Okuyun - Bilgeler Zirvesi
Transkript
Okuyun - Bilgeler Zirvesi
Şaban SAĞLIK (*) Cengiz Aytmatov’un “Aşk Felsefesi”nin Figürleri Olarak AK YAZMALI CEMİLE İLE AL YAZMALI AYSEL (ASEL) 1 Aşk, geleceğin tanrıçasıdır! Aşk olmazsa insanın geleceği olmaz. Aşk yaşamın temelidir. Aşk olmazsa, onunla bağlantılı tutkular da olmaz. Ve insan yaşamı bomboş olur. Ve ayrıca, aşk olmazsa çocuklar da olmaz, bizi geleceğimize bağlayan nedenler. Doğanın verdiği her şeyi, yıldızları, kozmosu, aşk hepsini içerir. Aşk bir senfonidir, dünyanın senfonisi… Cengiz Aytmatov Aşkın Retoriği 2 Abdurrahim Karakoç “Mihriban” adlı meşhur şiirinin (türküsünün de diyebiliriz) bir dörtlüğünde şunu söyler: “Tabiplerde ilaç yoktur yarama / Aşk deyince ötesini arama / Her nesnenin bir bitimi var ama / Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.” Yeryüzüne geldiği günden bu yana ve hâlâ insanoğlunun hayatında mevcut olan “aşk” duygusu, tarih boyunca belki de hakkında en çok konuşulan ve söz söylenilen mevzu olmuştur. Bu durum bile “aşk” kavramının önemini ortaya koymağa yetiyor. Öyle ki, bu konu hali hazırda da hiçbir zaman bitmeyecekmiş gibi görünüyor. Hakkındaki bu “sınır çizilemezlik” ve “tanımlanamazlık” durumunun bilincinde olarak “aşk” kavramına bakılmalı ve değerlendirme yapılmalı, diyoruz. Günümüzdeki şehvete ve cinselliğe indirgenen anlamını da dikkate alarak şunu söyleyebiliriz ki, yeryüzünde hakkında çok şey söylenen olguların başında “aşk” gelir. Temelde belirli bir “kopuş”u ve ayrılığı içeren aşk, asla kopmak istemeyen ama kopan / koparılan iki farklı özneyi zorunlu kılar. Burada, kopuş ya da ayrılık durumları, daha önceden belirli bir birlikteliği ve bir aradalığı gerektirmektedir. Bu durum işin metafizik / dini boyutudur. Burada “ilk görüşte aşık olmak” durumu, söylediklerimizin zıddı olarak görülebilir. Söz konusu zıtlık, metafizik algının kişideki durumuna göre belirginleşmekte ya da herhangi bir sıkıntı yaratmamaktadır. Yani, görünen alem / görünmeyen alem olgusuna bakışımız, bir bakıma aşka bakışımızı da tayin etmektedir. İlk aşk, görünen alemde ilktir; ama görünmeyen alem için aynı şeyi söylemek zordur. Burada İslami literatürde de kullanılan “kâlu belâ” sözünü hatırlatalım. Görünen alemde ilk gibi yansıtılanlar aslında görünmeyen alemde (kalu belada) belirli bir birliktelik ve tanış olma durumuna dayanmaktadır. Bu anlamda tanışmaların görünmeyen alemde başladığını söylemek durumundayız. Kopuşlar ve ayrılıklar istenen değil, istenmeyen ayrılıklar olduğu için, ister istemez tarafları belirli bir kavuşma (vuslat) özlemi sarmıştır ki, bunun adı da “aşk”tır. Bir Anadolu köylüsünün şu sözü bu durumu kısa ve net biçimde anlatmaktadır: “Oğlan kızı ister, vermezlerse aşık olur.” Bu demektir ki, aşık olmanın şartı daha başlangıçta ulaşılmaz olanla belirleniyor. 3 Burada niyetimiz aşk tanımı yapmak değildir. Çünkü aşk, tek bir tanıma sığacak kadar basit ve anlaşılır olma niteliği taşımaz. O, o kadar değişik kılık ve görüntü altında insana hükmeder ki, sadece bu kılık ve görüntüler hakkında bile hacimli kitaplar yazılabilir. Mesela, Molla Cami’ye göre aşk bir öğretmendir. Öğrenci durumunda olan aşık ve bir anlamda maşuk ise “sükut köşesi”nde bu eğitimi alırlar; dolayısıyla sükut köşesi aşkın dershanesidir. Yani, sükut etmek, yemeden içmeden kesilmek, adeta dünyadan kopmak aşkın tezahürlerinden biridir. Erich Segal bu konuda şunu söyler: “Gerçek aşk sessizce gelir. Çanların çaldığını duyuyorsanız kulaklarınızı kontrol edin.” Aşkın bir başka tezahürü ise “yanma” kavramıdır. Rasim Özdenören bu manada şunu sorar: “Niçin aşk deyince ateşi ve sıcaklığı hatırlıyoruz?” Yazar kendi sorduğu soruya şu cevabı verir: “Ateş ve sıcaklık “hayat” anlamına gelirken, soğukluk ölümü hatırlatır.” Özdenören’e göre aşkı diri ve ebedi kılan ise sahip olamamak, uzakta kalmak, kalbin ve yüreğin ateşiyle yanmaktır.” Kimilerine göre de aşk daima günah duygusuyla maluldur. Çünkü aşık maşukunu mabut (fetiş, put) haline getirmekten sakınmaz. Aşk, bir başka açıdan Prof. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, SAMSUN. 1 Bu makale, 17-18 Aralık 2013 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen ‘Doğumunun 85. Yılında Uluslar Arası Cengiz Aytmatov Bilgi Şöleni ’nde bildiri olarak sunulmuştur. 2 Bu alt başlık altındaki bilgileri verirken, (“Aşkın Diyalektiği, Kuyu ve Toz Penceresinden Rasim Özdenören’in Aşka Bakışı”, Kafdağı, Sayı: 60, 2006, s. 105-128) adlı yazımdan geniş ölçüde yararlandım. (Ş. S.) 3 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, İz Yayıncılık, İst. 2002, s. 90. (*) 2 ise alışveriş değildir; aşk yalnızca veriştir. 4 Albert Camus, aşkı akıllı, aptal demeden, bütün insanlara bulaşan bir hastalık olarak nitelendirir. Barca’ya göre ise aşk, çılgınlık olmadan asla vuku bulmaz. Baument ve Flecther, “Aşk, köpeği bile kafiyeli havlatır.” der. Cenap Şehabettin ise, aşk yolunun garip yokuşları ve inişlerinden söz eder. Ona göre çıkarken baş döner, inerken de gönül bulanır. Stendhal ise aşkı, çok renkli bir çiçeğe benzetir. Fakat bu çiçek uçurumlarda yetişir. Daha da artıracağımız bu tezahürler ve özellikler, “aşk” kavramının boyutlarını sezdirecek niteliktedir. Burada “aşk” hakkında şunu sormak gerekiyor: “Aşk nasıl ortaya çıkıyor? Pek çok cevabı olan bu soruya konu hakkında fikir beyan eden düşünürlerden bazılarının cevabını verelim. “Aşk vuslat iştiyakından ve vuslatın imkansız halde bulunmasından doğuyor.” 5 “Aşk şakayla başlar, ciddi durumlarla biter. Aşk ne din tarafından inkar edilir ne de yasalarca yasaklanabilir. Çünkü yürekler Allah’ın elindedir.” “Aşkın belirtileri vardır. İlki sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır. Göz, ruha açılan büyük bir penceredir.” 6 İbn Hazm aşkın ortaya çıkışı hakkında şu açıklamayı da yapar: Sevgilinin sözünü can kulağı ile dinlemek, ileri sürdüğü görüşlere hayran olmak, saçma sapan sözlerini bile önemsemek, haksız olduğu anlarda, onu haklı görmek, sevgilinin bulunduğu yere giderken acele etmek, cömertleşmek, sevgiliyle dar bir yerde buluşmadan dolayı haz duymak, geniş ve açık bir yerde buluşmadan dolayı canı sıkılmak, bardakta sevgilinin bıraktığı artığı içmek gibi durumlar da aşkın belirtilerindendir. 7 Bunlar gibi daha pek çok şekilde tezahür eden veya ortaya çıkan aşk, belirli bir ontolojiyi de gerektirir. Yani aşkın aşk olabilmesi için, “taraflar” gerekir. Bu yönüyle bir “yapı” olan aşkın temel tarafları ise bilindiği üzere “aşık” ve “maşuk”tur. Rasim Özdenören bu konuyu felsefi bir temele oturtur. Ona göre, Hegel’in aşk anlayışına (aşkta da efendi-köle ilişkisi vardır) dayanarak aşk ilişkisinde ilk hareketin (aşkı başlatan momentin) maşuk tarafından başlatıldığını kabul etmemiz gerekir. Ancak burada aşk ilişkisinde etken tarafın aşık, edilgen tarafınsa maşuk olduğu varsayımı tepetaklak olmaktadır. Buna rağmen aşk ilişkisini başlatanın, zorunlu olarak aşık olduğunu varsaymamız gerekmektedir. 8 Rasim Özdenören aşkın tarafları konusunda, yani aşk ilişkisi hususunda Bir Tevrat öyküsü olan Samson’dan 9 hareketle şu yorumu da yapar: 1.Aşık kalbinde (bilinçaltında) yaşattığı sevgiliyi arıyor. O, düşman kavmin bir üyesi de olsa aşık onu buluyor. 2.Aşkın iki taraflı olması gerekmiyor. 3.Yanlış sevgiliye sırrını ifşa etmenin tehlikeli olduğu anlaşılıyor. 4.Aşık, yalnızca kendinde kalması gereken kutsal sırrını bile sevgilisine ifşa etmekten kaçınamıyor. 5.Yanlış maşuk, aşıkın sevgisini küçük bir dünyalık karşılığında tepebiliyor ve ihanet edebiliyor. 10 Görüldüğü gibi, aralarındaki ilişkinin boyutu farklı da olsa, aşkta iki temel taraf mevcuttur. Biri “aşık”, diğeri ise “maşuk”tur. Beşeri aşk düzleminde aşık için “erkek”, “maşuk” için de “kadın” diyebiliriz. Burada iki farklı figür söz konusudur. Ancak bu iki figür adeta tek kişi olmak için çaba sarf etmektedir. Bu konuda Rasim Özdenören şu ilginç tarihi anekdotu zikreder: “Mansur, hakkındaki hüküm infaz edilmek üzere darağacına tırmanırken orada İblis belirir ve ona “Sen ‘ben’ dedin, ben de ‘ben’ dedim. İkimiz aynı şeyi yaptığımız halde sen Tanrı’nın sonsuz merhametini kazandın, ben de lanetini” diyerek bir açıklama ister. Hallac şu cevabı verir: “Sen ‘ben’ derken kendinle birlikteydin, fakat ben kendimi kendimden arındırmıştım. Kendini düşünmek hoş bir şey değildir, buna karşılık kendinden ayrılmak, kendinden soyutlanmak yapabileceğin en iyi iştir.” 11 Her ne kadar Aşık Veysel, “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” derken “aşık” figürünü öne çıkarsa da, “aşık” 4 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 120, 125, 126, 171. Rasim Özdenören, a.g.e., s. 41. 6 İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı, Çev. Mahmut Kanık, İnsan Yay. İst. 2003, s. 31, 39. 7 İbn Hazm, a.g.e., s. 39-41. 8 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 160. 9 Tevrat’ta adı geçen bir kişidir. Adı güneşten gelen, güçlü, ışıltılı, Tanrı'nın hizmetkarı gibi anlamlar içerir. Saçlarını Tanrı’ya adamıştır. Saçlarını hiç kesmez ve şarap içmez, gücünü bu yeminine borçludur. Delilah’ya aşık olur ve gücünün sırrını onunla paylaşır. Delilah ona ihanet eder ve uyurken saçlarını keser, daha sonra Filistinliler onu yakalar gözlerini kör eder ve onu hapsederler. Aradan biraz zaman geçince Filistinlilerin bir toplantısına alay etmek için getirilir. Bu kadar güçlü bir adam şimdi bir esirdir. Ama aradan geçen zaman içinde Samson’un saçları uzamıştır. Bunu fark eden Samson gücümü yeniden kazanayım ve kendimle beraber gözlerimi kör eden bu insanları da öldüreyim diye dua eder. Binanın sütunlarından birini yıkar ve böylece bina yıkılır. Samson da diğerleri ile beraber ölür. 10 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 139. 11 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 207. 5 3 esasında kendini hiçe saymaktadır. Öyle ki aşık, maşuk adına her şeyden vazgeçebilmektedir. Aşık bir erkeğin, sevdiği kadını elde etmek için dünyanın bütün değerli şeylerinden vazgeçebileceğini biliyoruz. Oysa bu kadın, aşık erkeğe başka bir kadının verebileceğinden fazla bir şey vermiyor. 12 Aşık bu kadar fedakar olurken durumundan şikayetçi midir? Bu soruya cevabı İbn Hazm veriyor: “Senin aşkından cehennem iç organlarımdaydı; şimdi bu ateşi İbrahim’in ateşi kadar zararsız görmekteyim.” 13 Bütün aşıklarda belirli ortak nitelikler bulmak mümkündür. Ancak Rasim Özdenören aşıklığın bir “yetenek” işi olduğunu söyler: “Resim yapmamış ressamların, şiir yazmamış şairlerin bulunduğunu kabul ediyorum. Fuhuşa hiç bulaşmamış bir fahişe olabileceği gibi, vesikalı fahişe olmasına rağmen o işe istidadı bulunmayanlar da olabilir. Aşık olmanın bu yüzden bir istidat meselesi olduğunu düşünüyorum.” 14 Bütün külfeti aşık çekmesine rağmen, aşkta asıl figür “maşuk”tur. Maşuk’un en bariz vasfı ise “değerli” oluşudur. Maşuk hem derttir hem de çare. İbn Hazm, “Yılan ısırıklarına karşı kullanılacak ilaç, gene yılanların vücudunda bulunabilir ancak.” 15 derken bunu vurgulamış olur. İster lütfetmiş ister eziyet etmiş olsun, sevgilinin bulunduğu her yer değerlidir. “Kenan, Yusuf orada yitmiş olduğu için değer kazanmış değil midir?” 16 Maşuk’un bir diğer vasfı “tek” ve “paylaşılmaz” olmasıdır. Aşığın sevdiğine “bir tanem” ya da “biricik aşkım” demesi, aslında sevilenin benzerinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Biricik olan Allah’tır. Böylece aşık sevgilisini bir anlamda “ilah”laştırmaktadır. Nitekim sevgili için “ilah” ve “ilahe” gibi benzetmeler de yapılmaktadır. 17 Özdenören biraz daha işi ileri götürerek şunu söyler: “Şeyh San’an hikayesinden yola çıktığımızda, Tanrı’nın yaşadığımız dünyadaki izdüşümünün sevgili olarak tecelli ettiğini çıkarsayabiliriz.” 18 Bilindiği gibi Şeyh San’an hikayesi Feridüddin Attar’ın “Mantıku’t-Tayr” adlı mesnevisinde geçer. Bir büyük bilgin ve şeyh olan San’an, Hıristiyan bir kıza aşık olur. Daha sonra bu aşk yüzünden din dahil her şeyden vazgeçer. Öyle ki Şeyh San’an aşk uğruna feda etmedik bir şey bırakmamıştır. Dolayısıyla “Aşıkın biricik hedefi maşuku tarafından kabul edilmesini sağlamaktan ibarettir. Kendini kabul ettirebilirse o, muradına ermiş sayılacaktır. Onun muradı, maşuk üzerinde tahakküm kurmak değil, fakat onu temaşa etmektir. Nitekim cennetteki en yüce mevkiin de, kul tarafından Cemalullahın temaşa edilmesi olarak betimlenmesi manidardır. O konuma (temaşa konumuna) ulaşmak aşık (kul) için ulaşılabilecek mertebelerin en yücesi sayılmaktadır. Bu bağlamda aşıkın sevgilisine “tanrım!”, “tanrıçam!” diye seslenmesinin de boşuna olmadığı anlaşılmaktadır.” 19 İki taraflı görünse de aşk esasında tek taraflı bir aktivitedir. Şöyle de söyleyebiliriz: Bir tarafta aşık, diğer tarafta maşuk olmak üzere iki taraflı bir eylem olarak görünen aşkta, esasında tek bir aktif figür vardır ve o da maşuktur. Hiçbir şey yapmasa, ortalıkta hiç görünmese de aşkta en aktif ve belirleyici olan taraf maşuk olmaktadır. Burada “aşk”ın “göstergesel” diyebileceğimiz “anlam alanı” karşımıza çıkmaktadır. Aşkın Göstergesel Anlamı ve Farklı Boyutları Aşk, yüceltilen bir değer olduğu için, onun göstergelerinin başında “masumiyet” gelir. Çünkü irade dışında tecelli eder ve bu irade dışılık onu adeta “çocuk”laştırır. Burada “çocuk masumiyeti” kavramını hatırlatalım. Dolayısıyla “aşk” yücedir, masumdur ve çocuk safiyetindedir. Aşkın bir diğer göstergesel anlamı, onun “sığınak” işlevinde ortaya çıkar. Dünyevi pek çok problemin insanı bunalttığı anlarda aşk adeta bir ilaç ya da sığınak gibi devreye girer. Hatta aşk, bu bağlamda dünyevi problemlerin çözüm gerekçesi olur. Mesela aşk için savaşılır; aşk için mücadele edilir. Aşk kavramının göstergelerinden biri de, bu kavramın “özgürlük”le birlikte anılmasıdır. İnsanlar özgürlük uğruna savaşırlar; bu konuda bütün kural ve klişelere savaş açarlar. Aşk burada “kural-irade dinlemeyen” bir olgunun ifadesi olur. Rasim Özdenören’e göre insanlar severlerse, 12 Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, Çev. Hüseyin Şahin, Jübiter Yay. İst. İst. 1993, s. 40-41 13 İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı, s. 152. 14 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 80-81. 15 İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı, s. 133. 16 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 27. 17 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 73-74. 18 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 182. 19 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 161. 4 iradeleri dışında severler. Gönüle “sev” deyince onun sevmesi sağlanamaz ve “sevme” komutu verildiğinde onun bu komuta uyması beklenemez. 20 Elbette bu durum aşkın taraflarını özellikle aşığı rahat bırakmaz. Bu durumda aşk bir bela arayışıdır. Bu bela olmasa zaten insan aşık olduğunun farkına varmaz. 21 “Aşkın kendisi zaten düz bir ilişki değildi, aşk düz bir mantıkla açıklanabilecek bir olgu değildi, o, düz mantığı her zaman aşmıştır. Aşk denklik falan gözetmiyor, o, hiçbir şey gözetmiyor; o, ortaya çıkıyor ve varlığını dayatıyor.” 22 Cenap Şehabettin, “Aşk, kalbimizin saygısız misafiridir. Bize sormadan gelir bize sormadan gider.” sözüyle; Jules Renard ise, “Aşk bir kum saati gibidir; kalp dolarken beyin boşalır.” derken bu durumu başka başka açılardan vurgulamış olurlar. Aşk öylesine çok yönlü bir olgudur ki, birçok kavram bu bağlamda hep onunla anılır. Bu kavramların başında “güzellik” gelir. Yani “aşk” ve “güzellik” kavramları genelde yan yana anılırlar. “Çoğu kez aşkın dış güzelliğe bağlanmasını sağlayan neden, ruhun kendisinin güzel olmasıdır bizzat. Bu nedenle ruh güzel olan her şeye hemen tutulur; güzel ve hoş motiflere karşı bir eğilim gösterir. Güzel bir şey gördüğünde hemencecik ona bağlanır.” 23 “Dünyada en büyük kuvvet güzelliktir ve eğer biz onu daima elde edebilseydik, Eflatun’un yaratıcı Tanrısına, insan zekasını yaratan Tanrı’ya ve diğer bütün filozofların hayallerine aldırış etmezdik.” 24 Aşk kavramının önemli boyutlarından biri de, onun “metafizik”le olan akrabalığıdır. “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümüzün nuru namaz.” hadisi şerifini yorumlayan İbn Arabi, bu sözde ilk olarak kadının anılmasını, kadının erkeğin bir parçası olmasına bağlar. Allah insan için insan sureti üzere başka bir şahıs yarattı. Ona da kadın adını verdi. Kadın kendi sureti üzere zahir olunca ona müştak oldu. Bu hal bir şeyin kendi nefsine iştiyak duymasıdır. Kadının erkeğe vurgunluğu da bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Buna göre insana kadın sevdirildi.” İbni Arabi: “Hak, erkek ve kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadınının kendi aslına iştiyakı kabilinde olarak o da kendi aslı olan Rabb’ına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi.” 25 İbn Hazm ise aşkın metafizik boyutunu şöyle ifade eder: “Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir.” İbn Hazm’a göre aşk, bizzat ruhta oluşan bir şeydir. Kimi zaman olur ki gerçekten aşkın nedeni dışarıdan bir neden olur. Ama o zaman nedeni yitince, aşk da yiter ve biter. 26 Bulor, “Aşk cennetin dilinden bize kalan tek andır.” sözüyle; Shakespeare ise “Aşk, gözle değil ruhla görülür.” derken aşkın metafizik boyutuna dikkat çekmiş olurlar. Aşkın geleneksel / ideolojik kodları da vardır. Bu bağlamda genelde aşk, özellikle “ahlak”, “kanun” (töre) hatta “din” gibi kavramlarla çatışma içinde şekillenir. Görüldüğü gibi, çok yönlü ve çok işlevli bir olgu olan aşk aynı zamanda büyük bir güce sahiptir. Kültürel hayatta sıkça kullanılan “aşkın gücü” tabiri de zaten bu durumu yansıtmaktadır. Aşkın gücü tabiri daha çok “şehvet” ve “cinsellik” bağlamında da ele alınır. Yani aşkın, şehvet ve dünya zevki boyutu da vardır. Öyle ki aşk bu boyutuyla bütün kutsalların düşmanı durumundadır. Bu konuda Anatole France’ın “Thais” adlı romanı en tipik örnektir. Bu romanda aşkın, adeta hiçbir kutsal tanımayan, kutsala yönelen bütün yolları tıkayan bir olgu olduğu vurgulanır. Pafnüs ismindeki rahip, çok büyük bir günahkarı hidayete erdirip, onu günahlarından arındırmak ve ona Tanrı yolunu göstermek amacıyla yola çıkar. Karşısına da dünyanın en güzel kadını olan fahişe Thais çıkar. Rahip Thais’i hidayete erdireyim derken, kendisi yoldan çıkar. Thais’e aşık olan rahip sonunda Tanrı’yı falan hep unutur ve adeta kendini kaybederek Tanrı’ya isyan eden bir duruma gelir. (Bu da bir tür Şeyh San’an hikayesidir) Bu da aşkın gücünü gösterir. Jean Moreau, “Yaşınız sizi aşktan korumaz. Ama aşk bir dereceye kadar yaşlılıktan korur.” derken aşkın gücünü vurgulamış olur. Goethe ise “Aşk, imkansız birçok şeyi mümkün kılar.” derken aynı durumu belirtir. 20 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 68. 21 “Rasim Özdenören’le Söyleşi”, Mağara, Mayıs- Haziran 2001, Sayı: 10, s. 46. 22 Rasim Özdenören, Kuyu, İz Yayıncılık, İst. 1999, s. 71. 23 İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı, s. 36. 24 Anatole France, Thais, Çev. Cevdet Perin, Remzi Kitabevi, İst. 1969, s. 31. 25 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 196-197. 26 İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı, s. 32-33. 5 Aşk, bütün bu farklı boyutları ve özellikleri ile hem felsefenin hem de sanatın konusu olmuştur. Sanatın her türünde, özellikle edebiyatta adına “aşk anlatısı” ya da “aşk hikayesi” dediğimiz kavramlar ortaya çıkmıştır. Aşk Anlatısı / Aşk Hikayesi Bir anlatıya “aşk” anlatısı/ hikayesi diyebilmemiz için o anlatının “tam teşekküllü aşk” formülüne uyması gerekir. Çünkü tam teşekküllü aşklarda “aşkın bütün aşamaları” gözler önüne serilir. Burada “tam teşekküllü aşk” formülünün ne olduğunu açıklamamız gerekiyor. Tam teşekküllü bir aşk şu aşamalardan oluşur: 1-Tanışma ve aşık olma; 2-Buluşmalar, görüşmeler, ileriye dönük hayaller kurmalar; 3-Bir sebepten dolayı ayrılık ya da kavuşma engelleri; 4-Kavuşmak için mücadele etmeler; 5-Mutlu son ya da ölüm. 27 Tam teşekküllü aşklarda aşkın bütün bu aşamaları detaylı ya da üstü örtülü bir şekilde yer alır / almalıdır. Bir başka ifadeyle, bütün bu aşamaların yer almadığı aşklar, aşk anlatısı ya da aşk hikayesi sayılamazlar. Bir aşk anlatısında / hikayesinde mevcut olan bütün unsurlar (ki bunlara “aşkın temel unsurları” ya da “tam teşekküllü aşk” adını da verebiliriz) kendi içlerinde daha başka alt unsurlara da ayrılabilirler. Burada aşkın bu temel unsurlarını kısaca yorumlamakta fayda görüyoruz. Konu hakkında Rasim Özdenören’in görüşleri dikkate değerdir. Rasim Özdenören, “Arada engel olduğu sürece aşk bilenir.” 28 derken, aşkın temel formülündeki “3.” Aşamaya değinmektedir. Özdenören, Sezai Karakoç’un, “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.” mısrasını da anmakta olup aşkı “bitmeyen koşu” olarak nitelendirmektedir. Öyle ki bu koşu bittiği anda yeniden başlayan, başlaması gereken bir koşudur. 29 Yazar bu yorumuyla da aşk formülünün “4.” maddesini açımlamaktadır. Rasim Özdenören, “Gerçek aşk öykülerinin tamamı hüsranla sonuçlanır. Ve işin ilginç yanı, mutlu sonla biten aşk hikayeleri insanın üstünde derin ve kalıcı etki bırakmaz.” 30 derken de aşk formülünün “5.” Aşamasını değerlendirmektedir. Yazar aşk formülünün “5.” Maddesi konusunda şunu da söyler: “Çoğu aşk öyküsünde aşıkların kavuşmadan bırakılması veya aşıkların kavuştuğu anda öykünün kesilmesi, aşıkların yaşayabileceği muhtemel bir hüsranla, okuyucunun sükutu hayale uğratılmaması gibi bir sebebe bağlanabilir diye düşünüyorum.” 31 Daha önce de değindiğimiz gibi, aşk formülünün temeli olan beş aşama sürecinde o kadar durum ortaya çıkar ki, bu durumların her birinin de aşk anlatılarında yeri vardır. Mesela yolculuk, cinsellik, suç, günah, nefisle mücadele arayış, sıkıntı, yalnızlık, kıskançlık, kavuşamayan sevgililer, iki kadın arasında kalan erkek, iki erkek arasında kalan kadın, ayrılık, aldatılma, rakip vs. gibi daha da artıracağımız kavramlar bütün aşk anlatılarında “olmazsa olmaz” diyebileceğimiz ontolojik unsurları oluştururlar. Bir aşk anlatısında / hikayesinde mevcut olan bütün bu unsurların yanında aşk anlatılarında bir de aşkların arka planlarında yer alan ve bir anlamda dekor durumunda olan başka unsurlar da vardır. Bu yan unsurları da alt aşklar, aşkın felsefi yorumu, aşkın işlevselliği, aşkın dekor unsurları, aşkın göstergesel anlamı, aşkın geleneksel kodları veya aşkın toplum tarafından algılanması, aşkın gücü ve diğer tezahürleri ve her aşkta mevcut olan ontolojik unsurlar vs. gibi ifade ve kavramlarla somutlayabiliriz. Türk kültür ve medeniyetinde “felsefe” genellikle edebiyat yoluyla yapılmıştır. Kültürümüzde “hikmet”, “hikemi söz” ya da “halk felsefesi” olarak adlandırılan ve derin / evrensel bir anlam içeren bütün sözlü ya da yazılı metinler, sonuçta edebiyat sanatının içinde görülmüştür. Bu yüzden Türk insanının hayatında edebiyatın büyük bir yeri vardır. Türk dünyasının son yüzyıldaki filozoflarından biri olarak gördüğümüz Cengiz Aytmatov da hemen her alandaki felsefesini yazdığı roman ve hikayeler aracılığı ile gerçekleştirmiştir. Onun iki hikayesi vardır ki, ünlü yazar bu iki hikayesinde bir anlamda “aşk felsefesi” yapar. “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” 32 adlı bu hikayeler, yazarın 27 Şaban Sağlık, Popüler Roman / Estetik Roman, Akçağ Yay. Ank. 2010, s. 134. 28 Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, s. 97. 29 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 203. 30 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 42. 31 Rasim Özdenören, a.g.e., s. 95. 32 Cengiz Aytmatov, Selvi Boylum Al Yazmalım, Elips Kitap, Ank. 2008; Cengiz Aymatov, Cemile-Sultan Murat, Ötüken Yay. İst. 1993. (Metin içindeki sayfa numaraları hikayelerin bu baskılarına aittir.) 6 aşk felsefesini görünür kıldığı metinler olmuştur. Bu yazıda Cengiz Aytmatov’un bu iki hikayesi “aşk felsefesi” açısından ele alınacaktır. Dolayısıyla “aşk” hakkında buraya kadar verdiğimiz bilgileri bir Aytmatov’un iki eseriyle somutlamak mümkündür. Ancak burada öncelikle ünlü yazarın “aşk”tan ne anladığına kısaca değinmek gerekiyor. Cengiz Aytmatov’un “Aşk”a Bakışı ve Anlatma Estetiği Roman ve hikayeleri dışında, yazdığı makalelerde ve özellikle kendisiyle yapılan söyleşilerde, “aşk” konusunda da açıklamalar yapan Aytmatov, özellikle yaşadıklarına ve tanık olduklarına genişçe yer verir. Yani Cengiz Aytmatov, bütün eserlerinde otobiyografik göndermeler yapar; yazdıklarının çoğunu ya yaşamıştır ya da onlara tanık olmuştur. Yazarın “aşk” konusundaki görüşleri ve yaklaşımları da bu manada otobiyografik göndermeler içerir. 2004 yılında Valentin Pustovoyt adlı bir gazeteci, Cengiz Aytmatov’la aşk üzerine bir söyleşi yapar. 33 Zerkalo Nedeli / Haftanın Aynası adlı dergide yayımlanan bu söyleşide, Aytmatov’un 1950’li yıllarda Bibisaray Beyşenaliyeva’yla yaşadığı aşk da kısaca gündeme gelir. Bu söyleşide Aytmatov’a sorulan bazı sorular ve onun verdiği cevaplar şöyledir: “Eserlerinizden hangilerini büyük bir aşk halindeyken yazdınız?” sorusuna Aytmatov şu cevabı verir: “Elveda, Gülsarı!”… “Cemile,” tabii…” Aytmatov, söz konusu söyleşide “aşk” üzerine ilginç görüşler de ileri sürer. Bu görüşlerden biri de şöyledir: “Neden biz tereddütsüz, gözü kapalı bir aşkı hayatta sadece bir kez yaşarız? Anlaşılan, ruhsal olgunlaşma, duygusal olgunlaşmanın vakti gelip çatıyor. Bu, ruhun, kendi kendini kavramanın doruk noktası oluyor. Yaşamın ne demek olduğunu kavramanın.” Aytmatov söyleşide, özellikle aşk konulu hikayelerinde çokça yer verdiği “tabiat” unsuruna da değinir ve şunu söyler: “Var olan her şey, Güneş bile aşka katılır. Güneş de ışınlarını gönderir ve sonuçta bu bizim hareketlerimizi değiştirir, çünkü sonuçta gezegenimizdeki her şey Güneşin enerjisiyle oluyor.” Yazar, kendisine sorulan “Mutsuz bir aşk neden uzun zaman hatırlanır?” sorusuna ise şu karşılığı verir: “Trajedi olduğundan, kişisel bir trajedi. Çünkü hayal edilen, yani yakın hissedilen, yani kalpte yer edinen bir şey, birden yıkılıverir. Bu da insanın bilincinde özel bir iz bırakır.” Söz konusu söyleşide Cengiz Aytmatov’a sorulan ilginç sorulardan biri de şöyledir: “Lord Byron şöyle yazmıştı: “Aşk! Sen kötü bir tanrıçasın. Dilim tutuluyor, sana şeytan demeye cesaret edemiyorum!” Siz aşkı neyin tanrıçası olarak adlandırırdınız?” Aytmatov, bu soruya cevap verirken “aşk” hakkındaki şu vurucu tespitlerini yapar: “Aşk, geleceğin tanrıçasıdır! Aşk olmazsa insanın geleceği olmaz. Aşk yaşamın temelidir. Aşk olmazsa, onunla bağlantılı tutkular da olmaz. Ve insan yaşamı bomboş olur. Ve ayrıca, aşk olmazsa çocuklar da olmaz, bizi geleceğimize bağlayan nedenler. Doğanın verdiği her şeyi, yıldızları, kozmosu, aşk hepsini içerir. Aşk bir senfonidir, dünyanın senfonisi…” Kısaca yazara göre “aşk” üstün bir “değer”dir ve her “değer” gibi “kalıcı”dır. Ancak bir değer kendi başına kalıcı olamaz. O “değeri” ancak sanat ve felsefe yoluyla kalıcı hale getirebiliriz. Cengiz Aytmatov, burada kısaca yer verdiğimiz görüşleri çerçevesinde hikaye ve romanlarında “aşk”ı işler. Başka bir ifadeyle yazar hikaye ve romanlarında aşkın felsefesini yapar. Bu yazıda inceleyeceğimiz “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayelerinde de yazarın aşk hakkındaki bu görüşlerinin yansımalarını buluruz. Mesela, “Cemile” hikayesinde anlatıcı çocuk, okumak ve büyük bir ressam olmak üzere köyünden uzaklaşır. Henüz köyde iken yarattığı ilk sanat eseri de CemileDanyar aşkını anlatan resimdir. Onun bu resminin en büyük ilham kaynaklarından biri de Danyar’ın türküleridir. Hikayenin sonunda Cengiz Aytmatov bu çocuğun ağzından şunu söylemek ister gibidir: Hayatta yaşanan gerçeklikler şayet kayda alınmazsa; yani sözlerle, renklerle ve seslerle sanat eseri haline getirilmezse unutulup giderler. Hayatta yaşanan gerçeklik(ler) şayet kalıcı olmak ve ebedileşmek istiyorlarsa mutlaka sanatın konusu olmalıdırlar. “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesindeki aşkı ise, bu aşkın erkek kahramanı olan İlyas anlatır. İlyas söz konusu aşkı bir tren yolculuğu anında bir gazeteciye aktarır. Gazeteci acele olarak bir yere gitmektedir ve o sırada karşısına İlyas’ın kamyonu çıkmıştır. Gazeteci çokça rica etse de İlyas onu kamyonuna almaz. Bu iki kişi daha sonra bir tren yolculuğunda karşılaşır ve İlyas gazeteciye neden “Aytmatov İle Aşk Üzerine Sohbet”, Bia Haber Merkezi, 12.06.2008, (Rusça'dan Çev.: Sabri Gürses) (Bu söyleşi internette Cengiz Aytmatov sitesinde mevcuttur; yazıdaki alıntıları buradan aldık.) (Ş.S.) 33 7 onu kamyonuna almadığını anlatır. İlyas’ın anlattığı bu hikaye esasında bir aşk hikayesidir ve gazeteci de adeta aşka hürmeten İlyas’ı affeder. Dolayısıyla Aytamatov’a göre “aşk”ın affettirici bir gücü vardır. Çok yönlü insani maceralar içeren aşklar, sanata aksedince karşımıza “anlatma estetiği” kavramı çıkar. “Anlatma estetiği” kavramını ise iki ayrı başlık altında ele almak mümkündür. Birincisi, Kemal Tahir’in tabiriyle ifade edersek, “drama düşmüş insanın hikayesini anlatmak”; diğeri ise abartılı bir şekilde “anlatma oyunlarına başvurmak”. Anlatma oyunlarına başvurmak, edebiyatı bir anlamda haz ve eğlence düzeyine indirgemektir ki günümüzde bunun adı “postmodernizm”dir. Postmodern anlatma tarzında “ne” anlatıldığından çok “nasıl” anlatıldığı öne çıkar. “Drama düşmüş insanın hikayesini anlatmak”ta ise genellikle “ne” anlatıldığı sorusu öncelenir. Anlatma estetiği kavramı her ikisini de içerir. Ancak yazarlar anlatma estetiğinin söz konusu unsurlarından herhangi birine ağırlık verebilirler. Anlatma estetiği, burada söz konusu ettiğimiz aşk hikayesinin “nasıl” ve hangi sanatsal formlarla anlatıldığı sorusunun da genel bir ifadesidir. Mesela resimden (tablodan, fotoğraftan) hikaye çıkarma, bu yollardan biridir. Türk anlatı geleneğinde bu durum vardır. Fotoğraftan aşık olma; minyatürlerde de işlenir. “Sevmek Zamanı” (Metin Erksan) filmi, Nazan Bekiroğlu’nun “Nar Ağacı” romanı bu konuda akla gelen ilk örnekler. Aytamatov’un “Cemile” hikayesi de buna örnektir. Bu hikayede anlatıcı çocuk, platonik aşkını sanatçı kişiliğine (ressamlığına) tahvil eder ve adeta aradan çekilmek ister. Çocuğun burada yapmak istediği tek şey söz konusu aşkı anlatmaktır: “Ben onların resimlerini yapmak istiyordum.” (s. 49) Anlatıcı çocuk bu arada Cemile’nin aşık olduğu Danyar’ın türkülerine de dikkat çeker. Çocuğa göre “türküler” de sanatsal bir unsurdur ve kendi resimleri ile bu türküler arasında herhangi bir fark da yoktur. Bu da bir başka açıdan “anlatma estetiği”nin ifadesidir: “…ondaki o engin vatan aşkının ifadesi olan ilhamlı müziği de Danyar, Cemile için söylüyordu. O, türküsünde Cemile’yi söylüyordu. (…) Kendi kendime “Doğayı Danyar gibi görmeli, Danyar’ın türkülerle anlattığını ben boyalarımla anlatmalıyım, dağların, bozkırın, insanların, otların, bulutların, derelerin resimlerini yapmalıyım” diyordum.” (s. 49) Aytmatov, bu duruma “Selvi Boylum Al Yazmalım”da da yer verir. Bu konuda gazetecinin ağzından şunu söyler: “İnsan hikayesini kendi isteğiyle anlatırsa iyi olur. Çünkü başından geçenleri yeniden yaşar, hayallere dalar, bazı defa da sözünü bitirmeden heyecan içinde çırpınarak susar. (…) Hikayeyi kahramanlarının ağzından dinlemek en doğru yoldur.” (s. 10) Böylece Cengiz Aytmatov, “söz-ses-renk üçgeni”nde hikayesini anlatır. Bir başka ifadeyle Aytmatov, “anlatma estetiği”nde hem ne anlatacağını hem de “nasıl” anlatacağını önemser. Yani Cengiz Aytamatov’un anlatıları hem anlatılanlar (ne anlatılıyor) hem de anlatış tarzı (nasıl anlatılıyor) bağlamında önem arz eder. Şimdi, yukarıda kuramsal çerçevesini çizdiğimiz bağlamda “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayelerini inceleyelim: “Aşk”ın Ele Alınışı Bakımından “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” Hikayeleri “Cemile” Hikayesi: “Cemile” hikayesinin anlatıcısı bir çocuktur. Bu çocuk küçük yaşlardan beri resim sanatına meraklıdır. Gördüğü ilginç şeylerin resmini yapmaktan da geri durmaz. Bu çocuk gizliden gizliye yengesi Cemile ile Danyar adlı genci birbirlerine yakıştırır. Hatta onların yan yana oturdukları bir andaki resmilerini yapar. Anlatıcı, yıllar sonra, çocuk yaşlarda yaptığı “Cemile ile Danyar” resminin karşına geçer ve resimden hareketle “Cemile” adlı hikayeyi anlatır. Hikaye bir Kırgız köyünde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan bir aşkı anlatmaktadır. Hikayeyi olayın baş kahramanı Cemile’nin kocası Sadık’ın kardeşi olan Seyit adındaki bir çocuk anlatmaktadır. Cemile köyün en güzel kızlarından biridir. Güzel vücudu ile bütün gençlerin gözdesidir. Cemile erkek gibi yetiştiğinden, ağzı çok sıkı laf yapan, en zor işlerin üstesinden gelebilen, cesur biridir. Bir at bakıcısının kızı olan Cemile aynı zamanda çok iyi at kullanmaktadır. Bir ilkbahar günü yaptıkları at yarışında Sadık Cemile’yi geçememiş; bu yenilgi Sadık’a çok ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmıştır. Yani Sadık ile Cemile sevişerek evlenmemişlerdir. Savaş başlayınca, ancak dört ay beraber yaşayabilmişler ve Sadık askere alınmıştır. Uzun süredir savaşta olan kocasından ayrı kalan Cemile, yalnız kaldığı için köyün gençlerinin sarkıntılıklarına da maruz kalmaktadır. Sadık ayrıca cepheden gönderdiği mektuplarda Cemile’ye çok az yer vermektedir. Cemile de kocasının bu yaptığına az da olsa bozulmaktadır. Cemile her gün kayını ile istasyona tahıl taşımaktadır. Onlara yardım için de Danyar adlı adam da katılır. 8 Danyar, cepheden gelmiş bir savaş gazisidir. Tek ayağı topaldır, Cemile gelişen olaylar doğrultusunda Danyar’a aşık olur ve her şeyi göze alarak beraber kaçarlar. Tam Teşekküllü Aşk Olarak “Cemile” Hikayesi: Tanışma ve Aşık olma: Cemile ile Danyar, her gün istasyona tahıl taşıdıkları bir ortamda tanışırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Cemile, memlekette erkek kalmadığı için istasyona buğday taşıyan arabanın sürücüsü olarak görevlendirilir. Genç ve güzel bir kadın olduğu için de kaynı Seyit (anlatıcı) adeta onun yanına koruma olarak verilir. Hatta istasyon şefi Orozmat, Cemile ile çocuğun yanına ayrıca Danyar isminde birini de katacağını; Danyar’ın hem Cemile’ye hem de çocuğa göz kulak olacağını söyler. Böylece Cemile’deki aşkın ortamı hazırlanmış olur. Böyle bir ortamda bir hadise olacağını, yani bir aşk başlayacağını anlatıcı şu sözüyle ima eder: “Tabi o gün, bu işin nasıl sona ereceğini ne annem biliyordu ne de ben.” (s. 13) Danyar’ın Cemile’ye aşık oluşunu ilk fark eden de anlatıcıdır: “Cemile, arabanın korkuluğuna dayanır, çuval sırtlamak için hafifçe eğilir, omuzunu uzatır, güzel gerdanını meydana çıkararak başını geri atar, güneşten yanan örgülü saçları neredeyse yere değecek gibi sarkardı. İşte bu sırada Danyar dinleniyormuş gibi durur, ta kapıya varana kadar Cemile’yi gözleriyle takip ederdi. Şüphesiz o bunu kimseye sezdirmeden yaptığını sanıyordu, ama benim gözümden kaçmıyor ve bu hali hoşuma gitmiyordu. Gururumu da kırıyordu bu hali. Çünkü bu adamı asla Cemile’nin dengi olarak göremiyordum.” (s. 32) Cemile ile Danyar’ın aşkının belirginleşmeye başlaması da yine bir yolculukta görülür. Aylardan ağustostur ve böyle bir yaz gecesinde yapılan yolculukta Cemile türkü söyler. Daha sonra Danyar’a dönerek, “Sen hiç aşık oldun mu?” (s. 38) diye sorar. Aslında bu da bir sınamadır ve şayet Danyar türkü söylerse, “aşık” olduğunu ima etmiş olacaktır. Danyar, Cemile’nin sorusu üzerine türkü söylemeye başlar. Sesi de çok güzeldir. Danyar’ın söylediği türküyü Cemile de çok beğenir ve ona “Yahu sen neredeydin bugüne kadar?” (s. 39) diye sorar. Anlatıcı çocuk da bu anda her şeyi anlar ve Danyar’ın aşık olduğuna inanır. (s. 40) Danyar’ın türkülerinde büyük bir vatan özlemi ve hissiyat vardır. Anlatıcı çocuğa göre birinin böyle türkü söylemesi için onun aşık olması gerekir. (s. 43) Danyar’ın türkülerinden sonra Cemile’nin tavrı da değişir: “Cemile de değişmişti birden bire! O kahkahacı, saldırgan, çok konuşan Cemile yoktu şimdi. Sönük gözlerine, duru bir bahar hüznü dolmuştu.” (s. 44) Buluşmalar, görüşmeler, ileriye dönük hayaller kurmalar: Her gün istasyona tahıl taşırken Cemile ile Danyar ister istemez yol arkadaşı olurlar. Bu yolculuk çoğu zaman gece gündüz demeden devam eder. Hatta yol arkadaşlığı süresince bazen Cemile bazen de Danyar türküler söylerler; birbirilerine şaka yaparlar. Aralarındaki aşk da bu süreçte gelişir. Cemile ile Danyar, birlikte yolculuk yaparlar ve arabaya birlikte yükleri taşımaktadırlar. İki aşık arasındaki geçici buluşma ve temas ilk bu şekilde olmuştur: “Cemile’nin kendisi de Danyar’ın elini tuttu. Ellerini kavuşturarak çuvalı birlikte kaldırırlarken, zavallı Danyar utancından kıpkırmızı oldu. Daha sonra aynı şekilde birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ve başlarını birbirine dokunacakmış gibi eğerek çuvalları her kaldırışta, Danyar’ın nasıl işkence çektiğini, Cemile’nin yüzüne bakmamak için kendisini nasıl zorladığını, dudaklarını nasıl sıktığını görüyordum.” (s. 29) Anlatıcının ağabeyi Sadık, cepheden gönderdiği mektuplarda karısı Cemile’ye çok az yer verir. O da sadece mektubun sonunda yer alan “Ve karım Cemile’ye de selam ederim” (s. 20) cümlesinden ibarettir. Cemile, bu duruma içten içe üzülmektedir. Onun bir başka aşk arayışında kocasının bu tavrı da etkili olmuştur. Bir sebepten dolayı ayrılık ya da kavuşma engelleri: Cemile ile Danyar; Cemile’nin evli olması, Danyar’ın sakat ve yoksul olması; bir de içinde yaşadıkları toplumun ahlak kuralları gibi sebeplerle bir araya gelmelerinin imkansızlığına inanırlar. Daha doğrusu aralarındaki aşkın bunun gibi pek çok engeli vardır. Cemile - Danyar aşkında engeller sürekli artar. Mesela, Kerim diye bir asker cepheden gelir ve Cemile’ye kocasından bir mektup getirir. Cemile’nin kocası sadık mektubunda yakında memleketine döneceğini yazmaktadır. Ancak mektupta sadık hiç de aşktan ve Cemile’ye duyduğu sevgiden bahsetmemektedir. Bu durum her zaman olduğu gibi Cemile’yi rahatsız etmektedir. Adeta aşk peşinde 9 koşan, kendisini seven ve bu sevgisini kanıtlayan bir erkek arzulayan Cemile, bütün bu özellikleri Danyar’da bulur ve ona şunu söyler: “…O beni hiç sevmedi. Mektubun en sonunda bana bir tek selam söylüyordu, o kadar. Bundan sonra sevse de istemem. Kim ne derse desin. Sevgilim, kimsesiz sevgilim benim! Seni hiç kimseye kaptırmam! Uzun zamandan beri seviyorum seni… Bilmediğim zamanlardan beri seni sevmiş, seni beklemişim ben. Ve işte geldin, seni beklediğimi biliyormuş gibi geldin!...” (s. 56-57) Cemile’nin bu itirafına karşılık Danyar da şunu söyler: “Cemile, aşkım benim! Biricik sevgilim Cemilettay! Ben de seni çok uzun zamandan beri seviyorum. Siperlerde hep seni düşünüyor, seni hayal ediyordum. Aşkımı, sevgilimi kendi vatanımda bulacağımı biliyordum. Aradığım, düşlediğim sendin. Cemile’m, benim Cemile’m!...” (s. 57) Cemile’ye gelin olduğu evde herkes saygı duyar, sever. En çok da kaynanası onu sahiplenir. Ancak kaynanasının gelininden bir beklentisi vardır: “Babam ve küçük anne Cemile’ye hiç sert davranmamış, kaynana ve kaynatalarda var olduğu söylenen baskıyı ona asla yapmamışlardı. Ona iyi davranıyor, onu seviyor ve ondan yalnız bir şey istiyorlardı: Tanrı’ya ve kocasına sadık kalmasını.” (s. 14) Bu durum, Cemile’nin lehine gibi görünse de, aslında aşkı için en büyük engeli oluşturur. Cemile, Danyar’a ilgi duymasına rağmen evli oluşunu ve içinde yaşadığı toplumun ahlaki normlarını hatırlar; hatta Danyar’a nazikçe “hayır” cevabı verir: “Neyin var senin anlamıyorum. Bu dünyada benden başka kadın yok mu?” (s. 53) Kavuşmak için mücadele etmeler: Cemile - Danyar aşkı bu şekilde devam ederken, tarafların her ikisi de birbirlerine açıkça belli etmeseler de, şiddetli bir kavuşma arzusu içindedirler. Danyar bu konuda bir hayli çekingen davranırken, Cemile ondan daha cesur hareket eder. Daha doğrusu kavuşma konusunda hep adım atan Cemile olur. Cemile’nin Danyar’la yaptığı konuşmalarda ve aralarındaki diğer münasebetlerde hep kavuşma arzusu kendini belli eder. Danyar, kavuşma arzusunu söylediği türküler aracılığı ile hissettirir. Cemile’de kadim aşk hikayelerinde karşımıza çıkan “aşıkın sınanması” olgusu da yer alır. Arabaya yük çuvallarının taşınması anında Cemile, ağır çuvalı taşıma işini şakadan Danyar’a teklif eder. Danyar bu teklifi ciddiye alır ve yaralı ve sakat bacağı ile o çuvalı oldukça uzun bir mesafeden sırtına alıp taşır. Danyar’ı bu halde görenler sakat bacağı ile düşüp bayılacak zannederler. Ancak Danyar bu güçlü sınavı başarıyla geçer. (s. 33-36) Mutlu son ya da ölüm: Hikaye, Cemile’nin Danyar’la birlikte köyden kaçıp vuslata ermeleri ile sona erer. Aşıkların kavuşmaları bir anlamda “mutlu son” gibi görünür ama, aşkın kahramanları arkalarında pek çok sorun ve sıkıntıyı bırakmıştır. Bu aşkın suç ortağı olan ve aynı zamanda öyküyü anlatan Seyit, adeta bütün bedeli ödeyecek bir suçlamaya maruz kalır. Cemile ile Danyar’ın bu vuslatı esasında anlatıcı çocuğu çok da mutlu eder. O bu iki aşığın istasyona doğru yürüyüşlerini (buna kaçmalarını da diyebiliriz) resme aktarır. Bu resimde Cemile beyaz bir şala bürünmüş ve şal ensesinden sarkmaktadır. Dolayısıyla Danyar ve Cemile arkalarına bakmadan, demiryolu kavşağına doğru yürümektedirler. (s. 59) “Cemile” Hikayesinde Aşkın Tarafları: “Cemile” hikayesindeki aşkın taraflarını Cemile ile Danyar oluşturur. Her iki figür de hikayenin satır aralarında tanıtılır. Hikayede Cemile şu şekilde tanıtılır: “Cemile’nin iki atlı bir arabayı kolayca kullanacağından emindim. Atları iyi bilirdi. Çünkü bir dağ köyü olan Bakayır’da bir at bakıcısının kızıydı. Bizim Sadık da bir at bakıcısıydı. Söylentiye göre bir ilkbahar günü at yarışında Cemile’yi geçememiş, bu ona ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmış. Ama, onların sevişerek evlendiklerini söyleyenler de vardı. Kaçırmış ya da sevişerek evlenmiş olsunlar, ancak dört ay beraber yaşamışlardı. O sırada savaş başlamış ve Sadık askere alınmıştı. Cemile evin tek çocuğu idi. Çocukluğundan beri babasıyla birlikte yılkı peşinde koşuyordu. Belki bu yüzden biraz sert tabiatlı, erkek mizaçlı, hatta bazen biraz kaba idi. Erkek gibi kuvvetliydi…” (s. 13) Cemile’deki bu erkeksi görüntü ve cesaret, Türk toplumunda kadınlardan beklenen ve bir anlamda yüceltilen “erkeksi tavır” olgusuna da uygundur. Bu durum hikayede Cemile’nin kaynanasının ağzından vurgulanır: “Bizim gelin öyledir derdi annem, doğruyu insanların yüzüne karşı söylemeyi sever. Böylesi dedikodu yapmaktan, dolaylı ve iğneli sözler söylemekten iyidir. Sizinkiler erdemli görünüp saman altından su yürütürler.” (s. 14) 10 Cemile, bir kadın figür olarak çok farklı biridir: “Cemile türkü söylemesini de çok severdi. Büyüklerin yanında, utanmadan, çekinmeden her zaman bir türkü mırıldanırdı. Bütün bu davranışları elbette, bir gelinin aile içindeki davranışlarını sınırlayan geleneklere pek uygun değildi.” (s. 15) Cemile’nin hikayedeki bir başka tasviri de şöyledir: “Cemile gerçekten güzeldi. İnce, uzun boylu, sağlıklı mütenasip vücutlu idi. Sık örgülü gür saçları dimdik sarkardı. Beyaz çemberini başına dolar, ustaca kıvırır ve ucunu alnına, biraz yana sarkıtırdı. Bu ona çok yakışır, tunç renkli, düzgün, parlak yüzünün güzelliğini meydana çıkarırdı. Güldüğü zaman laciverde çalan kara badem gözleri, yeni tutuşan bir kor gibi parlar, birden bire avılın açık-saçık şarkılarını söylemeye başladığı zaman, güzel gözlerinde hiç de safça olmayan bir şimşek çakardı.” (s. 15) Cemile’nin çevreden görünüşü ise şöyledir: “Yiğitlerin, özellikle de cepheden dönmüş askerlerin Cemile’ye göz ucuyla ama büyük bir arzuyla baktıklarını sık sık görürdüm.” (s. 16) “Cemile” hikayesinde satır aralarında Danyar da tanıtılır. Hikayede Danyar şöyle tanıtılır: “…bir çocuk yanımıza gelmiş, avıla bir yaralı askerin geldiğini ama kimin nesi olduğunu bilmediğini söylemişti. (…) Danyar aslen bizim köydendi. Anlattıklarına göre küçük yaşta öksüz kalmış, üç yıl evden eve taşınmış, sonra Çakmak bozkırına, ana tarafından akrabaları olan Kazak’ların yanına gitmiş. Onu geri getirecek yakın akrabası olmadığı için orada unutulup kalmış. (…) hayatın acılarını bol bol tattığı, öksüzlüğün ıstırabını bol bol yaşadığı belliydi. Hayat rüzgarı Danyar’ı çakırdikeni gibi önüne katmış, diyar diyar dolaştırmıştı. Çakmak’ın tuzlu topraklarında uzun süre koyun otlatmış, erişkin bir çocuk olunca çöllerde kanal kazmış, yeni pamuk sovhozlarında ve sonra Taşkent yakınlarında Angrens maden ocaklarında çalışmış, oradan da askere gitmiş. (Hem ana dilini unutmamış, ara sıra kazakça kelimeler söylüyor ama yine de çok düzgün konuşuyor…” (s. 22-23) Danyar’ın sakat bacağının yarası henüz kapanmamış, kabuk tutmamıştı ve dizini bükemiyordu. Az konuşuyordu. (s. 24) Danyar, bir aşık olarak Cemile’ye karşı hislerini ilk başlarda belli etmez. Daha doğrusu Danyar’ın aşkı platonik bir görüntü arz eder. Ancak onun bir derdi olduğu her halinden belli olmaktadır: “…Geceyi genellikle dere kenarında, ot yığınlarının üzerinde geçirirdi. Nasıl da korkmazdı? Derenin uğultusundan kulakları sağır olmaz mıydı? Uyur muydu, uyumaz mıydı? Geceyi niçin tek başına dere boyunda geçirirdi? İlgisini çeken ne vardı orada?” (s. 26) Danyar, “gömleğini yıkar ve daha kurumadan giyerdi. Başka gömleği yoktu çünkü. (…) Onun biraz somurtarak sessizce hayale dalışında bizim alışamadığımız, algılayamadığımız bir şey vardı.” (s. 26-27) “Selvi Boylum Al Yazmalım” Hikayesi: “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde iki ayrı vaka anlatılır. Biri, bir gazetecinin yolculuğu ile ilgilidir; diğeri ise İlyas ve Aysel arasındaki aşktır. Gazeteci, Kırgızistan’ın Narın şehrinden Frunze’ye geçmek ister. Frunze’ye acele gitmek istediği için de yoldan geçen bir kamyonete binmek istemektedir. Kamyonetin şoförü İlyas’tır. Fakat İlyas arabaya kimseyi alamayacağını söyler. Gazeteci sebebini merak etse de pek fazla israr etmez. Daha sonra bir trenle Oş şehrine giderken gazeteci trende İlyas’a rastlar. İlyas ile birbirlerini hatırlarlar ve tanışırlar. Yolculuk süresince de sohbet ederler. İlyas Gazeteciye kamyona onu neden almadığının sebebini anlatmaya başlar. İşte burada İlyas Aysel ile aralarındaki aşkı anlatır. İlyas’ın Aysel’le olan aşk hikayesi şöyledir: İlyas askerden yeni dönmüştür ve arkadaşı Alibek’in yanında Tiyen-Şanlar’da bir ulaştırma merkezinde çalışmaya başlar. Daha sonra bir gün bir köye iş için gider ve orada Aysel’i görür. İlyas köye geliş gidişleri artınca Aysel’le birbirlerini sevmeye başlarlar. Fakat Aysel akrabalarından biriyle nişanlıdır ve evlenmek üzeredir. Bunun üzerine İlyas Aysel’i kaçırır. Kamyondan başka bir şeyi olmayan İlyas, adeta kamyonunu bile ev gibi kullanmak ister. Fakat yakın dostu Alibek, ona ev bulur. Böylece İlyas ile Aysel’in bir evleri olur. Daha sonra Samet adında bir de oğulları dünyaya gelir. İlyas, çok hırslı ve geçimsiz biridir. Ayrıca abartılı bir gururu da vardır. İlyas’ın bu hırsı ve gururu zamanla başına dert olur ve bu yüzden Aysel ile araları açılır. İlyas daha önce yaptığı gibi kamyonuna römork bağlayarak Tiyen-Şan’lardan geçebileceğini kanıtlamak ister. Bu sebeple işyerindeki arkadaşlarıyla, hatta en yakın arkadaşı Alibek ile arası açılır. Yolu geçemeyince de ipler iyice kopar. Büyük bir moral çöküntüsü yaşayan İlyas evinden, özellikle Aysel’den ve çocuğundan iyice uzaklaşır. Zamanını Kadiça adında işyerinde çalışan bir kadınla geçirmeye başlar. Gerçi İlyas Aysel’den önce aşık olmasa da gönül eğlendirme şeklinde de olsa Kadiçe ile ilişki kurmuştur. Aysel bunu çok geçmeden öğrenir ve oğlunu da alarak İlyas’ı terk eder. Bir süre sonra evine gelen İlyas Aysel’i arar fakat bulamaz. Bir süre daha 11 Kadiça ile yaşamaya devam eder. Bu sırada Aysel ise nereye gittiğini bilmeden yola çıkar. Aysel, yolculuk sırasında Baytemir adında bir adamla tanışır. Baytemir, esasında çok iyi bir insandır ve daha önce zorda kaldığı bir anda İlyas tarafından kurtarılır. Baytemir Aysel’e yardım eder, ona kalacak yer sağlar, evinin kapılarını Aysel’e ve özellikle çok sevdiği Samet’e açar. Baytemir Samet’i kendi çocuğu gibi sever. Aysel’i de sevmektedir. Hikayenin satır aralarından öğrendiğimiz kadarıyla, Baytemir’in de bir hikayesi vardır ve bu hikaye bir alt hikaye olarak metinde yer alır. Daha önceden evli olan ve bir çocuğu olan Baytemir, İkinci Dünya savaşına gitmek zorunda kalır. O, savaşta iken köyde yapayalnız bıraktığı karısı ve oğlu bir çığ veya heyelanın altında kalarak can verirler. Köyüne dönünce karısı ve çocuğunun ölümünü öğrenen Baytemir, kendini üzgün ve yalnız hisseder ve “yol ustalığı” mesleği ile oyalanır. Aysel ve Samet işte bu anda Baytemir’in karşısına çıkar. Baytemir, işte böyle bir yalnızlık anında karşısına çıkan Aysel ile Samet’e, dolayısıyla hayata bağlanır ve Aysel’le evlenir. Samet’i de ölen çocuğunun yerine koyar. Bu sırada İlyas Kadiça ile birlikte Anarhay’a yerleşir ve orda yaşamaya başlar. Fakat daha sonra İlyas Aysel’i bir türlü unutamaz ve Kadiça’yı da bir türlü sevememektedir. Kadiçe’den bir anlamda izin alıp Tiyen-Şanlar’a geri dönmeye karar veren İlyas, bu arada eski işine de geri döner. Bir gün yine alkollü olduğu bir yolculukta kaza yapar. Onu Baytemir kurtarır ve evine getirir. Baytemir, kendisini daha önce zor bir durumdan kurtaran kişinin İlyas olduğunu fark eder ve biraz da bu iyiliğe karşılık olsun diye İlyas’a yardım eder. Fakat Baytemir’in İlyas ile Aysel arasındaki aşktan ve onların karıkoca oluşlarından haberi yoktur. Ama daha sonra İlyas’la Aysel arasındaki ilişkiyi anlar. Ama ne Aysel’e ne de İlyas’a bir şey söyler. Onların kendi kararlarını kendilerinin vermesini ister. İlyas ise her gün oğlunu Aysel’den ve Baytemir’den habersiz olarak görmektedir. Samet’i kaçırmaya karar verir. Ama oğlunun baba olarak Baytemir’i bilmesi ve ondan ayrılmak istememesi, Aysel’in de artık ona geri dönmeyeceğini bilmesi onu mahveder. Aşkına, Tiyen-Şan Dağlarına ve Isık Göl’e veda ederek Pamirler’e doğru yeni bir hayata gider. Fakat aşkını hiçbir zaman unutamayacağını bilmektedir. Tam Teşekküllü Aşk Olarak “Selvi Boylum Al Yazmalım” Hikayesi: Tanışma ve aşık olma: Aysel ile İlyas, İlyas’ın kamyonuyla Aysel’in köyüne gittiği bir gün tanışırlar ve birbirlerine aşık olurlar. İlyas Aysel ile bir yolculuk sırasında bir köy ahırının yanında kamyonu çamura saplanınca tanışır. İlyas kamyonun altındadır ve o sırada bir çizmenin kendine doğru yaklaştığını görür. Başını kaldırıp bakınca eski ve kötü elbiseler içinde bir kadın görür. İlk önce bu kadını yaşlı (nine) zanneder. Hatta ona “nine” diye hitap edip başından savmak ister. Bu kadın kendisinin nine olmadığını ve henüz bir genç kız olduğunu belirtir. Dolayısıyla İlyas’ın Aysel’le ilk karşılaşması bu şekildedir. (s. 13) Bu şekilde başlayan bir tanışıklıktan sonra, İlyas onu kamyona davet eder ve köye kadar götürmeyi teklif eder. Aysel kamyona biner. Şoför koltuğundaki İlyas gerisini şöyle anlatır: “Bir kızla tanışıp konuşmam ilk defa olmuyordu elbet, ama o anda sıkılıyordum işte. (…) Direksiyonu çeviriyor, kıza kaçamaklı bakışlar atıyordum. Saçları iki yandan omuzlarına dökülmüştü. Omuzlarından kayan ceketini dirseği ile tutuyordu. Bir kenara büzülmüştü. Bakışları sertti, yüzü açıktı, kaşlarını çatmak istese de başaramıyordu.” (s. 14) İşte bu sohbet anında İlyas kızın adının “Aysel” olduğunu ve onun bir kolhozda çalıştığını öğrenir. Daha sonra İlyas, Aysel’i kamyondan indirir ve Aysel evine gider. Eve girer girmez annesi Aysel’e bağırmaya başlar. Aysel’in annesi bağırırken kızına nerede olduğunu falan sorar. Ona çabuk giyinmesini ve dünürlerinin Aysel’i beklediğini söyler. (s. 16). Bu durumu Aysel İlyas’a da hissettirir. Yani Aysel İlyas’a nişanlı olduğunu ima eder. Ancak İlyas gün boyu Aysel’i unutamaz; dolayısıyla aşk da başlamış olur. Buluşmalar, görüşmeler, ileriye dönük hayaller kurmalar: İlyas Aysel’i görmek için sık sık köye gider. Aysel de hemen her gün İlyas’la özdeşleşen kamyonun yolunu gözler. Aysel, tanımadığı, hatta sevmediği ve bir anlamda ailesinin zorlamasıyla evlendirilmek istendiği bir akrabasından kurtulmak için adeta İlyas’ı kurtarıcı olarak görür. İlyas, zaman zaman Aysel’i kamyonuna bindirip gezdirir. Dolayısıyla aralarındaki aşk da bu süreçte gelişir. İlyas, otomobil merkezinden kolhoza yeniden yük taşımakla görevlendirilir; ilk önce bu görevi istemeyen İlyas, Aysel’in o kolhozda çalıştığını hatırlayınca canla başla oraya gitmek istediğini söyler. Çünkü aklında hep Aysel vardır ve onunla buluşmak ister. (s. 20-21) İlyas geldiği köyde Aysel’le 12 karşılaşır. Ancak Aysel, kendisinin nişanlı olduğunu ve İlyas’ın gelmesinin doğru olmadığını söyler. Aysel her ne kadar bunları söylese de, İlyas’la köyde sık sık görüşürler. (s. 23) Bir sebepten dolayı ayrılık ya da kavuşma engelleri: Aysel ile İlyas; Aysel’in nişanlı olması, içinde yaşadıkları toplumun ahlak kuralları gereği nişanlı bir kızın başka bir erkekle gezip dolaşmasının hoş karşılanmaması; İlyas’ın Kadiçe ile yasak aşkı; ayrıca İlyas’ın hırslı ve gururlu olması gibi durumlar aralarındaki aşkın engelini oluşturur. Gerçi İlyas ile Aysel evlenirler; ancak biraz önce söz ettiğimiz engeller yüzünden ayrılmak zorunda kalırlar. Aysel’in Baytemir’le evlenmesi; Baytemir’in Samet’e babalık yapması gibi durumlar da İlyas ile Aysel’in yeniden bir araya gelmesine engel teşkil etmektedir. İlyas’ın hem Aysel’e olan aşkı hem de oğlu Samet’e karşı beslediği sevgi günden güne artmaktadır. Ancak bu arada İlyas’ın işi de artmaktadır. Çünkü sık sık uzağa sefere çıkması gerekmektedir. Oldukça uzun zaman alacak bu işlere İlyas bir çözüm bulur. Bulduğu çözüm şöyledir: Şayet kamyonlara römork takarlarsa, taşıyacakları yükler azalacak, onlar da fazla zaman harcamayacaklardır. Ancak kamyon yolları bozuk ve dar olduğu için, romork takılması imkansızdır. İlyas kamyonuna romork takmayı dener ancak başarılı olamaz. Çünkü kamyonu yolda kalır. İlyas’ın otomobil merkezinden izinsiz olarak yaptığı bu deneme onun aleyhine sonuçlanır. Yakın dostu Alibek ve Kadiça da dahil olmak üzere hemen herkes İlyas’a tavır alır. Hatta İlyas’a o yol yasak edilir. Çok iyi niyetlerle eşi ve çocuğu için daha iyi kazanç elde edeceğini düşünerek yaptığı bütün bu işlerdeki başarısızlığı; hatta işinde bir anlamda ceza alması İlyas’ın moralini çok bozar. Hemen herkesi kırar incitir. Bunlar arasında eşi Aysel de vardır. Dolayısıyla İlyas bir süre evine ve çocuğunun yanına gitmez; bir anlamda evi terk etmiştir. İlyas’ın böyle anlarda teselli bulduğu kişi Kadiça’dır. Yani İlyas Kadiça ile yeniden yasak ilişkiye girer. (s. 51-61) İlyas - Aysel aşkında “rakip” durumunda olan Kadiça, Aysel’le evli olduğunu bile bile yeniden ilişkiye girdiği İlyas’a şunu söyler: “Ben sensiz olamam. Sen benimsin. Daima benimdin zaten. Başka, başkaca bir şey bilmek istemem. Yalnız sev beni İlyas. Başka bir şey istemiyorum. Seni vermeyeceğim, başkasına vermeyeceğim anladın mı!...” (s. 61) Bu arada İlyas, yaptığı hatalar üzerine bütün dostlarını kırar, incitir. Böyle zamanlarda bir süreliğine Kadiça’nın yanında kalır. Birkaç gün geçtikten sonra pişman olur ve dostlarından özür dilemek üzere onların yanına gelir. Aysel, İlyas’ın bütün bu hatalarını affeder ancak onun Kadiça ile ilişkisini öğrenince –ki bu ilişkiyi Aysel’e İlyas’ın adeta en büyük rakibi olan Cantay anlatmıştır (s. 72)- oğlu Samet’i de alıp evi terk eder. İlyas eve dönünce karşılaştığı manzarayı şöyle anlatır: “Evde kimseler yoktu, kapılar açıktı. Baştan Aysel’i suya veya oduna gitmiştir diye düşündüm. Etrafa bakındım. Oda içi karmakarışıktı. Yakılmamış sobadan buz gibi bir ürperti ve huzursuzluk çarptı yüzüme. Samet’in yatağına doğru vardım, bomboş.” (s. 70) İlyas bu anda kendini yapayalnız hisseder. Çünkü yaşadığı aşkın “ayrılık” faslına gelmiştir. Ayrıca İlyas Aysel’le evlendikten sonra başta Çin olmak üzere birçok yere sefere çıkar. Bu yolculuklarının devam ettiği bir anda da çocuğu olur. Çocuğa Samet adını verirler. Ancak Samet, İlyas - Aysel aşkında ileride bir engel olacaktır. (s. 37). İlyas’ın hayatındaki dönüm noktalarından biri de, onun ileride hayatının akışını değiştirecek kişi olan Baytemir’le ilk karşılaşmasıdır. Bir yolculuk sırasında bir dağ başında İlyas çamura saplanmış bir kamyon görür. Bu kamyonun şoförü zor durumdadır. İlyas zor durumda kalan bu adama yardım edip kamyonunu çamurdan çıkarıp kurtarır. Bu kişi Baytemir’dir. İlyas’ın Baytemir’e yardım ettiğini gören tek kişi de Cantay’dır. Yolda otomobil merkezi şoförlerinin kamyonları başka işlerde kullanmaları yasaktır. İlyas kamyonunu çekici olarak kullanıp Baytemir’in kamyonunu kurtarmıştır. Bu durumu gören Cantay, gelip durumu otomobil merkezi sorumlularına ihbar eder. Bu olay İlyas Aysel aşkının en büyük engeli olmuştur. (s. 38-41) Kavuşmak için mücadele etmeler: Aysel ile İlyas aşkı devam ederken, özellikle evlilikten sonra Aysel’in aşkını koruma ve kurtarma mücadelesi verdiği görülmektedir. Bu sırada İlyas aşkına oldukça kayıtsız davranırken, Aysel canla başla adeta aşkını kurtarmanın çabası içindedir. Aysel’in bu çabası sonuçsuz kalır ve adata kadın yenik düşer. Bu arada devreye Baytemir girer. Baytemir, dolaylı yoldan da olsa, Aysel ile İlyas’ın kavuşmasına yardım etmek ister. Dolayısıyla Baytemir, Aysel’i sevmesine rağmen, onunla köklü bir vuslat düşünmez. Aysel ise kalben İlyas’ı istemesine rağmen, oğlu Samet’e babalık yaptığı; kendisine de yaşanabilir bir ev ortamı hazırladığı için Baytemir’e karşı minnettarlık hissi besler. Baytemir ise Aysel-İlyas aşkında bir engel olarak değil de yardımcı olarak işlev üstlenir. 13 Bu arada İlyas, her ne kadar içkiyi falan azaltsa da, ne zaman Aysel’i hatırlasa yeniden içkiye sığınmaktadır. İçkili olduğu böyle bir gün kamyonuyla kaza yapar; kendinden geçer. Yarı uyanık halde birilerinin kendisiyle ilgilendiğini, hatta yardım ettiğini hisseder. Yardım edenlerden biri kendisini yaralı bir halde omzuna alıp evine getirir. Bu kişi, Aysel’in yeni eşi Baytemir’dir. İlyas’ı yaralı halde karşısında görünce Aysel de şok yaşar ve elindeki odunlar düşer. İlyas da Aysel’i tanımıştır. Bu arada oğlu Samet’i de gören İlyas, çocuğun ne kadar büyüdüğünü de fark eder. Samet ile Baytemir arasında ise baba-oğul ilişkisi vardır. Samet Bayetmir’i baba olarak bilir. Bu arada Samet İlyas’la da çocukça sohbet eder. İlyas’ın adeta dünyası başına yıkılmıştır. İlyas’ın yattığı odaya sık sık gelip giden Aysel ise adeta onu tanımıyormuş rolü oynar. Akşam olunca İlyas derin bir düşünceye dalar. Derin düşünceye dalan sadece İlyas değildir. Çocuk dışında hem Aysel hem de Baytemir gece boyunca düşünürler. Çünkü Baytemir İlyas’ın Aysel’in ilk eşi olduğunu anlamıştır. Ertesi gün İlyas daha bir iyileşir ve kamyonları çok seven Samet ile Aysel’i de alıp kamyonuyla gezmeğe çıkar. İlyas ile oğlu ve Aysel arasındaki ilişki böylece devam eder. İlyas’ın niyeti oğluna gerçeği söylemek ve evlat hasretini dindirmektir. Onun bu kararında Samet’in İlyas’a çok yakın davranmasının da etkisi vardır. Fakat Aysel Samet-İlyas yakınlaşmasına hiç de iyi gözle bakmaz. Hatta Samet’i İlyas’ın yanına da göndermez. Ancak Aysel Samet’in ısrarına dayanamayıp İlyas’la buluşur. İlyas Samet’i kamyonuna bindirir ve adeta köyden kaçırmak ister. Bunu fark eden Samet, İlyas’tan arabayı durdurmasını ve anne ve babasını da kamyona almasını söyler. Çocuğun yalvarmasına dayanamayan İlyas, sonunda onu kamyondan indirir. Samet’in indiği yere yakın bir yerde çalışan Baytemir olanları görür ve İlyas’ın da niyetini anlar. Samet Baytemir’i görünce doğrudan kucağına atlar ve boynuna sarılır. İlyas anlar ki, Samet Baytemir’i baba olarak bilmekte ve daha çok sevmektedir. İlyas Aysel aşkı da bu noktada sonuçlanır. (s. 82-95) Mutlu son ya da ölüm: Bu hikayenin sonunda aşk değil de aşk için “fedakarlık yapan” Baytemir kazanır. Yani İlyas Aysel’e kavuşamaz; Aysel ise hala İlyas’ı sevmesine rağmen, Baytemir’le kalır. Dolayısıyla bu aşk da “kavuşma” gerçekleşmeden devam eder. (Buna “kavuşup sonra ayrılma kurgusu” diyeiliriz.) Ancak burada söz konusu “aşk”taki bir kavuşma anını anlatmak gerekiyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, İlyas-Aysel aşkı ilk etapta “kavuşma” ile sonuçlanır. Aysel, ailesinin ve nişanlısının bir an önce kendisini evlendirmek istediğini görünce, kamyon izlerinden İlyas’ın köye geldiğini anlar ve İlyas’la ilk tanıştıkları yere gelir. İlyas orada adeta Aysel’i beklemektedir. Aysel İlyas ile tekrar buluşunca kamyona biner. İlyas da ona kamyonla gezmeyi teklif eder. Aysel adeta İlyas’ın niyetini anlamıştır ve itiraz etmeden kamyona biner. İlk önce Isık-Göl’ün kenarına giderler. Daha sonra da İlyas’ın iş merkezi olan otomobil merkezine geçerler. Herkes İlyas’ın Aysel’i kaçırdığını anlamıştır. Yakın dostu Alibek, İlyas’a ve Aysel’e çok sıcak davranır. Bütün bunların olup bittiği süre içinde İlyas’la Aysel’in evi kamyon olmuştur. Daha sonra Alibek İlyas’a ev temin eder. İlyas’la Aysel böylece kavuşmuş olurlar. (s. 28-35) “Selvi Boylum Al Yazmalım” Hikayesinde Aşkın Tarafları: “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde Aysel ve İlyas aşkın taraflarını oluştururlar. Yukarıda gelişim sürecini ayrıntılı olarak anlattığımız aşk başladıktan sonra, İlyas Aysel’i kamyona davet eder ve köye kadar götürmeyi teklif eder. Aysel kamyona biner. Şoför koltuğundaki İlyas bu aşamada bize Aysel’i tanıtır: “Bir kızla tanışıp konuşmam ilk defa olmuyordu elbet, ama o anda sıkılıyordum işte. (…) Direksiyonu çeviriyor, kıza kaçamaklı bakışlar atıyordum. Saçları iki yandan omuzlarına dökülmüştü. Omuzlarından kayan ceketini dirseği ile tutuyordu. Bir kenara büzülmüştü. Bakışları sertti, yüzü açıktı, kaşlarını çatmak istese de başaramıyordu.” (s. 14) İşte bu sohbet anında İlyas kızın adının “Aysel” olduğunu ve onun bir kolhozda çalıştığını öğrenir. İlyas ilk tanıştıkları andaki Aysel’i de anlatır: “Baktım gerçekten ince yapılı, çatık kaşlı bir kızcağız… (…) Al yazmalı, babasının olacak uzunca bir ceket omuzlarına atılmış.. (…) Gerçekten de güzeldi.” (s. 13) Bu arada İlyas Aysel’i şu şekilde de tanıtır: “…Nerelerdeydi acaba? Selvi boyu ile bir yerlerden görünecek miydi acaba? Kırmız başörtülü selvi boylu sevgilim benim. Benim ince yapılı bozkır güzelim.” (s. 21) Hikayenin satır aralarında İlyas’ı da tanırız. Daha doğrusu hikayenin anlatıcısı olduğu için İlyas adeta kendi kendini tanıtır. Buna göre İlyas, askerden yeni dönmüştür. Çocukluğu yetimler yurdunda geçmiştir. Bir otomobil merkezinde kamyon şoförü olarak çalışır. En yakın dostu Alibek’tir. Deli dolu biridir ve pek kural nizam dinlemez. Aynı zamanda maceraperest bir ruha sahiptir. Kamyonuyla çok 14 zorlu yollarda dağlarda, köylerde ve ıssız yerlerde vaktini geçirir. (s. 11-12) İlyas, hikayesini anlatırken, kendisi hakkında dağınık bilgiler verir. Buna göre çalıştığı yerde Cantay isminde biri vardır ve İlyas onunla hiç anlaşamaz; hep onunla kavga eder. Yine çalıştığı otomobil merkezinde ismi Kadiçe olan bir kadın vardır ve bu kadın o merkezde müdür durumundadır. Konuşmalarından İlyas’ın bu kadınla ilişkisi olduğu ve Kadiça’nın da İlyas’ı sevdiğini anlıyoruz. (s. 17) İlyas, her ne kadar Kadiça’ya sığınsa da onun Aysel’e olan aşkı hiçbir zaman bitmez: “Aysel, benim kıymetli Aysel’im!... Beni evden temiz yüreği ve sağlam inancıyla yolcu ettiğini, ona layık olmadığımı biliyor bana yaptığı insanlık önünde eziliyordum.” (s. 68) Hikayelerdeki Aşkların Arka Planları ve Dekorları: Aşk anlatılarında, merkezdeki aşkın çevresinde ve hatta arka planında pek çok olay, durum ve olgu bulunur. Yazarlar “aşk felsefeleri”ni daha çok bu arka plan ya da dekor üzerinden görünür kılarlar. Cengiz Aymatov da öyle yapmış ve her iki hikayesinde de söz konusu ettiğimiz arka plan ve dekor bilgileri aracılığı ile mesajını anlaşılır kılmıştır. Aşkların arka planlarında yer alan ve bir anlamda dekor durumunda olan bu unsurlar nelerden oluşur? Sorunun cevabını şu şekilde maddeleyebilirz: 1-Alt aşklar; 2-Aşkın felsefi yorumu; aşkın işlevselliği; aşkın dekor unsurları vs…; 3Aşkın göstergesel anlamı; 4-Aşkın geleneksel kodları veya aşkın toplum tarafından algılanması; 5Aşkın gücü ve diğer tezahürleri; 6-Her aşkta mevcut olan ontolojik unsurlar..vs. Hemen her aşk hikayesinde karşımıza çıkan ve yazarın aşk konusundaki görüşlerini içeren bu unsurlar hem “Cemile” hem de “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde mevcuttur. Şimdi her iki hikayeye bu açılardan kısaca bakalım: Hikayelerde Alt Aşklar: “Cemile” hikayesindeki anlatıcı çocuk daha önce de değindiğimiz gibi Cemile’ye karşı platonik bir aşk beslemektedir. Esasında Cemile anlatıcı çocuğun ağabeyinin eşidir. Çocuk ağabeyi askere gidince, annesi ve Cemile ile cephe gerisinde kalır: “…Ben Cemile’yi çok severdim, o da beni severdi. Çok iyi dost olmuştuk ama, birbirimizi adlarımızla çağıracak kadar değil. Ayrı ailelerde olsaydık ona herhalde Cemile derdim, ama ağabeyimin karısı olduğu için Cene (yenge) diyordum. O da kiçine-bala (küçük çocuk) diye çağırırdı. Oysa ben artık küçük bir çocuk değildim ve aramızdaki yaş farkı da büyük değildi. Ama avılda adet böyledir. Gelinler kocalarının küçük kardeşlerini ‘kiçine-bala’ ya da ‘kaynım’ diye çağırırlar.” (s. 9) “Ben çok meraklı bir çocuktum. Birçok sorular sorarak herkesin canını sıkardım.” (s. 27) diyen anlatıcı çocuk Cemile’ye aşıktır: “Delikanlıların kız kardeşlerini kıskanmaları gibi ben de Cemile’yi kıskanırdım.” (s. 16) Danyar’ın Cemile’yi sahiplenmesi ve bir anlamda kıskanması anlatıcı çocuğun da hoşuna gider. Ancak çocuk ikilem içindedir: “Ben de onun Danyar’ı sevmesini hem istiyor hem istemiyordum. Ne de olsa Cemile bizim ailenin gelini, ağabeyimin karısı idi.” (s. 47) Cemile ile Danyar’ın köyü terk edişlerini gıpta ile izleyen anlatıcı çocuk sonunda şunu itiraf eder: “Bana en yakın ve en sevdiğim insanlardan ayrılmıştım. İşte o zaman, yerde uzanıp yattığım o anlarda birden anladım Cemile’yi sevdiğimi. Evet, sevmiştim ve bu benim ilk çocukluk, ilk gençlik aşkımdı.” (s. 60) “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde de alt aşklar vardır. Ancak bu aşklar tek yönlüdür. Çünkü taraflardan sadece biri severken, diğeri “aşk”tan ziyade, kendisini seven kişiye minnettarlık bağlamında sevgi gösterir. Bunlardan en dikkate değer olanı Baytemir’in Aysel’e duyduğu aşk; diğeri ise Kadiça’nın İlyas’a olan hisleridir. İlyas, ne zaman zorda kalsa sığındığı tek kişi Kadiça’dır. Kadiça İlyas’a deli gibi aşıkken, İlyas onunla adeta gönül eğlendirmektedir. Hatta İlyas, her zor anında kendine yardımcı olan Kadiça’ya büyük bir minnet hissi besler. Benzer durum Aysel ile Baytemir arasındadır. Aysel, İlyas tarafından ihanete uğradığını düşünüp evi terk ettiğinde ona bu zor anında Baytemir sahip çıkar. Baytemir çok iyi bir insandır. Her ne kadar Aysel, Baytemir’le evlense de, onun gönlü hala İlyas’tadır. Bunu Baytemir de bilir: “…Neden gizleyeyim bunu, kendimden de gizlemeye çalıştım olmadı. Sevdim onu (Ayesl’i). Bütün yüreğimle, ömrüm boyu bağlandım ona. Yalnızlığım, kaybedilen tüm mutluluğum bu aşkta toplandı. Ama benim bu aşktan söz etmeye hakkım yoktu. O, bekliyordu bunu oysa. Uzun zaman, belli etmeyerek bekledi. Şosede çalıştığımız sırada gelip geçen kamyonları bekleyen, özleyen gözlerle karşılayıp uğurladığını görüyordum.” (s. 107) 15 Baytemir, geçmişte Gülbara adında bir kadınla da evlenmiştir. Baytemir’in anlattıklarından bu evliliğin bir aşk evliliği olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Dolayısıyla hikayede bir alt aşk olarak Baytemir – Gülbara aşkından da söz edebiliriz. Aşkın Felsefi Yorumu; Aşkın İşlevselliği; Aşkın Dekor Unsurları vs…: “Cemile” hikayesinde anlatıcı çocuk, hem platonik aşka sahip biri olarak hem de sanatçı (ressam) olarak Cemile-Danyar aşkına önem verir. Hikayenin bir yerinde de bu aşkın kendi ressamlığına ilham olduğunu da söyler: “Bugün bile kendime sık sık sorarım: Aşk da bir ilham mıdır? Ressamın, şairin ilhamı gibi bir ilham mı?” (s. 48) Anlatıcı çocuk, platonik aşkını sanatçı kişiliğine (ressamlığına) tahvil eder ve adeta aradan çekilmek ister. Çocuğun burada yapmak istediği tek şey söz konusu aşkı anlatmaktır: “Ben onların resimlerini yapmak istiyordum.” (s. 49) Çocuk bu konuda şunu da söyler: “…ondaki o engin vatan aşkının ifadesi olan ilhamlı müziği de Danyar, Cemile için söylüyordu. O, türküsünde Cemile’yi söylüyordu. (…) Kendi kendime “Doğayı Danyar gibi görmeli, Danyar’ın türkülerle anlattığını ben boyalarımla anlatmalıyım, dağların, bozkırın, insanların, otların, bulutların, derelerin resimlerini yapmalıyım” diyordum.” (s. 49) Aytmatov, yaptığı bir açıklamada “Cemile” hikayesinin adını ilk olarak “Melodi” şeklinde koymak istediğini söyler. Burada yazar Danyar’ın türkülerini vurgulama amacını da taşır. 34 (Burada “aşk”ın sanata ilham olması durumu vurgulanır.) Anlatıcı çocuk ayrıca aşkı sanatla ebedileştirmek ister: “Cemile ve Danyar’ın resimlerini yapacaktım. Gözlerimi kapadım ve onları resimde göstermek istediğim gibi canlandırdım.” (s. 50) (Burada “aşk”ın sanatla ebedileştirilmesi söz konusudur) Cemile ile Danyar’ın kaçışı konusunda kötü düşünmeyen tek kişi anlatıcı çocuktur: “Cemile’yi, eskiden yengem olan Cemile’yi, suçlamayan tek insan belki bendim. Varsın Danyar’ın kaputu eski, pabuçları delik olsun! Ondaki ruh zenginliğinin bizim hiçbirimizde bulunmadığını çok iyi biliyordum ben. Cemile’nin onunla mutsuz olacağına hiç inanmıyorum.” (s. 61) (Burada “aşk”ın, maddi değil ruhsal zenginlik anlamına geldiği vurgulanır.) Hikayenin sonunda Cemile’nin eşi Sadık cepheden döner. Olup bitenleri öğrenir ve tabii olarak üzülür. Küçük kardeşi Seyit’in (anlatıcının) resim yaptığını bilen Sadık, onun Cemile ve Danyar’ın aşkını konu alan resmini görünce adeta çıldırır. Sadık, bir aşkın delili olan o resmi yırtar ve Seyit’e öfkeyle bağırır; hatta Seyit’i ihanetle ve neredeyse ahlaksızlıkla itham eder. Bu durumda Seyit kendini şöyle savunur: “Niçin hain oluyormuşum ben? Kime ihanet ettim? Aileme mi, soyumuza mı? Ben gerçeğe, hayatın gerçeğine, o iki insanın gerçeğine ihanet etmedim. Ama bunu kimseye anlatamazdım.” (s. 62-63) (Burada “aşk”ın, farklı bir gerçeklik olduğu hissettirilir.) “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde ise İlyas, sevdiğinden ayrılıktan sonra bütün imkanlarını kullanarak Aysel’i ve oğlu Samet’i arar. Yakın dostu Alibek, Aysel’in annesi ve köyü gibi hemen her yerde arama yapar. Ancak Aysel, İlyas’ın uğradığı bu yerlerin hiçbirine gitmemiştir. Bütün umudunu yitiren İlyas, yeniden Katiça’ya döner ve onunla birlikte başka şehirlere gider. Aradan üç yıl geçer. Bu yıllar içinde İlyas hep Kadiça ile beraberdir, hatta ona önem de verir; ancak İlyas Kadiça ile aralarındaki ilişkinin “aşk” olmadığını bilmektedir: “Biz Kadiça’yla güçlüklerden asla yılmazdık, yaşamamız kötü de değildi. Birbirimize saygımız vardı. Saygı başka, aşk sevgi gene başka. Eğer biri sever, öbürü sevmezse bu da hayat değil bence. İnsanın yaratılışı mı böyle, yoksa benim tabiatımda mı var bu, bilemeyeceğim bana daima bir şey eksik geliyordu. Ve bu eksik şeyi ne işle doldurabilirsin, ne dostlukla, ne de seni seven kadının dikkatiyle. Yüreğimde çoktandır bir yara taşıyordum.” (s. 73) (Burada da “aşk”ın, dünyadaki başka hiçbir sevgiye benzemediği vurgulanır.) İlyas sonunda Kadiça’dan ayrılır. Bu ayrılıkta Kadiça’nın da rızasını almıştır. Ancak Kadiça’ya da acımaktadır: “Ve ayrıldık. Kadiça Kuzey Kazakistan’ın ham topraklarına doğru çekti gitti. Onun mutlu günler yaşamasını yürekten arzuladım. İlk kocasıyla mutlu olmamıştı, benimle de olmadı. Gerçek aşkın ne demek olduğunu bilmeseydim, onunla ömür geçirebilecektim. Sevmek, sevilmek ne demektir? O öyle bir şey ki, açıklamak güç, çok çok güç…” (s. 74) (Burada ise gerçek aşkla aşk zannedilen sevgiler arasında farklar olduğu vurgulanır.) 34 Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge / Cengiz Aytmatov, Salkımsöğüt Yay. Erzurum 2008, s. 120. 16 Aysel de İlyas’a aşık olmasına rağmen, sevdiğinin mutlu olması için çalışıp didinen ve çok iyi bir insan olan Baytemir’i tercih eder ve onunla kalır. Burada kazanan “aşk” değil, “iyilik” olur. Aytmatov, insanların zorla sevemeyeceklerine inanır. Bu manada “aşk” başka bir duygudur, iyilik ise daha başka bir duygu. Hem “iyilik” hem de “aşk” ayrı ayrı değerlerdir. Yazar, hikayede bu hususu Baytemir üzerinden görünür kılar. Şöyle ki; Baytemir Aysel’in kendisini iyi bir insan olarak bildiğinin farkındadır. Baytemir öyle iyi bir insandır ki, (hatta aşka da hürmet eden biridir) şayet İlyas bir gün Aysel’e dönecekse ona da rıza gösterir. Aytmatov bu durumu Baytemir’in ağzından şöyle anlatır: “Düşün Aysel… O dönerse bir gün, gönlün onu arzular sana engel olmam asla, daima hür kalacaksın Aysel…” (s. 108) Aysel, Baytemir’in olağanüstü iyi bir insan olması karşılığında, ona duyduğu minnettarlık hissini adeta “aşka” dönüştürür. Baytemir hem Aysel’e hem de Samet’e öylesine iyi davranır ki, sonunda İlyas’ın dönmesine rağmen, İlyas’ı değil de Baytemir’i tercih eder. Hatta Aysel Baytemir’e “Sevgilim benim” (s. 110) şeklinde hitap eder. Burada “iyilik”in “aşka” galip geldiğini görürüz. (Burada da “aşk”la “iyilik”in farklı değerler olduğu, bunlar karşı karşıya geldiklerinde ise “aşk”ın değil iyiliğin kazandığı vurgulanır.) Baytemir, geçmişte Gülbara adında bir kadınla da evlenmiştir. Onunla evlendikten sonra bir kız çocuğu olur ve o sıralarda İkinci Dünya Savaşı çıkar. Baytemir, Gülbara ve küçük kızını yalnız bırakıp savaşa gitmek zorunda kalır. Aklı hep onlardadır. Baytemir Gülbara ile kızını Gülbara’nın ailesinin yanına bırakmayı teklif eder. Bu teklife Gülabara’nın verdiği cevap, onun da Baytemir’i sevdiğine işarettir: “Yol da görüp gözetilmeli, bırakıp gitmeye gelmez.” (s. 99) Gülbara bu sözüyle şunu söylemek ister; insanın sevdiğinin yolunu gözetlemesi; hatta sevdiğinin geleceği umudunu taşıması da aşktır. Ayrıca Baytemir askerde iken Gülbara ona sürekli mektup da yazmaktadır. (Burada da “aşk”ın fedakarlık olduğu vurgulanır.) İlyas Aysel’le kaçınca ilk önce Isık-Göl’ün kenarına gelir. Aysel’den ayrılınca da hatırasını yad etmek için bu gölün yanına gelir. Hatta hep kamyonuyla Aysel’le ilk karşılaştığı yoldan gider. İlyas, Aysel’den ayrıldıktan sonra geldiği ve “tüketilmemiş şarkı” olarak nitelendirdiği Isık-Göl’ün kenarında neler hissettiğini şöyle anlatır. “Evet, evet her şey tam o zamanki gibiydi. Ama Aysel, Aysel yanımda değildi. Sen neredesin şimdi, benim al yazmalım, selvi boylum?” (s. 79) (Burada ise “aşk”ın tanıkları olduğu ve her fırsatta onların bu tanıklara başvurdukları hissettirilir.) Baytemir-Gülbara aşkı hüsranla neticelenir. Çünkü Baytemir askerde iken düşen bir çığ sonucu Gülbara ve küçük kızı ölür. Yani Baytemir’in aşık olduğu karısı ile aşk derecesinde sevdiği kızı ölmüştür. Her ne kadar Baytemir ölen karısı ve çocuklarının yerini kimsenin dolduramayacağına inansa da o bir anlamda, yıllar sonra karşısına çıkan Aysel ve küçük oğlu Samet’i ölen karısı ile çocuğunun yerine koymaktadır. (Burada ise sevgiliye benzeyenlerin de değerli oldukları vurgulanır.) Aşkın Göstergesel Anlamı: Aşk, akıl ve mantık gibi değerleri pek önemsememesi yönüyle akla çoğu zaman “çocuk” imgesini getirir. Bu manada aşk, çocukça bir masumiyeti de bünyesinde barındırır. İşin içinde çocuk olunca “yaramazlık” ve “kural tanımazlık” da devreye girer. Cengiz Aytmatov aşklara bu gözle de bakar. “Çocuktan al haberi” diyebileceğimiz bu durum özellikle “Cemile” hikayesinde karşımıza çıkar; hikayede anlatıcı olarak çocuk yer alır ve adeta “oyun” oynar gibi olup biteni aktarır. Aşklar çoğu zaman bir “sığınak” olarak işlev görür. Büyük toplumsal felaketler yaşandığında insanlar pek çok şeyin yanında “aşk”a da sığınırlar. Cengiz Aytmatov’un her iki hikayesi de savaşın gölgesinde tecelli eder. Buradaki savaş İkinci Dünya Savaşı’dır. Aytmatov, aşkı adeta kamuflaj olarak kullanıp, devrin ve savaşın eleştirisini yapar. Söz konusu eleştiri “Cemile” hikayesine şu şekilde yansır: “Çocukluk günlerimdeydi. Savaş başlayalı üç yıl olmuştu. Babalarımız, ağabeylerimiz uzak cephelerde, Kursk ve Orel önlerinde savaşıyorlardı. Daha on beşine basmamış olan bizler ise kolhozda çalışıyorduk. Büyük erkeklerin harcı olan günlük ağır işler bizim zayıf omuzlarımıza yüklenmişti.” (s. 8) “Cemile”de çokça savaş eleştirisi de yapılır. Mesela, erkeklerin yaptığı ağır işleri kadınlar yapmak zorunda kalır. Hikayedeki istasyon şefi olan ve kadınları da çalıştırmak zorunda kalan Orozmat şunu söyler: “Bunun kadın işi olmadığını ben de biliyorum, ama erkekleri nereden bulayım? Erkekler olmayınca asker karılarını çağırmaya karar vermişler.” (s. 11) Danyar da savaşın çok büyük bir felaket olduğuna inanır. Hatta der ki: “Savaşın ne olduğunu bilmeseniz daha iyi.” (s. 27) Danyar, 17 savaşın öyle laf olsun diye anlatılacak bir konu olmadığını, uyumak için bir peri masalı dinler gibi dinlenemeyeceğini çok açık bir şekilde anlatmış oluyordu. Savaş bu erkek yüreğinde kan gibi pıhtılaşmıştı ve onu hikaye haline getirmek öyle kolay değildi. (s. 27) “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde de savaş eleştirisi yapılır. Hikayedeki alt aşkın kahramanı olan Baytemir, aşkla sevdiği ilk karısını (Gülbara) ve çocuğunu İkinci Dünya Savaşı yüzünden kaybetmiştir. Cengiz Aytmatov, “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde daha başka eleştiriler de yapar. Hikayede özellikle İlyas, satır aralarında eleştirini sunar. Mesela Aysel’in nişanlı oluşundan hareketle, o yörede genç kızların iradeleri dışında istemedikleri kişilerle zorla evlendirilmelerine sıcak bakmaz. (s. 21) İlyas Kadiça ve Cantay’ın aldığı karara rağmen, köye gider. Evinin yakınına gelince de Aysel’in nişanlısının babasını görür. Aysel’in annesi ile bu adamın kutsal bildikleri Cuma günü sözü kesilecektir. Bütün bu konuşmaları dinleyen İlyas şu yorumu yapar: “Bu ihtiyarlar eski adetlerle ne zamana kadar biz gençlerin yolunu kesecekler böyle?” (s. 27) (Burada “aşk” bahane edilerek toplumsal sorunlar eleştirilir.) Aşkın Geleneksel Kodları veya Aşkın Toplum Tarafından Algılanması: Aşk, yüce bir insani duygu olduğu için, özellikle aşkın tarafları birbirlerine çok büyük bir değer verirler. Mesela “aşık”ın gözünde “sevgili” bir “sultan”dır, kraliçedir. Bu, “aşk”ın bir yönüdür. Aşkın bir diğer yönü ise, yukarıda da değindiğimiz gibi, onun hemen hemen bütün toplum kurallarına aykırı bir pozisyonda tecelli etmesidir. Bu yüzden olsa gerek, “aşk”a toplumda pek sıcak bakılmaz. Genellikle aşkın tarafları toplumun gözünde birer “mücrim” (suçlu) olarak görülür ve yargılanır. Cengiz Aytmatov hikayelerinde “aşk”ın bu birbirine zıt iki yönüne de yer verir. Mesela CemileDanyar aşkında Cemile adeta bir “sultan”dır ve Danyar da bir köledir: “Cemile, Danyar’a ya hiç aldırmaz, hiç dikkat etmez ya da onunla alay eder, eğlenirdi. Onun keyfine göre olurdu bu.” (s. 31) Cemile’nin gözünde ise Danyar adeta gülünecek bir maskara ya da soytarıdır. (s. 31) Bütün bu aşağılanmalara rağmen Danyar hiçbir zaman Cemile’ye kızmaz: “Cemile’nin şakaları gibi ilgisizliği de bir kere olsun Danyar’ın sabrını taşırmadı, onu kızdırmadı. Sanki her şeye katlanmak için yeminliydi.” (s. 32) Aytmatov “Cemile” hikayesinde, “aşk”ın mistik-mitolojik yönüne de temas eder. Mesela bir yolculuk anında anlatıcı çocuk, Cemile ve Danyar bir Rus köyüne uğrarlar. Burada bir elma bahçesi vardır ve bu üçlü biraz elma toplar. Hatta bahçede oyunlar oynanır, Cemile Danyar’a elma atar. (s. 33) Burada “elma”nın yasak meyve oluşu ve muhtemel günahı işaret etmesi akla gelir. Aşkın toplum nezdinde olumsuz karşılanması durumu da “Cemile” hikayesinde ele alınır. Mesela Cemile ile Danyar kaçtıktan sonra, avıldaki (köydeki) herkes onlara düşman olur. Hatta bir zamanlar Cemile’ye sarkıntılık eden sarhoş Osman bile ahlakçı kesilir; köydeki kadınların hemen tamamı evli bir kadın olan Cemile’nin kaçışının nasıl bir ahlaksızlık olduğu dedikodusunu yaparlar. (s. 60) Cemile’nin kayınvalidesi olan yaşlı kadın da Cemile-Danyar aşkına toplumun kadına biçtiği “ev kadını” ve “anne” klişelerinden bakar. Bu kadının “kadın” kavramına bakışı hikayede şöyle dile getirilir: “Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. (…) Mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır.” (s. 15) Cengiz Aytmatov, “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde ise Aysel-İlyas aşkına Aysel’in dedesinin gözünden, yani toplumsal algı bakımından bakar. İlyas, Aysel’den öğrendiği kadarıyla özellikle dedesi Aysel’i dışarıdan birine vermeyi uygun bulmamaktadır. Üstelik bu dedeye göre İlyas yellerin sellerin getirdiği cinsi cibilliyeti belli olmayan biridir. (s. 23). Her Aşkta Mevcut Olan Ontolojik Unsurlar: Yukarıda da birçok yerde değindiğimiz gibi, “aşk” çok yönlü bir göstergedir. En başta çok güçlü bir varlık alanını işaret eden “aşk”, uğruna her şeyin yapıldığı yüksek bir “değer” olarak karşımıza çıkar. Öyle ki “aşk” uğruna özellikle “aşık”ın feda edemeyeceği bir şey yok gibidir. Bu “şey” “canı” bile olsa, vermekten çekinmez. Anatole France, “Aşk, kendisini hissedende samimi bir sefaleti gerektirir. İnsanların zaaflarını meydana çıkartan aşktır.” 35 derken bir anlamda bunu işaret 35 Anatole France, Thais, s. 79. 18 eder. Mevlana’nın “Aşk, davaya benzer, acı çekmek de şahide; şahidin yoksa davayı kazanamazsın.” sözü ile Unamuno’nun “Sıkıntı, hayatın esasıdır ve biz oyunun, eğlencelerin, romanların ve aşkın keşfedilmesini yalnız sıkıntıya borçluyuz.” sözleri de aynı duruma işaret eder. Bunun dışında “aşk” denilince akla ilk gelen “kıskançlık”, “yasak aşk” ve “rakip” gibi pek çok unsur da “aşkın olmazsa olmaz”larıdır. Cengiz Aytmatov hikayelerinde “aşk”ı bu açılardan da ele alır. “Cemile” hikayesinde bu bağlamda bir “kıskançlık” durumuyla karşılaşırız. Mesela, bir ara yaz mevsiminin de etkisiyle içlerinde Cemile’nin de bulunduğu kişiler dereye girip serinlerler. O sırada bütün delikanlıların gözü Cemile’dedir. Hatta bu delikanlılar Cemile’yi yaka paça tutup dereye atarlar. Islanan ve elbiseleri üzerine yapışan Cemile bu haliyle oradaki bütün erkeklerin tacizine uğrar. Delikanlılar Cemile’yi taciz ederken herkes güler ama sadece Danyar öfkeli gözlerle bakar. Çünkü Cemile’yi diğer gençlerden kıskanmaktadır. (s. 45-46) Aytmatov, “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesinde ise “yasak aşk”, “rakip” ve “kıskançlık” durumlarına yer verir. İlyas’la ilişkisi olan Kadiça, İlyas’la hiç geçinemeyen Cantay’la da işbirliği yaparak onu Aysel’in bulunduğu köye değil de daha başka yere göndermek ister. Burada Kadiça İlyas’ı Aysel’den uzak tutmaya çalışmaktadır. İlyas’ın yerine köye Cantay’ı gönderir. Cantay da bu durumun İlyas’ı rahatsız edeceğini bildiği için memnuniyetle köye gitmek ister. (s. 24-25) Yani Cantay hikayede İlyas’ın “rakibi” olduğu için, hep “kötülük” peşindedir. Hikayede “kıskançlık” durumu da karşımıza çıkar. İlyas, Kadiça’dan ayrıldıktan sonra yeniden Aysel’in ailesinin köyüne gelir. Burada Aysel’in başka biriyle evlendiğini öğrenir. Hatta Aysel’in yeni eşiyle birlikte birkaç kez köye gelip gittiğini öğrenir: “Bu haber beni çok yıktı, birdenbire öyle oldum ki, onun ne vakit, nerede, kiminle evlendiğini öğrenmek bile beni ilgilendirmiyordu. Neden bileyim bunları! Aysel’in başkasını bulup evleneceği hiçbir zaman aklımdan geçmemişti. Ama bu olmalıydı. Yıllarca durup benim dönmemi bekleyemezdi elbet.” (s. 76) Hikayelerde aşkın ontolojisini oluşturan bütün bu ve benzer durumların tamamına yer verilir. Bu da Aytmatov’un “aşk” kavramını bütün yönleriyle ele aldığını gösterir. Bir kavramın bütün yönleriyle ele alınması ise bizi ister istemez “felsefe” kavramına götürür. Sonuç Aşk, sanatta ve edebiyatta en çok işlenen ve bundan sonra da, -kısaca her zaman- işlenebilecek bir konudur. Bütün insan topluluklarında ve kültürlerde mevcut olan aşk, farklı coğrafyalarda ve medeniyetlerde “aşk anlatısı” (aşk hikayesi) olarak sürekli gündem oluşturur. Bazı küçük farklar olmasına rağmen, farklı medeniyet ve kültürlerde yaşanan aşklar aşağı yukarı aynı “ontolojik” esaslara sahiptir. “Aşk”a farklı bakışlar, medeniyet algısından kaynaklanır. Mesela İslam dini eksenli medeniyet ve kültürlerde “aşk” daha çok mistik-tasavvufi boyutuyla gündeme gelir. Hatta İslam medeniyeti içindeki aşklarda “beşeri aşk” ve “ilahi aşk” gibi süreçler de söz konusudur. Buna karşılık seküler karakterli Batı medeniyeti eksenli aşklarda ise daha başka tezahürlerle karşılaşırız. Aşk, hangi medeniyetin içinde tecelli ederse etsin, evrensel manada bazı ortak (ontolojik) niteliklere sahiptir. Bu nitelikleri biz iki başlık altında ele aldık. Birincisi “Tam teşekküllü aşk” kurgusu ki, bu kurgunun 5 (beş) temel aşaması vardır. Ayrıca söz konusu aşk kurgusunun “sevgili” ve “aşık” gibi temel tarafları vardır. Aşk, bu iki temel figür arasında tecelli eder. İkincisi ise bu temel aşk kurgususun arka planında olup bitenlerdir. Aşkların arka planlarında yer alan ve bir anlamda dekor durumunda olan birçok unsur vardır. Biz bu unsurları “alt aşklar”, “aşkın felsefi yorumu”, “aşkın işlevselliği”, “aşkın dekor unsurları, “aşkın göstergesel anlamı”, “aşkın geleneksel kodları veya aşkın toplum tarafından algılanması”, aşkın gücü ve diğer tezahürleri”, “her aşkta mevcut olan ontolojik unsurlar” vs. gibi kavram ve ifadelerle adlandırdık. “Aşk”ın bu iki temel özelliği bizce bu kavramı bütünüyle kapsamaktadır. Bütünüyle kapsadığı için de bir aşkın bu iki temel açıdan ele alınmasını da söz konusu kavramın “felsefesi” olarak yorumlamak mümkündür, diyoruz. Felsefeden söz edince, Türk toplumunda bu kavrama özellikle modern zamanlarda pek itibar edilmediğini görürüz. Hatta felsefe işlevinde kullandığımız “edebiyat” metinleri de modern zamanlarda itibar kaybına uğramaktadır. Bilhassa günlük dilde mevcut olan “Bana edebiyat yapma”, “Bana masal okuma”, “Bana hikaye anlatma” gibi sözler bunun göstergesidir. Bunlara, neredeyse birinci anlamlarını yitirip yeni ve kısmen olumsuz anlamlar kazanan “ukala” ve “efkar” gibi kelimeleri de ekleyebiliriz. Çünkü bu kelimelerden “ukala”ya, sözlükte “akıllılar, akıllı olanlar” anlamı; “efkar” 19 kelimesine ise “fikirler, düşünceler” anlamı verilir. Oysa bu kelimeler günlük dilde genelde olumsuz anlamda kullanılırlar. Daha da artıracağımız bu örnekler Türk toplumunda “düşünce” “felsefe” gibi olguların itibar kaybettiğini gösterir. Cengiz Aytmatov böyle bir durumun aksine hareket eder ve o, yazdığı hikaye ve romanlar aracılığı ile adeta “felsefe” yapar. Bu yazıda söz konusu ettiğimiz “aşk felsefesi” kavramını Cengiz Aytmatov’un hikayelerinde ustaca işlediği hususuna dikkat çekmeye çalıştık. Aytmatov, “aşk”ı işlediği her hikayesinde ve romanında bu duruma yer veriyor. Ancak biz onun “aşk” konusunda adeta dünya anlatı tarihine mal olmuş iki hikayesini ele aldık. Bu hikayeler “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” adını taşımaktadır. Bilindiği gibi bu hikayelerden “Cemile”, Louis Aragon tarafından Fransızcaya çevrildikten sonra hem “Cemile” hikayesi hem de Cengiz Aytmatov dünyaca tanınmıştır. Hatta “Cemile”, Aragon tarafından “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” 36 olarak nitelendirilmiştir. Bir anlamda Cengiz Aytmatov bizce bu iki hikayesinde “aşk felsefesi” yapmaktadır. Biz de bu incelememizde söz konusu hikayeleri “aşk felsefesi” bağlamında ele aldık ve ilginç sonuçlara ulaştık. Bu sonuçları şu şekilde sıralayabiliriz: -Türk kültüründe kadınlar genellikle aşkın nesnesidirler. Yani kadınlar “sevgili” olarak sadece anlatılırlar ve yüceltilirler. Oysa Aytmatov kadınları aşkın öznesi olarak ele alıyor. Bu kadınlar birer “insan” olarak hayatın içinde aktif rol alıyorlar. Öyle ki Aytmatov, bu kadınları adeta bir “özne” olarak ön plana çıkarıyor. Mesela hikaye adları sevgiliyi ifade ediyor. “Cemile” hikayesi, aşkın kadın kahramanı Cemile’nin adını taşıyor. “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesi de bu hikayedeki kadının (Aysel’in) fiziksel tasvirinden adını alıyor. Cemile’nin eşarbı “beyaz”, Aysel’inki ise “kırmızı”dır. Yazar, Cemile’nin kendisini, Aysel’in ise fiziksel görüntüsünü öne çıkarıyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz ki Aytmatov’da kadınlar öznedir. -Bu hikayelerden “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın kadın kahramanı Aysel, daha bir oturaklı, daha bir bilgece hareket eder. “Cemile”, “Selvi Boylum Al Yazmalım”dan önce yayınlanmıştır. Cemile’nin yaban ve “dağlı” görüntüsüne karşılık Aysel daha bir olgun ve kadınsı hareket eder. Denebilir ki Aysel, adeta Cemile’ye aşk dersi verir. 37 Aytmatov, aşkı genelde kadınlara öğrettirir. Zaten yazarın en büyük öğretmeni “büyük annesi”dir. 38 Burada şunu da tekrar hatırlatalım ki Cengiz Aytmatov, kendi hayatında mevcut olan otobiyografik ögelere hikayelerinde çokça yer verir. Aytmatov, bir yerde de “Cemile” hikayesinin yazılmasına sebep olan gerçek olayı anlatır. 39 Yazar, Türkçeye “Yol Arkadaşı” adıyla da çevrilen ve ayrıca filme de alınan “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı hikayenin de gerçek olaylardan yola çıkılarak kurgulandığını söyler. 40 Mesela “Cemile” hikayesinin anlatıcısı olan “çocuk” ile “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikayesindeki Samet, birçok açıdan Aytmatov’u hatırlatıyor. Aytmatov, henüz çocukken babası devlet tarafından tutuklanır ve bir daha eve dönmez. Küçük Cengiz Aytmatov annesiyle ve kardeşleriyle babasız kalır. “Selvi Boylum Al Yazmalım”daki Samet’te bunun yansımaları hissedilir. “Cemile”de anlatıcı olan “çocuk” biraz da Aytmatov’un öğrencilik yıllarını akla getirir. Söz konusu otobiyografik göndermeler yazarın diğer eserlerinde de çokça karşımıza çıkar. (Mesela Kızıl Elma hikayesinde bu gönderme çok açıktır.) -Her iki hikayede de aşkın bütün boyutları yer alır. Yani her iki aşk da “tam teşekküllü aşk”tır. Bunun yanında Aytmatov, “aşk felsefesi” bağlamında şu hususları da öne çıkarır: Aşklar, sanata ilham olur; aşklar sanatla ebedileşir; aşklar, maddi değil ruhsal zenginlik demektir; aşk, farklı bir gerçekliktir; aşk, dünyadaki başka hiçbir sevgiye benzemez; gerçek aşkla aşk zannedilen sevgiler arasında farklar vardır; aşk’la “iyilik” farklı şeylerdir. Karşı karşıya geldiklerinde ise aşk değil iyilik kazanır; aşk, fedakarlık demektir; aşkların tanıkları vardır. Aşıklar her fırsatta bu tanıklara başvurur; sevgiliye benzeyenler de değerlidir…vs. Cengiz Aytmatov, hem “tam teşekküllü aşk”a yer vermesi hem de aşkın arka planı ve diğer temel unsurlarını ustaca işlemesi bağlamında her iki hikayesinde bizce bir “aşk felsefesi” yapmıştır. Bu 36 Louis Aragon’un “Dünyanın En Güzel Aşk Hikayesi” başlıklı yazısı için bak. (Türk Edebiyatı, Ağustos 2008, Sayı: 418, s. 36-39) 37 Aytmatov’un “Cemile” adlı hikayesi 1958’de, “Selvi Boylum Al Yazmalım” ise 1960’ta yayınlanmıştır. Bak. Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge / Cengiz Aytmatov, Salkımsöğüt Yay. Erzurum 2008, s. 35. 38 “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergah, Şubat 1992, Sayı: 24, s. 13. 39 Bak. Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge / Cengiz Aytmatov, Salkımsöğüt Yay. Erzurum 2008, s. 121. 40 Bak. Bak. Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge / Cengiz Aytmatov, Salkımsöğüt Yay. Erzurum 2008, s. 128. 20 yönüyle de yazar Türk kültüründeki “felsefenin edebiyat yoluyla yapılması” teamülüne bağlı olduğunu kanıtlamıştır. ÖZET Türk kültür ve medeniyetinde “felsefe” genellikle edebiyat yoluyla yapılmıştır. Kültürümüzde “hikmet”, “hikemi söz” ya da “halk felsefesi” olarak adlandırılan ve derin / evrensel bir anlam içeren bütün sözlü ya da yazılı metinler, sonuçta edebiyat sanatının içinde görülmüştür. Bu yüzden Türk insanının hayatında edebiyatın büyük bir yeri vardır. Türk dünyasının son yüzyıldaki filozoflarından biri olarak gördüğümüz Cengiz Aytmatov da hemen her alandaki felsefesini yazdığı roman ve hikayeler aracılığı ile gerçekleştirmiştir. O, felsefesini yaparken, çağdaş dünyanın kültürel birikiminden faydalandığı kadar, mensubu olduğu kültür ve medeniyetin bütün tarihi referanslarını da ustaca kullanır. Mesela Manas destanı ve Kırgız masal ve efsaneleri bu manada onun en temel kaynakları olmuştur. Sadece bunlarla yetinmeyen Aytmatov, yaşadığı hayatı, çocukluğunu ve ailesini, ülkesinin (Kırgızistan’ın) tarihi ve özellikle coğrafi (tabii) zenginliklerini de kurgu malzemesi olarak tercih eder. Bütün bu zenginliği birer kurgu unsuru olarak ustaca estetize eden yazarın her eserinin okuyanda derin bir tesir bırakmasının sırrını da burada aramak gerekir. Onun iki hikayesi vardır ki, ünlü yazar bu iki hikayesinde bir anlamda “aşk felsefesi” yapar. “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı bu hikayeler, yazarın aşk felsefesini görünür kıldığı metinler olmuştur. Bu bildiride Cengiz Aytmatov’un bu iki hikayesi “aşk felsefesi” açısından ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: aşk, hikaye, Cengiz Aytmatov, Cemile, Aysel