-6, füzeleri okyanus üzerindeyken UFY ile vurun, Anaşahin, tamam.” “Anlaşıldı Anaşahin, Şahin-6 tamam.” Bu sırada Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, Birleşik Devletler Donanma Komutanı ile telefonda görüşmüşlerdi. Bu görüşmeyi sağlamak için o bölgedeki PBDM yayını durdurulmuş olduğundan, iletişim kurulabilmişti. Amerikalı komutan, denizaltı komutanları ile görüşerek teslim olun emri vermeyi kabul etmişti. Fırlattıkları füzelerin hedefini vurması olanaksızdı. PBDM etkisiyle yön bulmaları ve rota ayarlamaları olanaksız olduğu için, rasgele yerlere düşecekler, bu da dünya için kötü sonuçlar doğuracaktı. Komutana bunlar anlatılmıştı. Üstelik denizaltılar başka füzeler de fırlatabilirlerdi. Amerikalılar ellerinden geleni yapacaklarını söylemişlerdi. Türk komutanlar Amerikalı komutanlara teşekkür ettiler ve gelişmeleri beklemeye başladılar. Türk uyduları kritik bölgeleri dikkatle 217 gözlemeye devam ediyorlardı. Koray, Başbakanla görüşmesini kısa keserek dikkatini bu yeni gelişmeye vermişti. Bu çok hızlı füzeleri vurabilmek için uydulardan en yakını olan TR16A uygun pozisyona gelmek üzereydi. Atış boşa giderse yok edici ışının hedefi Türkiye olacaktı. Bu yüzden uydunun, ışınlarının atmosfere girip yere değmeden geçip gideceği bir açıya gelmesi gerekiyordu. Planı değiştirdiler ve en uygun açıyı, bilgisayarla birkaç dakikada hesapladılar. Uydunun uzayda olması gereken nokta bulunmuş, hızla yönlendirilen uydu uygun pozisyonu almıştı. Şimdi füzenin izlediği yolla kesişecek bir açıyla ve uzun süreli bir atış yapılması gerekiyordu. YSF reaktörleri bunu sağlayabilecek güçteydi. Önce kısa bir deneme atışı yapıldı. “İlk atış boşa gitti, kesişme noktası uygun gözüküyor, Gözcü-6, tamam.” “Füzelerin ateş çizgisine ulaşmalarına bir dakika kaldı, fakat vuramazsak, beş saniye sonra yere çarpmış olacaklar. İkinci bir atış şansımız olmayabilir. Anaşahin, tamam” Herkes son derece gergindi. Komutanların bulunduğu salonda adeta kimse nefes almıyordu. Birkaç saniye sonra: “Belirlenen açıda, sürekli atışa hazırız. Şahin-6, tamam!” “Pekâlâ!.. 3, 2, 1, ŞİMDİ!” Atlantik üzerinden Türkiye’ye doğru gittikçe açılan bir demet halinde, soluk mavi renkte, hafif bir iz belirmişti. Bu iz, Kuzey Afrika üzerinden geçerek Türkiye’ye doğru biraz alçalıyor ve daha belirginleşiyor, Sibirya üzerinden geçerek yere değmeden atmosferi terk ediyordu. Bu açıda ve sürekli gönderilen foton dalgasının izini Türkiye’den de görmek mümkün olabilmişti. Fakat sokaktaki insanlar bunun ne olduğunun farkında bile değildi. Bir dakikadan daha az bir zaman geçmişti ki, Gözcü-6’nın heyecanlı sesi duvarlarda yankılandı: “İlk füze foton hattına girdi ve Kuzey Afrika üzerinde vuruldu, Kod-4, bu bir nükleer patlama, Gözcü-6, tamam.” “İkinci füze foton hattına girdi, Bir nükleer patlama daha, Gözcü-6, tamam.” Kuzey Afrika ülkelerindeki halk gökyüzünde iki defa arka arkaya büyük ışık parlamaları görmüş, uyarmaya vakit olmadığı için insanlar bu patlamaları ilgiyle seyretmişlerdi. Retinaları yandığı için yüzlerce insan bir anda kör olmuşlardı. Sanki güneş ışınlarını dev bir ayna ile dünyaya yansıtmışlar ya da gökyüzünde dev flaşlar patlamış gibi çok parlak bir ışık saçan patlamalar, ilerde atmosfer hareketlerine bağlı olarak radyoaktif serpintiye neden olabilirdi. Bu yüzden, bu ülkelerin derhal uyarılması gerekiyordu. Kuzey Afrika halkları ışık patlamalarından bir iki dakika sonra, çok şiddetli bir basınç dalgası hissettiler, insanların nefes alması bile birkaç saniye için güçleşti. Ani bir fırtına çıkmış gibi ağaçlar ve binalar sallandı, hafif cisimler havada uçuştu, yüzlerce hafif ve orta trafik kazası meydana geldi, yaşlı insanlar ve çocuklar yere düştüler. Birçok binaların camları kırılarak caddelere cam parçaları püskürdü. Hemen arkasından boğucu bir sıcak dalgası ortalığı kasıp kavurdu. Nihayet ortalık durulduğunda gök gürültüsüne benzer, çok şiddetli ve korkunç sesler yankılanarak duyulmaya devam ediyordu. İnsanlar felaketi geç de olsa anlamışlardı. Yerden kilometrelerce yüksekte meydana gelen bu patlamaların atmosfer üzerinde yarattığı çöküntü, büyük anaforlara ve şiddetli hava dalgalanmalarına yol açmıştı. Aslında etkisi ucuz atlatılmış olmasına rağmen, gene de bölgede büyük bir panik başlamıştı. “Gözcü-5 konuşuyor, füzelerin çıkış noktası Güney Kutup Bölgesi, koordinatları geçiyoruz, tamam.” “Verilen koordinatlara birkaç UFY atışı için izin istiyorum, Anaşahin tamam.” 218 Harekât Dairesi Başkanı hemen müdahale etti: “Hayır durun Anaşahin! UFY kullanmayın! Louisiana’da en az on tane daha termonükleer başlık var. Hepsi birden patlarsa bu bir felaket olur!” Bu sırada Şahin-5 cevap veriyordu: “Anlaşıldı Anaşahin, atış için pozisyon alıyoruz. Şahin-5 tamam.” Anaşahin itiraz ediyordu. “Efendim, Louisiana’nın kaptanı çok kararlı ve çılgının biri. PBDM etkisinin dışında kalmayı başardı. Kesinlikle tekrar ateş edecektir. Bu riske girmektense onu bir ucundan vuralım. Yoksa o bizi vuracak. Nükleer başlıklar başka bir yerde patlayacağına, bence o bölgede patlaması daha iyi. Orası en ıssız ve yerleşim yerlerine en uzak konumda, bir daha bu fırsatı bulamayabiliriz. Özür dileyerek bu konuda ısrar ediyorum efendim.” Şahin-5 kod adlı operatör de atış için oldukça istekli olduğunu göstermekten çekinmiyordu: “UFY için emir bekliyorum, Şahin-5, tamam.” “Daraltılmış UFY için hazır ol ve bekle, Anaşahin, tamam.” Komutanlar çaresiz kalmışlardı. Düşünmek için hiç zaman yoktu ve denizaltı kaçarsa gerçekten de büyük bir tehlike daha yaratabilirdi. Genelkurmay Başkanı Koray daha fazla beklemeden devreye girdi: “İnşallah hepsi patlamaz! Anaşahin, daraltılmış UFY için izin verilmiştir. Allah yardımcımız olsun…” USS Louisiana Denizaltısı USS Louisiana denizaltısı nükleer füzeleri ateşledikten sonra izini kaybettirmek için hemen dalmış, antenlerini su üstüne göndermemiş ve Birleşik Devletlerden yayınlanan son talimatları da bu yüzden alamamıştı. Aslında, alabilselerdi de bir şey değişmeyecekti, bu belli olmuştu. Denizaltının mürettebatı ise, şimdi Yarbay Welles’dan yana bir tavır almışlardı. Welles’in Kaptan Westwood’a itirazları, mürettebatı oldukça etkilemişti. Kaptan Westwood’un nükleer saldırı kararını fazla sert ve aceleci bulduklarını birbirlerine açıkça söylemekten çekinmiyorlardı. Bölgeye, foton silahıyla atışlar başlamış, yüzeydeki buz kütlesi, foton topunun gönderdiği dalgaların suya ulaşmasını engelleyerek patlamalara sebep oluyordu. Aynı noktaya ikinci bir atış yapıldığında ise, buzlar yok olduğu için, foton dalgaları suya dalıyor, bu kez de okyanus dibinde patlamalar oluyordu. Bu patlamaların etkisiyle deniz yüzeyi kabarıyor ve buzlar kırılarak havaya fırlıyordu. Louisiana denizaltısı, alttan ve üstten gelen şoklardan etkilenerek 200 metreye inmiş, bu derinlikte saklanmaya çalışıyordu. Denizaltıdakiler yukarıda neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Önceleri, sanki üzerlerinde bir destroyer varmış ve sualtı bombaları atıyormuş gibi hissettiler. Sonra Kaptanın değerlendirmesi, “Uydudan yapılan ışın saldırısı olmalı,” şeklindeydi. Yerleri belli olmuştu. Nasıl olduysa yerlerini bulmuşlardı. Kaptanın emri kulaklarda yankılandı. “Tam yol ileri! Rotamız Sıfır, Bir, Sıfır. Derinliği koruyun!” Denizaltı kuzeye dönerek, hızla kaçmaya çalışıyordu ki, biraz panik, biraz da pişmanlık içerisindeki personelin kulakları çok tiz bir sesle tırmalandı. Yakalandıklarını ilk anlayan İkinci Kaptan Welles oldu. Ellerini kulaklarının üzerine bastı- 219 rarak “Tanrım! Bizi buldular!” diye bağırmak istedi, fakat cümlesini tamamlayamaya vakit yetmemişti. Foton dalgası, tam da kontrol odasının bulunduğu bölüme isabet etmiş ve önce denizaltının dış çeperi yok olmuştu. Bir anlık bir süre için okyanusun suyunu iki- üç metre karşılarında buldular. Açıkta kaldıkları bu birkaç mikro saniye içinde müthiş sıcaklığı ve patlamayı yaşadılar. Eğer algılayabildilerse hissettikleri ve gördükleri son şeydi bu. Bir an sonraki nükleer patlamayla denizaltının ve personelinin atomları, henüz okyanusa karışmamışken bir anda oluşan mantar şeklindeki gaz bulutunun içinde hızla havaya fırlamışlardı. Oradan da atmosfere dağılacaklardı. Harekât merkezindeki ekranda, denizin altında çok büyük bir patlamanın olduğu, dev buzul kütlesinin parçalanarak havaya fırladığı ve altından deniz suyunun yüzlerce metre yükseldiği bir görüntü izlendi. Adeta, sudan bir dağ oluşmuştu. Bu öncekilerden farklı ve daha şiddetli bir patlamaydı. Hemen arkasından mantar şeklinde, buhar ve gaz karışımı, dev bir bulutun yükseldiği görüldü. “Sanırım Louisiana Vuruldu Anaşahin! Güney Kutup Bölgesinde çok şiddetli bir patlama oldu. Bu çok büyük bir nükleer patlama, Gözcü-6, tamam.” “Tüm gözcülerin dikkatine, herkes çok dikkatli olsun. Gözcü-5, optik gözlerden birini dik açıda istiyorum. Gözcü-6, bölgeyi ve su yüzeyini dikkatle tarayın.” “Anlaşıldı Anaşahin, TR16A ile tarama yapıyoruz.” Gözcüler bölgeyi saatlerce taradılar. Nükleer patlamanın etkilerinden başka hiçbir şey görememişlerdi. Vurdukları şey Louisiana olmalıydı. Zira bölgede sıcaklık aniden artmış, buzlar hızla erimeye ve yer değiştirmeye başlamış, okyanus üzerinde de büyük girdaplar oluşmuştu. Operasyon ekibi, oluşan tsunami nedeniyle Güney Afrika ve Güney Amerika ülkelerini uyarmışlardı. Harekât Merkezindeki bir subay, dev ekranda gördüğü manzara karşısında dehşete kapılarak şöyle demişti: “Vay canına! Bu korkunç patlama dünyanın yörüngesini etkilemiş olabilir mi?” General sakin bir sesle cevapladı: “Sanmam… Bütün başlıklar patlamadı bence, Albay!” Pek fazla konuşmayan Profesör Göktuna bu defa lafa karışmadan edemedi: “Bütün başlıkların patladığını ben de sanmıyorum. Yoksa tablo daha korkunç olurdu… Sanırım, bir veya iki başlık patladı. Diğerleri patlamadan önce atomize olmuş veya ilk patlamanın etkisiyle foton alanının dışına itilmiş olmalı.” Louisina’nın vurulması olayı, bütün dünyada ilk haber olarak, hemen duyulmuştu. Amerika Birleşik Devletlerinde matem vardı. Halkın büyük bir çoğunluğu hem Florida hem de Louisiana’nın personeli için yas tutuyor, personelin ailelerine gereken destek, resmi görevliler tarafından sağlanıyordu. 1992 yılında NATO tatbikatı sırasında ABD 6. filosuna bağlı Saratoga gemisinden atılan füzeler, Muavenet adlı gemimizi vurarak komutanlarımızı şehit etmişti. O yıllarda, Pentagon tarafından, bunun bir kaza olduğu ileri sürülmüştü. Bütün dünya basını bu şüpheli olayı hatırlamış ve, “Türkler rövanşı aldı” şeklinde başlıklar atmışlardı. Oysa Türkiye rövanş derdinde değildi, asıl hedef çok daha büyüktü. Proje gereğince, şimdi tüm dünya ülkeleriyle açık görüşmeler başlatılarak insanlara bilgiler verilecek, hedefler ve amaçlar anlatılacak, çok çalışılarak, kısa sürede dünya birliğine gidiş hızlandırılacaktı. Yirmi ülke buna zaten hazırdı. ABD’nin 50 eyaleti de çaresizce kabul edeceklerdi, İsrail ve İngiltere de öyle… Geriye yaklaşık 174 ülke kalıyordu ki, bu görüşmelerin de en az bir yıl sürecek büyük bir organizasyonla tamamlanması planlanıyordu. ‘Müttefikler’ veya ‘Kuru- 220 cu Ülkeler’ olarak adlandırılan bu yirmi ülkenin her biri, bilim adamları ve siyasetçilerden oluşan üçer heyet görevlendirecekler ve toplam altmış heyet sıra ile diğer ülkeleri dolaşarak dünya birliğini anlatacaklar ve tarihi antlaşmanın imzalanmasını sağlayacaklardı. Bu ülkelerden birçoğu, zaten operasyonlar başladıktan sonra “Biz de varız,” anlamında mesajlar vermişlerdi. ABD, Rusya Federasyonu ve Çin’deki federe devletlere ise ayrı ve özel bir heyet gönderilecekti. Bu arada, kurucu ülkeler Dünya Anayasası’nın taslağı üzerinde çalışıyorlardı. Daha sonra tüm ülkelerin yöneticileri davet edilerek toplantılar yapılacak, anayasa hakkındaki görüşler alınacaktı. Ülkelerin yönetimlerinin ve uzmanlarının görüşüne sunulacak olan anayasa, nihayet Genel Konseyde de görüşülüp, oylanarak yürürlüğe sokulacaktı. Böylece Büyük birleşme ve Küresel Değişim dönemi başlamış olacaktı. Ancak, bu toplantılar için uygun bir yer, büyük bir bina bulunması gerekiyordu. Şimdilik en uygun yer, eski Avrupa Birliği’ne ait olan, Brüksel’deki o muhteşem bina idi. 22 Aralık, Brüksel Soğuk havaya rağmen, eskiden Avrupa Birliğine ait olan binanın önünde büyük bir kalabalık vardı. Artık bu görkemli bina, henüz kurulmuş olan Birleşik Dünya Yönetimi’ne aitti. İçerideki büyük salonda BDK’nın kurucu üyelerince alınan temel kararlar ve özellikle Birleşik Dünya Anayasası Genel Başkan tarafından tüm dünyaya açıklanıyordu. Basın toplantısı, salona sığmayan yüzlerce gazete ve televizyon temsilcilerinin yer sorunu nedeniyle geç başlamıştı. İlk Genel Başkan, bir jest olarak Türkiye’den seçilmişti. Genel Konsey Başkanı Necati Cevher Akyürek, İngilizce olarak konuşmasına başladığında, salonda çıt çıkmaz hale gelmişti ve dünyanın en önemli haber kanalları konuşmayı canlı olarak yayınlıyordu. “Sayın Basın Mensupları, Sayın Temsilciler ve Sevgili Dünyalılar, yeni Birleşik Dünya Yönetimimizin anayasası niteliğindeki ve kurucu üyelerimizin tam desteği ile alınan bazı tarihi kararları size açıklamaktan büyük bir onur ve tarifsiz bir sevinç duyduğumu belirtmekle sözlerime başlamak istiyorum. Dünyanın düzeni şu andan itibaren değişmiştir! Artık hepimiz aynı parayı kullanacak, aynı dili konuşabilecek, aynı kanunlarla yönetilecek ve en önemlisi, aynı dünyayı paylaşacağız… Sevgili Dünyalılar, bu bir değişim sürecidir! Bu bir deviniştir! Hepimize hayırlı, uğurlu olsun!” Başkan konuşmasına bir saniye ara verip gözlüklerinin üzerinden salondakilere baktı. Salonda hâlâ çıt yoktu. Herkes bu tarihi açıklamayı büyük bir dikkatle dinlemeye odaklanmıştı. Başkan, meraklı kalabalığa bakarak konuşmasını sürdürdü: “Biz insanlar mücadeleci varlıklarız. Tarihimiz boyunca birçok şeyle mücadele ettik. En çok da birbirimizle… Fakat artık birbirimizle değil, birlikte mücadele edeceğiz. Daha çok bilgiye ulaşmak, daha çok refah için hep birlikte çalışacağız. Şimdi sizlere açıklayacağım kararlarla yaşamımızdaki birçok bürokrasi ve formaliteler kaldırılmış, yaşam daha kolay ve huzurlu hale gelmiş olacaktır… Bu kararlar Birleşik Dünya düzeni için ilk ve temel kararlardır. Bu bir ilk adımdır. Ama dev bir adımdır. Tüm ülkelerin eşit katılımıyla ve oy birliği ile alınan bu kararlar Dünya Yönetimleri için bağlayıcı temel yasalardır. Birleşik Dünya Anayasası, herkesin kolayca anlayabileceği, çok net, eşitlikçi ve insanı en ön plana çıkaran, eşsiz bir anayasadır.” 221 Genel Başkan, gözlüklerini gözüne yerleştirdi ve bir yudum su içtikten sonra anayasa metnini eline alarak önce anayasanın gerekçesini okudu, sonra maddelere geçti: BİRLEŞIK DÜNYA ANAYASASI TEMEL HÜKÜMLER 1. İNSAN, yeryüzündeki en değerli varlıktır. Bu nedenle; Birleşik Dünya Anayasası her bireyin sağlık, huzur, mal ve yaşam güvenliği ile hak ve özgürlüklerinin en büyük teminatıdır. Birleşik Dünya Anayasası ile oluşturulan tüm kurumlar ve yöneticileri bu temel ilkeye bağlı kalarak çalışır. 2. Her insan eşit ve hür olarak doğar, eşit ve hür yaşama hakkına sahiptir. Hiçbir yasa ve uygulamada, insanlar arasında renk, ırk, din, dil, cinsiyet, siyasi düşünce ve inanç farkı gözetilemez. Hangi mevki ve düşüncede olursa olsun, tüm insanlar yasalar karşısında eşittir. 3. Hâkim kararı olmadıkça, bu anayasanın ilk üç maddesine hiçbir şekilde kısıtlama veya istisna getirilemez. 4. Dünya yönetimlerinin en temel görevi, her zaman ve her durumda, hiçbir ayırım yapmaksızın, insanların eğitimini, refahını, mutluluğunu, hak ve özgürlüklerin herkesçe tam ve eşit olarak kullanılmasını sağlamak; huzur ve güven ortamını oluşturmak; insan onuru başta olmak üzere, tüm yaşamı ve anayasal düzeni korumaktır. 5. İnsanların en temel görevi, yasalara ve resmi kurallara uymak; çevreye ve insanlara saygılı olmak; dünyamızı ve insanlığı her türlü tehlikeye karşı korumak ve kollamaktır. SİYASÎ HÜKÜMLER 6. Dünya, merkezi bir yönetim tarafından ve üye devletlerin eşit katılımıyla yönetilir. Bu yönetimin adı BİRLEŞİK DÜNYA YÖNETİMİ (BDY), Yönetim organı BİRLEŞİK DÜNYA KONSEYİ (BDK) dır. Yetkili alt kuruluşları ise şunlardır: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. … MALİ KONSEY SİYASÎ KONSEY ADALET ve HUKUK KONSEYİ BİLİM, KÜLTÜR ve EĞİTİM KONSEYİ SAĞLIK ve SOSYAL YAŞAM KONSEYİ TİCARET ve SANAYİ KONSEYİ GIDA ve TARIM KONSEYİ MADENCİLİK, ENERJİ ve ÇEVRE KONSEYİ ULAŞTIRMA KONSEYİ GÜVENLİK KONSEYİ. 222 78. Bu anayasa, insanın bulunduğu her yerde geçerlidir. Genel Başkan Akyürek elindeki anayasa metnini okumayı bitirince, gözlüğünü çevik bir hareketle çıkardı ve mikrofona eğilerek heyecanla konuşmaya devam etti. “Sevgili Dünyalılar, dinlemiş olduğunuz gibi Birleşik Dünya Anayasası sadece 78 maddeden ibaret, oldukça açık ve net bir metindir. Herkesin rahatça okuyup anlayabileceği bu sade anayasamız, tüm dünya için tarifsiz bir mutluluk kaynağı ve insanlar için en büyük güvencedir. Geçici 8.madde uyarınca, yeni yasalar oluşturuncaya kadar mevcut yasalar yürürlükte olacaktır. Ancak, idam cezalarının yürütülmesi durdurulmuştur… Artık dünyalılar olarak hepimiz kardeşiz, birbirimizi anlıyoruz ve özgürlük sınırlarına ulaşmış bulunuyoruz. Çok değil, bir nesil sonra dünya insanları tamamen kaynaşacak ve birbirleriyle en güzel şekilde anlaşacaklardır. Aslında, hepimiz aynı soydan geldik, bir ara yollarımızı ayırdık ve birbirimizi kaybettik, ama işte şimdi yeniden bir araya geliyoruz kardeşlerim.” Salonda büyük bir alkış koptu, alkışlar o kadar uzun sürdü ki, Başkan sesini duyurmak için mikrofonlara doğru eğilerek konuşuyordu. “Artık, dünyanın neresine giderseniz gidin, her yerde aynı uygulama ve aynı kanunlarla karılaşacaksınız. Aynı parayı kullanacaksınız. Hatta aynı dili konuşarak rahatça anlaşabileceksiniz. Ama bunun yanı sıra, yeryüzündeki bütün diller ve hatta kültürler korunacaktır. Bu husus, bu anayasanın koruması altına alınmıştır.” Uzun bir süre alkışların dinmesini beklemek zorunda kalan Başkan Akyürek, bir yudum daha su içtikten sonra salondakilere baktı ve gülümseyerek konuşmasını sürdürdü: “Başkanınız olarak, şimdi siz gençlere bazı öğütlerim olacak... Her şeyden önce, öğrenin kardeşlerim... Ama iyi öğrenin... Sonra sevin, sevinin, çalışın ve eğlenin. Bunları yaparken de kurallara harfiyen uyun, kimseye zarar vermeyin, mutluluğu tam yaşayın. Unutmayınız ki, bu kurallar tamamıyla sizin huzurlu ve mutlu bir yaşam sürebilmeniz içindir. Yeni düzende insanların çıkarına olmayan hiçbir saçma kural yoktur! Sevgili Kardeşlerim, kuralsızlık anarşi demektir, adaletsizlik demektir. Kurallarsa güven demektir, adalet demektir, hukuk demektir. En büyük kural nedir biliyor musunuz? Sizin özgürlüğünüzün, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitiyor olmasıdır. İşte bu, herkes için gerçek özgürlük demektir ve özgürlüğün üst sınırıdır. Bundan öte bir özgürlük yoktur! Sizler bu gerçek özgürlüğün tadını çıkarın! Her şeyin en iyisini isteyin. Çünkü sizler bunu hak ediyorsunuz... En iyisini yapın. Bizler de bunu hak ediyoruz... Ve mutlaka sanat, spor ya da bilimle uğraşın!” Başkan, bir süre daha alkışların dinmesini bekledikten sonra salondakilere bakarak devam etti: “Kardeşlerim, Dünya Yönetim Sistemi; federal, demokratik ve katılımcı parlamenter Sistem’dir. Bu sistemde, anayasa gereği, dünyada tek bir ordu ve tek bir istihbarat örgütü olacaktır. Bunlar da Güvenlik Konseyinin yönetiminde olacaktır. Artık ülke yönetimlerinin işleri çok kolaylaşmıştır. Neredeyse sadece halkın refahı için çalışacaklar ve sadece yürütme görevini yapacaklardır. Ülke meclisleri de denetim organı olarak çalışacaklardır. Savunma harcamaları ile örtülü ödenekler gibi bazı bütçe kalemleri, kalkınma ve yatırımlara kayacak, insanların refahı daha da artacaktır. Bu düzenin doğal bir sonucu olarak da, gümrükler ve gümrük vergi- 223 leri tamamen kaldırılmıştır. Çünkü artık ülke sınırları da, aynen il sınırları gibi kolayca aşılabilen, hayali çizgilerden başka bir şey değildir!.. Yasalarımız geliştikçe diğer vergileri de aşama aşama kaldıracağımızı sizlere müjdelemek isterim. İnanın bana, yakın bir gelecekte yeryüzünde vergi diye bir şey kalmayacak inşallah!.. Çünkü devletlerin vergi toplamaya ihtiyacı kalmayacak. İşte böyle bir düzen kuracağız.” Kısa bir sessizlikten sonra Başkan şöyle devam etti: “Sevgili Dünyalılar, şimdi elimde bir kanun metni var. İlk kez bunu da size ben duyurmak istiyorum.” Başkan gözlüklerini tekrar taktı, elindeki metni okumaya devam etti: “Konseyimizin dünkü toplantısından üçte ikiyi aşan oy çokluğu ile çıkmış olan bir kanun… Bu kanun İsrail hakkındadır.” Genel Başkan bir yudum su ile boğazını temizleyerek gözlüklerinin üzerinden salona bir göz attıktan sonra elindeki metni okumaya başladı: “...0044 sayılı kanun: Madde 1: Komşuları ile ezeli problemleri olan ve sürekli savaş halini sürdüren İsrail devletinin kendi güvenliği açısından, İsrail halkının da kendi isteklerinin olması kaydıyla, kısmen barınılamaz hale gelmiş olan bugünkü yerleşim bölgesinden taşınarak, eski Amerika Birleşik Devletleri’ne ait olan, bugünkü Wyoming, Nebraska, Güney Dakota ve Montana devletleri arasında bulunan ve sınırları ek belgede tarif edilen bölgeye yerleşmelerinin tavsiye edilmesine karar verilmiştir. Bölgede huzurun sağlanması ve İsrail halkına en yakın olan Amerikan halkıyla iyi geçinebileceği göz önüne alınarak verilen bu karar, İsrail halkının da çıkarları dikkate alınarak hazırlanmıştır. İsraillilerin istedikleri yere gitme özgürlükleri saklıdır. Ancak, toplu halde başka bir yerde yaşamak isterlerse, Genel Konsey tarafından onlar için, söz konusu bu yer güvenli ve uygun görülmüştür. Madde 2: Eski ABD sınırları içerisindeki, yukarıda sayılmış olan bu devletler arasında yer alan yeni yerleşim bölgesinin boşaltılması için, arazi sahipleri ve hak sahiplerinden, haklarını devretmek isteyenlere, arsa veya arazi bedelleri, rayiç değerinin bir buçuk katı olarak ödenecektir. Bu bedelin 1/4’ü İsrail hazinesinden, 3/4’ü eski Amerika Birleşik Devletleri hazinesinden karşılanacaktır. Buradaki arazi ve konutlar, şu anda İsrail’de ikamet etmekte olan herkese, bu yeni yerleşim bölgesinde ikamet etmek kaydıyla, bedelsiz olarak verilecektir. Ayrıca konut yapmak için de ihtiyacına binaen bu kişilere, Mali Konsey tarafından, karşılıksız maddi destek sağlanacaktır. Madde 3: Bu kanunun, güç durumdaki İsrail halkının ve Ortadoğu halklarının yararına olacağı göz önüne alınarak ve bütün dünyanın gelecekteki esenliği ile huzurunun sağlanması açısından çıkarılmasında fayda ve zorunluluk olduğu, Genel Konsey tarafından kabul edilmiştir. Madde 4: İsrail’in bu yeni yerleşim bölgesinin tanımı ve sınırları ek belgede açıklanmıştır. Madde 5: Bu kanun hükümleri yayınlandığı tarihten itibaren ve Sosyal Konsey tarafından yürütülür.” Genel Başkan okumasını bitirince, başını kaldırdı ve gözlüklerini çıkardı. Kimsede çıt yoktu. Sadece flaşlar patlıyor, fotoğraf makinelerinin şakırtıları duyuluyordu. Birkaç saniye sonra Genel Başkanın gür sesi tekrar yankılandı: 224 “Sevgili Dünyalılar… Sözlerime son verirken Yeni Dünya Düzenimiz siz kardeşlerime tekrar hayırlı ve kutlu olsun!” Genel Başkan kürsüden ayrılırken, salondakiler ellerini patlatırcasına, ayakta alkışlıyorlardı. Dışarıda ise büyük bir şölen vardı. Henüz hava kararmadığı halde yüzlerce havai fişek renk renk yanıp sönüyor, gürültüden patladıkları bile duyulmuyordu. Havai fişekler bütün gece boyunca aralıklarla, sabaha kadar gösterilerine devam etti. İnsanlar çılgınca seviniyor, bağırıyor ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Binlerce kişi toplanmıştı, belki her ülkeden insanlar vardı ve birbirlerini kucaklayıp öpüyorlardı. Hemen her ülkede, gece gündüz farkı olmadan, tüm dünyanın kutladığı ilk bayramdı bu. Tarihte belki de ilk kez her ülkeden ve her dinden, milyarlarca insanın kutladığı tek sevinç, tek mutluluktu. Çünkü bu bir dünya barışıydı. İsrail halkı dışında da bu gelişmeleri tereddütle karşılayanlar, anlayamayanlar ve derin derin düşünenler de vardı, ama muhalifler zaten her zaman vardı ve hep var olacaklardı... İnsanın doğası gereği, herkesi memnun etmek zaten mümkün değildi. 23 Aralık, Philadelphia Silah sesi, boş duvarlarda yankılanarak, odadakileri oldukça ürkütmüştü. Bir şömine, büyükçe bir masa, tavandan sarkan bir ampul ve sandalyelerden başka hiçbir eşyanın olmadığı odada Nag önündeki su bardağını sinirli bir hareketle iterek devirdi ve oldukça kaslı, iri kollarını ahşap masaya dayadı. Kontrolsüz kalan öfkesi gözlerinden fışkırıyordu sanki. Bakışlarını masada oturan diğer üç adamın üzerinde dolaştırırken, elindeki 38’lik silahın namlusundan hâlâ duman tütüyordu. Birkaç saniye sessizlikten sonra Nag, silahın namlusu ile yerde yatan adamı işaret ederek konuşmaya başladı: “Biz bunun için mi örgütlendik! Birleşik Devletleri böyle mi koruyacaktık! Ulusal Savunma Belgesi bize her türlü yetkiyi bunun için mi verdi! Ne demek, dağılmalıyız! Bunu kim söyleyebilir!” Üç adam da Nag’ı çok ciddi bir ifadeyle dinliyorlardı. Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Az önce, mantıklı bir yaklaşımla, nereden destek sağlayabileceklerini soran ve, ‘Kaçınılmaz şekilde bu görev son bulmuştur. Artık dağılmalıyız,’ diyen arkadaşları Yew, Başkan Nag tarafından gözünü bile kırpmadan vurulmuştu. Nag, tam bir vatanseverdi. Fakat son gelişmeler karşısında dengesini tamamen yitirmiş, adeta çıldırmış ve saldırganlaşmıştı. Başkan Yardımcısı Zed de ölen arkadaşı gibi düşünüyordu ve Nag mutlaka durdurulmalıydı. Zed, Nag’i en iyi tanıyanlardan biriydi. Fakat o bile bu kadarını beklemiyordu. Bütün şaşkınlığına rağmen, oturduğu yerden sakince konuşmaya başladı: “Sakin olmalısın Nag. Burada durum değerlendirmesi yapmak ve tarihi bir karar almak için toplandık. Sırf karşı görüşte diye biri adamı vurabiliyorsan, bu iş olmaz! O zaman beni de vur... Hepimizi vur. Sonra ne olacak? Birleşik Devletleri tek başına mı kurtaracaksın? Böyle davranırsan içine sızdığımız terör örgütlerinden ne farkımız kalır? Sakin olmalı ve neler yapabileceğimizi mantık çerçevesinde tartışmalıyız. Tamam mı?” “Konumuz Birleşik Devletleri kurtarmaktır. Biz bunun için yemin ettik! Vazgeçmek ya da ihanet için değil!” 225 “Senin ihanet dediğin, sadece bir fikirdi Nag...” Tam o anda Zed’nin sol tarafında oturmakta olan Leo kod adlı adamın elinde bir tabanca belirdi ve üst üste üç kez patladı. Nag göğsüne isabet eden mermilerin acısıyla yüzünü buruşturarak sandalyesi ile birlikte arkaya devrilirken kendi silahı da bir kez daha ateş almıştı. Mermi Leo’nun tam alnına isabet etti ve ikisi de peş peşe yere düştüler. Şimdi odada üç ceset vardı. Diğer iki kişi o anda ayağa fırlamış, fakat olayı önleyememişlerdi. Her şey iki saniyede olup bitmişti. Ayaktaki iki adam dehşetle birbirlerine baktılar. Bunlardan biri örgütün Başkan yardımcısı olan Zed, diğeri ise önceki başkan Mou’nun kardeşi Fog idi. Zed ellerini hafifçe göğüs hizasına kaldırarak, “Tamam, tamam Fog, sakin olmalıyız. Olan oldu. Sen benim kontrolümdesin. Merak etme, her şey yoluna girecek,” dedi. Örgüt birbirine düşmüştü. Zed, uyandığında ter içindeydi. Başucundaki okuma lambasını yakarak saate baktı. Daha çok erkendi. Hava henüz aydınlanmamıştı. Gördüğü rüyanın etkisiyle sinirleri gerilmiş, midesi bulanıyordu. ABD’ye karşı yapılan büyük operasyondan sonra örgüt ne yapacağını bilemez duruma düşmüş, kararsızlıkla acizlik arasında bir çalkantı içindeydi. Ne yapılması gerektiğine karar verebilmek için ileriyi iyi kestirmek gerekiyordu. Bu şartlar altında da bu çok zor bir işti. Bir taraftan ülke menfaatlerini korumak uğruna ettikleri yemin, diğer taraftan yeni dünya düzeni ve insanlık açısından yaşanan olumlu gelişmeler onları karar vermekte zorluyordu. Yönetim grubunun ortak bir sonuca varamaması halinde olacakları düşünmek ona dehşet veriyordu. Biraz süt içmek için mutfağa giderken, birden midesindekilerin gırtlağına kadar yükseldiğini hissetti. Mide asidi boğazını yakıyordu. Az sonra da kustu. Kendini lavaboya zor atmış, üstü başı da batmıştı. “Lanet olsun,” diye söylenerek duşa yöneldi. Operasyon’dan sonra yeryüzündeki tüm istihbarat örgütleri dağıtılmış, sadece illegal örgütler ve yeraltı örgütleri kalmış, fakat onlar da yeni düzende ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Amerika Birleşik Devletleri eyaletlere bölünmüş, elli bağımsız devlet olarak Birleşik Dünya Örgütüne dâhil edilmişti. Washington D.C. ise, Maryland Devletinin sınırlarına dâhil edilerek Washington City adını almıştı. Bu durumda hizmet edecekleri merkezi bir devlet de yoktu. Birleşik Devletlere ait tüm ortak değerler, ayrılan elli devlet arasında adil şekilde paylaştırılacaktı. Tabii savaş tazminatları düşüldükten sonra. Zed, akşam yapılacak olan toplantıya, önce silahıyla gitmeye karar verdi. Başkan Nag onları acilen toplantıya çağırmıştı. Fakat bu önemli konunun ne olduğu hakkında bir bilgi vermemişti. Zed bunu sadece tahmin ediyordu. Ama Nag’i tanıdığı kadarıyla, asla emin olamıyordu. Biraz daha düşündü ve sonra da silahlı olarak gitmekten vazgeçti. Dünyada meydana gelen son olaylar nedeniyle kafası öyle karışıktı ki… Rio Grande - Arjantin Arjantin doğu sahilinin en güney şehri olan Rio Grande, 55.000 nüfuslu küçük bir yerdi. Şehrin hemen güneyindeki bir tepenin yamacında inşa edilmiş olan Amerikan Askeri İletişim Üssü, bu küçük şehre biraz daha önem ve dinamizm kazandırıyordu. Dışarıdan bakıldığında bir kale görüntüsü veren bina, taş duvarları 226 ve oldukça küçük pencereleri ile dikkati çekiyordu. Üssün güvenliği ve görevlerinin gizliliği gibi nedenlerle, binadaki pencere sayısı oldukça az tutulmuştu. Kol saatini kontrol eden Yüzbaşı Cruz, mesaj odasına giderken, yürüdüğü koridorun ruhsuz duvarlarına bakıyor ve kendi kendine söyleniyordu. Üç yıldır görev yaptığı bu yer artık ona çok sıkıcı gelmeye başlamıştı. Bu mevsimde yirmi saati bulan gündüze rağmen, bütün koridorlarda ışıklar sürekli yanıyordu. Oysa dışarısının hâlâ aydınlık, havanın da çok güzel olduğunu biliyordu. Burası oldukça güney enlemlerde kaldığından, yaz mevsiminde gündüzler çok uzun, geceler de çok kısaydı ve insanlar uykularının yarısını aydınlıkta geçirmek zorundaydı. Yüzbaşı, göreve başladığı ilk günlerde bu duruma alışmakta epeyce zorlanmıştı. Hâlâ da alışabilmiş sayılmazdı. Hele böyle bir Noel zamanı sevdiklerinden uzak kalmak onu sıkıyordu. Yüzbaşı Cruz odasına döndüğünde, az önce aldığı gizli mesajı okurken kaşlarını kaldırmış, yüzü son derece gerilmişti. Sanki anlayamadığı bir şeyi çözmeye çalıyormuş gibi dikkatle okuyordu. O kadar az kullanılan, eski bir şifreydi ki; mesajı anlayamıyordu. Kâğıdı masada bırakarak hemen kalktı, önce kapısını kilitledi ve sonra da odanın sol köşesindeki büyük kasaya doğru giderken, cebinden anahtarlarını çıkardı. Kasanın üzerindeki camlı bölmeye elini dayadı ve parmak izlerini okuttu, sonra şifresini tuşladı ve nihayet anahtarı kullanarak kasayı açtı. Üst raftaki siyah kapaklı bir dizi şifre kitabından birini aldı ve kasayı kapatıp masasına döndü. Kitabın kapağında sadece bir başlık ve bir tarih vardı: NOTES ON TURF II.Ver. 1960 Yüzbaşı sayfaları çevirerek, mesajda kullanılan, o tanıyamadığı kimlik kodunu aradı. Bulduğunda kaşlarını kaldırarak mesajdaki kodla kitaptakini karşılaştırdı. İkisi de aynıydı. Bunun üzerine mesajda kullanılan şifreyi kitapta buldu ve gülümsedi. Mesajın şifresini çözdüğünde, dudaklarını alaycı bir tavırla bükerek, başını kaşıyordu. “SAAT ON YEDİDE Q SAATİNİ BEŞE KUR. – QQQ. BU TALİMAT HİÇBİR SURETLE İPTAL EDİLEMEZ. – QQQ” Gene hiçbir şey anlamamıştı: “Bu mesajı gönderen kim?” diye düşünerek, saatine baktı. Saat 16:45’ i gösteriyordu. Merak içinde sandalyesinden kalktı ve kasaya doğru yürüdü. Mesajın ne işe yarayacağını ve göndereni bilmese de, gelen emir prosedüre uygundu. Verilen talimatı derhal yerine getirmesi gerekiyordu. Şifre kitabını kasaya koyduktan sonra odadan çıktı. Yıllar önce, Arizona’dan Rio Grande’ye tayin edilirken, onu ziyaret eden bir sivil yetkili, komutanın odasında kendisine bu şifre kitabını vermiş ve bir gün böyle talimatlar alabileceğini, o zaman ne yapması gerektiğini anlatmıştı. Fakat bunlar çok gizli bilgilerdi. Hiç kimseyle bu konuda konuşmayacağına dair hayatı üzerine yemin ettirmişlerdi. Konuşursa vatana ihanet etmiş sayılacak ve savaş hali kuralları uygulanacaktı. Bu ifade mahkeme değil, doğrudan ölüm anlamına geliyordu. Koridorda bir süre yürüyerek kapısında “Özel Haberleşmeler” yazılı bölüme girdi. Bu bölümde bir iç koridor daha vardı ve üzerinde iri rakamlarla yazılmış numaraları olan birçok oda görünüyordu. Kapıdaki nöbetçiye yaptığı gibi, içeride- 227 ki görevliye de özel kimlik kartını gösterdi. Görevli Teğmen bir selam verdi ve “Mutlu Noel’ler Yüzbaşı. Size nasıl yardım edebilirim efendim?” diye sordu. “Size de mutlu Noel’ler. Saat tam on yedi de Q saatini programlamam gerekiyor Teğmen.” “Yetki şifreniz efendim?” Teğmen küçük bir cihazı yüzbaşıya doğru uzatmıştı. Yüzbaşı Cruz, elindeki mesajda basılı olan barkodu cihaza okuttu. Cihazdan kısa bir bip sesi duyuldu ve Teğmenin önündeki ekranda bir numara belirdi. “Lütfen, on üç numaralı odaya gidin efendim.” Oldukça küçük odada, üzerinde bir klavye ile monitör bulunan bir masa ve bir sandalye vardı sadece. Yüzbaşı masaya oturdu ve klavyeyi kullanarak “QQQ” yazıp, enter tuşuna bastı. Ekranda “Lütfen bekleyin…” yazısı belirdi. Az sonra ekranda açılan pencereye, kendi sicil numarasını, sonra da sadece kendisinin bildiği özel şifresini tuşladı. Bu, odasındaki kasayı da açan aynı şifre idi. Ekranda Büyük bir daire içine simetrik olarak yerleştirilmiş beş adet üçgen bulunan renkli ve çok güzel bir grafik belirdi. Bu şeklin zemininde transparan harflerden oluşan iki logo vardı: DIA ve onun altında da TURF… Yüzbaşı, “DIA’yı anladık da, şu TURF de neyin nesi, her yerde karşıma çıkmaya başladı,” diye mırıldandı. Philadelphia Güneş batmış, hava iyice kararmıştı. Amerika’nın gizli yeraltı örgütünün beş yöneticisinden dördü, şehir dışındaki ormanlık bir bölgedeki bakımsız gibi görünen, fakat güvenli binada bir aradaydılar. Büyük bir masanın etrafında hiç konuşmadan oturuyorlardı. Binanın dışında sivil giyimli, kulaklarında küçük telsiz aparatları olan, tepeden tırnağa silahlı nöbetçiler ağaçların arasına dağılmış ve kendilerini ustaca gizlemişlerdi. İçeride ise toplantı başlamak üzereydi. Sadece Başkan Nag’ın gelmesini bekliyorlardı. Salondakilerden Zed, Yew ve Leo, uydurma nedenlerle genç yaşta emekli edilmiş gözde subaylardı. Eski başkan Mou’nun kardeşi olan Fog ise, kırk sekiz yaşındaydı ve örgütün en genç yöneticisiydi. DIA içerisinde çalışmış ve orada eğitildikten sonra plan gereği, göstermelik olarak ordudan kovulmuş eski bir Binbaşıydı. Aldıkları talimat üzerine, uydurma bir nedenle onu kovanlar bile, CIA de görevlendirildiğini sanıyorlardı. Örgüt Başkanı Nag ise emekli bir Hava Generali ve eski bir savaş pilotuydu. Hepsi de son derece zeki, yeteneklerini ispatlamış, vatansever ve sadık insanlardı. Aksi halde bu örgüte girebilmeleri ihtimal bile olamazdı. Birkaç dakika sonra salona giren başkanın elinde bir çanta vardı. Arkasından gelen iki görevli ise büyük bir koli taşıyorlardı. Adamlar koliyi açarak içindeki televizyonu uzun masanın uzak köşesine yerleştirdiler. Nag, herkesi selamladıktan ve Noel’lerini kutladıktan sonra yerine oturup çantasını açarak bir video disk çıkardı. Görevlilere başıyla bir işaret yaptıktan sonra odadan çıkmalarını bekledi ve diski göstericiye yerleştirdi. İçeridekilere dikkatle izlemelerini söyledikten sonra cihazı çalıştırdı ve tekrar yerine oturdu. Herkes merakla ekrana bakıyordu. 42 inch 228 ekranda önce siyah beyaz çizgiler oluştu, sonra oldukça net ve renkli görüntüler akmaya başladı. Lüks döşenmiş, penceresiz bir odada CIA direktörü Howie ve Mou görüntüye gelmişlerdi. Gayet neşeli bir halde içki içerek konuşuyorlardı. Nag uzaktan kumandayı kullanarak sesi yükseltti. Şimdi konuşmalar da net anlaşılabiliyordu. Görüntüyü hızlandırarak ileri aldı. Şimdi aynı yerde, aynı kişiler, bu kez tartışıyorlardı. Howie iki viski hazırlayarak birini Mou’ya uzatıyordu. “Evet, haklısın Mou. Bu iş bitti… Tanrı bu insanı senden daha çok seviyor herhalde,” derken Howie’nin gözlerinde hain bir parıltı fark ediliyordu. Az sonra Mou kanepeye devrilerek hareketsiz kalıyordu. Howie, Mou’nun bedenini asansöre doğru sürüklerken Nag cihazı kapattı. Oturduğu yerden gözlerini teker teker odadakilerin yüzlerinde dolaştırdıktan sonra: Nag, “Pekâlâ, arkadaşlar ne diyorsunuz?” Fog, “Demek bize yalan söylemiş. Öyleyse Howie bir hain!” Nag, “Evet, bu doğru!” Yew, “Vay hain! Bizi nasıl da tezgâha almış!” Zed, “Neden böyle bir şey yapmış olabilir?” Nag, “Bunu kendisine sormak lazım.” Leo, “Görüntüdeki yer neresi Nag?” Nag, “Orası gizli bir sığınaktır. Langley’de, CIA merkez binasının altında. TURF başkanı ile CIA başkanları burada buluşurlardı.” Fog, “Peki, bu kaydı sen mi yaptın?” Nag, “Hayır! Bu kayıt Mou tarafından yerleştirilen bir gizli kamera ile yapıldı. Varlığını da sadece Mou ve ben biliyorduk.” Fog, “Neden?” Nag, “Gizli ulusal belgede çok esnek bir ifade vardı. Örgütümüze, ülke menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yapma yetkisi verilmişti. Bu yetki çerçevesinde Mou, bütün devlet yöneticilerini hatta Başkanı bile izlemek kararını almıştı. Başına bir şey gelirse diye, bu sırları da, yardımcısı olmam sıfatıyla sadece benle paylaşmıştı. Mou’nun ölümünden sonra ben de Zed ile paylaştım. Fakat bu kayıtları, o da ilk defa şimdi burada sizlerle birlikte izledi.” Yew, “Çok kritik bir durumdayız Nag. Sanırım önemli bir karar verme aşamasındayız.” Nag, “Haklısın Yew... Zaten şimdi bunu konuşacağız.” Zed, başkanın asıl konuya girmeden önce neden böyle bir başlangıç yaptığını düşünüyordu. Hiçbir şeyi sebepsiz yere yapmazdı Nag. Mutlaka bir planı olmalıydı, ama ne? Bu sırada Başkan Nag, sanki düşüncelerini okuyormuşçasına Zed’in yüzüne baktı. Tekrar konuşmaya başladığında herkes dikkatle dinliyordu. “Şimdi, benim teklifim şu: herkes fikrini özgürce söylesin. Düşüncelerinizi aldıktan sonra hep birlikte, en doğru karara varacağımızı ve ortak kararımızı oy birliği ile alacağımızı umuyorum. Ben en son konuşacağım. Zira sizi etkilemek istemiyorum.” Zed, “Sağlıklı bir karara varabilmek için herkes özgürce fikrini söyleyebilmeli, bunda haklısın Nag. Ama isabetli bir sonuca varabilmek için olayları iyi yorumlamalı ve önümüzü de görebilmeliyiz. Oysa şu anki bilgilerimiz bunun için yeterli değil bence.” Yew, “Hiç tereddüt etmeye gerek yok. Biz ettiğimiz yemine sadık kalmalı ve yapmamız gerekeni yapmalıyız. Bu çok açık!” 229 Fog, “Bence de… Bizler ülkemizi kurtarmakla görevlendirildik. Bunun için gerekirse canımızı veririz.” Leo, “Ülkeyi nasıl kurtarmayı düşünüyorsun Fog?” Fog, “Bunun için yeterli gücümüz ve silahımız var! Gözümüzü kırpmadan kullanmalıyız!” Leo, “İyi de kime karşı kullanacaksın o silahları? Bu işler plansız programsız olmaz, biliyorsun.” Fog, “Kime karşı kullanmam gerekiyorsa ona karşı kullanırım. Babamın oğlu bile olsa… Hem biz burada zaten bir plan yapmak için toplanmadık mı?” Nag, “Anlaşıldı… Galiba hepimiz aynı fikirdeyiz. Ancak yöntemi tartışmamız gerekiyor. Şimdi Zed ve ben yeni bir plan üzerinde çalışacağız. Fog ve Yew de bize ayrıntılı istihbarat sağlayacak ve ondan sonra planımızı burada tekrar tartışacağız. Ama bu arada düşmanın arasına ajan sokmak zorundayız.” Yew, “Bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun Nag?” Nag, “Kolay! Şu hain Howie ile beceriksiz başkanı onlara teslim ederek… Zira onların saklandıkları yerleri biliyoruz. Adamlarımız bu yerleri Türk istihbaratına ihbar edecek, böylece onların güvenini kazanacak, sonra da içeriden bize bilgi sağlayacaklar.” Fog, “İyi de Birleşik Devletler Başkanını düşmana ihbar etmek ne kadar doğru olur, doğrusu bilemiyorum. Başka bir şeyi kullansak? Mesela; birkaç Siyonist’i programlayarak bazı önemli kişilere suikastlar düzenleyebiliriz.” Nag, “Unutmayın ki; bizler ülkeyi ve halkımızı korumakla görevliyiz. Çapsız başkanları değil! Bu yüzden; eğer ülkenin çıkarına ise, başkanı bile feda edebiliriz. Zaten adam kaçmış! Korkak bir başkandan artık bu ülkeye ne fayda gelir! Howie ise bir hain! Ama Türkler bunu bilmiyor, anlatabildim mi? Hem bu plan daha hızlı sonuç verir. İnandırıcı olması için değerli bir yem kullanmak zorundayız. Senin söylediğin ise daha uzun bir süreçtir Fog.” Zed, “Heyecanınızı anlıyorum, ama bugün yeni dünya anayasası açıklandı biliyorsunuz. Bu gerçekten de büyük bir proje! Türkler yıllarca hazırlanmış ve her şeyi düşünmüşler. Arkalarında da büyük bir destek var ve gittikçe artıyor. Bu durumda ben de, önce istihbarat diyorum. Bilgiler gelsin, sonra plan yapmak kolay. Akıllıca hareket etmek zorundayız! Acele etmemeliyiz!” Nag, “Zed Haklı! Şimdilik içeriye ajan sokmakla ve bilgi toplamakla yetinelim. Kararım şudur: İçeri sızma ve bilgi toplama işini Yew ile Fog yapacaklar. Çünkü bunlar, hem üst düzey hem de bizim en güvendiğimiz kişiler olmalı. Kendinizi üst düzey CIA görevlisi olarak tanıtın ve onların tarafında olduğunuza inandırın. Tamam! Ayrıntıları aranızda halledersiniz. Şimdi haberleşme yöntemimizi ve ihbar planımızı konuşalım beyler.” Yew, “Ben üzerime düşeni yapmaya hazırım. Ancak içeriye kabul edilebilmek için mutlaka bir sorgulamadan geçirileceğiz. Bizden bilgi isteyeceklerdir. Onlara hangi düzeyde bilgi vereceğiz?” Nag, “TURF haricinde her türlü bilgiyi verebilirsiniz. Onların güvenini kazanın yeter.” Askeri İletişim Merkezi, Rio Grande Yüzbaşı Cruz işini bitirip odadan çıktığında koridorda bir anons duyuldu. 230 “Yüzbaşı Cruz, acil bir mesajınız var.” “Yüzbaşı Cruz, lütfen mesaj odasına gelin.” Bu gelen mesajdaki şifre de az önceki mesajdaki şifreyle aynı idi. Yüzbaşı hemen odasına gitti, kasayı tekrar açtı, şifre kitabını çıkardı ve mesajı deşifre etmeye başladı. Bu mesaj daha da garipti. “AZ ÖNCE ALDIĞINIZ TALİMAT İPTAL EDİLMİŞTİR. – QQQ.” Q SAATİNİ DÜZELTİN. – QQQ.” “Hoppala!.. Benle dalga geçiyorlar galiba… Düzeltmeyeceğim İşte!” Cruz şaşkındı. “Neden hem iptal edilemez diye emir veriyorlar, sonra da iptal edin diyorlar,” diye düşünürken her iki mesajdaki barkodları mercek altında incelemeye başladı. Bu kodlar farklıydı. “Bürokratik bir sürtüşme olsa gerek,” diye düşündü. “Birinin verdiği emri bir başkası iptal ediyor. Yeni düzene adapte olmanın sancıları olsa gerek…” Fakat bu durumda nasıl hareket etmesi gerektiğini bilemiyordu. Cruz, bu kodların ne ile ilgili olduğunu da bilmiyordu. O sadece verilen talimatları yerine getirmekle görevli, sınırlı bilgiye sahip bir teknik elemandı. Gelen kod doğru ise, emir geçerliydi. Özel haberleşmeler odasındaki bilgisayar, kodu doğrulamıştı. Bu durumda, talimatı kimin, ne için gönderdiğini sorgulamaya yetkisi olmadığı gibi, kimseye bilgi vermeye de yetkisi yoktu. Ağzını bile açamazdı. Yoksa ölürdü. “İlk emir doğru ise, sonradan gelen iptal emrini uygulamamalıyım. Eğer uygularsam ilk emre itaatsizlik etmiş olurum. Ama bu defa da ikinci emre itaat etmemiş oluyorum… Birinci emre itaat etmememin geçerli bir mazereti yok, oysa ikinci emre itaat etmememin gerekçesi var,” diye düşündü. Sonunda ilk talimata uyması gerektiğine karar verdi. Ancak, bu kararla dünyayı kaosa sürükleyecek büyüklükte bir hata yaptığını bilmesi olanaksızdı. Ertesi gün, Philadelphia Zed otomobilini her zamankinden daha hızlı sürüyordu. On dakika önce telefonla arayan Nag ona “Hemen gel!” demişti. Çok önemli bir durum olmadıkça örgüt üyelerini evine çağırmazdı. Zed öyle merak ediyordu ki, eğer uçabilseydi bu on kilometrelik yolu uçarak gidecekti. Şehir dışına çıkan ana yola saptığında bir polis aracı hemen peşine takılmış, sirenini açmıştı. Zed otomobili sağa çekerek durdu ve polise bir FBI kimliği gösterdikten sonra, tekrar aynı hızla yola koyuldu. Nag’ın ne düşündüğünü bilmek için her şeyini verebilirdi. Fakat onun kafasından geçenleri anlamak için kâhin olmak gerektiğini de çok iyi biliyordu. Nag çok yönlü ve enteresan bir kişilikti. Her zaman, her duruma göre bir planı olurdu mutlaka. Planını uygulamaya koyduğunda ise onu kimse durduramazdı. Kendisi bile… Henüz hiç başarısız olmamıştı, ama onun gibi bir adam için başarısız olmak, zaten ölmek demekti. Bunu da biliyordu. Nag’ın cesaretine ve vatanseverliğine hayran kalmamak mümkün değildi. Kıvrak zekâsıyla neyin olup, neyin olmayacağını çabucak kestiriverir, planını ona göre kurgulardı. Son toplantıda Birleşik Devletler Başkanını bile gözden çıkardığına göre, ilerisi için müthiş bir planı olduğu muhakkaktı. “O bazı şeyleri şimdiden görüyor, buna kesinlikle eminim! O yüzden, bu özel görüşme çok önemli. Zaten önemli olmasa çağırmazdı,” diye düşünüyordu. 231 Yüksek duvarlarla çevrelenmiş bir bahçe içerisindeki evin önünde park ettiğinde, güvenlik kameralarının kendisini takip ettiğini fark etti. Nag kapıyı açtığında, üzerinde bir şort ve etekleri dışarı sarkmış halde bir spor gömlek vardı. “İçeri gel Zed,” diyerek arkasını döndüğünde belindeki kabarıklığı fark eden Zed, kendi silahını otomobilin torpidosunda bıraktığını düşündü. Başkanının evine silahla gelmesi yanlış anlaşılabilirdi. Zaten silahla pek işi olmazdı, taşımayı da sevmiyordu. Sadece çok gerekli olduğu bazı operasyonlarda yanına alır, fakat kolay kolay da kullanmazdı. O işi, her zaman tetikçileri ve korumaları yapardı. Çünkü onun görevi yönetmekti. O bir operatördü. Nag de öyleydi, ama o sürekli silah taşıyordu. Sade, fakat oldukça zevkli döşenmiş salondaki Amerikan Barın arkasına geçen Nag, raftan bir bardak aldı. Tezgâhın üzerinde duran kendi bardağında zaten içki vardı. Bu sırada ayakta sallanıyordu. Zed onun bir süreden beri içmekte olduğunu düşündü. “Ne içersin Zed?” “Varsa, Burbon” “Sen de benim gibi ağzının tadını biliyorsun… Buz?” “Hayır Nag. İyi bir viskiye asla buz koymam.” “Haklısın. Rahatına bak Zed.” Nag, viski bardaklarını doldururken belindeki silahını çıkarttı ve sert bir şekilde tezgahın üzerine bıraktı. Bardakları eline alarak oturma grubuna doğru hafifçe sendeleyerek ilerledi. Üstü başı sanki bir kavgadan çıkmış gibi dağınık, yüzü dayak yemiş bir insan gibi çökmüştü. Zed ilk defa onu bu halde görüyor ve sebebini çok merak ediyordu. Nag, kadehi kaldıran elini sabit tutmakta zorlanıyordu. “Sağlığına ve Birleşik Devletlere dostum.” “Amerika’yı bilmem ama sağlığına içerim Nag.” “Neden?” “Çünkü biz kurtaramazsak, yakında Birleşik Devletler diye bir şey kalmayacak.” “Sence kurtarabilir miyiz Zed?” “…” Nag, bir sarhoş gibi kelimeleri yuvarlayarak ve dengesiz konuşuyordu: “Senin karamsarlık içinde olduğunu görmek beni üzüyor dostum. Bunu söylemek çok acı ama biz her zaman gerçeklerle yüzleşmeyi bildik Zed. Bu dünyada hiçbir şey duraylı değildir. Biliyorsun, Duraysızlık Prensibi… Bu yüzden hiçbir şey ve hiç kimse, hatta dünya bile sonsuza kadar var olamaz. Bu da bir gerçek!.. Bak bu güzelim viski bile az sonra bitecek! Hah ha… İşte bu yüzden hiçbir devlet, biz de dâhil, sonsuza kadar var olamayız. Öyle değil mi?” “Beni neden çağırmıştın Nag?” Nag birden toparlandı ve ciddileşti. “Sana kötü bir haberim var Zed.” Nag, güçlükle ayağa kalktı ve bara giderek tezgahın üzerindeki silahını aldı. Geri döndü ve silahı Zed’in önündeki büyük sehpanın üzerine bıraktı. Sonra da eliyle ileri doğru iterek Zed’e yaklaştırdı. Bu 45’lik bir Glock’tu. “Senden, beni vurmanı istiyorum Zed.” “Sen sarhoşsun!..” 232 “Evet, biraz fazla içtim ama neden içtim sanıyorsun? Ben artık yaşamak istemiyorum Zed. Yoksa çok kötü şeyler yapacağım. Bunu biliyorum. O yüzden ölmem gerekiyor! Haydi, beni vur Zed, yoksa…” “Saçmalama Nag. Dur sana bir kahve yapayım. Kahven nerede?” “Bırak şimdi kahveyi de beni dinle… Ben… Birleşik Devletlerin işi bitti, bunu biliyorum. Biz ne yaparsak yapalım artık çok geç! Çook geç… Biz sadece yeni bir nükleer savaş başlatabiliriz ki, sonu çok feci olur. Biz Türkleri yok ederiz, Ruslar da bizi yok eder, bizimle birlikte tüm insanlık yok olur dostum, dünya yok olur… Viski de yok olur... Onların uydu silahları var. Bu durumda bizim füzelerimiz filan da işe yaramaz. Onlar bizi daha önce yok edebilir. Düşünebiliyor musun, Amerikan halkı yok olacak! Viski de…” “Haydi, bari bir duş al Nag. Kendine gel, iyi değilsin.” “Bırak beni dostum. Ben ölmeliyim. Sen de ölmelisin, ama henüz bunun farkında değilsin.” “Toplantıda vatanı kurtarmaya karar verdik, sen de bunu onaylamıştın. Hatta Fog ve Yew senin kararınla görevlendirildi. Şimdi bu halin ne? Ne oldu ki fikir değiştirdin?” “Ben hiç fikir değiştirmedim dostum. Zaten bu işin bittiğini biliyordum. Sizi denedim, kim hangi fikirde bunu anlamak için öyle davrandım. Ne yazık ki beni destekleyen olmayacağını gördüm. Belki sen… Ah, bilemiyorum. Ya ben sizi, hepinizi yok edeceğim. Ya da siz beni… İşte dostum bu yüzden beni öldürmek zorundasın. Yoksa ben hepinizi öldüreceğim. İnan ki yaparım, beni biliyorsun.” “…” “Haydi, al şu silahı da beni vur artık!” “Bak dostum, seni her zaman takdir ettim. Her zaman fikirlerine saygı duydum. Şimdi böyle düşünüyor olman aslında gerçekleri hepimizden iyi görebildiğin için. Buna inanıyorum. Sonu gelmeyecek bir maceraya atılmaktansa ölmeyi tercih ediyorsun. Ama anlamadığım bir şey var. Neden beni seçtin? Sen bu işi kendi kendine de yapabilirdin. Neden?” “…” “Ah, anlıyorum! Son bir ümitle, acaba sana destek olacak mıyım diye beni yoklamak istedin değil mi?” “Yanılıyorsun Zed! Sadece bir tanığım olsun istedim. Hayatta ilk defa bir tanığım olsun, neden öldüğümü bilsinler istedim. Tarihe bir sır olarak gitmek istemiyorum. Bu uğurda hayatımızı feda ettik, ailelerimiz bile olmadı. Biz aslında yokuz, bir hiçiz… Hep böyleydi! Böyle bitsin istemiyorum… Beni anlayabiliyor musun?” Aslında Zed haklıydı. Nag, şeytani fikirlere sahip, çok kurnaz bir liderdi. Gene kafasında şeytani bir plan vardı. “Peki ölmekten başka bir çaren yok mu? Tek çare bu mu?” “…” “Senin yerinde olsam; mademki böyle düşünüyorum, o halde örgütü tasfiye eder ve gider karşı tarafa bildiklerimi anlatırdım. İyi bir iş yaptıklarına inanıyorsam onlara hizmet ederdim. Ölmek niye?” “Senin yerine Yew veya Fog olsaydı beni çoktan vururdu değil mi?” Zed düşündü; “Nag haklıydı galiba. Onların fikirleri kesinlikle karşı koymak ve ne pahasına olursa olsun savaşmaktı.” Sakince kabullendi: “Sanırım öyle…” Nag, yorgun bir tavırla kendini koltuğa bırakmış, elleri yana düşmüş halde konuşuyordu: 233 “Sen neden yapmıyorsun?” “Galiba sana saygı duyduğum için…” Nag yarı kapalı gözlerle Zed’in gözlerine bakıyordu ısrarla. Bu bakışlar Zed’i sinirlendirdi ve sesini yükseltti: “Kahretsin! Beni zorla söyletiyorsun. Evet! Toplantıdan sonra ben de uzun uzun düşündüm. Ölçtüm, biçtim. Şimdi senin gibi düşünüyorum. Yapacak en akıllıca şey bu direnişten vazgeçmektir. Akıllıca düşününce başka çare olmadığı görülüyor. Üstelik çok iyi bir projeleri var.” Zed bu itiraftan sonra hafifçe sarardı. Nag onun güvenirliğini test ediyor olabilirdi. Eğer öyle ise şimdi açık vermişti işte! Belki de az sonra ölecekti. Gözleri ister istemez silaha kaydı ve Nag’ın Glock’a uzandığını gördü. Nag, “Pekâlâ Zed. Buna sevindim,” dedikten sonra kalktı ve silahı tekrar tezgâhın üzerine koydu. “Geç oldu Zed. Artık uyumam lazım.” “İyisin değil mi Nag?” “Evet, evet. Şimdi daha iyiyim. Teşekkür ederim Zed.” Zed kapıya yönelmişti ki, Nag seslendi: “Yew ne yaptı biliyor musun?” “Hayır, bilmiyorum. Ne yaptı Nag?” “Saat kaç Zed?” “On ikiye yaklaşıyor. Yew’den bahsediyordun?” “Neyse, sonra konuşuruz Zed. Şimdi çok uykum var. Ama bu konuşma aramızda kalsın lütfen.” “Tabii ki Nag. Nasıl istersen, iyi geceler.” “İyi geceler Zed.” Zed çıkar çıkmaz Nag doğruldu, tezgâhın arkasına geçti ve tekrar bir viski doldurdu bardağına. Bunu yaparken hafifçe gülümsüyordu. O sarsak halinden hiç eser kalmamıştı. Monitördeki Zed’in görüntüsüne doğru kadehini kaldırdığında elleri sabitti, uykusu gelmiş gibi bir hali falan da yoktu. Ertesi gece, Philadelphia Şehir Merkezi “Bak Fog, ben şu Nag’a hiç güvenmiyorum. Hiç düşünmeden bizi bile ateşe atabilir bu adam.” “Neden böyle düşünüyorsun Yew?” “İhbarcı olarak saldırgan güçlerin içlerine sızdığımızda bizi kolayca ele verebilir.” “Bunu neden yapsın?” “Onun fikri direnmek değil de ondan. O yeni düzene yamanmaya çalışacak gibi geliyor bana. Nereden biliyorsun diye sorma. Bunu sezgilerime dayanarak söylüyorum. O adam, beklenmeyen işlerin adamıdır biliyorsun.” Yew ile Fog, örgüte ait bir binada buluşmuşlar ve güvenli bir odada, baş başa görüşüyorlardı. Bina, şehir merkezinde 13.caddedeki büyük binalardan biriydi. Binada birkaç şirketin büroları vardı. Bunların çoğunun örgüte ait paravan şirketlerden oluştuğu, sadece oradaki görevlilerin bildiği bir sırdı. Örgütün yapılanması gereği; hiç kimse ait olduğu bölüm dışındaki yapılanmayı bilmezdi. En üst sevide- 234 ki beş yöneticinin haricinde, bir bölüm başkanı bile, diğer bölümlerin varlığından bile haberdar değildi. Bilgiler daima bir üste gönderilir, emirler de sadece bir üst kademeden gelirdi. Bilinenin hepsi bundan ibaretti. Bir anlamda, hücre sistemi uygulanmıştı. “Peki, planın ne Yew?” “Henüz bir planım yok. Ama senin ağabeyin Mou olsaydı, mutlaka bir direniş planı yapardı, bundan eminim.” Fog, canı yanıyormuş gibi yüzünü buruşturdu konuşurken. “Sadece bu nedenle bile şu alçak Howie’yi ellerimle düşmana teslim edebilirim.” “Seni çok iyi anlıyorum Fog. Haksız da sayılmazsın. Nasıl olsa planı uygulayacağız. Onların yerini düşmana ihbar ederek içlerine sızacağız ve bilgi toplayacağız. Peki sonra ne yapacağız?” “Orası belli değil. Henüz konuşmadık” “Yani ne olacağı belli değil! Ben böyle bir belirsizliğe tahammül edemem.” “Ne yapacaksın?” “Yaptım bile…” “Ne?!” “Şışşşt… Down-Point üslerini aktive ettim.” “Nee!” “Sus, bağırma öyle Fog. Aktive ettim diyorum, Q saatini kullandım. Her ihtimale karşı…” “Ya, onların varlığını bile unutmuştum neredeyse.” “Evet, ancak böyle bir durumda kullanılmak üzere düşünülmüş gizli ve insansız üslerdi.” “Evet hatırladım, onlar senin kontrolündeydi. Peki, yerleri neredeydi?” “Dünyanın en ücra köşelerinde!” Bak birini söyleyeyim sana. Şu bizim USS Louisiana’nın vurulduğu yeri biliyorsun.” “Biliyorum elbet, Weddell Denizi.” “İşte bir numaralı üssümüz oralarda bir yerde. Weddell Denizi’nin güneyinde.” “Peki, bu üsler aktive olduğunda nasıl bir tepki verecekler? Nükleer saldırıya mı geçecekler?” “Hayır dostum. Aktive etmek demek, bir saldırıyla karşılaşırlarsa karşılık verecekler demektir. Yani bir düşman gemisi yaklaşırsa vuracaklar.” “Bunun bize faydası ne? Sonunda yerini bulup üssü yok edeceklerdir.” “Evet ama bir tanesi yok edilirse; diğer dört üs, önceden belirlenen hedeflere karşı büyük bir nükleer saldırıya geçecekler.” “Vay canına! Bunu başka kim biliyor?” “Sadece Nag, kısmen DIA başkanı ve şimdi de sen.” “Bu büyük bir tuzak Yew!” “Üstelik her şey otomatik olarak gerçekleşecek. Artık geri dönüşü de yok.” “Yani?” “Emir iptal edilemez. Ancak ileri götürülebilir. Yani direkt olarak nükleer saldırı emri verilebilir. Ama kesinlikle iptal edilemez. Çünkü öyle kodladım. Bize bir şey olursa diye…” “Hedefleri neresi?” “Beş üsten bahsediyoruz Fog! Hedef çok. Başta Rusya, Kuzey Kore, Hindistan, Fransa ve Çin… Belki de bütün dünya...” “Ne demek istiyorsun?” 235 “Şunu demek istiyorum. Amerika ve İsrail dışında nükleer silah bulunduran her devlet ve potansiyel düşmanlarımızın hepsi hedeftir. Bu üsler Amerika’ya bir saldırı olursa, o durumda kullanmak için planlanmıştı. O yüzden otomatik çalışırlar ve gönderilecek bir kodla harekete geçerler. Bu durumda yıllar önceden hedef seçemezsin değil mi? Kimin saldıracağını bilemezsin çünkü. İşte bu yüzden, muhtemel düşmanların hepsi hedeftir.” “Bizi sevmeyen ölsün, yani…” “Evet, hoş bir espri ve doğru.” “Sen şimdi bu üsleri aktive ettin demek. Kimseye sormadan.” “Saçmalama Fog, kime soracaktım ki. Bu bir tedbir sadece, anlamıyor musun?” “Nag bize ihanet ederse diye, öyle mi?” “Aynen öyle Fog. Aynen öyle… Çünkü biz ikimiz, kurban edilmek üzere seçilmiş olabiliriz.” “Bravo Yew… Bence sen Nag’den bile daha zeki ve daha çılgınsın!” 31 Aralık, Ankara Yılbaşı şenlikleri, tüm dünyada, şimdiye kadar görülmemiş çapta ve güzellikte yapılmaya başlamıştı. İlk önce Kiribati Adası ve sonra da Yeni Zelanda başladı kutlamalara. Sonra yavaş yavaş batıya doğru sırayla tüm halklar, yeni yıla girdikleri gece yarısında havai fişekler, müzikler ve danslar eşliğinde iyice coştular. Türkiye, tüm dünyaya uydu görüntüleri aktarıyordu. İki uydu, sadece yeni yıl kutlamalarını aktarmak üzere, değiştirilmiş olan yeni yörüngelerinde, dünya ile aynı yönde ve aynı açısal hızla dönerek, 600 kilometre yükseklikten her devletin yeni yıla girişini süper optik gözleri sayesinde 16 saat süre ile dünyadaki yüzlerce televizyon kanalına bağlanarak yayınladılar. Şölenlerin uzaydan görünüşü çok daha görkemli ve ilginçti. Türk uyduları bir taraftan yörüngedeki asli görevlerini yaparlarken, diğer taraftan da önceden planlanmış olan uzay temizliği görevine başlamışlardı. Dünya çevresinde dönmekte olan yüzlerce ölmüş (eski) uydu ile binlerce uydu parçacığı ve göktaşları, hem yörünge kirliliğine yol açmaktaydı hem de diğer uydular için tehlike yaratmaktaydı. Bunların temizlenmesi için bazı devletler, yıllardır projeler yapmaktaydı. UFY silahının yok etme özelliği sayesinde, bunların tamamının temizlenmesi amacıyla Türk uyduları bir hizmet daha yapıyor ve dünyayı bu kirlilikten de kurtarıyorlardı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük bir tören düzenlenmiş, protokol ile projede katkısı olan herkes ve basın temsilcileri davet edilmişti. Birleşik Dünya Anayasası’nın kabulünden sonra Devlet Başkanı sıfatını alan Alparslan Güney, yeni düzendeki ilk seçimlere kadar Türkiye’deki en yüksek siyasi yönetici ve liderdi. Güney, bu yeni koşullara beklenmedik bir şekilde uyum sağlamış, sorunsuzca görevini sürdürmeye devam ediyordu. Başbakanlık makamı ise yeni anayasa gereğince kaldırılmıştı. Çünkü tüm ülkeler standart olarak Başkanlık sistemine geçirilmişti. Bir yıl içerisinde dünyadaki tüm ordular Güvenlik Konseyi emrine devredileceği için üst rütbeli Subaylar da BDK’da görev alacaklardı. Onlar için de ayrı bir veda töreni yapılacak ve kendilerine birer şeref madalyası verilecekti. 236 Sadece TRT Meclis televizyonunun görüntülediği tören başladığında, Devlet Başkanı Güney bir konuşma yapmak üzere kürsüye çıktı. Açık krem rengi smokini, aynı renk pantolonu, beyaz gömleği, üzeri sedef işlemeli krem rengi yeleği, krem ayakkabıları, kırmızı papyonu ve aynı renk mendili ile çok şık bir görüntü veriyordu. Başkanın kıyafeti klasik smokin kurallarına uygun değildi, fakat bu yarı resmi kutlama toplantısında açık renk bir smokin giymek kendi isteğiydi ve çok da yakışmıştı. Başkan, kıyafetinin uygun olmadığını söyleyenlere, “Dünyada her şey değişti, smokin kurallarını da değiştirmek gerekmez mi? Hep basmakalıp ve siyah giysilere mahkûm muyuz? Artık yeni bir çağ başladı. Ben de beyaz bir sayfa açıyorum ve kıyafetim de buna uygundur,” demişti. Anons yapıldıktan sonra, alkışlar kesilmeye yüz tuttuğunda Devlet Başkanı Güney konuşmasına başladı: “Sevgili Arkadaşlarım, Saygıdeğer Milletvekilleri, Sayın Misafirler, önce hepinizin bu yeni, ama gerçekten yepyeni yılınızı en iyi dileklerimle kutlamak istiyorum. Yeni Dünya Düzeninin de herkese hayırlı olmasını, huzur ve mutluluk getirmesini diliyorum. Bundan yaklaşık yedi yıl önce Türkiye’de başlamış olan Birleşik Dünya Projesine başından beri en büyük desteği veren Rusya ve Japonya yönetimleri ile emeği geçen herkese buradan tekrar minnet ve şükranlarımı sunmaktan büyük bir şeref duymaktayım... Şimdi de sizlere Birleşik Dünya Projesinin, yani bu yeni ve mutlu dünyanın, bu büyük olayın Türkiye’deki gizli mimarlarını tanıtmak istiyorum… Yıllar evvel çok değerli üç profesörümüz bir araya gelip bu bozuk dünya düzenini, bu kötü gidişi nasıl düzeltebiliriz diye düşünmüşler. Günlerce süren konuşmalar, tartışmalar sonunda bu projenin ilk temelini oluşturmuşlar. Projenin hayata geçirilmesi için gereken silahları da yapmaya karar vermişler. Tabii bu işler hiç kolay olmamış... O zamanlar Türkiye’mizin içinde bulunduğu şartlar ve tehlikeler düşünüldüğünde başka çıkış yolu göremeyen ve bu ideali gerçekleştirebilmenin önemini çok iyi fark eden kahramanlarımız canlarını dişlerine takarak çalışmışlar, çok çalışmışlar… Bunun için önce zamanın Genelkurmay Başkanı’na, sonra da diğer yetkililere konuyu açmışlar. Onları ikna etmişler. Sağ olsunlar! İkna olanlar da sağ olsunlar! Ya ikna olmasalardı neler olurdu kim bilir…” Alparslan Güney konuşmasına şöyle devam ediyordu: “Sonra, bilgilendirilen bütün yetkililer bu projenin çok gizli tutularak geliştirilmesine karar vermişler. O kadar gizli ki, neredeyse kendileri bile ne yaptıklarını bilmiyorlarmış. (Salonda gülüşmeler duyuldu.) Evet, bu doğru! Projede çalışanlar gerçekten ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Küçük gruplar halinde, her grubun bir parçasını yürüttüğü bu büyük projenin bütünü hakkında hiçbirinin bilgisi yoktu. Milli İstihbarat Teşkilatımız, Başbakanın emriyle bu projeye çok büyük destek vermiş, gizliliği ve güvenliği en üst düzeyde sağlamıştır. Kendilerine de buradan, Dünya Milletleri adına teşekkür ederim. Bir sonraki aşamada ise diğer ülkelerin yöneticileriyle görüşmelere ve ikna turlarına geçilmiş, bu ülkeler ve görüşülecek üst düzey yöneticiler titizlikle seçilmiş ve nihayet bu güne gelinmiştir. Destek veren bütün ülkelere ve yönetimlerine, dünya halkları adına tekrar teşekkürler ederim. Sağ olunuz. Bize en büyük desteği ise demin de söylediğim gibi Rusya ve Japonya sağlamıştır. Bu iki ülke hem projeye fikren destek olmuş hem de teknik ve mali katkıda bulunmuşlardır. Onların bu katkısını da asla unutamayız… Sonuçta dünya kazanmış, bu işten insanlar kârlı çıkmıştır. 237 Şimdi, Yüce Meclisimizin aldığı karar uyarınca ve Birleşik Dünya Yönetimi Genel Konseyinin de onayı ile bizim bu çok değerli üç profesörümüzü, bu projenin mimarlarını, bu uçuk fikirli, çılgın insanları, kendilerine birer şeref madalyası vermek üzere kürsüye davet etmek istiyorum… Önce, Sayın Profesör Doktor Celal Yaşlıkaya, lütfen gelir misiniz, Sevgili Yaşlıkaya.” Profesör Yaşlıkaya, çok şık ve koyu renk kıyafetiyle, kulakları çınlatacak kadar büyük bir alkış fırtınası içinde kürsüye doğru ilerlerken başıyla herkesi selamlıyordu. Başkan, Yaşlıkaya’nın elini iki elinin arasına alarak kutladı, takdir ve şükranlarını sundu. Şeref madalyasını yakasına taktıktan sonra yanaklarından öptü ve elinden tutarak yanında beklemesini rica etti. Tekrar mikrofona eğildi: “Şimdi de Sayın Profesör Doktor Ender Göktuna’yı buraya davet ediyorum. Lütfen gelir misiniz, Sevgili Göktuna.” Gene aynı alkış tufanı içinde Göktuna kürsüye doğru ilerledi ve gülümseyerek, eliyle herkesi selamladı. Başkan aynı şekilde Göktuna’nın madalyasını taktıktan sonra elinden tutarak yanında yer gösterdi. “Şimdi de üçüncü çılgın adam, Sayın Profesör Doktor Aydın Güreli’yi buraya davet ediyorum. Lütfen gelir misiniz, Sevgili Güreli.” Alkış fırtınası sürerken Profesör Güreli, davetlileri selamlayarak platforma çıktı. Başkan, Güreli’nin de madalyasını taktıktan ve öptükten sonra hep beraber bir yay şeklinde dizilerek birbirlerinin ellerini havaya kaldırdılar ve başlarıyla davetlileri selamladılar. Alkışlar hâlâ bütün şiddetiyle devam ediyordu. Üçü de hayatları pahasına çok büyük bir iş başarmışlardı ve şimdi çok mutluydular. Profesörlerin eşleri de şeref salonundaydılar. Madalya töreni sırasında onlar da duygulanmış, gözyaşlarını tutamamışlardı. Meclis üyeleri ile Bakanların birçoğu Profesörlerle ilk defa karşılaşıyorlardı. Daha önce bu projenin mimarları güvenlik nedeniyle açıklanmamıştı. Bu yüzden ilgi çok büyüktü. Herkes Profesörlerin yanına gelmek için adeta kuyruğa girmiş, teker teker tebrik ederek ellerini sıkmak için yarışıyorlardı. Bunların arasında Fransız temsilcisi, Almanya temsilcisi, Yunan temsilcisi, Belçika temsilcisi ve Ermenistan Başbakanı da vardı. Üç Türk Profesörüne başka devletlerden de madalya vermek için davetler yapılıyor, birçok teklif alıyorlardı. Sonraki günlerde Profesörler ile defalarca canlı yayınlarda röportajlar yapılmış, hayat hikâyeleri, özgeçmişleri yayınlanmış, projeyi nasıl hayata geçirdiklerini esprilerle süsleyerek anlatmışlar, sonuçlarını tartışmışlardı. Profesörler sadece canlı yayınlanan programlara katılıyorlardı. Bunların en ilginç olanlarından biri de, WNC televizyonunda yapılan özel bir programdı. Bunun için üç Profesör New York City’ye davet edilmişlerdi. Pasaport, vize gibi işlerle uğraşmadan, herkes yanına sadece kimliklerini ve valizlerini alıp uçağa biniyor ve istediği yere gidebiliyordu artık. Güvenlik kontrolleri de çok azalmıştı. Bir süre sonra daha da azalacaktı. Profesörler yanlarına asistanlarını yani Mustafa, Erdal ve Selçuk’u da alarak gitmişlerdi. Mustafa ve Erdal, diğer çalışma arkadaşları gibi projenin bütününü anladıklarında, böyle bir çalışmada yer aldıkları için çok daha büyük gurur duyduklarını profesörlerine söylemişlerdi. Şimdi ise gerçekleşme yolundaki proje nedeniyle başları dik ve alabildiğine kıvançlıydılar. Selçuk babasının asistanlığını yapıyordu. Mustafa’nın eşi Mina bir bebek bekliyordu. Bu yüzden Mustafa’nın aklı Mina’da kalmıştı. Daha zaman vardı aslında, bebekleri yaklaşık beş ay sonra doğacaktı. Fakat bu ilk bebekleri olduğu için Mus- 238 tafa’nın içi içine sığmıyordu. Gene de New York’a gitmek istemiş, profesörünü bırakmaya gönlü elvermemişti. New York City Üç profesör bir röportaj için New York’a gelmişlerdi. Artık dünya çapında tanınan isimlerdi ve basın onları sürekli izliyordu. Yapacakları açıklamalar tüm insanlar için çok önemliydi ve profesörler bu amaçla birçok ülkeyi ziyaret etmeyi planlamışlardı. Ortam sakinleşmiş, ordular tümüyle pasivize olduğundan PBDM de tamamen kaldırılmış, deniz ve hava ulaşımına da artık bir engel yoktu. Profesörler, mahiyetindekilerle birlikte Manhattan’da Crowne Plaza oteline yerleşmiş ve biraz istirahat etmişlerdi. Otelin önünde kalabalık bir basın ordusu karargâh kurmuş, Profesörlerle görüşebilmek için bekleşiyorlardı. Bu sırada, birden otelin kapısında bir hareketlenme oldu. İki koruma görevlisi bir adamı yakalamış, birisi ellerini, diğeri kafasını tutarak adamı zorla dışarıya sürüklüyorlardı. Birkaç kişi daha yardıma koşmuşlardı. Sürüklenen adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Bunlar kıyameti getirecekler! Deccal geri döndü! Bırakın beni, onların cezalarını ben vereceğim!” Bu sırada adam elindeki silahı doğrultmaya çalışıyordu. Görevlilerin silahı elinden alma çabalarına rağmen arka arkaya iki el silah sesi duyuldu. Korumalardan biri bacağını tutarak yere düştü. Diğer koruma da şaşkınlıkla adamı bırakıp kendi silahını çekmeye çalışıyordu ki, kurtulan adam tekrar otelin kapısından içeri daldı ve içeriden silah sesleri duyulmaya devam etti. Sesler kesildikten sonra yetişen polisler otelden içeri girdiler. Kameralar olayı baştan sona görüntülemiş ve bazıları canlı yayına bağlanmıştı bile. Birkaç dakika daha sessizce geçti. Sonra polisler teker teker kapıdan çıkmaya başladılar. Arkasından da bir sedye üzerinde yaralı saldırgan çıkarıldı. Saldırgan sedyeye iyice bağlanmış, kıpırdayamaz halde polis aracına konularak götürüldü. Bütün bu olaylar sırasında Türk Profesörler olan bitenden habersiz, odalarında istirahat etmekteydiler. Polis yetkililerinin yaptıkları resmi açıklamaya göre saldırganın Amerika’da yaşayan Arnavut asıllı bir Türk olduğu öğrenilmişti. Saldırganın bir akıl hastası veya fanatik dinci olduğu sanılıyordu. Sonradan bu olay Profesörlere sorulduğunda Yaşlıkaya basın önünde şu konuşmayı yaptı: “Aslında her iki sanı da doğrudur. Fanatik dinci olup, adam öldürmek için zaten akıl hastası olmak gerekiyor... Dünya eskiden böyleydi işte. Siz onların iyiliği ve mutluluğu için ne kadar çabalarsanız çabalayın, kötü eğitim almış, şartlandırılmış bir fanatik sizi anlayamaz ve düşman olarak kabul edip, bir an bile düşünmeden saldırabilir. Onların dünyası bu kadarcık işte. Akılları başka bir şeye ermez. Oysa gittikleri okullarda bunlara paraboller, taç yapraklı bitkiler ve Avrupa’nın dağları öğretilmiştir mutlaka! Ama gördüğünüz gibi bu eğitim yetmemiş… Bu onların günahı olduğu kadar, eski sistem de büyük oranda hatalıydı. Bir veya iki nesil sonra dünyada böyle fanatizm ve zihin sapkınlıkları kalmamış olacaktır. Bizler kararlıyız ve gerekeni yapmaya devam edeceğiz. Teşekkür ederim arkadaşlar.” Kalabalık içerisinden bir ses duyuldu: “Sayın Profesör, bu yeni rejimin adı nedir, yani artık hangi sistemle yönetilmekteyiz? Lütfen bize biraz açıklar mısınız?” 239 Yaşlıkaya şakacı bir tavırla cevapladı: “Bakın arkadaşlar. Sistemi kavramakta zorlandığınızı anlıyorum. Bu normaldir. Biraz zamana ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. Yeni Dünya Düzenine illaki bir başka isim vermek gerekiyorsa, şöyle diyebilirsiniz: Ar, el, es. Pi, di, es. Türkçesi, Re, Le, Se, Pe, De, Se harflerinden oluşur. Açılımını da siz bulun artık. Başına da Federal kelimesini eklerseniz tamam olur.” Yaşlıkaya, sansasyonel haber arama alışkanlığındaki basın mensupları ile ince ince şakalaşırken, aslında onlara bir mesaj vermeye çalışıyordu. “Profesör biraz daha açıklar mısınız lütfen?” “Bunlar anayasada mevcuttur arkadaşlar. Gene de benden duymak istiyorsanız hay hay, anlatayım. Her şeyden önce, bu sistem küresel ve rasyonel bir yönetim sistemidir. Her ülkede, devlet başkanlarını halk seçecektir, bunu biliyorsunuz. Başkan, kabinesini Meclis dışından atamalar yaparak kuracaktır. Aynı kişi hem yürütme hem denetleme görevi yapamaz. Bazı ülkelerde görülen bu yanlışlığa artık son verilmiştir. Millet Meclisi ise, yürütmeyi denetleyecek ve Konseye sunulmak üzere yasa teklifleri hazırlayacaktır. Yasama organı Birleşik Dünya Genel Konseyidir. Yargı, hükümetten bağımsız çalışacak, doğrudan Adalet ve Hukuk Konseyine bağlı olacaktır. Dünyada tek para sistemi, tek hukuk sistemi ve tek bir ordu olacaktır. Bu ortak güce, her devlet nüfusu oranında katkı sağlayacaktır. İşte mekanizmanın özü budur. Ancak en önemli husus, dünya anayasasında toplum yerine bireyin esas alınmış olmasıdır ki; sırf bu nedenle yapılan işe rahatlıkla devrim diyebilirsiniz.” “Efendim siyasi partiler kaldırılacak mı?” “Şimdilik hayır, ama ileride bu konuda yeni bir yasa çalışmasını başlatmayı düşünüyoruz. Siyasi partiler dönemi artık bitmeli ve yerine daha rasyonel, modern bir temsil sitemi getirilmelidir. Yeni düzende bunu yapmayı da zorunlu sayıyoruz. Zaten siyasi partilerin halkı ne ölçüde temsil edebildikleri, yıllardır tartışmalı bir konudur, biliyorsunuz. Yani onların devri de artık sona ermeli. Bu kaçınılmazdır.” Genç bir gazeteci sesini duyurabilmek için bağırarak sordu: “Sayın Profesör, siz antisemitist misiniz?” Profesör Yaşlıkaya gülerek gazeteciye döndü: “Neden antisemitist olayım ki? Bunu da nereden çıkardınız? Bizim, halklarla ve dinlerle hiçbir problemimiz yok. Mücadelemiz emperyalist ve saldırgan yönetimlerledir. Bunu artık anlamış olmanız gerekir. Hem, biz İsrail ile savaşmadık, onlar bizimle savaştılar. Öyle değil mi?..” Soruyu soran gazeteciye doğru eğilerek sesini alçaltı ve gizli bir bilgiyi açıklıyormuş gibi esprili şekilde devam etti: “Tarihte Yahudilere birçok haksızlık yapılmış olup, İkinci Dünya Savaşında uğradıkları soykırım vahşeti sonucunda tarifsiz acılarla, kendilerine sığınacak bir yer aramış ve dünyadan pek de destek görememiş bu ulus, ister istemez içindeki öfke ve nefreti kontrol edemeyerek sonunda kendileri de saldırgan bir tavır almışlardır. Yok edilme psikozuyla, bir var olma mücadelesine girişmişlerdir. Savunma refleksi de diyebileceğimiz bu durum, süregelen kavgalara ve başka haksızlıklara zemin oluşturmuştur. Tabii burada dini faktörler de söz konusudur. Fanatik Siyonistler daha da sapkın bir zihniyet gütmekteydiler. O da işin diğer bir kötü tarafı… Sonunda olaylar kontrolden çıkmış, amacını aşmıştır. Emperyalist bir şekil almıştır. Hata, başka hataları doğurmuştur. Ne yazık ki eski düzende, bu gibi anlaşmazlıkların köklü bir çözüme kavuşması olanaksızdı. Dünya bu gibi konularda acizdi. Bu yüzden çok kan döküldü. Masum insanlar, hatta çocuklar öldü. Burada sadece 240 Yahudileri suçlamak da yanlış olur. İnce hesaplar yapan bazı kalın devletler de bu işe çanak tutmuşlardır. İşin asıl acı yanı bence budur. Keşke bunlar olmasaydı. İşte ben böyle düşünüyorum.” “Siz de şimdi bu kalın devletleri yonttunuz.” Yaşlıkaya doğrulurken güldü: “Öyle demek istiyorsanız öyle olsun. Ben bu kelimeyi kullanmadım…” Profesör biraz bekledikten sonra ekledi: “Hâlâ bana antisemitist diyecek misiniz?” Genç gazeteci sırıtarak: “Hayır Profesör, ama Anti-Amerikanist diyebilirim!” diye cevap verdi. “Gene yanlış arkadaşım... Düşünün bakalım; siz dünyayı yönetme gücüne sahip Amerikalı yöneticilerden biri olsaydınız ve ben de gelip size, ‘Biz dünya birliğini kuracağız. Orduları kaldıracağız. Böylece her devlet eşit haklara sahip olacak. Kimse kimseden faydalanamayacak ve kimse kimseden korkmayacak,’ deseydim işinize gelir miydi? Kaldı ki, Birleşik Devletler yönetimi zaten böyle bir dünya birliğini hedefliyordu. Ancak kendi kontrolünde olması kaydıyla… Bu durumda siz, tüm çıkarlarınızı feda ederek, diğer ülkelerle aynı seviyeye gelmeyi ve kontrolü başka ellere bırakmayı düşünebilir miydiniz? Samimiyetle cevaplayınız lütfen. Bunu kabul eder miydiniz?” “Bilmiyorum Profesör... Belki...” “Siz bu soruya iç samimiyetinizle cevap verince bizi daha iyi anlamış olacaksınız. O zaman böyle davranmaya mecbur olduğumuzu da görebileceksiniz. Mesele, Amerika meselesi değildir. Süper güç meselesidir. Amerika yerine Rusya veya Çin de olsaydı, aynı şeyi yapardık. Bu böyle bilinsin! Ayrıca bizim Amerikan halkı ile hiç sorunumuz yoktur. Tarih boyunca da olmamıştır. Hatta bir zamanlar Türk halkının büyük bir çoğunluğu Amerikan hayranıydı dersem yalan olmaz. Türk halkının Amerikan kültürüne olan hayranlığı ise hâlâ sürmektedir. Bu da böyle bilinsin!” Profesör Yaşlıkaya, basın mensuplarına teşekkür ettikten sonra gülümseyerek uzaklaştı. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ister istemez bazı olaylar meydana geliyordu. Bunlar ya aşırı muhafazakâr grupların ya da fanatiklerin yeni düzene olan tepkileriydi. Bu tür olayların yıllarca sürmesi zaten beklenen bir şeydi. Birkaç nesil geçmedikçe dünya düzeninin tam anlamıyla istenen düzeye ulaşması beklenmiyordu. Bu durum gerek Konseyde, gerekse uzmanlar arasındaki toplantılarda öngörülmüştü. Bunların hepsi zamanla aşılacaktı. Asıl sorun, eski tutucu ülkelerin büyük kitleler halindeki tepkileriydi. Fakat artık geri dönüş yoktu. Bir direniş de İngiltere halkından gelmişti. İngilizler doğal olarak, alıştıkları ve bize göre ters olan trafik düzenlerinin dünya standartlarına uydurulması için sağ yönlü trafik uygulamasına geçilmesi kararına olumsuz tepki veriyorlardı. Bu konuda halkı bilinçlendirme ve ikna etme görevi yerel yöneticilerdeydi. Konseyde alınan karar uyarınca sol yönlü trafik düzenini uygulayan ülkeler en geç bir yıl içinde sağ yönlü trafik düzenine geçmek zorundaydılar. Demokratik sistemlerde standartlara ve çoğunluğa uyulması gerekiyordu. Bu bilinçle, sol yönlü trafik uygulaması olan yaklaşık yirmi ülkeden çoğunda halk bu değişime sakince ve anlayışla uyum göstermekteydi. Aynı durum ölçü birimleri için de geçerliydi. Hiçbir konuda ayrımcılık yoktu. Artık herkes aynı standartlara sahip olacaktı. Bu amaçla WSI adıyla bir kurum 241 oluşturulmuştu. Aslında önceden de böyle kurumlar vardı, fakat bu kadar etkili değillerdi. Bu kurum, birçok üniversitenin de katılımıyla, her devlette şubeler açarak, dünya standartları oluşturmak amacıyla, her konuda kararlar alıyor, Genel Konseye yasa tasarıları sunuyordu. Bu tasarılar da oylanarak, hızla hayata geçiriliyordu. Ertesi akşam üç Profesör ile asistanları WNC’deki canlı yayına hep birlikte gitmişlerdi. Korumalar eşliğindeki üç adet Limousine otomobil ile geldikleri stüdyo girişinde, ünlü haber programcısı Barry Wiley tarafından kapıda karşılanmışlardı. Profesörler stüdyoya girdikten, setteki hazırlıklar bittikten sonra üç asistan, binanın girişindeki kafeteryada beklemeyi tercih etmişlerdi. Barry Wiley, konuklarını tanıtma faslından sonra yeni düzenle ilgili sorulara geçmişti: “Sayın Profesör Yaşlıkaya, Türkler müthiş bir silah yaptı ve Amerika Birleşik Devletleri’ni dize getirdi. Büyük bir zafer kazandınız. Bu silahı kullanarak dünyanın hâkimi olmak, bir süper güç olmak varken, neden böyle bir Dünya Birliğine gitmeyi seçtiniz, bize anlatır mısınız?” “Teşekkür ederim Bay Wiley, öncelikle belirtmeliyim ki; bu silah işinde benim hiçbir rölüm yok… Ben sadece projeyi yaptım. Silahları işte bu arkadaşlar yaptı,” demiş ve işaret parmağıyla yanında oturan arkadaşlarını gösterdikten sonra ellerini de hafifçe havaya kaldırarak, “Ben masumum,” diye eklemişti. Sunucu da dâhil stüdyodaki herkes gülmüştü bu babacan adama. “Öyleyse bu soruyu size sorayım Profesör Göktuna?” “Biz büyük hedefimize ulaşabilmek için bu silahları yapmak zorunda kaldık Bay Wiley. Sizin yönetiminizin anladığı dilden konuşmak zorundaydık. Bakın, daha iyi anlaşılabilmesi açısından biraz geçmişe gidelim. Dünyada imparatorluklar dönemi yaşandığında hep, bir tek süper güç vardı. Roma İmparatorluğu veya Osmanlı İmparatorluğu gibi… Bu dönemlerde savaşlar hep olmuştur. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri nükleer teknolojiye ulaşarak süper güç olduğunda, hemen arkasından Sovyetler Birliği de aynı teknolojiye ulaşarak bir denge unsuru yaratmıştı. Bu iki kutup ve oluşan denge, dünyada soğuk savaş dönemi denilen dönemi başlatmıştı. Bu dönemde sıcak savaşlar bitmiş, fakat son derece gerilimli bir atmosfer yaratan, karşılıklı yok etme tehdidi altındaki caydırıcılık unsurunun hâkim olduğu tehlikeli bir denge oluşmuştu. Bir kıvılcım dünyayı perişan edebilirdi. Dünya nükleer bombaların üzerinde oturuyordu. Sonra Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile denge bozuldu ve dünyada tekrar tek bir süper güç kaldı. Sıcak savaş dönemi de tekrar başladı. Bu şu demektir: Karşısında caydırıcı bir güç yoksa güçlü olan daima saldırır. Karşılıklı kutuplar şeklinde bir denge durumunda ise daima daha büyük bir risk vardır. Her iki durum da, ideal bir dünya barışı için istenmeyen olgulardır. İşte biz bu tehlikelere son vermek amacıyla, geliştirdiğimiz silahları tüm dünya ile paylaştık, sonra da hep birlikte dünyayı ordulardan arındırdık, yani silahsızlandırdık. Artık dünyamızda sadece bir ordu var. Huzuru ve düzeni korumakla görevli olan bu ortak ordu, Birleşik Dünya Yönetimine bağlı olan Güvenlik Konseyinin emrindedir. Dünya da hepimizin eşit ve ortak yaşam alanıdır. Dolayısıyla artık yeryüzünde savaş olası değildir... Dünya’ya hâkim olmak işte budur Sayın Wiley. Bakın, şimdi hep birlikte dünyaya hâkimiz.” “Güzel bir açıklamaydı Profesör Göktuna. Peki, siz ne diyeceksiniz Profesör Güreli?” 242 “Eğer biz de sizin yöneticileriniz gibi düşünseydik, yani bir süper güç olmayı hedefleseydik, dünyaya barışı getirebilir miydik? Bir gün başkaları da bizim silahımızdan daha üstün başka bir silah yaparak bize saldırmaz mıydı? Dünyada terör ve savaşlar bitebilir miydi? İşte bizim düşüncelerimiz bunlar, yani sizinkilerden farkımız buydu Sayın Wiley.” Teşekkür eden sunucu bu iğneleyici sözlere tatlı bir sitem ettikten sonra tekrar Yaşlıkaya’ya dönerek konuşmasına devam etti: “Evet, görüyoruz ki bu düzende dünyaya gerçek bir adalet ortamı gelmiş, eğitim ve sosyal yaşam iyi bir düzene kavuşmuş, formaliteler azalmış, gümrükler ve para kurları ortadan kalkmış, ekonomiler basitleşmiş ve rahatlamış, insanlar daha özgür ve birbirini anlar hale gelmiş. Ordular kaldırılmış veya kaldırılmakta, savaşlar bitmiş, silaha yapılan yatırımlar insanlık hizmetlerine yönelmiş veya yönelecek. Nükleer silahlar ortadan kaldırılmış. Ülkeler arasında terör olması için hiçbir neden kalmamış. Yerel bazı girişimler de kolayca halledilebilir hale gelmiş. En güzeli; artık insanların refah düzeyi tüm dünyada eşitlenmeye yüz tutmuş bir halde, herkes memnun. Suçluların kaçabileceği bir yer veya teröre destek olabilecek hiçbir yapılanma yok. Bu da huzur düzeyini alabildiğine yükseltiyor… Bütün bunları bir süper güce rağmen nasıl başardınız? Lütfen anlatır mısınız?” demişti ünlü sunucu Barry Wiley. “Evet, sorunun can alıcı noktası, size rağmen nasıl başardığımızdır. Sayın Wiley, güzel bir soru sordunuz. Ama az önce söylediklerinize bir şey eklemek isterim. Dünyada dört kelime var ki, artık biz onları unutacağız. Bu kelimeler tarihe gömülmüştür.” Yaşlıkaya parmaklarıyla sayarak devam etti: “Gümrük, döviz kuru, parite, savaş.” Güreli ekledi: “Bir de, emperyalizm dostum. Artık o da tarihe karıştı.” “Ordular ve istihbarat örgütleri kaldırıldığı için dolayısıyla emperyalizm de artık tesirsiz bırakılmıştır. Haklısın Aydın.” Yaşlıkaya devam etti: “Şimdi sorunuzu şöyle cevaplayabilirim. Özetle, biz bunu rasyonel düşünce ve müttefiklerimiz sayesinde başardık. Gerçekte, bu projeyi hayata geçirmek için yeni uydu silahlarına gereksinim olmayabilirdi. İnsanlar akılcı yoldan da aynı sonuca gidebilirlerdi. Yüz bine yakın İsrail vatandaşı ölmeyebilirdi. Amerikan ve İngiliz yönetimlerinin gaddarca ve akıl dışı tutumları işte bu sonuçları doğurmuştur. Yıllardır süregelen savaşlar yüzünden Ortadoğu’da bir sürü masum insan, asker ve çocuk ölmeyebilirdi. Dünya bunlardan gereken dersi almıştır umarım.” “Peki, neler yaptınız, hangi aşamalardan geçtiniz, bize anlatır mısınız?” Bu soruyu da Prof. Göktuna cevaplıyordu. “Öncelikle ülke liderlerini ikna etmemiz ve destek sağlamamız gerekiyordu. Tabii Birleşik Devletler ve yandaşları dışında. Bunu başardık, işin sırrı burada. Görüştüğümüz ülke liderleri geleceği görebilen, aklı başında ve dünya için iyi şeyler isteyen, iyi düşünen kimselerdi. Kendilerine buradan tekrar teşekkürlerimizi sunmaktan mutluluk duyduğumu ifade etmeliyim. Onlar olmasaydı gerçekten başaramazdık.” Sunucu tekrar Yaşlıkaya’ya sordu: “Biliyoruz ki, geçmişte Katolik ve Ortodoks din adamları Müslümanlığa karşı açıkça bir cephe almışlardı. Amerika ile İngiltere bu mücadeleyi silahla yaparken onlar da manevi destek sağlamış, Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınmasına da 243 engel olmuşlardı, hatta bir ara Papa daha da ileri giderek, sözlü saldırılarda bulunmuştu. Müslümanlar da buna tepki göstermiş, sanki dünyada ‘Din savaşları’ rüzgârları estirilmeye başlanmıştı. Bu konuda ne diyeceksiniz Profesör Yaşlıkaya?” “Bunların hepsi artık tarihte kaldı Bay Wiley. Kurcalamanın da anlamı yok. Aslında dünyadaki bütün dinlerde bir miktar sapmalar, bir takım bozukluklar vardır. Hiçbir din bizim kurduğumuz düzen kadar mükemmelce insanlığı kucaklayamamıştır. Bugün itibariyle, hiçbir din kitabında yer alan ifade ve anlatımların yüzde yüzü orijinaldir, doğrudur diyemeyiz. Hepsi de bir takım bağnazlıkların ve yobazlıkların etkisinde kala gelmiş, bugüne uyum sağlayamamış olgulardır. Düşünsenize, hepimizin Tanrısı aynı, fakat dinlerimiz farklı. Bu nasıl bir iştir ki, aynı Tanrı o insanlara başka bir din, bu insanlara ise başka bir din öngörmüştür ve birbirlerine düşman etmiştir. Çarpıtmalar işte ta buradan başlamaktadır. Aynı dine ait olup farklı mezhepler oluşturan sebepler de kesinlikle tanrısal değildir. Yani şurası çok açık olarak anlaşılmalıdır ki, dinler, yüzlerce yıldan beri insanlar tarafından şekillendirilmiş, yönlendirilmiş ve zamanla saptırılmıştır. İnsanların dini nedenlerle birbirlerine düşman olmaları ise yobazlığın ta kendisidir. Günümüzde dinler insanlık alemini birleştirici olmaktan çok, ayrımcılığı körüklemektedir. İşte biz bu çağ dışı durumu da büyük ölçüde düzeltiyoruz. Artık dinler kişiye özeldir. Hiçbir etmen onları yönlendiremez, saptıramaz. Buna izin de verilemez. Fakat asıl önemli olan… Dünya insanları ve dünya düzeni için esas olan, Birleşik Dünya Anayasasıdır.” Ünlü sunucu sözün burasında araya girerek sordu: “Yani, şimdi siz, Birleşik Dünya Anayasasının, bütün dinlerin üzerinde bir konuma sahip olduğunu mu söylüyorsunuz Bay Yaşlıkaya?” Yaşlıkaya kelimelerin üzerine basa basa cevapladı. “Kesinlikle Bay Wiley! İnsanlık ve insani değerler, kimsenin tekeline bırakılamayacak kadar kutsaldır.” “Bunlar çok radikal söylemler Bay Yaşlıkaya. Fakat size hak vermemek de mümkün değil. Gerçekten de dünyada din adına birçok insan öldürülmüştür. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz. Ayrıca, Tanrı bunu istiyor olabilir mi? sorunu sormak gerek diye düşünüyorum. Teşekkür ederim Profesör Yaşlıkaya... Bu soruyu da size yönelteceğim Profesör Göktuna, Vatikan ve Papa bu yeni düzende nerede yer alıyorlar, onların durumu nasıl etkilendi?” “En nazik konulardan biri de buydu Bay Wiley. Bildiğiniz gibi Vatikan bir devlet idi. Papa ise bir dini lider ve aynı zamanda Vatikan’ın yöneticisiydi. Yeni anayasa gereği bu ikisi bir arada olamazdı. En güzel çözüm Vatikan’ı İtalya devletiyle birleştirerek Papalığın yönetiminden çıkarmak ve Papa’nın, sadece din adamı olarak, İtalya yönetimi ile BDK’nın denetiminde, dini görevlerini yapmasını sağlamaktı. Bu yapılmıştır. Buna bazı Vatikan yöneticilerinden başka da kimsenin itirazı olmamıştır. Zaten dünyada başka hiçbir din devleti de kalmamıştır. Din adamları kesinlikle siyaset yapamaz. Kesinlikle de yapmamalı. Yeni Dünya Düzeni için bu olmazsa olmaz bir durumdur. Aksi halde dünya kardeşliği bozulur, tekrar kutuplaşmalar olur ki, artık buna izin verilemez. Üstelik böyle bir şey hiçbir dinle de bağdaşmaz. Başka bir ifadeyle; Tanrı bunu istiyor olamaz...” “Teşekkür ederim Profesör Göktuna. Evet, şimdi de Türkiye ekonomisiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Bu soruyu size yönelteceğim Profesör Güreli. Türkiye’nin dış borçları, özellikle devlet dış borçları IMF’in kaldırılması ve Dünya 244 Bankası’nın yeniden yapılandırılması sonucu sıfırlanmış oldu. Bu şüphesiz Türkiye için mükemmel bir sonuç. Bunu nasıl sağladınız?” “Bay Wiley, biz bu konuda bir talepte bulunmadığımız gibi, bir şey de yapmadık. Genel Konsey, Türkiye’ye karşı yapılan haksızlıkların bilincinde olarak böyle bir karar aldı. Bu bir anlamda da savaş tazminatı ve Türkiye’ye bir jest olarak düşünüldü sanıyorum. Sadece Türkiye için değil, IMF ve Dünya Bankası’na olan bütün borçlar sıfırlandı biliyorsunuz. Herkes için bir beyaz sayfa açılmış oldu. Bu köklü değişimler sonucunda artık paradan para kazanma devri de bitmiştir. Şimdi üretim devridir.” “Pekâlâ, şimdi de şahsen benim de çok merak ettiğim bir konuyu soracağım size Sayın Yaşlıkaya. Bu dünya projesi nasıl aklınıza geldi? Yani ne oldu da bunu planlamak için harekete geçtiniz? Mutlaka bir hikâyesi vardır. Bize anlatır mısınız?” “Memnuniyetle anlatayım Bay Wiley. 1964 yılında, Türkiye, Kıbrıs’ta Rumlar tarafından katledilmekte olan Türkleri kurtarmak ve Rumların cinayetlerini engellemek için bir askeri harekât düzenlemek istemişti. O yıllarda Kıbrıs için İngiltere, Türkiye ve Yunanistan tarafından imzalanan Garantörlük Antlaşması yürürlükteydi. Bu antlaşma gereği, soydaşlarını korumak için Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etme hakkı vardı. Fakat ne İngiltere, ne Yunanistan, ne de Birleşik Devletler buna sıcak bakıyorlardı, hatta engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Oysa Rumlara bir şey diyen yoktu. Kıbrıs’taki Rum çeteleri, Türk köylerini basarak kadın, çocuk, yaşlı demeden Türkleri öldürüyorlardı. Dünyanın gözü önünde bir katliam uygulanıyordu. Yapılan vahşete dünya gözünü yummuştu. 1915 yılındaki savaş sırasında meydana gelen Ermeni ölümlerini saptırarak, yıllar sonra Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayan ülkeler, o zaman hiç seslerini çıkartmamışlardı. Birleşik Devletler Başkanı Johnson, kararlı gördüğü Türkiye’yi askeri müdahaleden vazgeçirmek için zamanın Başbakanı İsmet İnönü’ye bir mektup göndermişti. Başbakan İnönü, oldukça ağır ifadeler ve tehditler içeren ünlü Johnson Mektubu nedeniyle, büyük bir çaresizlik içinde ve Amerikan yönetimi ile Avrupa’nın bizi dışlayan tutumuna kızarak, ‘Gerekirse yeni bir dünya kurulur. Türkiye de orada yerini bulur,’ şeklindeki sözleriyle üzüntüsünü ve tepkisini göstermişti. Bu sözler o zamanlar, ‘Başka müttefikler buluruz. Onlarla anlaşırız,’ şeklinde yorumlanmıştı. Türkiye’de derin izler bırakan bu olayı yıllar sonra defalarca okudum, araştırdım. Eski Başbakanımız Sayın İnönü’nün ne demek istediğini çok düşündüm. Bir gün, birdenbire fark ettim ki; İnönü belki de işte böyle bir düzeni kastediyordu. Silahsızlandırılmış, özgür bir dünya, kalıcı barış, eşitlik ve gerçek adalet! Büyük önderimiz Atatürk’ün ‘Yurtta barış, dünyada barış’ söylemi de bize bu yönde ışık tutmuştur Sayın Wiley.” “Çok ilginç Sayın Yaşlıkaya, gerçekten çok ilginç. Peki, silahlar nasıl oluştu? Daha önce böyle bir çalışma var mıydı?” “Yaptığımız özel görüşmelerde arkadaşlarımla birlikte çok etkili bazı yeni silahlara gereksinmemiz olduğu sonucuna vardık. Sayın Göktuna’nın programında zaten büyük bir ışın silahı projesi vardı. Başka yollardan ABD’yi ve diğer bazı ülkeleri ikna etmemiz olanaksızdı. Bundan da emindik. Böyle bir dünya birliğine gitmemizin, başta ABD olmak üzere, büyük siyasi güçlerin işine gelmeyeceği tabii idi. Onlar tüm hâkimiyetlerini ve güçlerini kaybetmeyi göze alamazlardı. İnsanlar için ne kadar iyi olursa olsun, bir süper gücün bu fedakârlığı yapması beklenemezdi. Bu yüzden zor kullanmak gerekeceği açıkça görülüyordu. Zaten onlar dünya insanlarını değil, kendi çıkarlarını düşünmekten başka bir şey yapmıyorlardı. He- 245 pimiz o günleri yaşadık. Hatırlarsınız. Bunları birleştirip ileriye baktığımızda çok etkili silahların gerektiği sonucuna varmak kaçınılmazdı. Biz de öyle yaptık.” Sunucu Barry Wiley, başını sallayarak, dikkatle Profesör Yaşlıkaya’yı dinliyordu. Dünyanın en önemli röportajını yaptığının bilinciyle ve heyecanıyla birden atıldı: “Bütün aşamaları başarıyla gerçekleştirerek, tüm zorlukları da aşarak sonunda savaşı kazandınız ve…” Sözün burasında, Profesör Yaşlıkaya ünlü sunucunun sözünü kesti, kelimeleri ağır ağır vurgulayarak ve işaret parmağını bir sağa bir sola sallayarak şöyle dedi: “Hayır Sayın Wiley, biz savaşı değil, barışı kazandık! Bunu önemle vurgulamak isterim.” Bu sözleri dünyada birçok yazar, politikacı hatta devlet adamları da söylemişlerdi. Fakat onlarınki istek ve temenniden öteye geçemeyen sözlerdi. Yaşlıkaya ise cümlesinde olmuş bitmiş bir eylemi ifade ediyordu. ‘Biz barışı kazandık,’ diyordu. Daha sonra bu sözler altın harflerle, Birleşik Dünya Örgütü şeref salonunun duvarına, altında üç profesörün ismi ile birlikte yazılacaktı. “Anlıyorum Bay Yaşlıkaya. Sayın izleyiciler şimdi kısa bir ara veriyoruz. Beş dakika sonra yeni düzenin mimarlarıyla tekrar birlikte olacağız.” WNC binasının önünde, içindeki sürücüleriyle birlikte beyaz renkte üç Cadillac-Fleetwood Limousine otomobil bekliyordu. Otomobillerin yanındaki Selçuk, etrafa bakınarak sigarasını içiyordu. Hava serindi, yine de, bir kış gecesi olmasına rağmen oldukça iyi sayılırdı. Selçuk, gri takım elbisesi ve kısa kesilmiş siyah saçlarıyla, her zamanki gibi çok şıktı. Arkadaşlarıyla kafeteryada canlı yayını izlemişlerdi. Programa ara verilince sigara içme bahanesiyle dışarı çıkmıştı. Zaten bir yıldır çok sıkıntılı ve insanlardan kaçan biri olmuştu. Arkadaşları durumunu bildikleri için fazla üzerine gitmiyor, onu kendi haline bırakıyorlardı. Limousine’in radyosunda çalınmakta olan “You don’t have to say you love me” adlı eski bir müzik parçası, yarı açık camdan geceye yayılıyordu. Elvis Presley’in eskimeyen yumuşak sesi onu eski günlerine götürmüştü. Jülide’yi bir türlü unutamamıştı Selçuk. Boğazı seyrederek yemek yedikleri akşamları, sahilde el ele yürüdükleri serin geceleri, Rumeli Hisarı’nda Sezen Aksu ve Kıraç’ın duygu dolu şarkılarını söyledikleri konserlerinde birlikte şarkılara eşlik etmelerini, çığlık çığlığa sevişmelerini… Sigarasını yenilemek için, Selçuk elini ceketinin iç cebine attı... WNC stüdyolarından canlı yayınlanan program tekrar başlıyordu. Ünlü haber programcısı Barry Wiley, verilen aranın ardından sorularını yöneltmeye yeniden başlamıştı. “Biraz da yeni anayasayı konuşalım baylar. Bu anayasa nasıl oluştu? Sizin bir anayasa uzmanı olduğunuz ve çalışmaları organize ettiğiniz biliniyor. Lütfen bize anlatır mısınız Bay Yaşlıkaya?” “Bu anayasa ilk önce bir taslak olarak, bizlerin de katkısıyla, çok değerli hukukçu arkadaşlarımızın sayesinde Türkiye’de oluşturulmuştur. Bunu şu amaçla vurguladım; anayasanın hazırlanmasını salt anayasa hukukçularına bıraksaydık, şimdiye kadar olduğu gibi çok ayrıntılı, ilerde sakıncalar doğurabilecek ve açıkları olan bir anayasanın ortaya çıkmasından çekiniyorduk. Rasyonel düşünce yapısına sahip teknik adamların da çalışmalara katkısının büyük olacağını düşündük ve kendimizi bu işin içine cesaretle attık. Birçok değerli arkadaşımızdan da yardım aldık. Sonra oluşan taslağı kurucu üyelere sunduk ve tekrar tartıştık. Son aşamada 246 ise, Genel Konseyde ve anayasa komisyonunda tartışılarak, birçok hukuk adamının da önerileriyle şekillendikten sonra, taslak bugünkü şeklini almıştır. Bir hukukçu olarak ben, bu anayasa üzerinde dört yılı aşkın bir süre çalıştığımı söylemeliyim. Fakat anayasanın nasıl oluştuğundan daha önemlisi, ne içerdiğidir şüphesiz. Bu anayasa, tabiatıyla eski dünya uluslarının anayasalarından çok farklı bir yapıdadır ve on temel özelliğe sahiptir.” “Nedir on temel özellik, açıklayabilir misiniz?” “Birinci temel özellik; insan unsurudur. Bakın, insanlar demiyorum, insan diyorum. Çünkü bu husus devrimin en belirgin niteliğidir. Anayasamızın birinci maddesinde aynen şöyle yazar: İnsan, dünyadaki en değerli varlıktır. Bireyin esas alındığı, anayasamızda gayet açık ve net bir biçimde vurgulanmıştır. Devlet Başkanları da kanun önünde bireyin yaşamından şahsen sorumludur. Yani en temel görev, insanların birer birey olarak özgür yaşamasını ve huzurunu sağlamaktır. Bunu sağlayamayan yöneticiler Genel Konsey kararıyla görevden bile alınabilecektir. İkinci temel özellik; dünyanın tek bir merkezden kontrol edilmesidir. Yani, yönetim birliği. Bu merkez, Birleşik Dünya Yönetimi Genel Konseyidir. Üçüncü temel özellik; ülke sınırlarındaki görünmez duvarların kaldırılmasıdır. Yani, dünya bütünlüğü. Dördüncü temel özellik; Genel Konseyde bütün devletlerin eşit olarak temsil edilmesi konusudur. Hiç kimsenin veto hakkı diye bir şey yoktur. Yani yönetimsel eşitlik. Beşinci temel özellik; tek bir dünya parası uygulamasına geçiştir. Bu özellik tüm insanları ve ekonomileri rahatlatmış, para savaşlarını da bitirmiştir. Etik kurallar ve hukuk çerçevesinde, uluslararası rekabet yerine, artık sadece şirketler arası serbest rekabet olacaktır. Altıncı temel özellik; dünyanın her yerinde aynı ve tek bir hukuk sisteminin geçerli olmasıdır. Bu da eşit ve yaygın adalet demektir. Bütün yasaları Genel Konsey yapacak, yerel yönetimler sadece yürütme organı olarak çalışacaktır. Yedinci temel özellik; herkesin aynı dili konuşarak anlaşabilmesi olgusudur ki, dünya bütünlüğü açısından son derece önemlidir. Yani, dil birliği. Dünya üzerinde en yaygın dillerden biri olan İngilizce, Genel Konseyde oylanarak dünya resmi dili olarak seçilmiştir. Bu rasyonel bir seçimdir. Aksi halde Türkçeyi seçtirmeye çalışırdık ki, bu da rasyonel olmazdı. İngilizce dışında herkes kendi ana dilini veya istediği bir dili kullanmakta zaten serbesttir. Sekizinci temel özellik; dünya barışıdır. Güvenlik Konseyine bağlı tek bir dünya ordusu kurularak barış ve düzenin güvenceye alınması, diğer bütün silahlı güçlerin ve silahların ortadan kaldırılmasıdır. Buna haber alma örgütleri de dâhildir. Böylece dünyamızı tehdit eden tehlikeler ve nükleer silahlar da tamamen ortadan kalkmıştır. Dokuzuncu temel özellik; standart eğitim düzenidir. Bu konu dünyanın geleceği açısından çok önemlidir. Hatta bence, dünyanın en önemli konusu budur. Tüm dünyada standart ve rasyonel bir eğitim, bütün sorunları çözecek tek ve en güçlü olgudur. Bu sistemde amaç; bilinçli ve doğru düşünebilen nesiller yetiştirmektir. İlköğretimde, çocuklarımızın, ilk önce okulu sevmesini, sonra öğrenmeyi sevmesini sağlamak amaçlanmıştır. Daha sonra da öğrenmeyi öğretmek, kurallara uymayı öğretmek ve çok yönlü düşünebilmeyi öğretmek planlanmıştır. İki kere ikiyi öğrenmek sonraki iştir. Onu herkes nasıl olsa öğrenecektir. Bunu iki veya üç yıl geç öğrenmekle, inanın bana kimse bir şey kaybetmeyecektir. Tam tersine, dünya 247 çok şey kazanmış olacaktır. Tabii ki kurallara uyma bilinci de küçük yaşta verilmesi gereken çok önemli bir eğitimdir. Dünyada birçok olumsuzluk ve kötülük, büyük oranda kurallara uymamaktan kaynaklanmaktadır. Hatta bugün bile, ne yazık ki, bazı kültürlerde kurallara uymamak bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak algılanmaktadır. Eğitim, sadece bilimsel yetiler kazandırma işi değildir. Bu olsa olsa öğretimdir. Öğrenmek isteyen insan için, çağımızda bilgiye ulaşmak artık çok kolaydır. Önemli olan öğrenmeyi istemektir. İşte ilkeğitimde amaç öncelikle bunu sağlamaktır. Eğitim, bilgi depolamak değildir! Eğitim, bilgiyi nerede ve nasıl kullanacağını öğretmektir. Eğitim, rasyonel düşünebilmeyi öğretmektir. Dünyamızın geleceğini şekillendirecek ve ona yön verecek en önemli faktör de budur! Bu nedenle ilk eğitimde, dünyadaki bütün çocuklar, kesinlikle hiçbir dışlama olmaksızın, standart şekilde eğitileceklerdir. Şimdiye kadar birçok ülkede uygulanan ezberciliğe dayalı, stres üreten, çocukların ruhsal ve fiziksel sağlığını bozucu, elemeli sistem de artık tarihe karışmıştır. Tabii burada eğitmenlik yeteneği ve yeterliliği konusu da çok önemlidir. Bu amaçla yeryüzündeki bütün eğitmenler de hızlı bir eğitime ve derecelendirmeye tabi olacaklardır. Bunlar çabucak olacak, kolay şeyler değildir. Fakat sonuçta hedeflenen olgu budur. Öğretmen açığını ise, tasfiye edilen orduların subaylarının büyük ölçüde dolduracağını düşünüyoruz. Bu sayede eğitmenlik mesleği de en kıymetli ve en saygıdeğer bir meslek olarak, maddi ve manevi açıdan çok üstün bir hale getirilmiş olacaktır. Eğitmenlik öyle hasbelkader yapılacak bir iş değildir. Yakında dünyadaki en popüler ve saygıdeğer meslek eğitmenlik olacaktır. Dünyanın geleceğini genç nesiller ve onların eğitmenleri şekillendireceklerdir.” Yaşlıkaya hızını alamamış, heyecanla devam ediyordu: “Konuyu biraz dağıttım, ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey daha var. Eski uygulamalardaki bu gibi mantık hataları olmasaydı yeryüzünde terör de bu kadar yaygınlaşmaz ve gelişemezdi. Yönetimlerin her hatası toplumda değişik tepkiler doğurur. Bu tabiidir. Ama ne yazık ki, eski yöneticiler bunu göremediler veya önemsemediler. Bu durumda da tepkiler giderek büyür ve terör oluşur. Terör işte böyle yaratılır. Terörün kaynağı en başta haksız uygulamalar, yönetimsel hatalar ve yöneticilerin çapsızlığıdır. ABD’nin başındaki terör tehdidi de, Türkiye’nin başındaki terör de böyle doğmuştur. Dikkatle incelenirse, İngiltere’de de, İspanya’da da, her yerde ana kaynak budur. Yani adına devlet dediğimiz, halkı yöneten kadroların hatalı tutumları… Tabii başka güçler de ortamı uygun bulunca her zaman bu fırsattan yararlanmışlardır. Bu da ayrı bir konu, fakat terörün bedelini de her zaman masum halklar ödemiştir. Terör, bir halka verilecek en haksız, en korkunç cezadır. Eğitim konusunda söylenecek çok daha fazla şey var. Fakat sizin ve arkadaşlarımın zamanını fazla çalmamak için bu konuyu burada keseceğim. Sonuncu ve onuncu temel özellik ise; din ile siyasi ve sosyal yaşamın sınırlarının çizilerek, din olgusunun sadece insanların özgür iradesine bırakılmış olmasıdır. Yani, seküler yönetim. Böylece din fanatizminin ve yobazlığın da önü kesilmiştir. İşte bu on temel özellik anayasamızın ruhunu oluşturmaktadır.” Sunucu Wiley: “Teşekkür ederim Bay Yaşlıkaya. Anayasa konusunda sizler ne söylemek istersiniz Profesör Göktuna ve Profesör Güreli?” “Bir hukuk uzmanı olan değerli dostum Profesör Yaşlıkaya yeni anayasamızın ruhunu ve özünü gayet güzel bir şekilde anlattı. Ben hukukçu değilim, ancak mademki sordunuz, ekleyebileceğim bir konu şudur: Yasaların Genel Konseyde oylanmadan önce anayasaya uygunluğunun tescil edilecek olması ve 2/3 çoğunlukla 248 hayata geçirilmesi zorunluluğudur ki; bu kurallar, yasaların hiçbir tereddüde yol açmadan, kesin olarak herkes tarafından uygulanmasını kolaylaştırıcı bir özelliktir kanımca. 1/2 ile 2/3 arasında oy alan tasarıların, sonucunu görmek açısından, yürürlüğe konarak denenmesi ve bir yıl içerisinde tekrar oylanarak, kabulüne veya reddine olanak sağlanmış olmasının da, anayasa hukuku açısından çok yeni bir özellik olduğunu biliyorum. Tabii bu uygulamanın daha birçok ayrıntıları vardır, ancak onları hukukçularla tartışmanız daha uygun olacağı için, ben bu ayrıntılara girmek istemiyorum.” “Teşekkür ederim Bay Güreli. Sayın Yaşlıkaya, yeni dünya anayasasında, ‘Genel af teklif dahi edilemez’ şeklinde bir madde var. Bu konuda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?” “Bakın Sayın Wiley, af demek, hükümlüye, ‘Biz seni haksız bir cezaya çarptırdık, hata yaptık,’ demektir. Hukuk düzeninin güvenilmezliği anlamına gelir. Yapılan uygulamada yanlışlık varsa düzeltirsiniz. Kanunlarda yanlışlık varsa gene düzeltirsiniz. Bu yanlışlığın doğurduğu mağduriyetleri de giderebilirsiniz. Fakat genel af büyük bir saçmalıktır. Kanunlara saygısızlıktır. Düzene isyandır. Mağdurların duygularını çiğnemektir. Kısaca, çapsız bir sorumsuzluktur… Çağdaş bir hukuk sisteminde kimsenin böyle bir yetkisi olamaz. Affetme hakkı; bireysel olarak olayın mağdurlarının hakkı olabilir. Bu da hukuk çerçevesinde zaten geçerli bir uygulamadır. Fakat başkalarının haddi bile olamaz. Bu hüküm modern hukukun gereğidir ve hiçbir dinle ilgisi yoktur. Benzer kuralların bazı dinlerde de yer alıyor olması bu gerçeği değiştirmez.” “Pekâlâ, Bay Yaşlıkaya, son olarak, idam cezası olmalı mı sizce? Bildiğiniz gibi Genel Konsey anayasa ve ceza yasasında idam cezasını da onayladı. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?” “Evet, Bay Wiley. Bence idam cezası da olmalı. Ancak, çerçevesi de çok sağlıklı çizilmeli. Kanımca öyle de yapılmıştır. Anayasamıza göre yeryüzündeki en değerli varlık insan olduğuna göre, isteyerek ve planlayarak insan öldürmek en büyük suçtur. Bu suçu işleyen yaratıkların, o veya bu şekilde başka birine tekrar zarar verme olasılığı varsa, buna olanak vermek de bir insanlık suçu olacağından, yönetim o kişi ya da kişileri engellemek zorundadır. Onları, önce rehabilite etmek amaçlanmalıdır. Eğer bu yöntem sonuç vermiyorsa ve suçlular eylemlerini sürdürmeye kararlıysa, bunu engellemenin bir yolu da idam cezası vermektir. Suçluyu koruyalım derken masum insanların acı çekmesine veya ölmesine neden olmanın adaletle ve hukukla bağdaşmayacağını düşünüyorum. Esas korunması gereken masum çoğunluktur. Eğer suçluyu rehabilite etme olanağı yoksa, caydırıcı bir ceza olarak idam cezası olmalı ve gerekirse dikkatle uygulanmalıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, eskiden her yönetim kendi düşünce yapısına göre farklı suçlara idam cezası verebilmekteydi. Örneğin uyuşturucu satmak, devlete başkaldırmak gibi... Bu yüzden, anayasamızın geçici maddesi uyarınca, eski yasalara göre hükmedilen idam cezalarının infazı durdurulmuştur. Yeni ceza yasasına göre, ne amaçla olursa olsun, bilerek ve kasten insan öldürmek dışında hiçbir suça idam cezası verilemeyeceği de hükme bağlanmıştır. İnfaz şeklinin de hükümlüye acı çektirmeden, uyutularak yapılması kararlaştırılmıştır. Eski vahşi infaz yöntemleri artık kullanılamayacaktır. Fakat burada önemli bir nokta şudur: İdam cezaları geri dönüşü olmayan cezalardır. Bu yüzden karar verirken çok iyi düşünmek gerekir. Çok kesin, somut kanıtlar ve tanıklar olmadıkça bu kararları vermemek gerekir. En ufak bir şüphe dahi olsa idam kararı verilmemesi gerekir, ki yeni ceza kanunumuz bunu da sağlamıştır. Tekrar vurgulamakta fayda var. Birleşik Dünya Anayasasının 76. madde- 249 sinde, ‘Bilerek ve kasten insan öldürmek dışında hiçbir suça idam cezası verilemez’ hükmü net olarak yer almıştır. Bu hüküm, her cinayet işleyeni idam edin anlamına gelmiyor şüphesiz… Fakat caydırıcı olması ve masum insanların can güvenliği açısından, gerekli olduğunu düşünüyorum.” “Sayın Yaşlıkaya, bildiğiniz gibi; operasyonun ilk gününde dört sivil uçak uydu silahlarının etkisiyle düştü ve üç yüz kişi civarında sivil insan hayatını kaybetti. Bu olaya da değinmeden geçemeyeceğim. Gerçi basında fazla yer almadı ama siz bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?” Yaşlıkaya’nın yüzü asıldı ve bir süre suskun kaldıktan sonra gayet üzgün bir sesle konuşmaya başladı. “Bu insanlar için son derece üzgünüm Bay Wiley. Gerçekten de onlar masum sivillerdi. Ama biz yirmi dört saat önceden tüm dünyayı uyardık. Şu saatten sonra havadaki her şey tehlike altında olacaktır dedik. O ülkelerin yöneticileri bunu ciddiye almamış olacaklar ki uçakların uçmasına izin verdiler… Uyarılarımızı herkesin ciddiye alması gerekirdi… Biz bir devrim yaptık Bay Wiley! Hem de bir dünya devrimi… Dünyadaki diğer tüm devrimlere bir bakarsak, hiçbiri bu çapta olmamasına rağmen her devrim kanlı olmuş, on binlerce insan ölmüştür. Oysa bizim yaptığımız devrimin büyüklüğü ve özellikleri dikkate alınırsa bu sonuç aslında çok büyük bir başarı sayılır. Uydu silahlarımız bu sivil uçakların düşmesine neden oldu, doğrudur. Bunun için daima üzüleceğimi de biliyorum. Ama uydu silahlarımız olmasaydı, yeryüzünde çok büyük savaşlar meydana gelecekti, belki de milyonlarca insan ölecekti. Irak savaşından sonra İran savaşı da zaten başlamıştı biliyorsunuz. Sadece bu iki savaştaki ölü sayısı üç milyonu geçmişti. Doğrusu, başka çaremiz yoktu ve elimizden bu kadarı geldi. Ölenlerin yakınları bizi bağışlasınlar, arkadaşlarım ve Türk ordusu adına onların hepsinden teker teker özür diliyorum. Ayrıca, yeni yönetimimiz onlara mutlaka el uzatacak ve gereken her türlü yardım yapılacaktır.” Gece hayli ilerlemiş, dışarıda hava daha da soğumuştu. Selçuk üçüncü sigarasını yakarken hafifçe esen rüzgâra arkasını dönmüştü ki, birden, karşı kaldırımın köşesindeki sütunun dibinde, bir gölgenin hiç kıpırdamadan ona doğru baktığını fark etti. Sigarasını yakarken o da başını kaldırmadan gözlerini dikmiş, köşedeki gölgeye bakıyordu. Kaldırımdaki en karanlık nokta orasıydı. Selçuk ise aydınlıktaydı ve köşedekinin kendisini gayet iyi görebildiğinin farkındaydı. “Acaba bu kim? Ne kadar zamandır oradaydı? Neden buraya bakıyor?” diye düşünürken, merakla o tarafa doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada canlı yayın sona ermiş, Profesörler yavaş adımlarla ve neşeyle sohbet ederek, binadan çıkıyorlardı. Asistanları ve korumalar da hemen peşlerinden geliyordu. Selçuk onları fark etmedi bile. Bütün dikkatini köşedeki siluete vermişti. Yanılmıyordu. Gölge, kendisine dönük bir pozisyondaydı ve hâlâ hiç kıpırdamadan duruyordu. Profesör Göktuna arkadaşlarıyla birlikte kapının dışına çıktığında birden durdu. Herkes durmuştu. Sorduklarında, Göktuna hiç konuşmadan, bir baş hareketiyle oğlu Selçuk’un olduğu yönü gösterdi. Hepsi birden o tarafa bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki, iki koruma hemen o köşeye doğru yöneldiler. Göktuna bir el hareketiyle onları durdurdu. Sanki orada ne olduğunu biliyormuş gibiydi. Tam bu sırada Limousine sürücüleri araçların motorlarını çalıştırmış ve farlarını yakmışlardı. Far ışıklarının etkisiyle o köşe de hafifçe aydınlanmıştı. Selçuk biraz daha yaklaşınca onun yüzünü seçebildi. Gözleri irileşti, sigarası dudaklarının arasından yere düştü ve hayretle donakaldı... 250 Elleri beyaz pardösüsünün ceplerinde, sarı saçları rüzgârda hafifçe uçuşurken, yanaklarındaki iki damla yaşa rağmen gülümsemeye çalışan ve ıslak, yeşil gözleriyle karanlıkta yıldız yıldız bakan bu kız Yıldız, diğer adıyla Jülide idi. Philadelphia Örgüt yöneticileri, şehir dışındaki metruk binada tekrar bir araya gelmişler, son kararları gözden geçiriyorlardı. Nag, “Önce İstihbarat yetkililerinden birine mail atarak bir ihbar yapın. Görüşmek isterlerse hemen acele etmeyin, biraz ağırdan alın. Güvence isteyin. Sonra da planı uygulayın. Hazırlıklar ne durumda?” Yew, “Hazırlıklarımızı yaptık. Her şey yolunda Nag. Merak etme.” Fog, “İçeri sızdıktan sonra nasıl haberleşeceğiz?” Nag, “Siz buraya gelemeyeceğinize göre biz oraya geleceğiz. Sizi buluruz merak etmeyin. Zed bunu planladı. Anlat Zed.” Zed, çantasından iki dosya çıkartarak söze başladı: ”Size gerçek CIA kimlikleri verilecek, İsimleriniz de bu şahsi dosyalarınızda yazılı, gerekli olan her türlü bilgi de burada mevcut. Bu yeni kimliğinize hemen adapte olacaksınız. Haberleşmelerde, şifreli bile olsa, bu üç harfli TURF kodlarımızı kesinlikle kullanmayın. Hatta onları unutun. Nag, Colonel. Ben, Robert. Leo ise Albert olacak. Bizleri bu isimlerimizle anacaksınız. Washington DC’de birer sevgiliniz olacak. Bunu örgüt içinden ayarlayacağız. Sevgililerinizle sürekli mesajlaşacak ve telefon görüşmesi yapacaksınız. Önemli bir bilgi olduğunda sevgilinize göndereceğiniz şifreli bir elektronik posta ile haber vereceksiniz. Sevgiliniz oraya gelerek sizinle görüşecek. Bir süre sonra sevgililerinizi de yanınıza alacaksınız. Biz de onlarla irtibat kuracağız. Haberleşmelerde kullanacağınız şifreler dosyalarınızda belirtilmiştir. Ezberleyince dokümanı yok edin.” Yew, “Bu plan çok basit gibi görünüyor.” Nag, “En şüphe çekmeyen plan, basit olandır Yew. Her şey göz önünde olunca daha inandırıcı ve güvenli olur. Bu yüzden sevgililerinizden bahsedin onlara, her fırsatta.” Yew, “Leo nerede?” Nag, “Onu çağırmadım. Başka bir işi var. Zaten bu konuyla şimdilik ilgisi yok.” Yew, “Ne işi varmış, bundan önemli?” Nag, “Bazı binalarımızı ve paravan şirketlerimizi tasfiye etmemiz gerekiyor Yew. Yeni düzene göre pozisyon alıyoruz. Yew bu işler için Washington’a gitti.” Fog, “Bizi sorgularken kızları da incelemeye alacaklardır.” Zed, “Merak etme, kızlar bu konuda iyi eğitilmiş olacaklar.” Fog, “Kızlar, belli mi?” Nag, “Hayır, henüz belirlenmiş değil, eğitimden sonra seçeceğiz.” Fog, “Sevgilimi ben kendim seçmek isterdim.” Nag, “Hah ha, olur! Gerçek sevgilini kendin seçersin elbette!” Yew, “Sorgu sırasında nükleer silah depolarını da ifşa edecek miyiz?” Nag, “Evet Yew. Özellikle de onları soracaklardır. Hoş zaten Ruslar biliyordur ya… Bu yüzden hepsini eksiksiz verin onlara. Hiçbir şey saklamayın.” Fog, “Sonrası için bir plan yaptınız mı?” 251 Nag, “Nasıl bir bilgi geleceğini görmeden plan olur mu Fog! O sonraki iş. Zamanı gelince yapılır, merak etmeyin.” Yew, “Anlaşıldı Nag. Bu sorgu muhtemelen günler, hatta aylarca sürecektir. Bize şans dileyin.” Zed, “Tanrı kolaylık versin arkadaşlar.” Önce Yew ile Fog binadan çıktılar. Nag ve Zed de her zaman en son çıkarlardı. Zed evraklarını ve çantalarını toplarken, Nag cep telefonunu çıkarttı, bir numara tuşladı ve çok kısa konuştu: “Toplantı bitti çocuklar, çıkıyoruz.” “Güvenliği mi aradın?” “Evet. Toplantının bittiğini haber vermek için… Sana bir şey söyleyeceğim Zed, bir dakika otursana.” Zed oturdu, fakat tedirgin olmuştu. Nag gene bir iş çeviriyordu. Hiçbir toplantı çıkışında güvenliği aramazdı çünkü. “Ne anlatacaksın Nag?” “Yew ve Fog bize ihanet ediyor Zed. Bundan eminim. Artık onlarla çalışamam.” “Neden bu sonuca vardın?” “Çünkü az önce nükleer silahları ifşa edecek miyiz diye sordu. Sen de duydun.” “Ne var bunda?” “Ama Down-Point üslerini sormadılar, ikisi de!” “Down-Point mi? Hey Tanrım! Neredeyse unutmuştum. Çok zaman oldu Nag… Onlar da unutmuşlardır belki. Olamaz mı?” “Olamaz!.. Sen unutmuş olabilirsin, buna inanırım. Ama onlar unutmuş olamaz!.. Çünkü daha birkaç gün önce, Yew o üslere yeni bir talimat gönderdi. Sonra da bunu Fog’a söyledi. Yani, ikisi de biliyor!” “Nasıl? Sen ne diyorsun Nag?” “Benim eve geldiğinde sana; Yew ne yaptı biliyor musun, diye sordum hatırlıyor musun?” “Evet, ama anlatmamıştın.” “İşte o zaman bunu biliyordum; Yew o üsleri aktifleştirdi.” “…” “Bu ne demektir biliyor musun?” “…” Zed allak bullak olmuştu. Kafası iyice karışmış, gözleri dehşetle açılmıştı. Söyleyecek söz bulamıyordu. “Yew ve Fog bize ihanet ediyor Zed!” “Vay canına!.. Bu bir nükleer savaşa kadar gidebilir. Kendi kendine böyle bir kararı nasıl verebilir, inanamıyorum!” “İnan dostum. Sen iyi bir dostsun. Bunu o gün daha iyi anladım. Belki seni biraz korkuttum ama, inan bana hayatını kurtardım. Belki sen de benim hayatımı kurtardın, henüz bilemiyorum.” “Senin evdeyken mi? Beni, gerçekten seni vurmam için çağırmadın herhalde. Niyetin ağzımı aramaktı, bunu anladım.” “Ne zaman anladın?” “Fikrimi söylediğimde, silahı eline alıp, beni vurmadığında…” “Hah ha… Çok geç anlamışsın dostum. Ama işte hayatını kurtaran da bu oldu. Daha önce anlasaydın seni vurmak zorunda kalırdım.” 252 “Senin niyetin örgütü dağıtmak mı?” “Bunu sormana şaşırdım Zed.” “Peki şu Down-Point üsleri ne olacak şimdi?” “Merak etme ben onları tekrar pasif hale getirdim.” “Ve Yew de bunu bilmiyor, ha?” “Evet bilmiyor. Ama ben onun attığı her adımı, yediği her lokmayı bile biliyorum.” “Nasıl diye sormayacağım.” “Evet. Sorma dostum.” “Ama o zaman Yew’i devre dışı bırakman lazım. Bu adamın niyeti kötü! Sen de bunu önceden bildiğin halde…” Zed birden ayağa kalktı, elini masaya vurarak, “Aman Tanrım!..” diye haykırdı, “Güvenlikle konuştun!..” “Bravo Zed! Anladın işte… Haydi artık gidelim.” Çıkarlarken Zed sordu: “Leo’nun durumu nedir?” “O da bizim gibi düşünüyor. Bu yüzden onu uzak tuttum. Bir önlem sadece.” “Onu da test etmişsin anlaşılan. Gene sarhoş numarası mı yaptın?” “Hayır Zed. Papaz her gün pilav yemez.” Dışarı çıktıklarında siyah elbiseli muhafızlar onları bekliyordu. Nag bazılarıyla selamlaştı ve arabasına doğru yürümeden önce Zed’e dönerek, “Benim arabamla gidelim Zed. Seninki burada kalsın,” dedi. Zed buna bir anlam veremedi önce, fakat sonra Nag’ın arabasını görünce hemen anladı: Tasfiye operasyonu başlamıştı. Nag otomobilini değiştirmişti. Eskiler tasfiye oluyordu. Yew ile Fog’un arabası da orada duruyordu. Zed sordu: “Yew ile Fog nerede?” “Arabalarının içindeler Zed… Üzgünüm, böyle olması gerekiyordu.” Zed, Nag ile birlikte otomobile binerken, muhafızların, hareketsiz iki bedeni tekrar binaya taşıdıklarını fark etti. Hiç konuşmadan sağ ön koltuğa oturdu. Kafasında fırtınalar esiyordu. Tasfiye başladığına göre, az sonra neler olacağını hesaplıyordu Zed. Kendisini Nag’in yerine koyarak, onun gibi düşünmeye çalışıyordu. Nag’in yerinde olsa ne yapardı?.. Nag otomobili çalıştırdı. Hareket ettiler. Ağaçlık bir alandaki toprak yolda, yavaşça ilerliyorlardı. Yüz metre kadar gitmişlerdi ki; Nag otomobile bir U dönüşü yaptırdı ve durdurdu. “Burada biraz bekleyelim Zed. Senin görmeni istiyorum.” Zed, artık merak etmiyordu. Neler olacağını, aşağı yukarı biliyordu. Az sonra kendi otomobili ile diğer iki otomobil yanlarından geçerek gittiler. Hemen arkasından duyulan büyük bir patlamayla birlikte, otomobil hafifçe sarsıldı. Biraz önce içinde bulundukları bina, şimdi bir ateş topuna dönüşmüştü. Havaya fırlayan bazı küçük parçalar ise aracın yakına kadar ulaşıyordu. Alevlerin kızıllığı her ikisinin de yüzüne yansırken, Nag yanında sessizce oturmakta olan Zed’e döndü ve oldukça sakin bir sesle: “Merak etme Zed,” dedi; “Hiç acı duymadılar!” Otomobili çalıştı, sakin bir dönüş yaptıktan sonra hızla uzaklaştı. 253 Birleşik Dünya Konseyi, Brüksel Genel Başkan Necati Cevher Akyürek oturuma kısa bir ara vermişti. Genel Kurulda aylardır çok yoğun bir çalışma ortamı vardı. Oluşturulan onlarca geçici alt komisyonda, gelişmiş ülkelerdeki yasalar ve verilen yasa teklifleri incelenerek BDK’ya uyarlanıyor, sonra anayasa Komisyonuna, ondan sonra da Genel Konseyde tartışılıyor ve hızla yasalaştırılıyordu. Daha yasalaşması gereken yüzlerce tasarı vardı. Genel Konsey ve komisyonlar neredeyse nefes almadan, gece gündüz çalışıyordu. Profesör Dr. Yaşlıkaya, Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanlığına seçilmişti. Anayasa Komisyonu da bu Konseye bağlıydı. Yaşlıkaya yeni anayasayı ve ruhunu en iyi bilenlerden biri olması nedeniyle, sık sık komisyon çalışmalarına da katılıyordu. Kabul edilen dünya anayasası gereğince kanun tasarıları önce anayasa Komisyonundan geçiriliyor, sonra Genel Konseyde görüşülebiliyordu. Anayasa Komisyonundan geçmeyen tasarılar Genel Konseyde görüşülemezdi. Bu nedenle en büyük yoğunluk şimdi Anayasa Komisyonunda gözleniyordu. Profesör Yaşlıkaya gene uykusuz ve yoğun bir çalışma temposuna girmişti. Arkadaşları ona, “Senin kaderin bu dostum, sen çalışırken öleceksin,” diye takılıyorlardı. Profesör Güreli, Bilim Kültür ve Eğitim Konseyi, Göktuna ise Madencilik, Enerji ve Çevre Konseyi Başkanlığına seçilmişti. Güvenlik Konseyi Başkanlığına seçilen Orgeneral Koray ile birlikte dört Konsey başkanlığı, Türk başkanların yönetimindeydi. Henüz geçiş döneminde olması nedeniyle, böyle olmasında dünya açısından büyük fayda vardı. Diğer konseylerin başkanları ise BDK kurucu üyesi olan ülkelerden ve liyakat prensibine göre seçilmişti. Sonraki başkanlar anayasa gereği, periyodik sıra ile ve eşit sürelerde görev yapacaklardı. Göktuna, elinde bir zarfla odaya girdiğinde Yaşlıkaya, bir saatlik yemek molasından yararlanarak, koltuğunda biraz kestiriyordu. “Renkli rüyalar Celal. Nasıl gidiyor?” “Felaket dostum, felaket... Yaklaşık beş yüz yasa taslağı onay bekliyor. Çok sayıda alt komisyon var ve hızlı çalışıyorlar. Fakat Anayasa Komisyonu tek. Bu yüzden birikme oluyor, ama bunu da halledeceğiz inşallah.” “Eee, kendi düşen ağlamaz dostum. Bütün tasarıların önce Anayasa Komisyonundan geçmesi kuralı, senin isteğindi ve senin sayende kabul edildi.” “Evet. Bu sayede anayasaya aykırı hiçbir yasa Genel Konseye gelemez ve hayata geçemez. Doğru olan da bu değil mi?” “Şüphesiz dostum. Sonradan iptal etmenin bir sürü karışıklığa ve haksızlıklara neden olacağı önceki uygulamalarda görülmüştü. Böyle olması, kesinlikle daha doğrudur.” “Biz bu ilk dönemde biraz yorulacağız, fakat buna katlanmak zorundayız... O zarf bana mı?” “Evet Celal’ciğim, Selçuk’tan...” “Deme yahu! Ver bakayım şunu. Düşündüğüm şey mi?” “Ne düşündüğünü bilmiyorum, ama bu bir düğün davetiyesine benziyor dostum.” “Harika!.. Gerçekten çok sevindim Ender. Doğrusu çocukların New York’taki karşılaşma sahnesi hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor biliyor musun? Birbirlerinin kollarına atıldıkları o an epeyce duygulanmıştım... Ben... Böyle sahneler sadece filmlerde olur sanırdım.” 254 “Evet dostum. Fakat o karşılaşmayı bizzat ben tezgâhlamıştım… Sen bunu bilmiyorsun değil mi?” Yaşlıkaya tebessümle karışık gözlerini patlatarak: “Vay adi dost! Bizden gizli ne dolaplar çeviriyorsun bakayım sen!” “Ben sadece karşılaşmalarını sağladım dostum. Ama onların bu yaptığımdan hiç mi hiç haberleri yok. Onların dramına kayıtsız kalamazdım. Bir baba olarak üzerime düşeni yapmaya çalıştım. Gerisi kendilerinin bileceği bir işti. Birbirlerini öylesine sevmişler ki, bir kıvılcım yeterliydi... Sonuçta her şey güzel bir yola girdi ve ta-ta-ta-taaa! İşte mutlu son!” “Seni yürekten kutlarım sevgili dostum. Sakıncası yoksa onları nasıl karşılaştırdığını sorabilir miyim?” “Bu bir istihbarat operasyonuydu Celal’ciğim. Eee, biz de bu işleri öğrendik bu arada değil mi?” “Peki, bunu onlara söyledin mi?” “Hayır Celal’ciğim, henüz söylemedim. Bunu, torunumun doğacağı güne saklıyorum. Ne büyük bir sürpriz değil mi? Eğer istersen o gün birlikte açıklarız. Ne dersin?..” “Vay canına... Ben o güne kadar nasıl sabredeceğim yahu!” “İnanamıyorum! Bunu sen mi söylüyorsun? Deviniş Projesi’ni başarmak için yıllarca nasıl sabrettin dostum?” 27 Nisan, Göteborg ve Ankara Birinci Uluslararası Ağır Ceza Mahkemesinde çok önemli bir oturum başlamak üzereydi. Adalet ve Hukuk Konseyi tarafından seçilmiş ve Genel Konsey tarafından onanmış olan yüksek hâkimler yerlerini aldıktan sonra sanıklara ve salondakilere oturmaları anons edildi. Görevli hâkimler yedi ayrı ülkeden seçilmişti. Mahkemenin Japon asıllı Başkanı Masakazu, Güvenlik Konseyi tarafından tutuklanarak mahkemeye sevk edilen 62 sanık hakkındaki duruşmanın ilk oturumunu şu sözlerle açıyordu: “Bu mahkemeyi, Birleşik Dünya Yönetimi Güvenlik Konseyinin kararı gereğince ve adı geçen Konsey tarafından aşağıda isimleri belirtilmiş olan altmış iki sanık hakkındaki davayı karara bağlamak üzere açıyorum. Davacı taraf: Birleşik Dünya Yönetimi, davalı sanıklar ise; aşağıda isimleri okunacak olan şahıslardır. Dava sonuçlanana kadar mahkememiz, Göteborg’ta bu binada, aralıksız her gün çalışmaya devam edecek ve duruşmalar basına açık olarak sürdürülecektir.” Mahkeme başkanının kısa açış konuşmasından sonra ikinci hâkim üye sanıkların isimlerini okumaya başladı: “Sanıklar: 1-Amerika Birleşik Devletleri Başkanlarından Benjamin Owner. 2Amerika Birleşik Devletleri Eski Başkanlarından...” Aynı dakikalarda Ankara’da ünlü bir otelin havuz başındaki tören, görkemli bir dekorda başlamıştı. Gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş vardı. Tören alanının üzeri mavi renkte, büyük ve şık tenteler ile örtülmüştü. Havuzun yan tarafında, çimenlik alandaki bir çardak altında kurulu platforma yerleşmiş olan klasik orkestra, Beethoven’ın Türk Marşı adlı eserini seslendiriyordu. Törene, Devlet Başkanı Alpars- 255 lan Güney, Onursal Başkan Turan Eraslan, Meclis Başkanı Kâmran Tokalp ve bakanlar dışında BDK Genel Başkanı Necati Cevher Akyürek, Diğer Konsey Başkanları ve protokol davetlileri katılmışlardı. Eski istihbaratçılardan Erol Tan, Yıldırım Kaya ve tüm Aselsan çalışanları da davetliler arasındaydı. Mustafa ve Erdal eşleriyle birlikteydi ve aynı masadaydılar. Hemen yanlarındaki masada ise üç Profesör, Genel Başkan Akyürek ve aileleri birlikte oturuyorlardı. Müzik sustuğunda, otelden havuz başına doğru uzanan ve rengârenk çiçeklerden yapılmış kemerlerin altında gelinle damat göründüler. O anda orkestra bütün ihtişamıyla, Brahms’ın 5 numaralı Macar Dansı’nı seslendirmeye başladı. Alkışlar yükselirken, yere kadar uzanan beyaz, modern bir gelinlik içerisindeki Yıldız, Selçuk’un kolunda, bir kuğunun gölde yüzmesini andırırcasına küçük adımlarla kayar gibi ilerliyordu. Başında gerçek çiçeklerden yapılmış küçük bir taç vardı. Harika güzellikteki yüzü mutlulukla gerilmiş, etrafa zarif gülücükler saçıyordu. Yıldız’ın solundaki Selçuk ise, siyah smokinin içinde mutluluktan uçuyor gibiydi. Her zamankinden farklı şıklığı ve yakışıklılığı ile göz dolduruyordu. Birbirlerine o kadar çok yakışmışlardı ki, bir yarışma yapılsa, ‘dünyanın en güzel çifti’ seçilebilirlerdi. Evlenmeye karar vermeden önce bir anlaşma yapmışlar, geçmişi birbirlerine bütün çıplaklığıyla anlatmışlar ve o andan itibaren de hafızalarından silmeye söz vermişlerdi. Birbirleri hakkında merak edecekleri hiçbir şey kalmamıştı. Yaşam bütün güzelliğiyle onları sarmalamış, onlar da bu mutluluğu en güzel şekilde yaşamaya başlamışlardı. Çiçeklerden yapılmış kemerlerin altından geçerek, havuz başındaki nikâh masasına doğru kol kola ilerlerken alkışlar tüm şiddetiyle sürüyordu. Masaya ulaştıklarında Selçuk gelinin sandalyesini tutarak oturmasına yardım etti. Nikâh şahitleri Profesör Yaşlıkaya ve Profesör Güreli de masadaki yerlerinin alırken Yıldız ile Selçuk, etrafa gülümseyerek dostlarını selamlıyorlardı. Bu sırada orkestra İvanovichi’nin Tuna Dalgaları’na geçmişti. Bu romantik ezgiyi icra eden kemanların sesi konuşmalara karıştığı halde ortamı büyülemeye yetiyordu. İsveç’in Göteborg kentindeki eski ve çok büyük, tarihi binada yapılan yargılama, bütün kanallardan tüm dünyada canlı yayınlanıyordu. Salon ağzına kadar doluydu. Sanıklar arasında ABD Eski Başkanlarından, İngiltere’nin kurum müdürlerine kadar birçok üst düzey yönetici vardı. Dışişleri Sekreterleri Carol, CIA Direktörü Medwin Howie ve yardımcıları, NSA Direktörü Kalen Archer ve yardımcıları, MI-5 ve MI-6’nın yöneticileri, birçok Fransız ve Alman istihbaratçılar ile bürokratlar, İsrail’li birkaç yönetici, eski Kuvvet Komutanları, bazı Kürt Liderler de sanıklar arasında yer almışlardı. Sanıkların kimlik tespitinden sonra Avustralyalı Başsavcı Frederick Kingdon, elindeki 1698 sayfalık iddianameyi okumaya başladı: “Sayın Başkan, Sayın Üyeler, bugün burada dünya tarihinin en büyük ve en önemli davası için toplanmış bulunuyoruz. Bu dava, sadece suçluları belirleyerek onları cezalandırma davası olmayıp, aynı zamanda tarihe ve insanlığa da ışık tutacak bir dava olacaktır. Dünyanın geleceğine yön verecek, kötü niyetli insanlara da ders olabilecek bir davadır. Davamız, teröre ve emperyalizme karşı bir insanlık davasıdır. İnanıyoruz ki, bu dava, hukukun üstünlüğü ilkesine inanmış çoğunluğun iradesini ortaya koyduğu ve sorumsuzlara bir tokat niteliğindeki kararlarla son bulacaktır. Bu kararlar yüzyıllarca anılacak ve tüm dünyada iz bırakacaktır. Çünkü bu bir ilktir. Dünya Birliği de bir ilktir. Ne yazık ki, özgürlükçü, çağdaş ve demokratik ülkeler olarak bilinen Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın bazı üst düzey yöneticileri, bugün birçok haksız savaşa neden olmak ve işledikleri insanlık 256 suçları nedeniyle yargılanmak üzere burada karşımızdadırlar. Fakat önemle belirtmek gerekir ki, bizler bu mahkemede, şimdi dağılmış olan Amerika Birleşik Devletlerini veya Avrupa ülkelerini değil, onların sorumsuz ve kötü niyetli eski yöneticilerini yargılıyoruz. Bu durum bize barışın ülkelerden ziyade, yönetimlerin inisiyatifinde olduğu gerçeğini de bir kez daha göstermiştir. Bu nedenle, şimdi sağlanmış olan Birleşik Dünya Düzeninin bütün bu sakıncaları tamamen ortadan kaldıran güçlü bir yapılanma olduğunu görerek huzur bulmaktayız!.. Sayın Başkan, Sayın Üyeler, şimdi karşımıza gelmiş olan bu sanıklar insanlığa karşı birçok suç işlemişlerdir. Bunları tek tek ve kişiler bazında açıklamadan önce, genel olarak işlenmiş suçlardan bahsetmek yerinde olacaktır. Bunların en başta geleni terör suçudur. Terörü önlemek bahanesiyle bir ülkeyi işgal etmek ve orada başka ülkelere karşı terörü desteklemek hem ikiyüzlülük hem de cezası çok ağır olan bir suçtur. Huzurunuzdaki sanıkların bir kısmı bu suçu planlayarak ve organize şekilde işlemişlerdir. Onlar açıkça teröre destek vermiş, hatta onun yönlendiricisi ve planlayıcısı olmuşlardır. Birçok masum insanın ölmesine neden olmuşlardır. Bu manasız savaşlarda yaşlıların ve çocukların ölmesine göz yummuşlardır. Dünyanın hamisi olduklarını ileri sürenlerin, insanların açlıktan ölmesine seyirci kalmaları da, büyük bir insanlık suçudur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve diğer bazı devletlerin bütün uyarılarına rağmen, uluslararası hukuka da aykırı olan bu tutumu ısrarla, kasten ve sorumsuzca sürdürmüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere Ortadoğu halklarına da büyük zarar vermişler, çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek uğruna, ülkeleri bölmek için iç karışıklıklar yaratmışlardır. Sadece bu suçlar bile onlara yasalarımızdaki en ağır cezanın verilmesini gerektirir…” Birden salonda bir uğultu başlamıştı. Bu sözleri duyan herkes iddianamenin sonunda başsavcı tarafından hangi cezanın talep edileceğini anlamıştı. Çünkü, yeni dünya anayasasında idam cezası da şartlı olarak onaylanmıştı. Sanık avukatlarının hepsi aralarında konuşmaya başladılar. Mahkeme başkanı elindeki tokmakla kürsüye vurarak sessizliği tekrar sağladığında bütün sanıkların yüzleri kül gibi olmuş, hepsinin moralleri sıfıra inmişti. Başsavcı, fısıldaşmalar bitene kadar sabırla bekledi... Orkestra susmuş ve nikah işlemine başlanmıştı. Ankara Belediye Başkanı nikahı kıyarken, Yıldız’ın yumuşacık eli Selçuk’un avuçlarındaydı. Yıldız o kadar mutluydu ki, gülümserken ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Keşke annem ve babam da bu günü görebilselerdi diye geçirdi içinden. “Acaba yaşıyor olsalardı, olaylar bu kadar dramatik olur muydu?” Belediye Başkanı önce geline sordu: “Siz Yıldız Sarıca, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan, kendi isteğinizle, Selçuk Göktuna Beyefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?” Yıldız, Selçuk’a bakarak ‘Evet!’ derken heyecandan sesi titremişti... Başsavcı iddianameyi okumaya devam ediyordu: “Az önce isimleri okunan üst düzey yöneticiler, uluslararası hukuka aykırı olarak, geçerli bir nedene de dayanmaksızın bazı ülkelerin işgal edilmesi emrini vermek suretiyle, o ülkelerin halklarına büyük zarar vermişler, kaos ve kargaşa ortamını yaratmışlardır. Yanlış bilgi vererek dünya kamuoyunu da yanıltmışlardır. Söz 257 konusu şahıslar bazı ülkelerin iç işlerine de kaba kuvvetle veya diplomatik yollardan müdahale ederek, toplumları sindirme politikası yürütmüşler, yönetimleri tehdit ederek insanları mağdur hale getirmişlerdir. Başka ülkelerde düzeni bozma, huzursuzluk çıkartma, halk ayaklanmalarını teşvik ve himaye ederek suikastlar düzenlemeye kadar varan kanun dışı eylemlere girişmişlerdir. Sırf bu nedenle adam eğitmek, silahlandırmak ve öldürmeye azmettirmek gibi eylemleri de, ilerde açıklanacağı üzere, tanıklar ve belgelerle sabittir. İsrail’li yöneticiler ise emperyalist ve Siyonist yaklaşımlarla birçok sivilin ölmesi veya yaralanmasıyla sonuçlanan insanlık dışı saldırıları gerçekleştirmişler, bu yolda emir ve talimatlar vererek bölgedeki insanları ezmiş, açlığa ve ölüme mahkum ederek insanlık suçu işlemişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri yöneticileri, bütün bu olayları fiilen ve açıkça destekleyerek suça iştirak etmişlerdir.” Başsavcı kısa aralar vererek iddianameyi okumaya devam ediyordu. Salondaki basın ordusu ve kameralar duruşmayı baştan sona kesintisiz olarak kayıt ediyorlardı. Duruşma yüzlerce kanaldan canlı yayınlanmaktaydı. “Bu yöneticiler, yukarıda sayılan eylemleri ısrarla ve açıkça sürdürürken, kendi ülkelerinin halklarını da dünya önünde küçük düşürmüşler, onlara da ihanet içinde olmuşlardır. Büyük sermayenin ve gayrı resmi siyasi güçlerin güdümünde kalarak yaptıkları bu pervasızca eylemlerin, hemen hemen tüm dünya insanlarını olumsuz etkilediği ve karamsarlığa sevk ettiği de bir gerçektir. Eski Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük bir ulus ve bir süper güç olması sebebiyle, dünya insanlarının ve diğer ülkelerin onlardan beklentileri de elbette çok farklıydı. Ancak bunu da göz ardı ederek, hemen her alanda bencilce davranmışlar, emperyalist ve pragmatist politikalarını acımasızca uygulamaktan çekinmemişlerdir. Amerikalı yöneticilerin, İsrail hükümetine istek yaparak, Türkiye’ye iki nükleer bomba atma girişimleri de İsrail halkının büyük kayıplar vermesine ve derin acılara neden olmuştur. Nükleer patlamalar İsrail topraklarında meydana geldiği için, ne yazık ki İsrailliler vatanlarını kaybetmişlerdir. Buna rağmen bir grup İsrailli yönetici, Türkiye’ye karşı giriştikleri insanlık dışı saldırılarına devam etmişler ve Ankara’da nükleer bir bomba patlatma teşebbüsünde bulunmuşlardır. Genel Konseyin kabul ettiği 674 sayılı yasaya göre; kitle ölümlerine yol açan silahları kullanmak, soykırım suçuna eşdeğer bir suç olarak kabul edilmiş ve ‘Bu tür suçlar için geçmişe dönük yargılamalar yapılabilir,’ hükmü getirilmiştir...” Belediye Başkanı Selçuk’a döndü: “Siz Selçuk Göktuna, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan, kendi isteğinizle, Yıldız Sarıca Hanımefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?” Selçuk, gelinin yüzüne baktı, gülümseyerek yavaş bir sesle, “Sevgilim, her şeyden çok, daima seninle olmak istiyorum. Sonsuza kadar… Bunu nikâh memurundan önce sana söylemek istedim,” dedi. Yıldız duygulu bir bakışla Selçuk’un elini sıktı. İkisinin de gözlerinden mutluluk fışkırıyordu adeta. Sonra da Belediye Başkanına dönerek daha yüksek bir sesle, “Evet efendim. Kabul ediyorum!” diye cevapladı. Belediye Başkanı şahitlerin de onayını aldıktan sonra: “O zaman ben de, Belediye Başkanınız olarak, yasanın bana verdiği yetkiyle sizleri evlendiriyorum. Tebrik eder, ömür boyu mutluluklar dilerim.” Gelinle damat önlerine konulan nikâh defterini imzalarken, tüm davetliler ayakta alkışlıyorlardı... 258 Başsavcı, bir yudum su ile boğazını ıslatarak devam etti: “Adı geçen sanıklardan, CIA olarak bilinen Amerikan Merkezi Haberalma Örgütünün Başkanı olan Medwin Howie’nin, Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Alparslan Güney’i öldürmek kastı ile Türkiye Büyük Millet Meclisindeki patlamayı gerçekleştirme talimatını verdiği ve bu plan gereğince eski Milletvekillerinden Ali İzzet Kocataş isimli şahsı da öldürdükleri delilleriyle sabittir. Mahkemeye sunulmuş olan deliller arasındaki görüntü kayıtları incelendiğinde, suikast talimatının o zamanki CIA Başkanı Medwin Howie tarafından Mou kod adlı şahsa verildiği anlaşılmaktadır. Bu başarısız operasyon nedeniyle Mou adlı şahsın da daha sonra Medwin Howie tarafından öldürüldüğü, gene görüntü kayıtlarından anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Meclisteki patlamada bir temizlik işçisi ölmüş, yedi işçi de yaralanmıştı. Ayrıca bir devletin kutsal yerlerinden olan Milli Meclisine, yani onuruna, ağır bir darbe vurulmuş, halkın özgüveni sarsılmış ve milli duyguları ile oynanmıştır...” Ankara’da düğün töreni bütün görkemiyle devam ediyordu. Çiftler, Dvorak’ın Slavonic Dans adlı ezgisiyle dans ediyorlardı. Arkadaşları Erdal ve Mustafa da, eşleriyle birlikte dans edenler arasındaydı. Arada bir gelinle damada yaklaşarak laf atıyorlardı. Fakat onlar duymazlığa geliyor ve sadece birbirlerinin gözlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yıldız ve Selçuk, düğün öncesi aldıkları karar uyarınca, takı takmak isteyenlerin takılarını, bir köşede durmakta olan Çocuk Esirgeme Kurumunun bağış masasına iletmelerini istemişlerdi. Böylece bütün davetliler kuruma bağışta bulunmuş oldular. Düğünde bir ara eski bakanlardan biri Yaşlıkaya’nın bulunduğu masaya gelerek hatır sordu: “Yasa çalışmaları nasıl gidiyor Sayın Başkanım?” “Gayet hızlı ve çok yorucu oluyor Sayın Bakan. Gece gündüz çalışıyoruz.” “Sayın Yaşlıkaya, bu kadar yorulmaya gerek var mı? Bizim yasalarımızdan kopya çekin, daha hızlı gidersiniz efendim.” “İşte o zaman fena çuvallarız Sayın Bakan. Zira sizlerin çıkardığı bütün yasalar devleti korumaya yöneliktir. Biz ise daha ziyade halkları ve bireyi korumayı amaçlıyoruz, efendim.” Eski Bakan pişkin bir tavırla ve gülerek şöyle cevap verdi: “Evet, Sayın Yaşlıkaya. Doğru! Bu bir konjonktür meselesi şüphesiz. Size iyi eğlenceler dilerim.” Tören devam ederken Akyürek ve Yaşlıkaya, izin istediler. Kendilerini Brüksel’e götürmek için havaalanında beklemekte olan özel uçağa binmek üzere düğünden ayrılmaları gerekiyordu. Çünkü daha yapılacak çok işleri vardı ve bütün Alt Konseyler cumartesi pazar demeden, gece gündüz çalışıyorlardı. Profesör Göktuna onlara kapıya kadar eşlik ederek uğurlarken, eşleri düğünde kalmış, eğlenceye devam ediyorlardı. Onların hiç acelesi yoktu. Hanımlar adeta imrenir gibi, gözlerini gelin ve damattan ayıramıyorlardı. Yıldız ve Selçuk ise, orkestranın seslendirdiği vals eşliğinde dans ederlerken, sanki bir rüya âlemindeymiş gibi göz gözeydiler. 259 Yıldız’ın bazı okul arkadaşları da düğündeydiler. Bir ara kızlar gelinin etrafını sardılar ve onu coşkuyla kutlarlarken, zıplayarak sevinç çığlıkları attılar. Yemek servisinden sonra gelinle damat, oldukça büyük ve üç katlı pastayı kestiler. Havuz başındaki düğün romantik müzikler eşliğinde, şampanya ve pasta servisiyle gece yarısına kadar devam etti. İki Ay Sonra, Göteborg Başsavcı iddianameyi okumayı yirmi beş günde bitirmiş ve on sanık hakkında idam cezası, diğerleri için de muhtelif hapis cezaları istemişti. Daha sonra tüm deliller incelenmiş, tanıklar ve sanıklar dinlenmişti. Duruşmalar her gün, tatil olmaksızın sürmüş ve bütün bunlar iki ay gibi bir sürede gerçekleşebilmişti. Mahkemeye sunulan deliller o kadar açık ve netti ki, savunma avukatları, sadece siyasi konuşmalar yaparak, sanıkları dünya koşullarının yönlendirdiğini söylemişler, “o günkü şartlarda kim olsa aynı şeyleri yapardı” iddiasıyla, kendi vatanlarını korumaktan başka bir niyetleri olmayan(!) bu sanıklar için siyasi af talebinde bulunabilmişlerdi. Sanıklar ise kendi ifadelerinde hemen hepsi af dilemişlerdi. Bazıları da suçu birbirlerinin üzerine atmaya çalışmışlardı. Mahkeme heyeti, kararını açıklamak üzere bir günlük aradan sonra tekrar toplandığında, tarihi karar Mahkeme Başkanı Masakazu tarafından sanıklar ve basın önünde açıklanmıştı. Bu karar, yeni anayasadaki hükümler uyarınca, Başsavcının talebi yönünde olmuş ve on sanık için idam cezasına, diğerleri için ise muhtelif hapis cezalarına hükmedilmişti. Mahkemenin kararı, onay mercii olan Genel Konseye sunulduğunda, orada da tartışılmıştı. Yeni düzenin ilk siyasi davası olması nedeniyle, kanlı bir başlangıç olmasını da istemeyen üyeler, salt insani duygularla, idam cezalarını oy birliği ile ömür boyu hapis cezasına çevirmişlerdi. Yeni yasalar gereği ömür boyu hapis cezalarının ilk yirmi beş yılı hapishanede tamamlandıktan sonra, ya da kişi 65 yaşını doldurmuş ise, hükümlünün durumuna ve iyi haline bakılarak, kalan cezalarını kendi evlerinde (evden çıkmamak üzere) tamamlamalarına imkân verilebiliyordu. Ancak Konseyde kabul edilen bir teklifte, bu mahkûmlar için bu yol kapalı olmak üzere, cezaları ömür boyu hapse çevrildiğinden, ölene kadar hapishanede kalacaklardı. En azından şimdilik durum böyleydi. Ancak belki ileride, kalan cezalarını evlerinde tamamlamalarına izin verilebilirdi. Çünkü dünya artık barışık insanlar tarafından ve sevgiyle yönetiliyordu. Weddell Denizi – Antarktika (USS Louisiana denizaltı faciasının yıl dönümü) UWS -Kitty Hawk II, eski adıyla USS G.W.Bush uçak gemisi, Antarktika kıtası açıklarındaki radyasyonlu bölgenin hemen kuzeyinde, yarım yolla seyrediyordu. ABD’nin eski başkanlarından baba ve oğul Bush, işledikleri savaş suçları yüzünden yargılanarak mahkûm olduklarından, bu geminin adı, Konsey kararıyla Kitty Hawk-II olarak değiştirilmişti. Ve kısaca; Kitty Hawk olarak anılıyordu. Nükleer silahlardan arındırılmış ve Birleşik Dünya Örgütü Güvenlik Konseyinin emrinde bulunan geminin görevi, UWS Project 667 Navaga sınıfı denizaltı ile birlikte böl- 260 gede incelemeler ve radyasyon ölçümlemeleri yaparak, konseye bilgi vermekti. Dünya bütün olanaklarıyla küresel ısınma sorununa eğilmiş, bu konuda her türlü bilimsel ve teknolojik önlemler kararlılıkla uygulanıyordu. Enerji ve Çevre Konseyi tarafından alınan kararlar gereği, çeşitli bilim adamlarının katılımıyla, özellikle de kutuplarda yoğun çalışmalar yapılıyordu. İsminde ufak bir değişiklik yapılmış olan gemilerin personeli ise değiştirilmemişti. Fakat artık Kitty Hawk’a Tümamiral John Davis komuta ediyordu. Güvertesinde, az önce iniş yapmış olan Antonov AN-27 tipi, geliştirilmiş bir araştırma uçağı ile bir adet bilimsel inceleme, iki adet de acil kurtarma helikopteri vardı ve esen kutup rüzgârı nedeniyle güverteye sıkıca sabitlenmişlerdi. Diğer uçaklar ise bir alt kattaki hangarlardaydı. 200 metre derinde seyretmekte olan Navaga denizaltısının komutanı Albay Yevgeny Simirnov tüm ölçümleri aldıktan sonra geniş bir yay çizerek kuzeye dönmüş, yükselmeye ve Kitty Hawk’a yaklaşmaya başlamıştı. İnceledikleri alan, bundan iki sene önce Louisiana denizaltısının nükleer patlama sonucu havaya uçtuğu yerdi. Diğer bir ifadeyle; burası, Louisiana ve 154 personelinin atomlarına ayrışarak, atmosfere karıştıkları yerdi. Şimdi ise onlar birer kahramandı. Çünkü ülkeleri uğrunda ölümü bile göze almış ve canları pahasına mücadele vermişlerdi. Dünya, inanılmaz bir şekilde birleşmiş ve insana verilen değer en yüksek düzeye ulaşmıştı. İnsanlar arasında dostluk ve saygı alabildiğine gelişmişti, Şimdi tüm savaş kayıplarına, o günün şartları içerisinde inandıkları şeyi yapmalarından dolayı saygı gösterilmekte, anılarına tören düzenlemekle dostluğun daha iyi pekişeceği, Birleşik Dünya Yönetimi tarafından da öngörülmekteydi. Bu nedenle Türkiye başta olmak üzere, Birleşik Dünya Ülkeleri bu son savaşta kaybedilenlere sahip çıkmış, kahramanlıklarını tescil etmiş, anılarını yaşatma kararı almışlardı. Florida ve Louisiana’nın feci sonu önlenebilir miydi, bilinmez. Fakat dünyanın bundan çıkardığı büyük dersler vardı. Dünyada bunun gibi başka kazanılmış kayıplar da vardı… İki ay kadar önce de İsrail’deki felakette ölenler anısına, büyük bir anma töreni daha yapılmıştı. Köprüde, Kitty Hawk’ın iletişim Subayı denizaltıdan gelen mesajı Amiral Davis’e bildiriyordu: “Navaga radyasyon ölçümlerini tamamlamış. Tören için yaklaşma izni istiyor Amiralim.” “Sancak tarafımızdan yaklaşmaları uygundur Yüzbaşı. Ölçümleme raporlarını hemen istediğimi de Albay Simirnov’a iletin.” Albay Simirnov yüzeye çıkma emrini verdiğinde denizaltı, Kitty Hawk’ın yüz metre sancak tarafından periskopunu gösterdi. Bir dakika sonra, gövdesinin üst bölümü tamamen suyun üzerine çıkmıştı. Hızını uçak gemisine göre ayarlamış olan denizaltı, şimdi Kitty Hawk ile paralel seyrediyordu. Amiral Davis denizaltının yüzeye çıkışını köprüden izliyordu. Az sonra periskop kulesinde Albay Simirnov ile yardımcısı Yarbay Gorshkov parkaları ve kürklü başlıkları ile göründüler. Hemen arkasından Birleşik Dünya bayrağı yavaşça kulenin gövdesindeki yerini aldı. Dikdörtgen şeklindeki beyaz zeminin ortasında, Dünya’yı sembolize eden büyükçe bir mavi daireden oluşan bayrak, kuvvetli rüzgârda alabildiğine çırpınıyordu. Uçak gemisinin gönderinde de aynı bayrak dalgalanıyordu. 261 Birleşik Dünya Konseyi, Brüksel Devasa büyüklükteki salon tamamen dolmuştu. Ülke temsilcilerinin tümü salondaki yerlerini almış, konuşmacıları dikkatle dinliyorlardı. İç tüzük gereği, her ayın sonunda yapılmakta olan Durum Değerlendirme Toplantısında, Konsey Başkanları sıra ile kürsüye gelerek, yapılan çalışmalar hakkında Genel Konseye bilgi veriyorlardı. Başkanlık kürsüsünün hemen arkasında, her iki yanda üçer tane Birleşik Dünya bayrakları bulunuyordu. Birkaç metre önünde de konuşmacı kürsüsü yer almaktaydı. Tüm konuşmaların basına açık ve İngilizce olarak yapıldığı oturumda, her dilde çeviri yapan beş yüzden fazla simültane tercümanlar bulunuyordu. Üçüncü konuşmacı olarak kürsüye çıkmış olan Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanı Profesör Dr. Celal Yaşlıkaya, yaptığı uzun konuşmasını şu sözlerle sürdürüyordu: “... Her şeyin para ile ölçüldüğü, büyüğün küçüğü ezdiği, büyük kurumların ve hatta devletlerin salt kendi çıkarlarını düşünerek yozlaştırdığı, tarihin dahi çarpıtıldığı eski düzen, yerini daha insancıl, daha rasyonel, daha adaletli, sorumlu ve sosyal bir düzene bırakmaktadır... Para tabii ki önemlidir. Ama insan, daha önemlidir! Artık, anayasamızın birinci maddesinde yazıldığı gibi, en değerli varlık insandır. Diğer her şey insanların sağlığı, huzuru, güvenliği ve mutluluğunu sağlamak içindir! Bu anlayış, insanların özgürlüğünü ve eşitliğini esas alan en temel anlayıştır! En büyük güvencedir! Para ise bu yolda, sadece bir araçtır! Eski siyasetçilerin bir kısmı sahneden çekilmiş, buna rağmen yönetimler daha verimli çalışmaya başlamıştır. Çünkü merkezi yasama ve denetim nedeniyle, artık siyasette rant sağlama olayı da bitmiş, sadece gerçekten hizmet etmek isteyenlerin çalışabileceği bilinçli bir dönem başlamış bulunuyor. Ülkeler birbirlerinin kuyusunu kazmak yerine, halkına daha kaliteli hizmet vermeye odaklanmıştır! İşte bu sayede demokrasi, daha rasyonel ve çağdaş bir rejim olma idealine nihayet kavuşmaktadır! Büyük önderimiz Mustafa Kemal’in dile getirmiş olduğu gibi “Yurtta barış, dünyada barış” söylemi de şimdi tümüyle gerçek olmuştur! Ben ve projedeki arkadaşlarım bunun için gururluyuz! Sayın Başkan ve değerli üyeler, bildiğiniz gibi, şimdi yeryüzünde yaygın bir huzur ve güven ortamı hâkimdir. Birkaç ufak tefek olay dışında sorunların büyük kısmı çözüm aşamasına getirilmiştir. Eğitim daha rasyonel bir çizgiye ve standartlara kavuşturulmaktadır. Çağa uygun, doğru insan yetiştirmeye yönelik eğitim sistemleri uygulamaya konmuştur... Eskiden olduğu gibi, gençlerimiz en verimli çağlarında okullara hapsedilerek sosyal yolları kapatılmayacaktır. Küçük çocuklarımıza lüzumsuz bilgiler yerine, yaşamları boyunca onlara lazım olacak olan temel bilgilerin verilmesi ön plandadır. Bu bilgiler, özellikle temel eğitimde, iyi insanlar yetiştirmeye yöneliktir. Bu çocuklar, örneğin kimya bilmese de kimseye hiçbir şey olmaz. Ama görgü kurallarını, saygıyı, rasyonel düşünebilmeyi, kurallara uyma bilincini, hatta cinselliği öğrenmeleri çok gereklidir. Çünkü yaşam boyu onlara en çok bu bilgiler lazım olacaktır ve bu bilgiler onları şekillendirecektir. Diğerler bilgiler ise ancak ihtisas eğitiminde söz konusudur. Artık halk eğitiminde sosyal zekâ ve sosyal bilinç daha ön plandadır. İnsanoğlu sanayi devrimini tamamladıktan sonra bilgi çağını da aştı. Şimdi içinde bulunduğumuz çağ, ‘Bilinç Çağı’dır. Bazı bilim adamları buna ‘Üniversal Bilinç Çağı’ da demektedir. Bu bilinç, insan- 262 ların kardeşliğinden geçer. Bu bilinç, rasyonel eğitimden geçer. Bu bilinç, küresel yapılanmadan ve yaygın adaletten geçer! Çok kısa bir süre sonra gerçekleştirilecek olan Ekonomik Devrim sonucunda, Dünya’da muhtaç ve fakir bir tek insan dahi kalmamış olacaktır. Bu bir hayal değil, bu bir rüya değil, bu artık gerçekleşme yolunda olan çok büyük bir adımdır! Şimdiye kadar benzeri görülmemiş, hayallerimizi bile zorlayan, eşsiz bir modeldir. Yepyeni bir ideolojidir! Dünyamızda, bugüne kadar güç hâkimdi. Güç ise: para ve silahtı. Kesinlikle akıl değil! Güç, amaçtı; akıl ise sadece bir araç. Şimdi ise, hep birlikte, aklın hâkim olacağı bir düzen kurduk. Bundan böyle etik, güce üstün olacaktır. Bu olgu evrimin kaçınılmaz bir sonucudur ve yaratılışın son evresidir. Bunu önümüzdeki günlerde hep birlikte, daha iyi göreceğimize inanıyorum. Sayın Başkan, Değerli Üyeler, yürekten inancım o dur ki; akılcılık yolunda gelişen ve gittikçe daha da bilinçlenmekte olan insanlık, bütünleştikçe parlayan bir ışık gibi dünyamızı aydınlatırken, yüreklerimizdeki sevgi seli ile birlikte tüm kâinatı saracaktır! Ve yeni dünya düzeni, dünya döndükçe var olacaktır!.. Hepinize en içten saygılarımı ve sevgilerimi sunarım!” Yaşlıkaya kürsüden ayrılırken, dört yüz civarındaki temsilcinin çoğu ayakta alkışlıyorlardı. Birkaç ağızdan aynı anda yükselen “bravo!” sesleri alkışlara karışıp salonda yankılanırken, deviniş de bütün hızıyla devam ediyordu. Weddell Denizi Amiral Davis, tören için görevli personelin güvertedeki yerlerini almaları talimatını verdikten sonra parkasını ve başlığını giyerek köprü güvertesine çıktı. Dışarıda ısı eksi on dereceydi ve rüzgâr nedeniyle hava daha da soğuk hissediliyordu. Amiral, beyaz eldivenleri iri parmaklarına çabucak geçirdi ve başını kaldırarak, uçsuz bucaksız gibi görünen, ıssız ufku seyre daldı. Denizin rengi koyu bir maviden yeşile doğru uzaklaşırken, dalgaların üzerindeki beyaz köpükler de muntazam diziler halinde, gittikçe küçülerek güneydeki sisle buluşuyor ve gözden kayboluyorlardı. Bir buğu gibi görünen sis perdesinin ardındaki buzullar, ufuktaki tüm renkleri silmişti. Bu sırada radar subayı, köprüde ikinci kaptanla konuşuyordu. “Sanırım güneyimizde bir gemi olmalı Kaptan. Çok zayıf bazı radar sinyalleri alıyoruz.” “Buralarda pek gemi olmaz Yüzbaşı, bize bildirilmiş bir askeri gemi de yok. Ama gene de merkeze soralım. Uzaklığı nedir?” “Sinyal Weddell Denizinden geliyordu Kaptan. Tam güneyimizden geldiğini kesin olarak söyleyebilirim, Ama bizim radarlarımız hiçbir gemi algılamadı. Eğer bu bir gemi ise radar menzilimizin dışında, kutup akıntısının güneyinde olmalı.” İkinci Kaptan Albay Lancer, iletişim subayına döndü. “Güneyimizde bir gemi olup olmadığını merkeze sorun Teğmen. Kaynağı belirsiz, zayıf bir sinyal alıyoruz.” “Emredersiniz Kaptan.” Az sonra Teğmen, Albay Lancer’e gelen cevabı bildirdi. “Merkeze göre, o bölgede görevli bir gemi yokmuş efendim. Uydudan alınan verilerde de bölgenin temiz olduğu bildiriliyor.” 263 Radar subayı tedirgin olmuştu. İtirazını yüksek sesle dile getirdi. “Öyleyse bu sinyalin kaynağı ne?!” Seyir subayı söze karıştı: “Kutupta bilimsel araştırmalar yapan bir ekip veya araştırma üssü olabilir.” İletişim subayı: “Hayır, sinyal daha yakından, bence denizden geliyordu Yüzbaşım.” “O kadar zayıf bir sinyalin yerinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” “Dünyanın en gelişmiş, en hassas sinyal analizatörü sayesinde efendim.” “Peki, Uydularımız bu sinyali alabiliyor mu?” “Telsiz sinyalini mutlaka alıyorlar efendim, fakat pek önemsenmememiş olmalı. Yeryüzünde o kadar çok telsiz sinyali varki. Radar sinyalleri ise, ya bilinen bir kaynaktan geliyor ya da çok yeni olmalı.” Albay Lancer, oldukça sakin bir şekilde tartışmaya müdahale etti. “Anlaşılan önemli bir şey değil, şimdi şu töreni izleyelim, sonra bakarız.” Denizaltının Rus Kaptanı ile Leton asıllı yardımcısı da beyaz eldivenlerini takmış halde, Kitty Hawk’a doğru selam duruşuna geçtiklerinde, Amiral de hemen bu selama karşılık verdi. Aynı tip üniformalar içerisindeki iki kaptan, sanki bir adım mesafedeymiş gibi, birbirlerine gülümsüyorlardı. Kitty Hawk’ın sirenleri, yaklaşan bir tehlikeyi haber verir gibi, acı acı çalmaya başladığında, komutanlar yüzlerini güney ufkuna çevirerek selam vermeye devam ettiler. Güvertedeki tören kıtası da selam duruşuna geçmişti. Askerlerin yüzündeki ıslaklık, rüzgârın savurduğu su zerreciklerinden başka bir şey değildi, fakat gözlerindeki sabit bakışlar derin bir saygının ifadesiydi. Bu sırada şiddetini arttırmakta olan rüzgâr, sanki mateme katkıda bulunmak istermiş gibi, havadaki nemle birlikte sirenlerin sesini de alıp çok uzaklara götürüyordu. BİRİNCİ KİTABIN SONU www.devinisprojesi.com