Kitap Kapak.cdr - Beykent Üniversitesi
Transkript
Kitap Kapak.cdr - Beykent Üniversitesi
T.C. BEYKENT ÜNİVERSİTESİ 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ (İSTANBUL, 17-18 NİSAN 2008) PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES (ISTANBUL, APRIL 17-18 th, 2008) “STRATEJİK TRENDLERİ SORGULAYARAK YENİ ORTA DOĞU” “THE NEW MIDDLE EAST IN QUESTIONING STRATEGIC TRENDS” Sertifika No: 0208-34-010320 Beykent Üniversitesi Yayınları, No.60 İSTANBUL 2009 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ (İSTANBUL, 17-18 NİSAN 2008) PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES (ISTANBUL, APRIL 17-18 th, 2008) “STRATEJİK TRENDLERİ SORGULAYARAK YENİ ORTA DOĞU” “THE NEW MIDDLE EAST IN QUESTIONING STRATEGIC TRENDS” Editör Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Bilim Kurulu Prof.Dr. Erol EREN Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK Prof.Dr. Tayyar ARI Prof.Dr. Hasan KÖNİ Prof.Dr. Selahattin SARI Prof.Dr. Ali L.KARAOSMANOĞLU Doç. Dr. Ertan EFEGİL Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Yrd. Doç.Dr. Gonca D.BAYRAKTAR Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ Yrd. Doç. Dr. Efkan CANŞEN Yrd. Doç. Dr. Hatice Övgü TÜZÜN Düzelti Özlem SAĞAT Kapak Tasarım İbrahim SEVİLDİ Her hakkı korunmuştur. İzinsiz çoğaltılamaz. İçerikten yazarlar sorumludur. Copyright © 2009 İÇİNDEKİLER Sunuş…………………………………………………………………………………..…..1 BÜSAM Müdürü’nün Uluslararası Sempozyum Hakkında Bilgi Arzı………………..2 Beykent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cuma BAYAT’ın Açış Konuşması…………4 KKTC Önceki Cumhurbaşkanı Sayın Rauf DENKTAŞ’ın Konuşması……..............5 E. Büyükelçi CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Onur ÖYMEN’in Konuşması..11 BİRİNCİ OTURUM TODAY’S MIDDLE EAST (BUGÜNKÜ ORTA DOĞU) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Hasan KÖNİ Raportör : Yrd. Doç. Dr. H. Övgü TÜZÜN BİLDİRİLER 1. Christopher Krafft (ABD) Challenges and Prospects for the Future of the Middle East A United States Government Perspective………………………………………………………………..18 2. Oliver CORNOCK (Oxford Business Group) Economical Situation in the Middle East and Energy Sources……………………...25 ÖZEL BİLDİRİ Prof. Dr. Tayyar ARI (Uludağ Üniversitesi) Middle East And The World (Orta Doğu Ve Dünya)……………………………….…26 İKİNCİ OTURUM ISLAM, DEMOCRACY AND MODERNISATION (İSLAM, DEMOKRASİ VE MODERNLEŞME) Oturum Başkanı : Doç. Dr. Vedat BİLGİN Raportör : Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR DURGUN BİLDİRİLER 1. Dr. Ebru S. Canan Islamofobia And Mamma Li Turchi! An Analysis Of Italian Public And Elite Opinion On Turkey………………………………………………………………………………...34 2. Dr. Cantürk Caner Ortadoğu’da Büyük Çözülme Ve Lübnan Nizamnamesi ABD’nin “Müslüman” Savaşçıları…..…………………………………………………………………………...47 I ÜÇÜNCÜ OTURUM SECURITY DILEMMAS OF ME (ORTA DOĞU’NUN GÜVENLİK SORUNLARI) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ Raportör : Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ BİLDİRİLER 1. Saffet Akkaya Challenges for a Broader Security Perception in the Middle East………………….57 2. Dr. İdris Demir How Will The Rise In Oil Prices Effect The Political Economy Of The Oil Exporting States In The Middle East?.....................................................................................68 3. Aigerim Shilibekova Orta Doğu Ve Orta Asya’da Güvenlik Aktörü Olarak Türkiye: Karşılaştırmalı Yaklaşım…………………………………………………………………………………..71 DÖRDÜNCÜ OTURUM MIDDLE EAST AND THE WORLD (ORTA DOĞU VE DÜNYA) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Tayyar ARI Raportör : Doç. Dr. Ertan EFEGİL BİLDİRİLER 1. F. Aslı Kelkitli The Russian Involvement In Middle East: Putin Era…………………………...…….77 2. Yrd. Doç. Dr. Halil Erdemir İsrail’in Orta Doğu Politikalarındaki Rolü………………………………………………86 3. Yrd.Doç.Dr Sait YILMAZ The Middle East In The Light Of 21 st Century’s Power Relatıons……….………102 BEŞİNCİ OTURUM MIDDLE EAST AND THE TURKEY (ORTA DOĞU VE TÜRKİYE) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK Raportör : Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ BİLDİRİLER 1. Mesut TAŞTEKİN Türkiye’nin “Yeni” Orta Doğu’da İstikrar Yapıcı Rolü’nün Rasyonalitesi…………112 II 2. Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER Ortadoğu’da İthal Çözümlerin Başarısızlığı ve Türkiye Modeli……………………120 3. Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA Türkiye’ye ve Bölge Güvenliğine Etkileri Açısından Irak Sorunu (Effects Of The Iraqi Question Over Turkey And The Region’s Security)………………………..…133 ALTINCI OTURUM THE NEW MIDDLE EAST (YENİ ORTA DOĞU) Oturum Başkanı : Prof.Dr. Erol Eren, Raportör : Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen Tartışma…………………………………………………………………………………140 RAPORTÖR DEĞERLENDİRMELERİ………………………………………………141 SEMPOZYUM GÖRÜNTÜLERİ………………………………………………………148 III SUNUŞ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) olarak 2007-2008 Eğitim ve Öğretim yılından itibaren yıllık olarak uluslararası nitelikte “Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu (Strategy and Security Studies Symposium)” icra etmeye başladık. Sempozyumun düzenlenme amacı uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu akademik çalışmalar ile ilgili yerli ve yabancı bilim adamlarının bir araya getirilerek akademik literatüre katkıda bulunmaktır. Bu kapsamda 1718 Nisan 2008 tarihlerinde Taksim yerleşkemizde yapılan birinci sempozyumun konusu sıcak gelişmelerin yoğun olarak yaşandığı Orta Doğu bölgesi olarak seçilmiştir. Sempozyum “Stratejik Trendleri Sorgulayarak Yeni Orta Doğu (The New Middle East in Questioning Strategic Trends)” başlığı altında bugünkü Orta Doğu’dan başlayarak; İslam, demokrasi ve modernleşme, Orta Doğu’nun güvenlik sorunları, OrtaDoğu ve Türkiye gibi konulara odaklanarak geleceğin Orta Doğusu için ipuçları arayışı içinde oldukça başarılı olmuştur. Hazırlık safhasında yaşadığımız büyük heyecan, en iyisini yapma azmi ve uzun süren hazırlıklarımız sempozyumun icrasında meyvalarını verdi ve katlımcılarımızın ve dinleyicilerimizin memnuniyetlerini duymakla böyle önemli bir faaliyeti icra etmenin manevi hazzını yaşadık. Bu vesile ile sempozyumun başından sonuna kadar her türlü desteği bizden esirgemeyen Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Adem ÇELİK ve Rektörümüz Sayın Prof.Dr. Cuma BAYAT başta olmak üzere ünivesitemizin tüm idari ve akademik personeline, KKTC Kurucu Başkanı Sayın Rauf DENKTAŞ ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur ÖYMEN başta olmak üzere tüm katılıcımlarımıza, raportörlerimize, bilim kuruluna, bizleri yalnız bırakmayan tüm dinleyici ve misafirlere BÜSAM olarak teşekkür etmek istiyoruz. Onların desteği ile sempozyumumuz tüm maddi zorluklardan geçerek amacına ulaştı ve sonuçta bu bildiri kitabı hayata geçti. Sempozyumda altı oturum halinde 34 akademisyen ve bölge uzmanı bildiri sunarken ayrıca üç değerli bölge uzmanı tarafından özel bildiri sunulmuştur. Elinizde bulunan 1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu Bildiri Kitabı; sempozyumda yapılan açış konuşmaları, bildiriler, özel bildirilere yer vermektedir. Sempozyumun görsel olarak da hafızalarda yer etmesi için ilgili bölümlerde mümkün olduğu kadar resim kullanmaya çalıştık. Bildiri kitabının hazırlanmasında büyük emek harcayan yardımcım Özlem SAĞAT’a da bu vesile ile teşekkür etmek istiyorum. Sempozyumdan elde edilen tecrübeler ve duyduğumuz haz bizi ikinci sempozyum için çok daha motive etti. BÜSAM olarak her zaman yeni, güncel ve ülkemizin ihtiyacı olan faaliyet ve yayınlarla bilim dünyamıza katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ BÜSAM Müdürü 1 BÜSAM MÜDÜRÜ YRD. DOÇ. DR. SAİT YILMAZ’IN ULUSLARARASI SEMPOZYUM HAKKINDA BİLGİ ARZI Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Mütevelli Heyeti üyemiz Erkan ÇELİK, Sayın Rektörüm Prof.Dr.Cuma BAYAT, Sayın Milletvekilim, Üniversitemizin değerli öğretim üyeleri, Bize zaman ayırarak ve emek vererek sempozyumumuza güç katmak üzere aramızda bulunan sayın misafir hocalarım, katılımcılar, Türk Silahlı Kuvvetleri, başbakanlık ve diğer kurumlarımızdan aramızda bulunan sayın dinleyici konuklar, öğrenci arkadaşlarım ve tüm misafirler, 1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu’na hoş geldiniz. Sayın Konuklar, 1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu bugünden başlayarak 17-18 Nisan 2008 günlerinde, iki gün süreli olarak huzurlarınız da icra edilecektir. Şimdi sempozyum programı ile ilgili kısa bilgi vermek istiyorum. Sempozyumun ilk gününde Sayın Rektörüm Prof.Dr. Cuma BAYAT tarafından yapılacak açış konuşmasını müteakip, Değerli onursal konuşmacılarımız KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş tarafından “Orta Doğu’daki Gelişmeler Çerçevesinde Kıbrıs” ve Sayın Emekli Büyükelçi ve milletvekilimiz Onur ÖYMEN tarafından “Orta Doğu Sorununun Güvenlik ve Strateji Boyutları” konularında birer konuşma yapılacaktır. Birinci oturumda Bahçeşehir Üniversitesi’nden Sayın Prof.Dr. Hasan KÖNİ’nin oturum başkanlığında ABD Büyükelçiliği Dış İlişkiler Bölümü Başkanı 2 Christopher Krafft ve Oxford Business Group’tan Oliver CORNOCK ile “Bugünkü Orta Doğu” tartışılacaktır. Müteakiben Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Tayyar Arı “Orta Doğu ve Dünya” konulu özel bildirisini sunacaktır. Öğleden sonraki programımız Gazi Üniversitesi’nden Sayın Doç.Dr. Vedat BİLGİN başkanlığında icra edilecek “İslam, Demokrasi ve Modernleşme” konulu oturum ile devam edecektir. Işık Üniversitesi’nden Prof.Dr. Bülent ARAS tarafından sunulacak “Medeniyetler Yakınlaşması ve Orta Doğu’nun Güvenliğine Katkıları” konulu özel bildiri sunulacaktır. Bugünkü son oturumumuz Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve 21. Yüzyıl Enstitüsü Başkanı Sayın Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ’ın oturum başkanlığında icra edilecek “Orta Doğu’nun Güvenlik Sorunları” konulu oturumdur. Sempozyumumuzun ikinci gününde Uludağ Üniversitesi’nden Prof.Dr. Tayyar ARI başkanlığında “Orta Doğu ve Dünya” konusunda yapılacak oturumla program başlayacaktır. Müteakiben Bilkent Üniversitesi’nden Prof.Dr. Ali KARAOSMANOĞLU tarafından “Küresel Gelişmeler Kapsamında Orta Doğu’nun Geleceği” konulu bir özel bildiri sunulacaktır. Sempozyumun beşinci oturumunda Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK başkanlığında “Orta Doğu ve Türkiye” konulu oturum icra edilecektir. Sempozyumun son oturumda Beykent Üniversitesi İİBF Dekanı Sayın Erol EREN başkanlığında hepsi birbirinden değerli uzmanlarımız “Yeni Orta Doğu”yu masaya yatıracaklardır. Sempozyumumuz raportörlerimizin değerlendirmeleri ve Sayın Rektörümüz Cuma BAYAT’ın kapanış konuşmaları ile sona erecektir. Şimdi açılış konuşmasını yapmak üzere Sayın Rektörüm Prof.Dr. Cuma BAYAT’ı kürsüye davet ediyorum. 3 BEYKENT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. CUMA BAYAT’IN AÇIŞ KONUŞMASI Sayın Cumhurbaşkanım, Değerli Misafirler, Sayın Katılımcılar, Basınımızın Güzide Temsilcileri, Üniversitemizin düzenlemiş olduğu Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumuna hoş geldiniz. Beykent Üniversitesi 11. Eğitim - Öğretim yılında 4 fakülte, 2 yüksekokul, 2 araştırma merkezi ile 8000 öğrencinin yer aldığı bir organizasyonla eğitim-öğretimini sürdürmektedir. Üniversiteler eğitim öğretimin yanında ürettikleri bilgileri toplumla paylaşma görevini de sürdürmek zorundadırlar. Üniversitelerin ürettikleri bilgilerin paylaşımının bugün artık ölçüsünü de bilim adamları koydular. Geçen yıl İtalya’da 15 bin üniversite arasında yapılan araştırmada üniversitelerin ürettikleri bilgileri toplumla paylaşma sıralaması verilmiştir. Bu 15 bin üniversitenin arasına Türkiye’den 60 üniversite girebilmiştir. Beykent Üniversitesi de bu 15 bin üniversiteden 4000. sırada yerini almıştır. Sadece araştırma yapmak, sadece üniversitenin kendi içinde kendini eğitir durumda olması günümüzde artık yeterli görülmemektedir. Bu nedenle bugün Beykent Üniversitesi ürettiğini toplumla paylaşma imkanını sunan bu toplantıyı düzenlemiştir. Çok önemli bir konu, çok önemli katılımcılarla iki gün sürecek olan bu toplantıyı düzenleyen komiteye teşekkür ediyorum. Özellikle BÜSAM Müdürümüz bu konuda üstün gayretler göstermiştir, çok değerli katılımcıları bir araya getirmiştir. Kendisini bu nedenle ikinci kez kutluyorum. Sempozyumun başarılı geçeceğini ümit ediyor, hepinize tekrar hoş geldiniz diyorum. 4 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ KKTC ÖNCEKİ CUMHURBAŞKANI SAYIN RAUF DENKTAŞ’IN KONUŞMASI CYPRUS ISSUE WITHIN THE FRAMEWORK OF MIDDLE EAST DEVELOPMENTS “ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ÇERÇEVESİNDE KIBRIS” Değerli izleyenler, tüm katılımcılarımıza hoş geldiniz diyorum. Orta Doğu devamlı suretle kaynayan bir kazan olmuştur. Bu bölgede NATO’nun müttefiklerinin dolayısıyla Türkiye’nin, Yunanistan’ın çıkarları göz önünde tutularak ve Kıbrıs konusunda 2 NATO üyesinin kavga etmemesi, savaşmaması göz önünde bulundurularak 1960 anlaşmaları yapılmıştır. Bu anlaşmalara göre Yunanistan 1878’den itibaren devam ettiği Kıbrıs’ı Yunan yapma siyasetinden vazgeçecekti. Türkiye bunun karşılığında önce statükonun devamına razı olacaktı. Çünkü Lozan Anlaşması’nda Kıbrıs İngiltere’ye bırakılmıştı. Bu statükonun devamı Lozan’ın devamı demektir. Fakat 1954’te Yunanistan Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletler’e götürünce Türkiye hareketlendi ve “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır”dan başlamak üzere Yunanistan’ın karşısına Türkiye’nin Lozan dengesini bozdurmayacağı açık şekilde ortaya konuldu. Devam eden kanlı 1955-58 döneminden sonra 1959’dan biraz önce söylediğim NATO dengesi çıkarları göz önünde bulundurularak Kıbrıs anlaşmaları yapıldı. Bu anlaşmalara göre Kıbrıs ne Yunanistan’a gidecek ne de Türkiye’ye gidecek, ne taksim olacaktı. Orada 2 ülkenin insanları vardır. Rumlar, Helen olmakla övünmektedir. Türkler, Türkiye’nin ayrılmaz, kopmaz parçasıyız demektedirler. O halde biz bunlara birbirlerine tahakkum edemeyecekleri, eşitliklerini sağlayacağımız bir garantilenmiş Kıbrıs Devleti önereceğiz. Bu yazıldı ve kabul edildi ve garantiler ile birlikte Yunanistan’ın Kıbrıs’ta 650, Türkiye’nin 650 askeri bulunması kabul edildi. Garantinin kağıt üzerinde olmaması için biz çok direndik. Çünkü Makaryos’un esas hedefinden vazgeçmediğini Enosis için bir anlaşmayla bundan vazgeçmeyeceğini biliyorduk. Haklı çıktık. Dolayısıyla Orta Doğu’daki genel dengeler ve Orta Doğu’nun Batı için NATO için önemi göz önünde bulundurularak Kıbrıs meselesi halledilmiş sayıldı. Ama sadece bizim için bu böyle oldu. Makaryos Kıbrıs anlaşmasını imzaladığı gün bunu nasıl ortadan kaldıracağını planladı, hazırladı ve 3 yıl sonra bize saldırmak suretiyle iç dengeyi, içteki ortaklığı 5 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES yıktı. Bizi devletten attı. Anayasa ölmüştür, bölünmüştür dedi. Uluslararası anlaşmalar da geçersizdir dedi ama İngiltere kendi çıkarları için hayır, geçerlidir der demez o zaman bir adım geri attı ve o zaman müzakere yapacağız dedi. Şimdi bütün olay bu durum üzerindedir. Dengeler Batı’nın ve ABD’nin bu bölgede yapmak istedikleridir. Geçenlerde ABD’de bir beyanat yapıldı. Denildi ki, ABD’nin bu bölgedeki çıkarları için tek Kıbrıs gereklidir, bütünleşmiş bir Kıbrıs lazımdır. Bunun anlamı; Rum ne istiyorsa Türk tarafı da buna razı olmalıdır. Bunun anlamı; ben ortaklık falan bilmem anlaşın, anlaşacaksınız. Başlangıçtan beri ABD ne yazıktır ki kendi çıkarları için ve Yunan lobisinin hatırı için bütün ağırlığını Rum tarafına koymuştur. Şimdi geriye baktığımızda o dönemde Kıbrıs meselesinin halledilebilmesi için Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi, Türklerin bütünlüğünün göz ardı edilmesi planların esası olmuştur. Bunun bir sonucu olarak 1964’te Aseson Planı diye bir plan öne sürülmüştür. Bu plana göre Kıbrıs Yunanistan’a verilecek, Türklere Karpaz’da kalıcı egemen bir üs verilecekti. Türk tarafı müzakereye hazır olduğunu söyledi fakat Rumlar ve Yunanistan bunu reddetti. Bunun üzerine İngiltere, Türkiye’ye verilecek üssü 30-40 yıllığına çevirdi ancak bunu da İnönü reddetti. O günden bugüne Kıbrıs meselesi halledilmemiştir. Çünkü Rum tarafı meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanınmıştır. 1960 anlaşmalarına rağmen Rum idaresinin, liderlerinin gizli teşkilatlanmasıyla, silahlanmasıyla bize yaptıklarına rağmen insan hakları çiğnenmiş, uluslararası anlaşmalar kaale alınmamış, anayasa yırtılıp atılmış, Kıbrıs Türkleri isyan ediyor diye ortaklığı yok etmek için birçok yalan ortaya atılmıştır. Biz o dönemde göç etmeye mecbur kaldık. Adanın %3’üne hapsedildik. Bu şartlarda Makaryos’un tanımıyorum artık öyle bir makam yok dediği Doktor Küçük’ün tarafında ulusal direnişe devam ediyoruz. O günlerde de bizim çökmemizi beklediler ki ne Amerika’dan ne İngiltere’den tek bir yardım görmedik. Ama Kızılay’dan gelen yardımlar, gelen davanın yanınızdayız, milli davadır beyanatları, asla Kıbrıs’ı Yunanistan’a bırakmayacağız beyanatları bize güç vermiştir ve 1974’e kadar çok zor şartlar altında Kıbrıs Türkü haklarını korumayı başarmıştır. Nedir bu haklar? Bugün de müdafaa ettiğimiz ve müdafaa ettiğimiz ve tehdit etmediğimiz için anlaşmayı yenilediler. Nedir bunlar? Kıbrıs Türklerinin gücüdür. Makaryos bizi azınlık yapmak için ve ortaklık anlaşmalarını ortadan kaldırıp tam bağımsızlığa ulaşmak için harekete geçmiştir. Makariyos beyanlarında 1960 Anlaşması tam bağımsızlık getirmedi; garantili, kısmi bağımsızlık olmaz ve tam bağımsızlık için mücadele ediyorum demişti. Böylece tüm dünyayı kandırmış arkasına almıştı. Biz aman anlaşma olsun diye her konuda taviz verdik, aman anlaşma olsun diye. Ama iki konuda taviz veremezdik. Kıbrıs’ın özgürlüğü ve statüsü. Kurucu ortaktı, kendi bölgesinde egemenliğe sahipti. Bunlardan vazgeçemezdik. İkincisi Türkiye’nin garantörlüğünden vazgeçemeyiz, asla vazgeçmeyeceğiz. Niye? Çünkü Milli davanın gereği olarak ve taksimin bir karşılığı olarak Türkiye buna razı olmuştu. Türkiye’nin hakları bu şekilde korunmaktaydı. Bize söylenen Türkiye elini ayağını Kıbrıs’tan çekerse denizlere açık bir ülke olmaktan çıkar. Milli bir davadır. Bütün cumhurbaşkanlarının, bugün Sayın Gül’ün de söylediği gibi Kıbrıs’tan vazgeçilmez. Kıbrıs’ta gerçekler vardır. Bu gerçekler iki eşit egemen halkın varlığıdır, bunların ayrı demokrasilerinin varlığıdır ve Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin garantörlük hakkı vardır. Bu gerçekler dikkate alınmadan anlaşma yapılamaz. Bizim Annan Planı’na kadar izlediğimiz siyaset garantilere göre Kıbrıs Türkiye’nin de üye olmadığı hiçbir yere giremez. Annan Planı, Türkiye üye olmadan bizi sözde birleştirip Kıbrıs’ı Avrupa Birliğine dahile edecek bir anlaşmaydı. Türkiye buna nasıl evet dedi ben anlamadım. Neticede bugüne kadar Annan Planı ile devam eden bu durumda 3 sene geçti. Annan Planı’nın ardından 3 sene geçince Türk hükümeti yetkilileri, sayın Gül Kıbrıs’a geldiğinde bunları anlattım. Arkasından sayın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı geldiğinde Annan planından önceki gerçekleri, faktörleri, esasları anlattım. Tekrar ediyorum. Nedir bunlar? Kıbrıs’ın gerçeklerine dayalı bir 6 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ anlaşma yapmak lazımdır. Bunca yıl savaşan birisine, diğerinin hakkını gasp etmek için mücadele eden birisine Türk’ü teslim edemeyiz. O halde meydana gelmiş olan bir devlet vardır. İki devleti, iki halktan meydana gelmiş bir durum vardır. Ortaklığı o zaman bu esaslar üzerinde oluşturalım. Rum tabiatıyle bunu kabul etmiyor ve etmeyecek. ABD ne diyor? ABD biraz önce de dediğim gibi bölgedeki çıkarlarımız için bütünleşmeniz lazım. Biz de diyoruz ki. Çek ve Slovak usulü. Evvela tek Kıbrıs ile Kıbrıs Cumhuriyeti olarak yaşamayı denedik. 3 yıl sürdü. 45 yıldır da ayrılık var. Bu 45 yıl içerisinde 20 yıl bekledikten sonra yeni bir anlaşma doğsun, yeni bir ortaklık doğsun. Bunların Kıbrıs’ı alıp götürmekten öteye bir niyetleri olmadığını gördüğümüz için devletimizi kurmak zorunda kaldık ki o dengeyi tekrar oluşturalım. Sen devlet olursan ben de devletim, sen benim devletim değilsin ve olamazsın. Dolayısıyla bu devlet vardır ve var olmaya devam edecektir. Çek ve Slovaklar gönüllü ayrılmışlardır. Biz zaten kanlı ayrıldık. Rumlar zaten ayrılığı kendileri yarattı. Bu ayrılık devlete dönüşmüştür. 24-25 yıllık bir devlet yoktur diye bir yere varamayız. O halde bu meseleyi iki devlet üzerinden halledelim. Niye bunda ısrar ediyoruz? Çünkü Rumların olmuyor, işlemiyor diye yırtıp atacağı bir anlaşma istemiyoruz. Kalıcı bir anlaşma istiyoruz. Kalıcı bir anlaşma olabilmesi için 1960’dan daha da yırtılmaz, atılmaz bir anlaşma lazım. Amerika veya Annan ise hayır olmaz tek olacaksınız diyorlar. Tek kal. Kıbrıs’ta iki halk var, tek kal diyorlar. İki ayrı demokrasi var 1960 anlaşmalarında iki ayrı demokrasi vardır, ayrı ayrı seçimler yapılır ve seçilenler birleşince meşruyet meydana gelirdi. Hayır bir demokrasi diğerine hakim olacak. Ne için böyle düşünüyorlar? Dediğim gibi Yunan lobisinin etkisi olduğu kadar artık Amerika’nın bu bölgeye bakış açısı da bunu etkilemiş olabilir ki mesela görüşmelerin arifesinde Amerika’dan şu beyanatlar yapılıyor. Deniyor ki Türkiye’ye; Kıbrıs Rum idaresine kendilerini meşru ilan ettirebilmek için Türkiye uluslararası anlaşmalardaki haklarını unutacak bir kenara itecek, Kıbrıs Cumhuriyeti sensin, bayrağını tanıyorum, limanlarımı açıyorum diyecek. Bunu istiyorlar. Bu da yetmiyor, diyorlar ki; önerilerinizi Rumların kabul edebileceği şekle sokunuz. Bu da yetmiyor Hristofyas ile Talat ilk defa olarak bir araya geliyorlar, ABD sözcüsü şöyle bir beyanat sunuyor. Kıbrıs Cumhuriyeti başkanı ile Cemaat lideri Talat buluşmuşlardır ve Amerika çok memnundur bundan. Halbuki görüşmeler söz konusu olduğunda geçen 40 sene zarfında görüşmeler bahis konusu olduğunda Cumhurbaşkanı ve iki toplum lideri vardır. Sıfat vardır. Eşitlik hiç olmazsa masada korunuyor gibi gösterilmelidir. Ve Rum açıkça biliyor ki ABD kendisinden yanadır, Rusya da kendinden yanadır çünkü Rusya zaten 30-40 bin insanıyla buranın içerisindedir, mafyasıyla içindedir ve Ortodoks Kilisesi kardeşliğiyle Kıbrıs’ın içindedir. Peki İngiltere ne diyor? İngiltere geçen gün bir beyanat yaptı ve dedi ki biz iddia ediyoruz, garanti ediyoruz ki Türk askeri kalmalıdır, garantilerde anlaşacağımız sayıda, hayır bunlara razı değiller ama ne diyor İngiltere? İngiltere’nin güvenliği için Kıbrıs’ta İngiliz askerinin devam etmesi şarttır. Biz de cevap verdik, dedik ki; Türk halkının ve ülke hükümeti için 1960 anlaşmalarıyla temin edilmiş olan bir statü vardır bizler burada ısrar ediyoruz. Müttefikseniz ki müttefiksiniz diyorsunuz, niye stratejik açıdan güvenlik açısından Türkiye’nin garantörlüğünü kabul etmiyorsunuz ve garantörlüğünden kaynaklanan haklarını bir kenara iterek Rumla birleş ve Rumun kabul edebileceği şekilde önerileri kabul et diyorsunuz. Bu ne anlayışa, hangi insafa sığar, hangi gerçeğe, hangi dostluğa ve hangi ittifaka sığar? Bunları soruyoruz. Bunları sorduğumuzda kimseye karşı düşmanlık beslemiyoruz. Ama artık 5 kez haksızlığa uğramış Türk tarafı olarak sesimizi şimdi yükseltmezsek bizi bir yere getirecekler ve bir yere bağlayacaklar diye ödümüz kopuyor. Şimdi Avrupa Birliği macerasına dönersek Avrupa Birliğine Rumun müracaatı tek maksatlıdır. O da Garanti Anlaşmasını delmek içindir. Garanti Anlaşmasına göre Kıbrıs Türkiye’nin de üye olamadığı bir yere üye olamaz. Hayır ben Rum tarafı olarak müracaat ediyorum. Yunanistan ile bu Kıbrıs Cumhuriyetini almazsanız ikiye 7 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES bölünmüş davası halledilmemiş uluslararası anlaşmalarla Türkiye’nin hakları olan bir meseleyi Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin hakim olduğu iyi niyet görevini sürdürdüğü bir meseleyi böylece Avrupa birliğine alınız diyorlar. Derhal tabiatiyle şikayet ettik. İngiltere’ye garantör İngiltere’ye şikayet ettik ki veto edin bunu. Arşivleri açıp, bakıyoruz şimdi. İngiltere’de bizim şikayet mektubumuzu hukuk dairesine göndermişler. Hukuk dairesi iddia edilmesi gereken konular var diyor. Bölünmüş Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine üye olması İngiltere’nin çıkarlarına uygundur, ne yapacağız diyorlar. Hukuk dairesi bunun üzerine yol gösteriyor, diyor ki, Türklerin şikayetini Makaryos’a gönderin, onu dosyanıza koyun. Sadece Kıbrıs üzerinde değil Kıbrıs’ı Türkiye’den soyutlamak için de çaba devam etmektedir. Niçin devam etmektedir? Çünkü bu bölgede büyük devletlerin kendilerine öz siyasetleri vardır. Kimse üzerine alınmasın. Biz kendimize göre bir değerlendirme yapıyoruz. ABD bölgede Türkiye’nin, Atatürk Türkiyesi’nin, laik Türkiye’nin, güçlü bir Türkiye’nin kendi istediği şekilde hareket etmesini, istemediğini daha önce görmüştük. İstediği şekilde hareket edebilecek bir Türkiye nasıl olabilir? Ilımlı İslam Türkiyesi olabilir. Bu da ne demektir? Türkiye’nin bölünmesi demektir. Başka ne yapılması lazım? Kürdistan’ı kurmak lazım ve ona ağırlık vermek lazım. Bu bölgede ABD’nin iki ayağı hatta dört, beş, altı ayağı olacaktır. Ama tek ayak Türkiye devamlı endişe kaynağı olacaktır. Avrupa Birliği ne yapmak istiyor burada? İngiltere’nin üsleri var Kıbrıs’ta. İngiliz egemen güçleri bunlar. İngiltere bu üsleri Avrupa Birliği’ne koymadı. Niye koymadı? Çünkü Amerika ile birlikte kullanacak, İslam alemine karşı, petrol kuyularına karşı ve Avrupa Birliği ile anlaştı, siz Amerika’yı Avrupa Birliği toprağında istemiyorsunuz, işte bu toprak İngiliz toprağıdır, buna karışmayın, gerekirse sizin stratejik ihtiyacınız için buyurun Kıbrıs’ı alın. Bu anlaşma ile Avrupa Birliği, stratejik açıdan Kıbrıs’ın tümüne ihtiyacım var diyerek Yunanistan’ın şantajı ve İngiltere’nin veto etmemesiyle Kıbrıs’ı aday yaptı ve tam üyeliği de verdi. Şimdi Avrupa Birliğine soruyorum. Nedir sizin stratejik ihtiyacınız? Cevap veriyorlar. Petrol kuyuları var. Bunların etrafından kökten dinci idareler var. Bu kökten dinci idareler parayla terörist kullanmak suretiyle ve ileride ne yapacakları belli olmadığından biz burada ılımlı olmalıyız. Güzel, anladık. Peki, NATO müttefikiniz Türkiye’nin 1960 anlaşmalarına dayanan uluslararası anlaşmalarla, güvenliğiyle ilgili stratejik ada olan Kıbrıs’la ilgili hakları vardır, asker bulundurma hakkı vardır. Türkiye’yi neden adadan çıkartmak için uğraşıyorsunuz? Müttefikiniz stratejik haklarını anlaşmalarla belgelemiştir. Niye bunun için uğraşıyorsunuz? Cevapları şu: ”Gün gelir Türkiye de kökten dinci bir idareye dönüşebilir, Türkiye’yi de buradan kontrol etmek durumundayız”. Demek ki sizin hedefiniz Kıbrıs’ı bir Hıristiyan gözetleme kulesi olarak İslam alemine karşı kullanmak istiyorsunuz, Türkiye’yi de bunun içine koyuyorsunuz, kontrol edeceksiniz. Ve soruyorum, Türkiye’nin kökten dinci bir idareye dönüşmesini Türkiye’de engelleyen ne vardır? Atatürk ilkeleri vardır. Peki Avrupa birliği Türkiye’ye hangi şartları koymuştur? Avrupa Birliği ne demiştir? Atatürk ilkeleri bizim normlarımıza uymaz, bunları değiştirin. Şu ihtiyarın resimlerini duvarlardan indirin demediler mi? Atatürk ilkeleri Avrupa Birliği normlarına uymazmış. Bunları görüyoruz ve diyoruz ki bu bölgede cereyan eden olaylarda globalleşme adı altında birkaç büyük devletin bu bölgeye hakim olma siyasetinde Kıbrıs da bir üs olacaktır, Türkiye de bir üs olarak kullanılacaktır. Neye karşı? Gittikçe başını diken bir Rusya vardır, kükreyerek gelmekte olan bir Çin vardır, bir Hindistan vardır. Bunların ihtimali düşünüldüğünde ki bu dünyada olmayacak şey yoktur, buna karşı tedbir alınmaktadır. Ama bu tedbirler alınırken burada hakkı için, hürriyeti için, demokrasisi için mücadele eden küçücük bir halka korunması için istediği ve canını vererek elde etmiş olduğu bağımsızlığından vazgeç, egemenliğinden vazgeç ve Ruma yazılı anlaşmalarla tabi ol demenin ne anlamı vardır ve bu hangi dostluğa ve hangi ittifaka sığar? 8 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Rumların içerisinde bugün Birleşmiş Milletler’in yapmış olduğu araştırmalara göre %65 Rum genci ”Türklerle bir arada olmak istemiyoruz.” demektedirler. Onlar devletinde yaşasın anlamına gelmiyor bu, gitsinler anlamına geliyor. Birçok Rum iktisadi açıdan biz bunları beslemek zorunda kalmayalım diye iki devlet olsun diyenler de vardır. Ama birdenbire ne oldu? Hristofyas seçildi, daima oynanan oyunu Bati ve Birleşmiş Milletler birlikte oynamaya başladı. Büyük fırsat kapısı, büyük fırsat penceresi aman bunu kaybetmeyelim. Değişen ne var? Papadopulos zamanında, güçlü bir ittifak vardı, Papadapulos baştaydı, AKEL Hristofyas bunu destekliyordu, bu üçlü şimdi ne oldu? Hristofyas başa geçti, Papadopulos onu destekledi partisiyle, Papadopulos’un dışişleri bakanı dışişleri bakanı olarak kabul edildi ve gene desteklenmeye devam edildi. Bilinmeyen bir şey var. Kıbrıs Rum liderleri Kıbrıs mesesinde serbest değildirler. Bilgi Konseyleri vardır. Bilgi Konseylerinde alınan kararlar bağlayıcıdır. Bu konseyde alınan kararlar nedir? Enosis esas hedeftir. Ondan vazgeçilmez. Üniter devlete gidilmelidir. Ortaklık diye bir şey kabul edilmez. Garanti anlaşması olmayacaktır. Adada Türk askeri bulunmayacaktır. Bütün Rum göçmenler eski yerlerine dönme hakkına sahip olmalıdır, Türkiye’den gelip yerleşenler eski yerlerine dönmelidir ve şimdi yapılacak herhangi bir anlaşmada Avrupa Birliği normları uygulanmalıdır. Hristofyas açıkça söylüyor, diyor ki; biz federasyondan yana değiliz, ama Türk askerini adadan çıkartmak için federasyon şarttır. Makaryos 1960 anlaşmasını niye kabul etmişti? O zaman taksime gideriz diye korkutmuşlardı o yüzden kabul etmişti. Şimdi Hristofyas Kosova tanındı Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de tanınır diye, aman tanınmasın diye görüşmeleri başlatıyor. İstediğinden değil. Ve söylüyor, diyor ki Türkler yeniden Rumların, Ermenilerin, Latinlerin haklarını gölgeleyecek toplumsal hak istemesinler. Yani bu ne demektir? 1960 anlaşmalarında verilen hakları veto etsinler. Bu doğaldır. Çünkü 1960 anlaşmasını bu haklarımız vardır diye yıkmışlardır. Tekrar ediyor diyor ki, yapılan anlaşma işlerliği olan bir anlaşma olmalıdır. Bu da doğaldır. Çünkü 1960 anlaşmasını Türklerde bu işlemez diye yapmışlardı. Şimdi o zaman Avrupa Birliği normlarına dayalı, işlerliği olan, 1960 anlaşmasında olan hakların verilmeyeceği, garanti anlaşmasının olmayacağı bir Kıbrıs’ın federasyona dönüşmesine hazırız diyor sayın Hristofyas. Ve bunu davullarla, zurnalarla, fişekler patlatarak söylüyor. Bir kapı açıldı diye sanki anlaşma kapısıymış gibi Annan Planı zamanındaki gibi halkımızı kandırmış olan örgütler kendiliğinden harekete geçmişlerdir. Geçenlerde Amerika Birleşik Devletleri’nden bir görevliyle konuşuyordum. Yani yeniden halkınızın yanlış oy kullanacağını mı zannediyorsunuz dedi bana? Dedim bak, siz geçen sefer bunun için 30 milyon dolar harcadınız, yeni yeni örgütler meydana geldi, dernekler bizim tarafımızda kuruldu, bu defa biraz rahat durursanız, Türkiye de geçen defa ya kabul edersiniz ya da bizi yanınızda bulamazsınız diye tehdit etmişti, yine aynı şeyi yaparsa halkımızın kanacağından değil kandırılacağından korkarım dedim ve bu korkumuz devam etmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi Orta Doğu Kompleksi içerisinde nedir? Amerika için, Batı için, Avrupa Birliği için. Tekrar ediyorum. İslam alemini ve petrol sahasını gözetleyecek, ileride batmayan bir uçak gemisi gibi kullanılabilecek stratejik bir ada onlar için. Bakın buna bir itirazım yok. Ama müttefiklerin Türkiye’yi Kıbrıs Türklerinin Türkiye tarafından koruma hakkına göz yumarak ve sanki hiç ihtiyacı yokmuş gibi davranarak, Kıbrıs Rumunun esas siyasetini görmezden gelerek ve tüm Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamayı kendi çıkarları açısından baskılarına devam etmesini kabul edemiyoruz. Yalan üzerine bir anlaşma yapılamaz. Kıbrıs’ta en büyük yalan Kıbrıs Rum idaresinin meşru Kıbrıs hükümeti olduğudur. Avrupa Birliği nezdinde Türkiye’nin en büyük müdafaa hakkı 1960 anlaşmalarını göze alarak şunu söylemesidir; ”Siz Kıbrıs’ı üye yaptık diyorsunuz bu anlaşmaya göre ben üye olmadan yapamazsınız”. Kıbrıs dediğimiz Rum idaresi, geçerli olduğu herkesçe kabul edilen 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs’ın meşru 9 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES hükümet değildir, olamaz. Ben mükellefiyetim meşru Kıbrıs hükümetinedir, ortak Kıbrıs hükümetinedir. Ortaklık hükümeti meydana gelinceye kadar beni Kıbrıs’ı kabul et, Kıbrıs’ın limanlarını aç diye zorlayamazsınız. Kıbrıs meselesini benim Avrupa yolunda önüme ön şart olarak koyma hakkınız yoktur, bunu gerekirse Türkiye divanlarda, mahkemelerde ele almalıdır. Biz alabilirsek bize yol gösterilmelidir. Haklarımız ortadan kaldırılıyor, güvenliğimiz sökülüp atılıyor. Biz bu vardır diye ortaklığa razı olmuştuk. Bunları ortadan kaldırırsanız bunun cevabı taksim olur. Bunlar savunulabilir şeylerdir. Kıbrıs meselesi asla Kopenhag kriterleri içerisine girmez. İngiltere’nin İrlanda ile İspanya ile kavgası vardı. Terörizm İngiltere ile İrlanda arasında cereyan ediyordu. Büyük kavgaları vardı. Bunlara sen kendi işini hallet de gel demedin. Hem İrlanda’yı aldın hem İngiltere’yi aldın. Efendim Rum’u meseleyi başlatan, bugüne kadar çözmeyen tarafı Yunanistan ile birlikte üye yapıyorsun, ondan sonra haklarını korumaktan başka bir şey yapmayan uluslararası anlaşmalarla haklarını korumuş olan Türkiye’ye karşı bunlar kabul edilemez davranışlardır. Türkiye buna karşı çok sert çıkmalıdır. Yasal olarak Türkler hakkını aramalıdır. Yoksa biz de Annan Planı’nda olduğu gibi Türkiye üye olmadan anlaşarak Rumun üyeliğini gayr-i meşru üyeliğini meşrulaştırırsak Türkiye’nin önüne tabiatiyle Kıbrıs çıkacaktır, aç limanlarını diyecektir, pazarlık edeceği hiçbir şey kalmayacaktır. Biz bunları böyle değerlendiriyoruz. Yanlış veya doğru düşüncelerimizi söylemek durumundayız, çünkü Rum’u biliyoruz. Kalıcı bir anlaşma için Çek - Slovak modeli uygundur. Hem ABD’nin çıkarlarını da incitmez, her iki taraf da müttefiktir her iki tarafla da anlaşmalar yapılabilir. Dolayısıyla hayır efendim Tek Kıbrıs, Tek Halk gerçekleri inkar etmiş oluruz. Çünkü Kıbrıs’ta iki halk vardır, iki devlet vardır, iki demokrasi vardır ve Türkiye’nin hakları vardır. Biz bu şekilde bakıyoruz. Orta Doğu’da kaynamalar devam edecektir. Tekrar ediyorum bir Çin faktörü gittikçe ilerlemektedir ve yükselmektedir ve Çin’in yükselişi zannedersem müsaade edilemez bir boyuta ilerlemektedir. Batı isterse bütün petrol kuyularına hakim olsun ve tek hakim durumuna gelsin. Büyük devletler büyüklüklerini insanlığı düşünerek uzlaşma mecburiyetindedirler, anlaşma yapılarak insanlığın bir kısmını yanına çekerek diğer kısmını karşısına alarak meydan okuma zamanı geçti diye düşünüyoruz. Öyle silahlar var ki insanlık ortadan kalkabilir. Allah korusun. Teşekkür ediyorum. 10 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ E. BÜYÜKELÇİ CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI SAYIN ONUR ÖYMEN’İN KONUŞMASI SECURITY AND STRATEGY DIMENSIONS OF ME QUESTION “ORTA DOĞU SORUNUNUN GÜVENLİK VE STRATEJİ BOYUTLARI” Çok sayın cumhurbaşkanım çok değerli öğretim üyeleri değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu güzel sempozyuma beni de davet ettiğiniz için içtenlikle teşekkür etmek istiyorum. Güvenlik ve strateji konuları Türkiye konumundaki bir ülke için daima öncelikli bir mesele olmuştur. Orta Doğu ve genel olarak stratejik değerlendirmeler yapmak için öncelikle yapıyı birlikte değerlendirmemiz lazım. Orta Doğu gibi bir yerde devletler stratejilerini nasıl geliştirirler bunların altında yatan temel faktörler nelerdir? Türkiye konumunda bulunan ülkeler bu durumda çıkarlarını nasıl koruyabilirler? Kendi stratejilerini nasıl saptayabilirler? Orta Doğu incelenirken mutlaka birkaç faktör göz önüne alınmalıdır. Öyle boşlukta bir değerlendirme yapılamayacağına göre Orta Doğu’da yaşanan gelişmeleri değerlendirirken bazı temel unsurları göz önüne alacağız. Bunların başında petrol geliyor. Petrol unsurunu çıkarırsanız ortaya bambaşka bir tablo çıkar. Petrol unsuru olmadan Orta Doğu’yu değerlendirmek mümkün değildir. Orta Doğu petrolleri bunun için önemlidir. Orta Doğu petrolleri dünya petrol rezervinin şu anda %66’sını oluşturmaktadır. Bu kadar önemlidir. Bir mukayese yapmak için size söyleyeyim. Kuzey Amerika’daki petroller, -ki ABD uzun yıllar petrol üreticisi olarak tanındı, II. Dünya Savaşı’nda bütün müttefiklerin petrol ihtiyacını Amerika karşıladı, fakat Amerika’nın petrol rezervi Orta Doğu’nun onda biridir, sadece dünya rezervlerinin %6’sıdır. Diğer bölgelere baktığımız zaman petrol ihracatçısı, üreticisi eski Sovyetler Birliği şimdi Rusya’nın petrol rezervi dünya rezervlerinin %6’sıdır. Demek ki Orta Doğu kilit bir durumdadır petrol konusunda. Daha da önemlisi şu, dünyanın öteki tarafındaki petroller önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde azalacak ve o zaman Orta Doğu dünyanın bütün petrol rezervlerinin %83’ünü temsil edecek. En çok dayanıklı olan petrol rezervi de Orta Doğu’da bulunuyor. İşte bunun için Orta Doğu stratejik bakımdan fevkalade önemlidir. 11 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Amerika bugün dünyadaki petrol tüketiminin %25’ini yapıyor. O yüzden giderek daha fazla bağımlı hale geliyor Orta Doğu petrollerine. Bu Amerikanın politikasını da etkiliyor, stratejisini de etkiliyor. Orta Doğu petrollerine bağımlı kalırsa Amerikan sanayinin, ekonomisinin çökme ihtimali var. Onun için Başkan Bush Amerika’nın Orta Doğu petrollerine 2025 yılına kadar bağımlılığını %70 oranında azaltacak yeni enerji kaynakları arayışı içerisinde ancak bunun da başarıya ulaşma şansı çok yüksek görünmüyor. Bu bakımdan Orta Doğu petrollerinin güvenliği Amerikan stratejisinin öncelikli hedeflerindendir. Bu nedenle Başkan Carter zamanında bir merkezi komutanlık kuruldu. Bugün petrol ağırlıklı bölgelerde Kuzey Afrika’da Orta Doğu’da Afganistan’a kadar uzanan bir bölgede petrol kaynaklarının ve petrol ulaşım yollarının güvenliğini sağlamaktır. Birinci Körfez Savaşını da bu komutan yönetti sonraki Irak müdahalesini de bu komutan yönetiyor, Afganistan müdahalesini bu komutanlık yönetiyor, bu bölgedeki Amerika’nın stratejik bütün kararlarını bu komutanlık yürütüyor. Tek amaçları var o da bölgedeki petrol kaynaklarını güvence altına almak. Bu Amerika’nın bölgeyle ilgili politikasını yönlendiren temel taşlardan birisidir. Şimdi bu konuda bir hususu daha size söyleyeyim. Bu bölgeden petrol ithal eden sadece Amerika değil, Avrupa ülkeleri de petrol ithal ediyor. Şimdi büyük bir oyuncu olarak piyasaya Çin giriyor. Çin’in bu petroller üzerinde talepkar olması tüketici olarak bu piyasaya girmesi bütün dünya stratejik dengelerini değiştiriyor. Çünkü Çin’de petrol tüketimi süratle artıyor. Bu faktörü de mutlaka göz önünde bulundurmak lazım. Petrol konusunu kapatmadan şunu da söyleyeyim. Bir de doğalgaz faktörü var. Petrolle birlikte dünyanın en zengin doğalgaz yataklarına sahip bu bölge. Özellikle Katar’da. Fakat sadece bu bölgede değil özellikle Orta Asya’da başta Türkmenistan olmak üzere zengin doğalgaz rezervleri bulunmakta. Doğalgazı dünyaya nasıl taşıyacaksınız nerden taşıyacaksınız? İşte bunu taşıma yollarının başlıcası Afganistan’dan geçiyor. O bakımdan yalnızca Ortadoğu’daki gelişmeleri değil, Afganistan’daki gelişmeleri de petrol, doğalgaz daha geniş boyutuyla enerji kaynakları boyutunu düşünmeden ele almak doğru değildir. Şimdi çok büyük bir proje yaptılar. Türkmenistan’dan büyük bir boru hattını döşediler Pakistan’a doğru. Çok büyük ihaleler yaptılar imzalar attılar. Bu Amerika’nın en büyük stratejik projelerinden biri haline geldi. Tesadüfe bakınız ki Afganistan’da cumhurbaşkanlığa getirilen, sonra bir daha bir daha seçilen ABD petrol şirketinin başdanışmanından birisi. Gene tesadüfe bakın ki Kabil’deki Amerikan büyükelçisi petrol konularında Kafkas ülkelerinde görev yapmış son derece bu işlerin uzmanı olan bir zat. Gene tesadüfe bakın ki Afganistan’ın enerji işlerinden sorumlu bakanı 15 yıl IMF’de çalışmış ve bu işlerin uzmanı olan bir insan. Şimdi işlerin bu boyutunu düşünmek lazım. Bunların rakibi yok mu? Var. Bir Brezilya şirketini demokratik yöntemlerle devre dışı bıraktılar. Başka rakip yok mu? Var. Kim o? İran. İran da kendi doğalgazını karayoluyla uzatmak istiyor. O da orada bir rakip olarak ortaya çıkıyor. Yani işte bütün bu boyutlarını incelemezsek, bilmezsek bu bölgeyi anlamamız zorlaşır. Şimdi bu konuda o kadar çok kitap yazıldı, yayınlar yapıldı ki ama ana hatlarıyla şunu bilmek lazım ki petrolü düşünmeden Orta Doğu’yu düşünmek imkansızdır. Petrolü düşünmeden Amerika’nın Irak müdahalesini düşünmek imkansızdır. Kitle imha silahları var diye müdahale ettiler, ondan sonra pek çok uzman çalıştı bir tane bile silah bulunamadı. Herkes de bunu kabul ediyor diyor ki, Amerika’nın Irak’a müdahalesinin esas sebebi petroldür. Çünkü dünyanın en büyük petrol rezervine sahip ülke ikinci sırada Irak geliyor. Kuzey Irak’ta meydana gelen bütün bu gelişmelerde petrolün katkısı var mı? Var. Çünkü o petrolün %40’ı Kuzey Irak’tan Kerkük’ten çıkıyor. O bakımdan Irak meselesini değerlendirirken mutlaka petrol meselesini düşüneceksiniz, petrol boyutunu düşüneceksiniz ve o çerçevede bir değerlendirme yapacaksınız. Şimdi aslında bu meselenin sadece bir boyutu. İkinci boyutu da bu bölgenin stratejisini düşünürken su boyutu. Bölgenin su kaynaklarını, su sıkıntısını bölgede 12 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ değerlendirmeden bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Şunu size söyleyeyim sadece. Orta Doğu ülkeleri dünya nüfusunun %5’ini temsil ediyor ve bu hızla artıyor. Ama dünyanın kullanılabilir su kaynaklarının yalnızca %0.9’u bu bölgededir. Bu kıt su kaynakları Orta Doğu’da çatışmaların hatta savaşların sebebi olmuştur. Üç tane önemli su kaynağı var bölgede; başta. Dicle-Fırat ile Ürdün nehri. Şimdi bu kaynaklar özellikle Ürdün nehri 1967 Arap İsrail savaşının temelini teşkil ediyor. Suriye’nin bu kaynaklardan daha fazla yararlanmak istemesi savaşın başlıca sebebi olmuştur. İran- Irak savaşının da temelinde su savaşı vardır. Su kaynakları nasıl kullanılacak, İran-Irak Savaşı’nın da kökenine inince su kaynaklarını görüyorsunuz. 1955 yılında Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki üç devlette çok ciddi su sıkıntısı vardı. Bunlar Bahreyn, Ürdün ve Kuveyt. 1990 yılına gelindiğinde 11 ülkede çok ciddi su sıkıntısı vardır ve 2025 yılına gelindiği zaman 7 ülkenin daha çok ciddi su sıkıntısı olacaktır. Bu da bölgedeki su kaynaklarının ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Petrol açısından, doğalgaz açısından Amerika’nın menfaatleri düşünüldüğünde olağanüstü önem taşıyan su yüzünden çatışmaların çıkması da Amerika’nın genel olarak stratejisini etkiliyor. Bu bakımdan şimdi Amerika’da pek çok düşünür bilim adamı diyor ki bölgedeki su meselesinin hallinde Amerika öldürücü rol oynamalıdır. İşte burada tehlike çanları çalıyor demektir. Su meseleleri nasıl çözülecek? Kim hangi sulardan nasıl yararlanacak? Burada size iki konu hatırlatayım. NATO Koleji vardır. Orada bütün konularda araştırmalar yapılır, seminerler düzenlenir, beni de oraya davet ediyorlar, orada konferans vermeye. Orada son konferans vermeye gittiğimde konuşmacılarla konuştum. Baktım önlerinde bir harita. Ne yapıyorsunuz? dedim. Biz stratejik açıdan Orta Doğu su meselelerini inceliyoruz, ddiler. Biz artık hallettik o işleri, su meselelerini dedim. Hayır dediler, bizim için çok önemli, o bakımdan bu su meselesinin stratejik boyutunu biz değerlendirmeliyiz. İki, Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılımıyla ilgili müzakere süreci başlayacağı zaman 2004 yılının Ekim ayında AB tarafından 3 tane rapor verildi. Bir tanesi şu ilerleme raporu, bir tanesi başkanlık sonuçları, üçüncüsü çok önemli. O da Türkiye’nin AB’ye etkileri. Bu rapora bakıyoruz. Türkiye’nin güneydoğusundaki su kaynakları, sulama sistemleri bölgenin stratejik geleceği açısından olağanüstü önem taşımaktadır. Aynen şöyle yazıyor. İsrail ve bölgedeki diğer ülkelerin stratejik menfaatlerini yakından ilgilendirir. Bu bakımdan Türkiye üye olursa bu bölgedeki su kaynakları, barajlar ve sulama sistemleri uluslararası yönetimde olmalıdır. Bu örneğin hiçbir Avrupa ülkesinde örneği yok. Hiçbir Avrupa Belgesinde böyle bir şeyden bahsedilmemiş. Niye bunu böyle düşünüyorsunuz? Çünkü Avrupa da kendi hesabını yapmış. Birkaç sene önce ilginç bir vaka ile karşılaştık. Amerika’nın çok ciddi belgelerinden biri, Orada diyor ki; Bölgede petrol er geç bitecek, ama su azdır. O yüzden su daha değerlidir. Su kaynakları petrolden daha değerlidir stratejik açıdan. Bu suların en büyük kaynağı Dicle ve Fırat’tır. Dicle ve Fırat nehirleri Türkiye’nin kontrolündedir. Biz bu nehirlerin kontrolünü Türkiye devletine bırakmalı mıyız, bırakmamalı mıyız? Benim toprağımı bana bıraksın mı bırakmasın mı? Ve diyorlar ki bizce bu bölgenin denetimi Türkiye’ye bırakılmamalıdır. Şimdi bu bölgelerde pek çok gelişme oluyor. Bunları size söylüyorum, dikkatle değerlendirmek takip etmek gerekiyor. Bu Güneydoğu olayları, Kuzey Irak’taki gelişmelerde petrol boyutu nedir, su kaynakları boyutu nedir? Bunları bizim çok dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor. Sadece gazete haberleriyle durumu değerlendirmek doğru değildir. Cudi Dağı’nda 6 tane petrol mühendisimiz öldürüldü 3 yıl önce ve çok vahşi bir şekilde öldürüldü. Acaba neden? Şerbon tesisleri var Güneydoğu Anadolu’da orada da 3 tane petrol mühendisimiz öldürüldü. Ben orada çok uzun yıllar kalan bir petrol şirketinin sahibiyle konuştum. Cudi dağlarında sizce petrol kaynakları var mı dedim, var dedi. Peki ruhsatları var mı dedim, var dedi. Ama güvenlik nedeniyle şu anda orada petrol araştırması yapılamıyor. Son derece ilginçtir, bölgeyi bu gözle taradığınız zaman ilginç sonuçlara ulaşıyorsunuz. 13 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Bir şey daha söyleyeyim size. Güneydoğu’da Türkiye- Suriye sınırında Kıbrıs büyüklüğünde bir arazi var. Yaklaşık 700 km. uzunluğunda. Bu arazi 1954 yılında mayınlannmış, Suriye’den kaçakçılar geçmesin diye. Fakat bakmışlar ki burada çok değerli topraklar var. Bundan önceki hükümetlerce denmiş ki artık gerek yok bu mayınları kaldıralım. Genelkurmay Başkanlığına müracaat ediyorlar, diyorlar ki bu mayınları kaldıralım bunların temizlenmesine katkıda bulunabilir misiniz? Tabi diyor Genelkurmay, bu mayınları kaldırırız. Ne kadar zamanda yaparsınız diyorlar? 2 yılda yaparız diyorlar. Ne kadara mal olur bu durum? Makine alacaksınız, özel techizat alacaksınız, ne kadara mal olur? Biz bu işi 35 milyon dolara yaparız. Ondan sonra hükümet değişiyor. Ama bu para bir türlü verilmiyor. Geçen yıl mecliste biz bu durumu dile getirdik. Ne oldu bu durum? Biz bu işten vazgeçtik dediler. Neden vazgeçtiniz? Askerler çok tehlikeli buldular. Biz Cumhuriyet tarihinde Türk ordusunun tehlikeli olduğu için bir görevden vazgeçtiğini hiç duymadık. Biz inanmıyoruz buna, bu doğru değil. Peki nasıl yapacaksınız? Bu görevi Maliye Bakanına verdiler. Piyasada bundan sonra pastorize mayın görürseniz hiç şaşırmayın. Maliye Bakanı ne yaptı? İki tane karar çıkartmıştır. Ne yazıyor bu kararlarda bilmiyoruz. Ama bir başka yönetmelik var, onu biliyoruz. Oradan öğrendiğimize göre uluslararası ihale açılacak, Uzman İsrail firmaları bu mayınları 3 yılda temizleyecekler ve bu mayınları temizleyen şirkete 49 yıllığına bu arazilerden yararlanma hakkı tanınacaktır. Biz buna müthiş tepki gösterdik. Bildiğiniz üzere açılmış olan bu ihaleyi iptal etmek zorunda kaldılar. Sonra Danıştay’a gittik ve Danıştay’da yönetmeliği durdurma kararı aldı. Şimdi bakıyoruz başbakanın son demeçlerine, Güneydoğu için yeni paket programı yapıp mayınları temizleyeceğiz diyor. Nasıl temizlenecekse bu mayınlar artık onu göreceğiz. Bu mayınlı bölgenin 300 m. Güneyinde Kamışlı bölgesi var. Kamışlı’da günde 600 bin varil petrol çıkıyor, 300 m. güneyinde bu bölgenin. Yani Allah Türkiye’ye karşı bu kadar adaletsizlik yapamaz. 300 metre güneyimizde petrol var, bizde yok. Bu tartışmaların ardından hükümet de mecbur oldu bu bölgede mayınları temizlemeye başladılar, orada ondört tane petrol kuyusu açıldı onbirinden petrol çıktı. Bu bölgede Güneydoğu sorunu, bazılarının dediği Kürt sorunu, güneydoğuda yaşanan sıkıntılar, Kuzey Irak’taki sıkıntılar bu bölgenin stratejik konumunu değerlendirmeden bunları anlayabilmek mümkün değil. Hakkari’ye gidin, size gösterecekler. Hakkari-Van yolunda petrol bulunmuş. Hakkari’ye gittim gördüm yakından, bulur bulmaz üstünü betonla kapatmışlar. Sonradan anlaşıldı ki Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de gitmiş o bölgeye ve o petrol oradan akarken orada bulunmuş ve o petrolden örnekler almış, tahlil ettirmiş, sonra da kamuoyuna açıklamış. Şimdi bunlar son derece önemli ve ciddidir ve devletseniz meselelere derinlemesine bakacaksınız. Bu vesileyle bir şey daha söyleyeyim, dikkatinizi çekebilir. 1993 yılında dünyadaki petrol şirketlerinden birisi Türkiye Enerji Bakanına mektup yazıyor. Bu mektuplar bizde var. Karadeniz’de çok değerli petrol ve doğalgaz kaynakları var. 8 milyar varillik petrol rezervi var, günde 25 bin metreküp doğalgaz çıkartacak kaynaklar var, diyor. Yalnız bizim bu kaynakları çıkartmamız için sizin petrol kanunlarınızı değiştirmeniz lazım, diyorlar. İmtiyazları aktaracağım şimdi size. Ruhsatların süresini uzatacaksınız, Türkiye’de bırakmak zorunda olduğunuz petrol miktarını azaltacaksınız, şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız. O zamanki hükümet, firmaların baskısıyla biz bu işi yapmayız dedi. Sonra geçen sene bu hükümet zamanında, bir petrol kanunu getirdiler meclise, aynen bu hükümler, fazlası var eksiği yok. Strateji deyince yalnız kendi dışımızdaki bölgemizi düşünmeyeceğiz, bu bölgeyi de düşüneceğiz ve bunu da önemle sizin dikkatinize getirmek istiyorum. Şimdi bu Orta Doğu’daki sorunların en önemlisi petrol ve su sorunu mudur? Hayır. Daha önemlisi var. Barış için en önemlisi ne petroldür, ne doğalgazdır. En önemlisi demokrasidir. Bölgedeki demokrasi eksikliği çatışmaların, istikrarsızlıkların, büyük bunalımların en önemli sebeplerinden birisidir. Dünya’da 14 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ demokrasi son 20 yılda büyük bir hızla gelişti. 1970 yılında dünyada sadece 40 ülke demokrasi ile yönetiliyordu. Şimdi bu hızla arttı ve 21. yüzyıla girdiğimizde dünyada 120 ülke demokrasi ile idare ediliyor. Her bölgede demokrasi gelişti. Orta ve Doğu Avrupa’da işte komünist sistem, Sovyetler Birliği nüfus alanındaki Varşova Paktı ülkelerindeki sistem çöktü, bu ülkeler demokrasiye geçti. Latin Amerika’da demokrasi yaygınlaştı. Uzakdoğu Asya’da demokrasi yaygınlaştı. Afrika da öyle. O kadar ki Afrika’da darbe yapıp iktidara geleni Afrika Birliği Örgütü’nden ihraç ediyorlar. O derece Afrika’da demokrasiyi geliştiriyorlar. Bir tek Orta Doğu kaldı. Acaba neden? Dünyanın her tarafında demokrasi gelişirken neden Orta Doğu’da gelişmiyor? Çünkü büyük devletler demin de anlattığım gibi toprağın altındakilerle meşguller, toprağın üstünde yaşayan insanlarla ilgilenmiyorlar. Birkaç sene önce Amerika, Büyük Orta Doğu Projesini çıkarttı biliyorsunuz. Başkan Bush Büyük Orta Doğu Projesinin amacını açıkladı, biz zannettik ki bölge insanlarına özgürlük, demokrasi gelecek, hayır, en önemli amacı terörle mücadele etmek. Terörle mücadele etmek için demokratik bir ortam yaratılmalıdır. Amerikalılar bu Büyük Orta Doğu Projesiyle ilgili bizim de görüşümüzü sordular. Biz de dedik elinize sağlık çok güzel bir iş yapıyorsunuz belki ama öyle bir eksik var ki bu eksik doldurulmadan bu projenin hiçbir sonucu olmaz, bölgeye demokrasi getiremezsiniz. Nedir o? En büyük eksiklik “Laiklik”tir. Dünyada 51 ülke var halkı Müslüman olan, bu 51 ülke içerisinde bir tek Türkiye gerçek anlamda demokrasidedir. Bunun ötesinde hiçbir ülke gerçek anlamda demokrasiye geçemedi ve bunun en önemli sebebi de laikliğin olmamasıdır. Çünkü laiklik yoksa demokrasi de yoktur. Laiklik halkı Müslüman olan bir ülkenin demokrasi için koşuludur. Laikliği çıkarttığınız zaman ortaya çıkan tablo Arabistan’da gördüğümüz tablo, İran’da gördüğümüz tablodur. Birkaç örnek vereyim. Siz demokrasiyi sadece seçim yapmak için düşünürseniz mesele yok. İran’da başını örtmeyen bir kadın 2 hafta ile 2 ay arasında hapis cezası alıyor kanunen, filanca suçu işleyen 74 kırbaç, bir din adamına karşı eleştiride bulunursanız cezası idam, zina yapan kadınların cezası recm. Bunlar ceza yasasında belirtiliyor. Mesela İran’da kadınların hakim olması yasaktır. Şirvan Ebabil vardır ünlü Nobel ödüllü, hakimmiş kadın, ancak artık kadınların çalışması yasaklanmış. Peki ne yapacaksınız bu kadınları, yaşamını sağlaması gerekiyor, çoluğu çocuğu var, ne yapsın? Evvelce başkanlık yaptığı mahkemeye sekreterlik, katiplik yapması uygun görülmüş. Başını örtmemiş, demiş ben hayatım boyunca başımı örtmedim, daha sonra yasalar çıkıyor ve bir yabancı bir Hıristiyan bile başını açmadan sokakta gezemiyor. Suudi Arabistan’a baktığımız zaman onlarda ceza hükümleri yok çünkü orada hakimler direk Kur’an hükümlerini uyguluyorlar. İşte gazetelerde görüyorsunuz bir Türk’ün kafası kesilsin mi kesilmesin mi bunları tartışıyorlar. İşte gördüğümüz gibi Laiklik olmazsa demokrasi olmuyor, demokrasi olmazsa barış ve istikrar olmuyor. Neden olmuyor? Çünkü dünya tarihinde demokratik devletler arasında bir savaşın çıktığının örneği yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde demokrasinin olduğu yerde savaş yoktur. O nedenle demokrasi barışın, istikrarın sigorta poliçesidir. Bizim de Türkiye’nin bölgede demokrasinin geliştirilmesi için özel bir çaba sarf etmemiz lazımdır. Türkiye’deki laik demokratik sistem bölgedeki tüm devletler için örnek olmalıdır. Bölgede istikrar arıyorsanız laiklik ve demokrasi vazgeçilmez koşullardır. Amerikan anayasasını hazırlayanlardan bir tanesi eski Amerikan başkanlarından Thomas Jefforson’dur. O diyor ki biz dinle devlet arasına bir duvar ördük. Din konusunda uzman, kitapları var, bu konuda. Amerika’da din anlayışı budur, laiklik anlayışı budur. Şimdi bakıyoruz Amerika’nın dış politikasına din faktörü damgasını vurmuş durumda. Açın Google’ı, “Bush” yazın yanına “laiklik” yazın bulacağınız bulgu sayısı sıfırdır. Bir kere bile konuşmalarında laiklik kavramından bahsetmemiş. İlk defa Türkiye-Amerikan sponsorluğunda bir toplantıda laiklik falan demiş, onun dışında da rastlayamazsınız. Clinton 15 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES söylüyordu. Onların da etkisiyle Türkiye’de İslamcılar, Ilımlı İslamcılar furyası falan ortaya çıktı. Bizim bunları çok iyi görmemiz ve değerlendirmemiz lazım. Geçen yıl beni bir konferansa davet ettiler Almanya’da konuşmacı olarak gittim, birkaç konuşmacı daha var. Çok önemli subaylar, diplomatlar var. Orada bir Amerikalı konuşma yapıyordu, dedi ki bu dünyada 1 milyar 300 milyon Müslüman yaşıyor. Bunlardan üçte biri şiddet yanlısı, terör yanlısı, radikal İslamcı. Bizim dünyada 13 milyon düşmanımız var. Biz bu düşmanlarla nasıl baş edeceğiz? Bir tek yolu var, Ilımlı İslam ülkelerini kendi yanımıza çekeceğiz ve bunları bunlara karşı bir kalkan olarak kullanacağız. Bu Ilımlı İslam ülkelerini yanımıza çekmek için, bunların başına Türkiye getirilecek. Bunların stratejileri belli ki Türkiye’yi radikal İslama karşı bir kalkan gibi kullanmaktır. Bunun için üç günde bir Türkiye’den bahsedilirken İslam ülkesi diye bahsediliyor, boşa söylenen bir laf değildir. Değerli arkadaşlarım strateji konusunda benim size anlatacaklarım aşağı yukarı bunlardır. Daha çok söylenecek durum var, İran’ın durumu var, bölgedeki güvenlik sorunları var, Kemalizm var, tüm bunlarım hepsi stratejik değerlendirmelerdir. Ama petrol, su ve demokrasi kavramlarını bu denklemden çıkarttığınız zaman stratejik bir değerlendirme yapmak imkansız hale gelir. İşte biz böyle bir bölgede yaşıyoruz Türkiye olarak, böyle bir bölgede barış içinde yaşamayı başarmış pek nadir ülkelerden biriyiz. 1922 yılından bu yana gerçek anlamda bir savaşın içine girmedik. Barışın içinde yaşadık ve o kadar uzun süre bölgede barış içinde yaşayan Türkiye dışında hiçbir devlet yoktur. Bütün Avrupa ülkeleri içinde sadece üç ülke bu kadar uzun süre barış içinde yaşamıştır. Biz tarihimizin en uzun barış dönemi içinde yaşıyoruz. Ama bu herkesin tatlı rüyası değil. Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nın içine sokmaya çalıştılar, başaramadılar İsmet İnönü’nün sayesinde. İran- Irak savaşının içine çekmeye çalıştılar, başaramadılar, çok dirençli bir politika izledik. Irak savaşının içine çekmeye çalıştılar, Türkiye’yi cephe ülkesi yapmaya çalıştılar, Amerikan askerlerini Türkiye üzerinden Irak üzerine saldırtacaklar, fiilen ve hukuken Türkiye savaşa girmiş olacak, Meclis buna izin vermedi. Yani bütün bunları aştık, barışın ve istikrarın kıymetini bilmek lazım. Ama biz oturduğumuz yerde barış içinde olup bitenleri seyredelim diyemeyiz. Bunun için aktif politika uygulayacaksınız. Bunun anahtarı da demokratik ve laik sistemi bölge ülkelere yaygınlaştırmak için demokratik olarak gayret göstermektir, bunun fikriyatını yapmaktır, bunu bir politika haline getirmektir. Türkiye’de bu zihniyet var mıdır bugün? Üzülerek söylüyorum ki tam tersi. O bakımdan şu anda demokrasiye gerçek anlamda inanan, bölgede barışı, istikrarı gerçekten isteyen, savunan insanların Laik Demokrasinin önemini de bu açıdan değerlendirmelerinde çok yarar vardır. Hepinizi tekrar saygı ve sevgiyle selamlıyorum. 16 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ BİRİNCİ OTURUM TODAY’S MIDDLE EAST (BUGÜNKÜ ORTA DOĞU) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Hasan KÖNİ Raportör : Yrd. Doç. Dr. H. Övgü TÜZÜN Konuşmacılar Christopher KRAFFT Oliver CORNOCK 17 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES CHALLENGES AND PROSPECTS FOR THE FUTURE OF THE MIDDLE EAST “A UNITED STATES GOVERNMENT PERSPECTIVE” Christopher Krafft∗ I am very pleased to be able to speak to you today and appreciate the invitation from the Strategic Research Center to participate. I was asked to talk about challenges and prospects in the Middle East. It’s a very broad topic and our time is limited, so I thought it would be most useful to provide an overview of current U.S. policy and how we see events, both current and in the near-term, in three key areas of the region: Iraq, Iran, and the Israeli-Palestinian Conflict/Middle East Peace Process. I will focus first, and primarily, on Iraq, for we continue to view the successful development there of a united, stable country with a democratically elected government, operating under the rule of law, as critical to the overall stability and development of the region. As U.S. Ambassador to Iraq Ryan Crocker and Commander of the Multi-National Force-Iraq General David Petraeus noted in testimony last week before the U.S. Congress in Washington, events in Iraq over the past seven months have strengthened the view of U.S. officials that there is a positive trajectory of political, economic, and diplomatic developments in Iraq. To be clear, immense challenges remain and progress is uneven and often frustratingly slow, but there is progress. What has been achieved is substantial, but it is also, unfortunately, reversible. Sustaining that progress will require continued resolve and commitment on the part of Iraq’s leaders, on the part of the United States, and on the part of Iraq’s neighbors and the broader international community. On the political front, Iraq has seen bottom-up progress. Progress in the provinces is leading to progress in Baghdad, as Iraqi leaders increasingly act together, share power, and forge compromises on behalf of the nation. In the last several months, Iraq’s parliament has formulated, debated vigorously, and in many cases passed legislation dealing with vital issues of reconciliation and nation building. We’ve seen a new Pension Law passed. De-Ba’athification reform and a new Amnesty Law reflect a strengthened spirit of reconciliation. The Provincial Powers Law is a major step forward in defining the relationship between the federal and provincial governments. Passage of this legislation required debate about the fundamental nature of the state, something many countries, including my own, have engaged in and continue to do so to some degree even today. The Provincial Powers Law calls for provincial elections by October 1, 2008 and an Electoral Law is now under discussion that will set the parameters for elections. All major parties have announced their support for these elections, which will be a major step forward in Iraq’s political development and will set the stage for national elections in late 2009. A new Iraqi flag was approved and is now flying in all parts of the country for the first time in ten years. The passage of the 2008 budget, with record amounts for capital expenditures for real infrastructure development, insures that the federal and provincial governments will have the resources for public spending. ∗ External Affairs Chief, U.S. Embassy, Ankara, Turkey, Krafft, KrafftCM@state.gov 18 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ All of these legislative advances demonstrate the degree to which Iraq’s Council of Representatives has developed as a national institution. Last year the Council suffered from persistent and often paralyzing disputes over leadership and procedure. Now, it is successfully grappling with complex issues and producing viable tradeoffs and compromise packages. As debates in Iraq’s parliament have become more about how to resolve tough problems in a practical way, Iraqi politics have become more fluid. While politics still have a sectarian bent and basis, crosssectarian coalitions have formed around issues, and sectarian political groupings which often were barriers to progress have become more flexible. U.S. officials serving in Iraq point out that this political progress has led to a change in attitude among the population. Only last year, many people questioned whether hatred between Iraqis of different sectarian backgrounds was so deep that a civil war was inevitable. We are not hearing those fears today. The Sunni Awakening movement in al-Anbar, which courageously confronted al-Qa’ida, continues to keep the peace in the area and keep al-Qa’ida out. Fallujah, once a symbol for violence and terror, is now one of Iraq’s safest cities. The Shi’a holy cities of an-Najar and Karbala are enjoying security and growing prosperity in the wake of popular rejection of extremist militia activity. Security improvements in recent months have diminished the atmosphere of suspicion. Granted, scenes of masked gunmen fighting in the streets of Basrah in recent weeks make it difficult to point to great progress in Iraq. However, Prime Minister Maliki’s decision to combat the Sadrist Special Groups in Basrah and the unstinting support he received from political forces from all sectarian communities, while the outcome remained very much in doubt, speak well to the progress that has been made in striking a national consensus to fight against criminal and extremist groups. Nonetheless, Moqtada al-Sadr’s movement remains a wildcard and Iraq’s ability to drive a wedge between the mainline Jaysh al-Mahdi, and Iraniansupported Special Groups will play an important role in determining the degree to which members of the Special Groups will remain a threat to the Iraqi state. Other significant political challenges remain. A reinvigorated cabinet is necessary both for political balance and to improve delivery of services to all Iraqis. Challenges to the rule of law, especially corruption, are enormous. Disputed internal boundaries – the Article 140 process – must be resolved. The return of millions of refugees and the internally displaced must be managed. The rights of women and minorities must be better protected. Iraqis are aware of the challenges they face, and are working on them. On the economic front, there has been steady progress as the security situation has improved. According to recent polling figures, 78 percent of Iraqi business owners surveyed expect the Iraqi economy to grow significantly in the next two years. The IMF projects that Iraq’s GDP will grow seven percent in real terms this year. Inflation has been tamed. Iraq is now earning sufficient financial resources through oil production and export that it is able to fund much of its own infrastructure development. As a result, our primary focus has shifted to capacity development, both at the central and provincial government levels. Despite the gains, Iraq’s economy is fragile and the challenges great. Iraqis need to continue to improve governmental capacity, pass national-level hydrocarbons legislation, improve electrical production and distribution, and improve the climate for foreign and domestic investment. We will continue to help Iraq as it tackles this agenda, along with other international partners, including the United Nations, the World Bank, and Turkey. The increased engagement and involvement of the international community, and especially Iraq’s neighbors, has been another positive trend that 19 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES the United States has worked hard to encourage. The United Nations has taken advantage of an expanded mandate granted to the UN Assistance Mission in Iraq (UNAMI) to increase the scope of its activities and the size of its staff. Under dynamic new leadership, UNAMI is playing a key role in preparing for provincial elections and in providing technical assistance to resolve disputed internal boundaries. The International Compact with Iraq provides a five-year framework for Iraq to reform its economy and achieve economic self-sufficiency in exchange for long-overdue Saddam era debt relief. Preparations are underway for a ministerial level Compact meeting in Sweden next month. Thanks in large measure to Turkey’s committed efforts, the Iraq Neighbors Process has been successfully established as a de facto contact group that serves to support the Iraqi government. Ministers will join together in Kuwait next week to discuss progress made since last November’s ministerial in Istanbul in establishing stronger cooperation on security, energy, and in dealing with the ongoing plight of refugees. Despite these diplomatic successes, support from Arab capitals has not been as strong as we would hope, and must improve for the sake of Iraq and the sake of the region. Bahrain’s recent announcement that it will return an ambassador to Baghdad is welcome, and we hope other Arab states will follow suit. Obviously, the presence of the terrorist PKK in northern Iraq remains a major source of tension between Turkey and Iraq and an impediment to stronger bilateral relations between these two natural allies. However, President Talabani’s successful visit to Ankara last month represents, we believe, a breakthrough for the relationship and we remain confident that continued progress in diminishing the PKK presence in Iraq will lead to a deepening of Turkish-Iraqi relations. The United States is committed to continuing to support and assist our Turkish allies in battling this terrorist organization. As Ambassador Crocker and General Petraeus both noted, a conclusion that we draw from these signs of progress is that the strategy that began with the surge of U.S. military forces into Iraq last year is working. However, senior U.S. officials also note that U.S. support cannot and should not be open-ended and that the nature of U.S. engagement in Iraq should diminish over time. It is in that context that we have begun to negotiate the future nature of the U.S.-Iraq bilateral relationship. Last year, Iraq’s five principal leaders requested a long-term relationship with the United States, to include economic, political, diplomatic, and security cooperation. The heart of this relationship will be a legal framework for the presence of American troops similar to that which exists in nearly 80 countries around the world where U.S. troops operate or are based. The Iraqis view the negotiation of this strategic framework and status of forces agreement as a strong affirmation of Iraqi sovereignty – placing Iraq on par with other U.S. allies and removing the stigma of Chapter VII status under the UN Charter, pursuant to which Coalition forces presently operate. U.S. forces will remain in Iraq beyond December 31, 2008, when the UN resolution currently governing their presence expires. This new agreement will provide the legal authorization for that presence to continue. The agreement will not, however, establish permanent bases in Iraq. In fact, senior U.S. officials have said that they anticipate the agreement will expressly forswear them. To reiterate, we do not seek permanent bases in Iraq. The agreement will not specify troop levels nor will it tie the hands of the next President of the United States to be able to make his or her own determination regarding the continued presence and/or level of U.S. troops in Iraq. 20 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ You all are likely aware of the ongoing debate in the United States over the continued presence of U.S. military forces in Iraq, the timing of a withdrawal of those forces, and whether the goal of a future democratic Iraq is achievable. General Petraeus recommended, and President Bush accepted, that the five additional brigades of U.S. troops that represented the surge that began last year be withdrawn by the end of July. This represents a 25% decrease of U.S. combat brigades in Iraq from last year. Withdrawal of additional troops will undoubtedly continue to be a focus of debate as the campaign for a new president in my country continues and intensifies as November elections near. However, the aim in moving forward with this agreement will be to ensure that the next President arrives in office with a stable foundation upon which to base policy decisions. While the issue of future troop levels in Iraq may be among the first taken up by a new President in Washington upon taking office in January 2009, I believe that regardless of who that person may be, the United States will continue to maintain Iraq’s stability and security as among its highest priorities. There is no alternative. Iraq has the potential to develop into a stable, secure, multi-ethnic, multi-sectarian democracy under the rule of law. Whether it realizes that potential is ultimately up to the Iraqi people. U.S. support, however, will continue to be critical to achieving that success. We recognize that and are committed to maintaining it. Let me turn now to Iran. As I noted, Iran continues to support illegal, violent groups in Iraq in an effort to undermine the progress Iraqi leaders are making to unify their nation. The support of Iran’s Qods Force, with help from Lebanese Hezbollah, for the Special Groups remains a lethal threat to long-term success of democracy and stability in Iraq. It was these groups that launched Iranian rockets and mortar rounds in Baghdad two weeks ago. Iraqi and Coalition leaders have repeatedly noted their desire that Iran live up to promises made by President Ahmadinejad and other senior Iranian leaders to stop their support for the Special Groups. However, Qods Force activities that threaten Iraq’s security have continued, and Iraqi leaders clearly recognize the threat they pose. It should come as no surprise that Iran continues to back illegal, terrorist elements in Iraq. It does so throughout the region, providing funds and arms to terrorist groups ranging from Hamas in Gaza and Hezbollah in Lebanon to the Shi’a militants in Iraq and the Taliban in Afghanistan. Everywhere one sees violence and efforts to silence voices of reason and compromise in the region, one can usually see an Iranian hand behind it. It is a concern voiced to us in country after country in the region, including here in Turkey. In an effort to help improve security for the Iraqi people, the United States has made clear its willingness to engage with Iranian officials in Baghdad to discuss security in Iraq. While there have been initial talks, time and again Iranian officials have pulled out of planned discussions at the last moment, without reason. As President Bush stated, the regime in Tehran has a choice to make. It can live in peace with its neighbor and enjoy strong economic, cultural, and religious ties. Or it can continue to arm, train, and fund illegal militant groups, which are terrorizing the Iraqi people and turning them against Iran. If Iran makes the right choice, the United States will encourage a peaceful relationship between Iran and Iraq. If Iran makes the wrong choice, the United States stands ready to protect U.S. interests, our troops, and our Iraqi partners. This is also the U.S. approach on the issue of Iran’s continued failure to cooperate fully with the International Atomic Energy Agency (IAEA) as it pursues a nuclear program. The United States wants a positive and cooperative relationship with Iran. We have made it abundantly clear that we are prepared to sit down and 21 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES talk with Iranian leaders if Iran verifiably suspends its enrichment program. Iran has chosen to ignore this. We believe Iran is still a threat to its neighbors, to the broader Middle East region, and to broader international security and stability. Iran has the delivery system for nuclear weapons and is continuing its uranium enrichment program. Iran has only halted its nuclear weapons program but there is no assurance that this program could not be restarted at the Iranian Government’s discretion, particularly if Iran continues to perfect uranium enrichment in violation of its UN Security Council obligations. Iranian claims that it is installing an additional 3,000 centrifuges at its Natanz enrichment facility only serve to further escalate its noncompliance with UN Security Council resolutions. If Iran were indeed serious about a peaceful nuclear program, as it claims, it would suspend its proliferation-sensitive nuclear activities and accept the P5+1 package. Under the provisions of that package presented to the Iranians in 2006, Iran would gain: - Recognition of its right to nuclear energy for peaceful purposes; Assistance to improve Iran’s access to the international economy, markets, and capital through support for Iran’s integration into international organizations such as the World Trade Organization; - Cooperation on civil aviation; Support infrastructure; - for modernization of Iran’s telecommunications Cooperation in the field of high technology; and Support for agricultural development, including possible access to U.S. and European agricultural products, technology, and farm equipment. What has Iran’s response been? Continuation of its radical course through pursuit of a nuclear weapons capability, its notoriety as the world’s leading supporter of terrorist groups, and its deplorable treatment of its own people. Once again, the international community is imposing sanctions on Iran. On March 3, the UN Security Council adopted Resolution 1803, the fifth time the Security Council has acted on the Iran nuclear issue. It is the fourth time the Council has acted under Chapter VII of the UN Charter to impose legally binding sanctions on Iran for the proliferation risks presented by its nuclear program and its failure to suspend its proliferation sensitive nuclear activities. Name a country that is pleased about the fact that Iran continues to pursue its nuclear program or is happy that Iran is funding and arming Hezbollah, and Hamas, and Palestinian Islamic Jihad, and the Taliban, and the Shia militants in Iraq. Clearly, nations throughout the Middle Ease region recognize the threat posed by Iran, as does the broader international community. They see Iran as a country disturbing the peace and fomenting instability and therefore whose power needs to be contained. And that is the basis of U.S. policy – to contain Iranian power, which we see as a very negative force in the Middle East. Even nations that have good economic relations with Iran – China, Russia, Turkey – are determined that Iran not procure a nuclear weapon, which we believe remains the goal of many within the Iranian leadership, who link the development of nuclear weapons to Iran’s key national security and foreign policy objectives. 22 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ The global community has provided a way out of this dilemma that will benefit the Iranian people. Whether the regime in Tehran chooses this path or continues to choose a path of confrontation is up to them. Finally, let me turn quickly to the Middle East Peace Process. The establishment of a Palestinian state is long overdue. The United States firmly believes that a Palestinian state will enhance stability in the Middle East and contribute to the security of people in Israel and throughout the region. Secretary Rice has said she believes the peace agreement should happen, and can happen, by the end of this year. The United States is working with Israel and the Palestinians on four parallel tracks: A track in which both sides fulfill their commitments under the roadmap. Neither party should undertake any activity that contravenes roadmap obligations or prejudices final status negotiations. On the Israeli side, this includes ending settlement expansion and removing unauthorized outposts. On the Palestinian side, this includes confronting terrorists and dismantling terrorist infrastructure; A track in which the Palestinians build their political, economic, and security institutions with the help of Israel and the international community; An international track. The United States appreciates the Arab Peace Initiative and believes that Arab states that are committed to regional peace should reach out to Israel; and A bilateral Israeli-Palestinian track. It is our hope that leaders on both sides will ensure that their teams negotiate seriously and discuss the core issues between them. Obviously, the status of Gaza remains a major complicating factor to the establishment of peace. The United States believes a new approach is needed on Gaza. We have encouraged Israel, the Palestinian Authority, and Egypt to work together to formulate such an approach that will provide security to all three parties, empower the Palestinian Authority, ensure the humanitarian needs of Gazans are being met, and work toward the establishment of conditions that will permit implementation of the 2005 Agreement on Movement and Access. A fundamental choice confronts the Palestinians. It is a choice between violent extremism on the one hand, and tolerance and responsibility on the other. Hamas has made its choice. It has sought to extinguish democratic debate with violence and to impose its extremist agenda on the Palestinian people in Gaza. Violence will not bring Palestinians the state they seek and deserve. Responsible Palestinians, led by President Abbas and Prime Minister Fayyad, are making their choice and we believe the international community must support those Palestinians who wish to build a better life and a future of peace. Hamas can be part of that peaceful process by accepting the principles outlined by the Quartet: - Renunciation of violence and terror; - Recognition of Israel; and the roadmap. Acceptance of previous agreements between the parties, including For the sake of the Palestinian people, we hope Hamas leaders will see that the choice they have made will only lead to further misery. 23 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES The United States is firmly committed to supporting the Israelis and Palestinians with resources and resolve as they work to realize peace. The U.S. has provided $148 million in 2008 to the UN Relief and Works Agency for Palestine Refugees in the Near East and over $290 million in 2007 in assistance both through the UN and directly to the Palestinian Authority. Peace between Israelis and Palestinians is a national interest for the United States, as it is for Turkey, and we now have a real opportunity to achieve progress. Success in this endeavor is vital for securing a future of peace, freedom, and opportunity in the Middle East. In all these cases, there are dangers and opportunities. The primary danger is that failure in these countries will lead to increased regional instability, violence, and terror. However, as President Bush noted during his trip to the region in January, success will demonstrate that the decades during which the people of the Middle East have seen their desire for liberty and justice denied at home and dismissed abroad in the name of stability will have come to an end. We see extremists who have hijacked Islam in an effort to impose their totalitarian ideology on millions. What the United States seeks is not territory, is not oil, is not dominance, but rather we seek our shared security in greater liberty throughout the Middle East. We believe that stability can only come through a free and just region, where the extremists are marginalized by the millions of ordinary citizens who seek the same opportunities that we enjoy in the United States, in Europe, in Turkey. And we look forward to working closely together with our Turkish allies to achieve this end. 24 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Oliver CORNOCK (Oxford Business Group) ECONOMICAL SITUATION IN THE MIDDLE EAST AND ENERGY SOURCES (PAPER EXCLUDED DUE TO THE TECHNICAL REASONS) 25 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ÖZEL BİLDİRİ MIDDLE EAST AND THE WORLD (ORTA DOĞU VE DÜNYA) Prof. Dr. Tayyar ARI ORTA DOĞU VE DÜNYA Tayyar Arı∗ Çok değerli öğretim üyeleri değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu güzel sempozyuma beni de davet ettiğiniz için içtenlikle teşekkür etmek istiyorum. Orta Doğu ve Dünya ilişkilerini birkaç kapsam içinde ele almaya çalışacağım. Coğrafik Konteks Orta Doğu, en geniş anlamda batıda Cebeli Tarık boğazından başlayarak Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’ı içine alan doğuda Umman Körfezi’ne kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan’dan Yemen’e uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in yer aldığı bir coğrafya olarak tanımlanabilir. ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” de aslında bu geniş coğrafyayı kapsamaktadır. Yaygın kullanımı bu kadar büyük olmasa da Orta Doğu yine de kuzeyde Hazar Denizi’ne Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya dayanan doğuda Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezi’ni; güneyde Babel Mendep Boğazı ve Aden Körfezi’ni ve batıda Mısır’ı aynı zamanda Akdeniz’i, Karadeniz’i Ege Denizi’ni, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını, Kızıl Deniz’i, Tiran Boğazı’nı ve Süveyş Kanalı’nı, Basra Körfezi’ni, eski Mezepotamya’yı, Bereketli Hilâl’i, Nil’i ve Fırat’ı içine alan coğrafyayı ifade etmektedir. ∗ Prof. Dr. Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, atayyar@uludag.edu.tr 26 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Bununla beraber, daha dar anlamda, ama daha yaygın kullanımı itibariyle, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran’ın yer aldığı, doğuda yine Umman Körfezi’ne, güneyde ise Aden Körfezi ve Yemen’i içine alan bölge Orta Doğu olarak tanımlanabilir. İkinci tanım itibariyle Mısır’ın batısında yer alan bölgeler Kuzey Afrika kavramı içinde, Afganistan ve Pakistan ise Güney Asya ya da Güney Batı Asya coğrafyası içinde düşünülmektedir. Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın, Orta Doğu’dan söz edildiğinde daha ziyade dinsel anlamda Müslümanların, etnik anlamda ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeden söz edilmektedir. Bununla beraber, İslâmiyet’in yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da diğer önemli dinler olarak bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role sahip olmuştur. Bölgenin ağırlıklı olarak Araplar, Türkler ve Farslardan oluşan yapısında, Kürtlerin ve Yahudilerin de belirleyici bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini söylemek mümkündür. Bölge bu anlamda jeopolitik teorisyenlerin de dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları bir bölge olagelmiştir. Mackinder’in “dünya adası” olarak tanımladığı bölge ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölgeler buradadır. Ayrıca Mahan’a göre bir dünya imparatoru olmak için önemli deniz ticaret yollarına hâkim olmak gerektiğine göre, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Süveyş Kanalı ve Cebeli Tarık Boğazı bu bölgede yer almaktadır. Bu bölgede egemenlik kurmayı başaran bir devletin dünya gücü olması sorgulanmaz. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise bölgeyi doğrudan ve dolaylı olarak etkileri altına alan ABD ve SSCB, bu sayede dünya gücü olmuşlardır. Tarihsel Konteks Bölge her halükârda tarihin her döneminde tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken bir bölge olagelmiştir. Bu önemi bir anlamda insanlık tarihinin burada başlamasından kaynaklanmaktadır. Yaklaşık yüzyıl doğrudan iki yüzyıl ise dolaylı olarak bölgeyi etkilemiş olan Haçlı seferleri karşısında Müslüman Arap dünyasının Hıristiyan Batı’nın egemenliği altına girmesi önce Selâhaddin Eyyübi, sonra Memlük ve Selçuk Türkleri daha sonra ise Osmanlı Türkleri tarafından engellenmiştir. Selçuklular dönemi, Sünnî Müslümanların özellikle de Abbasi halifelerinin eski saygınlığını tekrar kazandıkları yıllar olmuştur. Bizans İmparatorluğu’na son veren ve yarı Avrupa’yı egemenliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu dönemi ise Müslüman dünyanın Batı dünyası karşısında kendi kültür ve değerlerini en geniş anlamda yaşadığı, koruyup geliştirdiği bir dönem olarak bilinir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden ayrılması Batılı güçler için yeni bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve bölgeyi egemenlikleri altına alarak emperyalist amaçlarına uygun şekilde biçimlendirmişlerdir. Ekonomik Konteks Bölge bu dinsel ve tarihsel nedenlerin yanında ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin % 80’i, doğal gaz rezervlerinin ise yaklaşık % 50’si bulunmaktadır. Dar anlamdaki Orta Doğu’yu dikkate aldığınızda bile bu oranlar % 70 ve % 35’in altına düşmemektedir. Yaklaşık 1.1 trilyon varil dolayında olduğu bilinen kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin 800-850 milyar varili bu bölgede (Büyük Orta Doğu’da) bulunmaktadır. Bu bölge gerçekten dünyanın enerji merkezidir. Uzun ömürlü, ucuz ve oldukça bol olan bu enerji kaynağı dünya ekonomisi açısından oldukça yaşamsal bir değer taşımaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya hegemonyasını ele geçirme ya da sürdürme; dünya ekonomisine yön verme; kimin ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar verme yetkisini elinde bulundurma olanağını vermektedir. Bölge dünya silâh piyasası için en önemli pazar niteliğindedir. Dünya silâh ithalatının % 70’i bu bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 27 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Bu gün dünya enerji kaynakları içinde petrol ve doğal gazın payı yaklaşık yüzde 70’i bulurken, söz konusu enerji kaynaklarından petrolün yüzde 70-80’i, doğal gazın ize yüzde 50’si bu bölgede (Büyük Orta Doğu’da) bulunmaktadır. Dünya genelinde petrolden dolayı yılda yaklaşık 4 trilyon dolarlık (petrolün varilinin 55-60 dolar olması halinde) bir işlem hacmi gerçekleştirilmektedir Bu paranın 1 trilyon doları üretici ülkelerin kasasına giderken 2 trilyon doları şirketlerin kasasına girmektedir. Bununda yüzde 80’i beş büyük şirket (BP, Shell, Exon-Mobil, ChevronTexaco ve Total-Elf) tarafından gerçekleştirilmektedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki dünya petrol tüketiminin yüzde 25’i tek başına ABD tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu rakam Avrupa, Rusya ve Orta Asya ülkelerinin toplam tüketimine eşit, aynı şekilde Çin ve Japonya’nın da içinde yer aldığı Asya-Pasifik bölgesinin payı da ancak ABD kadar. Dolayısıyla, ABD toplam ithalatının yüzde 25’ini bölgeden gerçekleştirirken, Japonya yüzde 70’ini Avrupa ülkeleri ise yaklaşık yüzde 55-60’ını bölgeden karşılamaktadır. Ayrıca petrol fiyatlarındaki 20 dolarlık artış dünya genelinde gayri safi yurt içi hâsılalarda yüzde 1’lik bir düşüşe, enflasyon’da ise yüzde 1’lik artışa yol açmaktadır. Talep düşmesi ve maliyet artışından kaynaklanan daralma işsizliği arttırmakta ve yılda 800,000 kişinin işsiz kalmasına neden olmaktadır. Tüm bu veriler bu bölgede egemenlik kurmanın rakiplerinizi yola getirmenin de önemli bir unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Bu enerji kaynakları üzerinde doğrudan ya da en azından dolaylı denetim sağlamak ve bu kaynakların rakip güçlerin eline geçerek size karşı kullanılmasını engellemek bir süper güç için kendi hegemonik üstünlüğünü sürdürebilmesi ve diğer ülkelerin kaderini belirleyebilecek gücü elinde bulundurması için son derece önemlidir. Bu arada ABD’nin yıllık savunma bütçesinin yaklaşık 500 milyar dolar olduğunu ve bunun İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi büyük güçlerin de içinde yer aldığı tüm Avrupa, ayrıca Rusya, Japonya ve Çin’in toplam askeri harcamalarından daha fazla olduğunu unutmamakta yarar var. Son bir not olarak Rusya’nın yüzde 8’lik payla yer aldığı dünya silah ihracatı içinde ABD’nin payının yüzde 65 olduğunu ve yine dünya silah ithalatının yaklaşık yüzde 70’ini Orta Doğu ülkelerinin gerçekleştirdiğini kaydetmek gerekir. Siyasal Konteks Bölge aynı zamanda geleneksel ve modern demokratik ülkelerin yan yana bulunduğu bir bölge niteliğindedir. Bölgenin parlamenter sisteme sahip en demokratik ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca İsrail’in de demokratik bir ülke olmasına karşılık, aslında koyu bir teokratik devlet niteliği bulunmaktadır. 1979 devrimiyle kendine özgü, Şiî inancına uygun bir rejime sahip olan İran’ın seçilmiş bir parlamentosu, serbest seçimlerle oluşmuş bir devlet başkanı bulunmasına rağmen bütün denetimin dini liderin ve dinsel bürokrasinin elinde olması sistemin demokratik olma iddiasına gölge düşürmektedir. Ayrıca Mısır, bölgede parlamenter rejimle yönetilen bir ülke olmakla beraber demokratikleşme ve demokratik katılım konusunda gerekli açılımları yapamaması ülkenin otoriter görünümünü öne çıkarmaktadır. Öte yandan uzun yıllar Baas’ın koyu baskısı altında yaşayan Suriye halkı Beşir Esad’la beraber dış dünyaya açılmaya başlamış ve önemli reformları hayata geçirmeye çalışmaktadır. Monarşiyle yönetilen Ürdün ise bölgede serbest seçimle oluşan parlamentosu ve çok sesli siyasal yapısı ile özellikle II. Abdullah’tan sonra daha demokratik bir görünüme sahip olmuştur. Suriye ve İsrail arasında sıkışmış olan Lübnan, 1920’lerden itibaren demokratik parlamenter sistemi uygulamaya başlamış olmasına karşılık, gerek etnik çeşitliliği nedeniyle yaşadığı iç savaşlardan, gerekse Marunilerin İsrail’i, Müslümanların ise Suriye’yi doğal müttefik olarak görmeleri bu devletin kendi başına politika üretmesine engel olmakta; hatta bağımsız bir devlet olma görüntüsüne gölge düşürmektedir. Bölgenin güneyinde bulunan birleşik Yemen her şeye rağmen demokratikleşme konusunda çok ciddi bir kararlılık sergilemektedir. Fakat bu iradenin önünde en büyük engel demokrasinin gelişimi için gerekli olan ekonomik ve kültürel altyapının yeterli olmamasıdır. Ancak bunların dışında birer 28 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ hanedanlık rejimleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve Umman’da demokrasi oldukça yavaş ilerlemektedir. Buna karşılık söz konusu ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçiş daha hızlı gerçekleşmektedir ve bu konuda epey bir mesafe alınmıştır. Bölgede özel mülkiyet sınırlanmadığı ve özel girişimcilik engellenmediği gibi yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için ek tedbirlere başvurulmaktadır. Bunlardan özellikle Bahreyn ve Katar dünyanın en önemli bankacılık ve finans merkezleri arasında yer almaktadır. ABD’nin Büyük Orta Doğu Politikasının bölgenin ekonomik ve demokratik anlamda geri kalmışlığına çözüm getirecek bir proje olduğu iddia edilmektedir. Bu çerçevede bölgedeki ülkelere kaynak aktarılacağı ve demokratik katılımın teşvik edilerek değişimi gerçekleştirmelerinin sağlanacağı ifade edilmektedir. Bu güne kadar bu konuda ciddi bir adımın atılmaması şöyle dursun, bu proje baştan beri pek çok konuda boşlukları olan ve hatta kuşkulara yol açan unsurları ile gerçekleştirilebilirliği tartışmalı bir projedir. Özellikle bölgenin önemli bir güvenlik sorunu ve bölge ülkeleri açısından Orta Doğu barışının ana unsuru olan Filistin sorununa kapsamlı bir çözüm öngörülmemektedir. İsrail üzerinde bir baskı yapmaya niyetli görünmeyen ABD, Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması konusunda çok daha hızlı davranmıştır. Bölgenin ekonomik geri kalmışlık ve demokratikleşme konusu ise soru işaretleri ile dolu bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Zira ABD’nin hangi ülkede demokratikleşmeyi destekleyeceği, hangisinde mevcut durumu devam ettireceği konusu da oldukça karmaşık bir konudur. Washington’un Mısır’da ikinci defa seçilirken rakiplerini siyaset dışında tutmaya özen gösteren ve 25 yıldır işbaşında bulunan Hüsnü Mübarek üzerinde bir baskı uygulamaya kalkışmaması anlamlı değil midir?. Çünkü Özellikle Özbekistan’da Amerikan müttefiki Kerimov hükümetini yıkmaya dönük gelişmelerden ve Filistin’de Hamas’ı işbaşına getiren seçimlerden sonra bir demokratikleşme sürecinin Amerikan aleyhtarı güçleri işbaşına getirecek olması Amerikan yönetiminin tutumunda oldukça etkili olmuşa benziyor. Aynı şekilde Libya liderinin Amerikan yanlısı açıklamaları üzerine o güne kadarki hesabın üzeri çizilmiş ve Libya eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulmuştur. Amerikan yönetiminin eleştirilerine hedef olmakla beraber Washington’un Suudi hanedanından vazgeçme olanağı var mıdır? Aynı şekilde Kuveyt’te Sabah ailesinden, Bahreyn’de Halife ailesinden, Katar’da Tani ailesinden, Umman’da Said ailesinden ve Ürdün’de Haşimi ailesinden vazgeçmesini düşünmek ne kadar gerçekçidir? Bu ülkelerde mevcut hanedanlıkların işbaşında kalmasını da sağlayacak bir demokratikleşme bölgenin demokratikleşme sorununu çözebilir mi ya da ABD gerçekten bu işte ne kadar samimidir? Aynı şekilde Yemen, Cezayir ve Fas’taki yönetimlerin Amerikan yönetimi ile bir sorunu olmadığı zaten biliniyor. O zaman geriye kalan ve demokratikleştirilecek rejimler bellidir. Bunlar Amerika ile problemi olan Washington ile ortak bir dil geliştirememiş, ülkesini Amerikan sermayesine açmamış, kendi hallerine bırakılırsa dolar bölgesinden euro bölgesine geçen ya da geçme olasılığı olan ve dolayısıyla Beyaz Saray açısından rejim değişikliğinin kaçınılmaz görüldüğü ülkelerdir. Bunlar Sudan, Suriye, İran ve Irak’tı. Bu ülkelerin mevcut rejimleri bölgede Amerikan yönetimlerinin bir numaralı hedefi olmuştur. Bunlardan Irak “demokratikleştirildi”; sıra diğerlerinde mi? Hatırlarsak 2000 seçimlerini kazanan Bush, 2001‘de görevi devraldıktan sonra yaptığı ilk konuşmalarda bazı ülkeleri kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışmakla suçlayarak hedef göstermeye başlamıştı. Bu devletler o günler için Irak, İran ve Kuzey Kore’ydi. Haydut devlet adını verdiği bu devletler ABD için hedef ülkeler olarak seçilmişti. Bu bağlamda Bush yönetimi 1972 tarihli ABM anlaşmasını tartışmaya açmış ve Rusya’nın itirazına rağmen bu anlaşmayı tek taraflı feshedeceğini ifade etmişti. İşte bu ortamda gündeme gelen 11 Eylül olayı aslında zaten değişim geçiren Amerikan politikası için mükemmel bir ideolojik alt yapı oluşturmuştur. ABD, bu olayın arkasından tek taraflı müdahaleyi öngören önceden saldırı ya da önleyici savaş adı verilen Bush Doktrini’ni kamuoyuna açıkladı. Söz 29 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES konusu politika çerçevesinde yukarıda adı geçen ülkelere yenileri eklenerek ama özelde kitle imha silahlarına sahip olan ve “terörist örgütlere destek veren ülkeleri” açıkça saldırı tehdidi ile uyarmaktaydı. Sadece bu ülkeleri değil “ya bizimle berabersiniz ya da karşımızdasınız” diyerek Amerikan politikasına bırakın karşı olmayı destek vermeyen bütün ülkeleri tehdit ederek bir tercihe zorlamaktaydı. İşte bu gelişmelerin bir sonucu olarak, önce Afganistan olayı yaşandı arkasından da bütün dünyanın ve BM’nin karşı olmasına rağmen Irak saldırısı gerçekleşti. Stratejik/Güvenlik Konteksi ve Amerikan Politikası Hatırlıyorsanız ABD, Truman Doktrini ile 1947’de Soğuk Savaş’ın kendisi için de başlamış olduğunu ilan etmekte ve Komünist tehlike karşısında özgür uluslara koruma sözü vermekteydi. ABD, 1957’de Eisenhower Doktrini ile bunu bir adım ileri götürerek “uluslararası komünizmin” tehdidi ile karşı karşıya olan uluslara istemeleri durumunda doğrudan askeri yardımda bulunabileceğini açıklayarak doğrudan askeri güç kullanmanın kendince meşru alt yapısını oluşturmaktaydı. Ancak bu müdahaleci politikanın kendini Vietnam bataklığına sürüklemesi üzerine 1968’de işbaşına gelen Nixon’ın adıyla bilinen Nixon Doktrini ile bundan sonra bölgesel çatışmalarda Amerikan askeri kullanılmayacağını açıklayarak o güne kadarki Amerikan politikasından geri adım atmaktaydı. Ancak Nixon Doktrini bağlamında izlenen bu politika yumuşama ve beraberinde Çin-ABD ilişkilerinde yakınlaşmayı getirmişse de 1970’li yıllar sürerken meydana gelen İran Devrimi, Afganistan işgali, Nikaragua’da Somoza yönetiminin devrilmesi ve Somali ve Güney Yemen’de Marksist rejimlerin işbaşına gelmesi ABD’nin 1980’de Carter Doktrini adıyla yeniden müdahaleci politikaya geri dönmesine yol açmıştır. Söz konusu politika öncelikle Orta Doğu için düşünülmüşken, Reagan ile beraber Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği tüm bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmesi söz konusu olmuştur. Bu dönemde gündeme gelen Yıldız Savaşları projesi ile paralel yürütülen bu politika sonuç vermiş ve Sovyetler Birliği’nin kırk beş yıldır devam eden küresel rekabetten çekilmesine yol açmıştır. Böylece George Kennan tarafından 1947’de Foreign Affairs dergisinde yayınlanan makalesiyle başlayan ve Sovyet sisteminin çökertilmesini amaçlayan çevreleme (püskürtme ve kurtarma) politikası amaçlarına ulaşmış oluyordu. Sovyet bloğunun çökmesiyle ABD bir anda global sistemin tek süper gücü haline gelmiş oldu. İşte özellikle oğul Bush ile birlikte bunun daha açık bir şekilde vurgulanmasına ve ortaya çıkan güç boşluğunun başkaları tarafından doldurulmasının önlenmesine karar verilmiştir. Elbette bu arada ABD’nin özellikle ekonomik anlamda küresel rakipleri olarak ortaya çıkan Japonya ve Almanya’nın haddinin bildirilmesi de amaçlanmıştı. 2000 Kasımında tartışmalı bir seçim süreci sonunda işbaşına gelen Başkan Bush’un hatırlanırsa ilk icraatı Füze Kalkanı projesini ortaya atması ve bu doğrultuda 1972 tarihli ABM antlaşmasını tek taraflı fesh etmesi olmuştur. 11 Eylül 2001’de gündeme gelen El Kaide örgütü tarafından gerçekleştirilen saldırılar ABD’nin öngördüğü politikaları vakit geçirilmeden gerçekleştirilmesi için tetikleyici bir unsur olmuştur. Bu bağlamda gündeme getirilen ve adına Bush Doktrini denilen “önleyici savaş” veya “önceden saldırı” stratejisi ile ABD’nin bundan sonra nükleer silahları geliştiren ve terör örgütleri ile işbirliği yapan ülkelere beklemeden doğrudan saldırı düzenleyebileceği açıklanmaktaydı. ABD, yeniden Soğuk Savaş’ın başına geri dönmekte; bu defa “Sovyet tehdidi” ya da “Komünist tehlike” kavramı yerine “terör tehdidi” kavramını kullanarak bu yeni tehdit karşısında yeniden dünya uluslarını bir tercihe zorlamaktaydı: “ya bizimlesiniz ya da teröristlerle”. Bu politikanın asıl amacı son derece hayati çıkarların söz konusu olduğu Orta Doğu’ya müdahalenin ve bu bölgede kalıcı güç bulundurmanın meşru alt yapısını hazırlarken bunu yeni bir tehdit retoriğine dayandırmaktı. Dünyanın enerji merkezi olan Orta Doğu bölgesine yönelik askeri güç konuşlandırmanın ya da doğrudan askeri müdahalenin gerekçesi eskiden Sovyet tehlikesiyken şimdi terör tehdidi oluyordu. Değişen sadece retorikti özde bir değişiklik olmuyordu. 30 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Ancak tüm bu gelişmeler bugüne kadar eşine rastlanmayan ölçülerde bir Amerikan ve İsrail karşıtlığını doğurdu. İsrail karşıtlığı diyorum çünkü, gerek Bush’un ekibinde neocon denilen Siyonistlerin ağırlıkta oluşu gerekse Bush’tan tam destek alan Şaron yönetiminin ortaya çıkan konjonktürden alabildiğine yararlanma yoluna giderek Filistin’i tümüyle yeniden işgal etmesi ve barış sürecini askıya alması İsrail’in de ABD ile birlikte anılmasına yol açmıştır. ABD, ifade ettiğim politikaların bir sonucu olarak İran’da mevcut rejimi işbaşında görmek istemiyor. Çünkü İran özellikle 1979 devrimiyle Şah’ın devrilmesinden sonra bölgede anti-Amerikancı bir politikanın öncülüğünü yapmaya başladı. Oysa İran, o güne kadar önemli bir Amerikan müttefiki olarak, hem Sovyetlere karşı bir tampon işlevi görmüş hem de bölgedeki Amerikan politikalarına destek vererek Washington’un taşeronluğunu yapmıştı. Ancak devrimle beraber ABD, İran’daki siyasal ve askeri avantajlarının yanı sıra ekonomik avantajlarını da kaybetmiştir. Petrol üzerinde söz hakkı kalmamış; İran, bütünüyle ABD yatırımcılarının giremediği birkaç ülkeden biri haline gelmiştir. Özellikle Clinton döneminde başlayan “çifte çevreleme politikası” bağlamında rejimlerinin çökertilmesi için kuşatılması öngörülen Irak ve İran’a karşı ekonomik ve siyasal anlamda tam bir tecrit uygulanmıştı. Bu ülkelerden Irak, 1991’de başlayan söz konusu ekonomik ambargo ve izolasyonun sonucu içerde ve dışarıda desteği kalmadığı anlaşılınca bir askeri müdahaleyle 2003 Martında işgal edilmiştir. İran ise 1995’te başlayan ve İran’a ambargoyu öngören politikalarla izole edilerek yıpratılmaya çalışılmıştır. Söz konusu politikalar 2001’de işbaşına gelen Bush’un öncelikleri arasında yer almış ve 11 Eylül olayıyla beraber İran, hedef ülkelerden biri olmuştur. Özellikle Irak’ın işgaliyle beraber sıranın İran’a geldiği yönündeki kuşkular Amerikan hükümetinden gelen açıklamalarla daha da netlik kazanmıştır. Ancak İran’a yönelik bir askeri operasyonun önünde bir çok engel bulunmaktadır. İlk etapta gerek Avrupalı güçler gerekse Rusya bu konudaki çekincelerini ortaya koymuşlardır. Kaldı ki İran’da henüz Amerikan işgaline sıcak bakan ve ABD’nin işini kolaylaştıracak bir örgütlü muhalefet hareketi söz konusu değil. Hatırlanacağı üzere Irak muhalefeti on yılı aşkın bir süre ABD tarafından örgütlendi ve hazırlandı. Ayrıca söz konusu muhalefet hareketinin içerde önemli bir desteği söz konusuydu. Zira nüfusunun % 60’ını oluşturan Şiiler ve % 15-20’sini oluşturan Kürtler zaten rejim tarafından dışlandıkları için ABD işgaline karşı çıkacak durumda değillerdi. Oysa İran’da durum oldukça farklı. Nüfusun % 50’sini oluşturan Farslar ve % 30’unu oluşturan Türkler, hem Şii mezhebine mensuplar hem de geçmişten günümüze siyasal iktidarı birlikte paylaştılar. % 10 dolayındaki diğer etnik grupların ise çoğunluğunun Şii olması onları rejim karşıtı olmaktan alıkoymaktadır. Bunların dışında Sünni olan Kürtlerin rejimle ciddi bir sorunları bulunmamakla beraber, olası bir Amerikan müdahalesinden yararlanmak isteyebilirler. Ülke bu özellikleri itibariyle Irak’la karşılaştırıldığında çok daha az kırılgan bir yapıya sahiptir. Ancak İran’ın kitle imha silahları konusundaki tutumu dış desteğin azalmasına yol açabilecek bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Tahran yönetiminin BM’nin uyarılarına rağmen uranyum zenginleştirme faaliyetine devam etmekte ısrarlı gözükmesi ve İsrail karşıtı açıklamaları uluslararası desteğini azaltmaktadır ki bu durum ABD’nin belli santralleri ve tesisleri vurmaya yönelik sınırlı bir operasyonuna sıcak bakanların sayısını arttırabilir. Washington’da, taktik nükleer silahların da kullanılacağı böyle bir operasyonun hazırlıklarının yapıldığı anlaşılmaktadır. İran bu konuda daha akıllı bir yol izlemesse hem kendisini hem de bölgeyi yeni bir kaosun içine sürükleyebilir. Aslında İran’ın ABD için doğrudan bir hedef olması sadece kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışması ve terörü desteklemesinden kaynaklanmıyor. Yaklaşık 135 milyar varil petrol rezervi ile dünya petrol rezervinin yüzde 12’sini elinde bulunduran İran, dünya doğal gaz rezervlerinin de yüzde 15’ine sahip bulunmaktadır. ABD, İran’da da rejim değişikliğini gerçekleştirerek, hem İran’ı 31 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES kendisi ve müttefikleri için bir tehdit olmaktan çıkaracak, hem Amerikan müttefiki bir ülke olarak İran’a Amerikan sermayesinin daha rahat girmesini sağlayacak ve İran Amerika için de yeniden önemli bir pazar haline gelecek, hem İran’ın petrol ve doğal gaz kaynaklarını da denetim altına alarak dünya enerji piyasasında yegane güç haline gelecek, hem de İran’da bulunduracağı askeri güçle veya bu ülkenin askeri ve siyasi işbirliği ile eski dünyadaki konumunu bir kat daha güçlendirecektir. Ayrıca söz konusu sayısız avantajların yanında bölgenin İsrail için de daha güvenli hale gelecek olması şüphesiz Amerikan politikalarının ana hedeflerinden biridir ve belirtmekte yarar var. Hepinize ilgi ile dinlediniz için çok teşekkür ediyorum. 32 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ İKİNCİ OTURUM ISLAM, DEMOCRACY AND MODERNISATION (İSLAM, DEMOKRASİ VE MODERNLEŞME) Oturum Başkanı : Doç. Dr. Vedat BİLGİN Raportör : Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR DURGUN Konuşmacılar Dr. Ebru CANAN Dr. Cantürk CANER Doç. Dr. Ertan EFEGİL Yrd. Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN 33 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ISLAMOFOBIA AND MAMMA LI TURCHI! AN ANALYSIS OF ITALIAN PUBLIC AND ELITE OPINION ON TURKEY Ebru S. Canan∗ Abstract The contested nature of Islam and democracy in Europe among the public and political circles inextricably relates to the EU membership of Turkey – predominantly Muslim but a secular state founded on democratic values and principles. This paper examines the debate over Turkey and its accession to the EU within the context of religion, democracy and the question of the compatibility of these two from mass and political elite opinion level in Italy. On the debate over Turkish accession to the EU not only do the preferences of the decision making elite but also opinions of their electorates – mass public – play an indispensable role. This paper surges into public and political elite perspectives on Islam along the lines with whether it is considered compatible with democratic values. Islam, democracy, Turkey and EU are also examined with reference to the degree which religious fundamentalism is a threat to Italian elite and public, and on what grounds judgments on Turkey’s EU membership are articulated. The core questions addressed in the paper are: “How do Italian public and political elite view whether Muslim Turkey is compatible with membership of the EU and its ‘democracy’?” and “What implications shall we draw out of this analysis for the state of Islam and democratic compatibility?” It provides an empirical investigation into temporal (2004 through 2006) changes and the public-elite cleavage in Italy presenting a quantitative discussion of the data from the Italian Elite Survey (IES) (2004), European Elite Survey (EES) (2006) and Transatlantic Trends Surveys (TTS) (2004 and 2006). In conclusion, this paper generates implications for Italians attitudes towards Islam and Islam’s compatibility with democracy in particular, and bridging the cultural-religious divide between the ‘other’ Muslim and Turk in Italy and Italians’ approaches to cultural-religious diversity, in general. “SO STRONG THE TURKS HAVE GROWN TO BE THEY HOLD THE OCEAN NOT ALONE, THE DANUBE TOO İS NOW THEİR OWN. THEY MAKE THEİR ROADS WHEN THEY WİLL, BİSHOPRİCS, CHURCHES SUFFER İLL. NOW THEY ATTACK APULİA, TOMORROW E’EN SİCİLİA AND NEXT TO İTS ITALY, WHEREFORE A VİCTİM ROME MAY BE AND LOMBARDY AND ROMANCE LAND, WE HAVE THE ARCH FOE CLOSE AT HAND…” -Brandt 1 Faculty of Economics and Administrative Sciences Department of Political Science & International Relations Bahçeşehir University, ebru.canan@bahcesehir.edu.tr 1 Quoted From Schwoebel (1967: 217). ∗ 34 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ INTRODUCTION Recent scholarship suggests that a new form of religion-based cleavage has emerged in the Europe in the post 9/11 era as in the form of tensions between Christian majorities and Muslim minorities. The contested nature of Islam and democracy in Europe among the public and political circles inextricably relates to the EU membership of Turkey – predominantly Muslim but a secular state founded on democratic values and principles. This paper examines the debate over Turkey and its accession to the EU within religion and democracy context. As in the debate over Turkish accession to the EU not only the decision making elite but also opinion and will of their electorates – mass public – play an indispensable role, this paper surges into whether from public and political elite perspectives Islam is considered compatible with democratic European values, and thus, Turkey’s EU membership receives approval of Italian public and elite. Concentrating on the connection between religion and foreign policy attitudes towards Turkey and its EU membership voyage this paper aims at providing a rigorous empirical investigation into temporal (2004 through 2006) changes and the public-elite cleavage on Turkey’s EU membership. This paper assumes that the impact of Islam has a growing negative image and this accelerates with a faster pace among mass public than does among the political elite. This paper tackles the question of Islam, Turkey and EU also with reference to the degree which religious fundamentalism is a threat to Italians and how it articulates their judgments on Turkey’s EU membership. Besides that Islam and Turkey are very topical issues on the EU and member states’ agendas, several reasons inspired this research. Firstly, various studies demonstrated the importance and relevance of a systematic comparison of elite orientation and public attitudes in democratic systems. Not only is the question of Turkey’s membership of the EU in relation with Islam and its compatibility with European democracy is highly relevant, but also it has not been addressed before in the literature on Italian foreign policy and public opinion. Secondly, it is also particularly highly relevant, as it has become a publicly and politically debated issue in particular after the partial freeze in talks in the aftermath of the Accession Report released by the European Commission 1 regarding Turkey’s progress on EU membership. While the issues over policy and progress set out in the Copenhagen Criteria occupy mostly the agenda of political elite and decision makers, popular concerns rest more on cultural religious 2 grounds. These concerns – the position of religion in relation to state and society in Turkey, which is not one of the political Copenhagen criteria, relate to Turkey’s different cultural-religious history from that of EU and hence its incompatible value system and cultural religious divide between Turkey and Europe. Cultural-religious divide has sharpened in the aftermath of the September 11 attacks. The post-September 11 era has witnessed an increased tension in Western world in terms of concerns over Islam and Muslims in West. Madrid (March 2004) and London (July 2005) bombings have contributed to growing concerns over the question of Islam, Islamic fundamentalism and very closely 1 European Commission in its recommendation released in October 2004 had found that Turkey sufficiently fulfilled the Copenhagen political criteria. On 11 December 2006, the Council adopted the Commission’s communication dated 29 November 2006, which stated that Turkey failed to fulfil the commitments in the Additional Protocol to the Ankara agreement, and declared that negotiations would not be opened on eight chapters. These chapters are on free movement of goods, freedom to provide services, financial services, agricultural and rural development, fisheries, transport policy, customs union and external relations. 2 The EU was founded on the basis of a ‘system of democracy’, with democratic values, fundamental liberties and freedom (freedom of speech, expression, thought, conscience), human rights and the rule of law. This system also bases itself on the principle of ‘respect to cultural and religious diversity’ 35 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Turkey’s EU accession, which would automatically translate into almost 70 million Muslim European citizens. These incidents have dramatically changed the social and political environment in Europe. As one of the most-immigrated EU countries mostly from backward Muslim countries have sharpened the tension in Italy. Over time, Muslim minorities showed a very slow track of integration into the European societies and the second generation Muslims has had difficulties within the societies they lived in European countries. The post-September 11 concerns over international terrorism, religious fundamentalism, and antagonism towards these minorities have accelerated. The fear of Islam has become an important concern in the European states. Corollary to this, the question of whether Turkey’s Islamic character is compatible with western democratic values has become an indispensable issue in the European public domain and political circles. Headscarf controversy, the cartoons about Prophet Mohammed in the Netherlands and controversial speeches of Pope Benedetto in Germany (2004) have raised political and public manifestations against Islam, Muslims, and Islamic fundamentalism (Rosenthal 2006). In the end, Islam and Muslims in the Western world, linked to this Turks, have found themselves in a controversial position. To illustrate, Italian public opinion is very favourable of the idea of the EU enlargement, however, on cultural and religious grounds they put Turkish membership of the EU under critical lenses. Italians are the most welcoming of the idea of enlargement considering it “a good way to reunite European continent” (68%), “a good way to communicate the EU solidarity to potential candidates” (64%), a mean that “will strengthen the EU” (64 %) and that “consolidates 1 European interests and values” (64%). For 66 % of Italians enlargement is an instrument that also “ensures peace and stability in Europe”, “strengthens the role of EU on the international scene” (67 %), “promotes democracy in Europe” (67%), “increases the protection of human rights and minorities (66%), “reinforces the power of the EU to fight criminality and terrorism” (61%), “enriches Europe’s 2 3 cultural diversity (68%) , “facilitates mobility of people within Europe” (72%) , and “ensures better integration of populations from future member states in the EU” (60%). Yet, as regards Turkey’s accession to the EU, European public opinion is sceptical to the Turkish membership into the EU, with only 39 % approving of its accession. Moreover, compared to the EU average (30%), 24 % of Italians consider “democracy” as the main challenge for Turkish (and Western Balkan countries) accession to the EU. Overall, in Italy Turkey’s accession generates even more disapproval with only the 36 % of the public approving of EU enlargement with Turkey. On the other side, the Italian political elite – the Members of Parliament and Members of the European Parliament, are far more favourable on Turkish 4 membership in comparison with Italian public. Their position brings into mind the 1 See Special Eurobarometer 255 Report on Attitudes towards European Union Enlargement”, which is available at: http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/ebs/ebs_255_en.pdf. 2 Italians are among the third strongest opponents of the idea that the enlargement “makes cultural identities and traditions disappear” (57%). 3 Thirty-nine percent of Italians disagree with the assumption that enlargement increases illegal immigration in Europe. 4 Members of the Parliament (MPs) are an important subgroup of political elites in Italian political system. Their foreign policy attitudes in the Parliament contribute to the creation of a sense of parliamentarian stance and to the construction of Italian foreign policy towards the EU and further EU enlargement. The MPs hold also an important instrumental importance as they represent the demands, perceived interests and preferences of Italian public. As they are the top Italian officials of political elites, they also have a crucial role in Italian foreign policy and European enlargement. They exert also influence on the new political attitudes emerging progressively in the EP. The Member of European Parliament (MEPs) is equivalent of a country’s national legislator – in this case MP - at the European parliament at the European level. MEPs are members of ‘cross-nationality’ political group, which is determined according to his/her political commitment. These have recently become more important political actors because they may propose questions to the Council on CFSP issues, which coordinates 36 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ question of ‘why is there a ‘divide’?’ Though the Eurobarometer data provide a detailed account into Italian public opinion on EU enlargement, this paper resorts to the Italian Elite Survey (2004) and European Elite Survey (2006) on Italian elite that provides a comprehensive tool to carry out comparative analyses of elite-mass attitudes in Italy on the question of Turkey, Turkish Islam and the EU membership. These surveys contain the identical measures asked in the Transatlantic Trends Surveys. To recap, Turkey and its EU membership lie at the heart of any EU member state’s popular and foreign policy agenda. For this reason, this paper pays close heed to analyse Italian mass and elite attitudes towards Turkish membership within the framework of Islam-democracy-Islamic fundamentalism. The main question this paper poses is “How do Italian people and political elite view whether Islamic Turkey is compatible with membership of the EU and democracy?” This paper also explores related questions: Would a Muslim country as Turkey fit into the European Union? Is Turkish Islam compatible with democracy? Does Turkish Islam have characteristics that stand in the way of the country’s accession? Does the fact that the majority of Turkey’s population is Muslim form a reason for Italians develop negative/positive attitudes towards Turkey’s EU membership? This paper presents an objective discussion as the data come from four opinion surveys – Transatlantic Trends Survey (2004 and 2006), Italian Elite Survey (2004) and European Elite Survey (2006). Eventually, this paper aims to generate implications for European attitudes towards Islam and Islam’s compatibility with democracy in particular, and bridging the cultural-religious divide between the ‘other’ Muslim and Turk in Europe and Europeans approaches to cultural-religious diversity in general. DATA AND MEASUREMENT This paper is a comparative study in terms of temporal comparisons of mass vs. elite and inter-elite group. Data come from four opinion surveys: the Italian Elite Survey (IES) (2004), European Elite Survey (EES) (2006) and 1 Transatlantic Trends Surveys (TTS) (2004 and 2006). The IES was conducted with the participation of the 93 Italian parliamentarians from the Chamber of Deputies and Senate (MP) and the EES was carried out with participation of 43 Italian Members of European Parliament (MEP). The TTS (2004-2006) included questions asked at the public opinion level (each year around 1000 people). Taking a comprehensive view of survey data, the main determinants of mass-elite cleavage on “Turkey’s EU membership”, “the compatibility of Turkey’s Islamic values as the majority religion in Turkey and Turkey’s democratic credentials and their compatibility with democratic values of the EU” are scrutinized. The dependent variable “opinion on Turkey’s membership of the EU” is measured through the question “Do you think Turkey’s membership is good or bad?” that has been asked by TTS, the IES and EES questionnaires. This is an ordinal variable with three Likert scaled-response categories: “A good thing/ neither good nor bad/ a bad thing”. There are two independent variables the impact of which this paper surged into on Turkey’s membership of the EU: “Threat of Islamic fundamentalism” and “Islam’s compatibility with democracy”. The question of the foreign policies of EU member states. More importantly, as the EP gives its assent to the accession of new EU Member States, MEPs have more voice on EU’s enlargement agenda, hence on Turkish membership. These two camps of parliamentarians both the national and European level allows us to detect the cleavages emerge at the elite level, as well as a single political elite group vis-à-vis mass public. 1 The IES and EES were financed by Compagnia di San Paolo and prepared by Center for the Study of Political Change (CIRCaP) – University of Siena. TTS studies were sponsored by the German Marshall Fund of the US and Compagnia di San Paolo. Data are available at: www.transatlantictrends.org and www.compagnia.torino.it. Data and Key Findings Reports are available at: www.transatlantictrends.org and www.compagnia.torino.it for TTS (2004 and 2006); and http://www.gips.unisi.it/circap/ for IES and EES. 37 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES perception of “Islamic / religious fundamentalism” as a threat reads: “I am going to read you a list of possible international threats to Europe in the next 10 years. Please tell me if you think each one on the list is an extremely important threat, an important threat, or not an important threat at all…Islamic fundamentalism (the more radical stream of Islam).” Moreover, a new variable “Islam’s compatibility with democracy” was incorporated in the 2006 TTS and EES questionnaires to analyse whether the issue about Islam was its democratic credentials. The question is worded as “Do you feel that the values of Islam are compatible with the values of [country]’s democracy?” Lastly, a number of studies suggest that the effect of socio-demographic variables such as age and education on foreign policy attitudes is not direct but is instead exerted indirectly through the influence of other political orientations (Layman 2003). Thus, this analysis includes a set of four sociodemographic control variables, namely, the ‘ideological self-placement’, ‘age’, ‘gender’ and ‘level of education’.1 By this means, this paper examines the micro dynamics of opinion patterns. EMPİRİCAL ANALYSES Figure 1. Feelings thermometer about “Turkey” 50 43 66 o Degree ( C) 39 Mass 2004 2006 Elite Source: TTS 2004, TTS 2006, IES 2004 and EES 2006. Question wording: “Next I’d like to rate your feelings toward some countries, institutions, and people, with 100 meaning a very warm, favourable feeling, 0 meaning a very cold, unfavourable feeling, and 50 meaning not particularly warm or cold. You can use any number from 0 to 100. If you have no opinion or have never heard of that country or institution, please say so: Turkey” EU average in 2006: 42-degree. 1 A number of studies - Page and Jones (1979); Markus and Converse (1979) - demonstrate that attitudes exert a strong influence on partisanship and ideological self-placement. ‘Ideological selfplacement’ is measured through a 7-point scale ranging from extreme left to extreme right. Education is measured by using the self-report of completed level of education with 5 levels: ‘elementary school or less’, ‘Some high school’, ‘graduation from high school’, ‘graduation from university’, ‘post-graduate degree (Masters, PhD)’. 38 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Italian public and elite opinion on Turkish membership of the European Union is analysed with reference to the question of Islam from two aspects: 1) Is Islamic fundamentalism is a threat for Europe? If yes, how would this influence Turkey’s membership of the EU, a country that is predominantly Muslim? 2) Is Islam compatible with democracy? If no, how would this influence Islamic (though democratic) Turkey’s membership of the EU? Two related hypotheses are developed: (1) ‘Threat Hypothesis’: “If Islamic fundamentalism were perceived as an important threat to Europe, then this would cause negative feelings towards Turkey accession to the European Union”. (2) ‘Compatibility Hypothesis’: “If Islamic values were believed to be incompatible with democracy, this causes negative feelings towards Turkey – a predominantly Muslim country. So, this would create opposition towards Turkey’s accession to the EU.” These hypotheses were tested using crosstabulatory analytical technique. The descriptives showed from 2004 to 2006 a decreasing pattern of warmth of feelings towards Turkey - be it at the public or elite level.1 The erosion of warm feelings of Italian elites between 2004 and 2006 towards Turkey was more dramatic (16 degrees of loss) vis-à-vis popular feelings (Figure 1). To start with the distribution of data on dependent variable - “Turkish membership of the EU”, Italian public (in 2004 and 2006) welcomed the Turkish membership of the EU at a lesser level than Italian elite. With respect to the Italian MPs, who were strongly positive (74%) on Turkish membership in 2004, the Italian MEPs in Brussels approached to the issue more sceptically (25%) – albeit always more willing to see Turkey as EU member compared to public (Figure 2). In terms of micro dynamics, gender had only a significant impact on people’s opinion on Turkey’s membership of the EU (p < 0.05). Elite opinion was rather significantly dependent on the political ideology (p > 0.01). While centre-right Italian elite considered Turkish accession a “good thing” almost 20 % more than does the centre-right public; leftist elite were more indifferent towards the issue. To recap, gender of public and political ideological identification of elite determined significantly their attitudes towards Turkey. Figure 2. Turkish membership of the EU “good”, “neither/nor” or “bad” 100 74 80 58 60 50 32 40 32 19 18 20 37 31 25 18 7 0 A good thing Neither / nor A bad thing A good thing 2004 Neither / nor A bad thing 2006 Mass Elite Note: (2004) Nmass = 903, Nelite = 54. (2006) Nmass= 932, Nelite = 40. To elaborate more the reasons for positive and negative public and elite opinion on Turkish membership of the EU, the TTS (2004) and IES (2004) surveys contained two filter questions: “What is the main reason why you think Turkey’s membership of the EU would be a (a) good thing (b) bad thing?” The major reason of why Italian public opinion was for the Turkish membership was that “it would help the EU promote peace and stability in the Middle East” (38%) (Table 1). 1 Thermometer question measures “feelings about Turkey” and tells us how warm public and elite feels on a scale from 0 to 100 degrees towards Turkey – regardless of its EU candidacy or other aspects. 39 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Whereas, the Italian elite considered that Turkish membership had a good prospect for “strengthening moderate Islam as a model in the Muslim world” (49%). Table 1. Turkish membership is “a good thing” because… (%) Mass Elite It would help the EU promote peace and stability in the Middle East 38 41 It would have a positive effect on communities in other European countries Muslim 25 10 Turkey’s membership would be good in economic terms for the EU 11 -- Turkey’s membership will strengthen moderate Islam as a model in the Muslim world 26 49 Total 100 100 Source: TTS 2004 and IES 2004. Yet, under what circumstances Turkey’s membership was a ‘bad’ thing delivered two challenging responses: “Turkey’s ‘problematic’ democracy” (34%) 1 and “Turkey’s predominantly Muslim population” (32%) (Table 2). These reasons why Italians see Turkish membership to the EU a “bad thing” conveyed to two main domains of discussion: concerns about ‘Islam’ and ‘Turkey’s record with democracy’. These support the standpoints posed at the outset concerns over Turkish membership have largely to do with: (1) Islam, with respect to religious fundamentalism as a ‘threat’ (b) and Islam with respect to its compatibility with democracy. So, this made it possible to focus on Turkish membership with reference to these two concerns. Table 2. Turkish membership is “a bad thing” because… (%) Mass Elite As a predominantly Muslim country, Turkey does not belong in the EU 32 -- It would drag the EU in the Middle East conflict 16 -- Turkey is [too poor or too populous] to be digested in a growing EU 5 -- It would make the running of the European institutions more complicated 13 -- Turkey’s democracy is still problematic 34 -- Total 100 -- Source: TTS 2004 and IES 2004. Islamic fundamentalist threat and a ‘Muslim’ Turkey in the EU The priority given to different threats on the international scene leads to spot opinion patterns on the issue of perception of international problems in the present international system. Transatlantic Trends Surveys have been taking the pulse of public opinion on several items of threat perception since 2002. According to the TTS 2004, after threat of a global spread of an epidemic and international 1 The IES study found no valid result on this question; Italian elite gave the answer “Don’t know” to this question. 40 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ terrorism, Islamic fundamentalism – the more radical stream of Islam – ranked the third most important threat for Europe for Italian elite (46%). Islamic fundamentalism for Italian MPs surpassed the importance of such issues as illegal immigration into Europe, a terrorist attack with weapons of mass destruction, or an economic crisis. Just like the political elites, Italian public perceived it a bigger threat (54%) than did the elite. By 2006, threat of Islamic fundamentalism was even a more serious threat for the masses, while the elite perception of Islamic fundamentalism as an “extremely important” threat shrunk at a 2-percentage level with respect to the figures in 2004. Table 3. Cross-tabulation of “Turkish membership” by “Islamic fundamentalism a threat” (%) “Islamic fundamentalism a threat” Mass Yes No A good thing 74 74 86 95 A bad thing 26 26 14 5 571 42 21 21 b 2004 Very c important Important Turkish membership a is… Total (N) 2 Chi-square (χ ) df 2006 Elite 0, 001 1,105 1 1 Yes No Yes No A good thing 49 78 72 50 A bad thing 51 22 28 50 532 40 29 4 Turkish membership is… a Total (N) 2 Chi-square (χ ) df 12,200 * 0, 836 1 1 Source: TTS and IES (2004), TTS and EES (2006) Surveys a See “Data and Measurement” section for question wording. “Neither good nor bad” category is excluded from the analysis. b The question of “Islamic fundamentalism as a threat” is recoded into two categories as (1) [Yes = extremely important + very important threat] and (0) [No = not an important threat at all]. DK’s are not included into the analysis (missing values). c MPs – DK’s excluded – in the IES (2004) found Islamic fundamentalism either a very important or an important threat. That’s why I show here the distribution across these two categories. * p < 0.05 41 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES To recall, our first hypothesis - the threat hypothesis – was “If Islamic fundamentalism were perceived as an important threat to Europe, then this would cause negative feelings towards Turkey accession to the European Union”. As shown in Table 3, in 2006, Italian public opinion was significantly driven by the idea that Islamic fundamentalism was a global threat; and it formed the Turkish membership as a detested topic.1 However, the Italian MEPs, even if they perceived Islamic fundamentalism as an important threat to Europe in ten years (72%), believed that Turkish membership would be “a good thing”. A vast majority of Italian MPs who perceived Islamic fundamentalism as an “extremely important threat” favoured Turkish membership even more strongly (86%), in 2004. This analysis spotted that 2004 to 2006 Italian public opinion on the question of Turkish membership of the EU became more agnostic towards Turkish membership as much as they perceived Islamic fundamentalism as important threat (Table 3). These results could be condensed as: (a) If Italian public felt more threatened by Islamic fundamentalism, it became less in favour of Turkey – though the difference between those who are in favour and not in favour of Turkey was only 2 %. (b) Even if Italian elites in Brussels were threatened by Islamic fundamentalism, they were still overwhelmingly in favour of Turkey (with a 44% difference of those in favour and not in favour of Turkey). Despite demographic variances, in general Italian public disapproved of Turkish membership of the EU since public perceived serious threat from Islamic fundamentalism. The impacts of socio-demographic factors are the following: (a) Ideological cleavages: “The more the public leftist (though Islam is a more important threat), the better the Turkish membership of the EU”. (b) Gender: Male Italians thought that Turkish membership is good even if Islamic fundamentalism was a threat. On the other hand, according to females Islamic fundamentalism was a very important threat but they disagree with Turkish membership. If they did not consider Islamic fundamentalism a threat at all, they would be more favourable of Turkish membership than the men. So, a strongly significant gender difference emerges (p<0.05). (c) Age: “The older one gets, the less s/he perceives threat from Islamic fundamentalism, and the more sceptical s/he becomes about Turkey.” (d) Level of education: “The more educated the public, the higher the threat perceived of Islamic fundamentalism, but the better the membership of Turkey.” As for as the demographic dynamics of elites and their impacts on their opinion on Turkey in relation with threat perception was concerned, competing results were obtained: (a) Ideological cleavages: “The more the elite leftist (though Islam was a more important threat), the better the Turkish membership of the EU”. On the contrary, “the less the elite rightist, since Islam was a less important threat, the less good the Turkish membership of the EU”. (b) Gender: Data did not make it possible to make a comparison because of the absence of the position of female Italian elite on this question. However, male Italian elite thinks that Turkish membership is good even if Islamic fundamentalism is a threat (68%) – 15 % more than does the male Italian public. On the other hand, those men who think that Islamic fundamentalism is not a threat at all is indifferent about whether Turkish membership is good or bad (50-50%). So, gender of the elite has no impact on this question (p>0.05). This appears as a contradiction with mass opinion on this matter. (c) Age: “The older one gets, the more threat s/he perceives from Islamic fundamentalism, but the more pro-Turkish membership s/he becomes.” This is also a contradiction with mass opinion. (d) Level of education: “The more educated the elite, the higher the threat perceived of Islamic fundamentalism, but the better the 1 However, there was no significant correlation between threat perception and opinion on Turkish membership in terms of public attitudes. Yet, as regards Italian elite, such a relation did not occur. Those who found Islamic fundamentalism as an important threat (74%) and not an important threat (74%) were both in concordance with the idea that Turkish membership was a “good thing”. 42 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ membership of Turkey. Thus, controlling for the level of education of elite, no significant relation occurred. The analysis herein had previously found out that Italian people were more negative towards Turkish membership in so far as they perceived more threatened of Islamic fundamentalism. Socio-demographic variation in mass public in Italy engendered variations also in public opinion on the question of Islamic fundamentalist threat and Turkish membership. On the contrary, apart from the ideological cleavages’ significant impact on Italian elites’ position on Turkey within the framework of Islamic fundamentalist threat, the three micro determinants – gender, age and education – failed to have significant impacts. Regardless of gender, age, and level of education, the elite considered Turkish membership ‘a good thing’, in spite of the fact that Islamic fundamentalism was a serious threat. Only their ideological position would change their opinion structure. The dialectic of Islam and Western democracy Cold War period was driven by competing clash of ideologies but the postCold War era has been driven by the clash of civilizations. As suggested by Huntington (1993), if a clash was to occur it was most likely to happen between the occidental and oriental civilisations. This argument is reinforced with the assumption that Islamic culture – belief and practices – is not compatible with democratic Western values. Several authors, such as Al-Azmeh (1996), Al-Azmeh and Fokas (2006), and Kibble (1998) have disagreed with Huntington. Kibble (1998) argued that fundamentalist activism is a “transitory phase” in the Islamic world, which is experiencing its evolutionary phase in a highly conflict process of democratisation. Mazrui (1997: 118), on the other hand, argued “Westerners tend to think of Islamic societies as backward-looking, oppressed by religion and inhumanely governed comparing them to their own enlightened, secular democracies”. Given that Islam is a way of life that varies from one Muslim country to another and that Turkey as the only democratic Muslim country, which is a candidate to EU membership, it has provided an interesting case for the debate of “clash of civilisations”, from elite and public perspectives. In 2006, the question “Do you feel that the values of Islam are compatible with the values of [country]’s democracy?” delivered an interesting gap of belief structure between elite and public. Accordingly, the elite believed that Islamic values and democracy were compatible and this figure doubled up that of Italian public position (68% and 32 %, respectively, conviction about the existence of compatibility between two values). As for the line of reasoning of both public and elite, those who saw these two value systems as incompatible linked their argument to a problem of ‘Islam in general’ (51% of mass versus 33 % of elite consensus). On the other hand, Italian elite was more concerned about the problem of particular Islamic groups (67 % versus 49 % mass opinion that particular Islamic groups were the problem) that generated a problem with Islam and democracy. The issue of “Islam and its compatibility with democracy” presented a source of polarisation according to the demographic differences of Italian society. Ideological self-placement, level of education, gender and age differences altered significantly the Italian public stance on ‘compatibility of democracy and Islam’ (very high Pearson χ2 values with p< 0.01 for each demographic variable). Italians with centre right ideological tendencies argued that the problem was more with “Islam in general”, while the proponents of left-wing ideology based their reasoning on that the problem for incompatibility erupted from particular Islamic groups. Education also determined significantly the way of thinking of Italian mass attitudes on this question: people with lower levels of education believed that the reason of incompatibility was embodied in Islam. Contrariwise, none of these variables had a statistically significant explanatory power on elite attitudes towards the 43 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 2 ‘compatibility’ argument (low Pearson χ values with p > 0.05). On the question of Islam and its incompatibility with democracy and association of this incompatibility with their view of Islam in general, demographic variations were strong reflections only on Italian public opinion. Yet, Italian elite, let alone finding Islam and democracy ‘compatible’ vis-à-vis public, remained unaffected by demographic differences. When the question of Islam-democracy compatibility was correlated with assessment of Turkey’s membership of the EU, majorities of Italian elite and public supported the idea that Turkish membership was “a good thing” in so far as they believed that Islam was compatible with western democracy (Table 4). Moreover, the Italian elite (82%) was much significantly (p < 0.05) more in favour of this belief (Table 4). Thus, the null hypothesis could be rejected as that the question of 1 ‘compatibility’ had no impact on ‘Turkish membership’. Table. 4 Cross-tabulation of “Turkish membership” by “Islam-democracy compatibility” (%) “Islam compatible with democracy” Mass Elite Yes No Yes No A good thing 71 40 82 38 A bad thing 29 60 18 63 170 369 22 8 Turkish membership is… a Total (N) 2 Chi-square (χ ) 44,154 ** 5,487* 1 1 df Source: TTS and EES (2006) Surveys a See footnote to Table 4. * p< 0.05; ** p<0.001 At the mass level, this paper observed a clear impact of ideological tendency on the assessment of Islam, democracy and Turkish membership. However, ideological position of the elite had no antecedent impact on this relation. Those with the rightist ideological leaning believed that because Islam was incompatible with democracy Turkey’s membership was not to be appreciated. Leftists were more for the idea that Islam and democracy were compatible and this had a positive impact on their support for Turkish membership. As for gender gap, male (74%) were more positive about Islam, which supported the compatibility of Islam with democracy. Hence, they considered Turkish membership a ‘good thing’, compared to Italian women (67%). Be it at the mass or at the elite level, variations in age did not yield any impact on attitudes towards the issue of Islam, democracy and Turkish membership. Public at all age cohorts found Islam a compatible value system with European democracy. For this reason, Turkey’s membership of the EU would be good. Lastly, controlling for the level of education of public and elite, this 1 In order to establish a relation between two variables, I hypothesise that independent variable has an impact on the dependent variable. Through statistical χ2 test I try to reject the null hypothesis (H0) that the independent variable has no impact on the dependent variable, thus I can conclude that our true hypothesis (H1) holds true. If the χ2 value is statistically significant, that is to say if it is significant at the 0.05 level, I reject the null hypothesis. 44 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ paper detected that the more the individual was educated, the more he was convinced that Islamic values would reconcile with democracy, therefore, the more positive he was towards Turkish membership. To conclude, with the exception of the antecedent impact of self-ideological tendency on public opinion, these sociodemographic factors caused no unexpected variation in opinion patterns. Furthermore, these variables resulted in significant oscillations in terms of public opinion; despite the fact that they did not generate and significant impact on elite opinion. CONCLUSION In this paper, Italian public and elite opinions were examined at two spots of time (2004-2006) on Turkish membership with reference to Islam. The paper focused on two aspects of Islam, which is the predominant religion in Turkey: (1) “Islamic fundamentalist threat” and “Islam-democracy compatibility”. It detected that Islam has a growing negative and threatening image, when is associated with religious fundamentalist stream. Ordinary public felt this more strongly than the political elite. Furthermore, as public opinion has sceptical concerns about Islamic fundamentalism, this jeopardises the popular willingness for Turkey’s EU membership. Yet, such a correlation is not present at the elite level. This opinion gap rests on demographic dynamics of popular structure in Italy. According to ideological tendencies, gender differences, age profile, and level of education Italian public opinion varies on perception of Islamic fundamentalist threat, which they also connect Turkey’s EU membership with. Contrarily, apart from their political ideological cleavage effect, the Italian elite considers Turkish membership ‘a good thing’, in spite of the fact that Islamic fundamentalism is a serious threat to Europe; they do not associate these two issues with each other. On the subsequent question of “Islam-democracy compatibility”, a direct relation between perception of Islam-democracy compatibility and support for Turkey’s EU membership was hypothesised. Compared to public opinion, Italian elite overwhelmingly is in harmony that these two value systems are attuned with each other. As regards correlation between Islam-democracy compatibility and assessment of Turkey’s membership of the EU, majorities of Italians - be it elite or public, supports the idea that Turkish membership is “a good thing” in so far as they believe that Islam is compatible with western democracy. Moreover, in such a correlation, socio-demographics play hardly any significant role on opinion formation. TO CONCLUDE, ISLAMOFOBİA SUBSİSTS İN THE SEVERE FORM OF ‘ISLAMİC FUNDAMENTALİST THREAT’ İN THE MİNDS OF ORDİNARY ITALİANS WHO LİNK THE POLİTİCAL İSSUE OF TURKİSH MEMBERSHİP OF THE EU TO A CULTURAL RELİGİOUS DYNAMİCS. IF RELİGİOUS FUNDAMENTALİSM BECOMES MORE OF A SERİOUS THREAT, İT İS MOSTLY LİKELY TO HEAR ASCENDANT BLASTS OF “MAMMA Lİ TURCHİ!” WİTH GROWİNG NEGATİVE CONNOTATİON. THİS PAPER CONCLUDES THAT WHİLE POPULAR ATTENTİON TO RADİCAL ISLAMİC TERRORİSM CREATES A POLARİSATİON OVER TURKEY’S MEMBERSHİP OF THE EU, ELİTE AWARENESS ON THE İNDEPENDENCE OF THESE TWO SHOWS POTENTİAL AND GOOD PROSPECTS FOR TURKİSH MEMBERSHİP. THE DEMOCRATİC CREDENTİALS OF ISLAM AS AN END TO THE ENMİTY BETWEEN THE ORİENT AND OCCİDENT PROVOKE A CULTURAL VİCİNİTY BETWEEN ITALİANS AND TURKS, HENCE FLOURİSHES A POSİTİVE ITALİAN APPROACH OF ‘BRİDGİNG THE CULTURAL GAP’ WİTH TURKİSH MEMBERSHİP OF THE EU. A GROWİNG MAJORİTY OF ITALİAN PUBLİC AND ELİTE CONSİDERS TURKEY’S MEMBERSHİP “A GOOD THİNG” THANKS TO AWARENESS OF THE ‘ISLAM AND DEMOCRACY’ CONGRUENCE. ACTUALLY, THİS CONVEYS THAT A PREDOMİNANTLY MUSLİM DEMOCRACY MAY PROVİDE A BRİDGE BETWEEN THE CİVİLİSATİONS. 45 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES REFERENCES Al-Azmeh, A. (1996) Islams And Modernities London: Verso. Al-Azmeh, A. And E. Fokas (Eds) (2006) Islam İn Europe: Diversity, Identity And Influence, Cambridge: Cambridge University Press. Huntington, S. P. (1993) ‘The Clash Of Civilizations?’ Foreign Affairs (Summer). Kibble, D. G. (1998) ‘Islamic Fundamentalism: A Transitory Threat?’ Strategic Review 26 (2): 11-18. Reprinted In Scott, M. G., L. Furmanski, And R. J. Jr Jones (Eds) (2000) 21 Debated Issues In World Politics New Jersey: Prentice Hall, Pp: 259-273. Markus, G. B. And P. E. Converse (1979) ‘A Dynamic Simultaneous Equation Model Of Electoral Choice’ American Political Science Review 73: 1055-1070). Mazrui, A. A. (1997) ‘Islamic And Western Values’ Foreign Affairs (Sept-Oct) 76 (5): 118-130. P: 118. Reprinted In Scott, M. G., L. Furmanski, And R. J. Jr Jones (Eds) (2000) 21 Debated Issues In World Politics New Jersey: Prentice Hall, Pp: 261-272. Page, B. I., And C. C. Jones. (1979) ‘Reciprocal Effects Of Policy Preferences, Party Loyalties And The Vote’ American Political Science Review 73: 1071-89. Rosenthal, E. “Skepticism In Europe Greets Pope's Remark On Turkey And Eu” International Herald Tribune, November 30, 2006, Http://Www.Iht.Com/Articles/2006/11/30/News/Catholic.Php Schwoebel, R. (1967) The Shadow Of The Crescent: The Renaissance Image Of The Turk, (1453-1517), Niewkoop: De Graaf. 46 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ ORTADOĞU’DA BÜYÜK ÇÖZÜLME VE LÜBNAN NİZAMNAMESİ Dr. Cantürk CANER∗ ÖZET Lübnan, 1516’da Yavuz Sultan Selim (I.Selim)’in Memlüklüleri yenmesiyle doğrudan Osmanlı egemenliğine giren ve yaklaşık olarak 400 yıl kadar Osmanlı topraklarının bir parçası olarak kalan bir bölgedir, İmparatorluktan ayrılana kadar kendi içinde özerk bir yönetim olarak ayrıcalığını korumuştur. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan büyük çözülme sürecinde Balkanlar’da görülen Fransız, İngiliz ve Rusların kışkırttıkları milliyetçilik hareketleri Ortadoğu’ya sıçrayınca, ilk etkilerini Lübnan üzerinde göstermiştir. Dürzilerin ve Marunilerin arasındaki etnik ve kültürel farklılıkları kullanan Fransa ve İngiltere günümüze kadar devam eden kanlı iç hesaplaşmaların fitilini ateşlemiştir. Lübnan’da başlayan ilk ayrılıkçı tohumlar hızla büyüyen bir çığ gibi kısa zamanda bölgeyi sarmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında hızlandırıcı bir etki yapmıştır. Söz konusu bu çalışma tarihsel perspektifi içinde 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Lübnan odaklı olmak üzere Ortadoğu’da Osmanlı Devletinin var olma mücadelesini siyasal ve yönetsel reform çabaları içinde ele almaktadır. Anahtar Kelimeler: 19. Yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu, Lübnan, Ortadoğu, Cebel-i Lübnan Nizamnamesi ABSTRACT Lebanon was part of the Ottoman Empire for over 400 years, in a region known as Greater Syria, until 1918 when the area became a part of the French Mandate of Syria following World War I. Since the early decades of the nineteenth century, Lebanon has remained one of the most sensitive and turbulent areas in the Middle East, and has continued to attract the world's scholarly as well as political attention. Research on Lebanon has tended to concentrate on periods of crisis, perhaps understandably so. Crises are undoubtedly significant phenomena, because they dramatize and magnify structural contradictions that cause disruptions in the society and force it to adjust to changing circumstances. Concentration on moments of conflict, however, tends to conceal not only the pattern of enduring power relations but also the changes in those relations that come about through nonviolent means of conflict resolution such as negotiation, arbitration, and the shifting of alliances. This article aims to explain that the development of an autonomous political regime in Ottoman Mount Lebanon, the historical and geographical core of today's Lebanon. Called the mutasarrifiyya Jabal Lubnân , the regime was set up after the civil war of 1860 and lasted until the establishment of Greater Lebanon under French mandate in 1920. Key Words: 19.th Century, Otoman Empire, Lebanon, Middle East, Nizamname-i Jabal Lubnan ∗ Uludağ Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, caner2023@uludag.edu.tr 47 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 1. 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu: Osmanlı tarihi incelemeleri arasında 19. Yüzyıl önemli bir yer tutar. Bu durumun en önemli sebebi bu yüzyılın bütün dünyada ekonomik, kültürel ve siyasal açıdan önemli değişimlere yol açmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıla bir önceki dönemden kalan ekonomik bozulmanın, askeri yenilgilerin ve Fransız İhtilali’nin yarattığı milliyetçilik dalgasının yıkıcı etkileri içinde yakalanmıştır. Yüzyılın hemen başında Balkanlar’da ve Mısır’da yaşanan gelişmeler Osmanlı Devletini dış politikada tarihinin en ağır prestij kaybına uğratmıştır. 1802 yılında başlayan Sırp İsyanı 1815’de tekrar baş göstermiş; 1820’de buna Eflak, Boğdan ve Mora’daki Yunan İsyanı eklenmiştir. 1827 yılında İngiltere, Fransa ve Rus donanmalarının Navarin’de Osmanlı deniz kuvvetlerini baskına uğratarak yok ederken, aynı tarihlerde Ruslar karadan Edirne ve Erzurum’u ele geçirmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin barış istemesi üzerine Balkanlar’da iç işlerinde bağımsız bir Sırp Krallığı yaratılmış; Yunanistan imparatorluk topraklarından kopan ilk Balkan devleti olmuştur. Ağır toprak ve insan kayıplarının yanı sıra iç politikada durum daha vahimdir. Sultan II. Mahmud’un 1808’de Ayanlar ile imzaladığı Sened-i İttifak’a dayanarak Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın toprak istemesi Ortadoğu’da Osmanlı politikaları için sonun başlangıcıdır. İsteğinin red edilmesi üzerine harekete geçen, Batılılardan yardım alınarak ancak Kütahya’da durdurulan Kavalalı kuvvetleri, Osmanlı Devletinin ne denli acziyet içinde olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. Artık Batı için Osmanlı Devleti “Hasta Adam”dır.1 Nitekim 1833 yılında Rusya ile imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşması2, 1840 Londra Protokolu3 1841 4 Londra Sözleşmesi “Hasta Adamın” kaderini doğrudan Batılı devletlere bırakmıştır. Ne var ki Osmanlı Devleti için çözülme hızla devam etmektedir. Boğazlar sorununa Batılı devletlerin karışmasını çekemeyen Rusya 1853-1856 arasında Kırım Savaşını başlatmıştır.İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirerek Balkanlarda kalıcı olmayı ve sıcak denizlere inmeyi hedefleyen Rusya ilk defa Ortadoğu meselesine karışarak Kırım ve Karadeniz üzerine yürümüştür.1853’de Sinop’taki donanmayı yakan Ruslar, yöredeki kentleri top ateşine tuttular. İngiltere, Fransa ve Piyemonto devletlerinin ittifakıyla Osmanlılar savaşı kazandılarsa da 5 masa başında yenildiler. 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’yla Osmanlı Devleti Avrupa devletleri arsında sayıldı ve toprakları büyük devletlerin garantisi altına alındı. Eflak ve Boğdan’a geniş özerklikler tanınırken, Boğazlar ve Karadeniz savaş gemilerine kapatıldı. Yaklaşık olarak 20 yıllık bir sükunet döneminin ardından Rusya ile 1877-1878 arasında tarihte 93 Harbi olarak adlandırılan yeni bir savaş başlamıştır.Yeşilköy’e kadar ilerleyen Ruslar aynı tarihte yine Ayastefanos Antlaşmasıyla durdurulabilmiştir. 1878 Berlin Antlaşması6 ile yeniden düzenlenen 1 Osmanlılar için “Hasta Adam” yakıştırması ilk kez Rus Çarı I.Nikola tarafından 1846’da St.Petersburg’da Avusturya ve Harsburglar için kullanılmıştır. Kırım Savaşının başladığı yıllarda yine Rus Çarı I. Nikola aynı tanımlamayı bu kez 9 Ocak 1853’de İngiliz elçisi Hamilton Seymur’la bir konser çıkışı sırasında Osmanlılar için yapmıştır. 2 Bu antlaşmayla Boğazlar ilk defa uluslar arası bir pazarlık konusu haline gelmiştir. Bununla birlikte Rusya, Osmanlıların saldırıya uğraması durumunda yardımda bulunacağını taahhüt etmiştir. Böylece ilk kez Osmanlı Devleti başka bir gücün askeri himayesine girmiştir. 3 Bu antlaşmayla Mısır Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yönetimine bırakılarak iç işlerinde bağımsız bir eyalet statüsü kazanmış ve böylece Ortadoğu’da ilk toprak kaybı tescillenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bknz. Musa Çadırcı, “Tanzimat Döneminde Türkiye’de Yönetim”, Belleten, Cilt: LI, Sayı: 201(Aralık 1987, s: 601-626) 4 Antlaşmanın temel amacı Fransa ve İngiltere’nin Boğazların Osmanlı egemenliği içinde kalmasını sağlamak ve Rusya’nın sıcak denizlere inmesine engel olmaktır. Söz konusu sözleşmeyle artık Boğazlar kalıcı bir şekilde uluslar arası hukukun konusu olmaya başlamıştır. 5 Mantran Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cem Yayınevi, Çeviren: Server Tanilli, (İstanbul, 1995, s: 119-125) 6 Bu antlaşma Osmanlı tarihinin en ağır toprak kayıplarıyla sonuçlanan antlaşmalarından birisidir. Sırbistan, Karadağ, Romanya bağımsız bir devlet olurken; Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Bosna 48 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Osmanlı sınırları artık Avrupa’nın üzerinde sürekli oyun oynandığı bir satranç tahtası haline dönüşmüştür. Nitekim 93 Harbi’nin hemen arkasından sırasıyla 1881’de Fransızlar Tunus’u; 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. Yüzyıl biterken dış politika açısından durum felaketin eşiğine gelmiştir. Dış politikada beklenen sona yaklaşırken iç politikada durumu kurtarma ve devleti ayakta tutma çabaları da yoğun olarak görülmektedir. 1808 yılında Sened-i İttifak ile öncelikle taşradaki Ayanlar ile anlaşma yoluna gidilmeye çalışılmıştır.1 1820 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılarak yerine dönemin en modern ordusu 2 yaratılmaya çalışılmış; Batı tipi hükümet sistemi oluşturulmuş ; 1839’da Tanzimat, 3 1856’da Islahat Fermanları ilan edilerek azınlık hakları yeniden düzenleme altına alınmış; Batı tipi sivil eğitim sistemine geçilmiş4; kültürel ve ekonomik alanlarda pek 5 çok düzenlemeye gidilmiştir. Genel olarak bakıldığında iç politikada gidilen düzenlemelerin dış politikalarda yaşanan gelişmelerin etkisi altında yapıldığı görülmektedir. Batılı güçlerle ancak onlara benzer bir askeri ve idari düzenlemelerle baş edilebileceğine duyulan inanç reformların önemli bir yer tuttuğunu ancak yetersiz kaldığını göstermektedir. Hiç kuşkusuz bu yetersizliğin temeli ise Batı’da yaşanan gelişmelerin temel dinamiklerinin anlaşılamamış olması, yapılan reformların yüzeysel ve politik esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmesi ve ekonomide beklenen dönüşümün sağlanamamasıdır. 2. 19. Yüzyılda Ortadoğu’nun Yapısal Görünümü ve Batı’nın Ortadoğu Politikaları: 19. yüzyılda Ortadoğu politikalarını şekillendiren ilk önemli etken Rusların Balkanlar üzerinden Akdeniz’e inme projesidir. Balkanlar’da peşi sıra yükselen milliyetçiliğin etkisi Slavlık ve Ortodoks kardeşliği üzerine yükselen Rus politikaları 6 bir kara devleti olarak bütün Balkanlar olarak belirlenmiştir. Özellikle Hünkar İskelesi Antlaşması ile Boğazları kendine açmayı başaran Rusya fitili ateşleyen ilk büyük güç olarak karşımıza çıkmaktadır. İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’da politikalarındaki dönüşüm ise Rusya’nın Boğazlardaki planlarının hayata geçmesiyle başlar. 1757 yılında Hindistan’ı sömürgeleştirmeyi başaran ve Güneşin Batmadığı İmparatorluk olarak kendini adlandıran İngiltere, başlangıçta Akdeniz ve Ortadoğu üzerinde Osmanlı yanlısı bir politika izleyerek Hindistan ve diğer Uzakasya sömürgelerini kontrol 7 altında tutmayı amaçlamıştır. Rusya’yı en önemli tehlike olarak gören İngilizlerin Osmanlı’yı ayakta tutma projesi gerçekte Osmanlı’yı bir tampon olarak görmesi üzerine şekillenmiştir.8 Fransa ise deniz aşırı sömürge politikalarını Ortadoğu üzerinden Asya’nın sömürgeleşmemiş diğer toprakları üzerine genişletmeyi ve İngiltere’yi kuşatmayı Hersek Avusturya’ya, Teselya Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti 60 milyon Osmanlı Lirası savaş tazminatı ödemeye mahkum edilmiştir. 1 Sened-i İttifak için bknz. Mantran, 1995, s: 27-28 2 Babı-Ali kurularak Fransız sisteminden esinlendirilmiş bugünkü Bakanlık sisteminin temelleri atılmıştır. Yeni sistem içinde yasama ve yürütme birbirinden ayrıştırılmaya çalışılırken, Batı tipi bir bağımsız bir yargı sistemi amaçlanmıştır. Söz konusu yeni kamu yönetimi yapılanması içinde Weberyan nitelikte memur sınıfı yaratılırken, liyakat, terfi, görev ve sorumluluk gibi temel özlük hakları hukuksal bir çerçeve içine alınmak istenmiştir. 3 Ayrıntılı bilgi için bknz.Karal E. Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:VI, TTK Yayınları, (Ankara, 1954, s: 42-55) 4 İlköğretim mecburiyeti getirilmiş, ilk kez Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş, memur yetiştirmek için Adliye Mektebi, Tıbbiye Mektebi, Harbiye Mektebi, Mızıka-i Hümayun Mektebi açılmıştır. 5 Bu bağlamda yerli mallarının kullanılması teşvik edilmiş, nüfus sayımı yapılmış, mülk ve tapu kadastro uygulaması gerçekleştirilmiş, gelire uygun vergi ödeme ilkesi hayata geçirilmiş, kumaş üreten çuha fabrikaları kurulmuş, müsadere kaldırılmış, Batılı eğitim verilen Rüştiye (Ortaokul), Mekteb-i Umum-i Edebiye okulları açılmıştır. 6 Palmer Alan, Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, Çeviren: Meral Gaspınar, Sabah Kitapları, (İstanbul, 1999, s:9) 7 Rasim Ahmet, Osmanlıda Batışın Üç Evresi, Evrim Yayınları, (İstanbul, 1987, s: 160-176) 8 www.tarihögretmeni.net (01. 03.2008) 49 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES amaçlamaktadır. Petrolün giderek ekonomide önemli bir yere sahip olması ise Ortadoğu’nun cazibesini artıran diğer bir unsurdur. Yüzyılın başında İngiliz ve Fransız rekabeti henüz yeni başlarken Rusya’nın Akdeniz’e açılma planları ve bunu yaparken kullandığı aşırı güç politikaları iki eski düşmanı Osmanlı üzerinde ortaklık yapmaya doğru iteklemiştir. Ortaklığın temeli Osmanlı’yı mümkün olduğunca ayakta tutmak ve Rus yayılmacılığına karşı direnişin odak noktası haline getirmektir. Böylece Ortadoğu 1 üzerinde iki başat güç “Büyük Oyun ”un ilk perdesini açmıştır. Fransa’yı yanına alan İngiltere yüzyılın ortalarına kadar Osmanlıyı Rusya karşısında ayakta tutma politikasını uygulamıştır.2 Ancak yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere ve Fransa’nın Hasta Adam’ı yaşatma çabaları kademeli olarak dönüşüme uğramış ve bütünüyle parçalama politikalarına yönelmiştir. Rusya’nın artan askeri ve siyasi başarılarının giderek arttığını gören İkili İttifak doğrudan Ortadoğu bölgelerine yerleşmeyi hedeflediler. Bu politikanın ilk adımı 1845 yılında Lübnan’da Fransızlar’ın başlattığı Maruni-Dürzi çatışması; en açık göstergesi 93 Harbi ve sonrasında yaşananlardır. Balkanlar’da peşi sıra bağımsız devletlerin kurulması sağlanırken 1881’de Fransızlar Tunus’u, 1882’de İngilizler Mısır’ı doğrudan işgal ettiler. Yüzyıl sona ererken Osmanlı Devleti’nin en büyük politikası elde kalan toprakları koruma politikasına dönüşmüştür. 3. Ortadoğu’da Değişen Dengeler ve Osmanlı Devleti: Lübnan Olayları İmparatorluk topraklarının hızla paylaşılma projesinin yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ortadoğu’yu da içine alması karşısında Osmanlı yönetimi bölgede Balkanlar’da uygulanan politikalardan daha farklı stratejiler geliştirmeye çalışmıştır. Söz konusu stratejileri iki ana eksende ele almak mümkündür. Bu stratejilerden ilki bölgenin doğrudan hükümdar toprakları arasına katılmasıdır. Özellikle II.Abdülhamid döneminde Filistin, Suriye, Bağdat, Kerkük, Musul, Hatay 3 ve Çukurova yörelerinde stratejik olarak değerlendirilen araziler doğrudan 4 Padişahın özel mülküne katılmıştır. Stratejilerin ikinci ayağını ise doğrudan devlet otoritesinin tesis edilmesi politikaları oluşturmaktadır. Bu bağlamda daha II. Mahmud döneminde bölgede çıkan isyanların bastırılmasında yerel otoritelerin ve bağlı kuvvetlerinin doğrudan 5 kullanılması politikası uygulanmıştır. Benzer şekilde Abdülmecid Döneminde 1 “Büyük Oyun” kavramı ilk olarak Dünya Egemenliği teorilerinde ortaya atılan deniz ve kara hakimiyet teorilerine esin kaynağı olan bir yaklaşımdır ve ilk olarak İngiliz jeostrateji uzmanı Mackinder tarafından ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre dünya deniz güçleri ve kara güçleri olmak üzere 2 devlet grubuna bölünmüştür: Denize kıyısı olan ve deniz taşımacılığını ticaretini benimseyip denizlerde hakimiyet kuran deniz ülkeleri kara ordusundan oluşmuş ve stratejisi ticaretten çok toprak arttırmaya dayanan kara ülkelerine karşı üstün durumdadır.Ancak Mackinder kara devletlerinin güçlü duruma gelebilmesini şöyle bir teoriye bağla:Kalpgahı (Afganistan ve çevresi) yöneten eski kıtayı (Asya) yönetir; eski kıtayı yöneten de tüm dünyayı yönetir. İşte Rusya en büyük kara gücü olarak geniş topraklara hükmettiği halde Kalpgahı elinde tutmadığı sürece yeterince güçlü konumda değildir. Daha sonraları dünyayı yönetecek kara gücü olarak Almanya da görülmüştür (Hitler ve Yaşam Alanı Teorisi buradan esinlenmiştir. Ayrıca Rusya’ya saldırması, Türkiye’yi işgal etme planları hep bu temele dayanmaktadır. Yani Kara Avrupasını alıp kalpgaha uzanmak). Ancak savaşlar neticesinde çok fazla yıpranan Almanya bu hedeften uzaklaşmıştır. Denizlerde hiç şansı olamayan Rusya bu olayda en büyük kara gücü olarak görülmüştür. Ayrıntılı bilgi için bknz. www.ortaköy.org, Mackinder Halford, “The Geographical Pivot of History”, The Geographical Journal, Vol: 23, No:24, (April 1904, s: 421-437) 2 Bu politikanın en somut göstergesi 1853-1856 Kırım Savaşı’dır. 3 Söz konusu arazilerin stratjik unsurları Almanlara verilen Hicaz-Bağdat- İstanbul Demiryolu Hattı Projesi’nde demiryolunun geçtiği yöreler ile 1901 yılında Padişaha’a sunulan Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi’nin raporlarında belirttikleri olası petrol rezervleri olarak belirlenmiştir. 4 R.Şakir En-Nedşe, Sultan İkinci Abdülhamid ve Filistin, (Çeviren: Necmettin Gevri), Semerkand Yayınları, (İstanbul, 2004, s: 100-145) 5 1805 yılında Arabistan’da başlayan Vahhabi Ayaklanmasının bastırılması için Kavalalı görevlendirilmiştir. 1813 yılında Hicaz ve yöresindeki isyanı başarıyla bastıran Kavalalı Kabe’nin 50 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ başlayan Maruni-Dürzi çatışması (1845 Olayları) yerel kuvvetlerle bastırılmaya çalışılmış; Abdülhamid iktidarında bu uygulama stratejik bölgelerde askeri garnizonlar bulundurmak şeklinde geliştirilmiştir.1 Devlet otoritesinin tesis edilmesi çabalarında en belirgin uygulama ise siyasal reformların gerçekleştirilmesi, merkezin ve taşra yönetim sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batılı devletlerin Ortadoğu politikalarında görülen dönüşümü öncelikle Lübnan Olayları’yla başlamıştır. Lübnan’da yaşan gerilim daha 1841 yılında Başkentin 55 yıl emirlik yapan Beşir Şihabi'yi azletmesi, 2 yerine oğlu Emir Kasım'ı getirmesiyle başlamıştır. Merkezi yönetim, 1839'da kabul edilen Tanzimat rejiminin esaslarını Lübnan'da da doğrudan yürürlüğe sokmak istemiştir. Böylece, Cebel, merkezi idareye bağlanacaktı. Ancak Emir Kasım'ın başkanlığında kurulan ve Tanzimat esaslarının uygulanmasını takiple mükellef Divan, Cebel-i Lübnan'da kabul görmedi. Emir Kasım'ın Dürzilere ve Ortodokslara sert davranması yeni olaylara neden olunca, o da azledildi. Yerine Macar Ömer Paşa getirildi. Maruni papazlar, sahte mühür ve mazbatalarla şikayetnameler hazırlayarak, yeni idare aleyhinde yabancı devletlere şikayette bulundular. MaruniDürzi çatışması devam ediyordu. Fransa, Cebel-i Lübnan'daki olayları gerekçe göstererek olaylara taraf oldu. İngiltere de Dürzilere el attı. Bunların yan ısıra Rusya da Ortodoksların hamisi olarak sahneye çıktı. Fransa ve Avusturya, Beşir'in oğlu Emin'in emirliğe getirilmesini istiyordu. Baskılar üzerine Ömer Paşa azledildi. Ömer Paşa’nın azledilmesini izleyen süreçte Lübnan için yeni bir rejim kabul edildi. Buna göre Lübnan, Sayda Valisi'ne bağlı olmak üzere biri Dürzi diğeri Maruni iki kaymakam tarafından yönetilecekti. Ne var ki bu uygulama da çözüm getirmemiştir. Yabancı devletlerin İstanbul'daki elçilerinin işe karışması ve Marunilere saldıran Dürzilerin yakalanması, silahlarının toplanması, Marunilere tazminat ödenmesi konusunda Başkente baskı yapmaları gerginliği daha da artırmıştır. Yaşanan yeni gelişmelerin hemen ardından Dürziler ve Ortodokslar da Marunilerden şikayetçi oldular. Artık Lübnan Olayları içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Osmanlı Hükümeti Hariciye Nazırı Şekip Efendi'yi Lübnan'a gönderdi. Şekip Efendi askeri harekat için Arabistan'daki Namık Paşa'yla görüştü. Çözüm önerisi, tarafların elindeki silahların toplanması, 1844 isyanına karışanların affedilmesi, verginin genel bir değer üzerinden alınması ve isyanlarda malları yağma edilenlere tazminat ödenmesi şeklindeydi. Tüfekleri, Kavalalı İbrahim Paşa'nın Lübnan'dan çıkarılması sırasında, Osmanlı ve İngiltere dağıtmıştı. İki taraf da silahları teslime yanaşmadı, üstelik yeni olaylar çıktı. Maruniler Dürzi köylerine saldırdılar, araya giren Osmanlı askerlerine ateş açarak bir çavuşu şehit ettiler. Dürzi ve Maruni kaymakamları tutuklandı. Fransa, Lübnan'a asker çıkarmak ve abluka altına almakla tehdit etti. Fransızlar, silahların toplanması sırasında Marunilere sert davranıldığı iddiasıyla Osmanlı Hükümeti'ni taciz ettiler. Oysa, tahrikçi Maruni papazlarının yanı sıra pek çok Dürzi de hapsedilmişti. Dürzi Said Canbolat, Marunilere karşı destek için diğer şeyhlere yazdığı mektupta, silahsızlandırma işiyle görevli Davut Paşa sayesinde Dürzi köylerinin yakılmaktan kurtarıldığını belirtiyordu. Fransızların eline geçen mektuplar, Osmanlı'nın Dürzileri kollamakla itham edilmesine vesile oldu. Canbolat bir mektubunda, “Davut Paşa, kafirin-i nasraniye üzerine düşmeğe ve eserlerini bırakmamağa bizi ve Dürzi taifesini mezun buyurmuşlardır. Nasranilere Frenkler sahip çıkıyorlar, biz dahi ehl-i İslam olduğumuzdan Devlet-i Aliye'den başka anahtarlarını Sultan Mahmud’a göndermiştir. Ayrıntılı bilgi için bknz. Hüseyin Sarı, “II.Mahmudun Askeri Faaliyetlerine Mudurnu Kazasının Katkıları”, A.Ü. Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:18, (Ankara, 1996, s: 155-177) 1 Yaşar Yücel, “ Osmanlı İmparatorluğunda Desentralizasyona Dair Genel Gözlemler”, Belleten , Cilt:XXXVIII, No: 152, 656-708kaynakça(Ekim 1974, s: 695-699) 2 www.haberbu.com (10.09.2006) 51 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 1 hamimiz yoktur” diyordu. İngiliz elçisi de hükümetine gönderdiği yazıda Marunilerin ellerinde Fransız bayrakları göründüğünü belirterek Fransa tahrikine dikkat çekiyordu. Yabancı devletlerin baskısı üzerine hükümet, Şekip Efendi'den uygulamaları gevşetmesini istedi. Hapsedilen Maruniler serbest bırakıldı. Şekip Efendi ve Namık Paşa, iddiaların abartılı olduğunu ve kasıtlı yayıldığını, silahları toplanmasına devam edilmesini, icap ederse cebir kuvveti kullanılmasında tereddüt olunmamasını, icraatın yarım kalması halinde devlet nüfuzunun o havalide kaybolacağını dile getirdiler. Şekip Efendi'ye göre, İngiliz ve Fransız konsolosları bölgeden çıkarılmadıkça sükun ve asayiş sağlanamazdı. Şekip Efendi, İngiltere ve Fransa'yı kastederek, “İkisi dahi halkın bir derece damarlarına girmişler ki bayağı buralarını benimsemişçesine ahaliyi istedikleri gibi kullanmaya başlamışlar ve bunun da sebebi bir müddetten beri kendi haklarında taraf-ı Devlet-i Aliye'den her ne muamele-i lütfiye buyurulmuş ise bunların delaletiyle olması ve bundan böyle dahi öyle olacak surette tutulması kaziyesi olmak hesabıyla halk Devlet-i Aliyeyi 2 unutup bu iki dolab-ı mefsedete koşulmuşlar” diyordu. Osmanlı hükümeti, dış baskıları göğüsleyemedi, Şekip Efendi Hariciye Nazırlığı'ndan azledilerek Londra Elçiliği'ne atandı, ancak Lübnan sorununun çözümündeki katkısının devam etmesi istendi. Bu arada Dürzilerden Arslan ailesinden bazı isimlerin bölgeden uzaklaştırılması da İngiliz Büyükelçisi'ni Fransız Büyükelçisi'yle birlikte hareket etmeye zorladı. Beş Avrupa devleti, Osmanlı'dan yeni bir düzenleme yapılması için baskı kurdular. Bunun üzerine Osmanlı, 1846'da Ferik Emin Paşa'yı Lübnan'a gönderdi. Yeni bir idari sisteme geçildi. Buna göre Dürzi ve Maruni kaymakamların ayrı ayrı başkanlığında onar kişilik meclisler oluşturuldu. Her iki mecliste Maruniler çoğunluğu oluşturacak 6 Maruni temsilcisine, 4 Dürzi temsilci düşecekti.3 Yapılan yeniden düzenleme bölgeye kısmi bir sükunet getirmiştir. Bunun üzerine 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla bölgenin tamamen sakinleştirileceği düşünülse de Lübnan ve Suriye'de beklenen istikrar gerçekleştirilememiştir. 1858'de Fransızların ağır tahriki üzerine bölgede yeniden olaylar çıkmaya başlamıştır.4 Gerginliğin Şam'a sıçraması üzerine Fransa, Beyrut'a asker çıkarmıştır. Maruniler, Fransız askerlerini törenlerle karşıladılar. Fransız general Beaufort d'Hautpoul, Osmanlı 'nın bölgeye gönderdiği Fuat Paşa'dan Dürzilere karşı geniş çaplı askeri harekat düzenlemesini istedi. Fuat Paşa, bir Fransız rahibin öldürülmesi nedeniyle Fransızların intikam duygusuyla hareket edeceklerini düşünüyordu. Fuat Paşa, diğer tedbirlerin yanı sıra Dürziler elinde rehine kalan Marunileri kurtardı. Geniş bir harekat yerine, olaylara karışan Dürzi reislerini hedef aldı. Ancak Dürzi şeyhlerin kendi istekleriyle teslim olmaları Fuat Paşa'yı rahatlattı. Fransızların askeri müdahale yapmaları zorlaştı. Bu aşamadan sonra sıra Lübnan sorununun müzakere yoluyla çözümlenmesi aşamasına gelmişti. Fransa başta olmak üzere 5 büyük devletin elçisi İstanbul'da komisyon kurarak Osmanlı Hükümeti ile Lübnan sorununu masaya yatırdı. 1861'de Hıristiyan bir mutasarrıfın başkanlığında daha otonom rejim içeren nizamname kabul edildi. Fransız askerleri Beyrut'tan çekilirken Lübnan'da Maruni üstünlüğüne dayanan 'Hıristiyan Mutasarrıflar' dönemi başladı. 1915'e kadar süren yeni dönem içinde Başkent I. Dünya Savaşı yıllarında Mutasarrıf Ohannes Paşa'yı azledip, yerine Ali Münif Paşa'yı atadı. İşte günümüzdeki Lübnan devlet sisteminin temelini oluşturan 1 Çevik Mümin ve Kılıç Erol, Büyük Osmanlı Tarihi, Sabah Yayınları, (İstanbul, 1999, s: 397-399) Karal, (1954, s: 29-30) ve www.haberbu.com (10.09.2006) Karal, (1954, s: 31-40) ve www.haberbu.com (10.09.2006) 4 John P. Spagnolo, “France and Ottoman Lebanon: 1861-1914” International Journal of Middle East Studies, Vol. 15, No. 3 (Aug., 1983, s. 415) 2 3 52 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ esaslar, 1861 yılında kabul edilen Cebel-i Lübnan Nizamnamesi'ne dayanmaktadır. Hristiyan ve Maruni devlet başkanı uygulaması ise halen devam etmektedir. 4. Cebel-i Lübnan Nizamnamesi 9 Haziran 1861 yılında İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya, Rusya ve Osmanlı temsilcilerinden oluşan bu uluslararası konferans tarafından hazırlanan “Cebeli Lübnan Nizamnamesi” içerik ve uygulama sonuçları bakımından Osmanlı tarihinde pek çok ilki bünyesinde barındırmaktadır.1 Öncelikli olarak Osmanlı taşra yönetim sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinde ilk reformcu düzenlemedir. Bu düzenleme öncesinde 1854 yılında İstanbul’da modern anlamda yerel yönetim uygulamaları denemeleri yapılmış; buna karşın başkentle ve oldukça dar bir uygulama alanıyla sınırlı kalmıştır. Söz konusu Nizamname gerçek anlamda ilk teknik ve uygulama alanı bakımından geniş ölçekli bir düzenlemedir. Üstelik imparatorluğun çeşitli köşelerinde baş gösteren etnik milliyetçi ve ayrılıkçı isyanların bastırılmasında hukuksal ve kalıcı bir çözüm olarak değerlendirilmiştir. İkinci olarak nizamname, yürürlüğe girmesi süreci bakımından da bir ilktir. Lübnan imparatorluk içinde Batılı güçler tarafından başlatılıp tırmandırılan etnik ve dinsel çatışmaların yine Batılılar tarafından ilk defa uluslar arası boyuta taşındığı bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Büyük Oyun’un Ortadoğu’daki ilk hamlesi olan Lübnan sorunu 1840’lardan itibaren giderek tırmanan bir çatışma 2 alanı olarak Osmanlıyı parçalama girişimi içinde ele alınmıştır. Üçüncü olarak nizamname, sonuçları açısından da bir ilk olma özelliğini taşımaktadır. Düzenleme her ne kadar Osmanlı hükümetinin Batılı devletlerin ülkenin iç işlerine müdahele etme hakkını elinden alınması amacıyla yürürlüğe konulmasına karşın beklenen başarıyı sağlamamıştır. Aksine bu düzenleme ilerleyen yıllarda Balkanlar’da yaşanan hızlı çözülmenin de tetikleyicisi olmuş, Osmanlı doğrudan içişlerine karışma hakkını Batılı devletlere teslim etmiştir. Bir bütün halinde Nizamname 18 maddeden ibarettir.3 İlk madde Lübnan’da mevcut etnik yapının tanımını yapmaktadır. Buna göre Cebel’de Maruniler, Dürziler, Müslümanlar (Sünni Araplar ve Türkler ima ediliyor), ve Rumlar ikamet etmektedir. Söz konusu etnik gruplar nüfuslarına oranla temsil edilen 12 üyeden meydana gelen bir mecliste temsil edilecektir. Meclis bölge içinde tam anlamıyla bağımsız hareket edebilme, karar alabilme, vergi toplayabilme ve gelir yaratabilme ayrıcalığını da elinde bulundurmaktadır. Ayrıca Lübnan 7 alt yönetime (kazaya) ayrılacak her kazada ahalisinin nüfus miktarıyla ya da mutasarrıf olduğu emlak ve arazisinin önemiyle üstün olan mezhepten seçilecek mutasarrıf tarafından nasb ve tayin olunmuş birer idare memuru bulunacak (Md: 3); kazalarda yeterli miktarda nahiyeye bölünecek, bu nahiyelerin başına birer mutasarrıf getirilecek ve mutasarrıflar da kendi tasarruflarıyla atadığı bir memur ve yörenin hatırı sayılır şeyhiyle birlikte faaliyetlerini yürütecektir (Md:4). Nizamname yalnızca karar alma ve yürütme organlarını tanımlamakla kalmamıştır. Cebel’de her biri mutasarrıf tarafından mensup bir hakim ve bir vekilden ve bir cemaat tarafından seçilmiş altı resmî kişi dava vekillerinden oluşan birinci derecede üç mahkemenin kurulması ve hükümetin idare merkezinde Sünnî İslam, Mütevalî, Marunî, Dürzî ve Rum ve Rum Katoliği, altı cemaatten oluşan ve mutasarrıf marifetiyle seçilmiş ve tayin olmuş altı hakimden oluşan ve cemaatin her biri tarafından tayin olunmuş altı kişilik resmî dava vekilinden oluşan bir Mahakim-i Meclis-i Kebir’le birlikte faaliyet yürütmesi ifade edilmiştir (Md: 8). Mahkemeler her tebanın kendi hukuk düzenine göre yargılanması esasından hareketle kabahat ve 1 Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayat Nizamnamesi”, Memleket, Siyaset, Yönetim Dergisi, (2006/1, s: 171) 2 Akarlı Engin, The Long Peace, Berkeley, University California Pres, (USA, 1993, s: 36-40) 3 Ortaylı İlber, “Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri”, TTK Yayınları, (Ankara, 2000, s: 51-55) 53 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES sulh; küçük suç ve cezalar, ve birinci dereceli mahkemeler olmak üzere üçlü bir yapıdan oluşturulmuştur. Yine hakimlerin yerel halk tarafından göreve getirilmesi esasa bağlanmıştır (Md: 10). Nizamname içinde bölgede genel asayişin sağlanması esasları da hükme bağlanmıştır Buna göre asayişin korunması ve kanunların uygulanması bilhassa halkın tahminen bin nüfusu üzerinden yedi kişi hesabı ile yazılmış karma bir Fırka-i Zabtiyye marifetiyle mutasarrıf tarafından tayin olunacak (Md.14) hükmü getirilmiştir. Bu hüküm yerel otoritenin aynı zamanda kendi güvenlik kuvvetlerini oluşturabilme ve kullanabilme hakkı vermektedir. Osmanlı merkezi Lübnan’a geniş özerklikler tanırken, bir yandan da vergi muafiyeti sağlamak durumunda kalmıştır. Özerk yönetim Başkent’e vergi vermeye devam etmekle birlikte bu oran 3500 Osmanlı Lirasını aşamayacaktır (Md.15). Ayrıca merkezi yönetim bölge bölge Lübnan’da ikamet eden vatandaşların nüfus sayımı yaparak etnik kökenlerini belirlemekle de yükümlü tutulmuştur (Md. 16). 1861’de yürürlüğe giren Lübnan Nizamnamesi 1864 yılında yeniden gözden geçirilmiş ve düzenlenmiştir. Fransızların Lübnan Sorununa giderek artan şekilde karışmaları üzerine İstanbul hükümeti baskılara yine direnemeyerek azınlıklarla ilgili hükümlerde kısmi değişikliklere gitmiştir. Buna göre Hrıstiyan azınlıklara ait Kilise topraklarının dokunulmazlıkları genişletilmiş, Valinin azınlıklar üzerindeki yaptırım gücü kısıtlanmış, azınlık temsilcilerinin kaza, nahiye ve karye 1 (köy) meclislerine de üye gönderebilmeleri sağlanmıştır. Söz konusu düzenlemenin 6 Eylül 1864’de kabul edilen “İdare-i Umumiye-i Vilayat Kanunu”nun yürürlüğe girişinden iki ay öncesinde yapılması da kalıcı bir taşra sisteminin yaratılması süreci öncesinde Batılı güçlerin ne denli acele ettiklerinin bir göstergesidir. Nitekim 1864 Umumi Vilayat Nizamnamesi’nin yürürlüğe girmesinin ardından Osmanlı taşra yönetim sistemi içinde yer alacak karar organlarında azınlıklar ibaresi ortadan kaldırılmış, bu tehlikeli durumun imparatorluğun diğer taşra örgütlerine nüfuz etmesi engellenmiştir Nizamname’nin uygulanması ele alındığında Lübnan’daki sorunları çözdüğünü öne sürmek oldukça güçtür. Osmanlı’nın parçalanmaya başladığı bu süreçte kabul edilen nizamname esasen Batılı devletler tarafında çıkarılan yapay sorunlara Başkentin denge politikaları çerçevesinde karşılık vermeye çalıştığı ümitsiz çabalardan başka bir şey değildir. Gerçekte Osmanlı hükümeti diğer konularda olduğu gibi Lübnan meselesinde de bütünüyle acziyet içine düşmüş, kısa vadeli gündelik politikalarla sıkıntıları geçiştirmeye çalışmıştır. Arada bir 1864 Umumi Vilayat Nizamnamesi örneğinde de görüldüğü üzere fırsat buldukça kesin çözümler üretilmiş ve bunda önemli başarılar elde edilmişse de bir bütün olarak çöküş süreci hızla devam etmiştir. 5. Genel Değerlendirme Lübnan Nizamnamesi bugünkü Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli bir yol ayrımıdır. 1861 ve 1864 yılında yapılan düzenlemelerin ardından gelen süreçte Batılı devletler tarafından etnik milliyetçilik temeline dayalı ayrılıkçı hareketlerin kapıları aralanmış; Nizamnamenin hemen sonrasında Balkanlarda ve Ortadoğu’da birbirini izleyen devletler kurulmaya başlanmıştır. Her ne kadar Osmanlı merkezi yönetimi 1864 ve 1871 yıllarında Vilayat Nizamnameleri yaparak etnik ya da dinsel temelli taşra örgütlenmesinin önüne geçmeye çalışsa da artık çok geç kalınmıştır. Osmanlı Devleti’nin tartışmaları bugün bile devam eden I. Dünya Savaşı macerasının ardından tamamen tarihe karışması sürecinde başta Ortadoğu olmak üzere Balkanlar ve Akdeniz havzası üzerindeki diğer imparatorluk toprakları büyük 1 Roderic Davison, Osmanlı İmparatorluğunda Reform (1856-1876), Çeviren: Osman Akınbay, Papirus Yayınları (İstanbul, 1997, s: 164-166) 54 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ bir kaos ve düzensizliğin içine girmiştir. Özellikle Lübnan yaşanan kargaşadan kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.1918 yılında doğrudan Fransız işgaline uğrayan Lübnan 1943 yılına kadar sürmüş, 1 Ocak 1944’de bağımsızlığını elde edebilmiştir. 1959 yılına kadar devam eden iç huzursuzluk 1975’de büyük ve kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. Suriye, ABD, İsrail, İran, Fransa ve İngiltere’nin aktör olarak rol oynadığı Lübnan iç savaşı 1992’ye kadar aktif olarak devam etmiş, aynı tarihte yeniden taraflar arasında antlaşma geçici de olsa sağlanabilmiştir. Yaklaşık 2 milyon insanın öldüğü ya da yerinden göç ettiği düşünülen Lübnan, günümüzde bile zaman zaman yoğun çatışmaların yaşandığı, ateşlemeye hazır bir bomba özelliğini taşımaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi uygulama alanı içinde yer alan Lübnan sorunun giderek artan bir yoğunlukta devam etmesi bölge barışını ve istikrarı ciddi ölçüde tehdit etmektedir. Lübnan'da halen uygulamada olan devlet yönetimi ise Cebel-i Lübnan Nizamnamesine dayanmaktadır. Bu düzenleme çerçevesinde halen yapılan uygulamaya göre Cumhurbaşkanı Hrıstiyanlardan, Başbakan Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanı ise Sii Müslümanlardan seçilir. 128 üyeli parlamentoda Hristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil edilmektedir. Ancak Dürziler ve Nusayriler de Müslümanlardan sayılmaktadır. KAYNAKÇA Akarlı Engin, The Long Peace, Berkeley, University California Pres, (USA, 1993) Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayat Nizamnamesi”, Memleket, Siyaset, Yönetim Dergisi, (2006/1, s: 171-181) Çadırcı Musa, “Tanzimat Döneminde Türkiye’de Yönetim”, Belleten, Cilt: LI, Sayı: 201(Aralık 1987, s: 601-626) Çevik Mümin ve Kılıç Erol, Büyük Osmanlı Tarihi, Sabah Yayınları, (İstanbul, 1999) En-Nedşe R.Şakir, Sultan İkinci Abdülhamid ve Filistin, (Çeviren: Necmettin Gevri), Semerkand Yayınları, (İstanbul, 2004) Karal E. Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:VI, TTK Yayınları, (Ankara, 1995) Mackinder Halford, “The Geographical Pivot of History”, The Geographical Journal, Vol: 23, No:24, (April 1904, s: 421-437) Mantran Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cem Yayınevi, Çeviren: Server Tanilli, (İstanbul, 1995) Ortaylı İlber, “Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri”, TTK Yayınları, (Ankara, 2000) Palmer Alan, Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, Çeviren: Meral Gaspınar, Sabah Kitapları, (İstanbul, 1999) Rasim Ahmet, Osmanlıda Batışın Üç Evresi, Evrim Yayınları, (İstanbul, 1987) Roderic Davison, Osmanlı İmparatorluğunda Reform (1856-1876), Çeviren: Osman Akınbay, Papirus Yayınları (İstanbul, 1997) Sarı Hüseyin, “II.Mahmudun Askeri Faaliyetlerine Mudurnu Kazasının Katkıları”, A.Ü. Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:18, (Ankara, 1996, s: 155-177) Spagnolo John P., “France and Ottoman Lebanon: 1861-1914” International Journal of Middle East Studies, Vol. 15, No. 3 (Aug., 1983, s. 415-420) Yücel Yaşar, “ Osmanlı İmparatorluğunda Desentralizasyona Dair Genel Gözlemler”, Belleten, Cilt:XXXVIII, No: 152, (Ekim 1974, s: 656-708) www.haberbu.com (10.09.2006) www.ortaköy.org, (11.02.2007) 55 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ÜÇÜNCÜ OTURUM SECURITY DILEMMAS OF ME (ORTA DOĞU’NUN GÜVENLİK SORUNLARI) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ Raportör : Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Konuşmacılar Saffet AKKAYA Dr. İdris DEMİR Mihal Gur- ARYEH Aigerim SHILIBEKOVA 56 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ CHALLENGES FOR A BROADER SECURITY PERCEPTION IN THE MIDDLE EAST Saffet Akkaya∗ INTRODUCTION This paper will cover the economic, societal, cultural and military challenges of globalization on Middle East from a broader security perspective that is totally different from the narrow approaches of Cold war era and evaluate the policies of Great Powers in the region in post-Cold war era. It is apparent that in 1990s, a new security agenda emerged questioning the narrow approaches of military-political issues that has occupied the center of security concerns for a long th time in 20 Century. In last two decades a global turbulence has started to surround the world politics including the Middle East region, and in this new term, unlike the cold war era’s dogmatic military issues, security concern began to face a wider spectrum encompassing economic, environmental, and social aspects. According to the principles of new order, the world is shaped under multidimensional conditions of globalization that is different from the political, geographical or cultural principles of Cold War era. Middle East seems be one region that will feel the heaviest pressure of new conditions in economic, political and military relations. Beside its tremendous natural resources such as oil and natural gas, its geo-strategic position as a crossroad between lines of sea and land transportation, and being the center of religious fundamentalism and a new ideological adversary against western world, and for being still the best market for global arms dealers; Middle East will continue to inherit the interest of great powers on its soil. Before proceeding into further discussion on requirements for a broader security concept and dynamics of globalization there is a need to summarize two topics, directly related to a broader security concept in Middle East. First is the summary of security studies of near past in a theoretical framework, which is directly related also to state formations in the Middle East and the second is the policies of imperial and colonial powers to the Middle East in 19th and 20th Centuries which constituted the basis of their approaches to those countries. Thus, it will be easier to perceive the importance of Middle East in world politics as it still continues to play a vital role for ensuring a reliable and wide spectrum security concept for coming decades. SECURITY AS A FUNDAMENTAL ELEMENT ON STATE RELATIONS CENTURY TH OF 20 Since the classical era, all preeminent thinkers of social sciences to name Thucydides, Machiavelli and Thomas Hobbs had paid attention to security in a broader sense. These outstanding thinkers who have constituted the philosophical roots of realism and their successors in following centuries such as Hans Morgenthau or Kenneth Waltz have perceived “security” as the basic aim to realize in the anarchy of sovereign states. They assumed that the fundamental concern of the state is security and survival and power is envisaged to be the main tool whereas the balance of power is accepted to be the best way of maintaining a long lasting peace and stability.1 Until recent years, “security” was generally understood Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, sakkaya1983@yahoo.com Robert Jackson, Georg Sorensen, Introduction to International Relations, (Oxford University Press, New York 2003) p.72-74 ∗ 1 57 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES in a relatively narrow form, as a reflection of military power, which was meant to be; “the stronger army, the more security”. Naturally, in an environment of anarchy and seamless competition among the states, military assets were dominant instruments for governments to assure the balance of power and the national interests became the utmost goals to grasp. The sovereign state policies based on the suppression of the opposite side by military means caused a race of military capabilities and promoted the dynamics of a military industry that goes far beyond the capacity of a nation-state and consequently led to the formation of a less secure environment 1 under the shadow of nuclear weapons. In order to adopt their arguments to newly emerging security perceptions after 1980s, realist thinkers developed two primary extensions; as “Common Security” and “Collective Security”. Although Common Security concept aimed to solve the “security dilemma” by removing the consequences of cold war era such as severe competition and tense political relations, but in reality, it could not assure a broader security notion. Instead, it erupted as a military strategy of “umbrella concept” for a less confrontational environment including disarmament. On the other hand, Collective Security concept has been envisaged to create a stronger tool for states incapable of confronting threats individually. Thus, it transfers the power from the states to international authorities and provides a collective action in case of an aggression to member states. Both concepts were compatible with the teachings of realism and both have been directed to ensure the security requirements of the post-Cold War era inheriting many uncertainties.2 Throughout the 20th Century, there is no doubt that realism has dominated the security perception of world politics and security has been conceived primarily as a matter of realist agenda. The Middle East, as one region that was in the center of Great Power policies, has been subject to realist approaches. Either dominant powers or regional governments have pursued security as number one aim mainly according to realist teachings. Particularly after the Second World War, military institutions have been the primary role players is state affairs. On the other hand, during the Cold War era, the liberalism was promoted by the Americans in a robust mode to assure security in defense of both its global achievements and to respond the possible threat by Soviet Union which was not solely military but also 3 an ideological, social and economic challenge. During this rigid security policy based on mainly military tools, the American liberals faced a dilemma that was against their theoretical teachings. Actually, it was not easy to promote individual liberty while responding the demands of military security in order to contain the threat of communism. In this phase, economic assets have been widely used as a security instrument to broaden the security spectrum of the European integration, through the Marshall Plan and the Truman Doctrine. Three decades of 1950s to 1970s, in tense rivalries of cold war era, security was ascended to a leading position although liberalism did not promote such an approach. Thus, cold war has dominated the security requirements and promoted “high” politics of realist orthodoxy based on military instruments. As one asset of intense militarization, technology has been effectively used at nuclear weapons and delivery means to such an extent that in case of massive nuclear attack by both adversaries neither the winner nor the looser would be distinguishable. The Middle East region was like an arena for the rivalries of super powers USA and USSR, in addition to the regional disputes that emerged after 1 Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security: The Pros and Cons of Expansion and Contraction, 2002, 2 Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security: The Pros and Cons of Expansion and Contraction, 2002, the narrow concept of security and its extensions 3 Barry Buzan and Ole Weaver , Liberalism and Security: The contradictions of the liberal Leviathan, COPRI, 1998 58 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ WW II. Although the strategic military theories based on use of WMDs kept the tension high in these three decades, it also assured a world peace based on deterrence. As another asset of intense militarization, ideological rivalry with Soviet Union was intensely used asserting that collectivist system and communist ideology posed a challenge for free markets and individualism. In 1990s, a new security agenda emerged questioning the position of military-political issues as the center of security concerns. A turbulence has started to surround the world politics, and two issues- international economy and environment has risen to the front rows of security studies which were once conceived as “low politics” of Cold War era. In this new term, unlike the cold war era’s dogmatic military issues, security concern began to face a wider spectrum including economic, environmental, social aspects at a more individualist level. Successful liberalism, after its triumph on communist system, became a strong movement to securitize a wide spectrum of economic, societal, political and environmental issues as well as traditional military ones. With the new topics of security in its wider agenda it also opened a set of insecurity issues into discussion. Bearing the fact that liberalism has won a triumph on economic and ideological spectrums over communist ideology and collectivist economic policies, it is natural to ask the question about how the relationship between liberalism and security has evolved in last two decades and how liberalism has reached the state of being a globally hegemonic ideology at the beginning of the new millennia. In his exceptional article1 Barry Buzan actually draws the outline of the new world order after the end of cold war, where the bi-polar system was suffering to give birth to new uncertainties. One aim of this article which details new patterns of global security in the Middle East is to catch the principles of the new world politics being dominated by hegemonic ideology of liberalism. Parallel to the citations of other scholars such as Ken Booth a relatively broad security agenda consists of five dimensions. Military security; includes the defensive and offensive capabilities of the states and their perceptions on each others intentions. Political security; concerns the organizational stability of states and the systems of the governments. Economic security; promotes access to the resources and markets that are vital to sustain the welfare and the power for the states. Societal security; explains the traditional patterns of language, culture, religion and national identity for societies. And finally, environmental security; concerns the local and planetary biosphere where all humans depend on without any discrimination. These five sectors do not operate independent from each others, but they are tied strongly to each others. IMPERIAL AND COLONIAL POWERS IN THE MIDDLE EAST At this point, it will be useful to overview the effects of imperial and colonial powers on the Middle East in last century. Along the formation process of the modern state in Europe which commenced with the “Peace of Westphalia” in mid 17th Century, economic development, social complexity, and institutional concerns constituted the basis of state formation in the public. As European states experience the stages of an effective and robust state formation process under influence of industrial, technical and economic interactions within the society, the Middle East communities under the reign of Ottoman and Persian Empires stayed away from such developments and challenges. Beginning in middle age, for centuries until the end of the Great War (1914-1918) the Muslim societies of the 1 Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs 3 (1991): p. 440. 59 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Middle East have been under the control of the Caliph and the Sultan governed with Islamic principles.1 When sovereign states in the Middle East began to erupt one by one under military, political and economic influences of colonial powers in th the 20 Century, none of the communities in the region inherited the features of a modern society in their textures similar to Europe. Contrary to their contemporary partners in Europe, general characteristics of Middle East states and communities can be depicted as; tributary structure of society and its high illiteracy level, lack of a social class owning big pieces of land and capital, a weak economy based on tax-farming, weak central governments under influence of colonial powers, a slow and heavy bureaucracy and ineffective finance system controlled by non-Muslim minorities.2 As a justification of this negative picture, we need to cite that four fundamental features of a modern state system –currency, legal codes, tax system and trade, were under strict control of colonial powers.3 Following the demise of Ottoman Empire, the old traditional socio-economic order that was suitable to the realities of the Middle East society has been destroyed, and a kind of turmoil had emerged in the Middle East, that would last a whole century and carry its effects to the following decades. The national military, economic, and administrative policies of great powers; to name Great Britain, France, Italy, Soviet Union and especially United States of America after World War II, shaped the texture of the modern state formations and security issues in the Middle East. The effect of colonial powers was happening so forcible; for instance, Libya under the influence of Italy has destroyed its 4 centuries long traditional Ottoman state bureaucracy and replaced it 4 with the Italian system in couple months. Colonialism’s approach to Middle East was far away from creating stable economic and administrative forms according to socio-economic realities of the region. What they did were drawing border lines of the states on the maps, assigning monarchs and similar rulers, controlling bureaucratic administration, establishing a farm based production, and forming 5 local armies to use pro-colonial techniques and training systems. Colonial powers also continued to control certain bodies in the regional governments, by assigning high level advisors for defense, judiciary and financial decision making mechanisms. Three decades between first and second World wars has been a period of intense ideological, military and economic competence among imperialist powers and colonial states at every corner of the Middle East. Despite all regional or local resistance, France and Britain were two major role players in the area which implemented their policies shaped by national interests stemming from the distribution of oil fields along Persian Gulf and Iraqi territories. This is also an era of monarchs that have been carefully identified and taken to power, such as King 6 Faisal of Iraq, King Fuad of Egypt, and King Abd-al Aziz Ibn Saud of Arabia. Territories of Nile River and Suez Canal, Persian Gulf, Palestine, and Fertile Crescent were vital for these two colonial powers in order to consolidate their economic, political and military interests. They were two hegemonic powers to decide on the conditions in which new states to be born such as Egypt and Israel, as two controversial samples. When ME countries started to emerge as modern 1 Wilson Mc Williams, Garrisons and Government, Politics and the Military in New States ,(Chandler Publishing Company, 1967) p.17 Simon Bromley, Rethinking Middle East Politics, State Formation and Development, Polity Press,1994 p.49 3 İbid, p.55 4 Lisa Anderson, The State in the Middle East and North Africa, Comparative Politics, Oct 1987 Vol.20. p. 5 5 Simon Bromley, Rethinking Middle East Politics, State Formation and Development, Polity Press,1994 p.84 6 Ibid p. 11 2 60 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ sovereign states either at the end of WW I or WW II, military power as the representative and provider of security proved to be the most organized, capable, and disciplined organization among other state institutions. This provided a gradual advantage to the military, and by using their popularity among the community, they played a dominant role in both establishment of state and consolidation process afterwards. NEW SECURITY PATTERNS IN POST-COLD WAR ERA The new security agenda which emerged in post-Cold War era is also one vital factor for the position of governments in the Middle East states. In 1990s, security concern began to face a wider spectrum including economic, environmental and social aspects as well as traditional military ones. Bearing the fact that liberalism has won a triumph on economic and ideological spectrums of communist ideology it is natural that some of the Middle East states have fallen in a vacuum from the point of socialist ideological identity which once constituted the core of their political and economic inspirations. In cold war term, under the influence of Soviet Union they have pursued radical ideologies of Ba’athism and 1 Arab Socialism particularly in Iraq, Syria and Egypt, but after their failures in domestic and international politics the popularity of the governments has eroded considerably and as a world wide phenomenon the Middle East states also began to search a more nationalist identity. 2 In his exceptional article Barry Buzan actually draws the outline of the new world order for the 21st Century, where the bi-polar system has been replaced with a new system shaped under the conditions of globalization. This new world order is completely different and political, geographical or cultural principles of Cold War era are not relevant anymore to classify the states into different worlds. South, North, West, Second World, Third World or similar descriptions have changed dramatically. A country that takes place in East of the map can be identified as a member of North, or the Center. The world is basically defined under two names as “Center” and “Periphery”. The Center is composed of economically and militarily strong states, the representatives of hegemonic liberalism, no matter at which geographic location they occupy on the planet. The Periphery is made by the states who were once the members of Second (communist bock) or Third Worlds and some others that are excluded from the center for cultural, religious or ideological reasons. According to the principles of new world order, the Middle East states take part in Periphery. As it was the same in the Cold War era, the relations between dominant powers of Center will result in vital consequences for the security of the states that are located in the periphery, and the Middle East will be probably the number one region that will feel the heaviest pressure of Center in economic, political and military relations. Due to its strategic natural resources such as oil and natural gas, its geo-strategic position as a crossroad between lines of sea and land transportation, and being the center of religious fundamentalism and a new ideological adversary against western world, and the best market for global arms dealers; the Middle East will continue to be an attractive region for the Center. Two big scale military operations of US led western coalitions in Gulf have proved that 1 Mehran Kamrava, Military Professionalization and Civil-Military Relations in the Middle East, - Political Science Quarterly, Nov 2000, p 91 2 Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs 3 (1991): p. 440. 61 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES the Middle East as the core of Periphery will continue to be the target for coercive operations and political influences in the near term. It is very likely that governments of the Middle East states will not be able to stay out of dynamics of domestic policies that will be under strong effects of globalization. Here two issues gain importance to others; first is the rise of religious motives in national identities and the second is possible reaction of domestic militaries to civil governments that will be subject to unfavorable economic, cultural and societal effects of globalization wave. It is a well known idea that new security agenda is not an issue under the responsibility of the statesmen or the military leaders any more and it inherits a very complex structure from nuclear weapons to environmental problems or from the protection of cultural motives to financial independence. And, the role of local governments in this new environment is changing dramatically by uncertainties promoted with the dynamics of new global age. POSITION OF THE CENTER IN NEW WORLD ORDER Based on the fact that the interaction between the Center and the Periphery will dominate the future of security perceptions, it is important to have a closer look at the multi-polar power structure of the Center. The bi-polar system has been replaced by multi-polar power structure after the demise of Soviet Union. In addition to U.S as the super power of cold war era, new regional or great powers have emerged such as, European Union, China, Japan and Russia. Even India and Brazil can qualify for such a classification. This new multi-polar system affords a reduction in the intensity of ideological or power rivalry and boosts the regional politics that will impose less pressure on the periphery states when compared to bipolar system. Another common feature of the multi-polar center is that there is no ideological rivalry such as communism and fascism among them and they all share a broad consensus on liberal economic system. Mainly based on this broad consensus, a “security community” has been created among the centers of the capitalist power, which minimizes the danger of war between the members of the Center. Since they do not need to compete with each others militarily, the members of security community possess a good advantage in International Political Economy and they can handle any challenge more easily. The military coalitions in first and second Gulf Wars and Afghanistan campaign are good samples for those quick and successful military collaborations. Such coalitions show the general nature of security relations in a future world dominated by the Center which has the ability to isolate any aggressor threatening the present political order and global economy. Another strong feature of the Center is that it owns a broad range of international institutions. These institutions may pose a universal character like UN, or Law of Sea Regime or a political and economic unity like European Union (EU). Some of these entities basically posit an economic character such as IMF, World Bank or OECD. It is possible to say that cold war has prevented these institutions to show a more rapid development, but parallel to the dynamics of a global economic system in last two decades, they have improved in a stronger way. POSITION OF THE MIDDLE EAST IN NEW WORLD ORDER As explained above, massive changes within the Center (or West) over security relations will also affect the security perceptions within the Middle East. Although there will be some security concerns among Middle East states stemming from regional enmities and rivalries, the main pressure will originate from the relations with the Center. Despite its heavy influence on political, military and economic concerns with the Middle East, multi-polar system possesses some weakness because of fundamental changes in global agenda after the Cold War. 62 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ First of all, the Middle East is not so attractive for Center as it was for the bi-polar system and the stronger states of Center do not spend big efforts any more to attract these states. Second, following the demise of one party communist system, the legitimacy of one-party-systems in the Middle East countries has come under question. One party system feels the pressure of democratization calls stronger than before. Third, with the collapse of communist ideology, antiWesternism lost its power and its ability to become an alternative political model. This created an ideological vacuum that brought other ideologies and identity patterns into discussion, basically stemming from religious and ethnic motives. Fourth, end of Cold War is also the beginning of a post-decolonization age, which means that the governments in the Middle East will not be able to use the negative effects of decolonization as an excuse for failings in their political and economic performances. And finally, another possible impact of changes in the Center on the political security agenda is the pushing of Islam as an opposition to western hegemony. This may lead to a clash between secular and spiritual values that may extend to the historical antagonism between Christianity and Islam of centuries ago. As for the military security spectrum, it is possible to say that developments in the center will lower the militarization in the Middle East. In the absence of ideological disputes among great powers, they will not have strong reasons to supply military assets and will pay less attention to regional rivalries of the Middle East to exploit them. Despite this positive statement concerning the military security in some local disputes of Middle East are still so deep, ending of Cold War will make little difference to them. The nuclear capability of some countries like Israel, Pakistan and India is another strong point for future disputes. The efforts of Iran to own nuclear weapons are also creating new problem areas for future. Another negative effect for Center is the shrinking demand on military assets. The strong international arms producers and dealers need to export their products in order to sustain their military industries. States of particularly Middle East are encouraged to buy high technology arms and fund these sales with petro-dollars. Within these perspectives, it is possible to assert that the greatest challenge for Middle East is assumed to be originating from economic, societal and environmental security issues. In front of dominant liberal economic policies, Middle East states will continue to stay at lower ranks of wealth and industrialization and will be subject to negative effects of societal unrest, mass migration, regional clashes, disasters of environmental catastrophes and so on.Globalization is believed to originate basically from liberal teachings that promote international peace, economic prosperity, interaction among nations and international institutions. After demise of Soviet Union, some positive developments in economic collaboration and some positive steps on regional rivalries have taken place that would limit the incursion of Great Powers into Middle East policies. Within this respect after Cold War era starting in 1990s, Israeli-Palestinian peace talks, initiatives for Arab-Israeli economic integration, shift of domestic politics from military to civil authorities and some similar initiatives created a more optimistic picture for the future.1 In addition to these pro-western developments in the region, end of a left-leaning nationalism in some countries particularly in Egypt, Algeria, Sudan Yemen and to a lesser extent in Syria and Libya and their return to market 2 economy also created a fertile arena for national liberal policies. Accordingly, within the concept of peace talks, Israel forwarded an offer to Arab countries to establish a Middle East Common Market by using technology of Israel, capital of 1 2 Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, p. 205 Stephen Zunes http://www.commondreams.org/views04/1020-28.htm 63 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES oil-reach-states, and manpower of poor states in the region. The non-rational policies of Iraqi government after 1980s and invasion of Kuwait in 1990 opened a new track for the region. But, the lack of mutual confidence among Middle East states and regional conflicts that invited the penetration of Center spearheaded by American hegemonic power into the region prevented an optimistic future and any possible cooperation among the Middle East states.1 General weakness of the Middle East states did not achieve any improvement in last two decades and continuation of well-known Anglo-American policies created a reaction in Arab communities which ended up with terrorist attacks on US homeland. USE OF COERCION IN THE MIDDLE EAST Since the end of Cold War era, we can say that traditional Westphalian world order is changing and classical state and its military power is losing its 2 dominance in the favor of “forces and actors” operating beyond their control . The change in the position of sovereign state is affecting also the responsibilities and position of the individual in front of the state, as simple reflections of “duty, service and identity”. Parallel to these uprooted changes in state and individual, a new sort of military organization, structure and a military culture is developing in the Center that promotes the position of US as the hegemonic power controlling the technology, financial resources, nuclear and conventional arsenal and international institutions with military and economic features. Opposite to realist arguments and realist teachings, military assets are being employed for a wider spectrum of international crisis and regional clashes instead of serving solely for pure national interests. Since the end of cold war, many military interventions and humanitarian operations have been conducted either under UN and NATO mandate or international coalitions where US have played the leading role for such operations. Some of these operations which took place after 1990s can be cited as Iraq, Somalia, Balkans, Afghanistan.3 Parallel to liberal arguments, many of abovementioned interventions have been triggered by humanitarian reasons, that was approved either by domestic or international public opinion. And this has created a new form of coercive act aiming to secure the delivery of humanitarian assistance by force. Ken Booth, as a fallen realist with his own description, have done significant work to re-conceptualize security studies in a more focused, more deeper and more broader sense. He proves a deeper understanding and promotes a broader approach to security beyond the classical threats and use of military force. Beside military aspects of international security such as disarmament, arms control, and nuclear proliferation, other indirect factors of security such as poverty, unfair distribution of resources and injustice between developed and underdeveloped parts of the world has also gained considerable attention. Ken Booth in his book “Theory of World Security” draws our attention to another aspect of global security, which is the proliferation of threats to security and its growing destructiveness. He classifies these threats as “inflamed cultural and religious sensibilities, militant nationalism, growing gap between rich and poor societies, and 4 inevitable rise of the world’s population.” According to Booth, key decisions need to be taken about world security before the end of the second decade of twentyfirst century, otherwise human kind will inevitably face a kind of global turmoil never seen before. The Middle East is one region that is vulnerable to above mentioned sensibilities. 1 Hinnebusch, op. cit., p. 229 Ken Booth, Critical Security Studies and World Politics, 2005, p. 70 Ibid, p.71 4 Ken Booth, Theory of World Security, 2007, p.18 2 3 64 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ The reason why he is so pessimistic on the future of world security can be found in the description of the threats without a “solid enemy”. These threats are mainly non-military threats stemming from uneven distribution of natural resources, trans-boundary crimes, epidemics and disease, terrorist acts, mass migration, environmental degradation and similar ones. To meet the security requirements of such threats, the military organizations are expected to realize the transformation of their structures, concepts and equipments accordingly. In post-Cold War years, US has shouldered the leading country role to meet the requirements of a new environment for military forces, and proved military efficiency for changing conditions of peace-keeping operations. Such operations have been fuelled by the phenomenon of globalization that deeply changed relations between the states to inherit a more inter-cultural, inter-normative and inter-democratic character. According to Mary Kaldor the conflicts of new era are different from classical conflicts in some aspects. First, they happen not among the rich, democratic and strong states of the Center but in the relatively remote areas of the periphery. Second, they occur due to economic problems and disintegration of existing states in periphery. Third, they oppose civilians rather than military forces. Fourth, they are affected by new international norms and role players rather than old actors and organizations. And finally, they are fuelled by politics of identity 1 rather than concerns of real politics. It is clear that military forces will increasingly conduct non-military tasks and functions and such conditions are different from traditional Clausewitzian strategies and structures that are incapable to meet the requirements of future operations. It is easy to observe that, in parallel with transforming features of military capabilities, classical state based systems are also gradually being replaced by a complex and interconnected global economic system and a similar global society with no real physical borders under the influence of non-state actors, 2 structures and international norms. Another argument about the conditions of future security environment is the role of terrorist attacks on US that started with 9/11 events, and the preemptive reactions of American government to these attacks. Actually, with the positive shift created by the end of cold war phenomenon, as liberal approaches were promoted for a broader security concept, 9/11 event has dramatically changed the path of liberalism into a realist-neorealist perspective. The policy makers of US administration, as the power holders, had willingly changed the track into old traditional discourses of security, inserting the leading role of US under the influence of liberal economic might over the rest of the world. Such a sharp return to traditional discourses happened in a time where new ideas and critical approaches have been giving their seedlings for a more secure planet.3 The justification of the mentality that promotes US as the leading power of “real existing liberalism” can be explained by some important factors and determinants of realist understandings and solutions. The first is the crucial role of the US strategic studies mainstream and its military history wing, which have continued to dominate ways of viewing and responding the world affairs, acting as intellectual gatekeepers. The second is the rise of neoconservative political forces within western democracies which were once wedded to realist political and strategic axioms. These role players were ready to use national military myths, exploit popular fears and national sources to realize their own personal or political 4 party interests when 9/11 events occurred. As Graeme Cheeseman asserts; 1 Mary Kaldor, New and Old Wars, Stanford University Press, 1999 Ken Booth, op. cit p. 76 Ibid, p.80 4 Ibid, p.81 2 3 65 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Within such a closed environment, traditional discourses of security, international relations, technological progress, and cultural relativism serve as useful and effective means of constituting reality in ways that can serve to advance or protect the interests not of peoples or humanity but those of the power holders themselves. In their book “The Dynamics of Coercion” Daniel Byman and Matthew Waxman have explained the necessities why US transformed the tools of Cold War’s deterrence into an effective and robust coercive politics. Although it is not easy to fight a blurry enemy under close supervision of domestic and global public opinion, US policy makers and military experts use almost any positive tool to justify their operations worldwide particularly after 9/11 events. Although there is a growing possibility for US and its allies in the Center to confront high risks of anticoercive retaliations including the threat of Weapons of Mass Destructions (WMD) either from rouge states or terrorist groups supported by these states, US seamlessly continue to use military power as the most effective tool of coercion in a wide scale. CONCLUSION It is apparent that the security agenda of the Middle East countries in postcold war era will be significantly different from cold war era. Some aspects of security agenda may remain familiar most likely in economic and military sectors but the biggest changes are expected to appear in political and societal sectors. After a long term of clash of ideologies, the world will start suffering from the clash of civilizations mainly inspired by religious values. We see that anti-western sentiment once promoted by Third world countries is turned into Anti-American ideology fuelled by religious arguments that find space in Muslim societies of the Middle East. Maybe not “brute force” but use of “coercion” by Center against Periphery will play a significant role for the security agenda of world politics. Liberalism as the dominant ideology is using coercion widely even in post-cold war era to spill over the effects of the market economy into military, political, societal and environmental sectors. Away from the universal teachings or liberalism that opposes war and military movements; coercive force is a vital element for Center’s foreign policy and using coercion widely to make strategy in the name of a “real 1 existing liberalism”. The deeper reality is that the Center is now more dominant, and the Middle East as a part of Periphery is more subordinate than any time since decolonization began. Here the essential point is whether Center will neglect the Periphery or will seek for stronger collective security and regional management regimes. The outcomes of Iraq and Afghanistan operations will affect the positions of states accordingly. If the intervention of Center to both phenomenons will prove to be a success and does not give rise to long term chaos in both areas of operations, a positive sample of global security regime will be managed for future. After 9/11 attacks, the clash between West and Islam has been carried to the center of the enmities and the role of the Middle East will be crucial for a much more safe world. Two big scale military operations of US led western coalitions in the Gulf have proved that Middle East is very likely to be the target for coercive operations and political influences in the near term, and this will affect not only the future of political regimes in Middle East but also the future of wide scale security approaches for the globe. BİBLİOGRAPHY 1 Daniel Byman&Mathew Waxman, The Dynamics of Coercion, Cambridge University Pres, 2002, p.15 66 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Robert Jackson, Georg Sorensen, Introduction to International Relations, (Oxford University Press, New York 2003) Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security: The Pros and Cons of Expansion and Contraction, 2002, Barry Buzan and Ole Weaver , Liberalism and Security: The contradictions of the liberal Leviathan, COPRI, 1998 Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs 3 (1991): p. 440. Wilson Mc Williams, Garrisons and Government, Politics and the Military in New States ,(Chandler Publishing Company, 1967) Simon Bromley, Rethinking Middle Development, Polity Press,1994 East Politics, State Formation and Lisa Anderson, The State in the Middle East and North Africa, Comparative Politics, Oct 1987 Vol.20. p. 5 Mehran Kamrava, Military Professionalization and Civil-Military Relations in the Middle East, - Political Science Quarterly, Nov 2000, p 91 Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, Manchester University Press, 2003 Stephen Zunes http://www.commondreams.org/views04/1020-28.htm Ken Booth, Critical Security Studies and World Politics, Lynne Rienner Publishers, 2005 Ken Booth, Theory of World Security, Cambridge University Press 2007, Mary Kaldor, New and Old Wars, Stanford University Press, 1999 Daniel Byman&Mathew Waxman, The Dynamics of Coercion, Cambridge University Press, 2002, 67 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES HOW WILL THE RISE IN OIL PRICES EFFECT THE POLITICAL ECONOMY OF THE OIL EXPORTING STATES IN THE MIDDLE EAST? Dr. İdris Demir∗ Oil prices continue to enjoy a high level since the US intervention of Iraq. Although crude oil prices sometimes face a decrease in major consuming markets, the prices are still high. OPEC basket price for crude oil was 94.87 USD on 28-02208, it was 99.48 USD on 10-03-2008 and was 102.88 USD on 14-03-2008. It should be noted that these prices are too high to handle. It is evident that there is an economic flow from the consuming countries to the producing countries. Major oil exporters enjoy a great amount of economic surplus from the bussiness with the importers. Conventional wisdom argues that oil exporters will enjoy an advantageous position from this relationship. However, the reality may not be the expected one if the question under discussion concerns the oil industry. Oil earnings occupy almost all of the income of the oil exporting states in the Middle East in a great amount. Oil exporting states in the Middle East, in turn, do not have a strong economic structure to invest this economic surplus in their domestic economies. It is evident that eating more food than one can digest creates problems for ones’ stomach and for full health. An economic flow more than that can be invested in domestic economies create problems for the oil exporting countries in the Middle East. The economic surplus is invested in the economic structuring of the major Western economies that are the main importers. It seems that exporters will continue to enjoy from this favourable (which is sometimes unfavourable) position in the coming future, too. As a hydrocarbon resource oil has a very rich energy content. This provides a solid ground for its continuous consumption. The current appliance stock of the energy burning utilities which are designed for oil consumption also provides another solid gorund for oil consumption. It is arguable and wise to think that high oil prices will promote the consumption of and investment on alternative energy sources such as natural gas. However, these studies are far from making an energy transition from oil to natural gas or to any other energy source. Oil is still used as the primary energy source since the energy transition from coal to oil. Oil exporting states in the Middle East will continue to enjoy this economic surplus, which is true. That oil exporting states in the Middle East show typical characteristics of rentier states structuring in a great amount is another truth. The economies of the oil exporting states in the Middle East depend on oil revenues. These states export one item and import almost all items including agricultural and industrial goods abroad, from their partners. It is unavoidable that this situation creates problems for their domestic economies. Oil exporting states in the Middle East have to support their domestic economies with some measures such as subsidies. Their fiscal policies will depend on the developments which is outside their territories. The effect of the state and the ruling elite will continue to increase both in economics and the social life. In the economies where the state solely decides the direction of the economy of the country, there appears a bad decision making mechanism. Here, the expectations of the public will be high due to the high level of the oil revenues. ∗ Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, idris_demir@yahoo.com 68 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ The public will force the state to invest rapidly on projects to increase the living standarts. The decision making mechanism may act hastily. This, in turn, may result in investing on unsuitable choices. This would result in the ruining of the sources. However, this would not be regarded as a loss among the ruling structure since there is a continious flow in oil earnings. This would open another door for some other wrong investments. This vicious cycle would continue to run like this. At the end, directing all investments from a single hand would result in an increase in corruption among the state structures. Those in the ruling position would place their own gains and interests in front of the interests of the public and the state. This would not result in a situation that causes unrest among the public in the short term. However, as the public observes that there is not a positive change in their status, the situation would begin to change in the long run. The role of the state in the oil exporting countries in the Middle East in general is distributing the wealth and welfare of the oil revenues among the public rather than collecting tax from the public and investing on the needs of the society. The state distributes the wealth and the welfare. The ones which are the most favoured are those that are within the ruling structure, not the citizens. It is unavoidable that this situation would create unrest among the society. Rising unemployment and inflation also would accelerate the bad impacts of these feelings wihich in turn would open a gate for social discomfort. The forseen discomfort would not be observeable only in the social level. The individual citizens would also face a familiar type of discomfort. It is observeable that the level of education is increased within the oil exporting states in the Middle East. Young generation that is more educated than their fathers and forefathers would demand more from the state. They would demand more paid jobs, higher living standarts, more say in the governing of their own states. However, their demands would not be met if they are not in the near circle of the ruling structure and family. When this both social and individual discomfort are combined with the investment and spending policies and behaviours of their own belongings of the ruling family, a new door of unrestness would be brought to the agenda in the long run. Since there are no or few domestic investment opportunities, the ruling elite directs their investments mainly to the Western economies. They prefer to spend their money within the fiscal structures of the Western countries in some respects. The public in the oil exporting states in the Middle East would see/ blame/ identify the Western countries for the inflation, unemployment, uneasiness in their own countries. Moreover, they would face/ see/ blame their own ruling elites and families as siding/ acting/ promoting the benefits of the Westerners rather than taking their own benefits into consideration as the primary goal. This would, in turn, accelerate anti-western feelings and thoughts among the public. One should also remember that when the Middle East is under concern there are many dissidents, opponents, minorities, interest groups etc that the ruling elite or the family of each state should take into consideration when the ruling calculations are made. These states are sometimes regarded/ seen/ blamed as depending on the military power of their Western alliances in order to continue their position and status. This occupies another ground for anti-western feelings among the society. One should remember that Iran faced similar experiences prior to the 1979 Islamic Revolution. The ruling structure of that time, Shah Rıza Pahlavi, lost power and legitimization from the result of the similar economic and socio-cultural events in addition to some other developments. The ruling elite lost the support and the 69 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES confidence of the public and this resulted in the increase in anti-western feelings and a change in regime. It is observeable that major oil exporting Arab states in the Middle East face similar happenings. They are seen/ blamed as siding with their Western allies in regional and global issues. The ruling elites in major oil exporting Arab states in the Middle east are under the threat of religious extremism and fundemantalism which also acquire a ground of support from the discussions mentioned above. These states do not only have ethnic minorities, their religious composition is not homogenios, too. There are religious minorities (to mention) form different sects that do not share the ideals and do not support the deeds of the ruling structure. The ruling family and its near circle regard them as a threat to their position. The rise in the uneasiness of the society results in more dependence of the ruling elite to foreign alliances. The rise in oil prices result in an increase between the gap of the level of the income and comfort of the society and the ruling structure. This vicious circle contiues as the ruling structure invests more abroad on their own financial assets and invests more on domestic military engagements. This, in turn, provides another ground of discomfort for dissidents, opponents and minorities of all kind within the country. However, it should be noted that the case for Iran shows some differences. Iran diversified her economy after the change in her regime. Although oil revenues occupy the greatest income of the budget, Iranian economy relies less on oil revenues than that other major oil exporters in the Middle East rely for their economies. Iran spends the economic surplus coming from the rise in oil prices in her domestic economy in a great amount. Moreover, she was able to pay an amount of her foreign debt from the surplus resulting from this rise in prices. As a country gaining more economic power and with an anti-American discourse, Iran seems to strengthen her position among the public/ minorities of other major oil exporting Arab states in the Middle East some of the citizens of which are not from the same religious sect with the ruling family and are not comfortable from the policies and the deeds of the ruling structure. This occupies another chain in the circle. As a consequence, it is not unwise to think that the earnings from the rise in oil prices do not support the peace and democracy within the major oil exporting states in the Middle East. In its esence it seems that this situation is going to cause problems for the ruling structure of these countries in the long run. 70 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ ORTA DOĞU VE ORTA ASYA’DA GÜVENLİK AKTÖRÜ OLARAK TÜRKİYE: KARŞILAŞTIRMALI YAKLAŞIM Aigerim Shilibekova∗ Türkiye hangi açıdan ele alınsa alınsın önemli bir devlettir. Bulunduğu coğrafik konumu, askeri gücü, ekonomik potansiyeli, NATO üyeliği, AB perspektifi ve ikili ilişkiler düzeyinde Batı ile olan bağlantısı, Müslüman bir devlet olarak İslam dünyasında küçümsenemez yeri ve rolü, bunların hepsi Türkiye’nin bir bölgesel güç olarak değerlendirilmesi için haklı zemini sağlamaktadır. Bununla birlikte Balkanlar, Orta Asya, Orta Doğu, Kafkasya gibi bölgelerde aktif bir aktör olarak çok yönlü ilişkiler geliştirmiştir. Yalnız bu ilişkiler akademik çalışmalarda daha çok kültürel, tarihi, ekonomik ve ticari boyutlarıyla değerlendirilmiştir. Güvenlik alanındaki çalışmalarda ise, Türkiye’nin politikaları daha çok iç (asker-sivil, ordu-devlet ilişkileri) dinamikleriyle kısıtlı kalmış, dış dinamikleri ise barış gücü operasyonlarıyla gündeme gelmiştir. Fakat, görüşümde, bölgesel güvenlik alanında, önemli bir aktör olarak yakın zamana dek ihmal edilmiş (yani, sadece ABD’nin bölgedeki politikası ışığında görülmüş ve politika tüketen bir ülke olarak algılanmış), ama 11 eylül olaylarından sonra siyasi ve bilimsel ilgi odağı haline gelmiştir. Buna rağmen, Türkiye, Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinin güvenlik sistemlerinin oluşum süreçlerinin tahlili dışında kala gelmiştir. Halbuki, Türkiye’nin her iki bölgeyle güvenlik alanındaki ilişkisi haklı nedenlere dayanmaktadır. Orta Doğu ile coğrafik sınırın dışında ulusal ve bölgesel güvenlik sorunları açısından ortak gündeme sahip olan Türkiye’nin Orta Asya ile, dil, din ve kültür gibi ortak özelliklerinin dışında, askeri ilişkileri de gelişmiş durumdadır. Bunlara ek olarak, adı geçen iki bölgedeki Türkiye’nin rolünü çalışmamın odağı haline getirmemin iki sebebi var. Birincisi, Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerinin değişiyor olmasıdır. Siyasi olaylar açısından verimli geçen 2007 senesi Türkiye’nin toplumsal değişim sürecine girmiş olduğunu göstermiştir. Bu değişim Türkiye’nin dış politikasını da etkileyeceği şüphesizdir. İkincisi ise, her iki bölgenin ABD tarafından ortaya atılan Büyük Orta Doğu projesi kapsamına girmesi ve özellikle 11 Eylül sonrası uluslar arası güvenlik politikalarından en çok etkilenmiş durumda olmasıdır. İlk bakışta birer İslam coğrafyası ve enerji bakımından zengin olmanın dışında, çok farklı gibi gözüken Orta Doğu ve Orta Asya’nın pek çok benzerlikleri mevcuttur. Her ikisi de istikrarsızlık ve güvenlik sorunlarının kaynağı olup, eski sömürge geçmişe ve otoriter rejimlere, heterojen etnik yapıya ve sosyal aykırılıklara, kısıtlı su kaynaklarına ve sınır aşırı sorunlara sahip olma gibi özellikleri göze çarpmaktadır. Bunun dışında iki bölgenin en çok kayda değer ortak noktası ise, uluslar arası ve bölgesel güçlerin jeostratejik çıkarlarının ve politikalarının kesiştiği bir yer olmasıdır. Hatta, bazı ülkelerin her iki bölgeye de coğrafik konumuyla ilişkin olması gibi durumların (örn., İran ve Afganistan) bu iki bölgenin çok yoğun bir etkileşimini ortaya koyduğu açıktır. Bu etkileşim en çok bariz olarak 11 Eylül sonrası ortaya çıkmıştır. Türkiye ve Orta Doğu: Değişen ‘jeo’ değil, ‘politik’ Türkiye’nin dış politikasını ele alan tüm çalışmalar Türkiye’nin kimlik 1 sorununu irdelemekle başlar. Dış politikadaki dalgalanmanın kaynaklandığı kimlik ∗ Eurasian National University Astana/Kazakhstan, aigerimsh@gmail.com 71 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES arayışını pek çok nedenle açıklandığını, fakat en önemli iki etkene bağlandığını görmekteyiz. Birincisi, Türkiye’nin konumu olup, ikincisi ise, Osmanlı mirası olarak gösterilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika tarihini gözden geçirdiğimizde Türkiye’nin Orta Doğu’da sınırlı ve pasif nitelikte bir politika yürütmesinin açıklaması kolay gibi gözükmektedir. Yani, büyük önder Atatürk’ün imparatorluk mirasçısı bir ülke değil, yeni bir ulus-devlet kurulması yönünde uyguladığı dış politikası sonucu olarak kabul edilmektedir.2 Bu politikalardan kaynaklanan reformlar neticesinde Orta Doğulu imajının yerine, Avrupalı bir devlet imajının yerleştirilmesi gibi bir gaye görülmektedir. Bu amaç, tüm devlet politikalarını etkilemiş, Orta Doğu’daki varlığının sınırlı kalmasını sağlamıştır. Tabi ki, sadece imaj sorunuyla açıklamak da yeterli değil. Bununla birlikte, ABD’nin Orta Doğu planları ve politikaları, yıllarca bir tehdit olarak algılanan ve Türkiye’nin yanı başında bulunan SSCB’nin varlığı, daha sonra ‘Orta Doğulu’ kimliğinin beraberinde getirdiği ‘Müslüman’ kimliği, soğuk savaş sonrası Balkanlar ve Orta Asya gibi bölgelere yönelmesi ve her şeyden en çok AB perspektifinin ağır bastığı bir dış politika vizyonun mevcudiyeti gibi pek çok faktörü de göz önünde bulundurmak gerekir. Her bir etkenin, az ya da çok, Türkiye’nin Orta Doğu’yu uzun zamandır ignore etmesini sağladığı bir gerçektir. Karşılıklı olarak, Orta Doğu ülkelerinin de tutumu farklı olmamıştır. Her ne kadar Osmanlı imparatorluğunda bir ümmet olarak yaşamış 400 senelik ortak geçmişe sahip olsalar bile Türk ve Arap milletlerinin dil, kültür ve etnik özellikler olarak ayrı olduğu görülüyor, Osmanlı’nın son yıllarında yaşanan olaylardan kaynaklanan tarihi önyargıların hala süregeldiği biliniyor. Orta Doğu ülkeleri Türkiye’nin laik rejimini ve Batı yanlısı politikalarından dolayı hep şüpheyle bakmış, zaman zaman kriz durumlarının da (örn., 1998 yılında Suriye ile çıkan kriz) ortaya çıktığı olmuştur.3 Bunun dışında, Türkiye – İran ilişkileri çoğu zaman karşılıklı şüphe ve suçlamalara dayanmış, Türkiye – İsrail ilişkileri ise, diğer bölge ülkeleri tarafından eleştirilmiştir. Peki Orta Doğu güvenliği için Türkiye’nin anlamı nedir? Türkiye güvenlik ve istikrar sağlayıcı olarak algılanmasından daha çok tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olarak algılanmıştır. Britanyalı Philip Robins’e göre Türkiye’nin komşularının neredeyse tamamı Türkiye’den korkmaktadırlar. Robins bu korkuların şiddetini ülkelerin hayal gücüne bağlı kılmakla birlikte, bu tür algılamaları yeterince gerçekçi olarak değerlendirmektedir. Örnek olarak da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’ın tamamını işgal edeceği, Balkanlar veya Orta Doğu’ya yönelik neo-Osmanlı ekspansiyonist politikaların ortaya çıkacağı, Türkiye’nin Fırat’ın suyunu 4 kesebileceği konusunda Suriye’nin endişeleri gibi algılamalar gösterilmektedir. İki kutuplu dünyanın geçmişe karışması ve bölgeler ve milletler arası etkileşimin daha çok yoğunlaşması ile birlikte bölge ülkeleri ile Türkiye’nin karşılıklı algılamaların doğal olarak değişeceği beklenmiştir. Fakat, Cihangir Dumanlı’ya göre “Türkiye, soğuk savaş paradigmalarından kurtulup, önüne çıkan çok taraflı politika izleme olanağını kullanamamıştır”.5 Nitekim dış politikasında izlediği Avrupa Birliği perspektifiyle yıllarca sınırlı kalması ve, deyimi yerindeyse, Batı’ya “ipleri vermiş” olması Türkiye için kolay ama çoğu zaman maliyeti yüksek bir yol olmuştur. 1 Bunların bazıları: Bülent Aras’ın Turkey and the Greater Middle East, TASAM, İstanbul, 2004; Philip Robins’in Turkey and the Middle East, CFR Press, NY, 1991; Lenore Martin ve Dimitris Keridis’in derlediği The Future of Turkish Foreign Policy, MIT Press, 2003; v.b. 2 Paul Wolfowitz’in 1-2 Haziran 1994 tarihlerinde “A reluctant neighbour: Analyzing Turkey’s role in the Middle East” adlı konferansta yaptığı konuşması, a Conference Report “Turkey’s role in the Middle East” by Patricia Carley, United States Institute of Peace, 1995, s.2. 3 Elie Kheir, “La Turquie et le Moyen-Orient”, Cahiers d’Etudes Strategiques No.:26, 2.eme trimestre, 1999, p.49. 4 Philip Robins, Suits and Uniforms. Turkish foreign policy since the Cold War, University of Washington Press, Seattle, 2003, p. 166. 5 Cihangir Dumanlı, Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, Bizim Kitaplar, İstanbul, 2007, s. 271. 72 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Nasıl ki, bugün bir devletin ekonomik güvenliğini sağlamak için ekonomisinin çeşitlendirilmesi mecburi ise, Türkiye için de dış politika tercihlerinin çeşitlendirmesi önemli hale geldiğini görüyoruz. Çünkü yirmi birinci yüzyıla gelindiği ve dünyanın marjinalleştiği bir ortamda devletlerin jeopolitiği daha çok öne çıkmaktadır. Türkiye komşusu olan Orta Doğu ülkeleriyle paylaştığı coğrafyayı ve bu coğrafyanın verdiği hem sorunları hem çıkarları ihmal edemez duruma gelmiş, belki de ‘ihmal etmemek zorunda kalmıştır’ da denilebilir. Yine, Dumanlı’nın dediği gibi Türkiye’nin 1 ‘jeopolitiği’nin ‘jeo’su (Türkiye’nin coğrafyası) kalmış, ama ‘politiği’ değişmiştir. Örneğin, PKK terörü karşısında yakın zamanda başlayan ve devam etmekte olan operasyonlarında Türkiye İran’la işbirliğine girmiş, bölge ülkelerinden destek almıştır. Operasyon öncesi yaşanan diplomatik trafik Orta Doğu bölgesinde Türkiye’nin “artık ben varım” mesajının algılanmasına sebep olmuştur. Söz konusu değişimin ortaya çıkmasındaki etkenler, eski CIA başkan danışmanlarından Graham Fuller’in yakında çıktığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti. İslam dünyasında esas ülke olarak Türkiye” adlı çalışmasında gösterilmektedir. Birincisi, 2001 Eylül sonrası ABD politikaları ve terörizme karşı ilan edilen küresel savaş. İkincisi ise, 2002 yılında geçen ulusal seçimler ve tek başına iktidar olarak gelen AKP hükümetidir. Fuller’e göre artık Türkiye Orta Doğu’daki siyasi gelişmelerin bir parçası haline gelecek, ve Orta Doğu ve Avrasya’da Batı’dan daha 2 çok bağımsız politikalar geliştirecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar kaynağı bir ülke ve başarılı politikalar uygulanması için başta PKK sorununun çözümü gelmektedir. Yıllardır tek başına verdiği mücadelenin Türkiye için hem iç hem dış maliyeti çok fazla olmuştur. Bununla birlikte, bölge ülkeleri de Türkiye’nin Orta Doğu’da rolü küçümsenemeyeceği yönünde tavır göstermiş, PKK konusunda Türkiye’nin hem kararlığını hem gücünü görmüştür. Bu yüzden, bu sorunun çözümü Türkiye’yi Orta Doğu’da önemli bir güç haline getireceği şüphesizdir. Türkiye ve Orta Asya: Duygusallıktan pragmatizme doğru Türkiye’nin Orta Asya politikalarını konu eden çalışmaları ülke bazında karşılaştırılmalı istatistiğini çıkarır olursak, Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlığının 17. ve Türkiye ile olan ikili ilişkilerin 16. senesine gelindiğinde bu ilişkileri ele alan akademik ve bilimsel değerlendirme ve çalışmaların hem Türkiye’de hem Orta Asya ülkelerinde pek düşük düzeyde kalmaktadır. Üstelik, mevcut çalışmaların çoğu üçüncü (ve çoğunlukla batı) ülkelerin kaynaklarına dayalı yapılmıştır. Bu her iki tarafın birbirine başkalarının gözlükleriyle baktığını ortaya koyar. Böyle bir bakış açısının ilişkileri ne denli güçlendirdiği tahmin edilebilir. Buna rağmen, Türkiye ve Orta Asya ülkeleri arasında ikili düzeyde, iyi yada kötü, on altı senelik bir geçmiş mevcuttur. Bu geçen zaman zarfında gerçekleşen etkileşimin getirdiği bir tecrübe ve bir algılama oluşmuş, Orta Doğu ile olan ilişkilerle karşılaştırıldığı zaman daha olumlu ve iyimser bir tablo çizilebilmektedir. Orta Doğu’ya yönelik sergilediği tutucu siyasetine karşın Türkiye Orta Asya’ya yönelik işbirliğine açık ve istekli bir tavır sergilemiş, ama yine de her zaman Rusya’nın varlığını hesaba katmıştır. Türkiye’nin ilk zamanları pek duygusal zeminde hareket edilen politikalar günümüzde gerçekçi hal almaya başlamıştır. Fakat hala net bir strateji geliştirilmesi beklenen dış politika yönlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçen zaman zarfında geliştirilen ilişkileri ele aldığımızda, Orta Asya ülkelerinin Türkiye algılamasının birkaç evreden geçtiğini görmekteyiz. Birincisi, 1 Dumanlı, a.g.e., s.23. Graham E. Fuller, The New Turkish Republic. Turkey as a pivotal state in the Muslım world, USIP Pres, Washington, DC, 2008, ss. 7-9. 2 73 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Sovyet dönemi olup Varşova Paktı’nın düşmanı olan NATO’nun üye ülkesi olarak algılanan Türkiye. İkinci dönem, bağımsızlık sonrasına rast gelmektedir. Bu dönemde, Türkiye bağımsızlıklarını ilk tanıyan dost bir ülke. Pan-Türkizm’i çağrıştıracak ve Rusya’yı rahatsız edebilecek söylemlerden kaçınan bölgesel devletlerin yöneticileri daha bağımsızlıklarına alışmamış halklarını ekonomik buhrandan çıkarmak için Türkiye ile iktisadi ve ticari ilişkileri geliştirme, eğitim alanında yardım ve maddi destek temin edebilme amacıyla pek çok alanda anlaşmalar imzalanmakta ve projeler planlanmaktadır. Üçüncü döneme, doksanların ikinci yarısı, Türkiye’nin yaşadığı siyasi sıkıntılar ve ekonomik beklentilere cevap verememesi damgasını vurmuştur. 2001 sonrası Türkiye bölgesel bir güç ve pragmatik bir ortak olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, 2001 sonrası Orta Asya ülkelerine komşu Afganistan’daki gelişmeler, renkli devrimler ve Irak’taki savaş gibi tehdit içeren durumlar ve dini ayrılıkçı terör, uyuşturucu trafiğinin yoğunlaşması gibi sorunlar bölgesel güvenlik sağlama yönündeki arayışları arttırmış, askeri ilişkilere önem verilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, Türkiye ile de ilişkiler ivme kazanmış Türkiye’nin bir güvenlik aktörü olarak algılanmasına yol açmıştır. Nitekim bugün, Türkiye, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, illegal göç ve terörizmle mücadele konusunda kayda değer tecrübeye sahip bölgesel güç olarak algılanmaktadır. Örneğin, Kazakistanlı uzman Bolat Sultanov Türkiye’nin organize suç örgütleriyle ve silah kaçakçılığı ve en önemlisi terörle mücadele konusunda uluslararası ve ulusal düzeydeki tecrübelerini öğrenip değerlendirme gerekliliğini savunmaktadır.1 Bununla birlikte, Türkiye’nin NATO üyeliği ve başka Avrupa güvenlik kuruluşlarıyla olan işbirliği Orta Asya ülkeleri için ilgisini çekmektedir. Özbek siyaset uzmanı Dr. Ravşan Abdullayev bu olgunun ikili ilişkilerin önemli bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Abdullayev’in görüşü, 2000 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Özbekistan’a resmi ziyareti esnasında imzalanan askeri anlaşmaların ikili ilişkileri güçlendirecek önemli bir adım olması yönündedir.2 Tacikistanlı Dr. Iskander Asadullayev ise, Türkiye’de ordunun toplumsal gelişmelerdeki rolü ve din-devlet ilişkilerinin uygulamalı örneği açısından Türkiye’nin tecrübesinden yararlanabilme imkanını vurgulamıştır. Asadullayev, Türkiye’nin bölgesel güç olduğunu ve Orta Asya’ya yaklaşımını değerlendirirken bölge ile olan ilişkilerdeki Türkiye’nin avantajını Türkiye’nin bölgesel devletlerden 3 ‘steril’ bir demokrasi talebinde bulunmaması şeklinde göstermiştir. Kırgız araştırmacı olan Orozbek Moldaliev ise, Türkiye’nin İslam dünyasının önemli bir ülkesi olduğunu ve asker alanda ilişkilerin önemini vurgulamıştır.4 Nitekim 1993 yılından başlayarak Türkiye bölge ülkelerinin ordu modernizasyonuna katkıda bulunmakta, Harp okullarında Orta Asya’dan giden öğrencilere eğitim vermektedir. 1993-den bu yana Harp Akademilerinden 2000-den fazla subay mezun olmuş, Gülhane Askeri Tıp Akademisinde onlarca subay kurs görmüştür. Bununla birlikte, NATO’nun Barış için Ortaklık Programı dahilinde Türkiye Orta Asya’dan gelen subaylara eğitim ve destek vermektedir. Tüm bunlar, coğrafik olarak uzak olmasına karşın Türkiye’nin güvenlik alanında kısıtlı olsa da yapıcı bir rol oynadığını göstermektedir. 1 Bolat Sultanov, “Cooperation of Turkey and Kazakhstan on Struggling against Terrorism and Extremism” in the Proceedings of International Conference on Interrelations of Turkey and Central Asia in the Context of Enlargingg Europe, Almaty: Dike Press, 2006, ss.108-111. 2 Ravşan Abdullayev, “Uzbekistan-Turkey: Problems and Prospects of Cooperation in the New Geopolitical Conditions” a.g.e., ss. 126-128. 3 Iskandar Asadullayev, “Tadjikistan and Turkey: Overcoming the Historicl Syndroms”, a.g.e., ss. 159160. 4 Orozbek Moldaliev, “Islam and a Secular State: implementing Turkey’s Experience in Central Asia”, a.g.e., ss. 255-256. 74 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Görüldüğü gibi, Orta Asya’da Türkiye algılaması güvenlik boyutuyla niteliğini değiştirmekte olup, geçen on altı yılın içinde fazla başarılar yer almamışsa da, ilişkilerin tüm boyutlarında devam edecek projeler sistemik olarak etkisini zamanla gösterecektir. Böylece her iki bölgenin örneğinde görüldüğü gibi Türkiye bugün büyük bir değişim yaşamaktadır. Bu değişimin, Ankara’nın stratejik vizyonun daha da genişletmeye yönelik adımlarından kaynaklandığı ve hala devam ettiği aşıkardır. Türkiye’nin bu değişimi nasıl değerlendireceği Orta Doğu ve Orta Asya’da olduğu gibi, Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz bölgelerindeki politikaları derinden etkileyeceği şüphesizdir. 75 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES DÖRDÜNCÜ OTURUM MIDDLE EAST AND THE WORLD (ORTA DOĞU VE DÜNYA) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Tayyar ARI Raportör : Doç. Dr. Ertan EFEGİL Konuşmacılar F. Aslı KELKİTLİ Yrd. Doç. Dr. Halil ERDEMİR Doç. Dr. Yaşar ONAY Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ 76 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ THE RUSSIAN INVOLVEMENT IN MIDDLE EAST: PUTIN ERA F. Aslı Kelkitli∗ Introduction The Russian Foreign Policy Concept of June 2000 stated Russia’s priority in Middle East as to restore and strengthen the country’s positions, particularly the economic ones in the region. It can be said that Russia’s foreign policy under the leadership of President Putin conformed to this basic principle. Contrary to Soviet period, Moscow pursues a non-ideological, practical and pragmatic policy which is mainly based on bolstering Russian economic influence in Middle East but also challenging USA’s unilateral approach and interventions. Russia constructs nuclear reactors in Iran, sells arms and military equipment to this country. Moscow also rekindled its relation with Syria by writing off Damascus’s lingering debt dated from Soviet era and providing the Assad regime anti-craft missiles to protect itself against the encroachments of Israel. Another novelty of this period is Russia‘s proclivity to follow a more evenhanded approach in its dealings with Israeli and Palestinian authorities. So, although Russia does not consider Hamas or Hezbollah to be terrorist organizations due to their electoral victories and a high ranking delegation of Hamas was greeted warmly in Moscow in March 2006 and February 2007, Russia improved its commercial ties with Israel thanks to the existence of Jews emigrated from Russia. Furthermore, Putin took steps to improve Russia‘s relations with Arab countries such as Saudi Arabia, Qatar and Jordan which were known as traditional US allies. He also tried to sign trade deals with the new Iraqi government. In this paper, I will trace the details of this new activism in Russian Middle East policy. My major contention is that Russia, by improving its economic and political standing in Middle East, attempts to challenge the dominant position of US in this rich and geopolitically important region for Russian interests. Keywords: Middle East, Russia, Foreign Policy, Putin, New Activism Iran: An Indispensable Ally Iran and Russia has cooperated in many areas in post-Cold War period. Iran followed similar policies with Russia in Caucasus and Central Asia in order to break out of its containment in international arena. Moreover, a resurgent Russia could also block US and Turkey led designs and projects in the Eurasian region. Tehran condoned to the overthrow of the Islamic and pro-Iranian government of Tajikistan by a coalition of Russian, Uzbek and communist groups in December 1992. In Afghanistan both countries opposed Taliban as it had a radical anti-Shiite character. In Caucasus the interests of Tehran and Moscow once more converged in Nagorno-Karabakh dispute and both sides backed up Armenia. Russia did not want to see a strong, independent and wealthy Azerbaijan near its border whereas a powerful Azerbaijan was also seen a potential threat for Tehran as this country possessed a large Azeri population. The already growing relation reached to new strongholds in military and economic realms during the presidency of Vladimir Putin. Putin abrogated in November 2000 the June 1995 treaty between the then Russian Prime Minister ∗ Boğaziçi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, kelkitlikongur@yahoo.com 77 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Viktor Chernomyrdin and the former US Vice President Al Gore, which pledged the cessation of Russian arm sales to Iran as of December 31, 1999.1 In March 2001 the then Iranian President Mohammad Khatami visited Moscow and a Treaty on the Foundations of Mutual Relations and the Principles of Cooperation was 2 signed. In the same year Russia also initiated new arm agreements with Iran worth between $2 and $7 billion.3 The most controversial decision of Russian administration regarding Iran 4 was Moscow’s declaration in July 2002 that it would finish construction of the nuclear reactor in southwestern Iranian city of Bushehr. The project was started by the German company Siemens in the 1970s but it was cancelled in early stages of the construction following the Islamic Revolution of 1979. Russia has taken on the 5 completion of the nuclear plant after it signed a deal with Iran on January 8, 1995. Although the Iranian government stated that the uranium enrichment and plutonium manufacturing programs would serve the energy interests of the country, the USA claimed that nuclear energy generation program was a cover under which nuclear materials, technology and equipment could be imported for use in a nuclear 6 weapons program. On more than one occasion, the American government pressed for tougher sanctions against Iran in UN but it was blocked by Russian administration. Russia offered a more active role for International Atomic Energy Agency (IAEA) which included working with Tehran on smoothing out the outstanding issues. Iran’s Nuclear Energy Chief Gholamruza Aghazadeh and his Russian counterpart, Alexander Rumyantsev agreed a deal in February 2005 for Moscow to supply fuel to Bushehr. Under the agreement Iran had to return spent nuclear fuel rods from the reactor to Russia. The clause was designated as a safeguard to alleviate the fears that Iran might misuse the rods to build nuclear weapons.7 Russia finished the delivery of shipment of fuel in January 2008.8 The nuclear power station is planned to begin its operations in summer 2008. Russia also signed an arms contract with Iran in December 2005 to sell 29 of its Tor M-1 anti-missile systems, a development that would make it difficult to attack on the country’s nuclear facilities.9 The missiles were shipped to Iran in December 2007. The Russian military officials underlined that the Tor system was a weapon of defense and did not represent a danger to any country if they did not attack Iran. In December 2007, Iran’s Minister of Defense Mohammad Najjar announced that Russia would supply Iran with S-300 air defense system which had 10 the ability to shoot down aircraft, cruise and ballistic missiles. However, the Russian Federal Military and Technical Cooperation Service denied this declaration by issuing a statement which said that the supply of S-300 missiles to 1 Robert O. Freedman, ”Putin and Iran: A Changing Relationship”, NCEEER Papers (27 March 2006). Available [online]: < http://www.ucis.pitt.edu/nceeer/2006_819_11_Freedman.pdf > [03 February 2008]. Roland Dannreuther, “Russia and the Middle East“, in The Middle East’s Relations with Asia and Russia, (eds.) Hannah Carter and Anoushiravan Ehteshami (New York, NY: RoutledgeCurzon, 2004), p.27. 3 Carol R. Saivetz, “Russia’s Iran Dilemma”, Russian Analytical Digest (June 2006), p.9. 4 Victor Mizin, “The Russia-Iran Nuclear Connection and U.S. Policy Options“, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 8, no.1 (March 2004). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a7.html> [03 February 2008]. 5 See Russian-Iranian Nuclear Cooperation Accord, 08 January 1995. Available [online]: http://www.defencejournal.com/2001/august/russians.htm> [03 February 2008]. 6 Michael Jasinski, “Russia’s Nuclear and Missile Technology Assistance to Iran”. Available [online]: <http://cns.miis.edu/research/iran/rusnuc.htm> [02 February 2008]. 7 BBC News, 27 February 2005. 8 Associated Press, 28 January 2008. 9 World Net Daily, 02 December 2005. 10 Luke Harding, “Russia Will Supply New Anti-Aircraft Missiles for Iran“, The Guardian, 27 December 2007. 2 78 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Iran was not being considered and was not being discussed with the Iranian authorities.1 Apart from military cooperation, Russia and Iran also took steps to advance the economic side of their relationship. The two countries discuss 130 economic projects worth over $100 billion and aim at boosting bilateral trade from the current $2 billion to $200 billion in the next ten years. At the Russian-Iranian trade commission meeting that was convened in Moscow on 13 December 2007, the two 2 countries signed agreements on air transport and investment. Furthermore, Russia and Iran mooted plans to set up a joint gas venture to explore deposits in the Persian Gulf and Central Asia. According to Russian energy officials, the joint venture could undertake the construction of the Iran-Pakistan-India pipeline.3 Iran and Russia came together in international organizations such as the Organization of the Islamic Conference (OIC), Shanghai Cooperation Organization (SCO) and the Caspian Sea Littoral States Organization. Although Tehran as being the chairman of the OIC, criticized Moscow for its harsh treatment of Chechens during Putin’s military campaign in 1999, it refrained from furthering the Chechen cause in the organization. Russia was granted the observer status in OIC in 2005 although it lacked the minimum fifty percent Muslim population required for membership.4 In 2005, Iran became an observer state in SCO, a regional security grouping that were dominated by China and Russia and defied US-led NATO hegemony in international system. At the Second Summit of the Caspian Sea Littoral States in October 2007, Russia, along with Azerbaijan, Kazakhstan and Turkmenistan highlighted that they would not allow any country to use their soil for 5 a military attack against Iran. Russia also supported the Iran’s initiative to establish an economic cooperation association of the Caspian nations. The new body will hold its first meeting at the Russian city of Astrakhan on the Caspian Sea later this year. Although at the summit, the Caspian ownership and the future of the legal regime were relegated to the background and the participating states focused on areas of shared interests, the demarcation issue is one of the perennial problems in the region about which Russia and Iran have differing positions. In 2003, Russia reached a trilateral agreement with Azerbaijan and Kazakhstan that divided the 6 northern sixty-four percent of the Caspian Sea into three unequal shares. Iran, in return, enunciated that it did not recognize the bilateral or trilateral concordats among the other littoral states and insisted on hammering out a single multilateral agreement between all five Caspian states. Syria: Invigoration of Bonds with an Old Friend Russia and Syria opened up a new chapter in their post-Cold War relations with Bashar Al-Assad‘s visit to Moscow in January 2005. The two countries signed agreements on cooperation in oil/gas industry, international motor service, 7 encouragement and mutual protection of investments. A separate protocol was also concluded to settle the repayment of Syrian debt to Russia which accrued as a result of Damascus’s military purchases from the Soviet Union. Russia decided to 1 Mark N. Katz, “Russia and Iran: Unfriendly Friends“, Middle East Times, 02 January 2008. RIA Novosti, 13 December 2007. Vladimir Radyuhin, “Russia-Iran Ties on the Upswing”, The Hindu International, 07 January 2008. 4 Igor Khrestin and John Elliott, “Russia and the Middle East“, Middle East Quarterly 14, no.1 (Winter 2007), p.2. 5 Tehran Times, 17 October 2007. 6 Richard Weitz, “Second Caspian Summit Fails to Resolve Contentious Issues“, CACI Analyst, 31 October 2007. Available [online]: <http://www.cacianalyst.org/?g=node/4724> [02 February 2008]. 7 IRIB News, 26 January 2005. 2 3 79 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 1 write off seventy-three percent of total debt which equaled to $14.5 billion. The remaining amount will be paid by the Syrian state in a period of ten years. The finalization of the protracted debt agreement paved the way for the acquisition of new Russian weapons and military equipment. Russia delivered Streletz short-ranged air-missile and Kornet-E anti-tank guided missile systems to Syria in April 2005.2 Moscow sent military advisors to Damascus and the Russian officers held teaching positions at Syria’s military officer training academy. There are also rumors that Russia plans to transform the Tartus and Latakia ports in 3 southern Syria into a naval base for its Black Sea Fleet. Energy cooperation is also on the upbeat. Russia and Syria established a joint oil and gas company on February 9, 2003. The new company, Amrit, would carry out exploration, development and maintenance activities in the oil and gas 4 sector. Russian specialists took part in the erection of a new hydroelectric power station at Halabiyah.5 In March 2005, Russia's Tatneft signed an agreement to explore and develop new oil and gas deposits in Syria.6 In December 2005, Russian and Syrian governments put their signature on a gas agreement which presupposed the construction of a pipeline that ended in the Syrian city of Ar Rayyan, and of a gas processing plant next to Palmyra, that would be built by Stroitransgaz, Russia’s most important engineering company in the oil and gas industry. The two countries adopted circumvent postures in each other’s thorny issues. Syria regarded the Chechen conflict as an internal problem of Russia and eschewed from criticizing Moscow on international platforms. Russia opposed the imposition of military sanctions on Syrian regime based on alleged involvement of some Syrian officials in the murder of former Lebanese Prime Minister Rafiq alHariri.7 Palestinian-Israeli Conflict: Can Russia Play the Role of an HonestBroker? Putin, apart from his predecessors, tried to pursue a balanced policy in his country’s relations with Israel and Palestinian Authority. As being a member of the Quartet on the Middle East8, Moscow frequently acknowledged the legitimate right of the Palestinians to establish an independent state on their homeland. Russia also repeatedly condemned and voted in UN against Israeli actions in the Palestinian territories. Russia’s opinion regarding Hamas differs from the USA and Western European countries as Moscow does not classify it as a terrorist organization but the legitimate representative of the Palestinian people. A high level delegation of Hamas under the leadership of Khaled Mashal visited Russia twice in March 2006 and February 20079 and Moscow transferred $10 million for economic assistance to the Palestinian government.10 1 RIA Novosti, 29 May 2005. Uwe Klussman, ”An Old Base (Friendship) Gets a Facelift”, Spiegel Online, 22 June 2006. 3 “Intelligence Brief: Russia’s Moves in Syria”, PINR, 30 June 2006. 4 Russia in Global Affairs, 11 February 2003. 5 ITAR-TASS, 21 December 2004. 6 Mark N. Katz ”Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 10, no.1 (March 2006). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue1/jv10no1a4.html> [05 February 2008]. 7 Andrej Kreutz, Russia in the Middle East: Friend or Foe? (Westport, CT: Praeger Security International, 2007), pp. 31-32. 8 USA, EU and UN are other parties of the Quartet. 9 Alek D. Epstein, “Russia and Israel: A Romance Aborted“, Russia in Global Affairs, (OctoberDecember 2007). 10 ITAR-TASS, 09 May 2006. 2 80 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ These developments hardly surprised anybody as Russia had always supported and voiced the Palestinian cause on international arena during the Soviet era. What was striking however, was Putin’s moves to narrow the gap between his country and Israel. The two sides found common grounds in curbing the influence of radical Islamic threat and international terrorism. Economic cooperation is also on the rise. In October 2000, Russia and Israel agreed to make use of Israel’s neglected oil pipeline, known as the Tipline.1 Russia currently provides between fifty to eighty percent of Israel’s crude oil supply. The two 2 countries work together in heavy industry, aviation, energy, and medicine sectors. More than a million Russian Jews that immigrated to Israel after the disintegration of the Soviet Union contributed to a great extent to the improvement of relations between Russian Federation and Israel. Many of them retained links with their former countries and did business with Russia and CIS states. They formed political parties such as Israel Beiteinu and Israel BaAliya 3 and their leaders occasionally visited Moscow and were received warmly by high ranking Russian officials. There exist also a group of Russian-originated Jews in Israel that caused a major strain between Putin administration and Israel. These are Leonid Nevzlin, Mikhail Brudno and Vladimir Dubov who were partners of Mikhail Khodorkovsky, former CEO of Yukos Oil Company that was put into prison in October 2003 on charges of fraud and tax evasion. These figures now live in Israel and are directors of Group Menatep, a holding company that owns sixty percent of what remains of the collapsed Yukos Empire.4 Israel also sheltered two media tycoons Vladimir Gusinsky and Boris Berezovsky who incurred Putin’s fury. These two magnates were also accused of engaging in financial misdeeds. All of the five oligarchs were accepted to Israel under the Law of Return which granted automatic citizenship to any Jew. Russia repeatedly requested the extradition of these businessmen but was turned down by the Israeli authorities. It can be said that Russian and Israeli relations are on the mend but from time to time problems emerge. For example, Israel criticized sharply the Russian arm deals with Iran and Syria and Moscow’s backing of Iran in United Nations about its nuclear program. On the other hand, Russia branded Israel’s attack on Lebanon in July 2006 disproportionate and far beyond the boundaries of an antiterrorist operation.5 Iraq: Attempts to Restore Financial Losses Russia was opposed to the US invasion of Iraq due to its political and economic interests in this country but the Russian government was also cognizant of the fact that it had neither the power nor the means to confront Washington directly on this matter. So after the US administration gained the upper hand in Baghdad, Russia’s main objective became the endorsement of its oil contracts that dated from the Saddam era. The Russian state oil company Lukoil wanted to develop the West Qurna field in southern Iraq. In the past years, the firm spent $20 million to train 1000 to 2000 Iraqi oil field engineers in Russian fields and put another 1000 through 1 Dr. Sam Vaknin, “Russia’s Israeli Oil Bond“. Available [online]: < http://samvak.tripod.com/brief-russiaisrael01.html> [09 February 2008]. 2 Ilya Bourtman, “Putin and Russia’s Middle Eastern Policy”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 10, no.2 (June 2006). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue2/jv10no2a1.html> [09 February 2008]. 3 Israel BaAliya merged with Likud in 2003. 4 Associated Press, 26 April 2004. 5 RIA Novosti, 20 July 2006 and Anton Troianovski, “Russia Criticizes Israel for Offensive“, Associated Press, 20 July 2006. 81 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 1 Russian universities and provided equipment for Iraq’s oil industry. However the new Iraqi government rescinded the oil deal in November 20072 and the Russian activities came to naught. Although discouraged and balked by the decision of the Iraqi administration, Russia stuck to its goal of strengthening economic ties with Iraq perseveringly. Russia made an agreement with Iraq on narrowing its debt estimated at $10 billion to $13 billion in February 2008. The pact was signed under a November 2004 agreement in which Russia and other creditor nations agreed to write off eighty percent of Iraq’s debts. Moscow and Iraq also concluded a trading and economic cooperation memorandum and the memorandum on research and engineering during the Moscow visit of Iraqi Foreign Minister Hoshiyar Zebari on 11 3 February 2008. Testing the Water in American Zone of Influence: Russia’s Saudi Arabia, Jordan and Qatar Openings Another remarking aspect of Russian Middle East policy under Putin was Moscow’s approaching to traditional US allies such as Saudi Arabia, Jordan and Qatar. Russia by developing its relations with these states tried to permeate into the Gulf region where lucrative trade and investment projects could be carried out. Moreover, Russia aimed to minimize the financial aid that flowed from these countries to Chechen fighters on Russian land. In September 2003, the then Crown Prince Abdullah bin Abdul Aziz came to Moscow and during his visit Gazprom’s Stroitransgaz agreed with Saudi Oger construction company to establish the first Russian-Saudi consortium.4 In January 2004, Lukoil won a tender to develop the 11,200-square-mile Zone A natural gas field in the Rub’al-Khali desert in Saudi Arabia. In order to realize the project, Lukoil formed a joint venture with Saudi Arabia’s Aramco and they set up a new firm named Luksar in which Lukoil held an eighty percent stake whereas the remaining twenty percent belonged to Aramco. Russia reaped the benefits of this rapprochement with Saudis within a short time. Chechenya’s the then pro-Moscow President Akhmad Kadyrov was recognized as the legitimate leader of the Chechens by Riyadh and he was welcomed cordially during his visit to Saudi 5 Arabia in January 2004. Another breakthrough in Russian-Saudi relations was Putin’s historic visit to Saudi Arabia in February 2007. Putin was the first Russian President that set foot on Saudi soil. In the course of the visit the two countries signed agreements in the areas of elimination of double taxation on income and capital and expansion of air transport. Memorandum of understandings on cultural exchange, development of funds and cooperation between the two countries’ state news agencies were also concluded.6 Russia’s AFK Sistema and Saudi Jeraisy Group made a contract to sell and produce plastic cards, invest in real estate, engage in marketing, sales and servicing of Russian helicopters and cooperate on international stock markets.7 In January 2008, state-owned Russian Railways won an $800 million bid from Saudi Arabia to build a 520 km railway line from Riyadh airport to a key 8 mainline junction on North-South railway project. 1 Weltpolitik, 25 April 2007. International Herald Tribune, 04 November 2007. RIA Novosti, 11 February 2008. 4 The New York Times, 03 September 2003. 5 Kreutz, p.133. 6 Arabic News, 12 February 2007. 7 RIA Novosti, 12 February 2007. 8 Arabian Business, 23 January 2008. 2 3 82 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Russia’s second destination after Saudi Arabia was Qatar, the small gasrich emirate of Gulf region. The relations between the two countries had chilled out after Qatari authorities detained three Russians officials in February 2004 on the grounds of murdering former Acting President of Chechenya, Zelimkhan 1 Yanderbiyev. Qatar released one of the detainees that had a diplomatic passport. Although the other two were convicted of murder by Qatari court, they were sent to Russia in December 2004 to serve out their sentences.2 This put an end to the rift between Moscow and Doha. During Putin’s visit Russia and Qatar signed a memorandum that would ensure visa-free travel to their citizens. A Russian-Qatari Business Council was formed and a governmental agreement to encourage trade and investment came into being. In addition, Lukoil and Qatar Petroleum signed a cooperation agreement covering possible participation in oil and gas exploration projects in Qatar.3 Jordan, despite its lack of natural resources, was still a significant country for Russia due to its proximity to Iraq. Amman hosted many Russian oil companies which had contacts in Iraq and Russia attempted to reenter into Iraqi market through this country. At the time of Putin’s visit to Jordan in February 2007, Russia and Jordan entered into a treaty on the sale of Russian Ka-226 light multi-purpose 4 helicopters. Russia shouldered the construction of a plant to assemble Russianmade Lada automobiles. Agreements on the protection of investments and foundation of a Russian-Jordanian Business Council were signed.5 Putin also pledged to build a guest house for Russian pilgrims in Jordan who would visit holy places such as the St. John the Baptist Orthodox Church. Conclusion Russia’s leap toward Middle East emanated from three main motives. Firstly, by constituting joint ventures and local partnership in these countries Russia penetrated into a profitable market which had been for a long time dominated by USA. Secondly, by improving its relations with these predominantly Muslim nations, Moscow strove to ensure at least their neutrality about the Chechen problem. Thirdly, in contrast to EU and NATO ruled Europe, Middle East was still a region where Russian influence was still, albeit meager, felt. Putin, who sought to reassert the former glory and supremacy of his country found a receptive audience in this area that was wary of American schemes and interventions. While implementing the new guidelines of Russian foreign policy, Putin’s Russia also released itself from the ideological baggage of the Soviet times. Moscow declared that regarding the Palestinian issue, it stood at an equal distance from both parties of the conflict. He paid visits to Gulf region states whose leaders were despised and labeled as puppets of the US hegemony by the Soviet officials. These overtures showed the pragmatic side of the Putinian Middle Eastern policy and paid off. Today Russian companies widely operate in Middle East and obtain lucrative bids from the Arab governments. It is obvious that Russia talks from a high pitch and makes successful inroads to the Middle East. Moscow also became more self-confident after it enriched to a great extent as a result of the augmentation of oil and gas prices and 1 Mark N. Katz, ”Russia and Qatar”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 11, no.4 (December 2007), p.1. 2 Ibid. 3 “Russia Bolsters Gulf Energy Strategy“, Ame Info, 18 March 2007. 4 RIA Novosti, 13 February 2007. 5 Robert O. Freedman, “The Putin Visit to Saudi Arabia, Qatar and Jordan: Business Promotion or Great Power Maneuvering“, Johnson’s Russia List, 15 February 2007. Available [online]: <http://www.cdi.org/russia/johnson/2007-39-39.cfm> [10 February 2008]. 83 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES arm sales however it has also manifest limitations and weaknesses. Although Russia demonstrated its displeasure with America’s plans regarding Middle East in UN, it was not in a position to challenge Washington outrightly. Russia could not prevent the American invasion of Iraq and Israel’s incursions to Palestine and Lebanon. Putin’s call to host an international peace conference for the settlement of the Palestinian-Israeli dispute was nipped in the bud as a result of Israeli objection and American interposition. Despite Moscow’s propping up of Syria and Iran it is highly doubtable that Russia will be able to come to their rescue if USA becomes more determined to resort to military force to bring these regimes to their knees. It is clear that vital decisions about the future of Middle East are still drawn up in Washington without much participation of Moscow. BIBLIOGRAPHY Arabian Business, 23 January 2008. Arabic News, 12 February 2007. Associated Press, 28 January 2008. Associated Press, 26 April 2004. BBC News, 27 February 2005. Bourtman, Ilya. “Putin and Russia’s Middle Eastern Policy”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 10, no.2 (June 2006). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue2/jv10no2a1.html> [09 February 2008]. Dannreuther, Roland. “Russia and the Middle East“, in The Middle East’s Relations with Asia and Russia. Edited by Hannah Carter and Anoushiravan Ehteshami. New York, NY: RoutledgeCurzon, 2004, pp.22-41. Epstein, Alek D. “Russia and Israel: A Romance Aborted“, Russia in Global Affairs, (October-December 2007). Freedman, Robert O. “The Putin Visit to Saudi Arabia, Qatar and Jordan: Business Promotion or Great Power Maneuvering“, Johnson’s Russia List, 15 February 2007. Available [online]: <http://www.cdi.org/russia/johnson/2007-39-39.cfm> [10 February 2008]. Freedman, Robert O.”Putin and Iran: A Changing Relationship”, NCEEER Papers (27 March 2006). Available [online]: < http://www.ucis.pitt.edu/nceeer/2006_819_11_Freedman.pdf > [03 February 2008]. Harding, Luke. “Russia Will Supply New Anti-Aircraft Missiles for Iran“, The Guardian, 27 December 2007. “Intelligence Brief: Russia’s Moves in Syria”, PINR, 30 June 2006. International Herald Tribune, 04 November 2007. IRIB News, 26 January 2005. ITAR-TASS, 09 May 2006. ITAR-TASS, 21 December 2004. Jasinski, Michael. “Russia’s Nuclear and Missile Technology Assistance to Iran”. Available [online]: <http://cns.miis.edu/research/iran/rusnuc.htm> [02 February 2008]. Katz, Mark N. “Russia and Iran: Unfriendly Friends“, Middle East Times, 02 January 2008. 84 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Katz, Mark N. ”Russia and Qatar”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 11, no.4 (December 2007): 1-6. Katz, Mark N. ”Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 10, no.1 (March 2006). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue1/jv10no1a4.html> [05 February 2008]. Khrestin, Igor and John Elliott, “Russia and the Middle East“, Middle East Quarterly 14, no.1 (Winter 2007): 1-7. Klussman, Uwe.”An Old Base (Friendship) Gets a Facelift”, Spiegel Online, 22 June 2006. Kreutz, Andrej, Russia in the Middle East: Friend or Foe? Westport, CT: Praeger Security International, 2007. Mizin, Victor. “The Russia-Iran Nuclear Connection and U.S. Policy Options“, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 8, no.1 (March 2004). Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a7.html> [03 February 2008]. Radyuhin, Vladimir. “Russia-Iran Ties on the Upswing”, The Hindu International, 07 January 2008. RIA Novosti, 11 February 2008. RIA Novosti, 13 December 2007. RIA Novosti, 13 February 2007. RIA Novosti, 12 February 2007. RIA Novosti, 20 July 2006. RIA Novosti, 29 May 2005. “Russia Bolsters Gulf Energy Strategy“, Ame Info, 18 March 2007. Russia in Global Affairs, 11 February 2003. Russian-Iranian Nuclear Cooperation Accord. 08 January 1995. Available [online]: http://www.defencejournal.com/2001/august/russians.htm> [03 February 2008]. Saivetz, Carol R. “Russia’s Iran Dilemma”, Russian Analytical Digest (June 2006): 9-11. Tehran Times, 17 October 2007. The New York Times, 03 September 2003. Troianovski, Anton. “Russia Criticizes Israel for Offensive“, Associated Press, 20 July 2006. Vaknin, Dr. Sam. “Russia’s Israeli Oil Bond“. Available [online]: http://samvak.tripod.com/brief-russia-israel01.html> [09 February 2008]. < Weitz, Richard. “Second Caspian Summit Fails to Resolve Contentious Issues“, CACI Analyst, 31 October 2007. Available [online]: <http://www.cacianalyst.org/?g=node/4724> [02 February 2008]. Weltpolitik, 25 April 2007. World Net Daily, 02 December 2005. 85 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES İSRAİL’İN ORTA DOĞU POLİTİKALARINDAKİ ROLÜ Yrd. Doç. Dr. Halil ERDEMİR∗ ÖZET Güneybatı Asya Ülkelerinin güvenliklerinde, Yahudilerin ‘otonom bir yapıdan devletleşme ve sonrasında “Büyük İsrail Devleti” ideali’ bölgedeki barış ve güvenlik anlayışlarının merkezinde olmuştur. İsrail Devleti, ilişkide bulunduğu ülkelerle dost ya da dost olmayan ilişkileri nedeniyle bölgenin barış ve güvenlik anlayışının olumlu değerlendirilmesinde ya da muhtemel çatışma anlayışının artmasında etkili olan bir devlettir. İsrail’in bölgedeki barış ve güvenlik anlayışının politikalarına yansımalarını ve bunun etkilerini uluslararası gelişmelerde ve politikalarda bulmak mümkündür. İsrail Devleti'nin kuruluş aşamasında Yahudilerin gizli ve açık çalışmalarıyla gerek bölgedeki, gerekse emperyalist devletlerle karşılıklı çıkar ilişkileri bölgeyi şekillendiren en önemli unsurlar olmuştur. Yahudilerin, Arapların ve Emperyalistlerin bölgedeki çıkarları ve faaliyetleri bölgenin güvenliğinde, eskiden olduğu gibi bugün de, önemlidir ve doğrudan etkilidir. Bu gerçeği doğrulayan tarihî belgeler arşivlerde, politikaların yansımaları ise gelişmelerde görülmektedir. Yahudiler, İsrail Devleti’ni kurmadan önce Filistin’de yoğun çalışmalarla büyük hazırlıklar yapmışlardır. İngiltere idaresinde Yahudilerin faaliyetleri ve çalışmaları, mümkün olduğunca kayıtları tutularak İngiltere’deki merkezlerine günü gününe bildirilmiştir. Aynı zamanda bölgedeki Arapların da, gerek Yahudilere gerekse İngilizlere karşı örgütlenmeleri ve çalışmaları bulunmaktadır. Filistin’deki İngiliz birimleri tarafından hazırlanan bilgi ve belgelerin de derlenerek İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderildiği anlaşılmaktadır. Bakanlıkta tutulan kayıt ve belgeler bir dosya haline getirilmiş ve “Yahudi Sorunu” (Jewish Question) adı verilmiştir. İsrail’in inşa ettiği “güvenlik çiti” Birleşmiş Milletlere taşınmış ve geniş bir şekilde tartışılmıştır. Uluslararası Adalet Divanı’nın görüşü istenmiş ve konu detaylı bir şekilde irdelenmiştir. Konunun muhtevası ve İsrail’in çevre ülkeler ile ilişkileri tartışılmıştır. İsrail’in bölgede yaptığı her hareket ve tutum kendince bir yansıma bulmaktadır. Bu zaman zaman olumlu çoğu zaman ise olumsuzdur. İngiliz Belgelerinedeki “Yahudi Sorunu” Güneybatı Asya Ülkelerinde hala bir Sorun mudur? İsrail Devleti’nin kurulduğu bölge ve Filistin toprakları tarihî, dinî, ekonomik ve askerî sebeplerden dolayı pek çok devlet ve gruplarca önem taşımaktadır. Bölgenin Eski Çağ’dan modern zamana kadar ilgilerin ve isteklerin merkezinde bulunması pek çok mücadeleyi gerektirmiş ve savaşlara şahit olmuştur. Firavunların Anadolu Devletleri ile başlayan mücadelelerden Roma İmparatorluğu’na, Haçlı seferlerinden Osmanlı Devleti’ne, Napalyon’un ve İngilizlerin bölgedeki mücadeleleri 18.yüzyıldan 20. yüzyıla devamlı olmuştur.1 Bölge dinî ve ticarî bağlantıların kurulduğu yol güzergahı olma özelliği nedeniyle emperyalist güçlerin dikkatini çekmiştir. Hindistan yoluna giden güzergahta olması İngiltere için vazgeçilemez bir sebep oluşturmaktaydı. ∗ Celal Bayar Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, uygula@yahoo.com Mir Murteza Ghotbi, Arap İsrail Çatışmasının Temelinde olan Filistin Sorunu (1900-1980), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1990, ss.1-5. 1 86 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ İngiltere 1839 yılında Kudüs’te açtığı konsolosluk ile bölgedeki Yahudilerin İngiliz çıkarları için kullanılabileceğini fark etmiştir. Nitekim bölgeye Yahudi göçünü teşvik etmişlerdir.1 İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’ndan zayıf çıkmasıyla bölgedeki etkisini ve eksikliğini Amerika Birleşik Devletleri (ABD) almıştır. 1897 tarihinde Basel Kongresi ile Yahudiler kendilerine bir yurt kurmak istemişler, Filistin ve bölgesini seçmişlerdir. Burasını ele geçirmek için açık ve gizli çalışmalarını organize bir şekilde başlatmışlardır. Dünyanın pek çok ülkesine dağılmış ve pek çok alanda faaliyet gösterebilen bir millet olarak Yahudilerin çalışmaları bölgedeki güç dengelerinde etkili olmuştur. Yahudilerin ve Arapların devlet kurma çalışmaları bölgede gerçekleşen pek çok çatışmanın alt yapısını oluşturmuştur. Yahudilerin bölgedeki varlıkları Güneybatı Asya Ülkeleri’nin (Orta Doğu) sürekli çatışmalara 2 maruz kalmasına neden olmuştur. Yahudi ve Arapların devletlerini kurma çalışmaları büyük devletlerin bölge hakimiyet çalışmalarında kullanılmış ve halen de kullanılmaktadır. Bölgedeki çatışmaların altında yatan sebeplerin bazılarını Filistin ve bölgesine hâkim olunan sürelerde bulmak mümkündür. 19ncu ve 20nci yüzyılda İngiltere ve Fransa Yahudilerin bölgeye yerleşmelerinde önemli rolleri bulunan iki devlet olarak göze çarpmaktadır. Nasıl Yahudilerin bölgeye kültürel olarak yerleşmesine Fransa katkıda bulunduysa İngiltere de nüfus olarak çoğalmalarına ve zamanla Filistin bölgesinde Yahudi nüfusunun artmasına sebep olan ülkelerdir. Alliance Israélite Universelle (AIU) okullarıyla Fransızca bölgeye yayılırken Fransa'nın desteğini sağlamış olan Yahudiler bölgede organize olabilmişlerdir.3 Osmanlı Devleti'nde yavaş ama etkili bir şekilde gerçekleştirilen Yahudi okullaşması ileride Siyonizm faaliyetlerinde 4 görev alacak olan militanların ve liderlerin yetişmesine imkan hazırlamıştır. Nitekim Osmanlı Devleti sınırlarından çıkan Yahudiler Fransa'da da eğitim aldıktan sonra tekrar bölgede faaliyette bulunmuşlardır. Fransa'nın bölgede hakim olmak için bir fırsat olarak değerlendirdiği Yahudiler zamanla bölgedeki faaliyetlerini genişleterek bölgeye göz diken ve elde etmek için çalışan İngiltere ile işbirliği yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Osmanlı Devleti'ne karşı olan faaliyetler özellikle Fransa ve İngiltere'deki Yahudiler başta olmak üzere Osmanlı Yahudileri de katkıda bulunmuşlardır. II. Abdülhamid'i ikna edemeyen Dr. Theodore Herzl'den sonra İngiltere ile ortak çalışmaya giren Yahudiler nihayet Balfour Declerasyonu olarak uluslararası literatüre giren anlaşmayı yapmışlardır. Aynı şekilde Araplarla da anlaşan İngilizler bölgeyi her iki dinî ve ırkî gruba vermeyi vaad etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin Arap ve Yahudilerin katkısıyla bölgeden çıkaran İngiltere, Filistini istediği şekilde 5 yönetmek için girişimlerde bulunmuştur. İngiliz yönetiminden beklentilerini tam olarak bulamayan bu iki ırk, kandırıldıklarını farkına varmışlar ve aralarında Filistin için mücadeleye girmişlerdir.6 Nitekim mücadeleler karşılıklı yıkım ve cinayetlere kadar varan bir süreci içine almıştır. İngiltere girdiği bütün topraklarda uyguladığı bir politika gereği her iki topluluğu bir birine düşürmüş ve problemli olarak bölgeden 1 Ghotbi 1990, 6. Filistin’de Yahudilerin tarih içinde toplam yönetimleri 600 yıl iken Hıristiyanların 423 yıldır. Bizans dönemi (323-614 ve 618-637), Kudüs Latin Krallığı (1100-1187), II. Frederik’in işgali (1229-1239) ve İngiliz mandası (1922-1948). Diğer taraftan Müslümanların (Arap ve Türklerin) 1300 yıl kadar bölgeye hakim oldukları görülmektedir (Ghotbi 1990:6-7). 3 Alliance Israélite Universelle’ın kuruluşundan itibaren tarih içinde gelişimiyle ilgili geniş bilgi için bkz: Andre Chouraqui, Cent Ans D’histoire L’Alliance Israélite Universelle et la Renaissance Juive Contemporaine (1860-1960), Presses Universitaires de France, Paris 1965; N. Leven, Cınquante ans D’histoire L’Alliance Israélite Universelle (1860-1910), Tome II, Librairie Félix Alcan, Paris 1920. 4 Türkiye’deki AIU okulları ile ilgili geniş bilgi için bkz: 5 Osmanlı Devleti’nin bölgeyi bırakması aşamasında Filistin ve Suriye’de istihbarat subayı olarak çalışan Cevat Rıfat Atilhan’ın hatırat mahiyetindeki çalışmaları Yahudi ve Arapların tutumlarına ışık tutar mahiyettedir. Geniş bilgi için bkz. Atilhan 1995a, 1995b ve 1998. 6 Filistin’de Arap-İngiliz, Yahudi-İngiliz ve Yahudi-Arap çatışmalarını konu alan kapsamlı İngiliz dosyası için bkz. Jewish Question file: FO 371/1018-1. 2 87 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ayrılmıştır (Erdemir 2002:107-121). İngilizlerin çekilmesiyle birlikte kendisini bu duruma hazırlayan Yahudiler devletlerini ilan ederlerken Araplar buna karşı koymuşlardır. Birleşmiş Milletler (BM) İngiltere’nin isteğiyle Filistin’in geleceğiyle ilgili toplanmıştır. Toplantı (128) BM’nin 29 Kasım 1947 tarihinde Araplar ile Yahudiler arasında Filistin’i 181 (II) numaralı kararıyla ikiye bölerken Kudüs’e de özel bir statü tanımaktadır. Filistin ve bölgesinde Yahudiler ve Araplar için birer devlet kurabilmeleri sağlanmak istenmiştir. Taraflar bir diğerinin varlığını kendilerince geçerli sebeplerden dolayı kabul etmemeleri üzerine çatışma kaçınılmaz olmuştur. Araplar, İsrail Devleti’ni kurulurken yoketmek için saldırdılarsa da Yahudiler bunun için hazırlanmışlardı. 15 Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve dokuz ay süren savaşı Suriye, Ürdün ve Mısır kaybetmiş Yahudiler ise kazanan taraf olmuştur. Araplar bu savaşı ve geçen süreyi “kara günler” olarak adlandırmaktadırlar. Filistin’e ait olduğu iddia edilen topraklar, Ürdün tarafından, Birleşik Arap Krallığı’nın bir parçası olarak düşünülmüştür. Başlangıç itibariyle 750,000 civarında Filistinli mülteciler komşu Arap ülkelerine sığınmışlardır. Bulundukları yerlerdeki yaşam şartlarından pek de hoşnut değillerdir. BM bünyesinde Aralık 1949 tarih ve 149 sayılı Güvenlik Konseyi mültecilerin dönmesi için karar çıkarılmıştır. Ancak halen bu kararda olduğu gelecekte alınacak pek çok kararın henüz gerçekleşmediği görülecektir. BM ilk defa ‘barış gücü’ askerlerini Filistin’de iki toplum arasında yerleştirmiştir. İsrail Devleti, Filistin Devleti’ni tanımamakta ısrarcı olurlarken Araplar da İsrail’in varlığının meşruiyetini kabul etmemişlerdir. İsrail kendi başının çaresine bakabilmiş ise de İsrail’in bölgede güçlenmesini sağlayan ABD ve zaman içinde burada gelişmelerine fırsat veren İngiltere başta olmak üzere pek çok devleti göz ardı etmemek gerekmektedir. İngiltere’nin ve Fransa’nın Araplara verdikleri sözleşmeleri ve anlaşmalarına riayet etmemeleri derin hayal kırıklıklarına sebep olmuştur. Hayallerin gerçekleştirilmesi için verilen mücadeleler Arap-İsrail savaşlarının ve çatışmalarının temelini oluşturmaktadır. Arap Devletleri, İsrail’in bölgedeki varlığını ve Filistinlilere yaptıklarını kabul etmeyerek kurulduğu tarihten itibaren yoketmek amacıyla mücadelelerini devamlı kılmışlardır. Ancak mesele sadece Filistinlilerin haklarının savunulması gibi görünmemektedir. Arapların da aralarında bir liderlik mücadelesi olduğu aralarındaki meselelerden anlaşılabilmekte, Filistin meselesine bakış açılarında görülebilmektedir. İsrail’in Arap çemberinin içinde hayatta kalabilmesi için pek çok alternatifli bir politika izlemesi gerekmiş, Araplara karşı ürettiği politikaları Araplar arasında bazı çalışmaların gerçekleşmesine sebep olmuştur. Filistinli Arapların İsrail otoritelerinin aşırı güç kullanarak yapmış oldukları saldırıları ve cinayetleri ‘Arapları birleştirir’ beklentisine sokmuştur. Her ne kadar Arapların aralarında genel anlamda bir birlik ve beraberlik görüntüsünde olsalar da Filistin konusunda beklendiği kaar bir aksiyona dönemediği görülmektedir. Diğer taraftan Arapların belki de kısmen birleşebildikleri tek konu Filistin meselesi olmuştur. Arap ülkelerinin muhtemel çekinme konularının altında Filistin’de demokratik bir yapı oluşması ve bunun ülkelerindeki halka sirayet edebilmesi olarak da değerlendirenler 88 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ 1 vardır. Yahudiler umumiyetle aralarındaki pek çok konuyu halletmişler ve ülkelerinin devamlılığı için İsrail dışındaki Yahudilerden büyük destek görmektedirler. Amerika, Avrupa ve Asya’da bulunan pek çok ülkede etkin olan Yahudi lobileri vasıtasıyla ülkelerine destek bulabilmektedirler. Diğer taraftan Arapların arasında yeterli birlik ve beraberliğin en azından Yahudiler kadar olmadığı gerçekleştirdikleri politikalarından anlaşılabilmektedir. Bununla birlikte zaman zaman beraber hareket edebildiklerini 1973-74 yıllarında petrol meselesinde olduğu gibi unutmamak gerekir. Kaçınılmaz olan çatışmalar iki ırk arasında 1948, 1956, 1967, 1973, 1982 ve 2006 yılı itibariyle devam etmiştir.2 Yaklaşık her on yılda bir tekrarlanan savaşların galibi hep İsrail görünmektedir. Doğrudan savaşların bitmesine rağmen sürtüşme ve anlaşmazlık ortamı bitmiş değildir. Filistinli Araplar bölgedeki Arap devletlerinden kendilerine bekledikleri kadar yardımcı olamamalarından dolayı kendi başlarının çarelerine bakmak için "intifada" olarak adlandırılan "sivil başkaldırı"nı gerçekleştirmeye başlamışlardır. Nitekim bu ‘başkaldırı’ ve ‘çatışmalar’ sonucu 29 Eylül 2000 ile 1 Mayıs 2006 arasında Yahudilerden 999 ölü, 642 ağır, 940 orta ve 5,263 de hafif yaralı 3 olduğu İsrail otoritelerince bildirilmiştir. Çatışmalar neticesinde Yahudiler canından olurken pek çok Filistinli Arap, amacı için kendini bomba haline getirmekte, ailesinin İsrail otoritelerince öldürülmesine neden olmakta ve pek çokları da İsrail hapishanelerinin devamlı müşterileri olmaktadırlar. İsrail devlet bütünlüğüne ve vatandaşlarına yönelmiş her türlü şiddet hareketinin arkasından oldukça sert askerî cevaplar vererek Filistinlileri gerek fert olarak gerekse toplum olarak öldürmekten ve cezalandırmaktan çekinmemiştir. Bu durum karşılıklı cinayetlerin devamlı olmasının temel nedenleri arasında yer almaktadır. Nitekim bu kısır döngünün devamlı olmasının arkasında karşılıklı güven bunalımının ve çatışmanın yattığı pek çok BM resmi belgelerine yansımıştır. İsrail’in bölgede bulunması, yakın ve uzak komşuları tarafından tanınmaması ve Arapların düşmanca tutumu nedeniyle potansiyel çatışma ortamı sürekli var olmuştur. Geçen 60 yılın tecrübesiyle İsrail’in güvenli bir ortama yakın zamanda ulaşamayacağını tahmin etmek hiç de güç değildir. İsrail güvenliğini sağlamak için sahip olduğu askeri gücü her ne zaman ihtiyaç duyarsa sert bir şekilde kullanmaktadır. Aşırı güç kullanımının arkasında yatan pek çok sebep bulunmaktadır. Dinî, ırkî, millî ve tarihî sebeplerle Araplardan nefret edercesine gerçekleşen öldürme faaliyetleri, Arapların da kendilerini savunmak ve topraklarına sahip çıkmak amaçlı saldırılarına sebep olmaktadır. Böylece kısır döngü halinde gerçekleşen saldırılar Filistinli Araplar ile Yahudiler arasında tarihi derinliklere inen yaranın devamlı kanamasını sağlamaktadır. Aradaki tarihi kökenleri oluşmuş çatışmaların bırakılarak birbirlerine karşı olumlu tavır takınmaları gerekliği 1970’li yıllarda gelişmeye başlamıştır. Filistinli Araplar, 1949 ateşkesinin dışında kalan bölgede, Batı Şeria ve Gazze şeridi, Filistin Devleti’nin kuruluşunu ilan etmeyi planlamışlardır. Bu bölgeleri 1967 yılında İsrail işgal etmiştir. BM’de alınan 242 ve 338 sayılı Güvenlik Konseyi Kararları’na 1 El Cezire televizyonunda Filistin meselesi ve Araplar ile ilgili hemen her gün haber bulunmaktadır. Şubat 2008 tarihi itibariyle gerçekleştirilen programlarında benzer iddialar gündeme getirilmiştir. İsrail’in bölgede kurulması öncesi ve sonrası ile ilgili geniş bilgi için bkz: Armaoğlu 1991; Aras 1997a-b, 1998, 2000a-b, Aykan 1999a-b, 2000; Barkey 1996a-b; Bengio 2000; Bruce 1996a-b, Bölükbaşı 1999; Dursunoğlu 2000; EIU Country Report 2005-6. 3 http://www.mfa.gov.il/MFA/Terrorism-+Obstacle+to+Peace/Palestinian +terror+since+2000/Victims+of+Palestinian+Violence+and+Terrorism+sinc.htm. Görüldüğü tarih 20 Şubat 2008’tir. 2 89 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 1 göre İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmiştir. İsrail’in Batı Şeria ve Gazze haricindeki Arap bölgelerindeki işgalleri, tartışılan İsrail-Filistin meselesinin daha da karmaşıklaştırmıştır. Durum içinden çıkılmaz bir hale gelmiş ve meselenin uluslar arası boyutu biraz daha genişlemiştir. Nitekim bu bölgeler Golan tepeleri ile Suriye ve Lübnan ile de güney Lübnan’da gerçekleşmiştir. İsrail’in bölgede gerçekleştirdiği Haziran 1967 tarihinde gerçekleşen savaştan sonra Lord Caradon adlı İngiltere’nin BM Elçisinin ilgili taraflarla görüşerek hazırladığı 242 karara göre işgal edilen topraklardan çekilmesi istenirken sınırlara ve bağımsızlıklara tarafların saygılı olması istenmektedir. BM kararı Mısır, Ürdün ve İsrail tarafından kabul edilirken Suriye 1973’e kadar reddetmiştir. Libya haricinde bütün Arap devletleri ise 1982 tarihindeki Fas Arap Toplantısı’nda kabul edilmiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kurulduğu 1964 tarihinden beri İsrail ile mevcut şartlar altında barış istememektedir. FKÖ, Filistin meselesine sadece mülteciler ile ilgili bir husus olarak ele alınmasına karşı çıkarken konunun Filistin halkının millî hakları bakımından ele alınması gerektiğine dikkat çekmektedir. Yasser Arafat’ın 13 Aralık 1988 tarihinde BM Genel Kurulu’nun Cenevre’deki toplantısında yaptığı (ilki 1974) ikinci konuşmasında ‘Arapların tarihi ve millî geçmişlerini karşılamasa da’ Filistin hakkında alınan BM’nin 242 çerçevesinde bir anlaşmaya taraftar olmuştur. Arafat ulaşılan son durumu açıklarken İsrail’in bölgede terör estirmesine dikkat çekmekte ve İsrail’e Arapların başarıya ulaşılana kadar karşı koyacaklarını önemle vurgulamaktadır. Birleşmiş Milletler’de Filistin halkının dikkate alınması ve zayıfın korunması konusundaki girişimlerinden dolayı Filistin halkının minnettarlığını dile getirmektedir.2 1977’den 1992’ye kadar iktidarda bulunan Likud Partisi BM kararını uygulamamış, 1982’de Sina Yarımadasından çekilmeyi ilgili BM kararının yerine getirilmesi olarak yorumlamıştır. 1987 yılında dünya siyasi tarihine “intifada” adıyla giren Filistin’in sivil mücadelesi devreye girmiş İsrail’in işgaline karşı Arap mücadelesi başlamıştır. İsrail özellikle bu son gelişmelerle meselenin artık oldu-bitti şeklinde kabul edilmesi gerektiği görüşündedir (Rashid I. Khalidi). Mısır’ın Sina Yarımadası (1967), Suriye’nin Golan Tepeleri (1967), Lübnan’ın güneyini işgal ederek (1978 ve 1982) bölgeye yerleşmesi meselenin içinden çıkılmazlığını ve İsrail’in bölgede barış istemesinden ziyade genişleme amacında ve politikasında olan bir devlet olarak görülmesine neden olmuştur. İsrail’in durdurulması ve işgal ettiği bölgelerden çekilmesi meselesi bölgedeki ülkelerin dış politikalarını ve içerideki meşruiyetlerini etkiler iken, gelişmeler dünyanın diğer bölgesinde bulunan ülkeleri de eğer doğrudan değilse bile dolaylı olarak etkilemiştir. İsrail ‘barış için toprak’ politikasıyla Sina Yarımadası ve Lübnan’dan çekilirken Golan’daki işgali devam etmektedir. Aynı zamanda Golan tepeleriyle ilgili görüşmeler devam ederken, İsrail, Filistinli ‘terörist’lerin saldırılarına 1 BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı 22 Kasım 1967 tarihinde alınmıştır. Bölgedeki bütün devletlerin güvenlik içinde yaşayabilmeleri için adaletli bir kalıcı barış için savaşla işgal edilmiş olan bölgelere girişin temini gerekmektedir. BM üyelerinin BM kararlarını oluşturan ikinci maddesine uygun hareket etmeleri beklenmektedir. İsrail’in işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi gerekmektedir. Bölgede bulunan her ülkenin kanunî olarak belirlenmiş sınırlarına karşılıklı kabul, saygı ve istekte bulunmadan güvenlik içinde sınırları içinde yaşayabilmeleri gerekmektedir. Bölgedeki uluslar arası sular serbestçe kullanılacaktır. Bölgedeki mülteciler ile ilgili meselelerde ise, her ülke kendi siyasi ve toprak bütünlüğüne sahip olarak devamlılığı sağlanmalı ve askerî olmayan bölgeler oluşturulması gerekmektedir. Bölgede barış ve güvenliğin sağlanabilmesi, ülkeler arası huzur ve güven amaçlı çalışmak için Genel Sekreter tarafından özel temsilci atanması gerekmektedir. Özel temsilcinin çalışmalarının tamamlanmasından sonra raporlar Genel Kurul’a Genel Sekreter tarafından verilmesi gerekmektedir (UN Documents: http://globalpolicy.igc.org/security/issues/israel-palestine/docindex.htm). Güvenlik Konseyi’nin 22 Ekim 1973 tarihinde S/RES/338 numaralı karar alınmıştır. Bütün taraflar 1973 yılında savaş durumunda bulundukları yerlerde ateşkes yapmaları istenmiştir. Ateşkesin sağlanmasıyla birlikte 242’nin uygulanmasına geçecektir. Kararların hemen uygulanmaya konulması için karar kılınmıştır. 338 sayılı karar 1747nci oturumunda 14 oyla kabul edilmiştir. 2 (http://globalpolicy.igc.org/security/issues/israel-palestine/docindex.htm 21 Şubat 2008’de görülmüştür). 90 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ engel olmak amacıyla Berlin utanç duvarından sonra en büyük ve kapsamlı modern duvarı inşa etmiştir. İşgal altındaki Filistin topraklarına duvarın yanında Yahudi yerleşim yerleri inşa etmektedir. Duvar inşa edildiği yerlerde pek çok mağduriyetlere sebep olmaktadır. Filistinlileri ve yerleşimlerini birbirinden ayırabilen duvar inşası, BM’in 242 ve 338 sayılı kararları ile ilgili meselenin daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştur. Saldırılar ve karşı saldırılar birbirini takip etmiş bölgedeki çatışmalar artmıştır. BM Güvenlik Konseyi meselenin kapatılması için etkin bir rol alamamasının altında ABD’nin İsrail tarafında tutum ve tavırları etkili olmuştur. Bölgede etkin bir gelişmenin olabilmesinin altında ABD ve diğer etkin güçlerin meselenin çözümü için uğraşmaları gerekmektedir. Halen bölgede var olarak değerlendirilen “barış görüşmeleri” sorunlarının belli başlıları: İsrail işgalleri, Yahudi yerleşimleri, yeni yerleşim için binaların yapımları, İsrail güvenlik duvarı, Kudüs üzerine hakimiyet meselesi ve paylaşımı, 3.7 milyon Filistinli mültecinin dönmesi meselesi ve tazminat meseleleri belli başlı olanlarıdır. BM Genel Kurulu’nda alınan 194 numaralı karara göre, Filistinli mültecilerin Filistin’e dönebilmeleri garanti altına alınmıştır. Bu uluslararası hukukun gereklerine uygun olarak 3.7 milyon mültecinin topraklarına dönebilmelerini, vatandaşlık ve yerleşim imkanlarının sağlanması ve tazminatlarının uygun bir şekilde ödenmesi gerekmektedir. Kalıcı bir barış için Araplar bunu şart olarak görmektedirler. Haritada da gösterildiği üzere mültecilerin büyük çoğunluğu komşu Ürdün, Suriye, Lübnan başta olmak üzere Arap ülkelerinde bulunmakta ve insanlık dramı yıllardır yaşanmaktadır. Arap ülkelerinin ekonomilerine ve siyasi tutum ve davranışlarına doğrudan olmasa da dolaylı olarak mülteciler etki etmektedirler. Nitekim İsrail zaman zaman mültecilerin kamplarına yönelik saldırılar gerçekleştirmektedir. Lübnan’da bulunan Şatilla kampında yaşanan katliam sadece Lübnan’ı etkilemiş değildir. Bölgedeki gerek İsrail tarafından gerçekleştirilen gerekse Filistinliler tarafından icra edilen cinayetler GbAÜ’de siyasi, ekonomik ve insanî meseler ortaya çıkarmaktadır. Bu da bölgedeki İsrail varlığının komşu ülkelere olumsuz olarak yansıması anlamına gelebilmektedir. BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nde İsrail-Filistin Meselesi İsrail’in Batı Şeria, Gaza ve Doğu Kudüs’ü işgali, işgal edilen yerlerde Filistin Devleti’nin ilan edilmesi, İsrail-Filistin çatışmasının önemli sebepleridir. BM Güvenlik Konseyi’nin en büyük ve başta gelen görevi milletlerarası meselelerin çözülmesi ve muhtemel çatışmaların önlenmesi iken İsrail-Filistin çatışmasını bir türlü halledememiştir. BM Genel Kurulu’nun aldığı kararlar yaptırımı olmayan tavsiye niteliğindeki görüşlerdir. İsrail ve ABD, BM’i Filistinliler tarafında olmakla suçlamaktadırlar. Diğer taraftan Güvenlik Konseyi’nin, eğer üye ülkeler karşılarına çıkabilecek ABD ve İsrail’in karşıtlığına cevap verebilecek durumda olurlar ise, bir kıpırdamada bulunabileceklerdir. BM, Güvenlik Konseyi’nin etkisizliği karşısında pek de etkili olamayan bir takım girişimlerde bulunmuştur. Güvenlik Konseyi’nden gerekli yaptırım ve etkili bir sonuç alınamaması üzerine BM, Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) müracaat ederek İsrail’in inşa etmekte olduğu “Ayırıcı Duvar” ile ilgili hukukî görüşünü istemiştir. UAD, 9 Temmuz 2004’de ulaştığı kararını bir görüş olarak BM’e bildirmiştir. Görüş duvarın uluslararası hukukî anlaşmalara aykırı kanunî olmayan bir engel olduğu yönünde çıkmıştır. BM ve Güvenlik Konseyi’nin UAD’nın kararlarını dikkate alması ve uygulmaya konması uluslararası hukukun bir gereği olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak mesele Genel Sekreter’in özel 91 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES temsilcileri vasıtasıyla çözülmeye çalışılmaktadır. Bu konunun detayına girmeden önce buraya nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda vardır. 18 Aralık 1992 tarihli Güvenlik Konseyi’nin (GK) 3151 sayılı toplantısında, 1 daha önce GK tarafından alınan kararlara atıflar yapılmaktadır. İsrail’in işgal ettiği yerlerdeki mültecilere ilişkin kararlar alınmıştır. Lübnan’da işgal edilen topraklardan İsrail’in çekilmesi ve mülteci haline gelen insanların evlerine dönmesine izin verilmesi talep edilmektedir. Yerlerinden edilen insanların evlerine dönme hakkını kullanmaması halinde, gereken hukukî haklarının verilmesinin temini istenmektedir. BM’den Filistin meselesinin halli konusundaki ilgili taraflar ile görüşmeleri gerçekleştirmek için özel bir temsilci gönderilmesiyle ilgili karar alınmıştır. Güvenlik Konseyi’nin 7 Ekim 2000 tarihli 4205 sayılı oturumunda 1322 sayılı karar alınmıştır. Karar, İsrail’de Yahudiler tarafından işlenen (80) cinayetlerin durdurulması, kullanılan aşırı ve orantısız güce devam edilmemesi ile ilgilidir. BM’de alınan kararda, insan hayatıyla sona eren çatışmaların önlenmesi için girişimlerde bulunması için Genel Sekreter’in bölgeyi yakından takip etmesi ve kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması için gereken adımları atmasına istenmiştir. 12 Mart 2002 tarihli 1397 sayılı Güvenlik Konseyi kararı 14’e karşı bir çekimser oy ile kabul edilmiştir. İsrail ve Filistin’in iki devlet olarak yan yana yaşadığı (daha doğrusu yaşaması istemi) kabul edilmektedir. Karar, Filistin’de meydana gelen çatışmalara dikkat çekerek, toplumlararası çatışmaların önlenmesi için azami dikkatin sarfedilmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Bölgedeki meselenin çözümü için ABD’den, Rusya Federasyonu’ndan, AB’den ve BM’den birer koordinatör atanarak kalıcı, kapsamlı ve adaletli bir barış için çalışmaları istenmiştir. İsrail-Filistin meselesindeki tarafların şiddeti durdurması ve ilişkilerin (Tenet Çalışma Planı ve Mitchell Raporu) dikkate alınarak çalışılması, taraflardan ve mümkün olan her kesimden yardımların olması yönünde istemde bulunulmaktadır. İsrail işgal etmiş olduğu Batı Şeria’da, Gazze’de ve Doğu Kudüs’te güvenliğini öne sürerek kendince uygun gördükleri yere duvar inşa etmektedir. Resimlerde ve şemalarda görülen duvar ile ilgili Araplardan ve dış dünyadan çeşitli tepkiler verilmiştir. Gazetelere, tv programlarına konu olan duvar inşaatı, arkasında bıraktığı insanî dramlar ile dile getirilmiştir. Konu, 5 Temmuz 2005 tarihinde 10ncu Acil Özel Toplantı’da 5nci ajanda başlığı altında bir raporda incelenmiştir. Raporda İsrail’in inşa etmiş olduğu duvardan bahsedilmektedir. İsviçre’nin BM daimi temsilcisi tarafından hazırlanıp 30 Haziran 2005 tarihi itibariyle BM Genel Kurulu’na sunulan bildiride İsrail’in bölgede yaptıkları ve bölgedeki gelişmeler geniş bir şekilde ele alınmıştır (0540999 (E) 120705 130705 UN A/ES-10/304). BM belgelerine yansıyan durumların, umumiyetle İsrail’in Yahudilere tanınan alanın dışına çıkarak Filistin topraklarını işgal ettiği, işgal altında bulunan topraklarda aşırı güç kullanarak insanların yaş ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın uluslararası hukuk ve insan hakları ihlalleri yaptığı beyan edilmektedir. Aynı şekilde Filistinli Arapların da İsrail’de intihar eylemleriyle İsraillileri hedef aldıkları, can ve mal kaybına neden oldukları, bu insani kayıplara neden olan eylemlerin kınandığı ve derhal durdurulması istemleri sık sık belgelere yansıyan istekler ve tavsiyeler 2 olmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı (International Court of Justice) ve “Güvenlik Duvarı” 1 607 (1988), 608 (1988), 636 (1989), 641 (1989), 681 (1990), 694 (1991) ve 726 (1992). A/RES/ES-10/8, 20 December 2001, 10ncu acil özel oturum, 5nci ajanda konusu, Genel Kurul tarafından alınan karar. Bu kararda aynı zamanda Güvenlik Konseyi’nin 7 Ekim 2000 tarihinli 1322 (2000) sayılı kararına da atıf vardır. 5 Aralık 2001’de bir Dördüncü Genova Konvensiyonu olarak tarafların yayınladıkları bir deklarasyon bulunmaktadır. 2 92 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ UAD, 9 Temmuz 2004’de 131 sayılı kararı ile inşa edilmekte olan duvarın hukukî durumu ile ilgili bir görüş bildirmiştir. Bu duvarın her ne kadar İsrail’in ‘halkının güvenliğini sağlamaya yönelik bir girişim’ olarak göstermesine rağmen durumun söylenenden daha vahim olduğuna dikkat çekilmiştir. Duvar ile işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan Filistinlilerin en temel insan haklarının gasp edildiği ve engellendiğine dikkat çekilmektedir. Mesele aslında sadece İsrail ve Filistin arasında gerçekleşen bir çatışmadan ziyade, doğrudan BM ilgilendiren bir insanlık meselesi olduğuna işaret edilmektedir. İnsanlık ile ilgili bir konu olduğu için, verilen kararın da her hangi bir devlet ya da kimliğe karşı değil, umumî mahiyette BM Genel Kurulu’na sunulan genel bir görüştür. Kararda bildirilen görüş daha önce uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler gereği varılan yazılı belgelere istinaden 1 alınmıştır. İsrail tarafından inşa edilen duvar, sınırları içine aldığı toprakları “fait accompli” olarak bir “oldu-bitti”ye getirerek millî sınırlarının içine temelli almaktadır. Bu da, topraklarda oturan Filistin halkının en tabii hakları olan ‘kendini ifade etme ve yönetebilme hakkı’ elinden alınmaktadır. Filistinlilerin sahip olduğu malların ellerinden zorla alınması ve haklarının gaspedilmesi anlamına gelmektedir. İnsanların seyahat özgürlüğünü, çalışma haklarını, sağlık, eğitim ve temel insanî hayat şartlarının engellenmesine neden olmaktadır. Duvar aynı zamanda Filistinlilerin nüfus yapılarını askerî önlemlerle zora müracaat ederek değiştirmektedir. İsrail’in ‘güvenliği için inşa ettiği duvarın’ iddia edildiği gibi güvenlikle ilgili olmadığı ve uluslararası hukuka aykırı olarak inşa edildiği yönünde karara varılmıştır. İsrail’in inşası neticesinde duvarın meydana getirdiği olumsuz şartların ve zararlarının telafisinin yapılması gerektiği ile ilgili karar kılınmıştır. Kararın oluşturulması sürecinde, mahkeme BM bağlı üyelerin görüşleri başta olmak üzere pek çok devlet temsilcisi ve uluslararası hukuk uzmanlarının görüşlerine müracaat edilmiştir. BM üyelerinden pek çok devlet İsrail’in inşa etmekte olduğu duvarın uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturduğu yönünde kanaat ile BM’e müracaat etmişlerdir. Duvarın inşası ve arkasından bununla ilgili gerçekleşen bölgesel ve uluslararası yaklaşımlar ve tutumlar meselenin, sadece İsrailli Yahudiler ve Filistinli Arapların sorunu olmayıp “uluslararası politik” bir mesele olarak da görülebileceği anlaşılmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı’nın vermiş olduğu kararda da bununla ilgili çıkarım mevcuttur. Meselenin görüşülerek çözümlenmesi gerekmektedir. UAD her konuda her zaman kanunî bir görüş beyanetme zorunluluğu olmadığını örneklerle açıklamıştır. Diğer taraftan kendisine müracaat edilen bu konuda, görüş verebilmesinin kendince geçerli sebeplerinin yine kuruluşun kanunî maddelerinde bulunması gerekmektedir. Duvarın inşaatı için İsrail’in ve Filistinlilerin görüşleri ve yaklaşımları kendilerine fayda ya da zararlarına göre farklılık taşımaktadır. Tartışılan duvar meselesi başta olmak üzere, Filistin meselesi ortaya çıktığı ilk manda döneminden meselenin çözümüne kadar BM’i doğrudan ilgilendiren bir konudur. Filistin meselesinin çözümü için BM çeşitli organizasyonlar yapmış çalışmalar gerçekleştirmiştir. Meselenin hassaslığının farkında olan UAD kararlarını verirken tarafsız bir görüş bildirmek için azami gayret sarfetmiştir. Ulaşılan karar ve görüşün taraflar arasındaki görüşmelere temel olan “yol haritası” olarak nitelendirilen barış görüşmelerini etkilemek niyetinde olmadığı UAD 1 Uluslar arası İnsan Hakları Kanunu, Dördüncü 1907 Hague Sözleşmesi Eki Kuralları, 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin İşgaledilmiş Filistin Topraklarıyla ilgili bölümü, İnsan Hakları Kanunu, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Uluslararası Kültürel, Sosyal ve Ekonomik Haklar Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Uluslararası İnsani Kanun ve İnsan Hakları Kanunu, Millî Sınırlar haricindeki İnsan Hakları Uygulmaları’dır. 93 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES tarafından bildirilmiştir. ‘Son kararın taraflar arasında gerçekleştirilen görüşmeler ile sonuçlandırılması gerektiği’ görüşü mahkeme tarafından ifade edilmiştir. UAD kararını verirken olayın bütün politik yönünü ve hassaslığının farkında olarak görüşmeleri ve tarafları etkileme niyetinde olmadığını belirtmiştir. BM Genel Kurulu’nun UAD’dan sorduğu sorusuna uluslararası anlaşmalar çerçevesinde tarafsız bir görüş sergilemek zorunda olduğu belirtilerek azami hassasiyetin gösterildiği belirtilmektedir. İsrail, mahkemenin duvar meselesi ile ilgili karar vermeye yeterli bilgi, belge ve yetkiye sahip olmadığını savunmuştur. Duvarın İsrail’in güvenliğindeki yeri ve öneminin tam olarak kavranmadan, Filistinlilerin hayatındaki yeri tam olarak tespit edilmeden bir karara varılamayacağını ileri sürmektedir. İleri sürülen hususlarda ‘İsrail’in gerekli bilgi ve belgeye sahip olduğu, ancak mahkeme ile paylaşmaya niyetinin olmadığı’ mahkemeye İsrailli yetkililerce belirtilmiştir (parağraf 55). Ancak mahkeme gerek BM’den gerekse konuyla doğrudan ilgili tarafların temin ettikleri yazılı bilgi, belge ve raporların konuyu en ince detaylarıyla açıkladığı İsrail’in güvenlik ile ilgili verdiği bilgilerin ise zaten bilindiği, muhtemelen verebilecek olduğu başkaca pek fazla bir bilgi olmadığı yönünde karar kılmıştır (57-58). Konuyla ilgili verilecek kararın nasıl kullanılacağının bilinmediği İsrail tarafından iddia edilirken, duvarın yıkılması ve kanunlara aykırı olduğu ile ilgili karar verilmesi de İsrail karşıtlarınca talep edilmiştir (59). Diğer taraftan, BM, UAD’nın ulaşacağı görüşünü ne yönde kullanacağına kendisi karar verecek olduğu UAD’nınca beyan edilmektedir (61). Mahkemenin kararı ‘her hangi birine ya da bir şeye faydalı olsun ya da zararlı olsun’ diye değil kendisine fikir sorulduğu için hukukî görüşün beyan edileceği ve zorunluluğu vardır (62). İsrail meseleyi UAD’ında görüştürmemek suretiyle yapmakta olduğu kanunsuz durumu güçlendirmeye çalışmaktadır. Böylece BMGK’un isteğini UAD’nın çevirdiğini söylemek suretiyle yanlışını onaylattırmak istemektedir. Bu görüş UAD’nın kararını belirten görüşün 63ncü parağrafında belirtilmiştir. Ancak verilen görüş her hangi bir devlete değil sadece BM’e olacaktır (64). Duvarın kendisi ile ilgili yorumlayanların dinî, ırkî, millî ve hukukî durumlarına göre farklılıklar taşımaktadır. Her hangibir konunun üzerinde meydana gelebilecek farklı görüşler aynı şekilde inşa edilmekte olan “duvar” içinde kullanılmıştır. İsrail’e taraftar olanlar ile karşısında olanların yorumları ve verdikleri isimler politik duruşlarını ve meseleye nasıl yaklaştıklarını da göstermektedir. İsrail inşa ettiği duvarı bir güvenlik çiti “fence” olarak değerlendirirken BM Genel Sekreteri bariyer “barrier” demek suretiyle duvarın sadece fiziki bir görüntüden ziyade başka anlamlarının da olduğuna dikkat çekmektedir. Aynı zamanda mümkün olduğunca orta yoldan gitmek suretiyle tarafsız bir tutumda görünmeye çalışılmaktadır. Gerçekten duvar, İsrail için ‘güvenlik ve topraklarını belirleme’ olarak değerlendirilebilirken Filistin tarafında ‘işgal edilen toprakların çevrilmesi ve Filistinlileri ölüme mahkum eden “hapishane duvarı” olarak değerlendirilmektedir. Uluslararası tutum ise yine ülkelerin Filistin meselesindeki tutum ve davranışlarına göre değişebilmektedir. Mahkeme duvarın uluslararası hukuka aykırı olup olmadığı ile ilgili bir karara varmak için ilgili antlaşmaları ve hukuk kurallarını incelemiştir. UAD meselenin tarihi gelişimini, Birinci Dünya Savaşı’ndan Büyük Britanya Krallığı mandaterliğine geçişini ve ilgili tarihleri vermiştir. “İngiltere’nin BM müracaatla 1 Ağustos 1948 itibariyle bırakma talebini BM görüşmüş ve 181 (II) karar kılınmıştır. Arapların reddetmesi üzerine 14 Mayıs 1948’de Yahudiler kendi devletlerini ilan etmişlerdir. Çıkan savaş neticesinde 94 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ plan uygulanamamıştır. BM 16 Kasım 1948 tarihinde 62 (1948) taraflar arasında ateşkes için karar almış taraflar ancak 1949’da ateşkes antlaşmasına ulaşmıştır. İsrail ve Ürdün arasında Rodos’ta 3 Nisan 1949 tarihinde bir anlaşma yapılmıştır. Antlaşmanın 5 ve 6ncı maddelerinde belirtilen yeşil renkli çizgi nedeniyle “Yeşil Hat” olarak belirlenen sınırlar iki tarafın sınırlarını oluşturmuştur. 1967 yılında çıkan savaşta İsrail belirlenen Yeşil Hat’tı geçerek Batı Şeria’yı da içine alan bölgeleri işgal etmiştir. BM 22 Kasım 1967’de 242 (1967) sayılı kararıyla işgal edilen yerlerden çekilmesiyle ilgili karar almıştır. İsrail’in işgaline devam etmesi ve Doğu Kudüs ile ilgili statü değişikliğine gitmesinden dolayı 25 Eylül 1971 tarihinde 298 sayılı karar ile değişiklik kabul edilmemiştir. Aynı şekilde BMGK’nin 20 Ağustos 1980 tarihinde 478 sayılı karar ile de İsrail’in Kudüs’ü bütün ve tam olarak başkenti olarak ilan etmesini kabul etmeyerek uluslararası hukuka aykırı olduğunu ilan etmiştir. 26 Ekim 1994 tarihinde İsrail ve Ürdün arasında Barış Antlaşması imzalanmış ve sınırlar Mandaterlik dönemindeki sınırlar olmuştur. İsrail ve FKÖ arasında 1993’den beri pek çok anlaşma yapılmış ise de İsrail anlaşmaların gerekleri tam ve eksiksiz yerine gelmesini engellemektedir.” UAD’nın kararına kadar geçen sürede taraflar arasında gerçekleşen anlaşmalar ile İsrail her ne kadar toprak elde etmiş isede son durum taraflarca kabul edilmemiştir. Dolayısıyla İsrail Filistin’de elde ettiği topraklarda işgalci durumunda olup UAD bu yönde fikir beyan etmiştir. BM Genel Sekreteri’nin raporundan anlaşıldığına göre, İsrail Hükümeti 1996’dan beri İsrail’e merkezden ve Batı Şeria’dan Filistinli girişlerini engelleme peşindedir Bununla ilgili kabine ilk defa 2001 toplanmış ve engelleme için girişimde bulunulmasına karar verilmiştir. Engellemenin şekli konusunda 14 Nisan 2002 tarihinde duvar şeklinde bir inşaata karar verilmiştir. İsrail’in “Güvenlik Çiti” (Security Fence) olarak adlandırdığı duvar, 80 kilometre uzunluğunda olmasına karar kılınmıştı. Daha sonra proje genişletilerek 23 Haziran 2002’de Batı Şeria’ya yapılan duvarın Doğu Kudüs’ü de yapılmasına karar verilerek genişletilmiştir. 14 Ağustos 2002 tarihinde A bölümü olarak adlandırılan inşa kompleksi, 123 km uzunluğunda Batı Şeria’nın kuzeyinde inşa edilmiştir. Duvar, Jenin’in kuzeyinde bulunan Salem kontrol noktasından Elkana yerleşim birimine kadar devam ettirilmiştir. B Bölümü olarak adlandırılan birim ise, Aralık 2002’de inşasına karar verilmiş Salem kontrol noktasından Beth Shean’aya doğru 40 km olarak planlanmıştır. 1 Ekim 2003’de İsrail kabinesinin aldığı kararla Batı Şeria’nın tamamına 720 km “güvenlik duvarı” inşa edilmesine karar verilmiştir. Bu duvarın kapsamı, uzunluğu ve şekli 23 Ekim 2003’de İsrail Savunma Bakanlığı’nın sitesinde gösterilmiştir. C Bölümü olarak adlandırılan kuzey-batıyı Kudüs’e bağlayan kısım ise, A Bölümünün güney ucundan Elkana’ya bağlayan bir duvar olarak planlanmıştır. Duvarın bu bölümü 115 km olarak Har Gilo yerleşiminden Kudüs yakınından Carmel yerleşimine, Hebron’un güney-doğusuna (D Bölümü’ne) kadar uzanmaktadır. Ürdün’ün dağlık kesimine de bu duvardan inşa edilmesi planlanmıştır. A Bölümü kapsamında 150 km’lik bir duvar, 31 Temmuz 2003 tarihi itibariyle tamamlanmıştır. Bu duvar 56,000 Filistinliyi çevrelemektedir. Kudüs’ü çevreleyen 19.5 km’lik bir duvar da Kudüs çevresine inşa edilmiştir. Kasım 2003’de başlayan Nazlat Issa Baka al-Şarkiya’nın batı hattına doğru, Yeşil Hat boyunca 95 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES devam eden bir duvar da, 2004 itibariyle tamamlanması planlanmıştır. Duvar ile ilgili pek çok yorum, eleştiri ve teşvik tarzında değerlendirmeler yapılmıştır. Duvarın inşasının büyük çoğunluğu tamamlanmış veya bazı küçük değişiklikler yapılmıştır. Duvar elektronik tarayıcılar ile donatılmıştır. Yüksekliği 1.2 metreden 4 metreye kadar yapılmıştır. Çift şeritli asfalt kontrol yolu yapılmış, duvara paralel olarak ayak izlerini belirleyebilecek kumlu yüzeyler ilave edilmiştir. Güvenlik duvarı ya da çiti olarak adlandırılan bariyer altı kısımdan oluşan bir kompleks şeklinde inşa edilmiştir. Bu kompleks 50 m. ile 70 metre genişliği arasında yapılmasına rağmen bazı yerlerde de 100 metreye kadar çıkabilmektedir. Duvarın özellikle Kudüs bölümünün kapladığı alan 975 km2 olup, Batı Şeria’nın %16.6’ını oluşturmaktadır. Bu bölgede 237,000 Filistinli Arap yaşamaktadır. Planlar tamamlandığında 160,000 Filistinli daha çember içine alınacaktır. Yeşil Hat ile Duvar arasında yaşayan İsrailli Yerleşimciler 320,000 olup, bunun 178,000’nin Doğu Kudüs’te yaşadığı bildirilmektedir. Bu duvarla çevrili bölgeye, İsrail otoritelerince, sadece çevrili bölgede oturanlara verilen “oturma izni” ile giriş çıkış yapılabilmektedir. Verilen izinlerin çoğunluğunun kısa süreli olduğu bildirilmektedir. Yeni yerleşime izin verilmemekte ve kontrolden geçenler girebilmektedir. Kanunla izin verilen kişilerin giriş ve çıkışları kontrol altında ve belirli saatlerde gerçekleştirilmektedir. Aslında bu bir tür bütünleştirilmiş toplam bir cezalandırma olarak değerlendirilebilmektedir. UAD, İsrail’in kendi sınırları haricindeki işgal ettiği topraklardaki hareketlerinden ve yaptıklarından sorumlu tutulup tulamıyacağını sorgulamış ve sorumlu tutulabileceğine karar kılmıştır. İsrail otoriteleri, işgal ettikleri yerlerde bulunan Yahudi yerleşimcilerinin ilk öğrenimi başta olmak üzere, insanların bazı haklarını tam olarak sağlamadığından devlet olarak sorumlu tutulmaktadır. İsrail’in verilerine atıflar yapılarak, işgal altındaki bu bölgelerde bulunan Filistinlilere hiç değinilmediği, dolayısıyla Filistinlilerin haklarına riayet edilmediğine dikkat çekilmiştir. Burada sadece işgal ettiği halkların siyasi, insanî ve kültürel haklarını çiğnemekle kalmamış aynı zamanda bölgeden sorumlu olan Filistinli otoritelerin de, adı geçen haklarını teminini engellemiştir. Divan, İsrail’in engelleme ve vermeme gibi bir hakkının olmadığına (112), bilakis uluslararası hukuk çerçevesinde bizzat takipçisi olarak, eğitimin ücretsiz olarak teminini sağlaması gerektiği yönünde karar kılmıştır. ‘Duvar, Filistinlilerin hareketini ve yönetim hakkını elinden almakla kalmamış, aynı zamanda İsrail otoriteleri Yahudi yerleşimlerini artırmak suretiyle toprak elde etmekte ve işgalini sürdürerek genişletmektedir’ denilmiştir. İsrail, inşa edilmiş duvarı sadece Batı Şeria ve Gazze bölgesinden yönelen tehditleri önlemeye yönelik bir “güvenlik çiti” olarak göstermektedir. Çitin kesinlikle ‘toprak elde etme amacında olmadığını, her ne kadar büyük ekonomik harcamalara mal olmuş ise de, her hangi bir politik anlaşma sağlanırsa yıkılıp kaldırılabileceğini’ taahhüt etmektedir. İsrail’in BMGK’ne daimi temsilcisi tarafından konuyla ilgili taahhüt 14 Ekim 2003 tarihinde verilmiştir. “Terörün bitmesi halinde çite gerek yoktur” demektedirler. Bunu 20 Ekim ve 8 Aralık 2003’de de tekrar etmişlerdir. İsrail ve Filistin arasındaki barış sürecinde, Yitzhak Rabin ile Yasser Arafat arasında 9 Eylül 1993 tarihinde mektup değişimi gerçekleşmiştir. İsrail Filistin halkının temsilcisi olarak FKÖ’nü kabul ederken, FKÖ de, İsrail’in barış ve güvenlik içinde var olmasını tanıyacaklarını ilan etmişlerdir. 28 Eylül 1995 tarihli İsrail-Filistin Anlaşması bir birlerinin varlıklarını ve meşruiyetini tanıdıklarının ifadesi olmuştur. Adalet Divanı, İsrail’in hiçbir şekilde işgal etmiş olduğu yerlerdeki Filistinlilerin bir yerden başka bir yere taşınmalarına ya da zoraki göçe tabi tutamayacağını belirterek, İsrail’in 96 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ uluslararası hukuka aykırı davranışta bulunduğunu belirtmektedir (120). Duvar, her ne kadar İsrail tarafından geçici bir güvenlik için yapıldığı iddia edilse de, tarafların iddiaları dikkate alınırsa, duvarların devamlı bir sınır olarak kalabileceği yönünde bir kanaat mevcuttur. Bu bir tür oldu-bitti şekline getirilmiş sınır belirleme olarak kalabilecektir. Yahudi yerleşmecilerin toplam 320,000’i (bu rakam %80’ini oluşturmaktadır) duvarlar içinde yaşamaktadır. Duvarın inşasıyla 237,000 Filistinli doğrudan etkilenmiş ve 160,000 Filistinli ise duvar ile çevrelenmiştir. İsrail, duvar ile Yahudilerin olduğu kadar özellikle Filistinlilerin haklarını ihlal etmektedir (122). Uluslararası anlaşmalarda kendini bulan, ‘yerel yönetimlerin devam etmekte olan uygulamalarına ve mal-mülk edinme haklarının ihlal edilemeyeceğiyle ilgili kanunların da’, İsrail tarafından ihlal edildiği belirtilmektedir. İsrail normal olmayan bir şartta kurulmuş olması ve işgal ettiği topraklar dahil olmak üzere sınırlarının içinde bulunan bütün Filistinlilerin haklarına riayet etmek zorundadır (127). Ülke olarak İsrail’in kendisi ve vatandaşları, çevresindeki Arap devletleri başta olmak üzere pek çok devletin ve örgütün doğrudan ya da dolaylı olarak tehdidi altındadır. İsrail’in ‘dinî ve millî kültürel alanların ilgililerine açık tutulması gerektiği 1878 Berlin Antlaşması’ndan başlayarak belirlendiği dolayısıyla devam ettirilmesi gerektiği yönünde karar kılınmıştır (129). Qalqiliya isimli şehir 40,000 kişilik nüfusuyla tamamen duvarların içinde kalmıştır. İsrail askerinin kontrolündeki tek kapısı sabah 07:00’den akşam 19:00’a kadar açık olup, sair zamanlarda her türlü giriş ve çıkışa yasaklanmıştır. Bu durum uluslararası anlaşmalarda yerini bulan insan haklarına aykırı olduğu, İnsan Hakları Komisyonu Özel Raportörü John Dugard tarafından bildirilmektedir (133). 22 Ağustos 2003 tarihli (A/58/311) İsrail’in, Batı Şeria’da uyguladığı metotlarla ilgili verilen raporda 100,000 dönüm (10,000 hektar) tarım için en elverişli arazileri işgal ettiği ve askeri amaçları için kullandığı belirtilmiştir. Filistinlilerin yaşamaları için gerekli olan iş alanları, tarım arazileri, meyve bahçeleri ve yaşamları için gerekli pek çok unsuru engellemiştir. Bu durum, bölgedeki Filistinlileri etkilediği gibi, komşu ülkelerde bulunan Filistinlileri de doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemektedir. İnşa edilmiş duvarın aynı zamanda bölgede en verimli alanları içine aldığı ve su kaynaklarını da içine alacak şekilde inşa edildiği belirtilmektedir. İnşa sırasında bölgedeki pek çok ağacın da yokedildiği raporlara girmiştir. Duvar insanları temel ihtiyaçlarından ve arazilerinden uzaklaştırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda insanların sağlık, eğitim ve enerji kaynaklarına ulaşımını da engellemiştir. 30 yerleşim biriminin sağlık hizmetlerine, 22 okula, 8 su ve 3 elektrik kaynağına ulaşımı engellenmiştir. Duvar ile İsrail, Batı Şeria’da bulunan su kaynaklarını %51’ini kendi sınırları içine almaktadır. Qalqiliya örneğinden gidilerek bölgede inşa edilen duvar sonrasında 600 dükkan kapanmış, 8,000 civarında insan göç etmiş, sağlık bakımından %40 oranında da sıkıntı artmıştır (133). Bu rakamların ifadesi, bir bölgede gerçekleştirilen duvarın diğer tarafları da etkilediği, Filistinlilerin öfkesini artırırken çevre ülkelerdeki Filistinli mültecilerin çoğalmasına neden olmuştur. Yurt dışından Filistinlilere gönderilen yardımlar yeterli olmamakta ve zaman zaman da ilgililere ulaşamayabilmektedir. Bu, aynı zamanda Filistinlilerin uzun zamanda yardımlarla geçinen bir toplum haline gelmesine neden olurken, sürekli çatışma ve cinayetlerin işlendiği bir savaş ortamında yetişen yeni neslin gelecekte sağlam bir toplum oluşturmasını da engellemektedir. Sonuç Adalet Divanı’nın kararına göre, ‘duvar, işgal altındaki Filistin halkının temel haklarını ve ihtiyaçlarını engellemektedir. İsrail her hangi bir devletten beklenen 97 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili tutum ve davranışlarda Filistinlilere muamelede bulunmamaktadır. İnşa edilen duvarın güvenlik sebebiyle yapıldığının kabülü mümkün görünmemektedir. Zira inşa edilen alanlar ve sonuçları dikkate alındığında, Filistinlilerin haklarının verilmemesine ve yaşamalarının zorlaştırılmasına yönelik olduğu görülmektedir. Temel insan hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığı belirtilmektedir (137). Diğer taraftan İsrail kendine yönelebilecek her türlü terör saldırısını engellemeye yönelik askeri tedbirler alma hakkına, BM sözleşmesinin 51nci maddesine istinaden hakkı bulunmaktadır. Ancak bu madde, ‘bir devlete başka bir devletin saldırısı halinde’ geçerlidir. İsrail, Filistinlileri bir devlet olarak görmemekte ve işgal ettiği bir alanda çıkan saldırılar için böyle bir duvarın örülmesinin İsrail’in güvenliğini sağlamaya yönelik olarak değerlendiremeyecektir (139). Duvarın inşası için seçilen yolun, İsrail’in güvenliği ile doğrudan ilgili olduğu yönünde AD tatmin olmamıştır (141). İsrailin, kendisine ve halkına yönelik tehdidi karşılaması ve halkını güvende tutması devlet olarak zorunlu görevleri arasındadır. Ancak bunun uluslararası anlaşmalar çerçevesinde yapılması gerekmektedir (142). Dolayısıyla İsrail inşa ettiği ve devam ettirdiği duvar ile uluslararası hukuku devlet olarak çiğnemiştir. Bu da, ülke içinde karışıklık çıkmasına sebep olmaktadır. Bu durum aynı zamanda çevre ülkeleri de etkilemektedir. İsrail’in illegal olarak inşa ettiği duvar meselesi, legal olarak bir takım zorunlulukları doğurmuştur. Bu hem çevredeki ülkelerin kanunî yetki ve sorumluluklarını, hem de uluslararası kurum ve kuruluşların faaliyetlerini gerekli kılmıştır. İsrail bu konuda her hangi bir öneri getirememiş ve söz söyleyememiştir (144). İsrail’in hukukî olmayan davranışlarını, hukuk gereği olarak, halen yapmakta olduğu kanunsuz inşayı durdurması gerekmektedir. Aynı zamanda hukukî olmayan duvarı yoketmesi ve işgalini sonlandırması ilk hukukî zorunluluğudur. Duvarın inşasından ve işgalinden dolayı etkilenen Filistin halkının mağduriyetlerinin telafisini gerçekleştirmesi gerekmektedir. Hukuksuz hareketlerinin tekrarlanmaması için garanti de vermesi gerekmektedir. Aynı zamanda uluslararası hukuku ihlal eden, edilmesine vesile olan, duvarın planlanmasından başlayarak inşası ve sonrasındaki gelişmelerde yer alan herkesin yargılanması gerekmektedir (145). Uluslararası sonucu ise, İsrail’in yapmış olduğu ve devam ettiği bu hukuksuz tutum ve davranışların tasvip edilmemesi, devamının engellenmesi için gerekli adımları atılması gerekmektedir. BMGK’nin ve diğer kuruluşların İsrail’in ihlal etmekte olduğu uluslararası hukukun uygulamaya konulması için gerekli adımları atması ve bunun çalışmaları hukukî zorunluluklarıdır (146). İsrail’in uluslararası hukuk kurallarına uyması gerekmektedir. Aynı zamanda ihlal ettiği insan hakları ve sorumlulukları ile ilgili diğer kanunlara da uyma zorunluluğu vardır. İşgal ve inşa ettiği duvar ve çevresinden etkilenen insanların maddi ve manevi tazminatlarını karşılamak durumundadır (152,153). Ulusların, Filistinli halkın normalde sahip olması gereken uluslararası haklarını korumaları gerekmektedir. Gerekenlerin yerine getirilmemesi ise, uluslararası hukuka aykırı davranılmış olduğunu ortaya çıkarmaktadır (155). BM Genel Kurulunun 2625 (XXV) sayılı kararına göre, ‘her ülkenin sorumluluğu yapılan yanlışın düzeltilmesi için çalışması gerektiği’ yönündedir (156-9). Ülkelerin İsrail’in yapmakta olduğu yanlışı her türlü şekilde durdurmaları ve düzeltilmesi için çalışmaları gerekmektedir. Adalet Divanı, görüşün bildirilmesinden sonra verilecek ve yapılmakta olan hukuksuzluğun düzeltilmesiyle ilgili kararın BM, BMGK ve Güvenlik Konseyi’nin karara vermesi gerektiği yönünde kanaat bildirmiştir (160). İsrail’in işgal ettiği alanda yapmakta oldukları nedeniyle İsrail-Filistin arasında gerçekleşen çatışmaların bölgeye ve uluslararası arenanın barış ve güvenliğine karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle mümkün olan en kısa sürede en kalıcı bir barış 98 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ ve güvenliğin bölgede temini gereklidir (161). Çözümün de BM’in 181 (II) sayılı 1947 kararı dikkate alınarak, 242 (1967) ve 338 (1973) kararlarıyla Güvenlik Konseyi’nin “Yol Haritası” olarak benimsediği 1515 (2003) doğrultusunda gerçekleşmesi gerekmektedir. Adı geçen kararlara istinaden uluslararası hukuk kurallarının uygulanması, bölgenin ve uluslararası güvenliğin ve barışın sağlanması için en elzem tutum ve davranış olacaktır (162). Divan’da görüş 14’e karşı bir oyla alınmıştır. Kararı onaylayanlar: Başkan Shi; Başkan Yardımcısı Ranjeva; Judges Guillaume, Koroma, Vereshchetin, Higgins, Parra-Aranguren, Kooijmans, Rezek, Al-Khasawneh, Elaraby, Owada, Simma, Tomka; onaylamayan ise Judge Buergenthal olmuştur. Duvarın inşası uluslararası hukuka aykırıdır. Yapılan işlemler durdurulmalı ve geri alınmalıdır. İsrail meydana getirdiği her türlü haksızlığın tazminini gerçekleştirmelidir (13:2). Uluslararası kamu oyu İsrail’i durdurması gerekmektedir (13:2). Yapılması gerekenlerle ilgili BM ve ilgili kurullarının yetkilendirilmesi gereklidir. UAD kararını gösteren görüş büyük çoğunlukla 14’e 1 şeklinde gerçekleşmii ve 9 Temmuz 2004 tarihinde the Peace Palace, the Hague’da tamamlanmıştır. Karar, İngilizce ve Fransızca olarak hazırlanmış ve BMGK’na gönderilmiştir. İsrail’e komşu olan ülkelerden İsrail ile ilişkileri iyi olmayanlar ve bölgede Arap liderliğine oynayanlar Filistinlilere çeşitli şekillerde yardımcı olarak emellerine ulaşmak isteyebilmektedirler. Nitekim bu anlaşma metinlerine de girmiştir. Filistin’deki şiddet yanlılarına ekonomik ve lojistik destek verilmemesi ile ilgili metinler de anlaşmalarda ve görüşmelerde yer alabilmektedir. Bu da çevre ülkelerden yardımının olduğuna dair İsrail ve Filistin otoritelerinin kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Nitekim Suriye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır’ın yardımcı oldukları yönünde iddialar bulunmaktadır. KAYNAKLAR National Archive, London, FO.625/1. Archives Historiques Turquıe C 8-14, David Franco ve Rubens S. Algranti’nin Raporu. Aras, Bülent (1997) "The Place of the Palestinian Israeli Peace Process in Turkish Foreign Policy," Journal of South Asian and Middle Eastern Studies. Aras, Bülent (2000),“Turkish-Israeli-Iranian Relations in the Nineties: Impact on the Middle East”, Middle East Policy, 7 (3, June). Aras, Bülent (2000),“Turkish Foreign Policy and Jerusalem: Toward a Societal Construction of Foreign Policy, Arab Studies Quarterly, 22 (4, Fall): 31-58. Aras, Bülent (1998),“Post-Cold War Realities: Israel’s Strategy in Azerbaijan and Behar, Rabbi Nisim (2001), İbranilerin Öyküsü, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul. Benbassa, Esther, Rodrigue Aron (2001), Türkiye Ve Balkan Yahudileri Tarihi (14.20. Yüzyıllar), çev. Ayşe Atasoy, İstanbul. Bengio, O., Özcan G., (2000) “Changing Relations: Turkish -Israeli-Arab Triangle”, Perceptions, 5 (1, March-May). Braude, Benjamin ve Lewis, Bernard, Christians and Jews in the Ottoman Empire, London, 1982 (adlı kitaptan sayfa 1-34 arasında bulunan giriş kısmından alınmıştır), çev. Halil Erdemir ve Hatice Erdemir, Akademik Araştırmalar Dergisi, Bruce, James (September 1996), "Israel and Turkey - The Mideast’s Odd Couple Find Common Ground," DefenseWeb. Bruce, James (19 June 1996), "Alliance with Turkey inflames old foes", Jane’s 99 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Defence Weekly, vol. 25, no. 25, p. 56. Bölükbaşı, Süha (1999), “Behind The Turkish-Israeli Alliance: A Turkish View”, Journal of Palestinian tudies, 29 (1,Autumn): 21-35. Çevik, İlnur (1998), Interview of Uri Bar-Ner, Israeli Ambassador to Turkey, Turkish Daily News, June 15. Cıvaoğlu, Güneri (1996), "Syriens, prenez garde!” Courrier International, No. 295, p. 33, 27 Juin, Reproduced in French From Milliyet Newspaper, İstanbul. Cohen, Ahoron (1970), Israel and the Arab World, Funk & Wagnalls, New York. th Cohen, Amnon (1973), Palestine in the 18 Century Patterns of Government and Administration, the Magnes Press, the Hebrew University, Jerusalem. Chouraqui, Andre, Cent Ans D’histoire L’Alliance Israélite Universelle et la Renaissance Juive Contemporaine (1860-1960), Presses Universitaires de France, Paris 1965. Franco, M. (1897), Essai sur L'Histoire des İsraelites de L'Empire Ottoman depuis les Origines Jusqu'a nos Jours, Librairie A. Durclacher, Paris. Galante, Avram (1995), Türkler ve Yahudiler, 3. baskı, İstanbul Gözlem Yayınları, İstanbul. Geokas M.C-Papathanasis A.T (1999) “The Turkish-Israeli Axis, Greece, and the Middle East”, October, http://www.econ.ccsu.edu/Papathanasis/Research/herald.htm (June 2001) Greenberg, Joel (1999) “Israel Denies Role but Fears Reprisal for Ties to Turkey”, New York Times, February 1999 Gresh, Alan (1998), “Turkish-Israeli-Syrian Relations and Their Impact on the Middle East”, The Middle East Journal, 52 (2, Spring). Groepler, Eva (1999), Antik Çağdan Günümüze Anti-Semitizim, Belge Yayınları, İstanbul. Groepler, Eva (1999), İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Belge Yayınları, İstanbul. Gruen, George (1998) "Dynamic Progress in Turkish-Israeli Relations." Israel Affairs 1, no.4. Güleryüz, Naim (1993), Türkiye Yahudileri 1, Gözlem Gazetecilik A.Ş, İstanbul. Günaltay, M. Şemseddin (1947), Yakın Şark–3 Suriye ve Filistin, TTK, Ankara. Gürkan, İhsan (1993), “Turkish-Israeli Relations and the Middle East Peace Process” Turkish Review of Middle Eastern Studies 7: 99-136. Gürkan, İhsan (1994), “Israel and Turkey in the Middle East Perspective Today” Turkish Review of Middle Eastern Studies 8: 19-41. Hacker, Joseph (1992), The Sürgün System and Jewish Society in the Ottoman Empire during the 15 th-17 th Centuries, Aron Rodrigue (der.), içinde Ottoman and Turkish Jewry: Community and Leadreship, Indiana University Turkish Studies Series, Bloomington, s:1-65. Hawas, Akram T. (1998), “The New Alliance: Turkey and Israel, Is It a Course Towards New Division of the Middle East”, The Forth Nordic Conference on Middle Eastern Studies, Oslo, 13-16 August. Haydaroğlu, İlknur Polat (1993), Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak Yayınları, Ankara. 100 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Inbar, Efraim (2002) The Israeli Turkish Entente (Kings College, London Mediterranean Studies Programme) Inbar, Efraim (2002) "Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic Partnership," Turkish Studies Vol 3, No. 2 (Fall) Inbar, Efraim (2001) “Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic Partnership” MERIA 5 (2, June). Israeli, Raphael (2001), “The Turkish-Israeli Odd Couple”, Orbis, 45 (1,Winter): 6580 İsrail Dışişleri Bakanlığı web sayfası (www.mfa.gov.il). İsrail İhracat Enstitüsü web sayfası (www.export.gov.il). Mefteler-Bac, Meltem. "Turkey and Israel: an axis of tension and security", Dialogue, vol. 29 (1), March 98, pp. 121-128. Mefteler-Bac, Meltem (1998), "Turkey and Israel: an evolving partnership", Ariel or Policy Research, Policy Papers n 47. Migdalowitz, Carol (September 1998), "Turkish-Israeli Relations," for Congressional Research Service; excerpts in CIDC. Mitchell, S. (1993), Anatolia (Land, Men and Gods in Asia Minor), vol. II, The Rise of the Church, Clarendon Press, Oxford. M. Mitrani’nin 25 Nisan 1893 tarihli AIU merkezine gönderilen mektup. Bkz:Ek. Archives Historiques Turquie II C8-14. Muftuler-Bac, Meltem (March 1998), "Turkey and Israel: A Strategic Realignment in the Middle East?" Paper presented at the 39th Annual Convention of the International Studies Association. Minneapolis, United States: 18-22. Nachmani, Amikam (1988), Israel, Turkey & Greece: Uneasy Relations in the East Mediterranean. Frank Cass, London. Nachmani, Amikam (April 1999) BESA Security and Policy Studies No. 42: TurkeyIsrael Strategic Partnership. Ramat Gan, Israel: The BESA Center for Strategic Studies. Nachmani, Amikam (June 1998), "The Remarkable Turkish-Israeli Tie", Middle East Quarterly, Vol. 5 No. 2. Sharon, Moshe Sevilla (1992), Türkiye Yahudileri Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul. Shaw, Stanford (Mart- Nisan 2000), Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Milleti, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 32 (Osmanlı özel sayısı II). Shaw, Stanford ve Shaw Ezel Kural (1994), Osmanlı İmparatorluğu Ve Modern Şeker, Mehmet(2000), Anadolu'da Birarada Yaşama Tecrübesi, İzmir. Şen, Esin Güllüler, İsrail Ülke Raporu, İGEME Yayını, Mart 2000. Tanyu, Hikmet (1976), Tarih Boyunca Yahudiler. C:1, Yağmur Yayınları, İstanbul. Taylor, Porcher (1996) "Turk-Israel Pact Outflanks Syria", Defence News, p.23, December 2 Taylor, Porcher "The Birth of a New Middle East Alliance", (1998), Washington Times, January 5 Taylor, Porcher “Turkey-Israel Defence Agreement", Strategic Comments, Vol. 2, No. 6, July, ISSS. Taymaz, Erol, Diaspora, http.//www.kafder.org.tr/tarih, erişim:16.08.2005 15.30. 101 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Yavuz, M.Hakan (1997), “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish THE MIDDLE EAST IN THE LIGHT OF 21 ST CENTURY’S POWER RELATIONS Yrd.Doç.Dr Sait YILMAZ∗ Abstract: The Middle East is a vast region where the United States poses great influence, and implements a transformation project based on her rules. Fundamentals of that transformation project cover three sub-concepts, under the modernism framework, titled as democracy, development, and intercultural dialog (or moderate Islam) respectively within the political, economical and cultural codes. Following intelligence failure over weapons of mass destruction and terror as threat assessment, democratization has presently been the primary ideological argument for the Washington to pursue its hegemony in the Middle East. On the other hand, European Union has keeps special interest on the Middle East in competing with the other major external powers. Russia and China cooperation in Shangai Cooperation adding Iran to their axis wishes to penetrate into Middle East through Shie community of Southeren Iraq. This proposal aims to questioning evolution of the Middle East in terms of power relations and taking results in order to ensure smooth development of the region. In that scope, we firstly focus on today’s the picture in the Middle East, and then hegemonic concepts and their future implications for the Middle East countries. 1. Which Middle East? The Middle East has been an area of global strategic concerns due to its geography exclusive checking the main transportation routes and retaining the richests oil wells in the world for centuries. For that reason, conflicts are frequent to internals, demands are high to external powers. External interventions aimed to abuse the religious and clan ties, secular dictatorships, and nationalism to provacate the people in order to bring their dominance. Islamic fragmentations are another source of conflicts in the region. There are 1,3 billion Muslim in the world living 820 million in Asia, 315 million in Africa, and 300 million in Eastern Mediterrenean, Iran Gulf and Central Asia (Lewis, 2003: 12-14). UN has 41 Muslim member countries including 32 members with 86 % Muslim community at least and 9 members with 66–85 % Muslim community. High level of birth rates makes the İslam fastest growing religion and those population will be younger in the future. According to many scholars, as rising value of the 21 st century, religion identity is to be the foremost determinant by shaping future security environment in the next 20 years. In 2025, as population of the Christians will reach to 1.3 billion with 1.3. % annual increase, Muslims are supposed to have more than 2 billion population with 21.1 % annual increase (Berberoğlu, 2005: 15). Hindus are ecpected as close to one billion, Budist have no increase, and Jewishs will keep a popualtion growth under 1 %. ∗ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 102 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ We may summarize the key internal trends in the Middle East as: Demographic change and relentless urbanization; Problems of economic growth and reform; Dysfunctional societies and the erosion of state control; and crises of political legitimacy and the challenges of Islam and nationalism. Population of the Middle East is expected to double by 2025 with annual growth rates of 3 %. Proportion of people under 15 years of age will reach 30 percent by 2025 (Khalilzad, Lesser: 1998: 177-178). Patronage based economic system with the urbanization; control of the cities. In addition to ethnic and seperatits conflicts, the region also suffers demographic and economic disparities sourcing migration and refugee issues, labor export. High levels of unemployment, inflation, and external debt are the primary factors for the region in regard to reasons behind the poor economic growth signalling reform needs (Cordesman, Burke: 2005: 9). Unemployment rate of Algeria, Iran, Lebanon, Yemen, and the Palestinian territories are 30-45 percent. Israel and Turkey represents exceptions to cooperate with Westerns standards. Unemployment people will reach to 25 million population in 2010 (Şafak, 2005: 7475). In general, economic factors and regime stability remain unpredicitable due to the economic inequality. High levels of spending on security are another remarkable feature of the countries in Middle East. They are in need of Western resources such as aid, investment, trade, or migration. EU-Mediterranean Partnership launched in Barcelona in 1995 form the basis to negotiate the regional issues between EU and the member countries of region. Dysfunctional societies and the erosion of state control are another category to be taken account within the Middle East issues (Brzezinski, 2004: 72). Regimes suffers external exploitation of internal weakness threathening their existence. Ethnic and religious groups, or classes are in search for strenghetning their position or carving out additional autonomy. Individuals confront dysfunctional state structure causing desperate communities. As failed states are under pressure for democratization, economical instruments are the main instruments to force the countries. States are concerned about increasing effect of media and civil society causing loss of authority in state power. Arms smuggling, terrorist cells, political violence are exploited by Islamic movements. Unresolved political futures are eminiating from the aging leadership. All political figures will have disappeared particularly in Morocco, Jordan, Saudi Arabia, the smaller Gulf regimes by 2025. Traditional monarchies and authoritrian leaderships suffers from decreasing control, greater trasnparency, and pressures for reform. The most powerful drivers in the region are Islam and Nationalism. Key states of the Middle East (Algeria, Egypt, Libya, Turkey, Jordan, and Iran) are in transformation process driven by islamic politics. Radical islamic opposition represents increasing risk in the countries like Tunisia, Algeria, Egypt, and Saudi Arabia. Fundamentalism fed by Islamists and nationalists undermines governments and cause the resistance to Western presence. USA controls half of the world oil reserves supervising the monarchies of the region except Iran (Chomsky, 2007: 148-149). According to formal numbers, the world oil reserves are found as 25 % in Saudi Arabia, 12 % in Iraq, and 8 % in Kuwait (BP, 1999). Conceptually, US intends to ensure security for the markets as limiting powers of the nations not in accordance with its interests (Yıldız, 2004: 69). Thus, national interests of the regions are defined by the USA, and they functionate to some extent the USA permits. Americans see the Iraq model as beginning to tame the Middle east and Islam. Islam will be no longer an alternative for globalisation if the Iraq democracy works properly (Keyder, 2004). We may list the US interests in the region as folllowing (Khalilzad, Lesser, 1998 172); (1) Existence of Israel and completion of Middle East Peace Process. (2) Control of energy sources. (3) Preventing birth of a regional competitor againts hegemony. 103 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES (4) Non-proliferation of WMDs, (5) Regional stability, continuation of political and economical reforms, (6) Getting terrorism under control. Most of the countries in the Middle East has gain their nation-state status based on the oil aftermath of First and Second Worl War with artifical boundaries as a result of division shared by the hegemonic powers. Those artifical states are in struggle to survive with clan life and family ties forming their state structure historically and need to keep their policy in Western axis to preserve tehir monarchies (Özmen, 2001: 1). However that cycle is now being risked by the Greater Middle East Project (GMEP) produced as societyreengineering project. GMEP firstly aims a political transformation ensuring new format for the governments of Middle East in Western standards and spread of Western democracy over the region (Akar, 2004: 17). In that term, Islam is seen as an resistance factor not facilitating envisaged transformation due to its concept unable to accord with the democracy (Güney, 2004: 6). For that reason, Islam also is studied to rewrite as becoming “moderate” in order to eliminate thoughts making resistance to Westernization. “Moderate Islam” suggests that Islam in essence has tendencies for violence and totalitarism. So far, reformist attempts in Arabian countries abstain from the tangible targets (Yacoubian, 2005: 14-15). In that regard, USA launched a campaign spending ten million dollars in order to change structure of communities in the Middle East utilizating widespectrum instruments including physological teams, covert actors of CIA, media and think-tank institutions funded overtly in Post-Sep 11 period (Kaplan, 2005: 1). GMEP has met two crucial resistance areas; poor state and society structure unproper development of democracy and legimitation for Western intervention into region (Güney, 2005: 35). Military power is not prcatically sufficient instrument to democratize those countries in ensuring nation-building and state-building. Middle East countries have diverse historical, political, sociological and economical experience and one can not assume an homogen Islam world. Analysis of Islam world through framework categories like Christina world may drag us incorrrect generalizations (Güney, 2005: 36). In short, democratic path of Middle East will progress its own way. 2. Power Relations in the 21 st Century: Optimism and positive security environment experienced at the beginning of Post-Cold war period lasted very short. Old security problems have arisen with global effects through emerging regional hegemonic aspirations, ethnic and nationalist movements in the countries such as Iraq and Former Yugoslavia. Beginning years of the globalisation period was marked with new types of conflicts in ethnic, religious, and tribual characterictics not seen in Cold War period. In parallel with them, the new threat forms have been staged with the new actors undermined or ignored by the states which have security structure fundamentally based on the traditional, state centered military threats until that time. Priority issues of international security in globalisation period have predominantly been terrorism and organised crime executed by the non-state groups but supported by some states in pursuit of their national interests (MG Akademisi, 2004: 38-39). Reconstruction process of Post-Cold War period is still in progress. Trend is toward to multipolarity and international environment turns into more chaotic case. Rationals to justify predicted new security environment would be listed as (Öztürk, 2007: 30); (1) Noninfluential and inadequate supervising and regulating powers, (2) Tranformation of strategic resources like water, oil, and natural gas into political and security matter as the environmental issues like global warming make other agenda matters with the disaster risks. (3) Energy competetion as determinat game to clarify the winners of super and major power race. (4) Expolation of ethnic 104 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ and religious issues within the concepts of democracy, human rights, and war on terror. (5) Globalisation feding imbalance among the regions and nations. Table 1: Tranformation of Security Environment Cold War * State order Today centered international * Bipolarity * Globalisation actors * Unipolarity, distribution * National security focused / Transnational asimetric power * National interest focused * National defense * Wide spectrum of security * Deterrence and defence * Expanding scope of conflicts * Specific sources of conflicts * Indefinite sources of conlicts in general Source: Peter R. FABER: NATO’s Military Transfomation Past, Present, Future, NATO Defence College Occasional Paper: After İstanbul, (Rome, 2004), 33. Sep 11 attacks in 2001 was a crucial event affecting future formations of nations for the history of power policies. While the terror emerges as a power utilization method of weak side in asimetric power balance, it also militarized the American foreign policy. From the perspective of international relations keeping conflicts and security concerns in its nucleus, it is the fact that the terror was continually existed but spreaded with the waves of Sep 11 causing paranoias fed by the conspiracy theories in a post-modern process complicating the modern world. Thus, the new system is depicted with fragmentation, uncertainity, doubt, and fear. Buzan’s classification from top to bottom as super, major, and regional power already represents a valid approach for determination of power status. Buzan depicts the super power as a status of active player for the international security with the first degree of military-political capabilities and economy supporting them. On the other hand, a great or major power does not have the capabilities to compete with a super power in all sectors. When a major power is in risk to oppose to a super power, it has to be proportional in its power utilization and desires. Regional powers retain limited capabilities influential for only a specific region and their potential are inadequate to participate in many global developments. Their position and requests are undermined in global calculations. In addition to Buzan’s classification, we may propose a new power status, ‘sub-regional power’, for the states with limited influence for their region (Buzan, Waever, 2003: 394). Power balance of 2+3 in Cold War period (USA-USSR + China-JapanGermany) turned to the 1+4 with the dissolution of USSR in 1989 (Buzan, Waever, 2003: 3). In the 2000s, America is solely at the top; China, EU Frontiers, Japan, and Russia follow it (Brzezinski, 2004: 279). In making effort to define the PostCold War order, Charles Krauthammer pointed out the new system as ‘unipolar’ hegemony (Krauthammer, 1992: 295-306). In that order, top power and the leader of the hegemony was the United States naturally. As a new definition, ‘asimetric balance of power’ is studied by the American Institute, INSS. (INSS, 1997: i-xi). That study envisaged the USA as unique super power at the top of the power pyramide. Russian Federation, China, Japan, and EU are the major powers following USA. 105 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Security zones may have own power centers and power balance that means a variation of polarity. For example, South Africa is unipolar; Middle East, South America, and Southeastern Asia are multipolar. Security zones are divided in two as Standard (with one or more regional powers) and One-centered regions. Table 2 points out the analysis of security zones in line with the power balances. Sometimes the unstructured security zones occur due to the insufficient regional powers, reluctance of external powers or rules of a powerful international arrangement blocking powers in the region. It is a matter of studies mostly at actor level to predict how the international power relations will develope and track of power balance will change during the that century. In this scope, those studies are in search to figure out outcomes of following trends: the possible future of EU and USA; Rising China might go as a competitor against US; the new status of Russia in the multiple polarizing world system; the increasing independent security demand of Japan; and how far the regional powers like India, Brasil and Iran would be recognized. GLOBAL HEGEMONY SUPER POWER USA MAJOR POWER CHINA-RF REGIONAL DOMINANCE + SELECTED GLOBAL INFLUENCE EU-JAPAN REGIONAL POWER INDIA REGIONAL SUPREMACY BRASIL-IRAN SUB-REGIONAL POWER GÜÇ TURKEY LIMITED REGIONAL INFLUENCE DEPENDENT ABILITY POWERLESS POWER Figure 1: Power Pyramide in the 21 st Century (Yılmaz, 2007: 16-17) USA is the unique super state able to make all types of interventions into all regions of the world. Unipolarity of the world caused two basic results; transformation of American hegemonic power into uncontrollable and unlimited case and feeling free of the nation-states to pursuit the policies in favor of own national interests (Bilbilik, 2003: 22). However, in a short time, it was understood that the nations were unable to implement national foreign policies unless USA’s control. With that historical transformation of power balance, a new world over began to be shaped by the USA with no wasting time as the greatest historical opportunity for transformation of the world to implement own rules in restructuring the world. Is is not certain that rising powers are to become rival for the USA. According to many studies, Europe, Japan, and Russia will have no great change in their powers in spite of the negative effects of their aging populations. As closest competitor of the USA, EU is ratherly far from being a super power at the first quarter of this century due to the shortages in military and political areas and the existing problems. EU integration to some extent reaching a political level essential 106 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ to compete with USA will take long time. As old main powers of Europe continent, England, Germany, and the France are fairly weak to gap the mind with USA. Among the nations that have chance to make great progress itself, four nations are predominantly in consideration. They are China on the way of development to become the largest country in the production industry; India in economic growth with the fantastic progress in the software technology; Russia and Brasil with great potential to catch with them (NIC, 2004: 51). Brasil, South Africa, Indonesia, and even Russia may support the increasing role of China and India. Table 2: Security Zones; Powers and Trends Security Zones Sub-Security Zones Superpow er/ Major Powers Regional Powers Possible Trends Europe (1) Central Europe * EU * Ukraine (2) Baltics * USA * In transformation process by EU and USA. (3) Eastern Europe * Russian Federation (4) Balkans CIS (1) Russia (2) Cntral Asia (3) Caucasus-Blacksea Eastern Asia * Russian Federation * Possible intruder; Russia. * Iran * USA-EU * USA and EU effort to grasp the Caucasus and Ukraine. * China (1) Northeastern Asia * China (2) Southeastern Asia * USA * Australia - * China * Statuqo: USA-Japan cooperation against China. * Ongoing transformations may change the balances. * Japan Southern Asia * China-Russia-Iran alliance with Japan may control the whole Asia. * India * USA * Possibility to transform a supermixed region with the leadership of China. * USA effort to balance with India. Middle East Africa Northern America Southern America (1) Magrip * USA * Iran (2) Levant * EU * Israel (3) Gulf and East * China_Ru ssia (1) South Africa * EU (2) Western Africa * USA (3) Africa Horne * China * Possible competitors; Russia and China. - * No regional power due to the weak state structures. * In transformation and exploitation process by Western Countries. * USA - NAFTA and Pan-American FTAA may be drivers to shape. * USA * Brasil * Brasil and Argentina may utilize Mercosour to increase influence. (1) Southern Cone * In transformation process by USA. (2) Andean Countries * Argentina * Andean Countries may busy with drugs and internal instabilities. Source: Table is self-consolidated mostly in accordance with the some explanations in Barry BUZAN and Ole WAEVER: Regions and Powers, (2003). At the first quarter of the 21 st century, the nation-states is under the open or covert influence of many new methods, actors, and instruments either 107 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES threatening the national security or shaping the security environment in implementation of internal and external policies. Those states will lose not only the status of developed nations and determinant role in the world management but also their national sovereignity greatly due to the their inability to compete with the current technological revolution and global economy. The nation-states must perceive well the threats and their sources directed to them in order to make and implement right policies at national and international level; foreseen the opportunities and threats they faced to make accurate analysis; and have to react with appropriate instruments. 3. Future Prospects of Power Relations in the Middle East: There are many indicators to evaluate the future prospects of the power relations in the Middle East. Strategic implications of internal trends are important category to predict the future trends. In that scope, we may say that tension between increasing populations and low economic growth will increase the pressure on already hard-pressed regimes. In addition to that, urbanization suggets that cities will be the central backdrop for internal conflicts. Unsettled political futures and the continued power of Islam and nationalism suggest a less predictable environment for security cooperation. Coming to security parameters of the region, we may start with the armament efforts of the nations. “Arms for oil” has been the name of those kind trade agreements for a long time. Growing conventional capabilities also triggers the search for strategic weight through new military technologies and strategies including proliferation WMDs. Altough rise of a regional power to challenge against USA has less possibility, peer comptetitors may arise based on the future alignments shaped by the external and internal interventions. Power movements in ME may pose a confrontation with the West. Growing economic dimensions of security and regional geopolitics form another basis of the strategic assessments. Supervising the energy sources and routes are the primary concerns of the external powers. Revival of overland links may revive with the development of economic infrastucture. Water rivalries as another strategic natural source may cause war or conflicts in the future. Unresolved regional frictions and threats may threaten to the territorial statusquos. On the other hand, the erosion of traditional distinctions between the ME and and adjcent security environments. The role of extraregional powers are another parameter to predict the future in the Middle east. US is the primary player of those powers. US interventions into region have been frequent since 1979 including Iran hostage rescue effort (1979), deployments to Lebanon (1982), strikes against Libya (1986), reflagging and escorts of tankers in the Gulf (1987-88), Gulf War (1990), Northern and Southern Iraq Ops (1981-1999), Iraq Operation (2003). France led EU utilize the Barcelona Process to communicate some of the regional countries but that process keeps ineffective body due to the ongoing doubts about the Westeners like Mediterranean Dialogue waged by the NATO. On the other hand, China and Russia Federation are in search for opportunities to penetrate into the region permanently. Those powers cooperating in Shanghai Cooperation Organisation are willing to have Iran to reach to the Saudi boundaries with the possible division of Southern Irak. Same alliance also threatens the US in the Central Asia in controlling the energy sources and routes. To balance that power shift, US has choosen the India as suporting competitor by undermining its nuclear aspirations. However, future regional alignments are stil very flux due to changing gravity of older centers. Six regional powers are Algeria, Egypt, Iran, Syria, Isrel, and Turkey. Islam and nationalism will be the key drivers in the evolution of 108 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ societies and policies in those nations. Turkey-Israel-Jordan cooperation would expire with the possible disagreements between US and Turkey. Disintegration of Iraq, increasing PKK attacks or US undermining the interests of regional countries may cause new alignments with the possible invitation of Eastern great powers. Reckless policies of US may also trigger conflicts in Saudi Arabia and other Arabian nations causing regime changes and new alignments in the region. In that case, Syria-Iran and Syria-Egypt may launch closer ties affecting regional alliances. Turkey and Iran may be forced to cooperate againts US unilateral interventions. All those rings may constitute a regional balance including Russia, China, Turkey, Iran, Syria, Saudi Arabia, and Egypt. Loss of Turkey in Western side may revive dramatic results for the Western history in the Middle East. Last but not the least, future alignments in the region may bring also its institutions from the aspects of security, defense, and economy. For a long time, regional countries cite a Middle East United Nations to avoid from external aproaches with double standard for the regional security matters. On the other hand, new NATO of the Middle East countries will not be surprise in the case of failure in current implemantation of US policies. Since the Turkish reluctance, Egypt and Iran may lead the new security and defense organisation with the possible supoort of external great powers like Russia and China. Middle East also needs an economical organisation to cooperate inside and to keep the proud of nations againts EU’s ‘stick and carrot’ policies. CONCLUSION: Phenomenons of ‘globalisation’ becoming evident toward the end of the 20 st century and ‘interdependency’ of the post-modern paradigm pave the way for a new international system effecting methods and actors of US hegemony. At the post-cold war period, reconstruction process of the world is in progress. The way is toward the multipolarity and international environment turns more chaotic case. Democratization efforts of US within the GMEP went to bankruptcy due to that that project aimed to serve its foreign policy priorities rather than democracy promotion. However, the Middle East is in need to transformation in accordance with the PostCold War conditions. Region requires an urgent and lasting transformation. As seen in Iraq, democracy promotion by hard power does not ensure democratization but motivate the violence over Islam. Resistence to West made the Islam world introverted A new approach is compulsory in the Middle East to go beyond the classical modernisation and to spread it into long term implications. Turkey is an unique sample who merging Islam and democracy in Western standards. Although Turkey suffers from a tension between secularism and Islamic movements, existence of Turkish model is a great proof that a Muslim country may retain secularism. Turkey may have a internal facilitator role in strenghtening democratization of the Middle East. In that way, Turkey and US are the best countries to develop a strategy based on the soft power projection utilizing political, economical, and cultural instruments in cooperation. BIBLIOGRAPHY Books: AKAR, Atilla, Büyük Ortadoğu Kuşatması, İstanbul: Timaş Yayınları, 2004. BİLBİLİK, Erol. Amerikan Kuşatması, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2003. BRZEZINSKI, Zbigniew, Tercih, İstanbul: İnkilap Kitabevi, Çev. Cem KÜÇÜK, 2004. BUZAN, Barry and WAEVER, Ole. (2003), Regions and Powers, The Structure of International Security, Cambridge University Press, Cambridge. 109 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES HUNTINGTON, Samuel, The Clash of Civilizations and the Remarking of World Order, İstanbul: Vadi Yayınları, Çev.M.ÇELİK, 1995. CHOMSKY, Noam, - ACHCAR, Gilbert, Tehlikeli Güç, İstanbul: İthaki Yayınları, Edt.: Stephen R. Shalom, Çev.: Yavuz ALOGAN, 2007. FABER, Peter R. NATO’s Military Transfomation Past, Present, Future, NATO Defence College Occasional Paper: After İstanbul, Rome, 2004. Institution For Strategic Studies (ISS), Strategic Assesment, 1997, INSS Publications, Washington D.C., 1997. KHALILZAD, Zalmaym- Ian, O. LESSER, Sources of Conflicts in the 21 st Century, Washington DC-Arlington, RAND Publications, 1998. KRAUTHAMMER Charles. The Unipolar Moment, in Rethinkig America’Security, Allison and Treverton, New York, 1992. LEWIS, Bernard, Semitizm ve Anti-Semitizm, İstanbul: Everest Yayınları, Çev.: Hür GÜLDÜ, 2003. Milli Güvenlik Akademisi. Terör ve Terörle Mücadele, Yayın No:10, Ankara, 2004. ÖZMEN, Süleyman, Orta Doğu’da Etnik, Dini Çatışmalar ve İsrail, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2001. Öztürk, Osman Metin. Amerika Çökerken, Fark Yayınları, Ankara, 2007. YILDIZ, Yavuz Gökalp, Oyun İçinde Oyun: Büyük Ortadoğu, İstanbul, Nisan 2004. YILMAZ, Sait, 21.Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, İstanbul, ALFA Yayınları, 2006. Articles and Reports: ARAS, Bülent, ‘11 Eylül, Büyük Orta Doğu ve Türkiye’ Ankara: ASAM Yayınları, Avrasya Dosyası: İslam ve Demokrasi, Cilt: 11, Sayı: 3, 2005. BP, ‘Statistical Review of World Energy’, June 1999. CORDESMAN, Anthony H., - BURKE Arleigh A., ‘Strategic Realism in the Middle East and US and Arab Relations’, Washington D.C.: Center For Strategic and International Studies, Sep 16 2005. GÜNEY, Çetin, ‘Büyük Orta Doğu Çerçevesinde İslam ve Demokrasi’ Ankara: ASAM Yayınları, Avrasya Dosyası; İslam ve Demokrasi, Cilt: 11, Sayı:3, 2005. National Intelligence Council (NIC). Mapping the Glolbal Future, Government Printing Office, Washington D.C., 2004. YACOUBIAN, Mona, ‘Promoting Middle East Democracy II’, (Washington D.C.: United States Institute of Peace, May 2005. Yılmaz, Sait. Küresel, Bölgesel ve Ulusal Düzeyde Türkiye için Yeni Bir Yaklaşım, Cumhuriyet Strateji Dergisi Yıl :3, Sayı :152, Ankara, (26 Mayıs 2007). Newspapers: BERBEROĞLU, Enis, ‘2025: Çinli, Dindar Ve Yoksul Bir Dünya’, Hürriyet, 30 Ocak 2005. KEYDER, Çağlar, ‘Prematüre İmparatorluk’, Turkishtime, Mayıs 2004. KAPLAN, David E., ‘Hearts, Minds, And Dollars’, US News, 8 May, 2005. ŞAFAK, Erdal, ‘Yüzyılın Projesi’, Sabah Gazetesi, 02 Mart 2004. 110 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ BEŞİNCİ OTURUM MIDDLE EAST AND THE TURKEY (ORTA DOĞU VE TÜRKİYE) Oturum Başkanı : Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK Raportör : Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ Konuşmacılar Mesut TAŞTEKİN Yrd. Doç. Dr. Hasan AKBAYRAK Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA 111 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES TÜRKİYE’NİN “YENİ” ORTA DOĞU’DA İSTİKRAR YAPICI ROLÜ’NÜN RASYONALİTESİ Mesut TAŞTEKİN∗ Özet Türk dış politikasında Orta Doğu, Cumhuriyet dönemi ile birlikte, mevcut güvenlik ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde ihmal edilen bir bölge olmuştur. Küresel güç dengelerinin değişmeye başladığı Soğuk Savaş döneminin ardından, istikrarsız bölgelerin güvenlik sorunları, uluslararası sistemde, rehabilite edilmesi gereken yerler olarak, ilgi odağı olmayı sürdürmüştür. Bölgesel ve küresel güvenlik düzenlemelerinde, küresel aktörlerle gerek NATO gerekse AB ile ilişkileri çerçevesinde, sahip olduğu güvenlik enstrümanları, Türkiye’yi gerek Batı devletleri nezdinde gerekse de Orta Doğu ülkeleri açısından dikkat edilen bir güç haline dönüştürmüştür. Özellikle ABD’nin yaşadığı 11 Eylül tecrübesi ile birlikte, küresel düzeyde güvenlik anlayışının devlet olmayan aktörlerden gelen tehditlere yoğunlaşması, uluslararası güvenlik siyasetinde yeni yaklaşımları öne çıkardığı gibi, yeni güvenlik tedbirlerini de gerekli kılmıştır. Bu eksende, Türkiye’nin bölge ile ilişkileri gerek terör bağlamında gerekse ABD’nin Birinci ve İkinci Irak operasyonu sonrasında, bölgedeki küresel ve iç dengelerin değişime uğraması ile birlikte, daha yoğun bir biçimde güvenlik ekseninde şekillenmeye başlamıştır. Bu güvenlik ekseni de Türkiye’yi Orta Doğu’da, hem tarihi bağları ve ilgisi hem de Batı güvenlik sistemine dâhil bir ülke olarak, bir istikrar yapıcı aktör haline dönüştürmüştür. Bu çalışmada da, Türkiye’nin Orta Doğu güvenliğindeki istikrar yapıcı aktör olma konumu irdelenecektir. Giriş Bu tebliğde, Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde, değişen güç dengelerinin getirdiği yeni şartlarda, özellikle ABD’nin Irak’a müdahalesine yol açan süreçte, bölgesel güvenlik bakımından istikrar yapıcı rol ve bu rolün rasyonalitesi tartışılacaktır. Konunun daha net anlaşılabilmesi için kavramsal açıklamalar yapmak aydınlatıcı olacağı gibi, konuya bakış açımızı kapsam ve sınır bakımından belirleyici de olacaktır. Çalışmada, ABD’nin Irak’a 2003’te müdahalesinin ardından bölgede, hem Irak içindeki farklı siyasi gruplarla hem de bölge ülkeleri ile ilişkilerinde daha aktif bir konuma geldiği süreçte Türkiye’nin bölge siyaseti konu alınmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin dış siyaseti ile ilgili olarak, bölgesel güç veya aktif dış politika gibi değişik niteleyici kavramlar kullanılmış ise de, bu çalışmada dış politikayı değerlendirme bakımından analitik işlevsel ve normatif bir bakış açısı getiren istikrar yapıcı(lık) rol ve rasyonalite kavramları kullanılmıştır. Dış Politika Nedir? Uluslararası ilişkiler literatüründe, dış politikanın kavram olarak, realist çerçevede, güç temelinde ulusal çıkarların korunması olarak tanımlandığını görmekteyiz. Aynı zamanda kavram, yaygın kullanılan anlamı ile bir devletin diğer ∗ Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, mtastekin@gmail.com 112 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ devletlerle ilişkilerini ifade etmektedir. Dış politikanın kavram olarak farklı anlamları da içerebileceğini de dikkate alarak, dış politika analizlerinde dış politika kavramının bu farklı anlam boyutlarının da önem kazandığını ya da önemli olduğunu irdelemek gereklidir. Uluslararası İlişkiler alanının analiz konusu edindiği anlamda dış politika ise, aslında bir tasarımdır; aynı zamanda da bir uygulamadır. Tasarım olarak düşündüğümüzde, dış politika, belirlenmiş olan amaçlara ulaşmak amacıyla oluşturulmuş ilke ve hedefleri ifade eden bir siyasadır(policy).1 Bu siyaset devletler için bir uygulama planı anlamına da gelir. Diğer taraftan bir devletin davranışı veya eylemi olarak dış politika, uluslararası alanda devletlerin karşı karşıya kaldıkları sorunlara dair geliştirdikleri davranış biçimleridir. Rosenau da, benzer bir yaklaşımla dış politikayı, yönelim olarak dış politika; planlar ve taahhütler olarak dış politika; eylem olarak dış politika şeklinde üç anlamda kavramsallaştırmaktadır. Kısaca bu kavramlaştırmalara baktığımızda, yönelimler dış politikada belirleyici olan genel eğilimleri ve ilkeleri ifade etmektedir. Planlar ve taahhütler de, hedeflere yönlendirilmiş strateji ve kararları açıklamaktadır. Eylem veya davranış ise, devletlerin uluslararası alanda ortaya çıkan olaylara ve gelişen 2 durumlara dair uygulamaya koydukları davranışları ifade etmektedir. Bu tanımlamaların dışında başka dış politika tanımları var olsa da, konuya dış politika ve rasyonalite kavramlarının kapsamı bakımından bu tanımlar daha işlevsel durumdadır. Dış politika ile rasyonalite kavramlarını bir arada düşündüğümüzde, rasyonalite kavramının içerdiği en fazla fayda edinme veya bu faydayı edinim sürecinin devam ettirilmesi ölçütünde düşündüğümüzde, bizi ilgilendiren bir kavram daha ortaya çıkmaktadır. Bu da ulusal çıkar kavramıdır. Ulusal çıkar kavramı üzerinde oldukça fazla spekülatif açıklamalar bulunsa da, burada ulusal çıkar olarak, yukarıda Rosenau’nun dış politika kavramsallaştırmalarının da içerdiği anlam boyutu olan ve devletin hayatiyetini yani toprak bütünlüğünü, siyasi bağımsızlığını, güvenliğini ve refahını sürdürmeyi kastetmek daha anlaşılır bir tercihtir. Devletlerin dış politikaları içinde ulusal çıkar kavramının yönlendirici etkisini irdelemek konumuzun esasını teşkil etmese de, bu ilişki rasyonalite ve dış politika ilişkisinin izahında belirleyici bir etkiye sahiptir. Rasyonalite ve İstikrar Yapıcı Rol Dış politika analizlerinde rasyonalite, daha çok devletlerin dış politika karar verme süreçlerinde, etkin olan hükümetlerin ve bürokratik yapının bir sorun karşısında ulusal çıkarları koruyucu veya artırıcı en iyi karar tercihini yapıp yapamadığına dair bir değerlendirmedir. Bu bağlamda rasyonalite, karar verme süreçlerinde yer alan aktörlerin rasyonel aktör olarak, gelişen olaylara ilişkin en makul kararı alabilme yeteneğini ölçen bir değerlendirmedir. Elbette aktör veya aktörlerin karar alma süreçlerini etkileyen iç veya dış etkenleri de sürece dâhil ettiğimizde, rasyonel aktörün oldukça karmaşık bir süreç içinde rasyonel davranma veya davran(a)mama durumunda kaldığını anlayabiliriz. Konumuz bağlamında rasyonalite ise, hükümetlerin de dâhil olduğu karar alma sürecinde yer alan aktörlerin rasyonel karar tercihlerinden ziyâde, siyasi uygulamalara yön veren devletin soyut ve somut ideallerini, ilkelerini ve hedeflerini içeren varoluşsal bir nitelik taşıyan siyaset programına, dış politika eylemlerinin uyumluluğu ile ilgilidir. Bu anlamda rasyonalite normatif bir kavram haline gelmektedir. Bu bağlamda dış politikanın normatif rasyonaliteliği, karar alıcı aktörün rasyonel davranışı ile aynı konsept içinde ele alınamaz. Her ne kadar iki 1 R. Jones, Analysing Foreign Policy, Routledge and Keagan Paul, Londra, 1970, ss.11-32. Siyasal bilimler literatüründe, bir dönem siyaset/politics ve siyasa/policy kavramları uygulama ve hedef program anlamında kullanılmak üzere ayrı ayrı ifade edilseler de, bu çalışmada her iki kavram arasında kesin bir anlam farklılığı gözetmedik. Ancak rasyonalite kavramının bu çalışmada dış siyasa ve dış siyaset arasındaki ilişkiyi vurgulamak amacıyla kullanıldığını belirtmekte yarar vardır. 2 J. Rosenau, “The Study of Foreign Policy”, J. Rosenau et all.(eds.), World Politics: An Introduction , The Free Press, New York, 1976, ss.16-17 113 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES rasyonalite arasında ilişkisellik mevcut olsa da, ontolojik dış politika hedeflerine uygunluk veya uyumluluk bakımından normatif rasyonalitelik daha kapsayıcıdır. Dolayısıyla rasyonel aktörün davranışı, bu kapsam içinde yer alan olayların gelişimi 1 ve bu gelişmelere dair alınan kararlarla ilgili süreçte yer almaktadır. Burada vurgulanması gereken husus, uluslararası politikada, halen biricik aktör konumundaki devletin, karar alıcılarının almış oldukları veya alacakları kararlar, esas olarak belirleyici dış politika hedefleri ile bağdaştığı ölçüde “rasyonalite” kapsamında değerlendirilebilir ya da tam aksine bağdaşmadığı ölçüde rasyonel kabul edilmez. Devletlerin sahip oldukları güç kapasiteleri, aynı zamanda eylem olarak devletlerin dış politika hedef ve uygulamalarında da belirleyicidir. Devletlerin oluşumlarını tamamladıkları andan itibaren birincil ontolojik kaygıları varlıklarını sürdürme endişesidir. Bu endişenin getirdiği birincil önlem ise güvenlik tedbiridir. Güvenlikle ilgili güncel kuramsal ve yapısal tartışmaları bir tarafa bırakırsak, güvenlik konusu her devirde devlet denen aygıtın dolayısıyla o devleti oluşturan toplumun veya topluluğun birincil kaygısı olmuştur. Aslında bu temel gerçeklik halen geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde güvenlik, farklı boyutlarda (ulusal, uluslararası veya küresel gibi) öne çıkan bir olgu haline de gelmiştir. Burada kısaca şunu ifade etmek lazımdır. Bugün ulusal güvenlik, uluslararası güvenlik veya küresel güvenlik gibi kavramlarla anlatılmak istenen güvenlik mefhumu, farklı yapısal ve düşünsel bağlamlarda oluşan ilişkiler ağını da anlatmaktadır. Belki de bu ilişkiler ağını, uluslararası ilişkilerin güçler dengesi kavramı daha iyi temsil eder görünmektedir. Hâlihazırda anarşik olduğu iddia edilen mevcut uluslararası sistemin anarşik olduğu kadar ne derece anarşik olmadığı da tartışılabilir bir iddiadır. Daha açık ifade etmek gerekirse, günümüzün devletleri arasındaki güvenlik ilişkilerini dikkate aldığımızda, sistemi yönlendirme gücüne sahip devletlerin güvenlik perspektifleri ile aynı sistemde yer alan devletlerin güvenlik anlayışlarının paralelliği veya uyumsuzlukları yine mevcut güvenlik ağı içinde gelişen olaylardır. Dolayısıyla, devletlerin bölgesel ve küresel düzeyde dış politika hedefleri de, aynı şekilde, hâlihazırda işleyen devletler sisteminin ilişkileri çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu nedenle devletlerin güvenlik yapılarını devletin dış politika hedefleri kadar, içinde bulunduğu uluslararası güvenlik yapısı da 2 belirleyici konumdadır. Bu çalışmada Türkiye’nin son yıllarda oluşan Orta Doğu odaklı bölgesel siyasetini çözümleyici bir kavramsal araç olarak istikrar yapıcı(lık) rol kavramını işlevsel şekilde kullanmak tercih edilmiştir. Peki, istikrar yapıcı rol kavramı ne anlama gelmektedir? Uluslararası ilişkiler literatüründe barış yapıcı gibi benzer kavramlar mevcut olsa da, istikrar yapıcılık kavramı pek kullanılmamaktadır. Bu nedenle kavramın tanımlanması çözümleyici özelliğinin de anlaşılır olmasını sağlayacaktır. Bu kavramı, Türkiye’nin dış siyasi ilişkilerindeki tercihleri, dış politikasını oluşturan düşünsel temelleri ve dış siyasetini şekillendiren bölgesel ve uluslararası ilişkiler ağını da dikkate alarak bir tanımlamak gerekir. Buna göre istikrar yapıcı rol için yapılacak tanımda üç faktörün varlığı sözkonusudur. Bunlar bölgesel dinamikler, küresel dinamikler ve de kendisi de bir bölgesel güç olan devletin dış siyaset yapılanmasıdır. Diğer bir husus da, istirar yapıcı rol kavramının bölgesel güç konumundaki devletlerin dış siyasetleri için daha analitik bir işleve sahip olduğudur. Dolayısıyla, bir devletin kendi bölgesinde 1 Felix E. Oppenheim, “Foreign Policy, Rationality and Morality”, Ratio Juris, Vol. 15 No.1, s.3 Güvenlik kavramının felsefi ve yapısal ilişkilerini inceleyen farklı çalışma için bkz.: Helga Haftendorn, “The Security Puzzle: Theory-Building and Discipline-Building in International Security”, International Studies Quarterly, Vol. 35, No. 1. (Mar., 1991), ss. 3-17. 2 114 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ istikrar yapıcı rol sahibi olması, öncelikle bölgesel dinamiklerin ve uluslararası dinamiklerin elverdiği ölçüde, bölgesel bir güç olarak, bölgesinde daha aktif ve dinamik siyaset izleyebilme yeteneğine bağlıdır. Elbette istikrarın gerek ülke içi gerekse ülke dışı birçok faktör ve değişkenle etkileşim içinde olduğu karmaşık bir yapı içinde oluştuğu aşikârdır. Konumuz çerçevesinde, Türkiye gibi bir ülkenin kendi bölgesinde izlediği dış siyasetle ne derece istikrar yapıcı bir güç olabileceğini tartışmak çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. ABD’nin uluslararası sistemde Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, tek hegemon güç olarak üstün konuma geçmesi, güç ilişkilerini yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, bölgesel siyasal gelişmeler de Amerikan politikaları çerçevesinde evrilmeye başlamıştır. Çok kutuplu bir yapıya giden dünyada güç dengesinin en yoğun kriz bölgelerinden biri de, Orta Doğu’dur. Soğuk Savaşın ardından 1990 Körfez Savaşı ve Balkanlarda yaşanan krizler ile dünya gündeminde yer alan Türkiye, ABD’nin 2003’te Irak’a müdahalesini oluşturan süreç içinde de dünya siyasetinde çok konuşulan bir bölge aktörü olma konumunu sürdürmüştür. “Yeni” Orta Doğu ve Türkiye Amerika’nın 11 Eylül travmasından sonra, küresel düzeyde güvenlik siyasetini Afganistan ve Irak odaklı askeri müdahaleleri yoluyla yürürlüğe koyması ile ABD Orta Doğu’da coğrafyayı dönüştürücü güce sahip önemli bir bölge dışı güç konumunu daha da pekiştirmiştir. Bu nedenle, bölgede yapılacak her türlü çıkar hesabında, hesaba katılması gereken önemli bir aktör olmuştur. Bu “yeni” Orta Doğu’da, Türkiye’nin iki kutuplu dünya döneminde izlemiş olduğu denge siyaseti, yerini bölgesel ve küresel güç dengelerini hesaplayan çok taraflı bir denge siyasetine bırakmıştır. Orta Doğu’da başlayan Irak savaşı, Türkiye’nin daha anarşik bir duruma gelen uluslararası sistemde, küresel ve bölgesel aktörlerle daha yoğun bir ilişki ağı geliştirmesini gerektirmiştir. Uluslararası alanda güvenlik kaygılarının yoğunlaşıp, terör olgusunun küresel bir boyut kazanması ile Türkiye, yıllardır PKK ile mücadele eden bir ülke iken aynı zamanda küresel terör dalgasının da bir hedefi konumuna geldiği gibi Afganistan’da ABD ile küresel terörün odak noktası olan örgütlere karşı mücadelede cephe almıştır. Ancak aynı Türkiye, Irak’a yapılacak Amerikan müdahalesinde, yoğun iç ve dış spekülasyon ve tartışmalara rağmen, ABD politikalarına açık destek vermekten kaçınmıştır. Türkiye’nin bu süreçte yürüttüğü Orta Doğu diplomasisi mevcut klasik dış politika reflekslerini taşıdığı gibi, küresel güçlerle yoğunlaşan ilişkilerle birlikte, ülke içinde demokrasinin giderek güçlenmesi ve bu sürecin modern ve laik bir Müslüman ülke olma özellikleri ile pekişmesi, Türkiye’nin gerek bölge ülkeleri nezdinde gerekse Batı bloğunda, daha öne çıkan bir aktör olmasını sağlamıştır. Türk dış politikasının 1990 Irak Savaşından sonra Irak’a yönelik çizgisine bakıldığında, üç temel hedefin önemsendiği anlaşılmaktadır. Bu hedeflerin birincisi, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması (özellikle bölgede bir Kürt devleti oluşumunun engellenmesi); ikincisi, Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerinin gözetilmesi ve PKK terörünün önlenmesi; üçüncüsü de Irak’ta yaşayan 1 Türkmenlerin korunması olmuştur. Terör örgütü lideri Öcalan’ın 1999’da yakalanması ve PKK’nın tasfiye sürecinin başlaması ile birlikte Türkiye, Suriye ve Irak’la olan ilişkilerini ekonomik bir çerçeveye oturtmak isterken, ABD bu iki Orta Doğu ülkesine yönelik politikalarında daha fazla denetim amacı gütmeye başlamıştır. Aslında Soğuk Savaş sonrasında, ABD’nin kendisine düşman/tehdit olabilecek devletleri haydut devletler olarak niteleyip, bu devletlerin uluslararası sistemden tecridini öngören bir 1 Mesut Taştekin, “Türk Dış Politikasında 2003 Irak Savaşı”, Mehmet Şahin-Mesut Taştekin (Der.), II. Körfez Savaşı, Platin Yayınları, Ankara, 2006, ss.262-263 115 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES politika izlemeye başlaması ve Körfez Savaşı ile bölgede uygulamaya başladığı Çifte Çevreleme Politikası birbirini tamamlayan bir siyaset olarak görülmektedir. Bu süreçte, Orta Doğu’da da Irak, İran ve Suriye’nin çevrelenmesi veya uluslararası sistemden tecridi önem taşırken; Türkiye, ABD’nin bu politikasında önemli bir rol oynamıştır. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin yoğunlaşması süreci 1992 yılında imzalanan Genişletilmiş Ortaklık Anlaşması ile başlamıştır. Aynı dönemde ABD ve İsrail ile ilişkiler, hem siyasi ve askeri olarak hem de ekonomik olarak gelişme imkânı bulmuştur. Ancak Türkiye, ABD’nin bölgesel politikalarına verdiği desteğin ekonomik karşılığını ABD’den istediği gibi alamamış ve ekonomik zarara uğramıştır. Bunun üzerine Türkiye, ABD ile işbirliği yapmasına rağmen, 1994’te Habur sınır kapısını açarak, fiili olarak yapılan sınır ticaretinin artmasına imkân sağlamış ve Kuzey Irak’ın ekonomik olarak Türkiye’ye daha çok yakınlaşmasına fırsat vermiştir. Dolayısıyla 1990–2006 dönemindeki Türk-Amerikan ilişkilerine Irak odaklı bakıldığında, her ne kadar iki taraf arasında bir işbirliği süreci var olsa da, ikili ilişkilerde bir güvensizlik ortamının oluşmaya başladığı da birçok olaydan anlaşılmaktadır. 2003 Irak Savaşı sırasında ABD ile yaşanan tezkere krizi sonrasında Türkiye’nin Arap dünyasında elde etmiş olduğu olumlu tepkiler, Türkiye’nin bölgedeki devletler nezdinde ve dini önderler arasında güven kazanmasını sağlamıştır. 2007 yılı sonunda Kerkük’te yapılması beklenen referandumla ilgili endişeler, PKK eylemlerinin hız kazanması ve Türkiye’nin sınır ötesi operasyon yapılmasına ilişkin yaşadığı iç politik tartışmalar, son dönemde hem Türk dış politikasını hem de iç politikayı etkileyen gündem maddeleri olmuştur. Türkiye, tezkerenin reddi ile oluşan olumlu havada başlattığı diplomatik girişimler sonucu bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini geliştirmiştir. Irak’taki dini grupları aynı masada buluşturma çabası ile İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) liderliğini üstlenmesi ve Arap Birliği Liderler Zirvesine ilk defa çağrılmış olması, bölge diplomasisinde Türkiye’nin etkinliğinin arttığını gösteren önemli diplomatik olaylardır. Ayrıca Türkiye’nin bölgede oluşturulmak istenen İran-Suriye ekseninde bir şii bloğu oluşması tehdidine karşı Suudi Arabistan-Ürdün ve Mısır gibi İran’ın rejim ihracı siyasetinden ve Orta Doğu’da bir Şii güç ekseni oluşmasından rahatsızlık duyan ülkeler, Sünni ülkeler bloğu oluşturma çabası içine girdiler. Sünni cepheyi oluşturmak isteyen ülkeler, Türkiye’yi de bu denklemin içinde görmek istemişlerdir. ABD’nin de bu siyasete İran’ın çevrelenmesi bakımından destek vermesi, Orta Doğu’da mezhep odaklı bir bölünmenin de önünü açabilecek bir nitelik taşımaktaydı. Türkiye ise bölge ülkelerinin temsilcileri ve mezhep önderleri ile diplomatik ilişkilerini yoğunlaştırmıştır. Böylece Türkiye, diplomasi yolu ile bölge istikrarının öneminin vurgulanması ve bu istikrarın sürdürülmesinde bütün siyasi ve dini kesimlerin çabasının gerekliliğini göstermiştir. Bu şekilde de, bölgede mezhep farklılıklarına dayalı bir bölünmüşlüğün veya bu minvalde bir bölge yapılanmasının 1 bölge istikrarını ciddi şekilde tehdit edeceği anlatılmak istenmiştir. Bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde Türkiye ile küresel aktör konumundaki ABD’nin çıkar uyuşmazlıklarının yoğunlaştığı alan Irak’a müdahale sonrası Irak’ın durumu ve Orta Doğu’nun geleceği olmuştur. Bu süreçte Türkiye, kendi ülke bütünlüğü ve istikrarı ile birlikte bölge istikrarının sürdürülmesi amacıyla, İran ve Suriye gibi bölge güçleri ile diplomatik ilişkilerini artırmıştır. İkinci olarak Türkiye, İstanbul’da Irak’ın Komşuları toplantılarını2 düzenlemiş ve AB değerlerini 1 Mehmet Şahin,”Orta Doğu’da Saflar Netleşiyor”, Cumhuriyet Strateji Eki, Yıl:3 Sayı: 140, 5 Mart 2007 Irak'a komşu ülkeler toplantısı girişimi, Türkiye'nin öncülüğünde 2003 yılında başlatıldı. Başlangıçtaki amacı, Irak'taki çalkantı ve sorunların, komşu ülkelere yayılmasının önüne geçmenin yollarının araştırılması olan sürece 5. toplantıdan itibaren bizzat Irak'ın da katılmasıyla, komşuların Irak'ın istikrara kavuşturulmasına katkı yapmalarına yönelik yöntemler de ele alınmaya başlandı. Irak'a komşu ülkelerin dışişleri bakanları, bu çerçevede dokuz kez resmi, dört kez de gayri resmi toplantılarda bir araya geldi. Komşu ülkelerin sık sık bir araya gelmesinin ve sürecin oturmasının ardından, yine Türkiye'nin önerisiyle, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi ile G-8'lerin BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi 2 116 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ temsil eden bir ülke olarak, toplantıya katılan ülkeler başta olmak üzere bölge ülkelerinin devlet ve toplum düzenlerinin yeniden yapılanma sürecini önemsediğini göstermiştir.1 Bu toplantının düzenlenmesinde de Türk karar alıcılar, ABD’nin İstanbul girişiminden duyduğu rahatsızlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Aynı süreçte, 1 Mart tezkeresini kabul etmeyen Türkiye’nin, Orta Doğu’da ABD’nin askeri etkisinden uzak durmayı başaran bir ülke imajı kazanması ve Batılı laik ve demokratik bir devlet yapısını temsil eden bir İslam ülkesi olması, AB’nin de olumlu bulduğu bir süreç olarak değerlendirilebilir (Ayman, 2004: 20). Arap ülkeleri ise genellikle, Türkiye’nin bölgede barış için arabulucu ve lider ülke rolünü oynamasından ve Batı’ya yakın olmasından rahatsız olmuşlardır. Irak’ta başlayan/başlatılan değişim sürecinin, Washington tarafından diğer ülkelere de bir şekilde yansıyacağının dile getirilmesi, bu sürecin bölge ülkelerinin istikrarı üzerinde bir tehdit olarak algılanmasına yol açmıştır. ABD’nin Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasına dair planlarına karşılık, AB’nin 2003 Haziran ayı sonunda onaylanan Geniş Avrupa Siyaseti Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Kuzeydoğu Avrupa ülkelerinin dönüşümünü öngören bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Bu projenin en önemli amacı, bölge ülkelerinin demokratik ve ekonomik dönüşümlerini sağlayarak, AB’ye uyumlu hale gelmelerini sağlamaktır(Hatipoğlu, 2004). ABD’nin ve de AB’nin Orta Doğu’ya yönelik uyguladıkları askeri ve kültürel dönüştürücü siyasetleri, bölge ülkelerini rahatsız etmiştir. Türkiye ise Batı’ya olan yakınlığı ve Doğu’yla olan bağları sayesinde, iki taraf arasında bir diyalog köprüsü olma görevini üstlenmiş görünmektedir. Bölgenin güçlü bir ülkesi olan Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde kendi dönüşüm çabası içindeyken, Orta Doğu’da üstlendiği barışçıl girişimlerle de, aslında AB’nin de değerlerini temsil eden bir ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’nin, İKÖ Zirvelerinde İslam ülkelerinin demokratik dönüşümünün başlaması gerektiği yönündeki açıklamaları ve bölgesel barış için girişimleri, bir anlamda, Orta Doğu ülkelerinin uluslararası sistemle daha fazla bütünleşmelerinin önünü açma çabası olarak da değerlendirilebilir. Türkiye, Orta Doğu’nun uluslararası sistemden dışlandıkça bir istikrarsızlık bölgesi olacağının ve bu istikrarsızlığın Orta Asya ve Avrupa’ya kadar uzanacağının farkındadır. Türkiye, SSCB’nin çöküşü sonrasındaki döneme hazırlıksız yakalanmıştır. Bugün gelinen noktada ise Türkiye, küresel siyasal sistemdeki değişimleri daha doğru okuyabilen bir stratejik bakışa sahiptir. Bu bakış nedeniyle, bölgesinde daha güçlü bir aktör olabilmek ve küresel siyasal sistemde etkin bir aktör konumuna gelebilmek için, çok kutuplu bir dış politika anlayışına yönelmeyi tercih etmesi beklenir. Türkiye, bu dış politika tercihine yönelik adımları, 2003’te ABD’nin Irak’a girmesinin ardından ABD’nin bölgesel politikalarına koşulsuz destek vermeyerek ve bölgesel istikrarı koruma ve sürdürme adına bölgesel güç konumundaki devletlerle bir diplomasi atağına girişerek atmıştır. Türkiye aynı zamanda, Rusya’nın Türkiye’yi enerji pazarından dışlayıcı manevralarına karşılık hem kendisini hem de AB’yi enerjide Rusya’ya bağımlılıktan nispeten kurtaracak olan bir adım atarak, İran ile stratejik bir enerji anlaşması yapmıştır. Özellikle bu son hamle, Türkiye’nin artık çok olmayan dört üye ülkesinin katılımıyla, genişletilmiş şekilde ilk kez 4 Mayıs 2007 tarihinde Mısır'ın Şarm El Şeyh kentinde toplanıldı. Şarm El Şeyh'te "Enerji", "Yerlerinden Edilmiş Kişiler" ve "Güvenlik" konularında Irak'ın gereksinimlerinin karşılanmasına yardımcı olmayı amaçlayan üç çalışma grubu kurulması kararlaştırıldı. Türkiye her üç çalışma grubuna da katıldı. Toplantılarda ise, Irak'ın bağımsızlık ve egemenliğinin, ulusal birlik ve toprak bütünlüğünün korunması, Irak'taki ulusal uzlaşı ve siyasal diyalog sürecine destek verilmesi, Irak'ın istikrar, refah ve huzura kavuşmasında komşuların katkıda bulunması, Irak'taki her türlü terörizm faaliyetinin kınanması ve Irak'la komşuları arasında terörizm konusunda işbirliğine gidilmesi gibi konular görüşüldü. Yeni Şafak, 3 Kasım 2007. 1 Bu bağlamda, İKÖ toplantılarında ve Irak’ın Komşuları toplantılarında, kullanılan söylemler dikkatle incelenmeye değerdir. 117 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES kutuplu bir denge siyaseti izleme eğilimi içine girdiğini göstermesi bakımından önemlidir.1 İslam dünyasının Batı’ya açılan kapısı olan Türkiye, Avrasya bölgesinde etkin bir aktör olabilmek için bazı iç sorunları aşmak zorundadır. Ülke içinde demokratik kültürün ve kurumlaşmanın gelişmesi, devlet bürokrasisinin küresel değişimleri anlayıp yorumlayabilecek dinamik bir yapıya kavuşturulması ve ekonomik üretim ve refahın artması bu etkin aktör rolünü pekiştirecek önemli adımlardır. Aday ülke statüsünü kazandıktan sonra Türkiye’nin AB ile ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Hiç şüphesiz Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu artık sadece Türkiye’nin ev ödevlerini yapıp yapmaması ile ilgili değil; aynı zamanda böyle güçlü bir aktörün AB yapısı içinde nasıl entegre edilebileceği, AB’nin nasıl bir yapıya dönüşeceği ve AB’nin geleceği ile de ilgilidir. Türkiye-AB ilişkilerini sadece üyelik perspektifinden değerlendirmek, ilişkilerin gideceği yönü açıklamakta yetersiz kalmaktadır ve iki taraf arasındaki ilişkiler artık çıkar çatışması ve çıkar dengesi içinde düşünülmelidir. Uluslararası siyasal sistemin çok kutuplu bir yapıya dönüştüğü bu süreçte, küresel siyasal mücadelenin odağını enerji kaynakları ve enerji yolları oluşturmaktadır. Çok kutuplu yapının sebebiyet verdiği esnek, kaotik ve bulanık siyasal yapı, Türkiye’yi de göreceli birçok taraflı denge siyaseti içine yönlendirmekte; uluslararası sistem açısından enerji koridoru bir aktör ülke konumu da bu siyaseti pekiştirmektedir. Bu enerji mücadelesinde, bölgesel istikrarsızlığı artırıcı, ülkelerin iç ve dış siyasetlerini şekillendirici önemli faktörlerden biri de terör örgütleridir. El- Kaide gibi terör örgütleri, dünya genelinde yapabildikleri eylemlerle hem küresel aktörlerin hem de bölgesel aktörlerin davranışlarını etkileyebilme gücüne sahip olduklarını göstermişlerdir. Bu süreçte, bölgesel bir terör örgütü olan PKK da, işlevsel olarak etnik ayrımcılığa yönelik eylemlerinin dışında, küresel aktörlerin Orta Doğu’ya yönelik siyaset planlarında kullanılabilecek bir örgüt haline gelmiştir. Dolayısıyla, özellikle Ortadoğu’da gerçekleşen Kürt odaklı terör olayları, sadece ayrılıkçı taleplere bağlanmamalı ve bölgeye ilgi gösteren aktörlerin de politikaları ile birlikte değerlendirilmelidir. Sonuç Orta Doğu, Amerika’nın Irak’a müdahalesi ile birlikte, dünya siyasetinin şekillenmesinde yine önemli kriz bölgelerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’nin Irak savaşının ardından gerek bölge ülkeleri ile gerekse küresel güç odakları ile yoğun diplomasi trafiği içine girmesi, bölgede aktif bir aktör rolü içine girmesine neden olmuştur. Sovyetlerin yıkılmasının ardından Türkiye’nin modernleşme sürecinde yer alan laik Müslüman bir ülke konumunda olmasının getirdiği önem, Orta Doğu’da yeniden gündeme gelmiştir. Türkiye’nin Irak odaklı başlayan bölgesel krize yönelik siyaseti, bölgedeki mevcut sınırların korunması ve bölge istikrarının korunması ve bunun için de etnik ve dini bölünmüşlüğe fırsat verilmemesi yönünde olmuştur. Türkiye, bölgede izlediği bu çok taraflı denge siyaseti ile en yoğun Orta Doğu diplomasi trafiğini gerçekleştiren ülkelerden biri olmuştur. Böylece Türkiye’nin dış siyasetinde, istikrar yapıcı bir ülke imajı bölge siyasetine yansımaya başlamıştır. Türkiye’nin yakın çevresinde istikrar yapıcı bir unsur olarak etkin bir aktör olabilmesi, ekonomik ve siyasal istikrar sahibi bir bölge gücü olması konumu ile yakından ilgilidir. Bu nedenle de devlet siyasetinin, bütün yönleriyle, mevcut 1 Fuat Keyman, “11 Eylül Sonrası Dünyada Türk Dış Politikası”, Zaman, 15 Nisan 2005Mesut Taştekin, “Denge ve Derinleşme İkilemi İçinde Türkiye’nin Güvenlik Çevresi”, Türkiye’nin Jeoekonomisi ve Jeopolitiği (Türkiye Geleceğin Neresinde?)içinde, Nejat Doğan vd.(der.), Nobel Yayınları, Ankara, 2007, ss.421-443 118 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ uluslararası ilişkiler yapısı içinde, ülkenin yüksek stratejik çıkarlarını koruma ve sürdürme hedefi doğrultusunda yapılandırılması şarttır. Türk devletinin devlet organizasyonu ve siyaset üretim yeteneği, Soğuk Savaş sürecindeki statükocu yapıdan oldukça etkilenmiştir. Orta Doğu’da meydana gelen krizlerle birlikte, gerek Türkiye’de gerekse bölgede demokratik kültürel gelişimin önemi bir kez daha öne çıkmıştır. Türkiye’nin siyasi ve iktisadî bakımdan bölgede bir istikrar unsuru haline gelmesi, bölge dinamiklerinin oluşumunda, Türkiye’yi ciddi bir aktör konumuna getireceği gibi, bölgeye dair küresel aktörlerin hem bölgesel hem de küresel denkleminde önemsenmesi gereken bir aktör olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla, uluslararası sistemde, bölgesel bir aktör olarak Türkiye’nin çok boyutlu dış politika izlemesi, ideoloji odaklı bir dış siyaset yerine rasyonel ve pragmatizm odaklı bir denge siyasetine yönelmesini gerektirecektir. 119 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ORTADOĞU’DA İTHAL ÇÖZÜMLERİN BAŞARISIZLIĞI VE TÜRKİYE MODELİ Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER∗ Özet Ortadoğu, petrol kaynaklarıyla, dinsel, mezhepsel, etnik çatışmalarıyla, radikal örgütleriyle, terör eylemleriyle, ABD başta olmak üzere büyük güçlerin yakın ilgi/etki alanı içinde olmasıyla önemli bir bölgedir. Demokratik rejimlerin, istikrarlı devlet yapılarının azınlıkta olduğu bölgenin önemli bir sorunu da, Batı kaynaklı ithal, zorlama, dayatmacı çözüm önerilerine maruz kalmasıdır. Son olarak ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde de görüldüğü gibi Ortadoğu, ithal projelerin başarısızlığa uğradığı bir coğrafyadır. Bu bağlamda yaşadığı tüm sorunlara karşın Türkiye, asla rejim ihraç etmeyen, model dayatmayan bir ülke olarak, istikrarsızlıkla özdeşleşen Ortadoğu’da göreli üstünlüğü ve istikrarlı yapısıyla dikkat çekmektedir. Türkiye’nin açmazı, kendi gerçekleriyle uyuşan, güçlü ekonomik adımlarla tamamlanan tutarlı bir bölge merkezli dış politikaya sahip olmaması, bunun sonucu olarak da Ortadoğu politikası geliştirememesidir. Günü kurtaran, daha çok ABD’nin isteğiyle atılan adımlara dayanan, sık sık kendi rejimini tartışmaya açan bir politika yerine Türkiye, bölge ülkeleriyle temasa geçerek, bölgesel ittifaklarda öncü olarak, kendine özgü bir politikayı, olanakları ölçüsünde yaşama geçirebilir. Türkiye, bunun için bölgede ve yakın çevrede gereken ittifak potansiyeline, tarihsel birikime, diplomasi deneyimine ve istikrara sahiptir. Anahtar Sözcükler: Türkiye, ABD, Ortadoğu, enerji, demokrasi. Abstract The Middle East is an important region with its oil reserves, its religious and ethnic conflicts, its radical organizations, terrorist attacks. It is an attractive region, especially to world powers such as the USA. Devoid to a great aspect of democratic regimes and stable state structures, an important problem the region faces is Western founded imported models of pressure in problem resolving. As seen recently with the Greater Middle East Project, the Middle East is a geography where imported projects are doomed to fail. Turkey on the other hand, has never been a country to import models; and draws attention in the region with its stable structure and relative superiority in this aspect. Turkey’s dilemma is that it doesn’t have a foreign policy that suits its own reality rooted strongly on economic foundations. As a consequence, it cannot develop a Middle Eastern policy, relying instead on day-to-day politics and policies in favor of US politics in the region. Turkey could instead form alliances with other countries in the region and play a leading role. ∗ Marmara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, dosterb@hotmail.com 120 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Keywords: Turkey, USA, Middle East, energy, democracy. Giriş Ortadoğu geçmişte olduğu gibi, günümüzde de dünyanın en sıcak ve sorunlu bölgesidir. Tek Tanrılı dinlerin doğduğu bu coğrafya, sadece zengin yeraltı kaynaklarıyla değil, radikal hareketlerle, terör örgütleriyle, insan, uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılığıyla, silahlanma yarışıyla da dünyanın gündemindedir. İsrail - Filistin anlaşmazlığı önemini korurken, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmiştir. Kısaca BOP olarak bilinen Büyük Ortadoğu Projesi’nin ortaya çıkması, “Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi” söylemiyle birlikte 22 ülkenin haritasının değiştirileceğinin açıklanması ise bölgede huzursuzluğu daha da arttırmıştır. ABD’nin bölgedeki varlığı, İsrail’den sonra kendisine bir süredir müttefik olarak Irak Kürtlerini seçmiş olması, Afganistan’ı işgali, İran ve Suriye’ye yönelik baskıları ve Irak’ta gelinen durum, Ortadoğu’nun daha uzun yıllar, gündemin ilk sıralarındaki yerini koruyacağının işaretleridir. Bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken, ABD’nin bölge için gerçekten kalıcı, adil, istikrarlı bir barış isteyip istemediğidir. İstikrarsız bir Ortadoğu’nun ABD açısından daha cazip olduğunu, onun müdahaleleri için çok sayıda “gerekçe”, “bahane”, “sebep”, “neden” barındırdığını öne sürmek mümkündür. Bu nedenle, bölgenin kendi dinamiklerinin ürünü olmayan, bölge halklarının talebi olarak gündeme gelmeyen iddialı projelere, cilalı sözlere ihtiyatlı bir tutumla yaklaşmak gerekir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ya da sonradan değiştirilen adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (GOKAP) başarısızlığı da, bu coğrafyada doğmayan, bu coğrafyanın toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik dokusunu iyi tanımayan ve tahlil etmeyen, bu coğrafyanın ihtiyaçlarını karşılamayan, bu coğrafyanın insanları tarafından sahiplenilmeyen girişimlerin, başarısızlığa mahkûm olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Ortadoğu, başta Çin ve Hindistan olmak üzere hızla gelişen Asya güçlerinin enerji talebini karşıladığı için de, bunları rakip gören ABD açısından önemlidir. Doğalgaz ve enerji coğrafyası olması sebebiyle de, ABD’nin, hızla eski günlerine dönmekte olan en büyük rakibi Rusya’ya olan yakınlığı nedeniyle de stratejiktir. Önümüzdeki 25 yıl içinde enerjiye 1 trilyon euro yatırım yapacak olan Avrupa’nın Rusya’dan aldığı doğalgaza olan bağımlılığı ve petrol fiyatlarının istikrarsızlığı ve dikkate alındığında Ortadoğu’nun önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Yaşadığı enerji sıkıntısı nedeniyle nükleer santral konusundaki tutumunu gözden geçiren ve bu konuya giderek daha ılımlı bakmaya başlayan Avrupa ülkelerinin, İran’ın nükleer çalışmalarını yakından izlediğini ve bu konuda ABD kadar olumsuz düşünmediğini de dikkate almak gerekir. Brezilya, Venezüella ve Arjantin’in ortak doğalgaz boru hattı inşasını gündemlerine aldıkları ve Bolivya’nın da bu projeye katılacağını açıkladığı bir dönemde ABD, Ortadoğu’daki gücünü pekiştirmek için her yola başvurmaktadır. Ortadoğu’yu şekillendirmeyi ve ABD çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi bu bağlamda emperyalist bir projedir ve ihtiyatla yaklaşmak gerekir. BOP, içine aldığı ülkelerde yaşayan ulusları yok saymakta; ulusların kültürlerini, inançlarını, değerlerini, yaşama biçimlerini bir potada eritip, projeyi ortaya atan güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden, ulus bilincini yitirmiş, kişiliksiz, geleceksiz insanlar topluluğu yaratmaya çalışmaktadır. Hâlbuki Batılı ülkelere baktığımızda ulus devletlerini güçlendirmeye çalıştıkları görülmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek, bu ülkeler içerisinde başka kökenlerden gelen gruplar dışlanmaya, saf ırklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında da projede bir tutarsızlık çok kolayca görülebilmektedir.1 Burada yapılan açıkça bir çifte standarttır. 1 Hüseyin Latif, ABD’nin Türkiye’ye Biçtiği Rol, İstanbul, Bizim Avrupa Yayınları, 2007, s: 111. 121 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Emperyalizmin Kıskacındaki Ortadoğu Bölgenin en önemli meselesi olan Arap - İsrail anlaşmazlığı sadece Ortadoğu açısından değil, dünya barışı açısından da önemlidir. Sorunun siyasi, iktisadi, askeri, kültürel, dini, toplumsal, psikolojik boyutları vardır ve bu karmaşık olayın çözülmesi hayli güç görünmektedir. İsrail’in saldırgan politikaları ve ABD’nin sınırsız desteğini arkasına almış olması da, çözümü zorlaştırmaktadır. Vurgulamak gerekir ki, İsrail Ortadoğu’da nükleer güce sahip tek ülkedir ve başka bir ülkenin nükleer güce sahip olmasına karşı çıkmaktadır. Bu kapsamda kendisi güçlenirken, diğer bölge ülkelerine bu hakkı tanımamaktadır. İsrail, BM kararlarına uymamasına karşın, ABD bu konuda hiçbir şey yapmayarak, İsrail’i cesaretlendirmekte ve rahatlatmaktadır. İsrail, ABD’nin koşulsuz desteğini arkasına aldığı için de, uzlaşmaz ve saldırgan tavrını sürdürmektedir. ABD de, bölgedeki çıkarlarının devamında ve korunmasında, İsrail’in varlığının çok önemli olduğuna inanmaktadır. İsrail’in başta ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesi olmak üzere, Türkiye ile yakından ilgilendiği de bilinmektedir. Özellikle dev bir proje olarak GAP, İsrail’in yakın takibi altındadır. İsrail açısından dini olarak da Türkiye’nin topraklarının önemli bölümü “vaat edilmiş topraklar” kapsamındadır. Ortadoğu’nun koşulları, su ve gıda konusunda bu ülkenin çektiği güçlükler dikkate alındığında İsrail’in, özel ilgisinin nedenleri daha kolay anlaşılır. Son yıllarda İsrail’in Irak’taki Kürt liderler Talabani ve Barzani’ye olan açık desteği, kimi İsrailli bilim insanlarının Kürtlerin Yahudi kökenli olduklarını öne süren çalışmalarındaki artış dikkat çekicidir. İsrail, 19. yüzyıl sonlarına doğru başlayan mücadele sonrasında, 14 Mayıs 1948 tarihinde kurulmuştur. Kurulmasında, Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin’i işgal eden ve 1917’de Yahudilerin devlet kurma çabalarına destek olacağını açıklayan İngiltere’nin büyük payı vardır. İngiltere’den sonra 1918 yılında ABD de, kurulacak bir Yahudi devletini tanıyacağını ilan etmiştir. Savaş sonrasında Osmanlı Devleti Filistin’i kaybedince, İngiltere 1920 yılında bölgede bir manda yönetimi kurmuş, böylece İsrail devletinin kurulmasının önü, bölgeye yerleştirilen Yahudi göçmenlerin de katkılarıyla daha da açılmıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca da göç alan Filistin’de, İsrail ile Araplar arasındaki ilk savaş, İsrail devletinin ilan edildiği gün, yani 14 Mayıs 1948’de çıkmış ve bu savaşta İsrail; Suriye, Mısır, Irak, Ürdün ve Lübnan güçlerinden oluşan Arap ordularını yenmiştir. 1956, 1967 ve 1973 yıllarındaki savaşlar da meselenin büyümesine ve karmaşıklaşmasına yol açmış, bu süreçte İsrail gücünü arttırmıştır. 20 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan Türkiye, izlediği dengeli politikanın gereği olarak, İsrail’in varlığını kabul ederken, işgal ettiği topraklardan da çekilmesi gerektiğini savunmuş ve Filistin’in bağımsızlığını desteklemiştir. Ortadoğu’daki sorunları ele alınca, hele de Irak’ın durumunu inceleyince, bir zamanlar dünyanın süper gücü olan ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anılan İngiltere’nin bıraktığı mirası dikkate almak ve anımsamak gerekir. Bilindiği üzere İngiltere, 1918 yılında ülkeyi işgal ettikten sonra, 1921 yılında yapay olarak Irak devletini kurmuştur. Irak, 1932 yılına dek İngiltere mandası altında yaşamış, 1932 yılında bağımsız olmuştur. Ama Irak üzerindeki İngiliz etkisi devam etmiştir. Irak’ın sınırlarının çiziminde bile İngiliz çıkarları gözetilmiştir. Bölgede İngiltere’nin yerini günümüzde ABD almıştır. İsrail, 1967 öncesi sınırları içinde bir Filistin devleti kurulmasına temelde karşıdır. Bunu her fırsatta açıklamakta sakınca görmemektedir. Ayrıca bu yöndeki eylemleri de bu konudaki art niyetlerini doğrulamaktadır. İsrail, 1967’de işgal ettiği Filistin topraklarının tümünden çekilmeyi düşünmemektedir. Örneğin, Gazze Şeridi’nden çekilirken Batı Şeria’daki kolonizasyonu yoğunlaştırmaktadır. Doğu Kudüs’ün kolonizasyonu da hızla sürmektedir. Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma sevdasından da vazgeçmiş değildir. Özetle barış karşılığında önerdiği, dün işgal 122 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ edilen toprakları bugün düpedüz ilhak edeceği, 5 milyon yoksul göçmeniyle kuşa çevrilmiş bir Filistin devletidir!1 Günümüzde Filistin’in yaşadığı dram katlanarak sürmekte ve ülkede El Fetih ile Hamas arasındaki gerginlik, çatışmaya dönüşmüş bulunmaktadır. Filistin’de ulusal birliğin olmaması, her ne kadar İsrail’in işine gelse de, yaşanan istikrarsızlık tüm bölgeye yayılmaktadır. Unutmamak gerekir ki Lübnan’da İsrail- Hizbullah çatışması çok şiddetli yaşanmaktadır ve İsrail’in, askerlerinin kaçırılmasını bahane ederek gerçekleştirdiği şiddetli saldırı, Hizbullah’ın direnişi ve İsrail’in başarısızlığıyla sonuçlanmıştır. Bu sonuç, İsrail’in psikolojik olarak ve dünya kamuoyu önünde kaybetmesi anlamına geldiğinden, ateşkes sağlanmış ve savaşa adeta ara verilmiştir. İsrail, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de ise Hamas üzerinden gerçekte İran ile savaşmaktadır. 2006 yılı Ocak ayında Filistin’de yapılan seçimlerden Hamas’ın zaferle çıkması ise sadece Filistin’e bir an önce barışın gelmesini isteyenlerin değil, demokrasiye, seçime, sandığa sınırsız anlamlar yükleyen Batı kamuoyunu da zor durumda bırakmıştır. Zira eğer seçim sonuçlarına saygı duyulacaksa, sandıktan çıkan Hamas yandaşlarına da saygı duymak, onları halkın yasal ve meşru temsilcileri olarak tanımak gereklidir. Hamas Gazze’de, yani Filistin’in en yoksul bölgesinde, radikal hareketlerin çok daha kolay taban bulduğu bölgelerde güçlü iken, El Fetih göreli daha gelişmiş bir bölge olan, orta sınıf ve laik kesimlerin daha yoğun yaşadığı Batı Şeria bölgesinde güçlüdür. ABD yönetimi açısından Ortadoğu’da barış, özellikle de Filistin’de barışa doğru bir adım, aynı zamanda önemli bir iç politika meselesidir. Afganistan ve Irak’ın işgali sonrasında İran’ın yanı sıra Suriye’nin de ABD tarafından hedef tahtasına konması, Washington’un Şam’ı “teröre destek veren ülkeler” listesine alması ve “başıbozuk devlet” olarak tanımlaması, ABD’ye yönelik tepkinin bir diğer nedenidir. Zira Arap halkları, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah ile yakınlığını ABD gibi değerlendirmemekte, aksine İsrail karşıtı bu cepheye verdiği destek nedeniyle olumlu yaklaşmaktadır. İran- Suriye ilişkileri, ABD’nin her iki ülkeye yönelik baskılarının da etkisiyle, son derece ileri düzeydedir. Golan Tepeleri’ni 40 yıldır işgal etmiş bulunan İsrail, Suriye’nin en büyük tehdit olarak gördüğü bir ülkedir ve İsrail karşıtlığı da Tahran ile Şam’ı yakınlaştıran bir diğer sebeptir. Suriye’nin güçlü bir ekonomisi, zengin yeraltı kaynakları, caydırıcı bir ordusu yoktur ve bu nedenle İran’ın desteğine büyük ihtiyacı vardır. ABD’nin Suriye’deki ikilemlerinden biri de şudur: Suriye’de ABD baskısıyla gerçekleşecek bir rejim değişikliği, İslamcı bir iktidarın önünü açabilir. Zira bu ülkenin Hamas ve Hizbullah ile yakınlığı bilinmektedir ve Müslüman Kardeşler örgütü ağırlığını hissettirmektedir. Suriye’deki bir kargaşa, Irak’tan sonra ABD’yi daha da zor duruma düşürecektir. ABD, Ortadoğu’ya barış getirmek için çok sık konferans toplamaktadır ama bunların büyük bölümünde dağ fare doğurmuştur. Unutmamak gerekir ki, İsrail’in saldırgan politikası, İsrail’in varlığını kabul eden ılımlı Arap siyasetçilerin de kendi ülkelerindeki konumlarını zayıflatmakta, siyaset yapacakları zeminleri daraltmaktadır. Şiddet şiddeti doğururken ve İsrail’in şiddetin en ağırını uygularken, ABD öncülüğünde toplanan barış konferansları amacına ulaşmamaktadır. Bu süreçler, her iki tarafın şahin kanatlarını ve sertlik yanlısı politikacılarını öne çıkarmaktadır. Filistin bu açıdan tipik bir örnektir. 2007 yılı Haziran ayındaki çatışmalar sonrasında ülke kanlı biçimde ikiye bölünmüştür. İsrail’e yaklaşımları farklı olan Hamas ile El Fetih yandaşları arasında yaşanan çatışmalar sonrasında Batı Şeria ile Gazze’de iki farklı ve birbirini neredeyse ihanetle, işbirlikçilikle suçlayan Filistin yönetimi ortaya çıkmıştır. Hamas, Gazze Şeridi’nde denetimi eline alırken, İsrail, ABD ve Batı kamuoyu onu tanımamıştır. Radikal bir Sünni örgüt olan 1 Hüseyin Baş, “İsrail- Filistin Sorunu Çıkmazda”, Cumhuriyet, 17. 06. 2006, s: 9. 123 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Hamas da zaten İsrail’in varlığına karşıdır ve bu politikası İran ile de örtüşmektedir. El Fetih ise ABD ve İsrail’in daha ılımlı baktıkları, ABD’ye yakın olan Sünni Arap rejimlerin destek verdikleri bir örgüttür. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, İsrail Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de ise Hamas ile savaşırken, gerçekte İran ile savaşmaktadır. Suriye de kâğıt üzerinde halen savaş durumunda olduğu İsrail’e karşı iki farklı cephede örtülü bir savaş yürütmektedir. Bu cephelerden iki olan Filistin’de Hamas ile sıkı bir işbirliği yaparak İsrail ile deyim yerindeyse “kurşun atmadan” literatürdeki terimi ile “vekâlet yolu ile” savaşmaktadır. Suriye ikinci cephe Lübnan’da da Filistin’de Hamas’a verdiği desteğin bir benzerini yine aynı taktik ve stratejilerle Hizbullah’a vermektedir. Suriye, Hizbullah’a verdiği destek ile yine kurşun atmadan İsrail ile savaşmış olmaktadır. Ama Hizbullah’ın Suriye’nin desteğine Hamas kadar ihtiyacı yoktur. Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi de Hamas kadar yüksek düzeylerde değildir. Ancak yine de Hizbullah hem siyasi hem de askeri anlamda Suriye’den destek görmektedir.1 Suriye, 2007 yılında ABD’nin Annapolis kentinde yapılan toplantılara da katılmış, Türkiye’nin arabuluculuğunda İsrail ile gizli barış görüşmeleri de yapmıştır. Hem de İsrail uçaklarının Suriye hava sahasını ihlal edip, taciz uçuşları yaptıkları, hatta bu taciz uçuşlarının bazen Şam’daki başkanlık sarayı üzerinde bile yapıldığı bir dönemde, “önleyici vuruş” bahanesiyle, Suriye topraklarını bombaladığı bir yılda bu görüşmeler gerçekleşmiştir. Ancak kabul etmek gerekir ki, Filistin’de iki devletli bir çözüm hiç de kolay değildir. Zira ABD’nin bölge ve dünya politikaları, İsrail’in söylemleri, Afganistan ve Irak’ın işgalleri, ABD karşıtlığını nasıl körüklüyorsa, aynı durum, hem de daha fazla, bu bölge için geçerlidir. Ve özellikle de Filistinli siyaset adamları, bu baskıyı omuzlarında hissetmektedir. Kasım 2007’de ABD’de düzenlenen Ortadoğu Konferansı’ndan somut ve umut verici bir sonuç çıkmamasının önemli nedenlerinden biri de budur. Ayrıca, çözümsüzlüğün İsrail’i çok da rahatsız ettiğini söylemek güçtür. Çünkü çözümsüzlük ve de şiddet ortamı, İsrail’in saldırganlığının da gerekçesi olarak sunulmaktadır. Ve bu durum ABD başta olmak üzere Batılı kamuoylarının önemli bölümünce de kabul edilmekte, İsrail haklı görülmekte ve desteklenmektedir. Sonuçta da bir kısırdöngü ortaya çıkmaktadır. Arapların kendi içinde bölünmüş olmaları ve Hamas ve El Fetih arasındaki çatışma da İsrail’in işine gelmekte, elini güçlendirmektedir. İsrail; Arapları dağınık, kendi içinde bölünmüş, tek bir temsilcisi olmayan ve kendilerini yönetemeyen bir halk olarak Batı kamuoyunda göstermektedir. İsrail, Filistin’deki bu durumu dünya kamuoyunda işlemekte, kendi tezlerini güçlendiren bir durum olarak yansıtmaktadır. Türkiye: Etkileyen ve Etkilenen Ülke Türkiye kuruluşundan beri Irak ile yakından ilgilenmektedir. Bunun tarihsel, siyasal, kültürel, coğrafi, etnik, toplumsal ve iktisadi gerekçeleri vardır. Ankara’nın bu ilgisinin nedenleri arasında bir zamanlar; komşuluk ilişkileri, Musul ve Kerkük petrolleri, ülkedeki Türkmenlerin varlığı öne çıkarken, zamanla bölücü terör örgütünün Irak’ın kuzeyindeki etkinliği de bu listeye eklenmiştir. 90’lı yıllarla birlikte ise Saddam rejiminin izlediği politika ve Körfez Savaşı, Türkiye’nin yakın ilgisinin diğer nedenleri olarak öne çıkmışlardır. Günümüzde Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumu ve bunun bağımsız bir devlete dönüşme ihtimali Türkiye’yi rahatsız etmektedir ki, Ankara bağımsız Kürt devletinin ilanını “casus belli” sayacağını yıllar önce açıklamıştır. Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan ve desteklenen bölücü terör, Türkmenlere yönelik baskılar ve Musul ile Kerkük’ün durumu da günümüzde Türkiye’yi endişelendirmektedir. 1 Miray Vurmay, “Barışa Geçit Yok”, Cumhuriyet Strateji, 08. 10. 2007, Sayı: 171, s: 18. 124 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Irak’ın kuzeyine yönelik hava operasyonları, Türk Hava Kuvvetleri’nin gücünü, caydırıcılığını ortaya koymuştur. 2008 yılı Şubat ayının sonlarında başlatılan sınır ötesi kara harekâtı da bu askeri gücün etkinliğini ve caydırıcılığını pekiştirmiştir. Ancak, Türkiye’nin kendi istihbarat zafiyeti sürdüğü, can alıcı, stratejik, sonuca dönük, anlık istihbarat konularında ABD’ye bağımlı yapı, en önemlisi de ABD’nin Barzani ve terör örgütüne verdiği destek devam ettiği müddetçe, teröre öldürücü darbenin indirilemeyeceği de anlaşılmıştır. Irak’ın kuzeyindeki yapının koruyucusu ve destekçisi olan güçten, o yapıyı yok etmek için istihbarat istemek, hem gerçekçi değildir, hem de sonuç alıcı olmaktan uzaktır. Türkiye Irak’ın kuzeyindeki oluşum, BOP ve terör örgütüne dönük yaklaşım dışında daha pek çok konuda da ABD ile farklı yaklaşımlara sahiptir. 1 Mart tezkeresi, Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü, Heybeliada Ruhban Okulu, sözde Ermeni soykırımı iddiaları, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin laik Cumhuriyet rejimine karşılık ABD’nin “ılımlı İslam” projesinde diretmesi, iki ülkenin farklı düşündüğü konulardan bazılarıdır. ABD’nin, Türkiye’nin önce havadan, daha sonra ise karadan Irak’ın kuzeyine yaptığı operasyonlara, uzun süre karşı çıktıktan sonra yeşil ışık yakması, belli ki iki ülke arasında yapılan uzun pazarlıkların sonucudur. Washington’un, Türkiye’den Irak’ın kuzeyindeki oluşuma olumlu bakmasını, bu oluşumun lideri Barzani ve Irak Cumhurbaşkanı Talabani’yi muhatap almasını istediği, terör örgütü üyelerine dönük en geniş affı gündeme getirdiği ve İran’a yapmayı tasarladığı bir operasyon konusunda destek talep ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Musul, Kerkük ve Türkmenler konusundaki duyarlılığı ise pek dikkate alınmamıştır. ABD, Türkiye’nin sınır ötesi harekâtına ses çıkarmayarak, aynı zamanda Türk kamuoyunda oluşan ABD karşıtı havayı da azaltmak istemiştir. Washington, sınır ötesi harekâtı zamana yayarken ve harekâtın bitişindeki zamanlamaya ilişkin tartışmalar sayesinde de Türk Devleti’nin ciddiyetinin ve caydırıcılığının sorgulanmasının önünü açmıştır. Unutmamak gerekir ki ABD, sadece Irak’taki Kürtleri değil, Türkiye, İran ve Suriye’deki ayrılıkçı- bölücü Kürtleri de kullanmaktadır. ABD ve İsrail güdümünde bir Kürt devleti, ABD için bölgede yeni bir üs olacağı gibi İsrail’in yanında yer alacağı için de önemlidir. Yani ABD operasyonlarında kullanılmak üzere ve İsrail’in güvenliği için gereklidir. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna, Arap ülkeleri karşı çıkarken, aynı dertten muzdarip iki ülke olan İran ve Suriye, aynı ölçüde tepki vermemişler, ama operasyonun uzun sürmemesi gerektiğini de açıklamışlardır. Bu durum, hem ABD’yle yakın ilişkileri olan Arap ülkelerinin, hem de ABD’nin hedefinde bulunan İran ve Suriye’nin, Türkiye’nin Irak’ta etkili olmasından çekindiklerini göstermektedir. Bu durum aynı zamanda, Türkiye’nin terörle mücadelede nasıl yalnız bırakıldığının da kanıtlarından biridir. ABD’nin İran Açmazı Şii İran’a karşı Sünni bir blok oluşturma konusunda ciddi arayışlar içinde olan ABD, Vahabi Suudi Arabistan modelinin kolaylıkla yaygınlaşabilecek bir örnek olmadığını çok iyi bildiğinden, kendi kurgusu olan ılımlı İslam modelini öne çıkarmaktadır. Ilımlı İslam’a örnek olarak da Türkiye’yi göstermektedir. İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın da Şiiliğe karşı çıkmalarına, İran’ın oluşturmaya çalıştığı Şii Hilali’ne karşı rahatsızlık duymalarına ek olarak, bu iki ülkenin yanına, farklı nedenlerle ve farklı yollardan Türkiye’nin de çekilmeye çalışıldığı gözlenmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki İran, zengin enerji kaynaklarıyla, jeopolitik konumuyla, coğrafyasıyla, nüfusuyla, savaş deneyimli ordusuyla, nükleer çalışmalarıyla, devlet geleneğiyle, millet kültürüyle, dini inanç bağlamında örgütlülüğüyle zorlu bir hasımdır. ABD’nin İran’dan vazgeçmesi nasıl mümkün değil ise İran’a saldırması da çok kolay değildir ve Washington açısından, telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir. 125 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Belirtmek gerekir ki İran, ABD’nin Irak’ı işgalinden kazançlı çıkan bir ülkedir ve bu durum ABD’nin nasıl büyük bir hesap hatası yaptığının da göstergesidir. ABD bu durumu öngörememiş, fark ettikten sonra da iş işten geçmiş ve önleyememiştir. Irak yönetiminde Şiilerin ağırlığının artması, sürece dâhil olmaları, aynı zamanda ülkede İran etkisinin artması demektir. ABD de gelinen aşamada bu gerçeği görmüş, İran’ı dışlayıp, devre dışı bırakarak Irak’ta istikrarı sağlayamayacağını fark etmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olan İran’ın, Irak yönetimi üzerindeki etkisi, bu ülkedeki Şiilerin de katkısıyla sürekli artmaktadır ve Şiilerin kutsal saydığı mekânlar olan Kerbela ve Necef’te yaşananlar, Şiiler arasındaki öfkeyi arttırmıştır. Ülkeyi Şii, Sünni ve Kürtler arasında fiilen üçe bölen ve bu sayede hem Sünni direnişini hem de İran etkisini kırabileceğini sanan ABD ve İsrail, bu gelişmeleri kaygıyla izlemektedir. İran yönetimi, sadece Şiilerle değil, Irak içindeki diğer etnik/ dini gruplarla da ilişkilerini sıcak tutmaya çalışarak, bu politikası çerçevesinde, ekonomik yardım ve ticari araçlarla Irak toplumu içerisine bir hayli nüfuz etmiştir. ABD, Irak’taki bu gelişmelerin farkındadır ve askeri gücünü çekmesi/ işgal durumuna son vermesi halinde, kendisinden boşalan yerin İran tarafından doldurulacağını düşünmektedir ve hatta bundan emin görünmektedir.1 Irak’ta Suudi Arabistan’ın da Sünni halka yönelik yardımları söz konusudur. Ama Suudiler Irak’ta, ABD’ye her konuda verdikleri sınırsız destek nedeniyle tepkiyle karşılanmaktadır. İran sadece Irak’ta değil, Filistin, Lübnan, Suriye gibi diğer bölge ülkelerinde de nüfuzunu arttırmaktadır. İran’ın Sünni Müslümanlar nezdinde de etkinliğini arttırması, dahası Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD’nin yakın müttefiki olan yönetimler altındaki halklar arasında bile sempati toplaması, ABD tehdidi altında yaşayan ülkelerde, ekonomisini de kullanarak etkili olmaya çalışması, Washington’u endişelendirmektedir. ABD Irak’taki askeri varlığını kalıcı hale getirerek, Irak’ın kuzeyinde ABDİsrail etkisinin, ortadaki Sünni yoğun bölgelerde Suudi Arabistan etkisinin, güneyde Şiilerin ağırlıkta olduğu yerlerde ise İran etkisinin artacağını bilmektedir. Ama bölgeyi yönetmeye kalkan ABD, bir dizi açmazla karşı karşıyadır. İran ve Suriye konusunda istediği adımları atamamıştır. İsrail Lübnan’da Hizbullah’la giriştiği mücadelede başarısız olmuş ve bu nedenle ateşkes ilan edilmiştir. Suriye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerin yanı sıra, Hizbullah ve Hamas gibi örgütler de büyük bir hızla, hem de füze cinsinden silahlanmaktadır.2 Afganistan’da başarısız olan, Irak’ın işgali sonrasında büyük bir açmaza giren ABD, ülkede 1 milyon sivilin ölümüne neden olmuştur ve gelinen noktada Irak Şii, Sünni ve Kürtler arasında etnik- dinsel temelli bölünmeyi de aşarak, aşiret temelli bölünmeye doğru hızla yol alan ve iç savaşa sürüklenen bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin bu ülkedeki en önemli açmazlarından biri de, bölgede yakın müttefiki olarak öne çıkan Irak Kürtlerinin sınır tanımayan talepleridir. Çünkü bu talepler, hem bölgenin gerçekleri ile örtüşmemekte, hem de ABD’nin yapabileceklerinin sınırlarını zorlamaktadır. Amerika, Ortadoğu stratejik hesaplarında yanılmıştır, yanlış yapmıştır. Amerika, Ortadoğu’nun stratejik yapısını değiştirmeye kalkmıştır ve ilk raundda başarısız olmuştur. Ancak buna rağmen el attığı konulara olan Evangelist yaklaşımlarını terk etmemiştir. İkinci ve son raundu oynamaktadır. Halen Türkiye üzerinden İran ile tokuşmayı, etnik ve dini esaslara göre parçaladığı Irak’ta, kuzeyde yarattığı oluşumu Türkiye’ye destekletmeye devam azmindedir ve burasını merkez tutarak “Büyük Kürdistan” peşindedir ve Türk dış politikası buna 3 cesaret vermektedir. ABD, 1990’lı yılların başındaki konumunu hızla kaybetmektedir. Güç dengesi, hızla ABD’nin aleyhine değişmektedir. ABD 1 Türel Yılmaz, “İran ‘Bütün Irak’ İstiyor”, Cumhuriyet Strateji, 29. 10. 2007, Sayı 174, s: 8. Ali Külebi, “Ortadoğu’nun Silahı Füzeler”, Cumhuriyet Strateji, 21. 01. 2008, Sayı: 186, s: 12- 13. Tuncer Topur, “Ortadoğu ve Stratejik Konum”, Uluslararası Politika Konferansları, Ed: Vural Fuat Savaş, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 2006, s: 65. 2 3 126 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ kendisine yönelik, şimdilik daha çok örtülü olarak hissedilen ciddi bir meydan okuma ile karşı karşıyadır. Gücü ufalanmaktadır ve bu ufalanma da, ABD’nin etkinliğini artan bir şekilde zayıflatmakta ve etki alanını daraltmaktadır.1 Irak ve ABD’nin Yanlış Hesapları ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmek için enerjiden İsrail’in güvenliğine, en ciddi rakipleri olan Rusya ve Çin’in hemen yakınlarında bulunmaktan, İran’ın nükleer çalışmalarına, BOP kapsamındaki adımlardan, kendisine yeni düşman olarak belirlediği “radikal İslam’la mücadeleye” dek bir dizi bahanesi vardır. İngiltere ile birlikte ABD’nin iki stratejik ortağından biri olan İsrail’in, her ne pahasına olursa olsun güvenliği, ABD için yaşamsaldır. Ancak, her ne kadar Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Sünni Arap ülkeleri başta olmak üzere, bölgede pek çok yönetimle güçlü ilişkileri olsa da, bölge halklarının nezdinde ABD yabancı, işgalci, emperyalist bir güçtür. Arap yöneticilerinin büyük bölümü ABD’nin yanında yer alsalar bile, Arap halklarının çoğunluğu ABD’ye karşıdır. Irak’ın işgali ve Saddam’ın idamı da bu karşıtlığı körüklemiştir. İdamla birlikte, ABD’nin bölgede İran’ın etkinliğini ortadan kaldırmak için uygulamaya koyduğu “Şiilere karşı Sünnileri destekleme” politikası çökmüş, Kürt grupların ve Şiilerin eli daha da güçlenmiştir. ABD’nin özelde Irak’ta, genelde de Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştığı Sünni bloku arayışları büyük darbe almıştr. Kürtlerin ve Şilerin eli güçlenirken de, Sünnilerin hem siyasi, hem askeri açıdan sistemin dışına itilmesi sonucu Irak’ın parçalanmasının önü açılmıştır.2 İdam Şiilerle Sünniler arasındaki çatışmayı daha da körüklemiştir. İş öyle bir boyuta varmıştır ki, Irak’taki Sünni direniş örgütlerinden biri olan İslam Ordusu, idamdan sonra Müslümanlara, başkent Bağdat’ı “İran işgalinden kurtarma çağrısında” bulunmuştur. Bildiride “Irak’ın Amerikan ve İran işgali olmak üzere çifte işgalle karşı karşıya bulunduğu belirtilerek, İslam dünyasına, Irak’taki Sünnileri destekleme 3 çağrısı” yapılmıştır. Irak’ta 2005 yılında yapılan 30 Ocak seçimlerini ve Ekim ayındaki referandumu Sünni Arapların büyük bölümünün boykot ettikleri, 15 Aralık seçimlerinde ise katılımın daha yüksek olduğu anımsanacak olursa, ülkedeki bölünmenin her boyutta gerçekleştiği anlaşılır. Her ne kadar çok sayıda Arap bilim insanı, seçimlerin önemine değinse, 4 katılımdan, temsilden, sayımların şeffaflığından sözetse de , işgal altındaki bir ülkede, seçimin sadece göstermelik olduğu açıktır. İşgalin yanı sıra, seçimin anlamsızlığını ve işlevsizliğini ortaya koyan bir diğer neden de, partilerin ve seçmenlerin yurttaş davranışlarıyla değil, alt kimliklerle, feodalizm artığı, Ortaçağ kalıntısı aidiyetlerle tanımlanıyor olmasıdır. Ve seçimler de bu gerçeği değiştirmemiştir. Yönetimde Şii ve Kürtlerin ağırlığı artarken, Sünniler daha da dışlanmışlardır. Seçimlerde İran etkisi, sandığa da yansımıştır. Şii İran’ın Sünni Araplar nezdinde artan etkisinin en önemli nedeni, ABD’ye karşı çıkması, ona kafa tutmasıdır. Irak’ta, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler, işgalden sonra İran’a daha da çok yaklaşmışlardır. Sonuçta ABD, Irak konusunda İran ile görüşmelere başlama kararı almıştır. Ayetullah Hamaney görüşmelerin Irak’ın istikrarı konusuna odaklanacağını ve İranlı diplomatların ABD’ye Irak’ı terk etmelerini söyleyeceğini belirtmiştir. Beyaz Saray yetkilileri ise görüşmelerin İran’ın nükleer programını içermeyeceğini ifade etmişlerdir. İranlı çeşitli gruplar görüşmelerin İran’ın ABD 1 Osman Metin Öztürk, Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Ankara, Fark Yayınları, 2007, s: 47. “ABD Kendi İpini Çekti”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007, s. 11. “Bağdat’ı İşgalden Kurtarma Çağrısı”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007, s: 11. 4 The New Iraq, Ed: Fuat Aksu – Nurşin Ateşoğlu Güney, İstanbul, OBİV Yayını, 2005. 2 3 127 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES karşısında güçsüzlüğü şeklinde yorumlanabileceğini belirtirken, Iraklı Sünni gruplar görüşmeleri İran’ın Irak içişlerine müdahalesi olarak yorumlamıştır.1 ABD, Ortadoğu’daki varlığını pekiştirmek için, Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin bölgedeki etkisini nasıl kullanmış ise Soğuk Savaş sonrasında da Saddam Hüseyin’in varlığını ve 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırılarını öyle kullanmıştır. Bu konuda gerek Amerikalılar içinde, gerekse Amerikalı olmayanlar arasında oluşmuş bir fikir birliği söz konusudur. Örneğin ABD’li ünlü düşünür Chomsky, Saddam Hüseyin’in Birinci Körfez Krizi sonrasında nasıl kollandığını şöyle anlatmaktadır: Saddam Hüseyin’i neredeyse işgal gününe kadar desteklediler ve aslında savaştan sonra ona yeniden destek verdiler. Saddam, Mart 1991’de gerçekleşen Şii ayaklanmasıyla devrilebilirdi. Oysa ayaklanmayı ezmesi için ona yetki verdiler. Nerdeyse işgal gününe kadar Saddam Hüseyin’e kitle imha silahları geliştirmesini sağlayacak araçlar sağladılar. ABD, İngiltere (muhtemelen Rusya, Almanya, Fransa ve diğerleri de) ona ileri silahlar geliştirmesi için gerekli araçları sağlamayı sürdürdüler.2 Lübnanlı siyaset bilimci Gilbert Achcar da ABD çıkarlarına karşı gerçekleştirilen saldırıların, bu ülkenin emperyal tasarıları için çok önemli bir işlev gördüğünü belirtmektedir. Achcar şöyle demektedir: İster bilinçli, ister bilinçsiz, isterse yarı bilinçli olsun, ABD siyasetini belirleyenler belirli tipte bir olaya ihtiyaç duyuyorlardı ve bu tipte bir olayın gerçekleşmesini önlemek için ciddi bir çaba göstermediler. Bu yüzden insanların zihninde meşru biçimde yer ettiğini düşündüğüm bir yorumlar yelpazesi var. Bu yorumlar Bush yönetiminin 11 Eylül’ü örgütlediğini iddia eden komplo teorilerinden çok daha meşrudur.3 ABD’li bilim adamı Sachs da, savaşın gerçek nedeninin terör değil, Irak’taki büyük petrol rezervleri olduğu yönünde yaygın bir görüş olduğunu anımsatmakta ve şöyle demektedir: “ABD Irak’ta toprağa hükmedememektedir. Orada olması şiddeti tırmandırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Savaşlar politikaların başarısızlığından kaynaklanır. Sorunlara karşı politika üretememek, başarısızlığı beraberinde getirir. Amerika’nın yabancı ülkelere karşı milli güvenlik politikası üç noktayla açıklanabilir: Savunma, diplomasi ve gelişme… ABD’nin askeri harcamaları, dünya askeri harcamalarının yarısı kadar bir rakamdır. Eğer ABD, politikayı savaştan önce düşünseydi ve gelişmeleri daha hızlı takip etseydi daha çok gelişim harcaması ile Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da daha çok ticari boyut geliştirebilirdi. Kuşkusuz ki bu askeri yaklaşımdan çok daha etkin olur ve Amerika yararına daha iyi hizmet verebilirdi. Şüphesiz ki teröristleri safdışı bırakmak amacıyla polis operasyonları düzenlenebilir. Ama bunun bedeli, Irak’taki savaş maliyetlerinden ve büyük askeri harcamalardan daha fazla olmaz. Amerikan Ordusu, ABD’yi geleneksel askeri saldırılardan koruyabilir, açık denizleri tutabilir, petrol akışını ve diğer önemli ürünleri sağlayabilir. Oysa ABD’yi uyguladığı politikalar koruyamaz. Amerikalıların daha duyarlı olmaya ihtiyaçları var. Askeri çözümlerden çok, barışçıl yöntemlere yatırım yapılması, ülkenin yararınadır. Amerika’nın Irak’ı acilen terketmesi gerekir. Amerika’nın Irak’taki yolu sınırlıdır. Şu an orayı terketmiş olması, şu an içinde bulunduğu konumundan daha anlamlı olacaktır. Amerikalılar ve Irak Halkı için bu süreç, şimdi çekilinmesi durumunda 4 daha ucuza malolacaktır. Bush yönetimine destek veren ünlü gazeteci- yazar Thomas Freidman da, ABD’nin Irak’taki başarısızlığını ve bir an önce çekilmesi gerektiğini yazısında şöyle ifade etmiştir: “Bugün ben de dahil olmak üzere yönetimde bulunan ve Irak’ın ele geçirilmesinin önemine inanan herkes şunu derhal kabul etmelidir: Bush’un ya da 1 Olaylarla Türk Dış Politikası Irak ve Kıbrıs Sorunu, Der: Övgü Kalkan – Emre Erkan, İstanbul, DIF Yayınları, 2007, s: 23. 2 Noam Chomsky- Gilbert Achcar, “Tehlikeli Güç”, İstanbul, İthaki Yayınları, 2007, s: 51- 52. 3 Age, s: 38. 4 Jeffrey D. Sachs, “Irak’taki Savaşı Durdurmak İçin Politika Yapmak”, Ekonomik Forum, Ağustos 2005, s: 72- 73. 128 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Arapların mazeretleri, hangisi olursa olsun, şurası açık ki bunu gerçekleştiremiyoruz. Yapacağımız en iyi ikinci şey Irak’tan çekilmektir. Çünkü bizim için en kötü seçenek (İran’ın istediği seçenek), Irak’ta kalmak ve nükleer 1 silahlarını vurduğumuz an İran’ın kolay hedefi olmaktır. Afganistan’da ciddi bir krizle karşı karşıya olan, Irak’ı işgal ettikten sonra tam anlamıyla denetimi ele alamayan ve 1 milyondan fazla Iraklının ölümüne neden olan ABD, Saddam Hüseyin’in idamıyla da kargaşayı derinleştirmiştir. 2006 yılının bitimine iki gün kala bir bayram sabahı idam edilen Saddam Hüseyin’in ölümü, ülkedeki istikrarsızlığı, iç çatışmayı ve fiilen üçe bölünmüş yapıyı pekiştirmiş, Irak iç savaşın eşiğine gelmiştir. ABD’nin Irak için öngördüğü gevşek federasyon, ülkenin bölünmüşlüğünü resmen tescil edecektir. Irak’ın toprak bütünlüğü korunarak, ŞiiSünni- Kürt bölgelerine ayrılmasını öngören yapı, gerçekçi ve tutarlı değildir. Çok kısa süre içinde ülkenin resmen de üçe bölünmesinin önünü açacak ve bu süreç de kanlı olacaktır. Gevşek federasyon düzenlemesinin Kürtleri tatmin edeceği ve onların bağımsızlık umutlarını canlı tutacağı açıktır. Bölünme durumunda ülkenin güneyinde ortaya çıkacak bir Şii devleti, İran güdümüne girecektir ki, bölgede ikinci bir Şii devleti, ABD açısından hoş karşılanacak bir durum değildir. Ama ABD, işi sürüncemede bırakarak, çekilmeye ilişkin sürekli takvim değiştirerek, ülkedeki etnik ve dinsel çatışmayı da körükleyerek, Irak’taki varlığını sürdürmektedir. Irak’ta, bir Iraklı üst kimliğinin, ulus bilincinin olmaması, hem ABD karşıtı direnişin daha da ivme kazanmasını engellemekte, hem de ABD’nin karşısına tüm Irak’ı ve Iraklıları temsil eden tek ve yetkili bir muhatap çıkmasını önlemektedir. Zaten ABD’nin de ülkeden ayrılmaya niyeti yoktur. Uzmanlara göre Irak, “pimi çekilmiş bomba” durumuna gelmiştir ve ülke kanlı bir iç savaşın eşiğindedir. Silahlı milis- ordu dengesi ülke için tehdit oluşturmaktadır ve farklı milis gruplarının sayıları birbirine eşittir.2 Şu an görünen odur ki, ABD’nin Irak’ta kalmasına muhalefet eden olmadığı gibi, aynı zamanda bazı etnik unsurların ABD ile yakın ilişkilerinin bulunduğu da gerçektir. Irak’ta başarısız olan ABD, Irak’taki kaosu ve başarısızlığını, bu ülkenin etnik ve dini farklılıklarını ön plana çıkararak örtmeye çalışmaktadır. Milli birliği bozulmuş bir Irak’tan çekilen ABD, bu tabloyu “Irak’taki etnik ve dini unsurlar arasındaki husumet ve sorunlar ancak bu şekilde çözümlenebilirdi” mizanseniyle açıklama yoluna gidebilir. Bütün bunların yanında parçalanmış / bölünmüş bir Irak modeli, Ortadoğu bölgesine yönelik ABD’nin gelecekteki planlamaları için güzel bir örnek teşkil edecektir. Bölünmüş / parçalanmış bir Irak, Irak’a komşu ülkelerde etnik ve dini ihtilafların / anlaşmazlıkların çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Hâlihazırda büyük bir kaosun eşiğinde olan bölge, istikrarsız alanların genişlemesi suretiyle yeni gerginliklere maruz kalacaktır. Hâlihazırda Irak’taki Şii - Sünni çatışması tüm İslam dünyasına yansımış durumdadır. İran’ın Irak’taki ve diğer ülkelerdeki Şiiler üzerindeki etkinliği 3 karşısında bir de Sünni Blok oluşmuş durumdadır. Irak’ın bölünmesi, parçalanması, denetimden çıkması radikal örgütlerin çok daha kolay taban bulmasının önünü açacaktır. ABD Irak’tan tamamen çekilmek istemeyecek, askerlerini ülkenin kuzeyindeki Kürt bölgesinde konuşlandıracaktır. Bu hem Irak Kürtlerinin yönetilmesi, hem genel anlamda bölge üzerindeki denetimin devamı, hem İran ve Suriye’ye karşı bir tehdit unsuru olması, hem Türkiye’ye karşı bir koz oluşturması, hem de İsrail’in güvenliği açısından önemlidir. ABD’nin Irak’ta zafer kazanması ise imkânsızdır. ABD askerleri ülkede kaldığı sürece de, Irak’ta halkın desteğini almış, meşru ve geniş tabanlı bir siyasal iktidarın ortaya çıkması ihtimal dışıdır. ABD’nin önemli bir ikilemi de şudur: Irak’ın işgalini ABD, eski lider Saddam’ın saldırgan ve diktatör tutumuna, bu ülkede olduğu öne 1 Gilbert Achar – Michel Warschawski, “İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı”, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 2007, s: 93- 94. Bahadır Selim Dilek, “Irak Pimi Çekilmiş Bomba”, Cumhuriyet, 04. 03. 2006, s: 11. 3 Türel Yılmaz, “Üç Bölgeli Federatif Yapı”, Cumhuriyet Strateji, 15. 10. 2007, Sayı: 172, s: 5. 2 129 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES sürülen nükleer silahlara, kitle imha silahlarına, Irak’ın terör örgütlerine verdiği desteğe bağlamışken, işgal sonrası durum daha da kötü hale gelmiştir. Varlığı öne sürülen nükleer silahlar bulunamamıştır. İşgal ülkeyi kan gölüne çevirmiştir. Terör örgütleri, örgütlenmek ve güçlenmek için daha elverişli bir ortama sahip olmuşlardır. Ülkedeki radikal akımlar daha da güçlenmiştir. İran, Irak’ta büyük bir güç elde etmiş, Basra Körfezi’ndeki büyük Amerikan gücüne ve bu ülkeyi destekleyen Sünni Arap rejimlere rağmen, Sünniler arasında da ağırlığını arttırmıştır. Bölgede ve dünyada ABD karşıtlığı artmıştır. Ekonomik olarak da ABD’nin Irak’taki işgali sonrasındaki zararı oldukça artmıştır. İran’a saldırması durumunda ise petrol fiyatları artacak, İran ve onu destekleyen İslamcı örgütler, ABD’ye misillemede bulunacaklar, bölgede ve dünyada ABD’ye duyulan öfke daha da artacaktır. ABD, “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “asimetrik savaş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” gibi kavramlarla Ortadoğu’yu denetlemeye çalışmaktadır, fakat Irak’ta başarısız olmuş, İsrail’e verdiği sınırsız destek nedeniyle hem tepki çekmiş, hem de çözümü zorlaştırmıştır. Washington’un bu tavrı, İsrail’in de çözüm için gereken adımları atmasını, esnekliği göstermesini önlemektedir. ABD, Ortadoğu’da ve çevresinde etkili olmak için her yolu denemektedir. Pakistan eski başbakanı Benazir Butto’nun öldürülmesi sonrasında, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref üzerinde kurduğu baskı, bu konudaki en son ve somut adımlarından biridir. Pakistanlı stratejistlere göre; ABD Pakistan’ı istikrarsızlaştırmak, denetim altında tutmak ve stratejik müttefiki Hindistan’a karşı caydırıcı olmasının önüne geçmek için, radikal İslamcı militanları kullanmaktadır. ABD, alt kıtadaki çıkarları konusunda Hindistan ile birlikte hareket etmekte ve 1 Pakistan’ın da Hindistan karşısında bir tehdit olmaması gerektiğini düşünmektedir. Sonuç Ortadoğu’da Amerikan politikalarına karşı bir hareket gelişmektedir. Ancak bu politikaların en büyük şanssızlığı laik olmayışlarıdır. Oysa emperyalizme karşı dine dayalı bir mücadelenin başarı şansı yoktur. Ortadoğu ülkeleri kendi aydınlanma devrimlerini gerçekleştiremez, dinin dogmatik kalıplarından kurtulamaz ve bilim ve teknolojide emperyalist ülkelerle baş edebilecek bir düzeye gelmezlerse bugünkü kargaşa ve sefalet devam edecektir. Emperyalizmle başa çıkmanın tek yolu aydınlanma, demokrasi, bilim ve teknoloji gibi onun silahlarını kullanmaktır. Bunun da tek örneğini hem antiemperyalist hem de laik olan Atatürk Türkiye’si vermiştir.2 ABD’nin askeri olarak bölgeye yerleşmesi ve etkili politikalara yönelmesi birbiriyle çelişkili iki olgunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bölgede edindiği askeri konumu kullanarak bölgesel gelişmeleri yönlendirme yeteneği kazanmasına karşılık, ABD’nin bölgeye yeni bir düzen verme çabaları –yaptırımlar ve zorlayıcı diplomasi uygulamalarıyla Irak’ta rejimin devrilmesi, İran’ın uluslararası toplumdan soyutlanması, Ortadoğu Barış Süreci’nin bir anlaşma ile taçlandırılması vbbaşarısızlığa uğramıştır. Ayrıca, ABD’nin Körfez ülkelerindeki askeri varlığı, özellikle de Suudi Arabistan’daki muhalefet hareketi için rejimin yasallığının sorgulanması için gerekçe olarak kullanılmış, geçtiğimiz onyılın ikinci yarısında ABD askeri hedeflerine yönelik saldırılar Körfez ülkeleri için başlı başına bir güvenlik sorunu olarak algılanmaya başlamıştır. Böylelikle, “bölgeye güvenlik getirmeye çalışan” ABD’nin kendisi bölge için bir istikrarsızlık unsuru durumuna 3 düşmüştür. 1 Bahadır Selim Dilek, “Pakistan’ın Zor Seçimi”, Cumhuriyet Strateji, 31. 12. 2007, Sayı: 183, s: 8. Cihangir Dumanlı, Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, İstanbul, Bizim Kitaplar Yayınevi, 2007, s: 75. Gencer Özcan, “Doksanlı Yıllar Boyunca Ortadoğu’da ABD’nin Değişen Konumu”, Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Der: Fulya Atacan, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s: 376. 2 3 130 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Türkiye, bölgenin en önemli ve çözümü zor meselesi olan Filistin sorununda dengeli politikasıyla bilinen bir devlettir. Türkiye, hem devlet hem de millet olarak, Filistin halkının haklı mücadelesine her zaman destek olmuş, aynı zamanda İsrail’in yaşam hakkını savunarak, varlığını da kabul etmiştir. ABD’deki Yahudi lobisi, genellikle Türkiye’nin yanında yer alırken, 1990 yılından başlayarak iki ülke ilişkilerine askeri işbirliği boyutu da eklenmiş, 1996 yılında askeri eğitim ve silah sanayisi alanında da işbirliği kararı alınmıştır. Suriye yıllarca kendi yarattığı sorunlar, yani Hatay, su ve terör örgütüne verdiği destek nedeniyle Türkiye ile mesafeli durduktan, hatta çatışmanın eşiğinden döndükten sonra, Ankara’ya yönelik tutumunu da yumuşatmıştır. Son yıllarda iki ülke ilişkilerinde gözle görülür bir gelişme dikkat çekmektedir. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Suriye’nin bu yönelimi daha da belirginleşmiştir. Görüldüğü üzere, BOP sayesinde İran başta olmak üzere, Türkiye ve Suriye bölge merkezli politikalara ve bölgesel işbirliğine daha çok ağırlık vermeye başlamışlardır. Türkiye de Suriye’ye yönelik bir operasyona karşıdır. Çünkü hem Irak’taki gelişmelerden çok fazla etkilenen bir ülke olarak iç istikrarsızlık yaşayan bir komşuya daha tahammülü yoktur, hem ABD tarafından daha çok çevrelenmek yeni sorunlar anlamına gelmektedir, hem de kargaşa içindeki bir Suriye, bölücü terör örgütünün konuşlanabileceği bir ülke ve ortam demektir. Irak savaşı sonrası Türkiye - Suriye ilişkilerinin nasıl şekil alacağı ABD’nin Ortadoğu politikaları ile yakından ilgilidir. İsrail bu ilişkilerde kilit ülke konumunda olacaktır. 2003 Irak harekâtı sonrası Türkiye - Suriye ekonomik ilişkileri açısından Türkiye’ye yeni fırsatlar yaratabilecektir. ABD’lilerin Irak’ı işgalinden sonra Suriye’ye sınır komşusu olması, Suriye üzerindeki ekonomik ambargosunu daha etkin olarak uygulayabilmesi, Suriye’nin ekonomik olarak yüzünü Türkiye’ye döndürmek zorunda bırakmaktadır. Bu durum Türkiye - Suriye ekonomik ilişkilerinin gelişmesi için önemli bir fırsat olarak gözükmektedir. 2003 Irak harekâtı ile Suriye Türkiye’ye karşı yürüttüğü eski politikaları devam ettiremeyeceğini anlamıştır. Bugün Türkiye 1 ile Suriye arasındaki ilişkileri geliştirmek, her iki ülke için de çok önemlidir. Türkiye ile bölge ülkelerini birbirine yakınlaştıran nedenler arasında su da öne çıkmaktadır. Petrol zenginlerinin su fakiri olduğu bölgede, Irak’ın kuzeyindeki petrol ve su potansiyeli, bölgeyi Irak ve Türkiye açısından daha da önemli kılmaktadır. Irak’ın suyunun büyük bölümü Türkiye ve Irak’ın kuzeyinden gelmektedir. ABD bölgedeki su ve petrol denkleminde daha da etkin olmak istemektedir.2 BOP’un siyasal, yönetsel ayağı federalizmle, devletlerin küçülüp, parçalanmasıyla, ülkemizde de çok tartışılan kamu yönetimi ve yerel yönetimler reformlarıyla gündeme gelmiş, ekonomik ayağını ise özelleştirme oluşturmuştur. Projenin toplumsal ayağında ise alt kimliklerin kışkırtılması, etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerin öne çıkarılması vardır. Bu noktada ABD’nin “ılımlı İslam” projesini, BOP kapsamında değerlendirmek gerekir. Bölge ülkelerinin yakınlaşmasından, ABD karşıtı güçlerin etkisini arttırmasından, ABD’nin Irak’ta düştüğü durumdan Rusya oldukça memnundur. Rusya, Irak’ın işgali sonrasında bu ülkede yitirdiği zemini yeniden kazanma çabasındadır. Bu kapsamda Erbil’de başkonsolosluk açmıştır. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle ilişkilerini geliştirmek istemektedir. Moskova’nın Türkiye’ye yönelik artan ilgisi de dikkat çekicidir. Türkiye, hem Avrasyalı, hem Ortadoğulu kimliği ile önemli bir ülkedir ve Rusya, Türkiye’ye tarih boyunca büyük önem vermiştir. Bu noktada Türkiye’nin açmazı, bölgesel politikalarda ağırlığını koyamamaktan kaynaklanmaktadır. Kendi ulusal politikalarını yaşama geçirememesi ve sadece dış politikada değil, iç politikada da ABD’nin etkisine açık siyasi yapısı, Türkiye’nin manevra sahasını daraltmaktadır. ABD’ye rağmen adım atmak şüphesiz zordur 1 2 Mustafa Balbay, Suriye Raporu, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2007, s: 286- 287. Dursun Yıldız, “Ortadoğu Denklemi”, Cumhuriyet Strateji, 24. 12. 2007, Sayı: 182, s: 6- 7. 131 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES ama ABD’ye bel bağlamak da Türkiye’nin yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin, İran - Suriye ekseni ile de, ABD - İsrail ekseni ile de dengeli ilişkiler yürütmesi gereklidir. Kaynakça “ABD Kendi İpini Çekti”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007. Achar, Gilbert - Warschawski, Michel; İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 2007. “Bağdat’ı İşgalden Kurtarma Çağrısı”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007. Balbay, Mustafa; Suriye Raporu, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2007. Baş, Hüseyin; “İsrail- Filistin Sorunu Çıkmazda”, Cumhuriyet, 17. 06. 2006. Chomsky, Noam - Achcar, Gilbert; Tehlikeli Güç, İstanbul, İthaki Yayınları, 2007. Dilek, Bahadır Selim; “Irak Pimi Çekilmiş Bomba”, Cumhuriyet, 04. 03. 2006. Dilek, Bahadır Selim; “Pakistan’ın Zor Seçimi”, Cumhuriyet Strateji, 31. 12. 2007, Sayı: 183. Dumanlı, Cihangir; Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, İstanbul, Bizim Kitaplar Yayınevi, 2007. Külebi, Ali; “Ortadoğu’nun Silahı Füzeler”, Cumhuriyet Strateji, 21. 01. 2008, Sayı: 186. Latif, Hüseyin; ABD’nin Türkiye’ye Biçtiği Rol, İstanbul, Bizim Avrupa Yayınları, 2007. Olaylarla Türk Dış Politikası Irak ve Kıbrıs Sorunu, Der: Övgü Kalkan – Emre Erkan, İstanbul, DIF Yayınları, 2007. Özcan, Gencer; “Doksanlı Yıllar Boyunca Ortadoğu’da ABD’nin Değişen Konumu”, Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Der: Fulya Atacan, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004. Öztürk, Osman Metin; Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Ankara, Fark Yayınları, 2007. Sachs, Jeffrey D.; “Irak’taki Savaşı Durdurmak İçin Politika Yapmak”, Ekonomik Forum, Ağustos 2005. The New Iraq, Ed: Fuat Aksu – Nurşin Ateşoğlu Güney, İstanbul, OBİV Yayını, 2005. Topur, Tuncer; “Ortadoğu ve Stratejik Konum”, Uluslararası Politika Konferansları, Ed: Vural Fuat Savaş, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 2006. Vurmay, Miray; “Barışa Geçit Yok”, Cumhuriyet Strateji, 08. 10. 2007, Sayı: 171. Yıldız, Dursun; “Ortadoğu Denklemi”, Cumhuriyet Strateji, 24. 12. 2007, Sayı: 182. Yılmaz, Türel; “İran ‘Bütün Irak’ İstiyor”, Cumhuriyet Strateji, 29. 10. 2007, Sayı 174. Yılmaz, Türel; “Üç Bölgeli Federatif Yapı”, Cumhuriyet Strateji, 15. 10. 2007, Sayı: 172. 132 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ TÜRKİYE’YE VE BÖLGE GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ AÇISINDAN IRAK SORUNU (EFFECTS OF THE IRAQI QUESTION OVER TURKEY AND THE REGION’S SECURITY) Hasan KARA∗ Özet Günümüzde dünyanın en karışık bölgelerinden birisi olan Ortadoğu, büyük medeniyetlerin kurulduğu, kutsal dinlerin ortaya çıktığı ve kıtaların birleştiği merkezi bir bölgedir. Ne yazık ki bölge, 20. yüzyılı ekonomik gelişme, eğitim, demokratikleşme, barış gibi değerleri gerçekleştirmek yerine sürekli savaşlar, iç çatışmalar, darbeler, işgaller, kan ve gözyaşı ile geçirmiştir. Küreselleşen dünyanın en sorunlu bu bölgesinde son 25 yıla damgasını vuran ülke Irak olmuştur. İran’la 8 yıla yakın devam eden savaş, hemen ardından bütün dünyanın tepkisini çeken Kuveyt’in işgali, askeri güç kullanılarak işgalin sona erdirilmesi ve beraberinde topraklarının kuzey ve güneyinde yasaklı bölgeler oluşturulması, ABD liderliğinde ülkenin işgali, hale bitmeyen olaylar ve direnişler adeta Irak’ın kaderi olmuştur. Son beş yılını iç karışıklıklarla geçiren ve merkezi otoritesini tamamen kaybeden Irak’taki sorunlar; sadece kendisini değil başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkelerini tehdit eder hale gelmiştir. Anahtar Kelimeler: Irak Sorunu, Türkiye, Ortadoğu, Güvenlik, Abstract The Middle East was not only a central area which great civilizations were established, holy religions were emerged and continents are overlapped, but also one of the most problematic regions of the modern world. Unfortunately, for the last century this region has experienced continuous wars, internal conflicts, coupe d’états, occupations, blood and tears instead of economical development, education, democratization and peace. Iraq seems to be the most important country for the last 25 years in this most problematic region of the globalized world. Battle with Iran which continued for almost 8 years, occupation of Kuwait which was protested by the whole world, termination of the occupation by military power and construction of prohibited areas on southern and northern parts of the country and occupation of the country by the leadership of the USA and still prolonged events and resistances. Iraq has endured the last five years with internal conflicts ∗ Uşak Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü, hsnkara@mynet.com 133 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES and lost its central authority. This authority problem is not only threatening Iraq but also the entire region’s countries including Turkey. Keywords: Iraqi Question, Turkey, Middle East, Security Giriş Devletlerin dünya üzerinde bulundukları coğrafi konum, siyasi ilişkilerinin belirlenmesinde en önemli kriterlerin başında gelmektedir. Türkiye; Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu arasında adeta sorunlu bir üçgenin tam ortasında bulunmaktadır. Üçgenin bir köşesindeki problem çözülmeden diğer bir köşesinde yeni bir sorun ortaya çıkmaktadır. Türkiye, dünya üzerinde stratejik açıdan çok önemli bir konumda bulunan coğrafi yerini değiştiremeyeceğine göre çevresindeki sorunlarla birlikte yaşamak, bunlara karşı çözümler üretmek, dengeli ve aktif politikalar geliştirerek sorunlarla mücadele etmek zorundadır. Ortadoğu’nun çıkarları 19. yüzyıldan başlayarak Fransa ve İngiltere arasında paylaşılmıştır. Türkiye bağımsızlığını ilan ettiği 1923 yılında Irak ile olan sınırlarını belirleyememiş ve sınır hattının belirlenmesi daha sonraya bırakılmıştır. Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içerisinde kabul ettiği Musul ve Kerkük’ü sınırlarına dâhil etmeyi başaramamış ve İngiltere ile 1926 yılında bugünkü Irak sınırı çizilmiştir. Musul ve Kerkük çevrelerinin Misak-ı Milli sınırları içine alınmak istenmesi, İngiltere’nin ise buralardaki zengin petrol yataklarını Türkiye’ye bırakmak istememesi yüzünden Irak’la ortak sınırımız ancak 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde belirlenebilmiştir1. Sınırların belirlenmesinde Şeyh Sait isyanının da desteği ile İngilizlerin dediği olmuş ve zengin petrol yataklarına sahip bölgeler Irak tarafında kalmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin Irak ile olan birçok sorununun temeli sınırın aleyhimize çizilmesi esnasında atılmıştır. Bugün Irak’ın kuzeyinde bulunan ve “Kuzey Irak” olarak isimlendirilen bölge uzun yıllar Osmanlı Devletinin Musul Vilayeti toprakları olarak 2 kalmış ve bölgede hiçbir sorun yaşanmamıştır. İkinci Dünya savaşının ardından ABD’nin de bölgede çıkar ilişkilerinin başlaması, Ortadoğu’da Fransa-İngiltere-ABD arasında çeşitli oyunların sahnelenmesine yol açmıştır. Zaman zaman eski Sovyetler Birliği’nin bölgedeki yönetimlerle ilgilenmesi ve Filistin topraklarında bağımsız İsrail devletinin kurulması, son olarak Ortadoğu’da ABD’nin kendi ekonomik çıkarlarını korumak ve yeni dengelere göre hegemonyasını sağlamak istemesi3 Ortadoğu’da sorunlar yumağının giderek daha karmaşık bir hale gelmesine neden olmuştur. Irak Sorununun Türkiye’ye Etkileri Türkiye’nin sorunlu komşusu Irak, 1980 yılından beri hep dünya gündeminde kalmış, Irak’tan kaynaklanan sorunlar Türkiye’yi bazen dolaylı bazen de direkt olarak etkilemiştir. Türkiye-Irak ilişkileri 25 yıldır bir düzene oturamamıştır. Türkiye; sınır komşusu yüzünden gerek Irak-İran savaşı ve Körfez savaşı sırasında gerekse sonrasında büyük zararlara uğramıştır. Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye etkileri şu başlıklar altında sayılabilir: • Türkiye-Irak dış ticaretinde daralma • Karayolu taşımacılığında meydana gelen kayıplar 1 Günel, K., Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay Kitabevi, (İstanbul, 2002, 185). Mustafa Kibaroğlu-Yasemin Nun, “Türkiye’nin Irak’ın Yeniden Yapılandırılması ile İlgili Kaygıları” Global Strateji Dergisi, Cilt:3, Sayı:9, (2007, 4) 3 Serhat Erkmen-Hasan Yılmaz, 2001, “Ortadoğu Denklemi ve Dünden Bugüne ABD’nin Irak Politikası” Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, s.22) 2 134 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ • Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının randımanlı çalışamaması • Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan terör faaliyetleri • Sınır ticaretindeki azalma • Kuzey Irak’ın gelecekteki durumu ve muhtemel oluşumlar • Türkmenlerin durumu İran-Irak savaşının bittiği 1988 yılında Türkiye-Irak dış ticaret hacmi oldukça iyi durumdaydı. Irak ülkemizin dış ticaretinde %9 gibi yüksek bir paya sahipti. Irak’la o günkü toplam ticaret hacmimiz 2,4 milyar doları bulmakta, bunun 986 milyon dolarını ihracat ürünleri (tüm ihracatımızdaki payı %8,5) ve 1,4 milyar dolarını ithalat ürünleri (tüm ithalatımızdaki payı %10) oluşturmaktaydı1. 2007 yılında Irak–Türkiye dış ticaret hacmine bakıldığında ithalatımız 550 milyon dolar (ithalatımız içerisindeki payı %0,3) ile 35. sırada, ihracatımız ise 2, 6 milyar dolar (ihracatımız içerisindeki payı %2,6) ile 11. sıradadır. Irak’la olan ticarette Türkiye’nin lehine bir durum söz konusudur. Dış ticarette 20 yıl önceki oranları koruyabilsek bugün Irak’la 8,5–9 milyar dolarlık ihracat ve 15–16 milyar dolarlık ithalatımızın olması muhtemeldi. Kısacası Irak’la yıllık bazda 25 milyar dolar civarında bir dış ticaretimizin olması gerekirdi. 2007 de bu değer toplam 3 milyar doları ancak bulabilmiş ve Türkiye 20 yıl öncesi oranlara göre Irak’la olan dış ticaretinde yaklaşık 8–9 katı bulan bir daralma yaşamıştır. Irak sorunu Türkiye’nin dış ticaretinde sadece Irak’la değil Ortadoğu ülkeleriyle de azalmaya neden olmuştur2. Sayıları 200 bini bulan petrol tankeri Irak’tan Türkiye’ye petrol nakliyesinde çalışmaktadır. Bölgedeki hane halkı oranının yüksek oluşu dikkate alındığında bir milyona yakın insanın bu sektörden geçindiği söylenebilir. Hakkâri’den Mersin’e kadar olan bölge insanı, sınır ticareti ile yakından ilgilidir3. Irak’ta meydana gelecek yeni olumsuzluklar taşımacılığın tamamen durmasına yol açabileceği gibi, güney illerimizin ekonomilerinde önemli yıpranmalara neden olabilecektir. Türkiye, Ortadoğu ülkelerini Avrupa’ya bağlayan bir kavşak noktası üzerinde bulunmaktadır. Karayolu ile gerek bölgeden Avrupa ülkelerine ve gerekse Avrupa ülkelerinden bölgeye taşınacak malların mecburen Türkiye’den geçmesi hem Türkiye’yi önemli bir ulaşım üssü haline getirecek hem de önemli ekonomik girdiler sağlayacak iken Irak’ta yaşanan kaos transit taşımacılık sektöründen Türkiye’nin hemen hiç pay alamamasına, büyük kayıplar yaşamasına yol açmış ve açmaya devam etmektedir. Bölgede tam güvenlik sağlanamadığı için birçok ürün karayolu ile taşınamamakta ve taşımacılık sektöründe ekonomik kayıplar meydana gelmektedir. Irak sorununun ülkemize en büyük ekonomik zararlarından birisi KerkükYumurtalık petrol boru hattında yaşanmıştır4. Birleşmiş Milletlerin Irak’a yaptırımı gereğince Türkiye 6 ağustos 1990 tarih ve 661 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Irak’a ekonomik ambargo kararını hemen uygulamaya geçirmiş ve petrol boru hatlarını kapatmıştır. Yıllarca kapalı kalan, açıldığında da tam randımanlı çalışmayan ve sabotajlarla kesintiye uğrayan boru hattından dolayı büyük ekonomik kayıplar gerçekleşmiştir. Eğer Kerkük-Yumurtalık hattı tam randımanlı çalışabilseydi hem Türkiye’ye büyük getirileri olacak hem de muhtemelen Ortadoğu’daki zengin rezervlere sahip bazı ülkelerin petrolleri yeni 1 http://www.tuik.gov.tr(Erişim Tarihi 15.01.2008) Güleç, M.-Oğuz, G., Irak Savaşının Gölgesinde Türkiye Ortadoğu Ülkeleri Ticari İlişkileri, Dış Ticaret Müsteşarlığı, (Ankara, 2003, 4) 3 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=236795(Erişim Tarihi 25.10.2007) 4 Arıbaş, K., Küresel Çağda Siyasi Coğrafya, Çizgi Kitabevi, (Konya- 2007, 265) 2 135 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES boru hatları ile Avrupa ülkelerine taşınacaktı. Böylece Türkiye petrol sevkıyatından milyarlarca dolar gelir elde ederken aynı zamanda dünyanın en önemli enerji koridorlarından biri haline gelerek bu durumdan siyasi getiri elde edebilecekti. Irak’taki gelişmeler yeni hatlar açmak bir yana mevcut hatların dahi randımanlı olarak çalışamamasına yol açmıştır. İran-Irak Savaşı’nın uzun sürmesi, ülkenin kuzeyinde bir otorite boşluğu meydana getirmiştir. I. Körfez savaşının ardından Irak’ın kuzeyinde yasaklı bir bölge oluşturulması, Irak güvenlik güçlerinin 36. paralelin kuzeyine geçmesine izin verilmemesi, Türkiye ile 36 paralel arasında kalan Irak topraklarında merkezi otoritenin etkisini tamamen bitirdiği gibi; KDP ve KYB yi bölgede etkili güç haline getirmiştir. Bağımsız bir devlet hayali taşıyan ve zaman zaman karşı karşıya gelen bu iki örgüt, Türkiye-İran-Irak üçgeninde PKK terör örgütüne de bir koridor açmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi kararıyla 1991 yılında Türkiye sınırına yakın bir yerde konuşlandırılan ve Fransa, ABD ve İngiltere tarafından iskeleti oluşturulan Çekiç Güç, ABD’nin politika değişikliğine gitmesiyle Irak’ın iç işlerine 1 müdahale etmeye başlamıştır . Çekiç Güç giderek bu bölgede istikrar yerine istikrarsızlık oluşturarak adeta otorite boşluğunu legal hale getirmiştir. Bu otorite boşluğunu çok iyi değerlendiren, batılı devletlerden ve bölgesel unsurlardan destek alan PKK terör örgütü Irak’ın kuzeyine yerleşmiş ve kendisine yıllarca sorunsuz yaşayabileceği bir hayat alanı bulmuştur. Örgüt, bölgeyi ana üs olarak kullanıp sürekli Türkiye’ye sızarak eylemler gerçekleştirmiş ve tekrar bölgeye dönerek operasyonlardan kurtulmuştur. Böylece 30 binden fazla insanın ölümüne yol açmıştır. Ayrıca yıllarca terörü gündemde tutarak Türkiye’de bir terör psikolojisi oluşturmayı başarmıştır. Aynı zamanda değişik ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda PKK terör örgütünü farklı biçimlerde maşa olarak kullanma çabasına girmişlerdir. Türkiye bölgeye muhtelif defalar dar veya geniş kapsamlı operasyonlar yapmasına rağmen operasyon süresi kısa tutulduğundan ve her seferinde bölgeden geri çekildiğinden dolayı terör örgütünü bu bölgeden tamamen temizleyememiştir. Operasyonların bazılarında yerel güçlerle işbirliği yapılmasına karşın yerel güçler hem Türkiye’yi hem de PKK yı aynı anda idare etmeyi başarmışlardır. 25 yıla yaklaşan ve bölgedeki otorite boşluğu ve arazi yapısından kaynaklanan terör sorunu Türkiye’nin yurt içinde hep başını ağrıtmış, yurt dışında imaj kaybetmesine neden olmuştur. Türkiye’nin kaybettiği sadece bunlarla sınırlı değildir. Kesin olarak bilinmemekle birlikte PKK terörünün Türkiye’ye faturasının 100–150 milyar dolar arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bazı ülkelerin desteğini arkasına alan PKK terör örgütü, istikrarsızlığı sadece güneydoğu illerine değil Türkiye’nin her yerine, şehirlere hatta bazı devletlerin göz yummaları sonucunda Avrupa ülkelerine de taşımıştır2. Bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeler terör örgütünün bürolar açmasına ve örgüt mensuplarının rahat hareket etmesine göz yummaktadırlar. Bunların dışında Irak’ın kuzeyinde meydana gelen ve adım adım bağımsız bir Kürt devletine doğru giden süreç, Kerkük üzerine oynanan oyunlar, Irak’taki Türkmenlerin çeşitli baskılara maruz kalmaları ve yok sayılmaları Türkiye tarafından dikkatle izlenmektedir. Kuzeydeki Kürtlerin Şiiler, Araplar ve Türkmenlere göre yıldızlarının parlaması ve açıkça batılı devletler tarafından desteklenmeleri Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmekte ve gelişmeler mercek altında tutulmaktadır. 1 Tayyar Arı, “Türkiye Irak ve ABD: Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Basra Körfezinde Yeni Parametreler” 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (2006, s:730) 2 İdris Bal, “Ortadoğu’da İstikrarsızlığa Yol Açan Faktörler ve PKK’nın Katkısı” 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (2006, 690) 136 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Irak Sorununun Bölgeye Etkileri “Büyük Ortadoğu Projesi” ve değişik senaryoların gündemde olduğu bölgede henüz demokratik yönetimlerini kuramayan bölge ülkeleri, ABD’nin 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden büyük rahatsızlık duymaktadır. ABD’nin işgallerine gerekçe olarak bu ülkelere pekte inandırıcı olmayan demokratik yönetimler getireceğini ileri sürmesi bölge ülkelerinin yönetimlerinde benzer durumların kendilerinde de yaşanabileceği, kıvılcımın kendi ülkelerine sıçrayacağı ve bölgenin tam bir ateş çemberine döneceği endişesine yol açmakta ve çoğu Ortadoğu ülkesi son derece rahatsız görünmektedir. Ortadoğu’daki bazı devletlerin kendi rejimlerinin de elden gidebileceği psikolojisi1 ABD’nin kararlarını onaylamalarına ve Irak’ın işgaline ses çıkarmamalarına neden olmuştur. Irak, son 25 yılını savaşlar, açlık, kan ve gözyaşı ile geçirmiş, çeyrek asrı hiçbir ilerleme yapmaksızın boşa harcamış2 bölünmenin eşiğine gelmiş, hatta ülke çeyrek asır önceki durumunu arar bir hal almıştır. İran-Irak savaşı sırasında ve 3 sonrasında Irak’tan Türkiye’ye azda olsa göçler yaşanmış , asıl önemli göç dalgası Saddam Hüseyin’in, İran’la yapılan savaş sırasında kendisine ihanet eden Irak’lı Kürtleri cezalandırmak istemesi yüzünden kuzeye yönelmesinden sonra olmuş ve yüz binlerce insan Türkiye sınırına sığınmıştır. ABD işgalinin ardından bir türlü bitmeyen iç karışıklıklar en az 2 milyon Irak’lının Suriye ve Ürdün gibi Arap ülkelerine göç etmesine yol açmıştır. Irak’a komşu ülkeler genişletilmiş dışişleri bakanları toplantısında bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, göç durumunu dile getirerek başta Suriye ve Ürdün olmak üzere bölge ülkelerinin Irak kaynaklı ağır bir mülteci sorunu ile karşı karşıya 4 olduklarını ifade etmişlerdir . Irak’ın kuzeyinde ağırlıklı olarak Kerkük ve Musul çevrelerinde 2,5 milyon kadar Türkmen yaşamaktadır5. Son yıllarda Türkmenlere baskı uygulanarak Kerkük’ten uzaklaştırılmaları, çevre şehir ve köylerden Kürtlerin Kerkük’e göç etmeleri sağlanmaktadır. Referandum öncesi Kerkük’ün demografik yapısında Türkmenlerin aleyhine fiili bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır. Böylece Irak sorunu demografik olarak Türkiye, Suriye ve Ürdün’ü daha yakından ilgilendirmektedir. Nitekim ABD’nin Ankara büyükelçisi Ross Wilson bir konuşmasında Kerkük’ün Türkiye açısından hassasiyetini bildiklerini ve söylemlerine kulak verdiklerini belirterek Türkiye’nin Kerkük konusundaki kaygılarını gidermeye çalışmıştır6. Gelişmeler Kuzey Irak’ta bir tampon devlet durumu meydana getirilmek istendiğini açıkça göstermektedir. Resmi olarak reddetmelerine karşın ABD ve 7 İngiltere’nin bölgedeki tutumu Türkiye’yi tehdit eder haldedir . Irak Kürtleri değişik zamanlarda İsrail, Sovyetler Birliği, batılı devletler ve ABD tarafından açıkça veya gizli olarak desteklenmişlerdir8. Tarih Kürtlerin her defasında bazı devletler tarafından kullanıldıktan sonra bölgede yalnız başlarına bırakıldıklarının örnekleriyle doludur. Irak’a uygulanan ambargodan en az kuzeyde yaşayan Kürtler etkilenmesi yine desteklendiklerinin en açık göstergesidir. Birleşmiş Milletler, dünyada silah satan ülkelere bugüne kadar hiçbir müeyyide uygulamadığı gibi Balkanlarda soykırım yapan Sırplara da benzeri bir ambargo uygulama fikrini hiçbir zaman düşünmemiştir. Irak’ta ambargo kararının uygulanması Irak yönetimi yerine 1 Ahmet SelimTekelioğlu “Irak İşgali ve Ortadoğu Rejimlerinin Psikolojisi” Mostar, Sayı:28, (2007, 57) Kara, H., Ülkeler Coğrafyası, Başak Matbaası, (Uşak, 2004, 134) Özgür, M., Türkiye Coğrafyası, Hilmi Usta Matbaacılık, (Ankara, 2001, 136) 4 http://cankaya.gov.tr/tr html/konuşmalar/03.11.2007–3694.html 5 Güner, İ.-Ertürk, M., Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, Nobel Yayınları, (Ankara, 2005, 195) 6 http://turkish.turkey.usembassy.gov/amb_012507tr.html(Erişim Tarihi 25Ocak 2007) 7 Nihat Ali Özcan, “Türkiye’nin Kronikleşen Baş Ağrısı: Kuzey Irak” Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, 97) 8 Turan, Ö., Medeniyetin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Acar Matbaacılık, (İstanbul, 2003, 343) 2 3 137 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES asıl Irak halkını perişan etmiş ve uygulamanın ardından çocuk ölümlerinde iki misli artış olmuştur1. İran, Irak’taki Şiileri, ABD Kürtleri açıkça desteklerken, Türkiye uzun yıllar unuttuğu Türkmenlere sahip çıkarak Irak’ta 3. azınlık olarak tanınmalarını 2 istemektedir . Irak’ı zayıflatacak Kürt federatif yapısı ABD’nin işine gelirken, özellikle Şiilerin devlet kurması İran’ın işine geleceğinden ABD Şiilere Kürtler kadar sıcak bakmamaktadır3. Bölgede Türkiye, İran ve Suriye farklı açılardan bir Kürt devletine karşı çıkmaktadırlar. İran’ın, Suriye’nin ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a komşu kendi topraklarında benzer durumların ortaya çıkabileceği endişesiyle her üç devlet tarafından da Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkması kesinlikle kabul edilmemektedir. ABD bu durumu çok iyi bildiği için ihtiyaç duyduğunda her üç devlete karşı Kürt kartını oynamaktan çekinmeyecektir. Bazı devletler tarafından desteklenen Irak’ın bölünerek üç bölgeli federatif bir yapı oluşturulması planını Türkmenler kabul etmeyeceklerini ve olası bir bölünmede 4. unsur olarak Türkmeneli bölgesini oluşturacaklarını belirtmektedirler. Kürtler ise Irak’ın kuzeyinin tamamen kendi kontrollerinde olmasını isteyerek, Türkiye’nin Türkmenleri sahiplenmesinden son derece rahatsız olmaktadır. Türkiye’nin bu kararlılığı Türkmenleri memnun etmesine rağmen Türkiye’nin bölgede daha aktif olması hatta Kuzey Irak’ta tampon bir saha oluşturarak bölücü teröre karşı daha etkili mücadele etmesi, Musul ve Kerkük’teki ulusal çıkarlarımızı 4 ve Türkmenleri koruması için tampon bölge oluşturma yönünde adımlar atması gerektiği de savunulmaktadır. GAP projesinin hayata geçirilmeye başlamasından sonra Dicle ve Fırat suları yüzünden Suriye ve Irak PKK yı destekleyerek Türkiye’ye karşı kullanmaya 5 başlamışlardır . Suriye düşüncesini her fırsatta yüksek sesle konuşmasına rağmen Irak bu konuda pek sesli düşünememiş daha doğrusu İran savaşı, Kuveyt işgali gibi iç karışıklıklardan dolayı bu düşüncesini söylemeye fırsat bulamamıştır. Irak’ın açıkça söylemese bile Türkiye’ye diş bilediği Dicle ve Fırat akarsuları Irak topraklarında Şatt’ul Arap adıyla birleşmektedir. Bu akarsuyun 1980–88 yılları arasında anlamsız yere 8 yıl devam eden İran-Irak savaşının başlamasının ana nedenlerinden6 olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu’da yeni işgal sinyalleri vermesi amacının sadece bölgedeki petrol olmadığını düşündürmektedir. Bölgedeki Amerikan varlığı acaba Irak’tan sonra sıra İran’da mı? Yoksa Suriye’de mi? sorularını akla getirmektedir. Bazı araştırmacılar Sovyetlerin olmadığı bir dünyada Irak işgalinin sadece petrol kaynakları veya İsrail’in desteklenmesi ile açıklanamayacağının en 7 iyi delili olarak Amerikan yüzyılı projesini göstermektedirler. Böyle bir proje doğru olduğu ve bölgede zorla uygulanmaya kalkıldığı takdirde; Ortadoğu’nun yeni olaylara sahne olacağı ve Türkiye’nin de başını daha fazla ağrıtacağı söylenebilir. Sonuç Türkiye, çeyrek asırdan beri bir türlü istikrara kavuşamayan güneydoğu sınırındaki Irak sorunundan en fazla etkilenen devletlerin başında gelmektedir. Çünkü Türkiye, Irak sorunu kendi dışında gerçekleşmesine rağmen kendisini sorunun içinde bulmuştur. Irak’ın kuzeyinde meydana gelmesi muhtemel yeni 1 Tayyar Arı, 2006, 741 Nihat Ali Özcan, 2001, 98 Ramazan Gözen, “Kuzey Irak Sorunu”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (2006, 810) 4 Yılmaz, S., 2007, Türkiye İçin Ulusal Güvenlik Raporu, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, (İstanbul, 2007, 41) 5 Alper Şen, “Su Sorunu Ekseninde Suriye-Irak-Türkiye İlişkileri” Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, 90) 6 Turan, Ö., 2003, 343 7 Taha Özhan, “Amerika Irak’ta Ne Arıyor?” Mostar, Sayı:28, (2007, 44) 2 3 138 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ oluşumlar; Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilemeyeceği gibi, bölgenin 21. yüzyılı da istikrara kavuşamadan geçireceğini açıkça göstermektedir. Irak sorunu; Türkiye’yi siyasi açıdan olduğu kadar, askeri, kültürel, ekonomik ve sınır güvenliği açısından da sürekli olumsuz etkilemektedir. Türkiye-Irak dış ticareti, sınır ticareti, petrol sevkıyatı, müteahhitlik hizmetleri ve karayolu taşımacılığı, Irak’taki belirsizlikten çok büyük zararlar görmüş ve görmeye devam etmektedir. Jeopolitik açıdan son derece önemli bir konumda bulunan Türkiye, Irak sorununun çözüme ve istikrara kavuşması ile rahat bir nefes alacaktır. Irak’taki gelişmeler Türkiye’yi olduğu kadar bölge ülkelerini de yakından ilgilendirmektedir. ABD ve İngiltere’nin dışında Fransa, Almanya, Rusya, Çin gibi büyük güçler Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından takip etmekte kendi aleyhlerine olabilecek gelişmelerden rahatsızlık duyduklarını yüksek sesle dile getirmektedirler. Ortadoğu ülkeleri, Afganistan ve Irak’ın ardından ABD yanlısı politikalara karşı çıkmaları halinde demokratikleştirme adı altında kendi rejimlerinin yıkılacağı ve hatta ülkelerinin işgal edilebileceği kaygısını taşımaktadırlar. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale ederek dengeleri değiştirmeye başlaması ve burada ortaya çıkan huzursuz ortam bölge ülkelerinin daha fazla işbirliğine gitmelerine yol açmıştır. Son yıllarda Suriye-Türkiye ve İran-Türkiye ilişkilerindeki iyileşme bunun bir göstergesidir. İsrail, bölge ülkelerine karşı sürekli ABD’nin yanında yer almakta, Arap ülkelerinin kendi sorunlarıyla uğraşmalarından son derece hoşnut olduğu gibi, İran ve Suriye gibi ülkelerdeki rejimlerin yıkılmasını istemektedir. Suriye, İran ve Türkiye Irak’ın kuzeyinde oluşturulacak bağımsız bir Kürt devletine karşı olduklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini her fırsatta dile getirmektedirler. Kısacası Irak’ta devam eden belirsiz süreç Ortadoğu’nun tamamını etkilemekte, Türkiye ve bölge ülkeleri Irak’taki Amerikan varlığından, Irak’ın toprak bütünlüğünün bozularak parçalanmasından ve burada yeni devletlerin ortaya çıkabilecek olmasından son derece endişe duymaktadırlar. 139 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES 6 NCI OTURUM YENİ ORTA DOĞU (THE NEW MIDDLE EAST) Oturum BaşkanI : Prof.Dr. Erol Eren, Raportör : Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen Katılımcılar Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL Prof. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU E. Tümg. Armağan KULOĞLU 140 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ EXCLUDED DUE TO THE TECHNICAL REASONS (TEKNİK NEDENLERLE KONULAMADI) RAPORTÖR DEĞERLENDİRMELERİ Raportör değerlendirmeleri kapsamında her oturumda konuşmacıların yer verdiği ve raportörler tarafından not edilen kritik mesajlar özetlenmiştir. 1 nci Oturum: (1 nci Gün 10.45 – 11.50: Bugünkü Orta Doğu) Oturum Başkanı: Prof.Dr. Hasan Köni (Bahçeşehir Üniversitesi), Raportör: Yrd.Doç.Dr. H. Övgü Tüzün (Beykent Üniversitesi). Christopher Krafft (Amerikan Büyük Elçiliği, Dış İlişkiler Müdürü) • Irak, demokratik seçimlerle başa gelmiş hükümeti yönetiminde birleşik ve istikrarlı bir ülke olarak başarıyla gelişmektedir. Son yedi ayda Irak’ta yaşananlar ışığında Amerikalı yetkililerin görüşü, ülkenin politik, ekonomik ve diplomatik gelişmeler boyutunda olumluya dönen bir çizgi yakaladığı yönündedir. • Yeni Irak bayrağı üzerinde nihayet uzlaşılmıştır. Yaklaşan 2008 Yerel seçimleri ve 2009 sonunda gerçekleşecek olan ulusal seçimler ülkedeki önemli politik aktörler tarafından desteklenmektedir ve 2008 bütçesi onaylanmıştır. Irak Temsilciler Meclisinin etkinliği de giderek artmaktadır. Bu göstergeler ışığında Irak halkının tavrı da değişmektedir ve korkular gözle görülür bir biçimde azalmaktadır. Irak’ın geleceğini tehdit eden en önemli tehlike şu an Irak Başbakanı el-Maliki’nin de savaştığı Sadr hareketidir. • Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Irak’taki terörist PKK’yla olan mücadelesini sürdüren Türkiye’ye desteğini kararlı bir şekilde devam ettirecektir. Bu konu Türkiye ve Irak arasında ciddi bir problemdir fakat Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin geçtiğimiz ay Türkiye’ye yaptığı ziyaret bizim inancımıza göre Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. • İran, uranyum zenginleştirme faaliyetleri ve bölgedeki çeşitli silahlı grupları desteklemesi sebepleriyle hem komşularına hem de uluslararası güvenlik ve istikrara ciddi bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir. • Filistin Devleti’nin kurulması çok gecikmiştir. Amerika Birleşik Devletleri kurulacak Filistin Devletinin Ortadoğu’da istikrarı arttıracağına ve hem İsrail’in hem de tüm bölgenin güvenliğine katkıda bulunacağına inanmaktadır. Oliver Cornock (Oxford Business Group) • Petrol, üretici konumundaki ülkelerin elindeki en güçlü silahtır. Çin ve Hindistan’ın yükselen talebinin de etkisiyle varil başı 100 dolar civarında seyreden petrol fiyatları Körfez ülkelerine büyük kazançlar sağlamaktadır. Bunun yanında, petrol fiyatlarının ‘yüksek’ olduğu iddiası tartışmalıdır; 141 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES fiyatların yüksek olup olmadığı tarihsel bağlam içinde ve karşılaştırmalı olarak değerlendirilmelidir. • Körfez bölgesi ülkelerinde yaşanan nüfus artışına paralel olarak, özellikle Güneydoğu Asya kökenli göçmen işçilerin sayısında da ciddi artış görülmektedir. Buna karşılık Körfez ülkeleri, göçmen işçilere kota uygulayarak ve çekici çalışma şartları sunarak, daha yüksek ücret talep eden kendi vatandaşlarını çalışmaya teşvik etmektedir. • Petrolden elde edilen karlar, özellikle hukuksal altyapı yetersizlikleri nedeniyle, son yıllara kadar etkin bir biçimde kullanılamamıştı ama bu durum artık değişmektedir. Bu anlamda, Dubai başarılı bir örnektir. • Piyasalarda bulunan yüksek seviyelerdeki likidite hem yabancı piyasalara yönelmekte, hem de –giderek artan bir şekilde- sağlık ve eğitim yatırımlarında kullanılmaktadır. Emlak ve turizm sektörlerinde de ciddi atılımlar gözlemlenmektedir. • Tablo şu an için olumlu görünse de geleceğe dönük kaygılar, özellikle gelişmenin sürdürülebilirliği bağlamında halen mevcuttur. Körfez ülkelerinde sürdürülebilir gelişme ancak devamlı ve sürdürülebilir ekonomik liberalizasyon politikalarıyla sağlanabilir. • Petrol ve gaz rezervleri bittiğinde Körfez ülkelerini nasıl bir geleceğin beklediği ise belirsizliğini korumaktadır. 2 nci Oturum: (1 nci Gün 14.00 – 15.05: İslam, Demokrasi Ve Modernleşme) Oturum Başkanı: Doç.Dr. Vedat Bilgin (Gazi Üniversitesi), Raportör: Yrd.Doç.Dr. Gonca Durgun Bayraktar (Beykent Üniversitesi), Oturum başkanı Doç. Dr. Vedat Bilgin açılış konuşmasında, Batı-merkezli kültürel yaklaşımın özelliklerine ve modernleşme teorisinin sorunlarına değinerek, alternatif yaklaşımların geliştirilmesi gereğine işaret etti. Dr. Ebru Canan (Bahçeşehir Üniv.) (Islam and Democracy: A Study of European Elite and Public Opinion on Turkey’s EU Membership) • İtalya’da 2004 ve 2006 yıllarında İtalyan “elit”i ve “halkı”nın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda “tehlike” ve “uyumluluk” hipotezleri çerçevesinde kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplar ile ilgili istatistiki açıklamalar yapıldı. • “İslami köktendincilik”ile ilgili tehdit algılamasının tarihsel kökleri bulunmaktadır ve İslam İtalya’da giderek artan oranda olumsuz bir imaja sahiptir. • Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak AB’ye katılımı konusunda elitin, halka kıyasla Türkiye’yi daha fazla destekler nitelikte olduğu söylenmekle birlikte, İslami köktenciliğin daha fazla oranda tehdit olarak algılanmaktadır. Dr. Caner Cantürk (Uludağ Üniv.) (Orta Doğu’da Büyük Çözülme ve Lübnan Nizamnamesi) • Lübnan’ın “bir çatışmalar ülkesi” haline gelişinin tarihsel bir dönemi üzerinde durularak, 1918 Fransız işgaline kadar olan dönem ve petrolün keşfi ile birlikte çatışmanın etnik temelden dinsel temele kayması açıklandı. • Lübnan’ın 19.yy.’da etnik ve dinsel temelli taşra örgütlenmesi ve bölünmesinin ayrıntıları Lübnan Nizamnamesi çerçevesinde izah edildi. 142 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ • Lübnan Nizamnamesi’nin emperyalist tarih içinde değerlendirilmesi, Ortadoğu’da demokrasi ve modernleşmenin emperyalizm gerçeğinden ayrı düşünülmesinin mümkün olmadığına işaret etmesi açısından önemlidir. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin (Gazi Üniv.) (ABD’nin Müslüman Savaşçıları) • 1979 Afganistan işgali ile Yeşil Kuşak Projesi dahilinde Islam; ABD’nin dış politikasında önemli hale geldi ve İslam’ın cihatçı yorumu ön plana çıktı. • Yeşil Kuşakta ön plana çıkarılan cihatçı yorumdan beslenen savaşçılar 1990’lar itibariyle ABD tarafından “yüzüstü” bırakıldı; Batı ile çatışmayan “ılımlı İslam”a geçildi. Yeni proje “Açık Yeşil Kuşak Projesi”dir. Ilımlı İslam; İslam’ın kendisi değil, politik-dini yapıdır ve 11 Eylül sonrası İslam dünyasının şekillendirilmesine temel teşkil edecektir. • “Açık Yeşil Kuşak Projesi”nin başarılı olamayacaktır. ABD bölgede iki şeyi “satmaya” çalışmaktadır; (a) Radikal İslam’ın tehdit olduğu ve bunun, İslam’ın kendi içinden çıkan marazi bir durum olduğu; (b) Temsilcisi İran olan tehdit durumundaki Radikal İslam’a karşı Batı ile çatışmayan ılımlı kuşağın oluşturulması gereği. 3 ncü Oturum: (1 nci Gün 15.40 – 16.45: Orta Doğu’nun Güvenlik Sorunları) Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ümit Özdağ, (Gazi Üniversitesi), Raportör: Yrd.Doç.Dr. Sait Yılmaz (Beykent Üniversitesi), Dr. Saffet AKKAYA (ODTÜ) (Challenges for a Broader Security Perception in ME) • Orta Doğu’da Soğuk savaş sonrası güvenlik algılamalarının önündeki en önemli boşluklarından birini Komünizmin çöküşü sonrası Arap Sosyalizminin içinde bulunduğu arayış oluşturmaktadır. • Orta Doğu’da dini ve etnik motifler tekrar yükselirken, milliyetçi akımlara dönülmektedir. • Orta Doğu’da küreselleşme ile birlikte devam eden kalkınma ve modernleşme sorunları iç içe geçmiştir. • İslam’ın Batı hegemonyasına karşı tepkisel yükselişi, ABD ve AB dışındaki yeni yükselen güçleri bölgeye girişine tanıklık etmektedir. Dr.İdris DEMİR (Gazi Üniversitesi) (How will the Rise in Oil Prices Effect the Political Economy of the Oil Exporting States in the Middle East?) • Orta Doğu’da petrol ihraç eden ülkelerin petrol fiyatlarını artırması ithalci ülkeleri yeni enerji kaynağı alternatifi yaratma arayışına yöneltirken, ihracatçı ülkelerde sağlanan fazla gelirin nasıl kullanılacağı konusunda rahatsızlıklar başladı. • Batıdan gelen paraları kullanacak tek aktör devlet olduğu için istismarların önü açıldı. Devlet yönetiminde etkili aileler, parayı topluma yaymadan istedikleri gibi kullandılar. • Sağlanan gelirin önemli bir kısmı silahlanma için gene batıya gitti. • Bu aynı zamanda ülke yöneticilerinin Batı yanlısı olduğu imajını kuvvetlendirdi ve İran’daki devrim gibi istikrarsızlıkları besledi. Mihal Gur-ARYEH (İsrail Başkonsolos Yardımcısı) 143 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES (Recent Developments in Israeli-Palestinian Conflict ) • Annapolis Süreci sonrası İsrail ve Filistin arasındaki ilişkiler iyi yönde gitmektedir. Özelikle Batı Şeria’da şartlar iyileşmektedir. • İsrail’e karşı terör saldırıları çok yoğun bir şekilde devam etmektedir. Her 40 dakikada bir roketli saldırı yapılmaktadır. • Filistin’in saldırıları uluslar arası hukuka uygun değildir. Uluslar arası hukuk savaşçı ve savaşçı olmayan tanımı getirmektedir ancak sivillere de saldırılmaktadır. • Filistin tarafı canlı kalkan olarak sivilleri kullandığından istenmeden sivillerin ölümü ile karşılaşılmaktadır. Aigerim SHILIBEKOVA (Euroasian National Univ.) (Turkey as a Security Actor in the Middle East and Central Asia: A Comparative Analysis) • Kazakistan’dan bakıldığında Türkiye bölgesel bir güç olarak algılanmaktadır. Pek çok bölge aktif olmakla beraber, bu aktifliğin güvenlik boyutu ihmal edilmiş, ancak barış operasyonları ile gündeme gelmektedir. • Orta Doğu ve Orta Asya birbirine benzemektedir; yabancı güçlerin yoğun ilgisi, petrol ve su bulunmakta ancak, demokrasi yoktur. • Türkiye, bugüne kadar politika üreten değil tüketen bir ülke konumunda idi. Yeni yeni Orta Doğu’da bir güvenlik aktörü olmaya başladı. Enerji için İran ile işbirliğine girmesi bu yönde en dikkat çekici gelişmelerden bir tanesidir. • Türkiye’nin tüm komşuları ile problemli olması da anlaşılması zor bir konudur. İstikrarlı bir Türkiye, istikrarlı bir Orta Doğu demektir. 4 ncü Oturum: (2 nci Gün 09.35 – 10.40: Orta Doğu Ve Dünya) Oturum Başkanı: Prof.Dr. Tayyar Arı (Uludağ Üniversitesi), Raportör: Doç.Dr. Ertan Efegil (Beykent Üniversitesi), Fatma Aslı KELKİTLİ (Boğaziçi Üniversitesi) (The Russian Involvement in Middle East: Putin Era) • Putin’in dış politikasının temel hedefleri, Rusya’nın bölgedeki ekonomik nüfuzunu muhafaza etmek, ABD’nin tek taraflı politikalarına direnme, İran’a destek vermek, İsrail’e karşı tarafsız politika izlemek, Katar, Ürdün, Suudi Arabistan ve Irak ile ilişkileri geliştirmektir. • Yerel ortaklıklar kurarak, bölge pazarına giriş yapmak, Çeçenistan konusunda bölge devletlerinin desteğini engellemek ve Rusya’nın bölgedeki etkisinin yeniden tesisi için çabalamaktadır. • Sonuçta, Rusya’nın bölgedeki etkisi sınırlıdır. ABD’nin Irak işgalini, İsrail’in saldırılarını ve ABD’nin İran’a baskılarını engelleyemedi. Washington’ın bölgedeki etkisi devam etmektedir. Yrd.Doç.Dr. Halil ERDEMİR (Celal BAYAR Üniversitesi) (İsrail’in Ortadoğu Politikalarındaki Rolü) • Orta Doğu bölgedeki, petrol kaynakları ve kültürel açısından oldukça önemlidir. 144 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ • Osmanlı’nın son döneminde İngiltere ve Fransa’ya bölgeye nüfuz etmeye çalıştı. Bu amaçla bölgedeki yerel grupları (Arapları, Ermenileri ve Yahudileri) kullandılar, bölgede okullar açtılar. • İsrail’in kurduğu duvar, Filistinlileri mağdur etmiştir. Batı Şeria’nın suyunun %51’ini içine almaktadır. • Duvar sorunu çözüm beklemektedir. Kudüs’un durumu netleştirilmeli. 3.7 milyon mülteci evine geri dönmeli. Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ (Beykent Üniversitesi) (Middle East in the Light of 21 st Century’s Power Relations) • 21. yüzyıl güvenlik ortamını şekillendirecek parametrelerin başında; ABD hegemonyası ve AB’nin geleceği, Rusya ve Çin’in yükselme trendleri, uygarlıklar savaşının gerçekleşme ihtimali, küreselleşme ve enerji kaynaklarının geleceği sayılabilir. • Orta Doğu bölgesinin geleceği büyük ölçüde geri kalmış toplum yapısı, tek metaya dayalı ve gelir eşitsizliğini artıran ekonomiler ve göç ile beslemekte olan iç istikrarsızlıklar neticesi ortaya çıkacak yeni rejimlerin ortaya çıkaracağı güvenlik gruplanmaları ile şekillenecektir. • ABD, asıl rakibi Rusya ve Çin olması gerekirken ABD İslam ve Türk dünyası ile mücadele etmektedir. İslam dünyasının ciddi sorunları (siyasi istikrarsızlık, askeri zayıflık, servetin eşit olmayan dağılımı, eğitimin kalitesizliği gibi) bulunmaktadır. Batı dünyası yaklaşan Çin uygarlığı tehdidine karşı bir an önce İslam dünyası ile barışmalıdır. • ABD, Çin’in gelişimini engellemek için, BOP bağlamında bölge petrollerini kontrolü altına almak istemektedir. Çin, Malakka Boğazı ile ABD’ye bağımlıdır ve Rusya ile birlikte, İran üzerinden Ortadoğu’ya nüfuz etmeye çalışmaktadır. • Ortadoğu’nun kendi BM’sine, NATO’suna ve AB’sine ihtiyacı var ama bu örgütlerin varlığı içinde dış güçlere ihtiyaç var ve içi iyi doldurulmazsa Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi bunlar da ölü doğar. • Türkiye, Orta Doğu’nun şekillenmesinde yeni bir güvenlik konsepti ve yumuşak gücü önceliğe alan yeni bir güç projeksiyonu ile proaktif roller edinmeli, bu kapsamda başta ABD olmak üzere diğer büyük güçler ile işbirliği yapmalıdır. 5 nci Oturum: (2 nci Gün 11.20 – 12.35: Orta Doğu Ve Türkiye) Oturum Başkanı: Prof.Dr. Haydar Çakmak, Raportör: Yrd.Doç.Dr. Muzaffer Ürekli, Yrd.Doç.Dr. Hasan AKBAYRAK (Beykent Üniversitesi) (Orta Doğu’nun Kültürel Mirası ve Türkiye) • Orta Doğudaki Osmanlı dönemi mimari eserleri tamamen kaybolmadan korunmalı ve onarımı yapılmalıdır. • Bölgede tespit edilen 253 eserin bütün detaylarıyla iyi bir envanteri yapılmalıdır. Bu çalışmaların hızlandırılıp bir an evvel tamamlanması şarttır. Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER (Marmara Üniversitesi) (Orta Doğu’da İthal Çözümlerin Başarısızlığı ve Türkiye Modeli) • Amerika’nın dünyaya dayatmaları ve verdiği zararlar üzerinde dikkatlice durulmalıdır. 145 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES • Amerika’nın İsrail ve İngiltere ile Stratejik ortaklığı bulunmaktadır. Bu yüzden ABD İsrail’e her zaman destek vermektedir. • Amerika ile Türkiye’nin çatıştığı konular, uyuştukları konulardan çok fazladır. Türkiye’nin yapması gereken ise; milli politikalar uygulanması ve bölge merkezli dış politika izlenmesi diye özetlenebilir. Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA (Uşak Üniversitesi) (Türkiye ve Bölge Güvenliğine Etkileri Açısından Irak Sorunu) • Sorunun iyi anlaşılması için gerek petrol gerek diğer malların ticareti ve bunun toplam ticaret içindeki oranlarını karşılaştırmalı olarak çok iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Mesut TAŞTEKİN (Gazi Üniversitesi) (Türkiye’nin Yeni Orta Doğu’da İstikrar Yapıcı Rolü’nün Rasyonalitesi) • Dış ilişkiler çerçevesinde kavramlar yerli yerinde ve doğru olarak anlaşılabilir bir şekilde kullanıldığı takdirde değer kazanırlar. • Türk dış politikası çok yönlü bir hal almaya başlamıştır. 6 nci Oturum: (2 nci Gün 14.00 – 15.10: Yeni Orta Doğu) Oturum Başkanı: Prof.Dr. Erol Eren, Raportör: Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen Şükrü Sina GÜREL (Eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı) • Yeni Orta Doğu ile eskisi arasında çok büyük bir fark yoktur. Bölge dışı güçler değişmiş olabilirler ama benzer sorunlar bugün de devam etmektedir. • 19. yüzyıldaki İngiltere ile şimdiki aktör ABD’nin uygulamaları bir büyük savaşa yol açacak şekilde birbirine benzemektedir. 19. yüzyılda Doğu sorunu içerisinde İngiltere’nin amacı Hint yolunun güvenliğini sağlamaktı. ABD’nin şimdiki amacı da petrol aramak, batıya petrol ulaşımının engellenmemesini sağlamaktır. • Irak’ta ABD tarafından özgürlük sağlanamamıştır. Bir ülkede can güvenliği yoksa size sunulan hiçbir özgürlükten yararlanamazsınız. ABD’nin bu bölgede hedeflediklerinin tam tersi bir durumla karşılaştı. Irak’ta radikalizm yok olacağına daha da radikalleşme gerçekleşti. Özellikle İran 2000’li yılların başından itibaren daha da radikalleşmiştir. • Filistin Kurtuluş Örgütü 1960’lı yılların başından beri son derece demokratik bir yapıya sahipti. Laik siyaset yapmak isteyen örgütler konfederasyonuydu. Günümüzde HAMAS, örgütün yarısına hakim bir yapı oluşturdu ve El Fetih gücünü kaybetti. Filistin Kurtuluş Örgütü ılımlı bir örgüt olmaktan çıktı ve laik yapısını kaybetti. • Yeni Orta Doğu ABD’nin güncel söyleminin tam tersine radikalleşmiş, demokratikleşmek bir yana bir kaosun içine sürüklenen bir bölge olmuştur. • Orta Doğu 1940-1950’lerde sömürgeciliğin çöktüğü bir yer olmuştu fakat şimdi ulus-devlet modelinin çökertileceği ilk yer olacaktır. Armağan KULOĞLU (E. Tümg, BÜSAM Danışma Kurulu Üyesi) • Yeni Orta Doğu kelimesi ABD belgelerine göre Ortadoğu’nun yeniden adlandırılmasıdır. (New Middle East) 146 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ • Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’ya Doğu bloğu hakimdi. Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasından sonra tek kutuplu düzene geçildi. Dünya iki kutuptan tek kutuba geçiş yaptı. ABD bu durumda hemen dünyaya egemen olma girişimlerine başladı. • Çin kontrol altına tutulmalıydı. Rusya eski Rusya değildi, gücünü kaybetmişti. Avrupa Birliği genişledikçe karar alma zorlaşınca birlik geriliyordu. • Tek tehlikeli saha terör üreten sahaydı. Dünya sanayi çağından bilgi çağına geçiş yaptı. Artık egemenlik (kara-hava-deniz) teorilerinin yerine enerji egemenliği konusu ön plana çıkmaya başladı. Enerjinin olduğu bölge Büyük Orta Doğu bölgesidir ki ABD işte burayı kontrol etmek istemeye başlamıştır. Önce iç ayaklanmalar örgütlendi, turuncu devrimler tezgahlandı. Küreselleşmenin etkilerinden faydalanıldı. Büyük şirketleri teşvik ederek egemenlik politikası sürdürülmeye çalışıldı. • ABD, 2001 yılında başına gelen beladan sonra içinde bulunduğu duruma biraz daha güç katarak Afganistan’a müdahale etti. Irak’a yaptığı müdahale ile İran’ı ve Suriye’yi baskı altına alabileceğini düşündü fakat bunu gerçekleştiremedi. Irak’ta başarılı olamadığı gibi İran’ın bölge üstünde daha egemen olduğunu gördü. • ABD, Türkiye’nin stratejik ortağı değildir. İlişkiler müttefiklik ilişkileri içerisindedir. Müttefiklik, karşılıklı menfaatler çerçevesinde olur. • AB ile ilişkilerde çok dikkatli olunması gerekmektedir. Türkiye AB’ne girmek zorunda değildir. Seksen beş yıldır AB üyesi değildir ve ayaktadır. AB ülkeleri ile ilişkiler de ABD ile olduğu gibi çıkar ilişkilerine dayanmalıdır. • Türkiye’deki iktidarın durumu da göz ardı edilmemelidir. Kendini kurtarmak için yabancılara sığınılmaz. • Kurtuluş Atatürkçü düşünce sistemidir. Ulus-devlet, laik cumhuriyet muhafaza edilmelidir. Atatürkçü düşünce sistemi bizim kurtuluşumuzdur. Doç. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU (İstanbul Üniversitesi) • Terör küreselleşmedi, yeni çıkar ilişkileri üzerinden terör üretilmeye başlandı. Terör, yeni devletsel silahlı diplomasidir. Hiçbir terör örgütü devlet desteği olmadan yaşayamaz. • Orta Doğu’nun kaderi bu zeminde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu coğrafya 21. yüzyılın kilit coğrafyasıdır. Mücadele, anahtarın kimin elinde olacağı mücadelesi, yeni bir atlas oluşturma çabasıdır. • Orta Doğu yeniden oluşturulacak. Yeni haritalar, yeni rejimler yeni sınırlar ortaya çıkacak. • Irak’ta görülen şudur: Yıkmak kolaydır, inşa etmek zordur. 147 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES SEMPOZYUM GÖRÜNTÜLERİ Sempozumunuzun açılış konuşmalarını yapan KKTC Kurucu Başkanı Sayın Rauf DENKTAŞ, CHP Genel Başkan Yardımcısı E.B.Elçi Sayın Onur ÖYMEN, Üniversitemiz Rektörü Sayın prof.Dr. Cuma BAYAT ve Mütevelli Heyeti Üyeleri Sayın İ.Erkan ÇELİK ve Sayın Alkan ÇELİK ile birlikte. 148 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Sempozyumun ilk gününde Hilton’da verilen öğle yemeğinden bir görüntü. Sempozyumun birinci günü akşam yemeğinde BÜSAM Danışma Kurulu üyeleri Sayın Rektör Prof.Dr.Cuma BAYAT ile birlikte. 149 PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES Sempozyumun birinci günü akşam yemeğinde BÜSAM üyeleri birlikte. Sempozyumun ikinci gününde öğle yemeğinde soldan sağa BÜSAM Müdürü Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Prof.Dr. Tayyar ARI, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof.Dr. Ali L. KARAOSMANOĞLU, BÜSAM Başdanışmanı Tümg. Armağan KULOĞLU birlikte. 150 1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Altıncı oturuma katılan Oturum Başkanı Prof.Dr.Erol EREN ve konuşmacılar Prof.Dr.Şükrü Sina GÜREL, Prof.Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU, E.Tümg. Armağan KULOĞLU ve raportör Yrd.Doç.Dr.Efkan CANŞEN’e teşekkür belgelerini Üniversitemiz Rektörü Sayın Prof.Dr.Cuma BAYAT’tan aldılar. 151