Bosch Komplosu
Transkript
Bosch Komplosu
Ann-Katrin için. M.S. anısına. Kötülük düşmanımızdır. Dostumuz olsa Daha kötü olmaz mıydı? Leonardo da Vinci Cehennem meraklılar içindir. Saint Augustin 1 16 Ocak 1510, sabah saat dört suları, Bois-le-Duc, Brabant Düklüğü, Saint-Jean Kilisesi papaz evi Rüzgârla sallanan demir parmaklıklı giriş kapısı sağır edici bir gürültüyle çarptı. Papaz evinin en üst katında kalan Jacob Aloysius, örtüsünü kafasına doğru çekerken suratını buruşturdu. Başpapazın dairelerinin üstünde bulunan çıplak duvarlı küçük odasında, ayaklarını karnına toplamış yatan Saint-Jean kilisesi hizmetlisi savsaklığına lanet yağdırdı. Bakışları, odadaki tek pencere olan gri yün bir perdeyle örtülü yuvarlak çatı penceresine doğru yöneldi. Neredeyse tamamen karanlıktı; odaya erişen tek aydınlık kasabayı kaplayan buzlu kar örtüsünden yayılıyordu. Kilise hizmetlisi titredi ve birbirine kavuşturduğu ellerini donmuş, pörsümüş bacaklarının arasına sıkıştırarak tekrardan gözlerini yumdu. - Lanet olsun şu kapıya ve kilidine!, diye sızlanarak söylendi. Kırk yaşında olmasına karşın Jacob Aloysius neredeyse yaşlı bir adam gibi gözüküyordu. Notre-Dame kardeşliğinin üyelerinin iyilikseverliği sayesinde uzun yıllardır tek başına burada yaşıyordu. Kendilerini tamamen Meryem Ana’nın yüceltilmesine adayan bu insanlar onu himayeleri altına almışlardı. Jacob, kırk çanlı Bois-le-Duc şehrindeki kiliselerin en kalkınmışlarından birinde hizmetli olarak çalışma şansını onların bu desteğine borçluydu ve hatırladığı kadarıyla 1495 ve 1500 yıllarında yaşanan şiddetli kışlarla boy ölçüşebilecek sertlikte geçen bu kıştan korunmak dışında başka bir arzusu yoktu. Yün bir takkeyle örtülü koca kel kafası sağdan sola sallanıyordu. Buz gibi havaya yoğun buharlar bırakarak aralıklarla kesik kesik soluyan Jacob geceliğini çıkarmaya niyetli değildi. Üstüne iki kat giysi daha aldı, çoraplarını giydi, başpapazın bağışı olan gurur duyduğu ayı kürkünü sırtına almadan önce bir üstlük daha geçirdi. En sonunda başlığını taktı ve omuzlarını ensesine doğru çekerek elinde mumuyla odadan çıkmaya yeltendi. 1 Avluda, yerdeki karı havalandıran ve şiddetle savuran sert rüzgârın etkisini daha da artırdığı karşı konulmaz bir soğuk vardı. Jacob yere yığılacakmış hissine kapılmıştı. Papaz evinin avlusuna açılan demir kapının parmaklıklarıyla arasında otuz adım vardı. Başını eğdi ve çoraplarının geri dönmeden önce kaçınılmaz bir şekilde ıslanacağını düşündü. Titreyen yanakları kara kışın acısıyla çoktan ıslanmıştı. Tiz bir çığlığın ve yere düşme sesinin ardından yükselen sağır edici bir kapı çarpması rüzgârın uğultusunu bastırdı. Jacob sıçradı ve mezarlığın kuzey duvarına açılan küçük kapıya doğru döndü. Kara bulutlar göğü kapladıkça kilisenin devasa yapısı alacakaranlıkta eriyip gidiyordu. Sadece, arduvazları buz parçacıklarıyla parlayan çanın gölgesi duvarın üzerinden seçilebiliyordu. Bir kez daha titreyen Jacob sulanan gözlerini ovuşturdu ve küçük kapıya yaklaşmak için birkaç adım attı. Aziz Côme vitrayının arkasından bir hale parlıyordu. Parlak ışık önce hafifçe hareket etti sonra yer değiştirir gibi oldu ve Notre-Dame kardeşliğinin şapelinin yakınında tekrardan göründü. Hareketsiz kalan Jacob’un düşünmek için kendini zorladığı sırada bir çarpma sesi daha duyuldu ve mihrap bölümündeki bütün vitrayların üzerine ışıldayan bir sütun çizen ışık daha da kuvvetlendi. Jacob kapıya yaklaşırken yavaş ve yalpalayan adımları kara gömülüyordu. Arkasındaki açık kalan parmaklıklı kapı bir daha gıcırdadı ama Jacob artık dönüp bakmıyordu. Ayak izleri buzlu tabakada derin deliklerle uzayıp giden bir çizgi yaratıyordu. Bakışları zayıf ışığa kenetlenmiş olan Jacob kilidi açıp mezarlık yoluna girdi. “Baltacılar, yoksa hırsızlar mı? Ne olurlarsa olsunlar şeytan onları yolluyor işte! Ama Aziz Jean beni korur” diye düşündü. Döşemede yuvarlanan kurşun sesine benzeyen garip bir ses ve takibinde boğuk bir çığlık onun aniden Bois-le-Duc’ü ününe kavuşturan çanı yapanların inşa ettiği gösterişli mahzenin önünde durmasına sebep oldu. Birçok kez istavroz çıkarıp arkasına göz ucuyla baktı. Bulutlar dağıldı ve ayın solgun ışığı taştan haçın devasa gölgesini bir an kilisenin önüne kadar yansıttı. Jacob kilisenin duvarına vardığında artık ışığı görmüyordu. Bir an hareketsiz kaldı, ardından kilisenin anahtarını getirmediği için kendisine lanet etti. - Şeytanlar, serseriler ya da sapkın cadılar, hepsini burada kıstırırdım, diye kısık bir sesle homurdandı bir yandan da kızgınlıkla yumruklarını sıkarken. “Yedek anahtarlar!”, aklına rahip evinden çıkan hizmetçilerin kullandığı kapının diğer tarafında bulunan kendisinin birkaç metre ilerisindeki kduşkudşinde1 asılı duran kutu gelmişti. Kapının kolunu iterken belli belirsiz bir gıcırtı duyuldu. Jacob kapıyı daha fazla aralamaya cesaret edemeyerek telaşla aralıktan içeri girdi. 1 Kduşkudşin: Kilisede ayin eşyalarının saklandığı kısım. 2 Gözlerinin yarı karanlığa alışmasını bekledi. Ayaklarının altında hissettiği kuru döşeme ona güven veriyordu. Buhur kokusuyla dolu aşina nemli havayı içine çekti. Koro alanının önünü kapatan devasa koyu renkli tahta sandalyenin çevresini dolaşarak kduşkudşinedoğru yöneldi. Tam sandalyenin önünden geçtiği sırada ışığın neden kaybolduğunu anladı: parlak hale sandalyenin kenarında duruyordu. Yeniden bir hareketlenme hissetti ve sonra hiç düşünmeden kduşkudşine ulaşmak için adım attı. Sandalyeyi geçmeyi başarıp koronun karşına vardı. Işık onu kendinden geçiriyordu. Haykırmak için ağzını açtı ama bir tek ses bile çıkmadı. Bütün vücudu titremeye başlamıştı. Korkudan donup kaldığı anda devasa bir karaltının tüm bedenini kavrayan gölgesini fark edebildi. Parlak pençeler, gaga gibi bir ağız, kanatlara benzer kollar ve koskoca siyah bir manto görebilmişti. Kaçamayacağını biliyordu, zaten bacakları kıpırdamıyordu. Sadece yüzünü korumak için ani bir hareketle kolunu kaldırabilmişti. Tiz bir ıslık sesiyle kendinden geçti. Kesik gırtlağından akan sıcak kanı hissetmiyordu. Bir kukla gibi, önce dizlerinin üstüne çöküp sonra da yere yuvarlandı. Korku dolu gözlerini siyah bir perde kapladı. - Vade retro1... diye sayıkladı. Ama dudakları kıpırdamıyordu bile. 2 Bois-le-Duc, Saint-Jean Kilisesi papaz evi – 16 Ocak, sabah sekiz suları İnatçı soğuk, Johannes Van Breuglen’in içini kemiren sıkıntının sadece çok küçük bir kısmını delip geçebiliyordu. Soğuk yeni doğan gün ile birlikte odaya girmek için sabırsızlanırken, Saint-Jean kilisesinin başpapazı dünden beri bitip tükenmek bilmeden biriken aksilikleri sıralıyordu. Kötü bir uyku, sıradan bir uyanış, cehennemin alevleri gibi can yakan şu kar... Tek eksik her gün kendisini ateşi yakmadığından dolayı buz gibi bir odada uyanmak zorunda bırakan ve mutfakta kendisinin yemesi için bir parça yemek hazır etmeyen şu acınası Jacob’un ortalarda olmayışıydı. Kilise hizmetlisi her hata yaptığında başpapaz, Notre-Dame kardeşliğinin güçlü üyelerine yaranamama ve bu yüzden cömert bağışseverleri kaçırma korkusuyla onu kovamamasından dolayı duyduğu ezikliğin yeniden içinde yükseldiğini hissediyordu. Kürklü mantosuna sarılı, bu zayıf ve kel adamı, kilise hizmetlisinin verdiği hizmetin vasatlığından ziyade bu eziklik küplere bindiriyordu. - İşten kaytarmak için her fırsatı kolluyor, diye söylendi başpapaz. Saint-Jean hizmetlisi, ne komedi ama! Bekle ki dam onarılsın; piskoposlukta ben o lanet olası burjuvaları başımdan savmanın bir yolunu bulurum nasılsa! Kızgın bir şekilde iç avluyu süzdü. 1 Vade Retro: Latince “Geri git”. 3 “Bin ateş, altı bin ruh ve bunlardan biri de şu soğuğu kıramıyor! Korkaklar!” Kıpkırmızı bir suratla bağırırken sinirini kilise mensuplarından çıkarmaya çalıştığının farkındaydı. “Onlara iğne deliğinden ve cehennemdeki işkencelerden bahsedeceğim...” Küçük kapının yarı aralık görünümü onu yalnızbaşına sürdürdüğü bu serzenişlerinden alıkoydu. Arkasında kalan kduşkudşine doğru kızgın bir bakış attı. - Bir kapıyı bile kapamaktan acizler! Acizler! Ayakkabısının pençesini damda biriken karı düşürmek için taştan kirişe vurdu ve binada soğuğun kol gezdiğini sezerek içeri girdi. Orta sahında onu tam bir sessizlik karşıladı. Vitrayların arasından geçen ışık süzmeleri aşina karanlığı tırmalıyordu. Önce duraksadı ardından garip bir kokuyla etrafı saran havayı koklayarak birkaç adım ilerledi. - Burada bir şey yanmış, dedi yüksek sesle. Tabanlarının bir birikintinin içinde olduğunu fark edince yeniden durdu. Ayaklarının dibinde karanlık bir yansıma gördü ve felaketin nereden kaynaklandığını anlayabilmek için gözlerini bulunduğu sahnın tavanına çevirdi. - Yine mi şu lanet olasıca sızıntılar! Bütün azizler adına, hiç bitmeyecek değil mi!, diye sinirli bir şekilde söylendi tekrardan. Şu kar da her işi bozuyor ve adamların damı onarmalarına engel oluyor! Başka bir şey fark etmediğinden, belediye başkanlığına veya Notre-Dame kardeşliğinin üyelerine açıklamak zorunda kalacağı ek işlerin sıkıntısını düşünerek kduşkudşine geri döndü. ‘Charybde ve Sylla1’yı acıyla aklından geçirdi. Bir kısmı, bu koca yapıtın zararına olacak bir şekilde sanata ve güzelleştirmeye fazla para harcadığını söyleyerek kendisini eleştirecek, bir diğer kısmı da dört sene önce şehrin ressamlar topluluğuna ısmarlanan oyma mihrap arkalığının tamamlanmasına verilebilecek milyonlarca florinin basit bir arduvazları destekleme işine harcanması fikrine sağır kalacaklardı... Düşünceleri aniden durdu. Ağzından korku dolu bir çığlığın yükselmesine engel olamadı. Tüm vücudu donup kalmıştı. Alnındaki ter damlaları parlıyordu. Sersemleyerek sallandı, dengesini kaybediyordu. Tam karşısında, kilisesinin koro yerinde bakmaya tahammül edilemeyecek bir görüntü vardı. Ana sahnın iki yanından iki korkunç beden sarkıyordu, biri meclis tahtının üzerindeydi diğeri ise kutsal kâsenin saklı durduğu işlemeli dolabın en yakınındaki iskemlelere bırakılmıştı. Dehşet habercileri gibi canice bırakılmış bu şeylerin sürüklenerek bulundukları yerlere getirildikleri apaçık ortadaydı. Kızılımsı izler, bedenlerin başpapazın adını anmakta tereddüt Charybde ve Sylla: Yunan Mitolojisinde Poseidon ile Gaia’nın kızı olarak geçen Charybde, Herakles’e ait olan Geryoneus’un sürüsünden sığır çalmakla suçlanmış ve Zeus tarafından bir deniz canavarına dönüştürülmüştür. Bu canavar günde üç defa ağzına fazlasıyla su doldurmakta, bu sırada gemileri ve balıkları da yutmakta, sonra da geri çıkarmaktadır. Önceden bir su perisi olan Sylla da cezalandırılarak deniz canavarına dönüştürülmüştür. Bu iki canavar denizin ortasında karşı karşıya durmakta ve denizcilere tehlikeli anlar yaşatmaktadırlar. Mecazi olarak iki tehlike arasında kalınmışlık için kullanılmaktadır. 1 4 ettiği yerin koro alanına doğru sürüklenmiş olduğunu gösteriyordu. Gövdesinde ve uzuvlarında derin yaralar bulunan çıplak bedenin bir kolu ve bacağı kesilip ayrılmıştı; parçalanmış gırtlağına bir kuş kafası yapıştırılmıştı. Gördüğü dehşetten gözlerini ayıramayan başpapaz farkında olmaksızın “çavuşkuşu” diye hızlıca geçirdi aklından. Diğeriyse tam tersine, şiddetli işkenceler öncesinde bir insana ait olması muhtemel bir bedenin varlığını belirtiyordu. Bu lanetlenmiş surat, koltuğa yerleştirilmeden önce üzerine insan giysileri geçirilmiş bir domuz bedeninin üzerine kabaca dikilmişti. Sıçrayan kan damlaları tahta parçalarının, koro alanını çevreleyen halıların ve mermer döşemelerin üzerine yayılmıştı. Aralıklardan ve taşların arasındaki boşluklardan süzülen kan dolambaçlı yolları izleyerek sahna inen basamaklara kadar erişiyordu. Başpapazın gözüne tekrardan kutsal kâsenin içine bırakılan domuz başıyla ana sahnın üzerine fırlatılmış kol parçası ilişti. Yanarak dehşet bir şekilde kömürleşmiş et yığınının arasından eklem ve kemikler görülebiliyordu. Bir darbe yemiş gibi gerileyen başpapaz gözlerini ayaklarına çevirdi. Gün ağardıkça artan aydınlıkta kırmızı rengi artık fark edebiliyordu, kanın içinden yürümüştü. Papazın görüşü bozuldu. Bakışları sahnın üzerinde asılı duran ve bir yardım çağrısını andıran devasa haça takılıp kaldı. Anlamayı reddeden gözleri fal taşı gibi açıldı: haçın iki yanına kollar ve eller asılmıştı, ortasındaysa Jacob Aloysius’un cansız bedeni tüyler ürperten dehşet ifadeli suratıyla uzanıyordu. 3 Floransa, Benci Sarayı – 16 Ocak, akşam dokuz suları - Bırrr... Bu gece her yer taş gibi donup kalacak! Bu soğuklar Floransa’da o kadar nadir oluyor ki başka yerlerdekinden daha sert sanılıyor. Sevgili Usta, ısınmak için bir bardak daha grappa alır mıydınız? diye sordu Luigi Benci şişeyi misafirine doğru uzatarak. Ona bir av kuşu edası veren parlak ve çıkık elmacık kemiklerinin üzerindeki içe doğru gömülmüş küçük siyah gözleri, hitap ettiği adama odaklanmıştı. Soru sorduğu adam ise kendisine dönüp bakmamıştı bile; kendinden geçmiş bir halde akşamın biraz daha erken saatlerinde toplanan büyük kütüklerin yandığı mermer şöminenin kenarlarını isleyen alevleri izliyordu. Kendisi gelir gelmez Luigi Benci ona yan salonda atıştıracak bir şeyler almasını önermişti; daha sonra birlikte portrelerin olduğu salona yerleşmişlerdi. Antik sahnelerle bezenmiş ve canlı renklerle boyanmış kirişleri olan tavanın altındaki koyu mavi ve altın rengiyle donatılan duvarlar odaya biraz soğuk bir görkem katıyordu. 5 İki adam ateşe en yakın yere konulan alçak iki koltuğa karşılıklı oturmuş küçük yudumlarla likörlerini içiyorlardı. Şöminede yanan tahta parçalarını göstererek “Kestane ağacından; Pistoia’daki topraklarımdan geliyor” diye tekrardan söze başladı hüküm süren sessizlikten rahatsızlık duyan bankacı. Leonardo da Vinci cevap olarak suratının büyük bir bölümünü kaplayan kıvrık, gür sakalının altından zar zor seçilebilir bir tebessüm göstermekle yetindi. “Tıpkı Homeros, Şarlman veya Aristo gibi... Onu hiç şu beyaz yumağı olmaksızın görmedim” diye aklından geçirdi bankacı. Sakallarına karışarak ressama bir büyücü havası katan uzun ve bakımsız saçları suratını çevreliyordu. “Bu akşam gerçekte kim acaba? Bütün Avrupa’da tanınan büyük sanatçı, bilge, yaratıcı, ressam yoksa heykeltıraş mı?” diye içinden soruyordu Luigi Benci onu baştan ayağa süzerken. Yaşlı adam kafasına kırmızımsı bir bere geçirmiş ve sırtına ilginç bir biçimde örülmüş siyah uzun bir manto giymişti. Mantosunun kısa kolları kalın yünden bir hırkayı ortaya çıkarıyordu. Anlaşılmaz çehresi bulundukları yerin bütün eşyalarını tek tek inceliyor, yüzü kibarlıkla ironi arasında bir ifade barındırıyordu. - Bu hava şartlarında Milano’dan buraya kadarki uzun yolculuğunuz sizi yormuş olmalı. - Pek değil, diye yanıtladı ressam biraz isteksiz bir şekilde. Üstelik burada bulunuşumun sebeplerini bilmeyişimden kaynaklanan şaşkınlığımı neden sizden saklayayım? Sanırım böylesine uzun bir kış yolculuğunu yapmamı size akşam yemeğinde eşlik etmem ya da zaten pek de güzel olmayan şu grappayı sizinle tatmam için istememişsinizdir? Bankacı cesaretini toplamak için iç ceketinin kahverengi fırfırlarını düzeltti. Kısa boyuna ve yaşından kaynaklanan kamburuna rağmen ressamın tavır ve duruşundaki her şey onu etkiliyordu. O ki İtalya’nın birçok büyük beyini elinde tutan korkulası bankacıydı, o ki hitabet rahatlığı ün salmıştı lakin şimdi söyleyecek söz bulamıyordu. Lafa başlamaktan çekindiğinden misafirinin gözlerindeki soğuk bakışların sıradışı sivriliğinin üstesinden gelemiyordu. - Tabii ki hayır, diye mırıldandı bankacı en sonunda elini farkında olmaksızın kel kafasına götürürken. Bir an nasıl devam edeceğini bilemeyerek duraksadı. Sizden bir tablo ricasında bulunacaktım. Şu duvarı görüyor musunuz? diyerek hiçbir şey asılmamış boş yüzeyi işaret etti. Buraya Aziz Jean-Baptiste’in portresinin olduğu bir tuvali asmayı çok isterim. Bildiğiniz gibi Laurent de Médicis’nin vefatından bu yana Floransa bir çöle dönüştü. Azıcık özenle çalışan bir atölye bulmak imkânsızlaştı. Üstelik bu isteğimi bizi birbirimize bağlayan dostluğumuzdan dolayı kabul edebileceğinizi düşündüm... Ressam kısa bir süre yerdeki dokumayı inceledi, ardından yadsımayla suratını asarak sıcak şömieye döndü. 6 - Aslında şu sıralar fırçalardan keyif almıyorum. Uzun süredir şövaleleri bıraktım. Belki biliyorsunuzdur, kendimi bana geriye fazla boş vakit bırakmayan bilimsel çalışmalara verdim. Luigi Benci kafasını kaldırmadan devam etti: - Eşim Ginevra’ya ne kadar bağlı olduğumu biliyorsunuz, dedi gözlerini şöminenin üstünde görkemle duran portreden yana çevirerek. Bankacının nikâhı dolayısıyla 1474’te Leonardo da Vinci tarafından yapılan bu tablo, canlı bir ifadesi ve duru bir çehresi olan genç bir bayanı tasvir ediyordu. Gizli bağcıklı bir korse giymişti ama boynunda ve kollarında hiçbir takı yoktu. Hafif bukleli saçlarının çevrelediği yüzünün arka planında ağaçlar vardı. Ressam iğne yapraklı kalın ardıç dallarıyla genç hanımın adına duyduğu saygıyı vurgulamak istemişti. Belirgin karşıtlıklar gösteren aydınlık ve karanlık alanlar ortaya sıradışı bir duyarlık çıkarıyordu. Tablonun bütününden gizemli bir güzellik ve sadelik hissi fışkırıyordu. Sadece eserin alışılmadık formatı sanki tablo en az on santimetre ufaltılmış gibi kendini ele veriyordu. Ginevra’nın portresinin alt kısmı ilginç bir şekilde eksikti. - Geçen kış ölümüyle beni ve kızımız Gabriela’yı derin bir yasa boğdu, diye ekledi Luigi Benci alçak ve hafif titreyen bir sesle. Sevgili Usta, eseriniz benim nadir tesellilerimden bir tanesidir. Size itiraf etmeliyim ki bu tablo olmasaydı benim için bu kadar değerli olan bir yüz her geçen gün aklımdan biraz daha silinirdi! Leonardo da Vinci ne diyeceğini bilemez bir halde başını öne eğdi. Tablo ona daha yirmilerini yaşayan genç ve solgun kadını hatırlatmıştı. Aklına bu sayede aldığı yüklü miktar para da geldi. Bu ısmarlama onu Verrochio’nun atölyesindeki imrenilen genç ressam haline getirmişti. - Bu tablonun yarım kalması ne büyük talihsizlik, diye ekledi bankacı daha dinç bir sesle. Luigi Benci bunları söylerken başını tekrardan benzersiz ve hüzünlü güzelliği yansıtan tuvale çevirmişti. - Sizi Floransa’ya çağırmamın tek sebebi aziz Jean-Baptiste tablosu ısmarlamak değildi; aynı zamanda sizden büyük bir iyilik rica etmek istiyorum sevgili Usta. Bu sözleri duyan ressam kaşlarını çattı. - En sonunda benim canım Ginevra’mın ellerini çizerek eserinizi bitirmeyi kabul ederseniz size sonsuz minnet duyarım, dedi bankacı en sonunda dileğini ifade edebilmiş olmanın verdiği rahatlamayla. Leonardo da Vinci suratındaki memnuniyetsizlik ifadesini belirginleştirdi. Uzun süren bir sessizliğin ardından ressam tabloya gömülen gözlerini karşısındaki adama çevirdi. - Bu ne yazık ki mümkün değil, dedi kararlı bir sesle. Size belirttiğim gibi kısa bir süre önce insan anatomisi üzerine yoğun bir çalışmaya başladım. Bu meşakkatli iş 7 bütün zamanımı alıyor. Ismarladığınız aziz Jean-Baptiste tablosunu ve uzun zaman önce yapılmış bu tabloyla ilgili arzunuzu aynı anda yetiştiremem. Üstelik bu tablo bence zaten mükemmel ve... Bu sırada salonun kapısı açıldı ve içeriye dinç bir bedenin gölgesi vurdu. - Baba, baba... Bu akşam mükemmeldi, bana eşlik etmeliydiniz!, diye sevinçle içeri girdi genç bir kadın beyaz kürklü başlığını çıkarırken. Luigi Benci ayağa kalktı: - Usta, izin verin size kızım Gabriela’yı tanıtayım! Genç kadın hemen onun ardından giren hizmetçiye kalın yün mantosunu çıkarıp uzatırken yaşlı ressam da onu izliyordu. Orta boylu, güzel yapılıydı Gabriela; geniş dantelli bir örtüyle ensesinde toplanan parlak kumral saçları zarif bir şekilde alnının iki yanından önüne düşmüştü. Bu genç kadın etrafına yaşlı ressamın bakışlarını alıkoyan bir enerji, bir güç yayıyor ve aynı zamanda da tablodaki genç kadın portresinin ikizi niteliğinde gözden kaçmayan bir benzerlik yansıtıyordu. Büyük Leonardo da Vinci karşısında heyecanlanan Gabriela iki adama birkaç adım uzaklıkta, ellerini arkasında kavuşturmuş, sessizce duruyordu. Böylesine ünlü bir kişiyle karşılaşma ve gündelik ahbaplıklarını oluşturan kaliteli Floransa sosyetesinin sıkıcı, dar çerçevesinden çıkabilme fırsatını öngörülmemiş bir şekilde yakalamanın onurunu duyarak eğildi ve onları selamladı. Güçlü ve nasırlı ellerini, kısa parmaklarını ve köşeli tırnaklarını incelerken ‘Leonardo da Vinci... Böylesine hassas çehreleri bu ellerin resmetmiş olması mümkün mü acaba? Ben de tüm dünyanın tanıyacağı bir eser ortaya koymak için kendi kaderimin üzerinde yükselebilmek isterdim! Onun tuvallerini gördükten sonra tutkunun şeytan icadı olduğuna kim inanabilir ki...’ diye içinden geçirdi Gabriela. Annesinin görüntüsü bir an gözünün önüne geldi; bununla birlikte kendisine ağırbaşlılığı, itaati ve gelecekteki eşine adayacağı bir ev kadını ruhunu savunan itaatkâr ahlâka ters düşen öğrenme, seyahat etme ve keşfetme hayallerini annesiyle paylaşmasından doğan ve sürekli zıtlaşmalarına sebep olan tartışmalarını da hatırlamıştı... Ata binmeyi öğrenmek için tartışması, gizlice kitaplar alıp yunanca ve latinceyi öğrenmek için kurnazlık yapması ve eyaletin birçok hatırı sayılır adamıyla evlendirilme isteklerini geri püskürtmek için diplomasinin servetlerini ortaya dökmesi gerekmişti. Ölüm döşeğinde bile, annesinin ona uygun gördüğü hayattan kendisini uzaklaştıracağından korktuğu hayal gücünden ve tutkulu huylarından bahsettiğini hatırladığında dalıp uzaklara gitmişti. Gabriela onu ikna edecek yollar veya en azından hiç bitmeyen tartışmalarını sonlandıracak bir anlaşma noktası bulamadan annesi ölmüştü... - Gabriela? Babasının sesi onu içine düştüğü hüzünlü düşüncelerden çekip çıkardı. 8 Soğuktan etkilenen yaşlı adam zorlukla ayağa kalktı. Onun tavrından yaklaşabileceğini anlayan genç kızın önünde belirsiz bir selam verdi. “Otur çocuğum” dedi Luigi Benci, yanlarındaki hizmetçiye şöminenin yakınına bir koltuk yaklaştırmasını işaret ederken. “Sana bu odaya bir Jean-Baptiste tablosu koymak istediğimden söz etmiştim. Şu anda bunu ısmarlıyordum!” diye devam etti banker biraz zorlama bir neşeyle. “Senin içeri girdiğin sırada da Ustayı sevgili annenin portresini bitirmesi için eline yeniden fırçalarını almaya ikna etmeye çalışıyordum!”. Gabriela babasının aylardan beri devam eden ve artık takıntıya dönüşen bu arzusunu biliyordu. - Ama görüyorsun ya çocuğum, dostumuz beni bu mutluluktan mahrum etmek için kendi çalışmalarını bahane ediyor. Bankerin konuşma şekline şaşıran ressam genç kıza döndü: - Sinyorina, babanıza sadece aradan otuz sene geçtikten sonra aynı çalışmaya tekrar dönmenin benim için imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Üstelik artık karşımda bir model de yok, diye ekledi Leonardo merhamet dilenen bir tonda. Bu sözler Luigi Benci’nin neşeli ifadesine gölge düşürdü; acı gözlerinden okunuyordu. Sadece şöminedeki ateşin çıtırtılarının bozduğu bir sessizlik yerleşti odaya. Gabriela babasına doğru eğilip, kolunu okşayarak yumuşak sesiyle “Baba... Belki bir yolu vardır” dedi. Şaşkın Luigi Benci sessiz kalırken Leonardo’nun yorgun gözünde ani bir ilgi parıltısı belirdi. Genç kız hemen avuç içlerini açarak ressama doğru döndü. - Acaba benim ellerimi resmetmeniz yeterli olmaz mı?, diye sordu onu yumuşatmaya çalışarak. Sonra Da Vinci’nin etkileyici bakışlarını bırakarak babasına döndü: - Ne dersin? Hep söylersin ya ‘annesine ne kadar da benziyor’ diye... dedi duygulu bir tavırla. Afallayan bankere karşılık verme fırsatı bırakmadan yeniden ressama döndü: - Siz de fark etmişsinizdir... Aynı modeli bende bulacağınızdan eminim, eğer size daha az zahmete yol açacaksa sizinle Milano’ya gelirim. ‘Tanrım lütfen evet desin, onu izleyim, düşünüp hareket etmesini göreyim ve beni birlikte olduğu bilgeler ve büyük düşünürlerle tanıştırsın!’ diye düşündü Gabriela. - Yalvarırım sevgili Usta, hayır demeyin, diye tutkuyla titreyen bir tonla konuşmasını bitirdi. - Tabii ki karşılığınızı benden fazlasıyla alacaksınız, diye ekledi banker. Ressam bir kez daha hiç yanıt vermedi ama Luigi Benci onun gözlerinde parıldayan ilgiyi görünce can alıcı noktaları yakaladığını hissediyordu. Vinci sanki bu konuşmayı kısa kesmek ister gibi genç kıza döndü. 9 - Bize akşamınızın nasıl geçtiğini anlatın bari Sinyorina. Size ne bu denli heyecan verebildi?, diye sordu samimi bir tavırla. - Birkaç arkadaşla beraber, Josquin des Prés’ye ait olan motet’in1 sunulduğu Santa Maria Novella’daydım. Müzik ve o ilahi sesler, hele ki böylesine sert bir kış mevsiminde içimi hoş bir sevinç ve sıcaklıkla kapladı, diye yanıtladı Gabriela. - Çok güzel bir kilisedir ve bakın sizi nasıl da onurlu bir zevkle donatmış, dedi ressam; genç kızın sadeliğinden keyiflenmiş bir hali vardı. - O zaman anlaştık?, diye tekrardan söze başladı okkalı önerisinin hedefi tam ortadan vurduğunu anlayan banker; elindeki fırsatı iyi değerlendirmek istiyordu. - Şimdi müsaade ederseniz odamda biraz dinlenmek istiyorum, diye şaşırtıcı bir şekilde bankeri yanıtladı Leonardo güçlükle ayağa kalkıp gabriela ve babasını selamlarken. Büyük, altın bir şamdan taşıyan hizmetçi eşliğinde odadan çıkacakken ressam Gabriela’ya döndü: - Sizi yarın sabah on birde tam burada bekliyorum hanımefendi, dedi teatral bir tavırla. Luigi Benci, Leonardo da Vinci çıkarken gururla gülümsedi. Sonra da ellerini ovuşturarak bu zaferi kutlamak için son bir grappa2 içmeye karar verdi. 4 Bois-le-Duc Piskoposluğu – 17 Ocak, öğle civarı Bois-le-Duc Piskoposu Urs Van Leyden ellerini arkasında kavuşturmuş görüşme salonuna açılan devasa büroyu arşınlıyordu. Parkede attığı adımların sesi, silme bezeli tavandaki koyu renkli tahtalardan yankılanıyordu. Odanın diğer ucunda ayakta duran üç kilise adamı sabırla, sessizce bekliyordu. İkisi önü ilikli siyah rahip giysilerinden giymişti, üçüncünün giydiği siyahlı beyazlı kıyafet ise onun Dominikan sınıfından olduğuna işaret ediyordu. Genç yaşı, uzun boyu ve heybeti onu diğerlerinden bir bakışta ayırıyordu. İnce ve hatları aşina olan 1 2 Motet: Kilisede müzik eşliği olmaksızın okunan çok sesli ilâhî. Grappa: Özellikle İtalya’da yapılan damıtılmamış üzüm suyu, hayat suyu olarak da geçer. 10 yüzünde derin, karanlık bir bakış vardı. Aslında üçünde de belirgin hatlar ve karamsar bir bakış fark ediliyordu. - Kilise tamamen kapatıldı mı? Peki ya inançlarını koruyanlar?, diye sordu yüksek mevkili papaz üç adamdan en küçüğüne bakarak. - Evet efendim. Hepsi Saint-Jean topluluğundan, iyi aile çocukları ve hiçbir soru sormuyorlar. Zaten üzücü olay yaşandıktan hemen sonra kapıya bağlanan zincirler... - İyi bir başlangıç, dedi piskopos adamın sözünü bölerek. - ... tüm içeri girişleri engelliyor. Bu gece bütün izleri ortadan kaldıracağız. Fazla geç kalmamak gerek çünkü soğuğa rağmen koku... Bir hareketle Urs Van Leyden tekrardan adamın sözünü kesti. - Yeter. Aziz Jean’a dua edelim de binanın yıkılma tehlikesi ve tavan için gereken acil yapılanma çalışmalarıyla ilgili yaptığımız açıklamalar bize yeteri kadar zaman kazandırsın. Habercinin Roma’ya varması için kaç güne ihtiyacımız var? - On dört efendim, hava şartları biraz düzelirse ve trenle zorlarsak on iki gün. - En çabuk şekilde gitsin, dedi piskopos pencereye dönerken. Ufukta, şehrin ahşap evlerinin arasından yükselen çanlar ormanının arasında gözünü SaintJean kilisesinin çanından ayıramıyordu. - İkinci cesedin kime ait olduğu anlaşıldı mı?, diye sordu bir süre sonra. - Daha değil, diye cevapladı en küçük adam. Geriye kalanları incelerken belki bir şeyler buluruz ama belki de bir dilenciye, hırsıza ya da şehirde kimsenin tanımadığı bir yabancıya aittir. - Daha da kötüsü olabilir, diye söylendi piskopos kendi kendine. Ağır adımlarla açılı biçimde pencerenin karşısına yerleştirilmiş geniş tahta sırtlıklı piskoposluk koltuğuna yöneldi. Sanki bir işaret almış gibi üç adamdan ikisi piskoposu selamlayıp çıktılar. Dominikan rahibi Nicolaa Van Rosendal kımıldamadan duruyordu. - İmparator’u olanlar hakkında haberdar etmeyecek misiniz? diye sordu en sonunda. Piskopos başını öne eğdi. - Daha değil, zaman kazanmak istiyorum. Bu iş bize düşer. Cinayet kutsal alanda işlendi ve görünüşe bakılırsa pek de insan işine benzemiyor. Kendi topraklarımızda iblisle savaşmamız gerekiyorsa, bu zaten bizim işimiz. Bunları yapanın bir insan olduğuna dair kanıt gelirse onu haberdar edeceğim. Piskopos oturduğu yerden kalkıp Dominikan rahibini kolundan çekti. - Gel, manastırda birkaç adım yürüyelim, burada sanki havasız kalıyorum. Ağır ağır çıktılar. Genç din adamı bir anda daha önce sık sık yaptıkları gezintilerde olduğundan daha kuvvetli bir şekilde yaşlı adamın bütün ağırlığını üzerinde hissetti. ‘Sanki 11 bir üflemeyle yıkılacakmış gibi...’ diye düşündü. Yoksa yıllardır korktuğu şey yaklaşmakta mıydı? Piskoposun demir yumruğunun açılmaya başlayıp gücünün azalmaya başlayacağı an yakın mıydı? Bu an aynı zamanda Nicolaa Van Rosendal’ın kanatlanıp uçmaya başlaması, daha çok küçükken, onu himayesine alan kişiden öğrendiği dersleri kullanmaya başlaması anlamına geliyordu. ‘Şüphesiz sadece bir yorgunluk belirtisi bu; ama bütün bu tehditleri düşünmek yerine benim ona yardım etmem gerekiyor’. Manastıra kadar sessizce yürüdüler ve piskoposun gizli şapeline giden merdivenlerin önünde durdular. - Görüyorsun ya Nicolaa, feleğin tekeri bizim hep en kötüye hazırlıklı olmamız için tasarlanmış. 1463’te şehirde yangın vardı. Ben o zaman sadece bir çocuktum ama alevler hâlâ gözümde canlanıyor, üzüntü dolu haykırışlar hâlâ kulağımda yankılanıyor. Savaşlar ve şu lanet olasıca savaş lideri Maartin Van Rossum’un planladığı yağma vardı; hepsinin üzerinden on yıl geçti... İblisin bu kadar uzun zaman boyunca kendini kanıtlamadan durmayacağını biliyordum. Bütün o dönemlerde onun işaretini gördüm. Ama şu an eli bize o kadar yakından dokunuyor ki! Soluğu o kadar sıcak ve maskesi o kadar ince ki! Bu eylemi kendisi yapmış ya da birilerini etkileyerek yaptırmış da olsa bize ve kendi evinde İsa’ya meydan okuyor demektir. Hayır, bu gerçekleri görmemek olur. Kötülüğün, neredeyse maskesizce bu denli dehşetengiz bir cinayet işlemesi için belirli sebepler olmalı... Sesini alçaltarak devam etti: - İşte bu yüzden İmparatorluk yetkililerine haber verilmesini istemiyorum. Genç adama yanaştı: - Belirsizliklerle dolu zamanlar yaşıyoruz oğlum. Kötülük akılları çelip onları kiliseye karşı gelmeye itiyor. Burasının Erasmus’u cezalandırdığını ve daha birkaç sene öncesine kadar o Macropedius ateistinin şehir üniversitesinde okumakta olduğunu unutmuyorum! Özgür Fikir Kardeşleri adında bir grubun şehrin sınırlarında eyleme geçeceği bile bildirildi bana... Reform! İşte şeytanın yeni kurnazlığı, yeniden körüklemeye çalıştığı şey budur. O Luther’in ilahi emirler aldığı güne lanet olsun... Bütün bunlar o kadar tehlikeli ki insanlar bazılarının Hindistan ya da başka yerlerde gösterdikleri yeni dünyalarla heyecana kapılıyorlar. Sanki başka âlemlere ihtiyacımız varmış gibi! Piskopos, Dominikan rahibinin etrafında ufak ve telaşlı adımlarla dönüp sanki o endişe dolu ortamdan yeni bir güç alırmış gibi gezintisine devam etti. - Bunlara karşılık ülkenin ve Hıristiyan âleminin bütün güçlerinin birleşmesi ve Kilise’nin bütün Avrupa krallıklarının birleştiricisi, ortak noktası olması gerekir. Bu anlamda İmparator Maksimilyen ile Papa arasındaki anlaşmalar çok önemli. 12 Şöyle bir durumda bu çeşit karmaşaların açığa çıkmasından daha kötü bir şey olamaz. Bu sapkın davranışlar ve şeytani güçler ile şehrimiz ve İmparatorluk arasında bir bağ kurulmamalı. İmparator, Bois-le-Duc’ü bu bölgenin merkezi ilan etti. Bundan yaklaşık otuz yıl evvel –ben daha genç bir papazdım- burada Altın Post toplantısı düzenleyerek şehri onurlandırmıştı. Burada sabırla, saygıyla, kendini İsa’ya adayarak İmparatorluğun bir vitrinini oluşturdu. Bütün bunlar da dikkatleri şehrin üzerine çekti. Tutkuyla genç adama bakıyordu: - Paris’te, Londra’da hatta Roma’da bile şehrimizden Küçük Roma diye bahsediliyor. İnan bana şeytan hedeflerini hiçbir zaman rasgele seçmez. Bu iğrençliklerin devamını engelleyip, aynı zamanda da onları anlamaya çalışarak şeytanın etkisiyle savaşmak bize düşüyor. O zavallının kim olduğunu bularak ve dua ederek... Dominikan rahibini farkında olmaksızın kutsayıp devam etti: - Haydi, gidip talimatlarımızın uygulanışını denetle ve neler söyleniyor bir bak. Başpapaz kardeşimizi de gör, onun dinlenmesini sağla. Yaşadıklarından sonra kendisini tekrardan o dehşet dolu anları hatırlatacak görüşmelerde bulunmaması çok iyi olur. Ve bütün bunlar hakkında düşün. Bana gelirse, ben Aziz Jean’a dua edeceğim, dedi merdivenleri çıkarken. Manastırı terk ederken, Nicolaa Van Rosendal kilise eşyalarının üzerine yerleştirilmiş o korkunç görüntüleri, komşu manastırdaki tezhipçinin kurşunla alelacele krokisini çizdiği işkence sahnelerini kafasından silip atamıyordu. Parçalanmış başı ve tanınmaz hale gelmiş suratı gözünün önüne getirdi. Kim böylesine kuvvetli nefret ve şiddetli bir kızgınlık uyandırabilirdi ki? Renkler olmasa da bu resimlerden sanki kan fışkırıyordu. Genç adam ürperdi, tekrardan kar yağmaya başlamıştı. 5 Arno kıyısı, Floransa – 17 Ocak öğle suları - Bu gezintiyi kabul ettiğiniz için teşekkürler Matmazel. Bu şehrin yumuşak ve kendine has çizgilerini tekrar bulmak için sabırsızlanıyordum. Üstelik itiraf etmeliyim ki soğuktan uyuşan bedenimin bu güzel güneş altında ısınmaya pek ihtiyacı vardı. Ocak ayının ortasında böylesine parlak bir güneş ancak Floransa’da bulunabilir! İki sene önce bu şehri terk ettiğimden beri özlemini fazlasıyla duyduğum tek şey bu! 13 Çevredeki tepelerden yükselen parlak ışık süzmeleri Leonardo da Vinci’nin üzerindeki mantonun kıvrımlarında ve yün beresinden dışarı çıkan beyazlıklarda oynuyordu. Gabriela, ressamın yavaş adımlarını ve başı topuzlu bastonundan destek alarak Arno rıhtımında yürüyüşünü incelerken ‘O zavallı yaşlı bir adam’ diye geçirdi aklından. Yine de burada olduğu kadar bütün İtalya’da da Vinci’nin ünü öylesine yayılmıştı ki, genç kız onun çevresinde bulunabilmekten duyduğu gururu görmezden gelemiyordu. Hatta onun birkaç dostuyla tanışmayı bile düşlemişti. Ama bu çocuksu arzudan ziyade, bir önceki gece saatler boyunca kendini uyumaktan alıkoymuş ve şu anda onu kıvrandırmaya devam eden ‘ressamın gözünde küçük, kasabalı bir kız gibi görünme’ endişesini duyuyordu. Eline geçen fırsat gündelik hayatını doldurmak ve genç kızın dört elle sarılmak istediği bu yeni hayat doğrultusunda büyük bir adım atmak için fazlasıyla uygundu. Demek ki bu sabah odasından indikten sonra gerçekleşen bu ilk baş başa kalışı iyi değerlendirmesi gerekiyordu. Bu kararlaştırılmamış gezinti için uzun bir elbise ve bedeninin inceliğini ortaya koyan siyah bir üstlük giyen Gabriela, başını mükemmel bir gülümsemeyle ressama doğru çevirerek “Size eşlik etmekten mutluluk duyuyorum” diye yanıtladı. Ressam onun kolundan tutarak devam etti: “Söyleyin genç bayan, babanızın, yıllar önce resmettiğim annenizin portresiyle ilgili arzusu hakkında gerçekten ne düşünüyorsunuz?” Gabriela’nın çehresinde bir karamsarlık belirdi. - Annemin ölümü hepimiz için ama özellikle de babam için bir dramdı. Hâlâ yastan çıktığını söyleyemem. Onu çoğu zaman sizin tuvaliniz karşısında ağlarken, yıkkın bir şekilde buluyorum. Eğer onun bu dileğini gerçekleştirirseniz kendisini büyük bir rahatlığa kavuşturmuş olacaksınız... - Ama ben elleri sevmem... Ellerden tiksinirim!, diye çıkıştı Leonardo da Vinci bastonuyla toprağa vurarak. Onlar insana ait bütün aşağılıkların kaynağıdır. Gabriela’nın elini kuvvetlice sıkıp yeşil gözlerini ona dikerek ekledi: “Eller... eller şeytanın habercileridir!” Ressamın sözlerinin şiddetinden şaşıran, ne diyeceğini ve yumruğunu sıkıca tutan elden nasıl kurtulacağını bilemeyen Gabriela ‘Deli mi acaba?’ diye geçirdi aklından. - İnsan vücudunun genel görünümü hakkında detaylı çalışmalar sürdürmekte olduğumu biliyor muydunuz?, diye devam etti ressam daha sakin ve kalın bir sesle; genç kızın kolunu bırakıp tekrardan yürümeye başlamıştı. Bir sanatçının keşfetmesi gereken en mühim şey, yaşayan her canlı yaratığın ruh haline göre nasıl hareket ettiğidir. Teşrih doğanın gizli işleyişlerini ve içinde gizli kalan şeytanlıkları daha iyi anlamamı sağlıyor. Zaten bunlardan birçoğunu bir anda yakalayabilecek bir seri keşif yapmış bulunmaktayım! 14 - Bütün bunlar ne kadar da heyecanlandırıcı!, diye yanıtladı genç kadın. İyi ama tam olarak ne tür keşiflerden bahsediyorsunuz? Rica ederim bana daha fazlasını anlatınız! Size bir itirafta bulunayım, ben de doğanın gizlerine ilgi duyuyorum! Leonardo da Vinci böylesine bir tepkiyle karşılaşmış olmaktan şaşırarak yeniden duraksadı. - Gerçekten mi?, diye sordu bankerin kızını meydan okuyan bir bakışla incelerken. - Gerçekten!, diye yanıtladı Gabriela samimiyetle. İnsan vücuduyla ilgili her şey beni heyecanlandırıyor. Aslında, babam her ne kadar bu mesleğin genç bir kızın geleceği için uygun olmadığını anlatıp dursa da, benim hayalim tıp eğitimi almaktı! - Babanız kesinlikle haklı! Kadınlar bilimden anlamazlar. Ama ben yine de size ilk tıp dersinizi vereceğim. Size söyleyeceğim şeyi bu güne kadar kimse anlayamadı... ‘Bu gezinti hiç beklenmedik ve zevkli bir gidişat almaya başladı. İşte bütün İtalya’nın önünde saygıyla eğildiği bir yaşlıyı sokak ortasında dinliyorum!’ diye aklından geçirdi Gabriela. - Bakın, Pavie Üniversitesinde Marco Antonio Torre eşliğinde sürdürdüğüm son çalışmalarım her kasın ve her organın işleyişlerinin uzun süreli gözleminin sonucudur. Bu meşakkatli çalışmalar size günümüzde insanlığın hâlâ görmezden geldiği bir şeyi açıklamama olanak veriyor... Düklük sarayına yaklaşırlarken genç kız biraz daha fazlasını bilmek için ressama kocaman yuvarlak gözlerle bakıyordu. - Analojileri iyice hatmettikten sonra hiçbir kuşku payı olmadan size söyleyebilirim ki ereksiyon sırasında erkek cinsel organını sertleştiren şey sadece ve sadece kan akışıdır..., diye devam etti ressam bilgili bir ses tonuyla. Gabriela bir anda kıpkırmızı kesilmişti. Böylesine açık sözlü bir açıklama beklemiyordu. ‘İşte bana bilgeliği öğretecek kişi’ diye geçirdi aklından; ne söyleyeceğini bilemiyordu. Leonardo da Vinci, onu böylesine şaşırtmış olmanın gururuyla ve hafif alaycı bir gülümsemeyle genç kızı inceliyordu. - Eğer bu sizin ilginizi çektiyse sizi teşhir atölyemde ağırlamaktan büyük mutluluk duyarım. Biliyorsunuz, sanat ve bilim bir madalyonun iki yüzüdür. Sanatçı doğanın aynası olmalıdır; ama bilinçli bir ayna olmalıdır, diye devam etti ressam. Size keşfetmekte olduğum bütün gerçeklikleri göstereceğim. Eğer gerçekten tıbba ilgi duyuyorsanız bedenin en gizli mekanizmalarını görmezden gelemezsiniz Matmazel. Ama emin olun, insanda günahın merkezi, uzantısının olduğu yerde değil, bambaşka yerlerdedir!, diye, ressam daha da gizemli bir havayla konuşmasını sonlandırdı. Konuşmanın gidişatını değiştirme derdinde olan genç kız, Usta’nın koluna girerek onu nehir boyunca yürümek için yönlendirdi. Gölgede kalan kıyının üzerinden, günün bu saatinde 15 herkesin toplandığı Vecchio Köprüsüne doğru yönelmişlerdi. Gabriela uzaktan köprünün üzerini kaplayan, giren çıkanı bol küçük dükkânları görebiliyordu. Hâlâ Leonardo’nun söylediklerinin etkisi altındaydı, şaşkına dönmüştü. Bu beyaz saçlı, sakallı adam şu anda kendisine daha yakın gibi görünüyordu. Bir an onu sırdaş benimsemek istemişti. - Ben de doğanın beni etkileyen farklı şeyleri arasında bağlar kurabilmek isterim gerçekten. Ama ne yazık ki bilimsel eğitimimin yüzeyselliğinden endişe ediyorum... - Her ne konu üzerine olursa olsun bir eğitim almak zihin için faydalıdır matmazel, diye yanıtladı ressam kendinden emin bir ses tonuyla. Gabriela zamanın çizgilerini yüzünde taşıyan yaşlı adama sempati duyarak baktı. - Eğer babanızla ısmarladığı tablonun fiyatı hakkında anlaşırsak ay sonuna kadar Milano’da benimle birkaç gün geçirmeyi düşünür müsünüz?, diye devam etti aklına yeniden Luigi Benci’nin ısmarladığı tabloyu getiren Leonardo da Vinci. Gabriela ressamın Floransa’da vakit kaybetmek ve başka herhangi bir resim işini üzerine almak istemediğini anlamıştı. Bu Milano’ya seyahat fikri onu mutlu ediyordu. Ginevra’nın vefatından sonra genç kız babasından uzaklaşma fırsatı bulamamıştı; üstelik Milano, tıp fakültesini keşfetmek ve oradan hocalar veya öğrencilerle tanışmak için iyi bir fırsat sunabilirdi... - Mutlulukla. Ben babamı ikna ederim!, dedi hem kendini daha da heyecanlandırmak hem de ressamın bir anda işin parasal yönünden duyduğu endişeyi yok etmek için. - Tamamdır! Böylece Milano’da şeylerin doğası hakkındaki ilginç muhabbetimize de devam etme şansını bulabiliriz. Bu işleri size bırakıyorum. Ressam kafasını çevirip çenesiyle ters istikameti işaret etti: - Artık dönelim, ben acıktım! Leonardo söz geçiren bir tavırla Gabriela’nın elinden tutarak onu nehre dik giden ve Benci sarayına varan küçük sokaklara doğru yönlendirdi. 6 Londra, Kraliyet Sarayı askeriye salonu – 30 Ocak, öğleden sonra saat dört suları - Majesteleri İngiltere Kralı!, diye bağırdı, eskrim ustası genç hükümdarı gördüğü anda. Kalabalık arasından fısıltılar yayılıyordu. Ellerinde birbirlerine yönelttikleri silahlarıyla talimin ortasında olan askerler öylece kalakalmışlardı. O öğleden sonra sayıları oldukça fazla 16 olan kadınlar kral önlerinden geçerken diz çökmüşlerdi. Kral kendine adanan bu sahneyi izlemek için bir an durdu. ‘Burada bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diye geçirdi aklından genç krallığının ağırlığını her gün üzerinde biraz daha fazla hissetmeye başlayan VIII. Henri. - Devam edin baylar, devam edin!, dedi Kral kendisine bakan askerlere. Birbiriyle çarpışan kılıçların sesleri tekrardan devasa salonun Tudorların av ganimetleriyle donatılmış lambrili duvarlarında yankılanmaya başladı. Kral bu basit çalışma için pamuklu krem rengi bir pantolon ve botlarının renginde siyah deri bir yelek ile önü kapatılmış aynı renk bir bluz giymişti. İnce bir bıyığı vardı ve başında bir şey yoktu. Bu kıyafetindeki tek incelik her fırsatta takmaktan zevk duyduğu değerli yüzükleriydi. “Ne endam! İşte bizi değiştiren adam!” diye fısıldadı Kraliçe Cathrine d’Aragon’a eşlik eden kadınlar topluluğunun ortasında oturan kumral genç kadın. - On dokuz yaşında, böyle bir fizikle hanımımız hiç de zararlı çıkmadı, diye devam etti yanındaki kadını dürterek. - Kral da zararlı çıkmadı, unutmayın!, dedi bir üçüncüsü. Tahta çıkışından kısa bir süre sonra önceki sene ölen kardeşinin karısıyla evlenerek sadece onun güzelliklerine erişmeyi değil, kayınpederi Ferdinand d’Aragon ile de değerli bir ittifak kurmayı becermiş oldu. Fransa kralı korksa iyi olur! - Kesinlikle!, diye yanıtladı ilki. Henri salonda sürdürülen savaş alıştırmalarıyla yetinecek türden bir adam değil... diye devam etti eskrim ustasıyla antrenmana başlayan hükümdarın hayranlık uyandıran kaslarını incelerken. Hamlelere karşılık vermekle meşgul olan VIII. Henri, iki danışmanı Thomas More ve Thomas Wosley’nin salondan içeri girdiğini fark etmemişti. Adeta statülerinin getirdiği gücü göstermek için oradaki muhasipleri selamlamayarak uygun adımlarla yürüyen danışmanlar, beraber sürdürdükleri görevin tavırlarından gölgelerine kadar onları aynılaştırdığını ortaya koyarcasına ikiz gibi ilerliyorlardı. Thomas More alçak sesle “Bitirmesini bekleyelim, fazla uzun sürmez” dedi. Kral aslında karşısındakinin salonun köşesinde sıkışana kadar güç durumda kalmasını sağlamak için bütün ustalığını göstermeye niyetliydi. Eskrim ustası kolunu havaya kaldırarak dövüşü böldüğünü işaret etti. - Evet baylar, işte gördünüz! Bu zavallı eskrim ustası bana daha fazla dayanamazdı!, diye bağırdı en sonunda iki adamı fark ettiğinde. - Kendimi temize çıkarmak ve siz Majestelerinin hakkını yememek için yılların yorgunluğunu taşıdığımı söyleyebilirim. Üstelik çocukluğunuzdan beri siz Majesteleri benim hamlelerime karşılık vermeyi çok iyi öğrendiniz, diyerek kendini savundu nefes nefese kalan yaşlı adam maskını çıkarırken. 17 Kral, on beş yıl evvel eskrim ustasının kılıcı eline ilk verdiği zamanı hatırlamanın duygusallığıyla gülümsedi. “Bu yiğit düelloları ne kadar sevdiğimi tahmin edemezsiniz” dedi VIII. Henri kolunun tersiyle alnındaki terleri silerken. “İyi ama siz bu karamsar suratlarla ne iş peşindesiniz?” diye sorarak konuyu değiştirdi More ve Wosley’nin alışılmadık ciddi tavırları karşısında. İki danışman onu izleyenlerden biraz uzaklaştırmak için birkaç adım attılar. - Sör, Kutsal İmparatorluğun merkezinde, Brabant’da, tam olarak Bois-le-Duc’te çok kötü olaylar meydana geldi. Eğer önlem almazsak Avrupa çapındaki hassas dengelerin işin içine girmesi mümkündür, diye yanıtladı en sonunda Thomas More. Şaşıran VIII. Henri elinde tuttuğu kılıcı silahlığa bıraktı. - Konu nedir? - Roma’daki ajanlarımız kaygı verici olaylardan en kötülerinin gerçekleştiğini bize henüz bildirdiler. Birkaç gün önce Bois-le-Duc kiliselerinden birinde tüyler ürperten bir katliam olmuş. - Görüntü öylesine korkunçmuş ki görenlerden büyük bir çoğunluğu akıllarını yitirmişler, diye ekledi Wosley. Bu cinayet kutsal topraklar civarında gerçekleştirilen bir dizi cinayetlerle bağlantılı olmasa neyse... Üstelik bu cinayetler kilise otoritelerinin isteği üzerine gizli tutulmakta. Bunların birikmesi sonucunda piskopos Roma’ya haber yollamak zorunda kalmış, bu sırada da adamlarımız onların mektuplarını ele geçirmiş. Vicdansızca gerçekleştirilmiş bu cinayetlerin çizimleri öylesine korkunç ki piskopos bile bu işin içinde şeytanın parmağının olduğunu söylemekte tereddüt etmiyor! VIII. Henri farkında olmaksızın bıyığını kaşırken kaşlarını çattı. “Şu noktada?” diye sordu bir anda değişen karamsar bir tavırla. Wosley cevap vermeden önce muhasiplerden sakınan bir bakış attı. - Seferlerinizde gördüğünüzden kat be kat daha kötü bir katliam Sör, dedi kaygılı bir tavırla. İşkence görmüş, yakılmış, tütsülenmiş, kesilmiş ve hayvan cesetlerine karıştırılmış bedenler... Kral eldivenini kaldırdı, iğrenmiş bir surat ifadesiyle “Yeter, sözüne güveniyorum...” dedi. - XII. Louis de olan bitenden haberdar ve bizim kulağımıza gelenlere göre bu konu hakkında oldukça hassas davranıyor, diye devam etti Thomas More. En kötü suçlamalar Fransa Sarayında duyuluyor; Fransa kralının çevresindekiler İmparator Maksimilyen’i bütün bu sapmalarla ve özellikle de Kutsal İmparatorluğu şeytani bir yere dönüştürmekle suçluyorlar! Din üzerine ciddi bir dava ortaya çıkıyor. Bu korkunç cinayet resimlerinin ve civarlara bırakılan yazıların yorumu en korkunç varsayımlardan birine zemin hazırlıyor... Papa bile cinayet yerlerinde bulunan 18 bütün izlerin açıklanması ve sonrasında ne olabileceğinin belirlenmesi için özel bir okul oluşturmuş. VIII. Henri hiçbir şey demiyordu. Onun da suratına danışmanlarının yüzünden okunan endişe yerleşmişti. XII. Louis’yi sevmezdi; İspanya ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile en hızlı biçimde ittifak kurabilmek için Fransa’yı fethetme niyetindeydi. Bu amaca ulaşmak için sarf ettiği çabalar taç giydiği günden beri politikasının temel taşını oluşturuyordu. Bu olanlar, yaşlı İmparator Maksimilyen’in itibarını sarsmaya doğru gidecek ve böylelikle kendi planlarını mı zedeleyecekti? Sadece bu fikir bile genç hükümdarın ürpermesine yol açmıştı. Bu kadar sabır ve dalaverenin ardından hiçbir şey şansa bırakılmamalı ve yürütülmekte olan planın çarkının dönmesine engel olma tehlikesini taşıyan en küçük kum tanesi bile göz ardı edilmemeliydi. ‘İmparator Maksimilyen’e yönelik bir tehdit bana da yapılmış demektir’ diye düşündü İngiltere hükümdarı. - Kraliçe! Bu kelimenin duyulmasıyla askeriye salonu büyüleyici bir sessizliğe büründü. Üç adam sustular. Eşiyle karşılaşmak üzere olan kral bile bu eğlence yerindeki beklenmedik ziyaret karşısında şaşırmışa benziyordu. Catherine d’Aragon, donup kalan ve bu şekilde erkeklerin hüküm sürdüğü bir alanda basılmış olmanın şaşkınlığını yaşayan, kendisine eşlik eden kadınların önünden geçerken tek kelime etmeden, kibirli bir tavırla geçti. - Madam... Geleceğinizden haberdar olsaydım sizi karşılamak için daha uygun bir kıyafet giyinirdim. Bu bana size ormanların Robin’i kılığında Windsor’da eşlik ettiğim günü hatırlattı!, dedi kral elini tutunması için karısına uzatırken. Kraliçe gülümsedi. Yüzünü çevreleyen asil başlık, alnına mükemmelce yapıştırılmış saçlarının sadece bir kısmının görünmesine izin veriyordu. Dar elbisesi dantel, kare yakalı hoş bir dekolteyle güzelleştirilmişti. Harika altın bir kolye boynunun zarafetini ortaya çıkarmıştı. - Babam tarafından sizin için gönderilen bu mektup henüz elime geçti. Sizin antrenmanınızı bölmemi gerektirecek kadar acil olduğunu düşündüm, diye açıkladı yumuşak ve heyecanlı bir sesle. Kılıç sesleri tekrardan yükselirken VIII. Henri İspanyol hükümdarının kişisel mektubunu okumaya başladı. Danışmanları tarafından elde edilenlerden daha belirsiz bilgiler ışığında kayınpederi Ferdinand d’Aragon da Bois-le-Duc’te yaşanan katliamdan bahsediyor ve damadına, her satırda XII. Louis’ye duyduğu nefreti vurgulayarak ve her zamanki gibi pek değerli önerilerini yağdırarak gerekenden fazla ihtiyatı göstermesini öneriyordu. Mektubu okuduktan sonra kral kısa bir süre durup düşündü: ‘XII. Louis, İmparator Maksimilyen, Papa II. Jules ve Ferdinand d’Aragon... İşte çok uzun zamandır Avrupa’daki oyunların başında olan yaşlı aktörler... İyi bir kurnazlık yapmam gerekecek! Hepsi de bana 19 yeni yetmeymişim gibi davranıyor, ama daha beni tanımadılar. Entrikalarına kolay yem olmayacağım!’ VIII. Henri karısına teşekkür edip onu kendisine eşlik eden hanımları selamlarken bırakıp Thomas More ve Wosley’ye yaklaştı. - Beyler, diyerek söze başladı kral kararlı bir ses tonuyla. Avrupa, saltanatlarının son zamanlarını yaşayan morukların elinde. Bunlar birbirleriyle kapışmak için her fırsatı kolluyorlar. İngiltere’nin itibarını ve otoritesini tekrardan sağlamak istiyorsak iki katı dikkatli davranmalıyız. Haklısınız, kiliselerdeki bu katliam hikâyeleri bana bir şey ifade etmiyor! Böylesine belirsiz bir durumun kendi kendine gelişmesini izlemektense boş yere endişelenmek daha iyidir. - Papa ne yapacak?, diye sordu Thomas More. - York başpiskoposu Christopher Bainbridge’e sormamız gerekiyor. Biliyorsunuz, bir yıldır kendisine, Papa II. Jules’ün yakınlarında bulunabileceği kendini gösterecek bir yanaşma işi vermiştim. Ona güvenirim! Wosley Roma’ya gidip oralarda neler döndüğünü daha iyi anlayabilmek için onunla temasa geçiniz. Aziz Peder ile yakınlaşma stratejilerimizi genişletmek için de bu seyahatten faydalanabilirsiniz. Kiliseyle alakalı konumunuz size birçok kapıyı aralayacak ve kuşkuları sınırlandıracaktır. Sonra Thomas More’a dönerek: - Siz de İmparator Maksimilyen’in yakınında büyükelçi olarak bulunacaksınız. Kilise’nin ulu riyakârlarının ona kendi İmparatorluğunda ne suçlamalarda bulunmaya cesaret ettikleri konusunda kendisini bilgilendirmeli ve Bois-le-Duc’te yaşananlara fazla önem vermediğimizi hissettirerek onunla olan ittifakımızı kuvvetlendirmeliyiz. Kendisine resmi olarak İngiliz askerlerinin Flandre’da Gueldre dükü ile mücadele etmesi için emrinde olacaklarını söyleyiniz. Bu onu rahatlatacaktır. Baylar, hepsi bu! Kurnaz olunuz ve en kısa zamanda beni bilgilendirmek için geri dönünüz. İki adam salonu terk ederken genç kral kısa bir süre düşünmeye devam etti. “İşte sonunda piyonlarımı ilerletmek için karşıma belki de iyi bir fırsat çıkmıştır!” dedi kendi kendine eline tekrardan kılıcını alırken. - Evet beyler, kim kılıcımın tadına bakmak istiyor?, diye bağırdı ortalığa meydan okurcasına. 7 Bois-le-Duc Büyük Meydanı - 3 Şubat sabah altı suları 20 Hieronymus Bosch fırçasını bırakıp gözlerini bir rahlenin üzerine yerleştirilmiş tahta panodan ayırmadan birkaç adım geriye gitti. Çevresine yerleştirilen altı büyük şamdanın alevleri, pencerelerden sızıp örtülerin altına giren dondurucu rüzgâr ile titriyordu. Gözlerini kısan ressam uzun bir süre hareket etmeden kaldı; sol eliyle sağ elinin parmaklarını ovuşturuyordu. - Lanet olasıca romatizma, diye söylendi alçak sesle. Soğuk ve yorgunluk eklemlerine yerleşen uyuşmaları arttırıyordu. - Yine de boşuna sabahlamadım, diyerek kendini teşvik etmeye çalıştı eserini bırakıp şömineye doğru yönelirken. Bitmek üzere olan şömine odunu artık etrafa iyi bir aydınlatma sağlayamasa da güçlü bir sıcaklık yaymaya devam ediyordu. Ellerini ateşliğin üzerine koyup kendini, acı çeken elinin eklemlerini hareket ettirmeye zorladı. Karşı konması imkânsız bir güç tarafından alıkoyulmuş gibi bakışlarını eserinden tamamen ayıramıyordu. Yeni boyanmış kısmın ortasında siyahla çizdiği motiflerin üzerinden tekrar geçti. Dün akşam tuval üzerinde var olmayan sahne şimdi gözünün önünde apaçık duruyordu. Yüksek ağaç ve otların arasından, çenesini budaklı bastonunun üzerinde kavuşturduğu ellerine dayamış, üstü abalı yaşlı adamın arkasından, gülüyorlar mı ağlıyorlar mı belli olmayan garip suretler çıkıyordu. Yaklaşık altmış yaşında, kemer burunlu bu küçük, cılız adam, yanılgıya düşmeden insanoğlunun gerçek doğası hakkındaki soruya cevap aramaya devam ediyordu. Günlerdir atölye olarak kullandığı, kardeşi ve yeğeniyle beraber çalışıp öğrencileri kabul ettiği zemin kattaki bu büyük odada akıp geçen zaman, sadece badem gözlerinin kenarındaki kırışıklıkların ve dudağındaki buruşuklukların artmasına sebep olmuştu. Kafasındaki gri fötrün kenarlarından çıkan saç tutamları daha seyrekti ve yıllar geçtikçe daha da çok ağarmıştı. Şövalesinin karşısında bitip tükenmek bilmeyen saatler boyunca ayakta kalmakta zorluk çeken ressam, bir koltuğun ve kendisi için özel olarak yapılmış bacakları eşit uzunlukta olmayan bir sandalyenin odaya konulmasını kabul etmişti. Bütün bu yaşlılık belirtilerine rağmen tutkusundan hiçbir şey kaybetmemişti. Denklerinin kendine bakışını umursamadan, finansmanlarının (komanditlerinin) bile yargılarını küçümseyerek Bosch resimlerindeki o garip cinlerinin, korkunç suratların ve nerden çıktığı belli olmayan korkunç yaratıklarının fışkırmasını izlemek için yaşamaya devam ediyordu. Büyük Meydan’dan gelen bağrışmalar sıçramasına neden oldu. - Ne oluyor?, diye çıkıştı boya karışımlarına dökmesi gereken yağı unuttuğunu fark ederken. Birkaç dakika sonra aceleci ayak sesleri ve daha büyük bir kalabalıktan çıktığı anlaşılan bağrışmalar tekrardan dikkatini dağıttı. - Huzur içinde çalışmak mümkün değil mi! Aleit!, diye bağırdı kızgınlıkla. Kapının girişinde beliren gölge onu biraz yumuşattı. 21 - Gir, hadi gir işte, dedi daha alçak bir sesle. Cılız bedenli, başı örtülü küçük bir kadın sessiz adımlarla tek kelime etmeden içeri girdi. Bosch ona yumuşak bir ifadeyle bakıyordu. - Ne oluyor bakayım? Orada öyle durma! Beni rahatsız eden sen değilsin, şu patırtı. Daha erken; dışarıda neler oluyor?, diye sordu pencereye yönelirken. Karısının narin sesi onun hızını kesiverdi: - Gerçekten çok erken hayatım. Ve siz pek de aklı salim görünmüyorsunuz çünkü anladığım kadarıyla bütün geceyi ayakta geçirmişsiniz. Sizi doyurmak için kalkıp bir şeyler hazırlamayı ve iki saat içinde uyandırmayı düşünüyordum, ama bir kere daha gördüm ki... Ressam rahatsız olmuş gibi bir hareket yaptı: - Resim yapmam gerektiyse ne yapabilirdim? - Aziz Antoine bekleyemez miydi?, diye hafif alaycı bir tavırla sordu kadın. Bu tavır karşısında Bosch tek kaşını kaldırdı. Önce duraksadı, ardından o da gülümsedi. - Öyle bir durum olsaydı ne olurdu? O zaman tablonun teslim edileceği zaman da uyumak gerekirdi. - Piskoposluk kurulu üyeleri kabul ederse tabii. Ressamın gülümsemesi kayboldu. Bakışları bir saniyeliğine sağındaki duvara yaslanmış olan, üstü örtülü büyük bir çerçeveye kaydı. - Bundan bahsetmeyelim. Sanki pencerelerden içeri itiliyormuşçasına gelen gürültüler ikiye katlandı. Cilasız, renklendirilmiş vitraylı camlardan sadece hareket halindeki gölgeler görülebiliyordu. - Bu hiç bitmeyecek mi! diye tekrardan çıkıştı ressam. Ne bu gürültü patırtı böyle! O lanet olasıca öğrenciler uyusalar ya da çalışsalar çok iyi ederler! diye söylendi sabahlamasının meyvesi olan eserine dönerken. Gözleri alev alev yanıyor ve eli hâlâ acıyla kıvranıyordu; yine de yeni yarattığı kompozisyonuna kapılmış bakıyordu. Kendini, beyaz sıvayı geçerken ve çizdiği figürleri üzerlerinden geçerek belirginleştirmeden evvel siyah kenarlıklarının yarı görünür halde bırakırken hayal ediyordu. Şimdiden Aziz Antoine’ın giysilerini, vücut rengini, iblislerin kırmızı şişkin yanaklarını ve ön planda yüzgeçlerini açan garip balığın sarı pullarını kafasında canlandırabiliyordu... Odanın diğer ucunda ressamın karısı Aleit Van der Mervenne göz ucuyla orada bulunduğunu unutan kocasının tekrardan işine gömülüşünü izliyordu. Pencereye yaklaşıp ortasından ayrılan kanadı açtı. - Hieronymus! Ressam, karısının dehşet dolu çığlığıyla içine daldığı seyir âleminden çıkıverdi. Geriye dönüp baktığında onu ellerini gözlerine götürmüş, açmakta olduğu pencereden uzaklaşırcasına 22 kendisini geriye atarken buldu. Soğuk, pencere aralığından fırtınayla beraber içeri girdi. Sağır edici bağrışmalar odaya doluşuyordu. Afallayan Bosch karısının istavroz çıkararak ve tökezleyerek karşı duvara kadar gerilediğini gördü. Gidip pencereye yanaştı. Soğuk hava gözlerini ve yüzünü acıtıyordu. Ani bir rüzgâr başındaki takkeyi neredeyse savuracaktı. Sonra öylece kalakaldı. Başındakini kuvvetle tutan eli gevşedi ve uçuşmasına izin verdi. Takkesi cansız bir beden gibi yere düştü. - Gökteki bütün aziz ve melekler adına, bu kargaşa da nedir böyle?, diye mırıldandı. Şüphesiz ilk geçenlerin bağrışmalarıyla dışarı fırlayan yarı çıplak işsiz güçsüzler Büyük Meydan’ın orta kısmına yaklaşmaya cesaret edemeden dağınık bir şekilde ortalıkta dolanıyorlardı. Bir kısmı ürkmüş ifadelerle koşarak kaçışıyor, başka bir kısmı donmuş gibi birbirlerine yapışmış öylece duruyordu. Yeni gelenler, hâlâ yarı karanlıkta kalan orta alandaki dar sokakları tıkamaya devam ettikçe bağrışmalar da yükselmeye devam ediyordu. Sadece nöbetçi üniforması giymiş olan birkaç adam ilerlemişti. Onlar da hareketsiz kalmış, önlerinde uzanan inanılmaz görüntü karşısında ne yapacaklarından emin olmayan bir halde duruyorlardı. Meydanın ortasına bırakılmış saman arabasının üzerindeki koyu renkli tahtadan yapılma üç haç, yeni doğan günün taze parlaklığına göz kamaştıran yansımalar saçan devasa metal bir çemberin tam ortasında duruyordu. Bosch ağzı açık bir şekilde donup kalmıştı. Haçların ikisinin tepesine işkenceden tanınmaz hale gelen, başlarında insan suratları olduğu zorlukla fark edilebilen kırmızı beden yığınları asılmıştı. Başları aşağıya gelecek şekilde sarkıtılmış bedenlere Fransiskan ve Dominikan rahiplerinin giydiğine benzer kıyafetler giydirilmişti. Haçların iki koluna çivilenen kıyafetler bedenlerin birinde teke diğerindeyse domuz bacaklarını açıkta bırakıyordu. Ortada, üçüncü haçın üzerine bir kuzu cesedi çivilenmişti. Atlıların sesleri ressamın dikkatini o yöne çevirdi. Zırhlarının yanlarında şehri simgeleyenrenkleri taşıyan eşarplar takmış yaklaşık yarım düzine süvari hızla meydana ilerliyorlardı. Korkunç heykele birkaç adım kala duraksadılar; hepsi de, zorlukla, kalabalıktan ve kokulardan dehşete düştüklerini belli etmemeye çalışıyordu. Aralarından birisi gece nöbetçilerine “Haydi, yok bir şey, burayı boşaltın ve şu haçları indirin!” diye bağırdı. Gece nöbetçileri tereddütle seyircilerin arasına gerilediler, büyümeye devam eden kalabalığı sınırlandırmak için ellerindeki mızrakları havaya kaldırıyorlardı. Onlar kalabalık üzerinde baskılarını arttırdıkça bağrışmalar da oradan buradan yükseliyordu: - Şeytanlar! Lanetliler! Hepimizin ve şehrin üzerinde ölüm dolaşıyor! Bir adım gerileyen Bosch, hâlâ duvara yapışmış halde duran karısına döndü. - Çabuk, bir müsvedde ve fırçamı getir! 23 Bir gözüyle meydanda olup bitenleri izlemeye devam eden ressam karısının çabuk olmasını sağlamak için kolunu emredercesine sallıyordu. En sonunda karısı yaklaşarak istediği malzemeleri titreyen bir elle kendisine uzattı. Bosch kalabalığı kontrol altına almaya çalışan askerlerin korkunç sahneyi daha bozamadıklarını görünce sevindi. Canlı çizgilerle görüntüyü resmetmeye başladı. Parmakları kâğıt üzerinde uçuşurken “Ne korkunç” diye mırıldandı. Ressam krokisini bitirdiği sırada, takviye kuvvetlerinin hızla meydana yaklaştığını gördü. - Bunları kaldırın gözümün önünden!, diye öfkeyle bağırdı süvari şefi, askerler tam önünden geçerken. Sonra atından inerek hızlı adımlarla, ressamın evinin biraz uzağında, neredeyse bir başına Büyük Meydan’ın cephelerinden birini oluşturan karanlık yapıya doğru ilerledi. Bosch İmparator’un elçisi olan, kaba hatlı ve okkalı bir görünüme sahip şehir tümgenerali Johannes Rindt’i hemen tanıdı. Korkunç at arabasının olduğu yerden aldığı parşömen rulosunu elinde tutan adam, taş duvarın tek kapısından içeri girdi. Bosch kısa bir süre daha meydanı boşaltmaya çalışan askerleri izledi. Sonra geri çekilip pencereyi kapadı. Tam pencerenin kolunu çevirdiği sırada ortadaki haç devrilip korkunç bir gürültüyle at arabasının yük kısmına düşüverdi. 8 Innsbruck, İmparatorluk Sarayı – 8 Şubat, öğle Büyük salonda hüküm süren sessizliği hiçbir şey bozmuyordu. Duvara asılı devasa halıya resmedilmiş, ellerinde dünyayı taşıyan devlerin soğuk bakışları altında herkes çevrenin tek hükümdarının sessizliği bozmasını bekliyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun hükümdarı, İmparator Maksimilyen I. Habsbourg en sonunda endişeli bir yüz ifadesiyle tabağını bıraktı. Yaşının derinleştirdiği yüz çizgileri, imparatorluğun her yerine yayılan resmi portrelerinde de beliren zarafeti ve ağırbaşlılığı hâlâ taşıyordu. Sadece buruşuklukları biraz daha derinleşmiş, hareketleri biraz daha ağırlaşmıştı. - Ne yazık! diye üzgün bir sesle söze başladı. Papalık her geçen gün daha da dayanılmaz hale gelen bir yozlaşma ve kokuşmuşluk görüntüsü sunuyor. Bu yaygaracı gösterişler ve lüks düşkünü hayat en sonunda gelip yine Kutsal Kilise’nin kendisini ilgileneceklerine vuracak! kendi Üstelik aylaklıklarının açgözlülüğünden size daha bahsetmedim bile... 24 halkları peşinden dindarlığa koşan yöneltmekle keşişlerimizin - Çok ilginçtir baba, diyerek araya girdi İmparatorun yan tarafında oturan genç adam. Sizin söyleminizde kısa bir süre önce Wittenberg kilisesinde duyduğum etkili bir vaazın yankılarını buluyorum. Kürsüdeki vaiz Martin Luther edasıyla başarılı bir şekilde günümüzde Hıristiyan vicdanının dini buyrukları ile özellikle Romalı yüksek rütbe sahibi papazların uygulamaları arasında açılmış olan derin yarıktan bahsediyordu. İmparator Maksimilyen genç adamın sözünü onaylayıcı bir tavırla başını salladı. İlk evliliğinden dünyaya gelen ve tacının varisi olan oğlu Philippe de Habsbourg’un varlığının kendisine sağladığı huzurla bir kez daha sonsuz iç rahatlığı hissetmişti. Oğlunun yüzündeki alışıldık hatlara, bakışlarındaki mertlik ve açıklığa ve daha bir çocukken ona Güzel Philippe adını vermelerine sebep olan o sıcak bakışın mal olduğu doğal çekiciliğe belli etmeksizin hayranlıkla bakarken “Acaba insan, kendini çocuklarına adamak için daha genç kalabilir mi?” diye soruyordu kendine. - Peki ya siz sevgili Dürer, siz ne diyorsunuz?, diye sordu İmparator üçüncü bir davetliye dönerek. İmparator Maksimilyen’in sorusuyla afallayan sanatçı, bir yudum şarap içerek kendisine düşünme zamanı kazandırdı. İmparatorluk masasında kahvaltıya davet edilmenin verdiği mutlulukla kendisine ne denli bir onur duyulduğunu ölçmekle meşguldü. - Savaşlar, açlık ve veba insanoğlunun günahlarına karşı verilmiş birer cezaysa, Kutsal Kilisemizin bazı uygulamalarının da tartışma konusu olmasına şaşırmam, diye yanıtladı sanatçı. İtalya’ya yaptığım uzun bir seyahatten dönmüş bulunmaktayım. Geleneklerin çökmekte olduğunu ben de fark ettim. II. Jules’ün etrafındaki sanatçılar bile öylesine şüphe uyandırıcı bir maddi bolluk içinde yaşıyorlar ki... Odalarını süslemek için Papa’nın genç Rafael’e ne derece şaşırtıcı bir ödeme yaptığını bir bilseniz!, diye devam etti Dürer, güven veren bir ses tonuyla. - Bütün bunları duyduktan sonra kiliselerimizin katliam tiyatrolarına dönüştürülmesine nasıl şaşırabiliriz ki! diye atıldı İmparator Maksimilyen. - Bu arada baba, Bois-le-Duc’te yaşanan olayların sonuçlarıyla ilgili olarak oldukça endişeliyim. Avrupa’nın bütün sarayları ayağa kalkmış durumda. Bana söylenenlere göre Kutsal İmparatorluk endişelendirici olduğu kadar hain saldırıların da odağında... İmparator tek kelime etmeden iç çekip bir el hareketiyle oğluna daha alçak sesle konuşmasını işaret etti. O anda özel kıyafetli bir sürü hizmetçi disiplinli hareketler eşliğinde ilk gelen yemeğin boşalan tabaklarını alıp ikinci yemeği servise sunmak için belirdiler. Dürer bu anı gözlemleyip kendisini çevreleyen her şeyi aklına yazmak için fırsattan istifade etti. Ressam, iskemlesinin üzerine çökmüş kemerli bir burna sahip olan yaşlı adamı profilden 25 incelerken, “İmparator Maksimilyen her geçen gün yaşını daha da belli eder bir hale geliyor” dedi kendi kendine. - Üstelik subaylarımızın raporları birçok çevre şehirde yaygınlaşan isyancı hislerden ve bunların şiddetle bastırılmak zorunda kalındığından bahsediyor, diye üsteledi Philippe. Bu kötülükleri toplu olarak ve kökünden halletmek gerekmez mi? Bana sorarsanız bütün bunların gerçekleştiği yere gidip kendimizi göstermemiz gerekmektedir. İmparator bu öneriyi uygun bulan bir tavırla başını salladı. - Bu doğru. Birkaç günlüğüne buradan Bois-le-Duc’e gideceğiz oğlum. Varlığımız Brabant halkına güven verecektir... - Mükemmel, diyerek onayladı Philippe. Böylece bu korkunçlukların temelinde kim olduğunu da keşfetmeye çalışabiliriz. Kötülüğü, bunların sebebi olarak gösteren güvenlik kuvvetlerinin raporlarına anlam veremiyorum! Bütün bunların gerçekleştiği yere gidersek neler olduğunu daha açıkça görürüz belki! - İzin verirseniz... diyerek utangaç bir ses tonuyla söz aldı Dürer. İmparator Maksimilyen’in gülümsemesi devam etmesini buyurdu. - Bois-le-Duc’e yaptığınız ziyarette ressam arkadaşım Hieronymus Bosch ile karşılaşacaksınızdır; o, son korkunçlukları ilk görenlerden biriydi. Bana son yolladığı mektubunda olanların ürkütücülüğünden bahsetmiş. Sanıyorum ki resim müsveddelerinden birinde tam olarak sahneyi canlandırmıştır da... - İşte bizim güvenlik kuvvetlerimizin büyük ihtimalle göz ardı ettiği şey, diye dikkat çekti Philippe ressama doğru dönerken. Belki de bu resimlerde bizi suçlulara götürecek ipuçları bulabiliriz. Dürer, Philippe de Habsbourg’un gözlerinde parlayan kıvılcıma baktı; İmparatorun oğlunun görkemli duruşuna hayranlıkla bakarak “Bu genç adam hareket görmek istiyor” diye aklından geçirdi. - Oğlum, aynı zamanda size bildirmeliyim ki bu sabah VIII. Henri tarafından buraya gönderilen Thomas More ile görüştüm; kendisi Gueldre düküne karşı bizi desteklemek için birlik göndermeyi teklif ediyor. Böylesine beklenmedik ve değerli bir öneriyi sevinçle kabul ettim... - Bak sen!, diyerek şaşkınlığını belli etti Philippe. Genç ve atik kuzenim VIII. Henri Kutsal İmparatorluğun bu kadar eleştiriye maruz kaldığı bir dönemde bu şekilde dostluğunun elle tutulur bir teminatını mı vermek istemiş? - Şüphesiz, diye yanıtladı İmparator Maksimilyen. Yine de bu ittifak tam zamanına denk geldi; her şeyin ötesinde genç İngiltere kralının babasından daha kurnaz bir strateji anlayışına sahip olduğunu söylemem gerekir! Bu krallığın, Brabant olayları ortaya çıktığından beri XII. Louis’nin bize karşı eylemci tutumlar peşinde 26 olduğunu bize bildirmekte işe yaradığı da başka bir gerçek. Aptal değilim, VIII. Henri’nin bu ilgisi art niyetlerden yoksun değildir... Zaten İngiltereli kuzenim bana en azından özel konularımı benim saklanmam için uzun süre gizli tuttuklarını ve eğer cinayetler halk geneline yansımasaydı bunları saklamaya devam edeceklerini bildirme inceliğini gösterdi!, diyerek yükselen bir kızgınlıkla sözüne devam etti. Sesinin sadece oğlu tarafından duyulmasına çabaladığından ses tonu daha da sertleşmişti. - Piskopos beni yanıtlamalı. Philippe, bu konuyla sizin ilgileneceğinize inanıyor ve size güveniyorum. Ben de bu sırada diplomatik bir başarı göstermeli ve şehirde düzeni sağlamak için kendimi göstermeliyim. Bu sırada kapı açıldı ve genç saray soylusu kapıda belirdi. Philippe ona yaklaşmasını işaret etti. Soylu yeni yetme, fazlasıyla utangaç bir tavırla İmparatorun oğluna birkaç kelime fısıldamak için yanaştı. Görünene göre İmparator Maksimilyen olan biteni anlamıştı; bir el hareketiyle oğluna sıvışabileceğini işaret etti. - Konu Jeanne... dedi Philippe de Habsbourg soğuk bir sesle; kendisini selamlamak için ayağa kalkan Dürer’i ne yapacağını bilemez bir pozisyonda bırakmıştı. - Lütfen kalkmayın, diye emretti İmparator davetlisine. Dürer Philippe de Habsbourg’un bu ani gidişinin, karısı Jeanne’ın geçirdiği bunama krizlerinden biriyle ilgili olduğunu anlamıştı. On beş sene erken evlenen, İspanya kralının kızı aslına bakılırsa her şeyden elini eteğini çekmiş bir halde yaşıyordu ve ciddi delilik krizlerine giriyordu. Onun taşkınlıklarını sadece kocası kontrol edebiliyordu. Ressam kendi kendine “İşte tam anlamıyla haksız iç acısı çeken bir prens” diye düşündü. - Şimdi yalnız kaldığımıza göre sizden beklediğim şey hakkında konuşsak iyi olur, diye söze başladı İmparator bıkkın bir sesle; oğlunun ani gidişinin yarattığı rahatsızlığı dağıtma derdine düşmüştü. Benim onuruma bir zafer tankı kondurmak isteyen Nuremberg şehrine onay verdim ve bu yapının gravürlerini yapmayı kabul ederseniz mutluluk duyacağım. Dürer sevinçle kızardı. Böylesine bir onur beklemiyordu. - Ne demek Majesteleri, naçizane yeteneğimi İmparatorun zaferi için kullanmayı büyük bir zevkle kabul ederim. - Çok iyi, diye hüzünle gülümsedi İmparator Maksimilyen. Bu kadar mütevazı olmayınız. Sizin yeteneğiniz Kutsal İmparatorluğun itibarına çok şey katıyor. Aynı zamanda size yıllık yüz florin ödenmesine karar vermiş bulunmaktayım. Ne diyeceğini bilemeyen ressam daha da fazla utanmıştı; ayağa kalkıp İmparatorun önünde saygıyla eğildi. - Bütün bunları eğer isterseniz Bois-le-Duc’ten dönüşümde tekrardan konuşacağız. Biraz dinlenmeye çekileceğim, dedi İmparator masadan kalkarken. 27 Salonda tek başına kalan Dürer oraya bırakılan bir sepete uzanıp bir armut aldı ve koca bir ısırıkla bu teklifin tadını çıkardı. 9 Roma, Papa’nın ikametgâhı – 8 Şubat, öğleden sonra iki suları - Bunun, Aziz Peder’in seçiminden sonraki kesinlikle en korkunç kriz olduğuna karar vermiş bulunmaktayım! Toplantıya katılanlar arasında bu kararı onaylayıcı fısıldaşmalar duyuldu. Parşömen kâğıtlarıyla boğulmuş rafların üzerindeki koyu renkli tahta tavanlı kütüphanenin boğucu havasına fark edilir bir gerginlik eklenmişti. Sion Piskoposu Matthieu Schiner sabahın ilk saatlerinden itibaren çevresinde toplanan kilisenin hatırı sayılır kişilerinin endişeli suratlarına tek tek bakıyordu. II. Jules’ün kendisine bir anda çok ağır gelen bu görevi neden verdiğini hâlâ sorgulayıp duruyordu. Aceleyle toplanan Papa’ya sadık kardinallerden, farklı dini tarikatların temsilcilerinden ve din bilimcilerden oluşan bu komisyonun, Brabant’da gerçekleşen trajik olayların esas önemi hakkında fikir birliğine varmaktan yoksun olduğunu düşünüyordu. - Beyler, rica ederim!, dedi güçlü bir sesle masa etrafında sessizliği sağlayabilmek amacıyla. Çalışmalarımıza dönelim. Aziz Peder bizden hızlı bir terkip bekliyor. Kardeşimiz, Bois-le-Duc Piskoposu Urs Van Leyden’in belirttiği gibi bu şehirde gerçekleştirilen katliamların dehşet dolu ve insanlık dışı özellikleri olduğunu kabul edersek şeytanın ta kendisinin bu işte parmağı olduğuna kanaat getirmemiz gerekir! Masanın çevresinde tekrardan bir uğultu baş gösterdi. Aynı anda kilise muhafızı toplantının sürdürüldüğü papalık binalarına ait kütüphanenin çift kanatlı, kapitoneli kapısını açtı ve II. Jules’ün gelişini duyurdu. Katılımcılardan her biri Aziz Peder’i selamlamak için ayağa kalkarken iki genç yeniyetme de Papa’ya ayrılan ahşap işlemeli ağır bir koltuğu ileri ittiler. III. Pie’nin halefinin kütüphaneden içeri girişini ve ağır bir jestle komisyon üyelerini selamlayışını izleyen Matthieu Schiner ‘Yüzünden yorgunluk akıyor’ diye geçirdi aklından. Papa koltuğa kendini bırakıverdi. Beyaz iç giysisinin üzerine kalın beyaz bir kakım ile ikiye katlanmış kan kırmızısı kadife bir cüppe giymişti. Bu kalın giysi bütün vücudunu kaplıyordu. Aynı kumaştan yapılma bir başlık da kafasını soğuktan koruyordu. Kabarık beyaz sakalı her zamanki gibi mükemmel bir şekilde taranmıştı. Sol eliyle koluna bağlı olan mendili sıkıca tutuyordu. Papa bir anlık sessizliğin ardından söze başladı: 28 - Beyler, bilin ki sizin burada toplanmanıza yol açan olay Avrupa’nın bütün saraylarında göz ardı edilemeyecek tepkiler yaratmaktadır. Venedik Devletiyle uzlaşma yoluna gittiğim şu sıralarda bütün bunlar beni oldukça rahatsız ediyor. Ve sizin vardığınız sonuçları da duymak için acele etmekteyim, diyerek II. Jules başını Sion piskoposundan yana çevirdi. - Çok aziz Pederimiz, Bois-le-Duc piskoposunun raporlarını büyük bir özenle inceledik, diye söze başladı Schiner. Bize bu ürkünçlüklerin şehirde sahnelenmesi pek de önemsiz gibi gözükmemektedir. Bu sahneler Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun merkezinde gerçekleşmektedir. Ne yazık ki hepimiz uzun yıllardır bu topraklar üzerinde ne denli tehlikeli ve yıkıcı düşüncelerin var olduğunu biliyoruz. Bazılarının ‘reform’ olarak adlandırmakta tereddüt etmediği bu kaba eleştiriler Katolikliğin temelini bile tartışma konusu yapmayı hedeflemektedir! - Pek Aziz Peder, diyerek araya girdi Sion piskoposunun sağ tarafında oturan yaşlı bir Dominikan rahibi. Ben bile kısa bir süre önce Wittenberg kilisesinde görevli genç Luther’in verdiği vaazı dinlerken Roma’ya ve Kilise’ye karşı biriken o şiddeti hissedebildim. Bu düşünce kangreninden şu anda bütün Kutsal İmparatorluk etkilenmiş gibi görünüyor! Matthieu Schiner tekrar söze başlamadan evvel II. Jules’ün tepkisini anlamaya çalıştı. Papa, gözleri yarı kapalı, cilalı ahşap masaya dayanıyordu. - Bu bölgedeki geleneklerle ilgili bazı işaretler bizi endişelendiriyor, diye devam etti piskopos. Her şeyin yanı sıra eserleri bize ciddi hakaretler gibi gelen bazı sanatçıların taşkınlıkları söz konusu. - Neden bahsediyorsunuz?, diye birden rahatsız olmuşçasına araya girdi Aziz Peder. Rica ederim daha açık olunuz! - Bu masada bulunan çoğu kişi mesela Hieronymus Bosch tarafından yapılan tabloların içeriği hakkında oldukça endişe ediyor, diye belirtti Matthieu Schiner; papanın bu tepkiyi göstermesine şaşırmıştı. Tuvalleri canavarlar ve acayip, şeytani yaratıklarla dolu. Bütün bunlar gerçek bir hırıstiyanın aklına gelecek türden değil! Bu çizilen sahnelerin ilham kaynağının kim olduğunu bulmak ve kiliselerimizin içine girene kadar bu tabloları hoşgörüyle karşılayıp karşılamayacağımıza karar vermek zorundayız! Toplantıya katılanlar arasında yeniden onaylayıcı fısıldaşmalar duyuldu. - Fazlasıyla tesadüf var Aziz Peder, diye devam etti Matthieu Schiner. Bu katliamlar tam olarak o lanetli ressamın yaşadığı şehirde, Bois-le-Duc’te gerçekleştirildi. - Söylemek istediğiniz, bu Hieronymus Bosch’un şey olduğu mu? ..., diye endişeyle sordu II. Jules. 29 Sion piskoposu bunu yanıtlamadı. - Bütün bunlar çok çok daha kötü! diyerek yeniden sesini yükseltti yaşlı Dominikan rahibi öfkeden çatallaşan bir sesle. Gözlerimizi açalım! Yeni Ahit’te yazılı kehanetleri hatırlayalım! İlk altı meleğin trompetleri çalmadı mı? Kardeşlerim, ekinleri yok eden donlar, yer sarsıntıları, taşan nehirler, güneş tutulmaları, volkan alevleri ve çekirge felaketleri gördük. Kehanet gerçekleşmek üzere, yedinci meleğin zamanı geliyor, dedi yaşlı din adamı daha da coşkulu bir sesle. - Yedinci melek! Trompeti çaldığında Tanrı’nın gizi gerçekleşecektir, diye ruhsuz bir sesle İncil’deki ayeti tekrarladı Papa. - Kesinlikle, diyerek tekrar söze başladı Sion piskoposu. Aramızdan birçoğumuz Yeni Ahit’in son kitabındaki kıyamet alametlerini yeryüzündeyken yaşayacağımızı var sayıyor. Kutsal kitabın bütün kanıtlarını görmedik mi? İlahi gizin gerçekleşmesinin zamanı gelmedi mi? Papa’nın yüzüne canlılık geldi. - Bu insanlık adına müthiş ve güzel bir haber olacaktır, diye cevap verdi. Ama bütün bunlar benim sorularıma yanıt değil! Bu katliamlar, neden böylesine korkunç oluyor? - Pek Aziz Peder, endişemiz büyük. Urs Van Leyden tarafından tasvir edilen sahneler sıradan, herhangi bir cinayet zanlısının hayal gücünden doğmuş olamaz. Üstelik sizin de bildiğiniz gibi piskoposun raporlarına göre cesetlerin hepsine şeytanın rakamları yazılmış. Bizce İblisin bu işareti bir tesadüften ibaret değildir... - Yaratık, Aziz Peder! Yaratık!, diye bağırdı gözlerinden alevler fışkıran yaşlı Dominikan rahibi. - Kıyamet günü metninin bizi nasıl bilgilendirdiğini unutmayalım: ‘Dipsiz derinlikten yükselecek olan yaratık onlarla savaşacak, onları yenip öldürecek. Ve cesetleri büyük bir şehrin ortasında olacak...’ Toplantıdakiler sessizliğe gömülmüşlerdi. Sion Piskoposu, Aziz Peder’in solgunlaştığını ve masanın üzerinde ellerini kavuşturmuş vaziyette düşüncelere dalar bir hale girdiğini görüyordu. Matthieu Schiner, “Tabii dua etmiyorsa...” diye geçirdi aklından. - Eğer sizi doğru anladıysam, kötü güçler, harekete geçmek için özellikle Şeytanın krallığındaki kötülüğe en yatkın şehrin merkezini seçmiş olmalılar. Bütün bu ölümlerden Şeytanın ta kendisinin kehanetleri değiştirmeye çalıştığından endişe duyduğunuzu mu çıkarmalıyım?, diye sordu II. Jules. Böylesine açık bir yargı karşısında kimse cevap vermeye cesaret edemiyordu. - Eğer sizin fikirlerinizi biraz daha ileri götürürsek, iblisin, yeryüzünde kendi krallığını kurabilmek amacıyla bu civarlarda şiddetin en korkuncunu yaymak 30 istediğini de düşünebiliriz, öyle mi? diye sorguladı Aziz Peder garip bir şekilde yumuşaklaşan bir ses tonuyla. II. Jules’ün kendi kendine bu korkunç sonuca varabilmesiyle rahatlayan Sion piskoposu başıyla onayladı. - Aslında eriştiğimiz varsayım budur, diyerek karamsar bir şekilde başını eğdi. Ama bütün bunların doğruluğuna varabilmemiz için araştırmalarımızı devam ettirip, elimizdeki kanıtları daha detaylı bir biçimde incelememiz gerekiyor. Kötülüğün güçlerinin bu şekilde yeryüzüne karışma girişiminde bulunduğuna dair kanıtlara ihtiyacımız var. Hiçbir detayı atlamamak için bu cinayetlerin zavallı görgü tanıklarıyla da konuşmalıyız. Tabii siz Saygıdeğer Azizimizden de bizim çalışmalarımıza devam etmemiz için izin vermenizi rica ediyorum. - Devam edin! Ama biraz hızlı devam edin! diye yanıtladı Papa. Umarım Bois-leDuc Piskoposluğu’nun aldığı önlemler işe yarar. O zavallıların bedenlerinde şeytanın rakamlarının var olduğunun ortaya çıkması Brabant sınırlarının çok ötesindekileri bile telaşa sevk edecektir ve geri dönüşü olmayan politik sonuçlara yol açacaktır. Fransa kralı şimdiden harekete geçti. Bana birkaç gün sonra elçisinin buraya geleceği bildirildi ki, bu hiç hayırlı bir haber değil! Büyük koltuğundan zorlukla kalkarken Papa son defa Matthieu Schiner’e döndü: - Size teşekkür ederim. Sonra komisyon üyelerine dönerek: - Kardeşlerim, zaman çok kötü ve varsayımlardan kurtulup kesin sonuçlara varmak zorundayız. Size Kutsal Kilise’nin korunması için çalışmalarınızın ne kadar önemli olduğunu hatırlatmama gerek yok. Mevcut bütün yöntemleri kullanın! Gerekiyorsa gündüz gece durmadan çalışın! Ben de üzerime düşeni yapıp komisyonunuzun İlahi Kudret tarafından aydınlanması için aralıksız dua edeceğim. Papa çıkmak üzereydi ki tekrar döndü: - Bu olayların şu topluluk dışında kimse karşısında açığa çıkarılmaması konusunda sizi özene davet etmeme de gerek yok, diyerek din görevlilerine sırayla baktı. Endişeleri besleyip bizim hareket alanımızı sınırlandıracak hiçbir şeyi dışarıya yansıtmamalıyız. Aziz İsa’ya karşı olan görevimiz aklımızın ve kalbimizin onun isteklerine açık olduğu kadar dudaklarımızın kapalı olmasını gerektiriyor. II. Jules salonu terk ederken Sion piskoposunun sesi tekrardan yükseldi: - Rica ederim beyler, devam edelim! 10 Roma, Büyük Saint-Pierre Kilisesi şantiye alanı – 8 Şubat, öğleden sonra beş suları 31 - Geliyor, geliyor, yürüyerek geliyor! Heykeltıraş çırağı, Papa II. Jules’ü birkaç adım ötede görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Birlikte çalıştığı yaşlı iş arkadaşının isteği üzerine küçük çocuk, şantiyenin ucundaki bir çadırın içinde, eğri bacaklı kötü bir masanın üzerine tutturulmuş kubbe planlarını gözden geçirmekle meşgul olan Donato Bramante’ye koşup haber vermek için elindeki aletleri bırakmıştı. - Teşekkürler!, dedi sadece mimar doğrulurken. Şimdi koş, işine dön ve yaptığın şeye biraz gönül ver yoksa hiçbir zaman bana iş arkadaşı olamazsın!, diye ekledi Bramante tüyen çocuğun omzuna yumuşakça dokunarak. Mimar, çadırından henüz çıkmıştı ki uzaktan görünen garip korteji fark etti. Papa ve devamındakiler devasa şantiyenin içindeki geçitten zorlukla ilerlemeye çalışıyorlardı. Şaşkın işçiler Aziz Peder’in geçişini görmek için birer birer işlerini bırakıp bakıyorlardı. Bazıları karşısında diz çöküyor, daha utangaç olan diğerleriyse gözlerini kaldırıp bakmaya bile cesaret edemiyorlardı. II. Jules ağır adımlarla ilerliyordu. O öğleden sonra Roma’da esen rüzgârdan korunmak için, üzerine narçiçeği renginde kolsuz bir palto giymişti. Papa, Bramante’ın bir an kim olduğunu çıkaramadığı genç bir adamın kolundan destek alarak zorlukla yürüyordu. Bu sürprizin ve taş, levha yığınları arasında yapmakta olduğu öngörülmemiş gezintinin yarattığı etkiden besbelli mutlu olan Papa işçileri kutsuyordu şimdi. - Pek Aziz Peder!, diye bağırdı mimar II. Jules’ün papalık yüzüğünü öperken. Sizi bu kadar erken beklemiyordum. Sizi daha sakin bir şekilde ağırlayıp şantiyenin bu karmaşasından uzak tutmak isterdim! - İşlerin ne halde olduğunu o kadar çok merak ettim ki, dostunuz Raffaelo Sanzio’dan size kadar gelebilmem için bana yardım elini uzatmasını rica ettim sevgili Bramante. - Sizi burada görmek ne büyük mutluluk!, diye bağırdı Bramante genç ressamı kolları arasında sıkarak. Az önce, uzaktan bu koyu giysilerinizle sizi tanıyamamıştım! - Sizin eşliğinizde Hıristiyan dünyasının en şahane şantiyesini ziyaret etmek bir onur ve bir zevktir, diye cevap verdi İtalya’nın Raphaël adıyla tanıdığı adam. - Bana bu dâhiyi tanıştırdığınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır, dedi Papa Bramante’ye. Dairelerim için gerçekleştirdiği çalışmalar sonsuza açılan gerçek bir dekor! Daha yeni biten Kutsama Zaferi beni çok etkiledi. Güzellik, İyilik, Gerçeklik ve Doğruluktan oluşan böylesine güzel bir sentezi daha önce hiç görmemiştim... Neyse boş konuşuyoruz; buraya, size büyük Raphaël’in yeteneğini 32 övmek için gelmedim! Sayın mimar, kilisemin şantiye işlerindeki ilerleme durumunu detaylıca bilmek istiyorum; çalışmalarınız başlayalı dört sene oldu! Bramante ayağa kalkmadı. Müşterisinin, büyük kilisesinin yerden yükselirken görmeyi ne kadar çok arzuladığını ve hazırlık çalışmalarının masrafları hakkında nasıl endişelendiğini çok iyi biliyordu. - Sakinleşin Aziz Peder, haberler iyi. Kısa süre önce çökmek üzere olan eski Konstantin bazilikasını yıktık. Alan artık bütün rahatsız edici yıkıntılardan temizlenmiş durumda. Molozlar Tibre tarafından boşaltıldı. Kilisenin yapımına başlayabileceğiz, dedi Bramante Papa’yı ve Raphaël’i hâlâ masanın üzerinde duran planlara yönlendirerek. Papa ilgisini belli etmek için başını sallayarak taslaklara yakından bakıyordu. - Yakında kubbeyi destekleyecek kemerleri inşa edebileceğiz, diye açıkladı mimar plan üzerinde farklı yerlere işaret ederek. - Niyetinizi doğru anladıysam, koroyu eski Konstantin bazilikasının olduğu yere inşa edeceksiniz... - Aynen öyle düşünüyorum. Sizin istediğiniz gibi burada Katolik dünyasının en görkemli kilisesi yükselecek, diye cevap verdi mimar üzerinde yaklaşık kırk beş metre yükseğinde bir kubbe bulunan Yunan haçı biçimindeki krokiye parmağıyla işaret ederek. - Çok iyi, dedi Aziz Peder. Ama rica ederim elinizi çabuk tutun! Bu yapı dünyaya Kilise’nin gücünü kanıtlamalı! Gerekiyorsa iki katı daha fazla işçi kullanın. Az zamanımız var! Bir kilise muhafızı yanlarına yaklaştı. Sıkıca bağlanmış hırkası önde kemerinin üstüne çıkan sivri uçlu bir kenar işlemesiyle sonlanıyordu. Rengârenk kumaş şeritleri kol kenarlarının ve omuzluklarının kabarık kısımlarını süslüyordu. Adamın göğsünde piskoposluğa ait haç şeklinde, işlemeli iki anahtar vardı. Raphaël şekilleri ve renkleri yakalamaya alışkın bir sanatçı gözüyle askerin üniformasını incelerken muhafız, Papa’nın önüne damgalı bir zarf koydu. II. Jules sade bir hareketle kırmızı mumu söktü. Bramante, Papa yazıyı hızlıca okurken solgunluğun, kırışık yüz hatlarına hâkim oluşunu izledi. Bir hareketle Papa, yazılı sözcükleri saklamak istercesine mektubu katlayıp yeninin içine doğru itti. Bir an ne yapacağına karar veremedi, ardından zorlama bir gülümsemeyle başını kaldırdı. - Kilise’nin işleri beni bu bereketli ziyareti kısa tutmak zorunda bırakıyor sayın mimar! Gördüklerim beni çok sevindirdi, ama sizden rica ediyorum şantiyedeki işleri hızlandırın. Söz konusu olan sizin ününüz ve dünyanın selameti... diye ekledi Aziz Peder tekrardan Raphaël’in kolundan destek alırken. 33 II. Jules yakındaki Sixtine şapeline doğru yöneldi. İçeri girdikten sonra dua etmek için yalnız kalmak istediğini bildirdi. Kendisine ayrılmış dua iskemlesine çökmüştü ki, şapelin sol tarafındaki duvarda bulunan gizli kapı açıldı ve içeri Matthieu Schiner girdi. Sion Piskoposu Aziz Peder’in tam yanına, genelde Papa’nın onurlandırmak istediği din adamlarının durduğu yere diz çöktü. Bir anlık sessizliğin ardından II. Jules fısıldadı. Bu yüksek ses çıkarmama çabasına rağmen kelimeler, sanki iki adamı çevreleyen süslemeleri henüz tamamlanmamış duvarlar tarafından yutuluyormuş gibi, hâlâ fazlasıyla yankılanıyordu. - Mesajınızı göz önünde bulundurursam, endişe ettiğimiz şey gerçekleşti mi? - Korkarım ki pek Aziz Peder, diye yanıtladı piskopos. Bu dokümanı bana kilise muhafızlarının yüzbaşı verdi. Öyle görünüyor ki şu anda Roma’da bunların birçok kopyası dolaşıyor. Bu da günün ilk saatlerinde Latran kapısının üzerine asılı vaziyette bulunmuş. - Bana o kötü yazıyı tekrar okuyun, dedi II. Jules cüppesinin iç cebine sakladığı örneği çıkarıp piskoposa uzatarak. Bu isteğe biraz şaşıran kardinal kâğıdı alıp alçak sesle okumaya başladığında Papa kavuşturduğu elleriyle yüzünü kapatıyordu: - Ne mutlu bu sözleri okuyan ve burada yazılı şeyleri saklayan kişiye. Çünkü zamanı geldi! Büyük Roma yoldan çıkmış Sodom’a benzerken Küçük Roma’da bir kuzununkine benzer boynuzları olan ve bir ejderha gibi konuşan başka bir yaratık yükselecek. Her kim bu yaratığın görünüşüne tapmazsa öldürülecek. Büyük küçük, zengin fakir, özgür ya da köle herkesin sağ elinde ya da alnında bir iz olacak. Aklı olan yaratığın sayısını hesaplasın ve bu sayı altı yüz altmış altı olsun! Evet, yakında geliyorum! Ardından ağır bir sessizlik çöktü. Piskopos bu sessizliği bozmaya cesaret edemedi. Sadece hafif dudak hareketleriyle canlılığını belli eden bir çehre ve kapalı gözlerle dua eden II. Jules’e bakıyordu. - Sizin de doğruladığınız gibi, Bois-le-Duc piskoposumuzun bildirilerine göre bütün cesetler alınlarından ya da sağ ellerinden altı yüz altmış altı sayısıyla damgalanmışlar, öyle mi? Matthieu Schiner başını öne eğdi. - Ve yine piskoposun dediğine inanırsak Brabant’da işkence görenlerin parçalarını kimse görememiş? - Kimse!, diye yanıtladı piskopos. - Kimse... ve böyle bir kanıtı Roma sokaklarında buluyoruz!, diye çıkıştı II. Jules. - Tabii eğer Notre-Dame kardeşliğine üye olan bazı yüksek soyluları bu kötülüklerin izlerini ortadan kaldırmadıysa, kimse... Bois-le-Duc piskoposu önlem olarak 34 onların sessizlik yemini etmelerini sağlamış. Zaten Bois-le-Duc’ten gelen dosyada her birinin cesetler üzerinde sıradışı hiçbir şey fark etmediklerinin yazılı olduğu tanıklık belgeleri saklanıyor. - Zekice bir önlem! Yine de bunun, bizi daha yeni tehdit etmeye başlayan söylenti dalgalarını dindirmeye yetmemesinden endişe ediyorum. Geçmişin büyük korkuları yeniden fışkıracak. Halkların tepkileri öylesine tahmin edilmekten uzak ki! Sanki Venedik’i tehdit eden veba, ardı arkası gelmeyen savaşlar ve açlık bize yetmiyor! - Bu yeni kanıtı sabahtan beri toplanmış halde bulunan komisyona göstermem mümkün mü? - Tabii ki!, diye atladı Papa. Hatta en kısa sürede Yeni Ahit’in son kitabından alınmış bir bölüme benzeyen bu taklidi aydınlatacak bir tahlil bekliyorum. Bütün bunların ardında gizlenen şeyin ne olduğunu tabii ki bilmiyorum, ama bir tek şeyden eminim: harekete geçmek için uzunca bir süre bekleyemeyeceğim. - Aziz Peder, o zaman hemen komisyona katılmaya gidiyorum. Sabahlayacağız!, dedi Matthieu Schiner şapeli terk etmek için ayağa kalkarken. - Öyle olmalı! Lütfen Raphaël’e yanıma gelmesini söyleyiniz, dedi Papa da ayağa kalkarken. Alınacak kararlar hakkında düşünmeye ihtiyacım var. Bu, genç sanatçımıza söz verdiği portreye başlama fırsatı sunacaktır. 11 Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 15 Şubat, sabah saat on suları Çenesini yukarı doğru kaldıran Gabriela bakışlarını pencerenin kenarı üzerinden dışarı yöneltti. Bir ışık süzmesi gözlerini kamaştırınca ufka kadar uzanan yüksekliklerin tepelerini görebilmek için gözlerini kıstı. Uzaktan bir tablonun arka planındaki renkli küçük çizgilere benzeyen ağaçlar gibi görebildiği kavaklarla bezeli bu tepeye babasının dört at tarafından çekilen arabasıyla geldikleri akşamdan beri üç uzun gün geçmişti bile. Soğukta ve çamurda geçen uzun seyahatten bitkin düşen genç kız bir örtüye sarınmış uyurken gürültülü bir kargaşa onu uykusundan alıkoymuştu. Dört atlı adam eşliğindeki konvoy iniş sırasında bata çıka ilerlemeye çalışıyordu. Hayranlıkla bakarken, ağaçların dallarında yoğunlaşan sis kıvrımlarının ardında şehir sınırlarının, surların, San Lorenzo kapısının ve daha uzakta Duomo’nun karanlık gölgesinin olduğunu tahmin etmişti. 35 Tepesinde bir topuzla topladığı saçları, boynundan ve yükselen göğsünden hiçbir şey sakınmayan zümrüt yeşili elbisesi, bedenine bitişik durmayan çıplak kolları ve öne doğru uzattığı avuç içleriyle, kerevetin üzerinde ayakta duran Gabriela duyguların kendisini yeniden ele geçirdiğini hissediyordu: hep hayalini kurduğu şehir Milano o duvarların ardında, elinin hemen altındaydı! Ve üç gündür hiçbir şey görmemiş, üniversitenin duvarlarını bile seçememişti! Neredeyse kapkaranlık olan, sadece çok yükseğe yapılmış pencerelerden gün ışığı alan ve dondurucu hava akımlarının gelip gittiği bu devasa salonda, homurdanıp duran, sürekli bıyığının altından söylenen, kendisine bir kez bile bakmadan uzun süre boyunca durup karmaşık bir resme gömülebilen Leonardo’nun karşısında üç gündür dinlenmeden duruyordu. Üfledi... - Bozuyorsunuz! Leonardo’nun boğuk sesi bir kırbaç gibi çarptı. Kendine gelen Gabriela suçlu bakışlarla ressama döndü. - Hâlâ hayal kuruyorsunuz Matmazel!, diye homurdandı. Ne dedim ben? Doğal bir hareket istiyorum, elleriniz canlansın istiyorum. Ben burada görüneni ya da dallar üzerine dizilen kuşları kopyalamıyorum Matmazel! Ani bir hareketle elindeki fırçayı bıraktı. O modeline yaklaşırken adımları sessizliğin içinde, büyük salonun her yerinde yankılanıyordu. Kerevitin ucuna geldiğinde genç kıza aniden kızgın gözlerle baktı. - Beni ilgilendiren tek şey maddeyi canlandıran yapıyı anlamaktır. Yani gözlemeye, şu durumda sizi gözlemlemeye ihtiyacım var, diye diretti elini tutarak. Öyle gözlemlemeliyim ki kaslarınızı ve eklemlerinizi canlandıran hisleri anlayabileyim. Bunun için de sizin dikkatinize ihtiyacım var. Ben doğayı taklit etmiyorum, yeniden yaratıyorum! Anlıyor musunuz? Acılar içinde kucağında cansız İsa’yı taşıyan Meryem’i çiziyorsam Meryem Ana’nın yüzündeki gözyaşlarını resmetmiyorum; Meryem’in gözlerinden süzülen gözyaşlarını salgılayan salgı bezlerine su buharının erişmesini sağlayan duyguları, gerilimleri ve parlamaları resmediyorum. Çene kemikleri oynadı. - Siz ise bu sırada düş kuruyorsunuz! Yoruldunuz mu? Bu sabah çalışmaya başlayalı daha üç saat oldu! Konuşmayı kesip Gabriela’nın elini bırakan ressam bir adım geriye çekildi. İki elini dudaklarının önünde dua edecekmiş gibi birleştirirken yüzüne garip bir gülümseme yerleşti. Ardından başını öne eğdi. - Ama yok, tabii ki, ne kadar da aptalım, şehrin uğultusu sizin dikkatinizi dağıtıyor; çocuk gibisiniz. Konumlarından dolayı kırların güzelliklerinden zevk almanızı engelleyerek sizi rahatsız eden pencereleri böyle yükseğe yaptırmamın sebebini 36 biliyor musunuz? İşte, tam olarak bu yüzden. Tabii bir de ışık için; ve gerçeklik çağrışımını kendimde, kendi derinliklerimde aramam gerektiğini unutmamak için... diye göğsüne vurarak belirtti ressam. Ama aynı zamanda, belki de en önemlisi modellerimin bana vermek zorunda olduklarına odaklanmalarını hiçbir şeyin engellememesi için... Ressam yeniden yaklaşıp daha yumuşak bir ses tonuyla tekrar söze başladı: - Evet, rica ediyorum Matmazel, bir çaba sarf edin, görmek istediğim hareketi gösterin bana ve bırakın vücut yapınızın ruhunu yakalayayım. Ressamın tutkusundan heyecanlanan ve dağınık bir dikkatle suçüstü yakalanmaktan utanan Gabriela cevap vermeden çenesini aşağıya indirdi. Leonardo önünde üzeri defter, kurşun kalem, dolma kalem ve mürekkeplerle dolu olan iki küçük masa olan koltuğa iki yana sallana sallana ağır adımlarla ilerledi ve fırçasını yeniden eline aldı. Genç kızın sesiyle kafasını tekrardan kaldırdı. - Vitruve gözyaşlarının mekanik bir parlama olduğunu söyler. Demek siz onun ilkelerine inanmıyorsunuz? Ressam sol elinde tuttuğu kalemi gülümseyerek bıraktı. - Görüyorum ki bilim yapma arzunuz devreye giriyor; tebrik ederim. Tıp doktoru olmak isteyen biri için Vitruve değerlidir Matmazel, ama yine de ben insanoğlunda aslında hiçbir şeyin mekanik olmadığına, her şeyin tutkudan ibaret olduğuna ve arzularımızın çıkış noktası tarafından kontrol edildiğine inanıyorum. Bilinç dâhilindeki eylemlerimizde bile bu böyledir. Ve ben, biz farkında olmasak bile, bunların bütün oluşumuz için de böyle olduğuna inanıyorum: işte bu yüzden hastalıklarımız mizaçlarımızın ve arzularımızın bir yansımasıdır bence. Ressamın ses tonuna belirsiz bir yoğunluk hâkimdi. - Örneğin, diye devam etti. Anneniz Madam’ın ne gibi talihsiz bir hastalığı vardı? Gabriela bir darbe almış gibi sendeledi. Annesinin yataktaki görüntüsü bir anda aklında canlanmıştı. Aydınlık odadaki bedenini, korkunç zayıflığını, perdelerden daha solgun tenini ve sadece o kısa solukların böldüğü sessizliği yeniden yaşıyordu. Genç kız sarardı ama ressamın o anda tekrar dikkatle kendisine odaklandığını görünce çenesini yukarı kaldırdı. - Annem, kendisini beslenmekten alıkoyup günden güne erimesine yol açan bir iltihaplanma yüzünden öldü, diye yanıtladı ifadesiz sandığı ama üzüntüsünü ele veren bir ses tonuyla. - Ve kılavuzları okudunuz, klasik reçetelere baktınız ve nafile olduklarını fark ettiniz, diyerek devam etti Leonardo. İşte, ben tedavideki başarısızlığın, fiziksel ve ruhsal bozuklukları birleştiren bağların daha önceden çözümlenmemiş olmasından kaynaklandığına inanıyorum. 37 O anda Gabriela’nın gözlerinden süzülen yaşlar parlıyordu. - Bütün bunlardan başka bir zaman tekrar bahsederiz, dedi ressam daha yumuşak bir sesle. Dilerseniz bu konu hakkında sürdürdüğüm ve kayda değer olduğuna inandığım araştırmaları gösteririm. Özellikle de kendisini tıbba adayan birine, diye ekledi neredeyse alaycı bir tavırla. Gabriela, yavaş yavaş kendine geldiğini hissediyordu. - Affınıza sığınıyorum, böylesine hassas olduğunuz bir hatırayı canlandırmamam gerekirdi, diye özür diledi Leonardo Gabriela iç çekerken. Ama karşımda siz varken onu yeniden görür gibi oluyorum: elleriniz, çok ilginç, tıpkı onun elleri... - Çalışmalarınızın meyvesinden bana sunmak istediğinizi büyük bir sevinçle keşfedeceğim. Bundan onur duyarım, diye soğuk bir sesle böldü genç kız umursamaz bir tavırla devam etmeden önce. Konuştuklarımıza dönersek; eğer misal, kendimizi, sadece üzerimizde etkili olan Tanrı’nın elleri arasına bırakırsak, arzularımız beden tarafından gerçekleştirilen bir eyleme katkıda bulunmaz. Leonardo, kendisinin her yöne çekilebilir hale getirdiği konuşmayı başladığı noktaya getirmek için bu sefer mükemmel bir dizginlemeyle tekrardan söz alan genç kıza bakarken gözlerini kıstı. - Bulunmaz Matmazel, bulunmaz. Böyle bir varsayım düşünülebilir. Ama aslında, bu çeşit bir müdahalenin pek nadiren görülebileceğine inanınız. Gabriela, canlı bir el hareketiyle saçlarını tutan topuzdan sarkan bir tutam saçı düzeltti, dudaklarını araladı, ardından düşüncesinden cayarak sessizliğini korumaya devam etti. Leonardo kaşlarını çatmıştı. - Söz duruşa değil, tam tersine hayale engel olur. Başka bir şey mi diyecektiniz? - Bu, diye söze başlayan Gabriela tereddüt etti. Tanrı’nın etkisi hakkında bu düşünüş aklıma fikrinizi öğrenmek isteyeceğim bir soru getirdi, ama sizi rahatsız etmekten endişe ediyorum. - Bu da mı tıpla ilgili? - Hayır değil, diye ressamı tersledi Gabriela kızararak. - Bana hissiyat ya da ahlâkla ilgili olduğunu söylemezsiniz herhalde? diye devam etti konuşmanın gidişatının keyfini almaya başlayan Leonardo. O konuşurken Gabriela büyülenmiş bir halde onun sol elinin kesin ve hızlı hareketlerle taslaklar ve lakırdılar arasında gidiş gelişini izliyordu. - Yeniden dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin, diyerek şakalaştı Leonardo. Bakın, sağdan sola, şeytanın eliyle yazıyorum: sıkı anlaşma! Ya buna alışacaksınız ya da konuşmalarımız birbiriyle bağlantısız olacak. Evet, bendeki ışığın sizin meraklı aklınızı aydınlatabileceğine inandığınız soru nedir? 38 - Söz konusu olan Kutsal İmparatorluk’ta gerçekleşen korkunç olaylar hakkında anlatılan ürkütücü hikâyeler. O zalim eylemler. Siz Tanrı’yı izleyenlerden bahsediyordunuz. Gabriela sesini alçaltarak devam etti: - Söylenenlere göre ve bana bahsedildiği kadarıyla Roma’nın surlarına dek her tarafa dağıtılan o metinlerin de yazdığı üzere şeytani hareketler olabilirmiş. Ressamın yüzündeki eğlence belirtileri bir anda kaybolmuştu. - Ben Tanrı’nın elinin nadiren insanoğlunun arzusunun yerini aldığını söyledim. Aynı şeyi nadiren şeytanın eli de yapar ve zayıf iradeli insanların bazen ihtiyaç duydukları tek şey, önlerine deliliklerini besleyecek herhangi bir şeyler bırakılmasıdır. Ressamın ses tonuna aniden hâkim olunamaz bir öfke yerleşmeye başlamıştı. Sessiz kalan Gabriela anlamadan dinliyordu. - İktidar sahiplerine, Papa’ya söyledim: Topraklarında tehlikeli örneklerin barınmasına izin veren bir İmparator’un sorumluluğu büyüktür... - Demek istediğiniz, o din adamları... - Hayır değil!, diye böldü neredeyse bağırmaya başlayan Leonardo. Din adamları belirtilerdir, ama hastalık değildirler çünkü onlar delilere dokunmazlar. Ama o ressamlar, o ressamlar... Kendisine Bosch diyen o adamın neleri resmettiğini gördünüz mü Sinyorina Benci? Esas ahlâk bozukluğu insanoğluna kendi ruhunun karanlık kısmını göstermektir. İmparator’un bu noktada büyük bir sorumluluğu var ve Tanrı izin verirse bundan pişman olacak noktaya gelmez. Ben ruhların güzelliğini resmederim Matmazel ve onları insanoğlunun çağrıldığı yerlere, yukarılara taşırım. Bosch ve İmparator’un ressamları hepimizi alçaklığa geri yolluyor. Böylesine bir sanatı besleyen bir ülkeden asla iyi şeylerin çıkması beklenemez. Neyse, çalışalım, çalışalım. Haklısınız Matmazel, dikkatimizi dağıtmayalım. Avuç içleriniz lütfen, genişçe açın, başparmak dışarıya doğru, işte bu ve doğal hareketi koruyun; rica ediyorum kasmayın... deyip bıraktığı fırçayı tekrar gergin eline alarak sözünü bitirdi. Artık daha kuvvetli gelen ışığın altında Gabriela’nın ellerinin duvara vuran gölgesi uçan bir kuşun kanatlarını andırıyordu. 12 Vatikan – 15 Şubat, sabah on bir suları 39 Dörtnala yaklaşan süvariler, Aziz Masumlar Meydanının köşesini sağır edici bir gürültüyle döndüler. Ayinden çıkan ve San Nicolo kilisesinin önünde dağılan korkmuş müminler panikle kilise kapısına çıkan basamaklara gerilemişlerdi. Küçük grup hiç bakmadan şimşek gibi geçti. Aylakların kötü bakışları onları küçük meydanın ucundan devasa bazilika şantiyesinin hemen yanındaki papalık sarayına doğru yönelene kadar takip etti. - Sancakları Fransa’ya ait, diye fısıldadı bir adam yanındakine. Diğeri, basamaklardan düşmek üzere olan küçük bir çocuğu yakasından tuttu, ardından tiksinti dolu bir ifadeyle geriye döndü. - Sanki savaş gösterisine çıkan silahlı Fransızlar... Peh, böyle bir ziyareti karşılayan Papa Hazretlerine Tanrı yardım etsin. Uzaktan hâlâ süvari birliğinin sağır eden gürültüsü duyuluyordu. - Fransa Kralı askerleri!, dedi sadece telaşlı süvarilerden biri yüksek bir sesle. Süvari, papalık sarayının giriş çıkışlarını denetleyen muhafıza birkaç adım kala atını durdurmuştu. Kilise muhafızı gözlerini kendisini tepeden tırnağa süzen ve yayan muhafızları etkilemek istercesine atının başını öne eğip kaldırmasına izin veren yabancıya doğru kaldırdı. Tek kelime etmeden, konuşan askeri geçip grubun geri kalanına doğru ilerledi. - Kim görevli?, diye sordu. Sanki savaşa gidermiş gibi zırh giydirilmiş büyük, siyah bir atın üzerinde olan yuvarlak kafalı, mavi gözlü ufak bir adam silah arkadaşlarından öne çıkmak için atını ilerletti. - Ben Pierre de Terrail, başkomutan, Fransa ve Navarre kralı temsilcisi. Ünvanlarım ve haklarım, hepsini burada ve bu soğukta saymaya kalkarsam hem can sıkıcı olacaktır hem de bizim ölümümüze yol açacaktır. Papa Hazretlerine Hıristiyan kraldan bir mesajım var. Mesajın yerine ulaşmasını geciktirmemenizi isteyeceğim, diye ekledi yeteri kadar tehdit edici bir ses tonuyla; gözlerini muhafıza dikmişti. Kilise muhafızı gözlerini kırpmadan ufak garip adamı çevreleyen süvarilerden birinin uzattığı mektupları aldı. Kararlı bir tavırla birinin mührünü açıp okudu. Pierre de Terrail atının dizginlerini tuttuğu demir zırh eldivenini çıkardı; öfkeyle suratını asmıştı. - Önceden fazla okumayın beyefendi. Pierre de Terrail kendisine gizli bir kapıya sattığı ürünleri bırakmaya gelen bir tüccarmış gibi davranılmasından hiç hoşlanmaz. Ve bilin ki eğer size veya efendinize karşı kötü bir niyetimiz olsaydı zaten çoktan ölmüştünüz. Muhafız, başını kaldırmadan okumasını bitirip kendisine mektupları vermiş olan adama onları geri verdi. 40 - Bu efendi aynı zamanda sizin de efendinizdir bayım, diye karşılık verdi ufak adama aynı ses tonuyla. Ardından, Terrail’ın suratını kızartan siniri fark etmemiş gibi davranarak “Girebilirsiniz, yayan olarak ve bize silahlarınızı bıraktıktan sonra...” dedi. Ufak adam yumruklarını sıkıyordu; atından aşağıya atladı ve atının dizginlerini yanındakilerden birine verdi. Muhafıza bakmadan kılıcını ve diğer tarafta asılı duran bıçağını ona verdi. Ardından demir şakırtılarıyla birlikte tek başına kapı sundurmasının altından geçip papalık dairelerine doğru giden büyük beyaz merdivene yöneldi. Papa sekreteri kardinal Alexandre Grimari tahta kaplamanın içine yerleştirilen dikiz deliğinden sinirli bir şekilde holde ilerleyen garip ziyaretçiye bakmak için eğildi. - Elçiler... Diplomatik bir şeyler ne âlâ! Yanında duran genç papaz omuzlarını silkti. - Fransa kralının güven mektubunu taşıyor. Mühürleri resmi, üstelik ziyaretin gerçekleşeceği daha önceden belirtilmemiş miydi? Kardinal şaşkın bir halde kafasını salladı. - Aslında belirtilmişti, ama böyle olacağı belirtilmemişti. - Adı Pierre de Terrail’mış. Bu adamı tanıyor musunuz? - Tanıyorsam?, diye yanıtladı kardinal gözlerini garip ziyaretçiden ayırmadan. Bu ufak adamın boyu bir çocuk kadar ve omuz genişliği bizim Roma manastırlarımızdaki papaz çömezlerininki kadar. Fazla güvenme! Pierre de Terrail ismi pek de önemli değil. Bu onun sadece vaftiz adı; ama kendisine Bayard dedirtir, Fransa şövalyelerinin en cesuru ve en değerlisi olmasıyla övünür. Ve işte bir kişiden veya şeytandan aldığı bu adla ününü sağlamlaştırmayı bildi. Anlıyorsun ya, bu elçilik görevinde pek hayırlı bir şey göremiyorum, ama bir kral böyle bir adamı diplomasi oyunları çevirmekle görevlendirmek için nasıl bir haber yollamak ister ki? - Yani o bir asker öyle mi? - Asker mi? Sadece asker değil, kana susamış bir katil! Sekreter kardinal derin bir nefes aldı ve bir anda sessizliğe bürünen genç papaza döndü: - Onu karşılayacağım. Tabii ki Papa Hazretlerinin bu sınıftan böyle kaba bir askerle yüz yüze gelerek gözünü kirletmesi söz konusu bile değil. Bu adamın sadece varlığı bile bu kutsal yerleri lekelemeye yeter. Git ve onu benim odama getir. Genç papaz, yalnız kalınca gözünü gizli deliğe dayadı. Ardından, onun kapıdan içeri girmesi gerektiğinin bilincine varınca zorlukla yutkundu ve Kardinal Grimari’den sonra Venedik’ten ayrılmış olmanın pişmanlığını duydu. 41 Papa’nın en yakın çalışma arkadaşına ait olan koyu renkli tahta lambrilerle kaplı odaya girerken Pierre de Terrail sinirini yeniden kontrol altına almışa benziyordu. Koyu mavi gözlerindeki öfke yerini kurnazlığa bırakmış ve ince dudaklarına belirsiz bir gülümseme yerleşirken yüzünün kızarıklığı dinmişti. Pencerenin önünde gün ışığına arkasını dönmüş bir şekilde ayakta duran kardinal karşılama işareti olarak ellerini açtı. ‘Ne garip bir adam’ diye geçirdi aklından fazlasıyla büyük olan kafasına yapışan seyrek kızıl saçları, kısa kol ve bacakları ve ilginç bir şekilde incecik olan ellerini incelerken. - Hoş geldiniz sayın elçi. Sanırım Fransa krallığının yerinden böylesine ayrılması için gerçekten acil bir sebebi olması gerekir? Öyle acil olmalı ki, savaş kıyafetlerinizi çıkarıp diplomasi kıyafetlerinizi giyinmeye bile vakit bulamamışsınız? - Kıyafetin hiçbir önemi yok Yüce Kardinal, diye yanıtladı Bayard soğuk bir şekilde. Olmadığım bir kişinin görünümünü almaya hiç niyetim yok. Efendimin isteklerini de yorumlamıyorum. Silahlara gelince, sizin bölgelerinizde bile yolların güvenli olmadığı ve temkinli olmak gerektiği sizin de gözünüzden kaçmamıştır. Kardinal başını eğdi ve bir koltuk işaret ederek yol gösterdi. Bayard koltuğun tepesindeki değerli taşlarla süslü, büyük, İsa’lı haça çalımlı bir bakış atarak bu öneriyi reddetti. - Zaten at üzerindeydim ve çok kısa bir süre sonra yeniden ata binmiş olacağım. Görevimi tamamlar tamamlamaz, zaman kaybetmeden Fransa kralının huzuruna çıkmak için sadede geleceğim. Aralarında birkaç metre olan iki adam karşılıklı duruyorlardı. Yüksek rütbeli papazın gölgesi kendisinden neredeyse bir baş kadar daha kısa olan adamın üzerine düşüyordu. - Buyurun Sayın Olağandışı Büyükelçi. - Fransa kralı çok meşgul Sayın Kardinal. Çok meşgul. Papa Hazretlerine giden yollar pek de güvenli değilse, bu, Hıristiyan âleminde çok daha az güvenli yerler olduğunu gösterir. Ve gerçeği söylemek gerekirse, Brabant’a hacca gitmektense Türklerin olduğu yerlere seyahat etmeyi tercih ederim. Kardinal içinden ürperse de dışarıya bir şey belli etmemek için kendini zorladı. - Bu bölgede gerçekleşen olaylar her yere fazlasıyla bulaşma riski taşıyor. Oralarda kökünden kazınması gereken bir sapkınlık ateşi var. Fransa kralı halkının selameti için endişeleniyor ve bu çirkinliklerin kapımıza dayanmalarını bekleyecek kadar hoş görülemeyeceğini düşünüyor. - Ve? - Ve bu doğrultuda, Fransa kralı Papa Hazretlerinin, bu olayların önüne geçmek için en başta kendisinin çaba göstermesi gerektiği besbelli ortada olduğuna göre, hangi 42 yollarla bu krize karşılık vereceğini bilmek istiyor. Efendimiz ahlaksızca davranışları için insanları cezalandırmak ister ve sapkınlıklarla boğaz boğaza gelmeye niyetlenirse, sizin de gözünüzden kaçmamıştır ki Sayın Kardinal, halklar başkalarının sapkınlıklarının bedelini ödemek zorunda kalmaktan endişe duyarlar ve bitkin düşerler. Pierre’ın tahtı tarafından bir işaret verilmezse bu lanetli topraklarda etki yaratmak için halk ayaklanmalarının ortaya çıkmasından endişe ediyorum. - Çok iyi farkındayım ve bu yeni gelişmelerden ne gibi duyguların beslenebileceğini de kolaylıkla tasavvur edebiliyorum, diye cevap verdi kardinal soğuk bir ses tonuyla. - İleteceğim bir yanıtınız var mı?, diye sordu Bayard sözüm ona saygılı bir tavırla. - Papa hazretleri, Fransa kralının nedenlerine ve niyetlerine bütün yüreğiyle katılıyor. Gerisi için de Papa Hazretleri niyetlerini ve kararlarını öncelikli olarak Fransa kralına bildirecektir. Fransa’nın inancını korumak ve Aziz Pierre tahtına destek vermek için gösterdiği özeni ileten bu haberi gönderdiği için kendisine teşekkür ediyor. Bayard hafifçe eğildi. - Sözlerinizi kralıma iletmek için sizin kelimelerinizi kullanırken en sonunda gerçek bir diplomat gibi konuştuğumu hissedeceğim. Tanrı sizi korusun Kardinal. - Sayın elçi! Sinirli adımlarla çoktan kapıya varmış olan Bayard tekrar döndü: - Ve rica ederim, diplomat olarak bir dahaki gelişinizde muhafızlarıma kalça zırhınızdaki hançeri de bırakınız... Bayard vahşi bir ifadeyle gülümsedi. - Silaha karşı silah Kardinal; bu işin yoluna girmesini engellemesinden endişe ettiğim yavaşlıktan kurtulunuz. Bize tanınan süre sonsuz değil ve zaman bize karşı oynuyor. Kapı kapanırken Kardinal Grimani de üzerinde dinlenmeyi sevdiği büyük, deri koltuğun sırtını farkında olmaksızın okşuyordu. - İşte böyle kaba bir askerin verebileceği türden diplomatik bir tepki, diye mırıldandı endişeli bir havayla. 13 Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 16 Şubat, sabah saat dokuz civarı - Bu taraftan Matmazel... Bu taraftan! 43 Ses Gabriela’yı yönlendiriyordu. Birkaç dakika önce Luigi Benci’nin kızı Leonardo da Vinci’nin atölyesine geldiğinde her yeri bomboş görünce şaşırmıştı. Bir süre sonra ne yapacağını bilemeyerek ressama seslenmeye başlamıştı. O zaman mahzenin derinliklerinden gelen bir ses kendisini yanıtlamıştı. Gabriela ardına kadar açık olan bir kapıya yanaşmış ve dönerek inen dik merdivene el yordamıyla tutunmuştu. Bu alışılmadık karşılamadan heyecanlanan, kendisini çevreleyen karanlık ve soğuktan etkilenen ama uzun süreli model olarak durma seanslarından kaçmanın sevincini yaşayan Gabriela yaşlı ustanın sesini takip ederek merdivenden iniyordu. En sonunda, yaklaşık bir yirmi basamak indikten sonra hatırı sayılır boyutlara sahip olan tonozlu bir salona erişmişti; salon o kadar zayıf bir aydınlatmaya sahipti ki, Gabriela yarı karanlıkta görmeye alışabilmek için gözlerini kısmak zorunda kalmıştı. Salonun ortasında dört köşesinden büyük şamdanlarla aydınlatılmış devasa dikdörtgen bir masa bulunuyordu. Masanın ortasına yerleştirilen şekilsiz bir nesnenin üzerine bir örtü yayılmıştı. “Sanki bir kilise” diye geçirdi içinden Gabriela gözleriyle Leonardo da Vinci’yi ararken. - Buradan! İşte, geldiniz Matmazel!, diye bağırdı salonun bir köşesinde bulunan ve garip cam kavanozlarla pek meşgul görünen ressam. Sizi bu şekilde karşıladığım için üzgünüm, diyerek ışığın altına, orta masaya yaklaştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım! Burada sabahlayabileceğime asla inanmazdım; ışığın yokluğu da insana zaman kavramını kaybettiriyor! Ressamın giysisini fark edince Gabriela’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Leonardo da Vinci üzerine kalın bir manto giymişti ama mantonun üzerinde kan lekeleriyle dolu deri bir önlük garip bir biçimde göze çarpıyordu. Her zamanki beresini giymiş olan yaşlı adamın elleri arasında, içinde cenine fazlasıyla benzeyen bir şeyin garip bir sıvıda yüzdüğü şeffaf camdan bir kavanoz vardı. Gabriela’nın bakışlarındaki dehşeti fark eden ressam gülümsedi. - Kandan korkuyor muydunuz Matmazel? Yoksa sizin sararmanıza yol açan şu ölü doğan çocuğun görüntüsü mü? - Hayır değil, daha ziyade ininizin dondurucu soğuğu rahatsız etti, diye yanıtladı genç kadın aklını başına toplamaya çalışırken. - Herhalde teşrih atölyemden bahsediyorsunuzdur?, dedi alaycı bir tavırla ressam büyük masaya yaklaşırken. Ani ve neredeyse teatral bir hareketle masanın üzerindeki örtüyü çekerek yarı saydam bir bedeni ortaya çıkardı. Cesedin kafası yoktu, göğüs kısmı aşağısına kadar yarıktı, kasları ve sarkan et parçalarını açıkta bırakıyordu. Dehşetten nutku tutulan genç kadın yine de daha yakından görebilme merakıyla yavaşça cesede yaklaştı. Ressam onu büyük bir dikkatle izliyordu. 44 - Yaklaşın, dedi kısık sesle ressam. Yaklaşın ve pek az insanın görme zevkine eriştiği bir manzarayı, sırrı keşfedin. Görüyor musunuz, dedi iç organları ortaya çıkarmak için iki eliyle kaburga kemiklerini ayıran Leonardo. Bütün kuralları ve temel ilkeleri kesin olarak ilan edebiliriz. İç mekaniğimizin işleyişini anlamanın tek yolu kesinlikle budur! Hatırlayabildiğim en küçük yaşlarımdan beri yaşayan canlıların teşrihine ilgi duyuyorum. Yine bütün geceyi taslaklar yaparak geçirdim. Ne bu kasların her birinin görevini, ne de insan coğrafyasının karmaşıklığını hayal edemezsiniz, dedi ressam garip bir hissiyatla cesedin önce kalbini, ardından karaciğerini ellerken. Gabriela ne yapacağını bilmiyordu. Bu kıpırdamayan bedenin sarımtırak rengi ona fazlasıyla birkaç ay öncesinde ölüm döşeğinde olan annesinin acı dolu görüntüsünü hatırlatıyordu. Ama merak kendine çekiyordu; genç kız yabancı bedenin üzerine eğildi. - Biraz daha bakın, diye tekrardan söze başladı ressam iç organları kurcalayarak. Her zaman nasıl işlediğimizi anlayacak bir fırsat bulamazsınız! Kâinatın en büyük gizemi gözlerinizin önünde! Gabriela, bulundukları yerin soğukluğundan ziyade cesetten yayılan keskin kokudan rahatsızdı. Pis koku en sonunda onu biraz gerilemek zorunda bıraktı; dekoltesinden çıkardığı işlemeli ve kokulu bir mendille kokudan korunmaya çalıştı. - Bütün gece bu mide bulandırıcı kokunun içinde nasıl nefes aldınız? - Her zamanki soru..., dedi Leonardo sırıtarak; örtüyü tekrardan cesedin üzerine çekti. Eğer doktor olmak istiyorsanız size şimdiden en kötü kokulara alışmanızı öneririm. En güzel şeylerin çoğunlukla en kötü kokuları yayan şeyler olduğunu biliyor muydunuz? Ben kendi açımdan, sadece kaslara devinim veren mekanik hareketi tasvir edip tanıyabileceğime değil, aynı zamanda hislerin barınağını ve bu etleri yönlendirip hareket ettiren sıvının sırrını keşfedebileceğime inanıyorum. Alnını silerken şakağında kırmızı bir leke oluştu. - Bizi dünyanın ve insanoğlunun gerçekliği hakkında bilgilendirdiklerini öne süren budalalar bize bunları açıklayabilirler mi? Şu haldeki bir kadın ve adamın ne olduklarını, farklılıklarını, onları birbirlerine bağlayan çekimin sırrını söyleyebilirler mi? Tabii ki hayır!, diyerek hiddetlendi Vinci kesik bedeni ellemeye devam ederken. İşte benim çalışmalarımda odaklandığım heves budur. Aniden uzaklaştığı sakinliğine yine aniden kavuşan Leonardo, Gabriela’ya döndü. Düşünceli görünen genç kız apaçık ortaya çıkan etlerin görüntüsünü unutamıyordu. ‘Kaçarcasına uzaklaşmam gerekirdi, ama buradaki hiçbir şey, ne bu cesedin ne tür bir rezilllikle buraya gelmiş olabileceği düşüncesi ne de burada bulunuşumun, Kilise’nin mahkum edeceği ölümcül bir günaha ortaklık etme anlamına gelmesi beni korkutmuyor. Onun gözlerinde parlayan garip düşünceler ve sesindeki tuhaf titreme bile beni korkutmuyor’ 45 diye düşündü şaşkın bir şekilde. Sadece soğuktan dolayı titrediğini iyice göstermek için kabanına sarındı. “Belki de gerçekten cerrah olabilirim!” diye aklından geçiriyordu ressamın dik bakışlarla kendisini incelediğinin farkına varmadan hemen önce. - Sayın Leonardo, kesinlikle çok şaşırtıcısınız. Aynı anda hem en mükemmel güzelliği resmedip hem de bu kanın ve pis kokulu etlerin içinde gizemli güçlerimizi keşfetmekten zevk almayı nasıl başarıyorsunuz? Ressamın gözleri parıldadı. - Sorunun kendisi bile bir çeşit cevap zaten, ama atölyeme çıkalım, ne dersiniz? Orası daha sıcaktır. Geniş, aydınlık atölyeye geçince Gabriela yeniden nefes aldığını hissetti. Leonardo önlüğünü çıkarırken o da nemden ve pis kokudan uzak olan havanın hafif ılıklığının tadını çıkarıp şömineye yaklaştı. Ressamın sesi bedenini ele geçirmeye başlayan uyuşukluktan sıyrılmasını sağladı. - Şu lanet olası Lorenzo bir kez daha ateşin sönmesine izin vermiş, diye söylendi yaşlı adam şöminede küllerin arasında kırmızı kırmızı duran birkaç kor parçasını görünce. O yaramazı elime geçirirsem dayaktan pestilini çıkaracağım! Havaya dikilen saçları ve geceliğiyle, Gabriela’nın daha önceki günlerde karşılaşma fırsatı bulduğu genç Lorenzo o sırada içeri girmek üzereydi; ince gölgesi giriş kapısının döşemesine düşüyordu. Henüz on altı yaşına girmiş olan çocuk hâlâ uykunun pusları arasındaydı. Gabriela’dan daha ufak olan çocuğa doğa meleksi bir surat ve derin mavi bakışlar armağan etmişti. Ustanın öfkeli olabileceğini aklına getirmeden sırıtıyordu. Leonardo’nun poposuna savurduğu tekme onu kendine getirdi. - Yine şömineyi bırakıp gitmişsin, üstelik Sinyorina Benci’nin duruş seansı için şövalemi bile hazırlamamışsın! Boşuna öyle melekler gibi gülümseme, daha dikkatli davranmazsan seni dağlara geri yollarım, diye ekledi Leonardo daha yumuşak bir ses tonuyla. Gabriela, göz ucuyla Leonardo’nun bakışlarında beliren tutkuyu şaşkınlıkla inceliyordu. Lorenzo ocaktaki ateşi tekrar kuvvetlendirirken ressam şöminenin yakınındaki bir koltuğa kendini bırakmıştı. Derin yorgunluğu suratından okunuyordu. - Babanız yakın bir zamanda Milano’ya gelecek mi?, diye sordu Leonardo Gabriela’nın ayakta kalmasıyla ilgilenmeden. Genç çırağının seyrine dalan ressamın bir anda büründüğü ilgisiz tavrı önemsemez gibi yapan Gabriela, bu sorunun kendisini nasıl iki arada bir derede hissetmesine yol açtığını fark etti: Milano’ya geldiğinden beri yaşadığı özgürlüğün harikulade ve görülmemiş zevki, babasını görmek için duyduğu sabırsızlıkla çatışıyordu. 46 - Evet, son yolladığı mektuba göre işleri kısa bir süre sonra burada bana katılmasına olanak sağlayacakmış. Annemin portresini size kendisinin getirmek istediğini bana daha önce zaten belirtmişti. Tabloyu korumak için özel tasarlanan bir arabayla gelecek. - Çok iyi, çok iyi, diye mırıldandı yaşlı adam. - Bu arada, taslakları bitirmek için size daha ne kadar duruş seansı gerektiğini belirlediniz mi?, diye sorma cesaretini gösterdi genç kız koltuğun arkasında ayakta dururken. Leonardo suratını asmıştı. - Sabırsızlık, hep sabırsızlık! İşte bu gençliğin katlanılması zor bir hatası! Eğer çalışmalarımın çok ağır olduğunu düşünüyorsanız siz de Alman ressamları çağırın. Bosch veya Dürer’in sizin telaşınıza karşılık vereceğinden eminim, üstelik çok daha cüzi bir ücret karşılığında! Gabriela bu tepkinin şiddeti karşısında sessiz kalmıştı. - İhtiyaç duyulan zamanı hesaplamaya ne gerek var! Resim bir sanattır Matmazel. İnsanlık için ne kötüdür ki bazıları bunu ucuza satılabilecek kaba bir ticaret nesnesi olarak görüyor. Sonsuzluğun bile çoğaltılabileceği bir ticaret! Anlıyorsunuz ya, ben onlardan değilim! - Ama... diye araya girmeye çalıştı şaşkın genç kadın. - İşte bu yüzden artık resim yapmıyorum! O lanet olasıca Almanlar sadece buraya kadar gelip bizi taklit etmiyorlar, aynı zamanda bize yapılan siparişleri elimizden alarak ayağımızı kaydırmaya çalışıyorlar. Ressamın ani öfkesine üzülen ve bir yanlış anlaşılma durumunda kalmak istemeyen genç kadın yaşlı adamın önüne diz çöktü ve ellerini avcuna aldı. - Sayın Vinci, sizi böyle bir duruma sokmak istememiştim. Asla, asla... Ne babam ne de ben bu çalışmayı başkasının eline teslim etmeyi hiç düşünmedik... Leonardo cevap vermedi. Derin bir soluk verdi ve samimiliğini kanıtlamak istercesine genç kadının gözlerine baktı. - Varlığının bir kez açığa çıkması bile beni büyük tehlikelere atabilecek bir yere girmenize izin vererek size büyük bir güven gösterdim. Kilise bilimsel işlerden hiç de hoşlanmıyor ve bilgi arayışını büyücülük olarak nitelendirmeyi pek seviyor. - Ağzımı kapalı tutacağıma söz veriyorum. Hafiyelikten ve bunu destekleyen vicdansız kanunlardan daha dayanılmaz başka bir şey... diye haykırdı Gabriela ressamın devam etmesine izin vermeden. - Biliyorum, daha doğrusu neden bilmiyorum ama size güveniyorum. Hatta daha da doğrusunu söylemek gerekirse size güvenmek hoşuma gidiyor genç bayan ve ben kimin ne diyebileceğini umursamadan hoşuma giden şeyleri hep yapmışımdır. 47 Sorun bu değil. Benim ilgime bağlı kalacağınızdan şüphem yok. Ama görüyorsunuz ya, diye devam etti yeniden yumuşayan bir ses tonuyla, ilk izlenimlerimin beni yanıltmasından nefret ediyorum ve umarım sizinle ilk karşılaşmamızda edindiğim izlenimler değişmez. Gabriela gülümsedi. - Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum bayım ve size minnettarlığımı temin ediyorum. Sabrın ne büyük bir erdem olduğunu da biliyorum ve size söz veririm kendimi bunu geliştirmeye adayacağım. Buna inanıyorum çünkü uzun bir süredir bütün büyük erdemlerin bir arada olması gerektiğine ve sanki bunlar birbiriyle zıtlaşıyormuş gibi bizi aralarında seçim yapmaya zorlayan eğitim biçiminin ne denli aptalca olduğuna kanaat getirmiş durumdayım. Bu yüzden aynı anda hem tutkulu hem de sabırlı olacağım! Keyiflenen ressam tekrar gülümsemeye başlamıştı. - Öyle olsun! Şimdilik lütfen beni yalnız bırakın, dedi sadece boğuk ve soluklanmış bir sesle. Şimdi burada, bu koltukta biraz uyuyacağım. Yarın yeniden başlarız. Gabriela, sanki bir anda uykuya gömülen Leonardo da Vinci’nin gözlerini kapadığı sırada ellerini yavaşça bıraktı. 14 Bois-le-Duc, Büyük Meydan – 28 Şubat, akşam saat altı suları Ortalık neredeyse çöl gibi bomboştu. ‘Olayların’ başlangıcından beri tüm Bois-le-Duc sakinleri hava kararır kararmaz evlerine giriyorlardı. Sekiz at tarafından çekilen araba Büyük Meydanı kolaylıkla geçmişti. Gecenin sessizliğinde nemli taşların üzerinde sadece tekerleklerin gürültüsü yankılanıyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu temsil eden renklerdeki araç yirmi süvari muhafızı eşliğinde ilerliyordu. - İşte geldik baba!, diye haykırdı Philippe yolcuları soğuktan korumak için takılan geniş perdeyi kaldırırken. Manastırın hemen yanında bekleniyoruz. - En sonunda!, diye cevap verdi İmparator Maksimilyen. Bize kalacak gösterişsiz bir yer bulmaları için Notre-Dame kardeşliğine rica ettiğimden dolayı seviniyorum. Yarın sabah bütün şehir imparatorun ve oğlunun subayların yoğun korumalarından veya piskoposluğun özel konforundan uzak bir şekilde halkın içinde uyuduğunu bilecektir! - Umarım, yine de kalacağımız yer sizin dinlenmenize uygundur. Bu soğuklarda böyle bir yolculuk benim tahminimden daha da çetin oluyormuş. 48 - Sevgili oğlum, o kadar endişeliyim ki yorgunluğu düşünecek lüksüm olmadı! Ama güzel bir ateş ve sıcak bir çorbanın çok iyi geleceği de bir gerçek!, dedi imparator ısınmak için ellerini ovuştururken. Araba, Notre-Dame kardeşliğinin en kıdemlisine eşlik eden subay generali Johannes Rindt’in ayakları dibinde durdu. Konut kapısının önünde yalnız bekleyen iki adam ellerinde, uçlarındaki alevin rüzgârın esintisiyle titrediği birer meşale tutuyordu. İlk inen Philippe pek de protokole uygun olmayan bu karşılamanın tuhaf gidişatını inceledi. - Beyler, gelişimizin mahremiyetini kesin kılmak için verdiğim emirleri uyguladığınızdan dolayı size teşekkür ederim, dedi imparator arabadan inerken. Rahatlık için giydiği ve ona bir hükümdardan ziyade bir tüccar havası veren siyah üstlük ve pantolonunun sadeliği karşısında şaşıran iki adam İmparator Maksimilyen’in önünde eğildiler. Sadece sağ elinin parmaklarına taktığı yüzükler gerçek mevkisini ortaya çıkarıyordu. - Haydi beyler, içeri girelim, böyle bir havada saray gösterilerinin yeri yoktur, diye karşılama rutinini böldü İmparator Maksimilyen. Arkadaki yük taşıma kısmında ayakta yolculuk eden üç hizmetçi bagajları indirmeye başlarken imparator ve oğlu kıdemli üye tarafından ilk katta bulunan dairelerine doğru yönlendirilmişlerdi. Çevrenin sadeliğinden memnun olan İmparator Maksimilyen iki örtüyle kaplı bir masanın olduğu salondaki beyaz mermerden yapılmış büyük şöminede dans eden alevlere yaklaştı. - Hemen Hieronymus Bosch’u evinde aramaya gitmenizi rica ediyorum, dedi arkasına dönmeden kapının eşiğinde bekleyen Rindt’e hitaben. General tek kelime etmeden topuklarını geriye döndürürken Philippe de babasının yanına gelmişti. Yaşlı hükümdarın yorgun ve süzülmüş bedeninin yanında onun atletik duruşu daha da görkemli gözüküyordu. - Durum tahmin ettiğimizden daha kötü, dedi Philippe masaya yerleşirken. Az önce Kardeşliğin başkanıyla konuştum. Şehirde ani halk toplanmaları olmadan bir tek gün geçmiyormuş. Ayaklanmalar endişe verici bir durumdaymış. Kendine bir kadeh şarap koyan imparator kaşlarını çatmıştı. - Beklenmedik gelişimiz işe yarayacaktır. Ümit ediyorum ki varlığımız bu kargaşayı dindirecektir, dedi küçük yudumlarla şarabını içerken. Bana anlatılanlara dayanırsak bu şehir başka hiçbir yerde görülmemiş bir dehşet yaşamış. Burada yaşayanların korkularını anlamamız gerekiyor. - İzin verirseniz baba, kıdemli üyenin endişesi bu korkunun çok ötesindeydi. Bu yürekli adam, bu büyük korkunun bedelini Yüce Kilise’nin ödemek zorunda kalmasından endişe ediyor. Reform yanlıları kasabalara sızmış. Piskopos ve Roma, bu çılgınların saldırı hedefleri haline gelmişler! 49 İmparator Maksimilyen cevap vermedi; dumanı tüten bir çorba tasını taşıyarak sessizce gelen hizmetçiye bakıyordu. Ses çıkarmamaya devam ederek tabaklarına çorba servisi yapmak için çevrelerinde dolandı. - Bu söyledikleriniz önsezilerimle uyuşuyor, diye tekrardan söze başladı İmparator Maksimilyen. Aslında, yola çıkışımızdan önce, Roma’ya giden anneniz Blanche’tan II. Jules ile Brabant’ın durumu hakkında görüşmek için bir fırsat yaratmasını rica ettim. Vatikan’ın nasıl tepki vereceğini bilmem gerekiyor. O taraftan en çabuk şekilde haber almayı diliyorum! Çorbasını içerken Philippe, yaşlı imparatorun olaylar üzerinde etkin kalmaya çalışmak için nasıl çaba sarf ettiğini düşündü. - Bosch’u bu akşamdan görme isteği neden? İmparator Maksimilyen oğluna bakarak gülümsedi. - Birçok sebepten ötürü... Öncelikle yeteneğini beğeniyorum. Bildiğiniz gibi ressamlarla iletişim halinde olmayı seviyorum. Ama daha da önemlisi, geçen üç şubatta gerçekleşen ikinci dehşet sahnesi ortaya çıktığında Bosch Büyük Meydan’daki atölyesinde olayı öncelikli izleyenler arasındaymış... diye ekledi alçak bir ses tonuyla. - Şey yapabileceğini mi düşünüyorsunuz... - Hiçbir şey düşünmüyorum, ama belki de Hieronymus Bosch’un bize öğreteceği şeyler vardır. Çünkü... - Çünkü? - Çünkü tabloları bazen fazlasıyla tuhaf olabiliyor. Her biri birbirinden daha düşsel olan o tip karmaşalarından hiç etkilenmediniz mi? Bosch’un ilham kaynağı kolaylıkla soruşturmaların odağında olabilir, diye devam etti İmparator. Soğukkanlı ve sessiz olan hizmetçiler tabakları kontrol etmeye devam ediyorlardı. - Hiçbir şeyi hafife almamamız gerekiyor. Güçler arasında yeniden ittifak paylaşımları yapıldığı şu sıralarda bu iş politik bir gidişata kayabilir. Eğer araştırmayı kendimiz yürütmek zorundaysak o zaman biz de bunu Kutsal İmparatorluk adına yaparız, dedi İmparator abartılı bir tavırla ve önündeki tavuğun budundan kopardı. Babasının, yıllar geçtikçe azalmış olan iştahına rağmen böylesine iştahla yemek yemesinden mutluluk duyan Philippe sessizce yemeğine devam etti. “Babamla çok az vakit geçirebildim. Çabucak hüzne boğulan bir kadınla erken evlenince şimdiye kadar saray işlerine doğrudan nüfuz etme şansını hiç yakalayamamıştım” diye geçirdi aklından. İmparator’a Hieronymus Bosch’un geldiği bildirilirken hizmetçiler akşam yemeğinin bulaşıklarını toplamayı bitirmek üzerelerdi. 50 Ziyaretçi bitişik odaya alınmıştı. İmparator Maksimilyen, içeri girdiğinde ufak tefek adamı, oranları neredeyse bir küpünkine yakın olan odanın ortasında, biraz solunda ayakta dururken bulmuştu. Yerden tavana kadar uzanan iki geniş pencereyle aydınlanan ve bakıldığında, içerisinde bulunan ressamın eski püskü kaldığı oda bütünlüğü, silmelerin ve tavan süslemelerinin yoğunluğunun altında ezilmişe benziyordu. Bosch giysilerini değişecek zaman bulamamıştı. Biraz eskimiş ve bir sürü yerinde boya lekeleri olan uzun bir gömleği vardı. Hükümdarı görünce eski gri fötrünü çıkarmayı ancak becermişti. - Hieronymus Bosch, sizi gördüğüme çok sevindim, dedi sadece imparator romatizmalarının kendisine izin verdiği ölçüde eğilen ressama yaklaşarak. Hizmetçiler kır havası taşıyan iki kaba ahşap iskemle getirmişlerdi. Oturduklarında iki adam, sadece alelacele yakılmış, sabit olmayan iki şamdanla aydınlatılan neredeyse bomboş bu odada yüz yüze kalmışlardı. - Sizi davet etmemin sebebi bu şehrin sahne olduğu korkunç katliamlar hakkındaki hislerinizi bilmek istememdi. Bu felaketlerin taslaklarını yapabilmiş olduğunuzu biliyorum, yine de bu olayların tasvirini bir de sizin ağzınızdan duymak isterim Ressam bu hatıraların aklında bir anlık bile canlanması bile kendisine acı verirmişçesine bir an durakladı. - Üç haç Saygıdeğer Majesteleri, Büyük Meydan’a dikilmiş üç haç vardı. Bunlardan birinin üzerinde bir kuzu cesedi, diğer ikisinin üzerindeyse... İkisinin üzerinde... Hieronymus Bosch cümlesini tamamlamakta zorluk çekiyordu. İmparatorun beklenmedik varlığı karşısında duyguları daha da yoğunlaşmıştı. İki adam bir süre sessizliğe büründü. İmparator Maksimilyen diyalogu koparmak istemiyordu. - Hislerinizi anlıyorum. Zaten sizden General Rindt’in bildirgesinde tüm detaylarını okuyabildiğim bu olayların yeni bir tasvirini talep etmiyorum, diye ekledi İmparator yumuşak bir ses tonuyla. Üstelik biliyorsunuz, ne yazık ki Kutsal İmparatorluğun her yerinde olduğu gibi Bois-le-Duc’te de söylentiler hızla yayılıyor. Bazıları en şaşırtıcı suçlamaları yöneltmeye çekinmiyorlar. Sizin eserleriniz ile bizi ilgilendiren bu canavarlıklar arasında tuhaf bağlantılar olduğu bile kulağıma geldi, diye ekledi imparator sesini alçaltıp ressama yaklaşarak. Bu ani suçlama karşısında, gergin vücudu ve hükümdarınkine birkaç santimetre uzağında duran şaşkın suratıyla Bosch sandalyesinde donup kalmıştı. - Ama... Bu doğru değil... Bu alçaklık... diyerek kendini savunmaya çalıştı şaşkın bir sesle ressam. - Tabii ki, bütün bunlar yanlış, diye yanıtladı İmparator Maksimilyen daha kuvvetli bir ses tonuyla. Ben de bu bayağılıklara aynı şekilde cevap verdim. Yine de bu suçluları bulup durdurmadığımız sürece bu çeşit söylentiler yayılacaktır. Hükümdarın yüzünde sevimli bir gülümseme belirdi. 51 - Gözlem yetinizi biliyor ve takdir ediyorum. Şans eseri eğer aklınıza bir kanıt gelirse... - Majesteleri kendilerine faydamdan emin olabilirler, diye yanıtladı hemen ressam içinin rahatladığını belli eden bir tavırla. Öyle veya böyle gerçeğin ortaya çıkarılmasında yardımım olacaksa bütün gücümü kullanacağım. Yine de işe yaramamaktan endişe ederim. - En ufak kanıt, beni iyi anlayınız, en ufak kanıt bile bizi tehdit eden alçaklıkların kökenini kurutmayı başarmamız için önemli olacaktır, diye ekledi İmparator Maksimilyen konuşmanın bittiğini ressama belirtmek için ayağa kalkarken. Bu soruşturmada hiçbir şey küçümsenmemeli, hiçbir şey... diye tekrarladı. 15 Vatikan – 1 Mart, akşam saat dokuz suları Konserin bitişinde bir alkış gürültüsü duyuldu. Çok büyük bir kalabalık oluşturan davetliler duruma uygun olarak papalık dairelerinin büyük karşılama salonlarına yerleştirilen iskemlelere yerleşmişlerdi. Papa’nın sağında oturan Habsbourg Maksimilyeni’nin eşi Blanche Sforza alışkanlıkla yelpazesini kendine doğru sallıyordu. Bir önceki akşam geç saatlerde Roma’ya gelmiş ve Aziz Peder’in davetini şereflendirme lütfunda bulunmuştu. Yine de o akşamın başlangıcında yüzünde yorgunluk belirtileri vardı. Farlara ve pudralara rağmen gözünün etrafındaki halkalar bakışlarını sönükleştirmişti. - Ne hayranlık!, diye fısıldadı II. Jules’e etraftakilerin kutlama sesleri yükselirken. - Davetlilerim arasındaki varlığınız da buna eklenen bir mutluluktur, diye yanıtladı İmparator’un karısına hoş görünme derdinde olan Aziz Peder. İmparator’un size eşlik edememesi ne kadar da üzücü! Size onun haberlerini sormaya daha fırsat bulamadım? - Çok iyi! Çok iyi!, diye tekrarladı Blanche. Size saygılarını ilettiğini bildirmemi istedi. Papa gülümseyip ayağa kalktı; böylece, kapıları birkaç dakika önce açılmış olan bitişik odalarda istiflenen davetlilerinin de kendisini örnek almalarını sağlamış oldu. Devasa masalar yiyeceklerle donatılmıştı. Blanche orada sunulan besin bolluğundan, özellikle de gösterişli ve büyük meyve sepetlerinden çok hoşnuttu. Hizmetkârlar bohamyen kristalinden yapılmış dizili kadehleri Chianti şarabıyla doldurmaya başlamışlardı. 52 - Majesteleri, size arkadaşlarımdan sıradışı bir yeteneği olan genç bir ressam tanıtabilir miyim? Blanche, arkasına döndüğünde yemeğini bu şekilde bölen kişinin, oldukça yakışıklı bulduğu genç bir adam eşliğinde gelen Donato Bramante olduğunu fark etti. - Sizi tekrar görmek ne büyük zevk Bay Bramante, dedi elini uzatırken. - O zevk bana aittir Majesteleri, diye yanıtladı saygıyla eğilen mimar. Milano’da, amcanızın evinde geçirdiğim gün benim için hâlâ capcanlı bir anıdır. - Bunu tekrar hatırlamak ne güzel! Delice gülüşlerimizi hatırlıyor musunuz? Genç ve tasasızdık, öyle değil mi? Ne diyeceğini bilemeyen Donato, Blanche Sforza’nın yanıtında hissettiği rahatsızlığı arttırmamak için eğilmekle yetindi. - Bana tanıtmak istediğinizi belirttiğiniz bu genç adam da kimdir? - Karşınızda gelecek zamanların en büyük ressamlarından biri duruyor. Daha şimdiden sadece Raphael olarak tanınan kişiyi tanıtmama izin verin Majesteleri. - Ah genç adam, ben sizi tanıyorum! Bugüne kadar hiç karşılaşmamış olsak bile ününüz bize kadar erişti. Şu sıralar Papa’nın dairelerini dekore ettiğinizi bile biliyorum. - Doğrudur. Majesteleri oldukça bilgilenmişler, diye yanıtladı genç ressam hükümdar eşini incelerken. - Roma gezintim sırasında eserinizi keşfetme mutluluğunu tatmak istesem?, diye sordu Blanche daha pırıltı dolu, parlak bakışlarla ressama odaklanarak. Raphael de bakışlarını eğmeden cesaretli bir ses tonuyla yanıtladı: - Eğer Aziz Peder için bir sorun teşkil etmeyecekse hizmetinizdeyim! - Ben de Papa Hazretleri’nin bana yapımını sipariş ettiği bazilikanın planlarını gösterme şerefini sizden rica ediyorum, diye araya girdi Bramante. Bütün Hıristiyan âleminin en görkemli kilisesini inşa etmek coşku verici bir görev. Şantiye buradan iki adım uzaklıkta! - Zevkle sevgili Bramante. Bu devasa çalışmalardan Almanya’da da oldukça bahsediliyor. Mimariye duyduğum ilginin ne denli büyük olduğunu unutmadığınızı fark etmek çok hoş! Görüşmek üzere beyler. İmkân bulur bulmaz sizlerle ne zaman tekrar görüşebileceğimizi bildireceğim, diye konuşmasını sonlandırdı Blanche iki adamın yanından uzaklaşırken. Uzaktan, yan salonda Sion piskoposu ile hararetli bir konuşma içinde olan II. Jules’ü gördü. Bu baş başa konuşmayı bölmeye yeltenmeyen İmparator’un karısı biraz dinlenme ümidiyle masalardan birine doğru yöneldi. Masaya yaklaşırken yanına tanımadığı bir kilise adamı geldi; orta boylarda, solgun ve zayıf bir suratı, donuk bakışları olan bir adamdı. Yumuşak sesinden zar zor fark edilebilir vurgularına kadar her yanı ağırbaşlılık ve gizem tütüyordu. 53 - Majesteleri, affınıza sığınarak umarım; size küstahça yaklaşıyorum... Ben York başpiskoposu Christopher Bainbridge. Yüksek rütbeli papazın çekingen tavrına rağmen Blanche onu devam etmeye cesaretlendirecek bir biçimde bir baş hareketi yaptı. - İzin verirseniz Majestelerini XII. Louis’nin çevirdiği dolaplar hakkında uyarmak istiyordum. Blanche’ın bakışları ciddileşti. - Ne söylemek istiyordunuz? - Kısa bir süre önce Fransa kralının sıradışı bir elçisi Papa’ya yakın kişilerle konuşmak için teşrif etti. Bu görüşme Brabant’da meydana gelen olaylar ile ilgiliydi... - Bilmem gereken?, diye böldü konuşmanın gidişatından rahatsızlık duyan hükümdar eşi kuru bir ses tonuyla. Bainbridge sesini alçaltmak yerine aynı ses tonuyla konuşmasına devam etti: - Kaynaklarıma güvenecek olursam, Papa’ya bile bir ültimatom verilecekmiş. XII. Louis, Kutsal İmparatorluğa ters düşecek ani kararlar almak zorunda kalacakmış. - Başka ne biliyorsunuz? - Şimdilik bu kadarını biliyorum, diye yanıtladı başpiskopos biraz fazla saygılı bir şekilde. Yine de siz Majestelerine İngiltere kralının İmparator Maksimilyen ile bağlarını daha da sağlamlaştırmak için çabalayacağını temin ederim! Daha fazla bilgi alamayacağını anlayan Blanche, başpiskoposu selamlayıp kararlı adımlarla Sion piskoposu ile konuşmasını henüz tamamlayan Papa’nın yanına yönelmişti. - Bu harikulade yemekleri tatmaya fırsatınız oldu mu?, diye sordu II. Jules büfedeki yiyeceklere bir el hareketiyle işaret ederek. - Papa Hazretleriyle özel görüşebilir miyim? - Tabii ki. Ofisime kadar geliniz; iki adım ötede. Orada daha rahat konuşabiliriz. II. Jules, ofisine giden koridordan geçerken İmparator Maksimilyen’in eşinin koluna tutunmuştu. Özel üniformalı iki kilise muhafızı kapıda bekliyordu. Geçerken Papa’yı selamladılar. Oda ortalama bir genişlikteydi ve zayıf bir şekilde aydınlatılmıştı. Kâğıt tomarları ve açık kitaplardan oluşan dağınıklık Pierre’in ardından göreve gelen II. Jules’ün masasında hüküm sürüyordu. Blanche köşede kullanılmış kumaşla kaplanmış olan bir dua iskemlesi gördü. Duvarda kimin resmettiğini çıkaramadığı iki adet İsa’nın çarmıha gerilme sahnesini canlandıran tablo vardı. Başka bir duvarın tamamı fevkalade bir biçimde dizilmiş sayısız kitaplarla kaplıydı. II. Jules davetlilerine ayrılan koltuklardan birine oturmuştu. İmparator’un karısı da onun hemen yanına oturdu. 54 - Pek Aziz Peder, Brabant’daki olaylardan doğan durumun İmparator Maksimilyen’i en üst dereceden endişelendirmekte olduğunu sizden saklamayacağım. Eşim şu anda oğlu Philippe’in eşliğinde, o çevreyi yatıştırmak amacıyla Bois-le-Duc’te bulunuyor. Bu felaketlerin gerçekliğine erişebilmek için böyle önceden habersiz bir şekilde gitti. Size bunları bildirmemi istedi, diye belirtti Blanche. - Zaten bu sabah, İmparator Maksimilyen’in Bois-le-Duc’te olduğunu bildiren piskoposumuza ait bir haber güvercini almış bulunmaktayız. Bilin ki bu benim için büyük bir ferahlıktır. Philippe eşliğinde, oradaki varlığı sanıyorum ki bu üzücü olaylar konusunda eşinizi sorumlu tutan kötü söylentileri sonlandıracaktır! Blanche Papa’nın böylesine doğrudan bir şekilde İmparator Maksimilyen’den söz etmesini duyunca sarardı. - Bu söylentiler tam olarak Fransa kralının bu doğrultuda bir tutum izlemesine mi yol açıyor?, diye sordu hükümdar eşi soğukkanlılığını koruyan bir tavırla. Papa bir el hareketiyle sakalını sıvazlayarak gülümsedi. - Aslına bakarsanız bütün Avrupa ayaklanmış durumda. Bazı ittifakları sorumlu tutmak için bu cinayetler çok uygun bir tablo hazırlıyor. - Pek Aziz Peder, ne yapmalıyız?, diye sordu Blanche neredeyse yalvaran bir ses tonuyla. Öneriniz nedir? - Ne yazık ki bu katliamın sorumlularını kendisinin bulması dışında yapabileceği başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Ben, kendi açımdan elimden geldiği sürece hepsinin baskılarına direnme niyetindeyim. Bunu yapabilmek için, bu sırrın en azından bir bölümünü aydınlatması için papalığa ait bir araştırmacı atamayı düşünmekteyim. - Belki şimdiden bu görev için aklınızda uygun bir isim vardır?, diye sordu kendilerine zaman kazandırabilecek bir desteğin çabasını anında fark eden Blanche. - Sizin bana önereceğiniz bir isim var mı? - Gençken, amcam Ludovic le More’un sarayında Leonardo da Vinci’yle çok sık bir araya gelirdik. Yazışma yoluyla kendisiyle bağımı koparmamaya çalıştım. Bilginler camiasındaki ünü ve tanınan otoritesi, böylesine zorlu bir soruşturmada onu çok değerli bir işbirlikçi haline getirecektir. Papa yeniden gülümsedi. - Bu öneri için size teşekkür ederim. İmparator’u en kısa zamanda rahatlatın; düşmanlarının hırpalamalarına karşı direnmeden pes etmeye niyetim yok. Yüzündeki gülümseme hızla yok olmuştu. 55 - Yine de sizden endişelerimi saklamıyorum. Durumun acil ve etkili bir hareket almamızı gerektireceğini biliniz. Arzum tektir, ama hüküm sürdüğü çevreden tamamen ayrılması imkânsız... İmparatoriçe, bu anlaşılması güç cümlenin her kelimesini tartarak sonuca erişmeye çalıştı. - Şimdi davetlilerimin yanına dönmeliyim, dedi II. Jules güçlükle ayağa kalkarken. Yokluğumuzun, kötü niyetliler tarafından bir işaret olarak yorumlanmasını istemem. 16 Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 1 Mart, gece yarısı Karla karışık yağmur neredeyse yarılması imkânsız beyaz bir sis yaratıyordu. Sainte-Gertrude Manastırı avlusunun güney duvarına vuran gölgenin adımları daha da hızlanmıştı. Kafasına mantosunun kapüşonunu çeken gece gezgini, kare avluyu çevreleyen taş rüzgârlığın bulunduğu yere kadar fırtınanın kendisini itelemesine artık engel olamıyordu. - Veba gibi hava, diye söylendi buz tutmuş yerde düşmekten son anda kurtulunca. Dikkatlice yürümeye devam etti, sonra koyu renkli, ahşap küçük bir kapının önünde durdu. Ziyaretçi, el yordamıyla kapı tokmağını arayıp üst üste birçok kez tıklattı. - Rica ederim çabuk açın yoksa burada donacağım, diye fısıldadı. Kapı en sonunda açılıca o da aralıktan içeri girdi. Adam sanki sessizliğe alışmak istercesine bir süre hareketsiz durdu. Rüzgârın uğultusu, avlunun kalın duvarlarından geçerken gücünü kaybediyordu. Kapüşonunu çıkarıp mantosunu ağırlaştıran donmuş su damlalarını üzerinden silkeleyen Johannes Rindt, soluklandıktan sonra kendisine kapıyı açan kişiye doğru gözlerini kaldırdı. - Evet Nicolaa Van Rosendal, bu Kilise topraklarındaki gece görüşmesini neye borçluyum acaba? Tümgeneral, içeri davet edilmeyi beklemeden mantosunu çıkarıp odanın köşesindeki şöminede yanan ateşe yaklaştı. - İliklerimi ısıtmama müsaade edin. Bütün azizler adına, atımın buraya kadar gelemeyeceğini sandım. Muhafız takımındakiler de gecenin bir vakti yerimi yurdumu bırakıp bir kilise avlusuna geldiğimi görünce benim ya delirdiğimi ya da kötü işler peşinde olduğumu sanmışlardır. İftira edilirse en azından siz iyi niyetime kefil olabilirsiniz. Bir ürperme kısa süreliğine susmasına sebep olmuştu. Kendi sınıfını temsil eden, sade bir cüppe giymiş olan Nicolaa Van Rosendal, tonozlu geniş odanın büyük bir kısmında hüküm süren karanlığı geride bırakıp, bir halı ve yanlarına 56 yerleştirilmiş iki koltuğun önündeki ateşe doğru yaklaştı. Odada tahta bir sandık, bir dua iskemlesi ve üç parçadan oluşan küçük, açılır kapanır bir tablodan başka bir şey yoktu. - Ne yazık ki sayın subay, diye cevap verdi soğuk bir tavırla Dominikan rahibi. Bunu sizin için bile açıkça yapamam çünkü görüşmemizin gizli kalması gerekiyor. Biraz sıcak şarap alır mıydınız? Buradaki konfornsınırlıdır ama size en azından bunu ikram edebilirim. Subay arkasına dönüp bu teklifi bir baş hareketiyle kabul ettiğini belirtti. Ardından, nezaketine ve hizmetinde olan unvana kanmadığını gösterircesine papazın gözlerine odaklandı. - Sizi dinliyorum, dedi sadece. İkisi de oturdular. Rindt sırf piskoposun güveninin kendisine böylesine büyük bir tesir gücü verdiği bu genç adama merakla bakıyordu. - Size belirttiğim üzere, müracaatım yarı resmidir. Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi cezalandırılmamış cinayetler ve sizin sürdürdüğünüz araştırma ile ilgilenmekteyim. Bazı detayların Kiliseyi, öncelikle bu araştırmanın ilerlemesi ve başarılı olmasıyla ilgilenmek durumunda bıraktığını anlayacaksınız. Hâlbuki benim kulağıma gelenlere göre bu ilerleme pek de sizin dilediğiniz hızda gitmemekte... Rosendal bitirmediği cümlesine devam etmeden önce birkaç saniye süren ciddi bir sessizlik oluşmuştu. - ... öyle ki, siz – ya da imparator – bu olayların gerçek yüzünü değerlendirmek için şehrimize dış yardımcılar çağırmayı düşünmüşsünüz. Rindt, hiçbir şey belli etmeyen bir yüz ifadesiyle sessiz kalmıştı. Derin bir soluk alıp öne doğru eğildi. - Aslında araştırma hiç ilerlemiyor. Kurbanların ne kim olduğunu, ne de neden bu şekilde katledildiklerini hâlâ bilmiyoruz. Kilisenin Saint-Jean mühürlerini kaldırmakta ivedilik göstermediğini söylemem gerek, dedi neredeyse sinirlilik sınırına dayanan bir ses tonuyla. Oradaki araştırmamız sırasında önemli kanıtlar çoktan ortadan kaldırılmıştı. Aynı şekilde kurbanların cesetleri de elimize geçmedi... - Kilise topraklarındayız, diyerek böldü Rosendal. Ama bu konu hakkında belki de daha fazla yardımlaşacağımız ortak bir yön bulabiliriz. Johannes Rindt’in gözleri ilgiyle parlamıştı. - Hangi koşulda? Eminim ki bir ‘koşulunuz’ vardır... Nicolaa Van Rosendal gülümsedi. - Evet, hatta üç tane var: eğer araştırmalarımızın bütün meyvelerini paylaşacaksak, eğer kontrol edemeyeceğimiz herhangi bir dış müdahalenin bizim için bir 57 talihsizlik olacağı konusunda hemfikirsek ve eğer Hieronymus Bosch ile ilgili niyetlerinizi ortaya koymayı kabul ederseniz... Rindt de gülümsedi. - İşte belirgin olan bir şeyler... Ama siz koşulları fazla zorluyorsunuz. İmparator, Kilise’nin bu konu hakkında bazı şeyleri gizli tutmasından ve Bois-le-Duc’te gelişen cinayetler hakkında Roma’yı kendisinden daha fazla bilgilendirmesinden pek hoşlanmadı. Bu kadar fazla önkoşul koyacak durumda mısınız? Nicolaa Van Rosendal ayağa kalktı ve aceleci bir ses tonuyla tekrar söze başlamadan önce sessizce birkaç adım attı. - Bosch hakkında yanılıyorsunuz. - Yanılıyor muyum? Peki siz benim Bosch hakkında ne düşündüğümü biliyor musunuz? - Tahmin edilmesi pek de zor olmayan şeyi biliyorum: onu sevmiyorsunuz. Şehirde, onun çizim tarzından korkanlar tarafından yayılıp birkaç kıskanç tarafından desteklenen dedikoduları duyuyorsunuz, yeni akımlara tutkun olan birkaç topluluğa ait olmasını beğenmiyorsunuz... - ...Ve kendisinin Kilise tarafından bu derece beğenildiğini bilmiyordum! Rahip bu alaycı tavra karşılık vermedi. - Ve son olarak da polisin her zamanki açıklarını kapatma amacıyla onun günah keçisi ilan edileceğini biliyorum. Ve öyle olmamasını diliyorum. Johannes Rindt dişlerini sıktı. - Neden istemediğinizi doğrusu merak ediyorum. Aslında, şurada asılı duran bu güzel üçlemeyi yapan ressamın, kendisini ünlü eden ve başarılı kılan siparişlere sadece piskoposun desteği sayesinde erişmiş olduğundan başka bir şey düşünmüyorum. Elinde bir tepsi ve üzerinde dumanı tüten iki tas ile rahibe içeriye girince konuşmaya ara verdiler. Nicolaa Van Rosendal teşekkür edip şarap çanağını dudaklarına götürdü, ardından konuşmaya devam etti: - Gereksiz yere kırıcı olmayınız. Kilise’den ziyade Bosch’u şu anki konumuna getirenin imparatorun oğlu olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Bundan beş sene önce Mahşer üçlemesinin siparişi büyük bir başarı getirdi; bundan tek faydalanan da Bosch değildi: bütün şehir ve buradaki kurumlar bundan yararlandı. Önemli olan da bu, diyerek çıkıştı Rosendal. Sahip olduğu gözlemleme bilgisiyle Bosch’un bu cinayetleri anlamamıza yardımcı olabileceğine inanmaktayım. Aynı zamanda, bu kötülüklerin kentimizle ilişkilendirilmesini önlemek gerektiğinden dolayı onu korumak zorunda olduğumuza da inanıyorum. Tek elimizi keserek herkesin gözünde borcumuzu ödemiş olacağımıza inanmak bir deliliktir. Eğer ki bu 58 olayların kaynağının kendimizde olduğunu kabul edersek, inanın bana, halk hasta uzuvla beraber bütün bedenin yakılmasını talep edecektir. İşte bu yüzden ne ben ne de Kilise dış müdahale istemiyoruz. Bu araştırmanın kontrolünü birlikte elimizde tutmalı ve kötülüğün kaynağının bizimle bir ilgisi olmadığını kanıtlamalıyız. Johannes Rindt başını öne eğdi. - Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama belki de artık çok geçtir. İmparatoriçe Roma’da. Nicolaa Van Rosendal sararmıştı. - Açıkgözlü davranmamız için fazladan bir sebep daha, diye fısıldadı neredeyse kapalı dudaklarının arasından. İmparator böyle bir karar alarak çok büyük bir riske girdi. Sayın subay, bu olayların ardında ne var bilmiyorum, diye devam etti acı bir ses tonuyla karşısındakine yaklaşarak. Tanrı bizi korusun, eğer, Roma’ya dek bazılarının korktuğu gibi, iblis bu felaketin iplerini elinde bulunduruyorsa bu felâketin sorumluluğunu camiamızdan uzaklaştırmayı isteyerek belki de gülünç bir oyun sürdürmüş olacağız. Ama eğer durum böyle değilse... Rahibenin yeniden odaya girmesiyle konuşma tekrardan bölünmüştü. - Ne oluyor? Diye sordu şaşıran Dominikan rahibi. - Silahlı adamlar efendim, avlunun kapısındalar... - Silahlı adamlar mı? Peki, kalkanları nasıl? - Subayınki ile aynı efendim; tümgenerali arıyorlar. Duymamayı yeğleyeceğim başka felaketler söz konusuymuş, dedi istavroz çıkararak. İki adam sessizce birbirlerine baktılar. Ardından Johannes Rindt kürklü mantosunu toplayıp giyindi ve tek kelime etmeden kapıya doğru yöneldi. - Sizinle geliyorum, diye atıldı Nicolaa Van Rosendal tartışmaya kapalı bir ifadeyle. Johannes Rindt mavi gözleriyle ona odaklanmıştı. - En azından üstünüze bir şeyler giyin; üzerinizdekiler sizi soğuktan korumaya yetmeyecektir. Adamlarımdan ikisini arkamda bırakacağım, onlar size eşlik ederler. Subay, yanıt beklemeden korkmuş rahibenin arkası sıra yürüdü. Sıcacık kürklere sarınan Nicolaa Van Rosendal da manastırın Büyük Meydan’a açılan kapısından dışarı süzüldüğünde fırtınanın şiddetiyle şaşkınlığa uğradı. Yağan yağmura ve esen rüzgâra bir de, yüze çarpan ve giysilerin içine dolan ince bir dolu eklenmişti. Kendisini beklemekte olan ve ellerinde eğerli bir atın dizginlerini tutan iki kollukçudan bir tanesi Rosendal’ın anlamadığı bir şeyler bağırarak ona atın dizginlerini uzattı. Rosendal daha fazla açıklama istemeden eğerin üzerine çıkıp iki adamı takibe koyulmuştu. 59 Buz tutmuş, kapkaranlık sokaklarda atlar attıkları her adımda tökezleme tehlikesi geçirerek hızla ilerliyorlardı. Birkaç dakika sonra kendini tanıyamaz hale gelen Dominikan rahibi bu baskının içinde yer alma kararını ciddi bir şekilde yadırgamaya başlamıştı. Aklına, uzaklaştırmasına fırsat kalmadan, Yeni Ahit’in son kitabından1 cümleler geliveriyordu. Kendini dualar okumaya zorlayarak, “Hadi canım, soğuktandır” diye geçiştirmeye çalıştı aklındakileri. Önünden giden adam bir şeye işaret etmek için ona doğru kolunu uzattığı sırada soğuk, kalın eldivenlerinin arasından nüfuz ederek parmaklarını hissizleştirmeye başlamıştı bile. Başını hafifçe yukarı kaldırdığında Nicolaa, Yardımsever Hastanesini tanımıştı; bir anda yapıyı çevreleyen büyük duvarın dibinde dakikalardır at sürmekte olduklarını fark etti. Açık olan kapıdan içeri süzülebilmek için biraz daha ileriden döndüler ve çevresinde üç binanın bulunduğu avluyu geçip dümdüz ilerlediler. - Şapel... diye kendi kendine mırıldandı Nicolaa korkunç bir önseziyle. Attan indiğinde kendisine eşlik eden adama dizginleri fırlatıp manastıra doğru hızla yöneldi. Şapele girdiğinde, alışkanlıkla yaptığı ilk şeyi yapmak, istavroz çıkarmak için ellerini kutsal su çanağına götürmek oldu. Tam parmaklarını suya daldırmak üzereyken dehşet içinde geriledi: kısa sahnın ilk kıvrımına gömülü taş tabakası kutsanmış suyla değil kanla doluydu. Sahnın ortasında ayakta kalakalan Nicolaa Van Rosendal, cehennem yerine dönen şapele bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Dominikan rahibi, şapeli süsleyen tabloyu büyülenmiş gibi izlerken, üzerlerinde anında geniş kırmızı lekelerin oluştuğu beyaz örtülerle kaplı sedyeler sıra halinde yanından geçiyordu; kenara çekilecek fırsatı bile bulamamıştı. Ana mihrabın üzerinde asılı duran bu tablonun orta bölümünde mahşer günü, sol kapağında cennetten bir görünüm ve sağ kapağında cehennemden bir görünüm resmedilmişti. Bir kısmı yakılmış olan cennet kanadının sadece yarısı görülebiliyordu; bu yetmezmiş gibi seçilebilen yerleri de, üçlemenin orta bölümünde İsa’nın suratına yapıldığı gibi kan izlerine bulanmıştı. Sadece Cehenneme dokunulmamıştı. Cehennem mahkûmlarının acı çeken suratları ve onlara eziyet edenlerin mutlu yüzleri, iki saattir cinayetin izlerini saklamaya uğraşan hemşire ve askerlerin işlerini kolaylaştırmak için duvarlara asılan meşalelerin solgun ışığında ortaya çıkıyordu. Yine de, içeriye verilen zarar ve her yana saçılmış olan paramparça cesetlerin korkunç görüntüsüne rağmen Rosendal’ın dikkatini, işkence edilen dört ceset ile tabloda cehenneme mahkûm edilen bedenlerin duruşundaki benzerlik çekmişti. Johannes Rindt’in yorgun sesi, onu dalmış olduğu derinliklerden çıkarıverdi: - İşimiz zorlaşacak değil mi? Belki de ben subayı uyarmaya giderken siz de piskoposunuza haber verseniz daha iyi olur. Ortak isteğimizin uzun süre bu sırrı Yeni Ahit’in son kitabı: Orijinal adı Kıyamet günü (Apocalypse) olan bu kitap dünyanın sonunu ve yeryüzünde Tanrı’nın krallığının kuruluşunu anlatmaktadır. 1 60 saklamaya ve sizin korumanız altındaki kişinin o veya bu şekilde bütün bunları açıklamak zorunda kalmamasına yetmeyecek. - Kısa bir süre içinde üstlerimize haber veririz, diye mırıldandı Rosendal başını çevirmeden. Şu an için yapmam gereken başka bir ziyaret var. - Nereye gidiyorsunuz?, diye sordu şaşıran Rindt. - Gün içinde size bahsedeceğim, diye yanıtladı sadece Dominikan rahibi. Ve eldivenlerini yeniden giyerek çıkışa doğru yöneldi. Büyük Meydan’a geri dönmek Rosendal’a çok daha uzun ve zorlu gelmişti. Yorgunluk gözlerinin etrafında belirginleşmiş ve katliam yerlerinde hüküm süren o korkunç kokuyu düşünmek bile midesini bulandırmıştı. “Acaba saat kaç oldu? Belki üçtür? Önemi yok, bu iş bekleyemez” dedi kendi kendine gözlerini koskocaman açmaya çalışarak. Hastanenin şapelinde asılı duran üçleme Philippe de Habsbourg için yapılan üçleme kadar güzel değildi. Ama kullanılan boya öylesine canlı, belirgin ve orijinaldi ki, Hieronymus Bosch’a ait olduğunu ele veriyordu. Hieronymus Bosch, geceliğinin üzerine sadece biçimsiz bir manto geçirmiş, kafasında beresiyle her zamankinden daha soluk bir halde ayakta duruyor ve Dominikan rahibinin neredeyse tamamen karanlığa gömülmüş salonda önden ilerleyişine bakıyordu. Etrafı çok az aydınlatan iki tabla üzerine yerleştirilmiş mumlar, Dominikan rahibinin her adımını etkileyici birer gölge oyununa dönüştürüyordu. - Bize yardım etmeniz gerekiyor, diye söze başladı Rosendal. Bu tuvali siz yaptınız, o sahneleri gördünüz; sizin gözünüz bizim görmediklerimizi görüp anlayabilir. Bizim için değerli bir yardım unsuru olabilirsiniz. Zaten başka bir seçeneğiniz de yok. - Size yardım etmek mi?, diye inanmaz bir ses tonuyla karşı çıktı ressam. İyi ama siz soruşturmalardan ve şeytanlıklardan bahsediyorsunuz! Ben ikisinde de işe yarar bir şey bulamıyorum. İmparatora da belirttim, benim tek bilip ilgilendiğim şey resimdir... Rosendal memnuniyetsizce ressama baktı. - Zaten söz konusu olan şey de bu ya! Eğer hâlâ sanatınızı koruyup gelecekte de resim yapma şansını bulmak istiyorsanız tek çözüm bu! Rica ederim anlayınız bayım, tehlikedesiniz! Siz kabul edin ya da etmeyin, bütün bunlar ne yazık ki sizinle bağıntılı. Ve çok az zamanımız var. Bana yardım ederseniz, sizi koruyabilirim. Yakınlarınızın ve sizin güvenliğinizi sağlayıp soruşturmanın odak noktası olmanızı engelleyebilirim. En azından bir süreliğine bu güce sahibim, diye ekledi. 61 Bu sözleri takip eden sessizlik boyunca Dominikan rahibi, yıkanmamış gözlerinin ardında ne karar alacağını anlayabilmek için yaşlı ressamı süzdü. - Cesetleri görmek istiyorum, hepsini... Nicolaa Van Rosendal gülümsemesini saklayarak başını öne eğdi. - Göreceksiniz bayım, göreceksiniz. 17 Bois-le-Duc, Büyük Meydan – 2 Mart, sabah on bir suları Yüz hatları yorgunlaşan Johannes Rindt, dizginlerini kısaltıp eldivenli eliyle atının boynunu okşadı. Kalabalığın bağrışlarından korkan hayvan irkilip gerilemeye çalışıyordu. Rindt kendine doğru koşan bir askerin sesini duyabilmek için öne doğru eğildi. - Başkaları da geliyor, dedi sadece adam, meydanın diğer ucunda bulunan ‘au Four’ sokağının dar girişine işaret ederek. - Çapı genişlet ve destek çağırmaları için iki adam yolla, diye yanıtladı Rindt. Doğrulurken bakışlarını topluluğa doğru çevirdi. Gece gerçekleşen katliamın haberi bütün şehirde bir yangın gibi yayılırken, sabahtan beri ufak ufak toplanmakta olan kalabalık sanki daha da fazlalaşmıştı. Homurdanmalar daha yüksek çıkıyordu. Uğultunun içinden belirgin sözcükler yükseliyordu: “Ceza”, “Tanrısız”, “Öç”... Rindt, atını şaha kaldırıp, meydanın sol yarısına geçişi engelleyen iki sıra askerin çevrelediği alanı dörtnala geçti. Sainte-Gertrude kapısının önüne geldiğinde yere ayak basıp atını muhafızlardan birine bıraktı. Bir el hareketiyle kapının açılmasını emretti. Kalabalığa göz attı; elli adım uzaklıktan karşı karşıya oldukları tehdit onu daha az endişelendirmeye başlamıştı. Sonra dönüp yarı aralanan kanattan içeri daldı. Muhafızlar kanadı kapatma fırsatı bulamadan, önce tiz bir ıslık ardından da kuru bir çarpma ve cam kırılması sesi duyuldu. - Sapan!, diye bağırdı birisi. - Vitray... Cümlenin sonu bir yığın taşın duvarlara ve kapıya çarpma gürültüsünde kaybolmuştu. Duvarın dibine sığınan Rindt, kapıya yerleştirilen göz deliğinden dışarı baktı. - Yandaki eve hedef alıyorlar, ressamınkine... diye fısıldadı içeriye sığınan muhafızlardan biri. - Bundan bana ne!, diye bağırdı Rindt öfkeyle. Fırlattıkları taşlar manastırın yan cephesine isabet ediyor. Acaba aralarından kaç tanesi imparatorun, manastırın diğer tarafındaki bitişik binada olduğunu biliyor! Bu insan yığınını kaldırın 62 ortadan, diye ekledi küçümser bir tavırla. Ne olacaksa olsun, bunu gözümün önünden yok edin! Atlı nöbetçileri çağırın ve bize taş fırlatmalarına engel olun! Meydanda kopan gürültüye sırtını dönen tümgeneral, manastırın dehlizlerine giden ve daha birkaç saat önce kar fırtınasında geçtiği yolu takip ederek, büyük adımlarla imparatorun konaklamakta olduğu yere doğru ilerledi. - Ayaklanma mı? Kırmızı kadife kaplı bir koltukta oturan Habsbourg Maksimi, aslan ayaklı kolluklardan ellerini sallandırmış ve kaşlarını çatmıştı. - Bir duygu taşkınlığı majesteleri; şehirdekiler dayanma sınırına geldi... Gece mavisi mantosunun kürklü kolunu bir el hareketiyle kaldıran imparator sessizliği sağladı ve ardından karşısında ayakta duran adamları inceledi. Yüzleri solgunlaşan ve yorgunluktan gözleri kan çanağına dönen Nicolaa Van Rosendal ve Johannes Rindt bir adım geride duruyorlardı. Onların önünde az önce konuşmakta olan komutan, Bois-le-Duc piskoposu ve imparatorun iki danışmanı, hükümdarın sessizliği bozmasını bekliyorlardı. - Beyler, bu böyle devam etmemeli. İmparator olan biteni izlemek için seyahat etmiyor. Yalnızca benim varlığım şehrime huzur vermeli ve böylelikle şu anda karşı karşıya olduğumuz sorun çözülmüş olmalıydı. Hâlbuki buraya geldiğimden beri duyduğum tek şey unutturma yalanları – piskopos başını önüne eğmişti- ve bir sonuca varmayan bağlılık gösterileri. Bütün Avrupa’da bu sorunları sonlandıramama becerisizliğimle dalga geçildiği kulağıma kadar geldi. Kötülüğü ve onun emirlerini destekleyen tavır ve fikirler barındırmakla suçlanıyorum! Ve şimdi de ayaklanmalar baş gösteriyor! Kuvvetle vurgulanan bu son kelimelerin yankısı, günü şehirde geçirdiği düşünülerek imparator için çalışma odası haline getirilen karşılama salonunun tavanlarında duyulmuştu. - Bu entrikalar sona ermeli ya da kaybetmemizi isteyen gerçekten şeytansa o zaman bari bunu bilelim! Belki de İmparatoriçenin sözünü dinleyip şimdiye kadar Roma’nın aldığı karara güvenmeliydim. Biraz geride kalmış olan Philippe de Habsbourg imparatora yaklaştı. - Babacığım, izin verin bu akşam İtalya’ya gitmek için yola çıkayım. Papa’dan resmi bir araştırma isteyeceğim. Bildiğimiz olaylara... Bir an duraksadıktan sonra ekledi: - Ve tabii ki Hieronymus Bosch’a dayanan bir araştırma... İmparator oğlunun ifadesindeki otorite tarzını beğeniyle izlerken Nicolaa Van Rosendal tedirginliğe kapılmıştı. - Onun hakkında hiçbir kişisel endişem ya da kendisinden şüphe duymamı gerektiren hiçbir sebep yok, diye devam etti İmparator Maksimilyen. Kendisini 63 gördüm; bu adamda tehdit unsuru sayılabilecek hiçbir şey yoktu. Ama halk onu yakmak isterse sayın komutan, size emrediyorum buna engel olun. Benim şehrimde baştan savma bir adalet uygulanmaması sizin sorumluluğunuzda. Aynı zamanda bu suçlamaların resmi ve tartışmasız bir şekilde göz ardı edilmesini istiyorum. İşte bu yüzden sizin fikrinize katılıyorum oğlum. Yola çıkınız. İmparatoriçenin konuştuğu ve amcası Sforza’nın tanıdığı Vinci’yi görmeye gidiniz. Kendisi, Papa hazretlerinin şahsen güvendiği, şanı dört bir yana yayılmış bir uzman, bir bilge, bir ressam olarak kabul ettiği bir kişidir. Araştırsın ve bizi gerçeklerle donatsın. Prens saygıyla eğildi. - Size gelince beyler, diye ekledi hükümdar mesafeli bir ses tonuyla, önünde ayakta duran adamlara dönerek. Sayın Piskopos, sizin caddelerde ve akıllarda dinginliği sağlamanızı istiyorum. Ne gerekiyorsa yapın, dua ve günah çıkarma ayinleri düzenleyin, ne dilerseniz yapın, ama rica ederim bu öfkeyi dindirin! İmparatorun salonu terk ettiği sırada Rosendal, Johannes Rindt’in kulağına eğilip alçak sesle konuşmaya başladı: - Bu gece Bosch’u ziyaret ettim. Bize yardım etmeye razı oldu. Ben ona yol göstereceğim. Siz sadece gizli bir şekilde onun güvenliğini sağlayın. Roma işin içine engizisyon görevlilerini karıştırmadan ilerlememiz gerekiyor. İnanın bana, Vinci ya da başka birileri, Vatikan’ın cezalandırmayı kabul edeceği bütün kutsal olmayan şeyleri yakından takip edeceklerdir... Rindt başıyla onaylayıp aynı hareketi derin bir öne eğilmeyle uzatarak İmparatorun çıkışını selamladı. - Öyle olsun, ama umarım ne yaptığınızı biliyorsunuzdur. Ve unutmayın, bu anlaşma sadece resmi araştırmacılar sınırlarımızı geçene kadar geçerli olacaktır. - Tabii ki, diye yanıtladı Rosendal, ikisi birlikte odadan son olarak çıkarken. Morga ne zaman gidebiliriz? Bosch cesetleri görmek istiyor, ben de Kilise tarafından muhafaza edilenleri bu öğleden sonra itibariyle oraya götüreceğim. Rindt sıkıntıyla soluk verdi: - Bu gece. Ama önce adamlarımın morgu kaç tane yeni cesetle donattığını kontrol etmem gerekiyor... 18 Blois Şatosu – 2 Mart, öğleden sonra iki suları 64 Saltanat arabasının penceresine kolunu dayayan Fransa krallığı Papalık elçisi ve Kardinal César Ambrosini krallık şatosunun devasa görüntüsünün belirginleşmesini keyifsizce izliyordu. Loire nehrinin kuzey kıyısından ilerlediği süre boyunca içinde tuttuğu ve boğazında düğümlenen kaygı, nehri geçer geçmez su yüzüne çıkmıştı. Ve şimdi, mazgallı surlara doğru küçük bir tepenin yamacından kıvrıla kıvrıla giden dar yola girmişlerken, kardinal, bu davetin pek de hayırlı olmayacağını kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı. - Kurnaz prens armasını iyi seçmiş, diye mırıldandı koca cüsseli adam küçük, etli ellerini ovuştururken. Baştan sona hırçınlık, şüphecilik, saldırganlık, tehlike ve belirsizlik kokuyor... Eğim dikleştikçe artan sarsıntılardan korunmak için oturağa sıkıca tutunmuştu. Hayvanların canı çıkmıştı; arabacı, onları hızlandırmak için daha da fazla bağırmaya başlamıştı. Birdenbire bütün bu gürültüye bir atlı süvari birliğinin gürültüsü eklendi. Kardinal bir eliyle pencerenin perdesini hafifçe kaldırarak dışarıya göz attı. Altı süvari, bir an için uçuruma doğru sarsılan saltanat arabasının hemen yanından geçmeye çalışarak dörtnala geldi. Süvarilerden birinin çizmeleri Vatikan armasının olduğu kapıya çarpmıştı. Şaşıran ve korkan kardinal oturağın üzerinde geriye doğru çekildi. - Lanet olasıcalar, hiçbir şeye saygı göstermiyorlar!, diye homurdandı tavrını yeniden takınmaya çalışarak. Tekrar pencereye yanaştığında, atlı süvari grubunun, hemen yakındaki kapı sundurmasının korkunç bir gıcırtıyla kalkıp inen parmaklığının ardında kaybolduğunu gördü. Başlarında ufak, cılız bir adam vardı. Toplantının başından beri onuncu kez XI. Louis’den miras kalan, madalyalarla donatılmış fötr şapkasını düzelten Fransa kralı, yüzünün kararlılık ifadesiyle çelişen garip bir yalvarma hareketiyle narin ve bembeyaz ellerini kavuşturdu. Uzun görünümü ve gergin hareketleri de tutumundan taşan endişe halini pekiştiriyordu. Öfkeli mizacını ele veren sadece ince dudakları ve keskin bakışlarıydı. - Yanlış anlaşılmak istemem Sayın Büyükelçi, diye söze devam etti Fransa kralı neredeyse sinir eden bir tavırla. Tekrar ettiğim için de lütfen beni bağışlayın; Fransa’nın çabası sınırları dahilinde huzuru ve dünya üzerinde Katolik ahlâkının yayılmasını sağlamaktır. On yıldır azimle bu amaçlar peşinde koşuyoruz. Adamlarım bu amaçlar uğruna kan döküyorlar. Ordularım bu yüzden uzak topraklarda savaşıyorlar. Şu anda burada bulunan birliklerimin vurucu gücü şövalye Bayard bu konularda bizi aydınlatabilir. Bizzat kendim de, Milano dükünü korumak ve o lanet olasıca Venediklilerin kökünü kurutmak için üç yıldır birliklerimin başında, İtalya’daydım! 65 Kardinal, salonun girişinde bulunan ve içeri girdiği andan beri sinsi bakışlarıyla kendisini süzen o cılız adama bakmamayı yeğlemişti. - Bu çarpışmalarda her zaman aynı saflarda değildik, diye devam etti XII. Louis; ama olsun, daha fazla geçmişten konuşmayalım. Venedikleri, Türklerle ticaret yapma çabalarından dolayı cezalandırmak için Cambrai’de kararlaştırılan ittifakın ardından, iki senedir aydınlık, kutsal ve hoş karşılanabilir bir yolda olduğumuzu ümit ediyordum. Kral elini havaya kaldırarak ekledi: - Bir seneden daha kısa bir süre önce bu kol, Agnadel’de Venediklere karşı oluşturduğumuz ittifaka zafer kazandırdı! Ardından yılgın bir tavırla kolunun düşmesine izin verdi. - Ama bugün şartlar beni yanıldığımı kabul etmeye zorluyor. - Majesteleri... diye böldü Papalık büyükelçisi. - Yanıldım, yanıldım, diyerek kendini doğruladı XII. Louis. Kral ayağa kalkıp, bakıldığında sadece çevrenin bulanık manzarasını gösteren büyük vitraya doğru yöneldi. - Ve ben hatamı yeniden askıya alıyorum. Yine de bir şey çok açık: krallığımın gerçek yüzünü göstermeyi bilemedim. Bu gerçekten de anlaşılabiliyor. Bakınız Sayın Büyükelçi, siz bile bugün buraya gelene kadar ne fark ettiniz? Gülüp eğlenen, hoş ve sakin bir kasaba mı? Korkuya yol açan hiç mi bir şey yok? Gittikçe daha da endişelenmeye başlayan Papalık büyükelçisi krala çözümlemesinin ne denli hatalı olduğunu göstermemek için kendini zor tutuyordu. - İşte bu da yanlış bir inanç; eğer şatoyu terk ederken diğer yamaçtan inseydiniz, üzerinde iki kol ve iki bacaklı korkunç meyveler açan ağaçların bulunduğu bahçeyi görürdünüz! Büyükelçi irkilmekten kendini alamamıştı. - Daha bu sabah nereden geldikleri belli olmayan ve amaçlarını açıkça anlatamayan üç İngiliz askeri asıldı. Sorun bu; Fransa’dan yeterince korku duyulmuyor çünkü Fransa, ne tavırlarında ne de söylemlerinde gerçek değeriyle saygınlık görmüyor. Kralın konuşma tarzı daha da sertleşmişti. - Peki ya Papa Hazretleri’nin, İspanya, İngiltere krallıkları ve İmparatorluk arasında ne tür tartışmaların yürütüldüğünden haberi var mı? Venedik’te bile Papa’nın, bundan sadece on ay önce halkına karşı alınan aforoz kararını kaldırmaya niyetli olduğu söyleniyor! Bütün bu müzakerelere Fransa davet edilmiyor! Papa Hazretleri, Sion piskoposunun İsveçli müttefiklerimizi bize karşı kışkırtmaya çalıştığı bu müzakerelerin Fransa’nın kulağına gelmediğini mi sanıyor? Fransa kralı, Papalık büyükelçisinin tam yanına gelmek için yeniden salonu turlamıştı. 66 - Bundan yaklaşık üç hafta önce Papa Hazretlerine şövalye Bayard aracılığı ile çok açık bir ileti yolladım. Vatikan’ın pek de sözü geçmeyen kişilerle sürdürdüğü müzakerelerin yanlış yorumlanmasını engelleme amacıyla yollanan bir dostluk mesajıydı bu. Hatta destek bile önerdim. Ve tüm bunların karşılığında aldığım tek şey oyalayıcı lakırdılar oldu! Ama artık tüm bunlar sona eriyor Sayın Büyükelçi, sizi buraya, bana bu lakırdıları tekrar etmeniz için davet etmedim. Şu andan itibaren sadece Roma’ya isteklerimi iletmenizi rica ediyorum. Bu kelimeler Papalık büyükelçisine tokat gibi gelmişti. - Majesteleri, Papa Hazretleri... - Dinleyin, diye tekrardan söze başladı kral, ölecekmiş gibi kalbi çarpan kardinalin kolunu sıkıca tutarak. Kuzenim Habsbourg’un devletlerinde neler döndüğünü biliyorum. Tüm Avrupa başkentleri bununla çalkalanıyor ve insanlar endişe içinde. Buralarda kapağı aralanamaz şeytanlıklar dönüyor. Papa Hazretlerinden İmparatorluğun bütün adamlarının aforozunu ilan etmesini ve aynı amaç doğrultusunda, bu topraklarla sürdürülen bütün askeri, diplomatik veya ticari ittifakları yasaklamasını büyük bir ciddiyetle talep ediyorum. Bedenleri ele geçiren vebadan daha da kötü olan bu hastalığın yayılmasını önlememiz gerekmektedir. Kral, kardinalin kolunu bırakarak, konuşmasının etkisini değerlendirmek için geri çekilmişti. Büyükelçi zorlukla yutkunup hızlıca cevap vermeye çalıştı: - Anladım Majesteleri, ileteceğim. Ama size şimdiden söylemeliyim ki... - Ve bu sefer oyalayıcı lakırdılar olmasın, diye kardinalin konuşmasını böldü kral sanki kardinalin bir cümleye başladığını hiç fark etmemiş gibi davranarak. Bu olay kısa bir sürede çözülmelidir, yoksa ne hale geleceğini açıklamak bile istemiyorum. Elveda Sayın Büyükelçi. Umarım geri dönüşünüz, zamanın barındırdığı tehlikeler hususunda verimli bir uzlaşmaya vesile olur. Ve kulağıma gelenlere göre İmparator, geç kalanlar için krallığında kendisine her an saati öğrenebileceği bir cep mekanizması yapan Peter Henlein adında yetenekli bir sanatçıyı ağırlıyormuş: Papa Hazretleri’ne, İmparator Maksimilyen’den aynısını talep etmesini önermelisiniz! Kral, hemen ardında vahşi gülümsemesi suratından silinmeyen Bayard ile birlikte cevap beklemeden çıktı. 19 Milano, Leonardo da Vinci’nin atölyesi – 2 Mart, akşam yedi civarı 67 - Söyleyin... Söyleyin, her ne olursa olsun hiçbir zaman işimizi bitirmedik mi?, diye çıkıştı Leonardo da Vinci. Bu portreye başlayalı beş seneden fazla oldu, yine de hâlâ bitmedi... Ustanın atölyesinde o akşam gizlice toplanan davetliler birkaç dakikadır kavak ağacından yapılma ince bir destek üzerine yerleştirilen tanınmamış bir tabloya beğeniyle bakıyorlardı. Portrenin üzerindeki örtüyü kaldırdığı anda meslektaşlarının hayranlık belirtileriyle övünen yaşlı adam onlara bir ders verme zevkinden de geri kalmadı : - Gördüğünüz üzere, panoyu birçok kez sıva tabakasıyla kapladıktan sonra resmi doğrudan doğruya tablonun üzerine çizdim, diye bilge bir tavırla açıklama yaptı, bu yenilik ve ustalık taşan, genellikle zorunlu görülen sayısız hazırlanma ve taslak çıkarma aşamalarını ortadan kaldıran fikir tarafından büyülenen ressamlara. Ardından resmi, yoğunluğu fazlasıyla azaltılmış benzin eklediğim yağ ile boyadım; bu da gördüğünüz şeffaf renk katmanlarını oluşturup, resmi çok daha gerçekçi kılmamı sağladı. - Peki, insan bedenini çizmek için mükemmel olan bu tekniğe ne ad veriyorsunuz? - Sfumato1, sevgili Raphaël, bu tekniği sfumato adıyla kutsadım! Hayranlıkları gitgide artan ressamlar sevinçli bir uğultuyla ustanın çalışması hakkında yorumlar yapıyorlardı. - Bakınız, lütfen bakınız, diye bağırdı soluk tenli cılız bir adam. Bu kadının gözleri öylesine saydam ve gırtlak boşluğundaki damarlar öylesine canlı ki... Bu adeta hayatın ta kendisi! - Haklısın Giorgione, diye karşılık verdi yanında oturan ressam. Gözleri mutlulukla parıldayan Leonardo gururla tablosuna bakıyordu. Floransa’daki atölyesinde geçen uzun poz verme seanslarının tadını keyifle hatırlamıştı. ‘Acaba bu çehre daha ne kadar aklımdan çıkmamaya devam edecek?’ diye kendi kendine sordu yaşlı ressam. - Sayın Vinci, bunu bizden saklamıştınız! Bu mucize sizin bir daha fırça tutmama düşüncenizden şikâyetçi olan herkesi mutlu edecektir, dedi Mikelanjelo2. - Gerçekten de öyle düşünüyordum, diye fısıldadı bu iltifattan gurur duyan yaşlı adam. Size tüm gerçeği söylemeliyim. Resmetmenin tadına yeniden vardıysam, bu, Banker Benci’nin son ısmarlamasının sonucunda olmuştur. Uzun yıllar önce başladığım eşine ait olan portreyi bitirmemi istemişti. Tam burada, kızıyla geçirdiğim saatler şövalemin başına geçme arzumu yeniden körükledi. Bugün, Sfumato Tekniği: Resim ya da çizimde, renk ve tonlar arasında yumuşak geçişleri sağlayan gölgeleme yöntemi. İlk kez Leonardo da Vinci tarafından uygulanan bu yöntem, çoğu kez aydınlık alanlardan karanlık alanlara geçişlerde kullanılır. Bu tekniğin geliştirilmesiyle 15. yüzyılın keskin dış çizgili biçimleri belli bir yumuşaklık kazanmıştır. 1 2 Michelangelo Buonarroti 68 inanılmaz gelse de, kendimi Benci’nin hayalini kurduğu Aziz Jean-Baptiste tablosunu bile yapmaya hazır hissediyorum! Bu duyurunun ardından, katılımcıların şaşkınlığı ve memnuniyetini beli eden bir fısıldaşma başlamıştı: aylardan beri hepsi Vinci’nin kaybettiği ilhamdan yakınmıştı; şimdiyse karşılarında duran yaşlı adam, kendilerine dünya üzerindeki tüm ressam meslektaşlarının karşılaştıkları zorlukların simgesiymiş gibi görünüyordu. Leonardo, şimdi hepsinin, Benci’nin kendisine teklif ettiği ücreti hesaplamaya çalıştığını düşünerek gülümsedi. - İyi ama bize söyler misiniz, bu büyüleyici gülüşe sahip olan kadın kimdir? Adı nedir?, diye sordu Mikelanjelo, gizemli tabloya yaklaşarak. Yaşlı ustanın gülümsemesi kaybolup kaşları çatılmıştı. Bir el hareketiyle az önce kaldırdığı beyaz keten örtüyü yeniden portrenin üzerine örttü. - Kardeşlerim, yeterince çene çaldık. İşimizin başına dönelim! Atölyenin ortasına yerleştirilen büyük yuvarlak masayı işaret ederek “Sizi yerlerinize geçmeye davet ediyorum” dedi. Vinci’nin, üzerine keyif amaçlı çalışırken kullandığı resimleri ve defterleri koyduğu masalar, herkesin yerleşebilmesi amacıyla duvarlara dayandırılmıştı. Genç Lorenzo, yuvarlak masaya her kişi için birer tabure yerleştirirken, rahat bir koltuğa yerleşen yaşlı usta söze başlamadan önce boğazını temizledi. - Aranızdan birçoğunuzun talebi üzerine acilen meslek birliği toplantımızın bu bölümünü düzenlemiş bulunmaktayım. Zamanında burada olabilmek ve toplantılarımızın ihtiyacı olan gizliliği sağlamak için birçoğunuzun çok zorlu yolculuklar sonunda buraya geldiğini biliyorum. İspiyoncuların sayılarının ne kadar fazla olduğunu biliyoruz ve gelip bizim işlerimizle ilgilenmelerini istemeyiz! Konuşmasına bir an ara veren Leonardo, hâlâ çok da iyi tanımadığı bu yeni nesil ressamların tek tek yüzlerine baktı. Hepsi de başarı ve şöhrete aç gözüküyordu. O anda yılların ağırlığının omuzlarına çöktüğünü hissetmişti. Uzun zaman önce, aynı akıma bağlı kalan bu ressamlar topluluğunu, tutkularının ve hayallerinin seviyesinde, gerçek bir güç unsuru haline dönüştürme sorumluluğunu üstlenmiş ve vasiyet yoluyla ressamlar birliğinin başına getirilmişti. Geçmişi yâd ederek, ‘On beş yaşındaydım... Verrocchio beni buraya ilk getirdiğinde öylesine küçük ve etrafımda olanlardan öyle bihaberdim ki...’ diye düşündü Leonardo. Bakışları bir süre daha toplantıya katılanların üzerinde dolaştı. Rafaello’nun neredeyse mükemmel olan yüz hatlarına, etli dudaklarına ve geniş göz kapaklarına dikkatle bakmıştı. Her karşılaşmalarında bu genç adamın güzelliği, kendisini şaşırtmaya devam ediyordu. Ardından bakışlarını, kısa bir gövdeye, boğumlu kollara ve Rafaello’nun zarifliğinin tam tersine savaşçı yüz hatlarına sahip olan Mikelanjelo’ya doğru çevirdi. ‘Böylesine kaba bir 69 bedenin içinde nasıl da incelik saklı!’ diye düşündü Leonardo. Oradaki hiçbir sima kendisine yabancı değildi. Üstelik hepsinin tarzlarını, kendilerine has fırça veya kalem tutuşlarını, her birinin renkleri hazırlarken, pigmentleri1 karıştırırken, paraçollarını kontrol ederken, renk tonu ve verniklerini belirlerken kullandıkları sırları tasvir edebilirdi. - Kardeşlerim, zor zamanlar yaşıyoruz, diyerek söze başladı en sonunda. Önümüzde Papa II. Jules’ün ısmarlamaları haricinde atölyelerimizi işletip çıraklarımızı beslememizi sağlayacak hiçbir şey yok! Artık manastırlar bile kilise ve şapelleri için bize yönelmiyorlar. Boş kalan çıraklarımızın sayısı her gün artıyor. Topluluğumuzun vaktiyle dolup taşan kasası şu anda tüm Avrupa’da sanat pazarındaki ustalığımızın teminatını ve yeni yeteneklerin kollanmasını sağlayan bilgi sağlayıcılar ve elzem arabulucular ağının ihtiyaçlarını karşılayamama tehdidiyle yüz yüze. - Eğer bir şeyler yapmazsak hepimizin kökü kuruyacak, diye araya girdi Titien adıyla anılan ressam. Geçen ay, adını saklamayı yeğleyeceğim Romalı zengin bir aile, haddini bilmeksizin ikinci kızlarının portresini yaptırmak için o Dürer hayvanını seçtiklerini bildirdi! Sadece bu ismin telaffuz edilmesi bile ressamların öfkesini ortaya çıkarmıştı. Meslektaşlarının bağırıp çağrışmalarından rahatsız olan Leonardo da Vinci, biraz sükûnet sağlayabilmek için sesini zorlayarak bağırdı: - Sakin olalım, rica ederim sakin olalım. Öfkenizi anlıyorum; bu lanet Almanların bugün çok düşük fiyatlara tablolarını satmak için bizim tekniklerimizi yağmaladıkları doğrudur! - Acilen harekete geçmemiz gerekiyor!, diye bağırdı suratı kızaran Mikelanjelo. Leonardo, kendisine hiç de alışıldık olmayan bir tavırla gür beyaz sakalını okşuyordu. Uzun bir süre düşündükten sonra “Bu uğursuz Alman modasıyla savaşmamız için ne öneriyorsunuz?” diye sordu. Leonardo da Vinci’nin bakışları yuvarlak masa etrafında oturan ressamların yüzlerine tek tek odaklanırken ressamlardan her biri başını öne eğiyordu. - Benim belki bir fikrim olabilir, dedi Raphaël. Brabant’da, tam olarak Bois-leDuc’te gerçekleşen korkunç olaylardan hepinizin haberi vardır. Papa’ya yakın bir çevrede oluşum birçok konu hakkında bilgilenmeme olanak veriyor. Bu katliamlar hakkında konuşurken Papa Hazretlerinin birçok defa Bosch’un ismini andığını duydum. Bu söylem karşısında toplantıyı yeniden düzensiz bir uğultu aldı. Leonardo masaya, üzerindeki bardakları yerinden oynatacak kadar hızlı bir yumruk indirerek sessizliği sağladıktan sonra sadece “Dinleyelim!” dedi. 1 Pigment: Her türlü boyanın renk verici ana maddesi. 70 - Söylenenlere göre Bosch, tam da Bois-le-Duc’te bulunan atölyesinde neredeyse bir münzevi gibi yaşıyormuş. Eğer bütün bu korkunçluklara gerçekten karıştıysa, bu, onun ve dolayısıyla meslektaşlarının ününe ciddi anlamda gölge düşürmek için hep beklediğimiz fırsat değil midir? Büyük İtalyan aileler eserlerini hâlâ şeytanın yandaşlarına ısmarlamak isterler mi sanıyorsunuz? - Yine de bu suçun kanıtlarına erişmemiz gerekiyor, diye tepkisizce araya girdi Giorgione. - Kanıtlar, kanıtlar! Kanıtlar zaten kendi kendilerine ortaya çıkıyor!, diye çıkıştı genç Raphaël. Üstelik sadece başkalarının körüklediği korların üzerine üflememiz yeterli olabilir. Ortalık zaten gerilmiş durumda. Her şeyin dengesini yitirmesi için çok fazla şey yapmak gerekmeyecektir. İmparator’un, herhangi bir sebeple, şu anda Fransa’yı ve İtalya devletlerini çalkalamakta olan öfkeye yenilmesi yeterli olacaktır! Leonardo zeki bir gülümsemeyle Papa’nın gözde ressamına bakıyordu. - Ne diyorsunuz beyler?, diye sordu usta. - Ciddi sıkıntılarımız var, diye söze başladı Giorgione. Venedik’teki atölyem neredeyse çöle döndü! Üstelik veba şehri kasıp kavuruyor. Bütün bunlar yine de bir adamı böyle kolayca suçlamak için yeterli sebepler midir? Bu katliamlar hakkında tam olarak ne biliyoruz? - Gözünüzü açın! Ruhunu şeytanın esir aldığını anlamak için Bosch’un son tablolarını görmeniz yeterli olacaktır, diye karşılık verdi Mikelanjelo heyecanlı bir şekilde. Leonardo katılımcıların bu fikri desteklercesine kafalarını sallamalarını izliyordu. Birkaç yıl önce Venedik’te karşılaştığı o Bosch’dan hiç de hoşlanmıyordu. Onu marazi görünümlü cılız bir adam olarak hatırlıyordu. Leonardo, bu saf yeteneğin, deha kanıtının karşısında hayranlıktan çok daha güçlü bir kıskançlık duymuştu. Bosch’un yeteneğinin, kendisine insan ruhunu okuyabilir, bedeni kesmeye gerek kalmadan otopsi yapıp kalbin derinliklerine inebilir bir özellik kazandırmış olduğunu fark ettiğinde, bu capcanlı anıyı kendinden saklamak ister gibi ‘Bu Almanla, yaş dışında başka hiçbir benzerliğimiz olamaz’ diye düşünmüştü art niyetle. Leonardo, karşısındaki ressamlara hiçbir zaman sahip olamadığı oğullarına bakarmış gibi bakarken, ‘Onları kollamak bana düşer; daha o kadar gençler ki...’ dedi kendi kendine. Michel-Ange’ın sesi tartışmaya geri dönmesini sağladı. - Sayın Vinci, yalvarırız harekete geçelim. Durum idare edilebilecek gibi değil, kaynaklarımız tükenmiş halde. Acil olarak yeniden hayatta kalma yolları bulmalıyız! 71 - Öyle olsun, eğer istiyorsanız sizin adınıza harekete geçeceğim! Yine de çok ihtiyatlı davranmalıyız. Bois-le-Duc’teki cinayetler ve bunların Bosch ile olan gerçek bağları hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. İmparator Maksimilyen güçlüdür; onu düşman edinmek söz konusu bile olamaz. Giorgione, bu açıdan haklısın! İmparator’un oğlu Philippe yakında Milano’ya gelecekmiş. Bütün bunları aydınlatıp, işleri ele almak için onunla görüşmeye çalışacağım. - Yalvarırım ihtiyatlı olalım, diye üsteledi Giorgione. Ortaya bir komplo atarak destekçilerimizin güvenini yeniden bulamayız. Brabant’daki cinayetlerin korkunçluğunu sadece Almanların şöhretine gölge düşürme amacıyla lehimize kullanamayız. Bizim de bu cinayetlerle suçlanabileceğimizi hesapladınız mı? Rica ederim düşünün Sayın Vinci! Mesela sizi suçlamak ne kadar kolay olacaktır. Fesat kişiler, insan vücudu hakkındaki çalışmalarınız ile Bois-le-Duc’te parçalanan bedenler arasında ilişki kurarlarsa neler olabileceğini bir düşünün... Bu çok tehlikeli bir oyun! Ortalık, Venedikli ressamın bu direnişinden rahatsız olan toplantı üyelerinin kınama sesleriyle dolmuştu. Leonardo da öfkelendiğini hissediyordu. Giorgione’a kızgınlıkla baktı. - Ne cüretle? Ne cüretle?, diye homurdandı. - Oylayalım, diye böldü Mikelanjelo. - Evet, oylayalım, diye onayladı başka biri. Meslektaşlarının arasında gerginliğin arttığını hisseden Leonardo kendini sakinleşmeye zorladı. - Rafaello’nun önerisine kim karşı çıkıyor? Bir tek kişinin eli havaya kalkmıştı: yüzü sararan Giorgione’du bu. - Karar verilmiştir! Hepinizi çok ihtiyatlı olmaya davet ediyorum ve bugün, konuştuklarımızın saklı kalacağına daha önce olmadığı kadar derin bir içtenlikle yemin etmenizi istiyorum. - Yemin ederiz, diye neredeyse mükemmel bir şekilde hep bir ağızdan bağırdı ressamlar. - Ya söylendiği gibi şeytan... diye hemen hemen sönük bir tonda konuşmaya çalıştı Giorgione. Leonardo şiddetli bakışlarla süzdü onu. - Endişe etme, gerekirse şeytanla da ilgilenirim. Ressam, bu gizemli cümleye biraz daha ağırlık katmak için bir an sustu; ardından daha kuvvetli bir sesle yeniden konuşmaya başladı: - Şu andan itibaren bu işle ilgili her konuda itaatkâr davranacağınızı ve her birinizin tam bağlılığına güvenebileceğime inanıyorum. Dilediğinizin bu olduğundan emin misiniz? 72 Ressamlar yeniden onayladılar; sadece Giorgione sessiz kalmıştı. - Öyle olsun. Ortaklığımızın bize sunduğu bütün yolları kullanma hakkını üzerime alıyorum, diye ‘bütün’ kelimesini hafifçe vurgulayarak sözlerini sonlandırdı Vinci. Gözleri garip bir şiddetle parıldayan Leonardo da Vinci, Rafaello’nun heyecanlı bakışlarıyla karşılaştı. Bir saniyeliğine yüzünde bir gülümseme belirdi, ardından Lorenzo’yu çağırmak için ellerini çırptı. Bir süre sonra, hâlâ yabani olan genç çocuk şaşkın bir ifadeyle kapıda belirmişti. - Lorenzo, seni lanet olasıca, yine nerede uyukluyordun? Bize içecek servisi yap!, diye emretti Leonardo da Vinci. 20 Bois-le-Duc, Charité Hastanesi morgu – 2 Mart, gece yarısı - Dikkat edin, taşlar kaygandır. Hieronymus Bosch, morga inen taş merdivenlere yönelen Nicolaa Van Rosendal’ın omzunun üzerinden ihtiyatlı bir şekilde baktı. Belirli aralıklarla duvara sabitlenmiş olan çırakmanların ışığı altında taşları aşındıran nemin yarattığı yeşil tabakalar tahmin edilebiliyordu. Kandil yağının kokusu, içeride kapanıp kalan hava ve basamakların tepesinden görünmeyen odadan yükselen ağır çürük kokusuna karışıyordu. Eşiği geçtikten sonra tüm bunlar boğazı yakıyordu; bu yüzden Bosch, ağzına ve burnuna sıkıca bağladığı kâfuruya batırılmış bezi verdiği için Rosendal’a minnet duymuştu. Onları ayıran aralığı kısa tutmak için yeteri kadar hızlanmaya çalışan ressam, gözlerini Dominikan rahibinin koyu mantosuna sabitlemişti. Arkasında, Johannes Rindt’in bıraktığı ve kendisini korumakla mı yoksa gözetlemekle mi görevli olduklarını bilmediği muhafızların varlığını hissediyordu. Adımları, tonozdan hantalca düşen su damlaları gibi, boşlukta yankılanıyordu. - İşte geldik, dedi Rosendal Bosch’a yol vermek için arkasına dönerek. Bosch basamaklar bittiği için öylesine rahatlamıştı ki ayaklarının altında toprağı hissetmek neredeyse hoşuna gitmişti. Gözlerini kısarak görüşünün yarı karanlığa alışmasını sağladı. Henüz ayak bastıkları devasa odanın sınırlarını yavaş yavaş daha belirgin bir şekilde görmeye başlamıştı. Biraz yüksekten, sadece tonozu destekleyen masif sütunlar tarafından ayrılan, sonsuza kadar birbirinin ardı sıra devam eden odalardan oluşan bir yere benziyordu. - Bu her zaman kullanılan oda değil; ama gizli kalacak ve güvenle girilebilecek bir yer gerekiyordu. İşte bu yüzden cesetler hastanenin zeminine kazılan bu odalara konuldu. Hepsi burada; isteğim üzerine Kilise... Rosendal bir an doğru kelimeyi seçeceğinden emin olamamıştı: 73 - ... bulduğumuz bütün parçaların aynı yerde toplanmasını kabul etti. Dominikan rahibi, üzerinde örtülerle kaplanmış belirsiz şekiller uzanan büyük kare bir masaya eliyle işaret etti. - Çürümeyi engellemek için masayı buz ile çevreledik ve kapladık. Etlerin yanmasını engellemek için de buzların etlerle temas halinde olmamasına da dikkat ettik. Ressam tek kelime etmeden masaya doğru yaklaştı. - Meşaleler getirmeliyiz, nasılsa daha önceden destekleri konulmuş, dedi Rosendal masanın dört bir yanına sabitlenen direkleri göstererek. Muhafızlar birer birer meşaleleri yaktılar. - Bakalım, defterlerimi nereye koyabilirim?, diyerek Bosch en sonunda sessizliğini bozdu. Nicolaa Van Rosendal duymakta olduğu sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına şöyle bir bakındı. Hiçbir şey yoktu. Bosch’un sürdürdüğü titiz çalışmaya yeniden odaklanmaya çalıştığı sırada sanki sürüklenen bir bez gibi çıkan kayma sesini yeniden duydu. Arkasında anlaşılmaz bir şekilde birinin varlığını hisseden Dominikan rahibini bir korku almıştı. Aniden arkasına döndü ve kanının donduğunu hissetti. Biçimsiz bir surat ve parlak pençeler üzerine saldırıyordu... - Peder! Askerin sesi Rosendal’ı kendine getirmişti. Gözlerini açtığında çevresinde toplanan askerlerin ve Bosch’un yüzünü gördü. O anda oturur biçimde yere düştüğünü fark etti. - Bağırdınız, dedi asker. Rosendal soluk vererek başını salladı. - Bayılmış olmalıyım. Kötü bir rüyaydı, kusuruma bakmayın. Rica ederim çalışmanıza devam ediniz, diye Bosch’a hitap etti. - Ne kadardır? Ne kadar zamandır buradayız?, diye sordu kendisini kaldıran ve yere düşen sandalyeyi toparlayan askere. - Gece yarısından itibaren iki ya da üç saat geçmiş olmalı efendim. Şaşıran Rosendal Bosch’un çalışmasına bakmak için yaklaştı. Cesetlerin üzerinden alınan örtüler yere, masanın çevresine bırakılmış ve ressama çalışırken kullanabileceği geniş bir alan açmak için buz torbalarının bir kısmı kaldırılmıştı; ressam bu boşluğu üzerine masif ağırlıklarla sabitlenmiş parşömen kâğıtları dizmişti. Bu parşömenler, mürekkep veya kara kalem ile çizilmiş resimler ve yazılarla doluydu. Yaşlı adam genç Dominikan rahibine bakmak için işine ara verdi. - Görmek istediklerimi gördüm. Birkaç resmi daha numaralandırıp tamamlamam gerekiyor, sonra bu cehennem odasından çıkabiliriz. 74 Rosendal bu içinde şeytanın adı geçen bu cümleyi duyunca ürpermişti. Dominikan rahibinin rahatsız olduğunu fark etmeyen Bosch devam etti, “Bakınız, şu resme bakınız”. Rosendal, Bosch’un gözünün önünde tuttuğu taslağı inceledi. - Bu çalışma, tabii bu yapılana çalışma dersek, bir amatörün işi değil. İnceleyin, dedi Rosendal’a parşömeni uzatırken. Ardından inanılmaz bir hızla masanın etrafında dönerek toplanmış cesetlerin arasında gözleriyle bir şey aradı. Hah, işte burada! Ressam parmağıyla başı ve tek kolu olmayan bir gövdeye işaret ediyordu. - Elinizde tuttuğunuz resim kabaca şu kısımları göstermekte, diye açıkladı kesilmiş omuz ve boyun etlerini işaret ederek. Şurada, şurada ve şurada da kesiklerin bilinçli yapıldığı ve her darbede biraz daha derinleştiği açıkça görülebiliyor, diye belirtti aynı anda bir eliyle resmi diğer eliyle de ceset üzerinde bahsettiği yerleri göstererek. Bu işi yapan acemi değilmiş, silahını nasıl kullanacağını ve istediği etkiyi nasıl elde edeceğini, yani kan akışının en yoğun ve hızlı olacağı yöntemi biliyormuş. Bana kalırsa bu adamın önce kolu ardından kafası kesilmiş, diyerek parmağıyla kimliği belirsiz gövdeyi gösterdi. Kafası kesildiği sırada zaten ölmüş. Bu da katilinin bir uzman ve bir cani olduğunu kanıtlıyor. Katil her şeyden önce yarattığı mizansen ile korku salmak istemiş ama kurbanının kafasını kopardığı darbenin aynısıyla onu uygun bir şekilde hızlıca öldürmek yerine ona vahşice acı çektirmekten de kendini mahrum etmemiş. - Şeytanın iyi araçları ve hizmetçileri vardır, diye mırıldandı Rosendal kendi kendine konuşur gibi. Ressam, kuşağına bağladığı çoktan lekelenmiş olan beze ellerini sildi; ardından konuşmaya devam etti. - Aslında bu yaralara bakınca mükemmel bir şekilde tasarlanmış birçok farklı silah ile yapıldıklarını anlıyoruz. Bu silahlardan birinin -şu omzu, ya da şuradaki bacağı yavaşça kesen- dişli bir bıçağı varmış, diyerek başka bir ceset göstermek için masaya doğru eğildi. Ve nadiren de bir savaş silahı, düz bir bıçak kullanılmış. Rahip dikkatle Bosch’u dinliyordu. - Peki ya kurbanlar? Bosch şüpheli bakışlarla cesetlere baktı. - Kurbanlar hakkında fazla bir şey söylemek zor. Zaten hiçbir şekilde ayırt edilemiyorlar. Hepsi erkek, sadece şuradaki bir tanesi kadın, ama ondan da geriye fazla bir şey kalmamış. Yine de hepsinin erişkin olduklarını ve bedenlerinin her yerindeki eski yara izlerine ve zayıflıklarına bakılırsa bu cani son evvelinde de pek rahat ve çekilebilir bir hayat sürdürmediklerini düşünebiliriz. Serseriler ya da dilenciler olduklarına bahse girerim. Saint-Jean kilisesinin zavallı görevlisi 75 bunların dışında kalıyor ve sanırım ne yazık ki kurbanlar arasında bulunuyor olması tamamen bir tesadüften ibaret. Bosch, Rosendal’a yaklaştı. - Başka bir şey daha var, diye fısıldadı kulağına. Ama bir noktayı, pencerelerimin altında, Büyük Meydan’da gerçekleştirilen katliamı resmettiğim taslaklarla karşılaştırarak teyit etmeliyim. Aynı zamanda ilk cinayet mahalliyle ilgili olarak sizin çizimlerinize de ihtiyacım var. Kesinlikle acil bir şekilde onlara ihtiyacım var, diye üsteledi. Sizin de papaz adaylarınız ve benim tarafımdan çizilen ve imparatora gösterilen taslakların herbirinin kontrol edemeyeceğiniz eller arasında dolaşmasını engellemeniz gerekiyor. Rosendal samimi bir şekilde Bosch’a odaklanmıştı. - Anlaşıldı. Ama daha sonra bana her şeyi anlatmanız gerekiyor. Sözünüze güveniyorum? - Güvenin. - Emir vereceğim, taslaklar bir, en fazla iki saat içinde Sainte-Gertrude manastırında olacaklardır. Buradan çıkınca, ihtiyacınız olanı almanız için evinize uğrayacağız. Seher, manastır binasının ardından ilk ışık süzmelerini ortaya çıkarıyordu. Çok az uykuyla geçen iki geceyi düşününce Rosendal’ın suratı asılmıştı. Talimatı üzerine askerlerin, atölyesinden beri taşıdıkları kartonları karıştıran yaşlı ressamın yorgunluktan daha az etkilendiğini biraz kıskançlıkla fark etmişti. Koltuğuna oturmuş elinde bir kâse tarçınlı şarap tutan Dominikan rahibi ressamın hareketliliğini izliyordu. Aradığını bulduğu anda memnuniyet homurdanmaları çıkaran Hieronymus Bosch parşömen kâğıtlarını kendi çalışma masası üzerine yığıyordu. - İşte bu, diye mırıldandı en sonunda ressam. Rosendal sıçrayarak oturduğu yerden kalktı. - Bu mu? Bosch arkasına döndü. Dominikan rahibi onun ifadesindeki derinliğe bakakalmıştı. - Gördüğünüz gibi, meydanın taslağını çıkarırken, bazı öğeler nedenini bilmediğim bir şekilde gözüme çarpmıştı. Ama işlenen diğer cinayetlerin de resmini gördüğümde anladım. Siz de hastanedeki parçalanmış tablo ile bu kurbanların öldürüldüğü yerlerin biçimlendirilişindeki benzerliğe dikkat etmişsinizdir. Bu ustaca yapılmış bir gözlemdi, ama gerçek bundan çok daha şaşırtıcı. Bu cinayetlerin gerçekten ortak bir noktası var... Rosendal ressamın dudaklarına odaklanmıştı. - Ben, ya da daha doğrusu benim resimlerim... Dominikan rahibinin yüzü bir anda sararmıştı. 76 - Daha da açık olmak gerekirse, benim hiç çizmediğim bir tablom. Rosendal neredeyse şaşkınlıktan nefessiz kalacaktı. - Hiç çizmediğiniz mi!, diye bağırdı. Ama bu çok saçma! Ressam başıyla Dominikan rahibini reddetti. - Hiç değil. Anlayacaksınız. Bu üç sahneyi birbirine bağlayan şey, daha önce Zevkler Bahçesi adlı tablonun benzeri olması gereken bir resim için yıllar önce hazırlamış olduğum taslaklarda çizilenleri temsil eden bazı orijinal unsurların varlığıdır; size göstereceğim. Bu yeni eser Cehennemi ya da İşkenceler Bahçesini oluşturacaktı. Ama tablo ısmarlanmayınca ben de onun sadece hazırlık çalışmalarından birini, az önce aradığım resmi saklamıştım. - İyi ama bu nasıl mümkün olabilir?, diye söylendi Rosendal. Kendinizi mi suçluyorsunuz? Siz delirdiniz mi? - Bir dakika... Sadece hazırlık çalışmalarından birini saklamış olabilirim, ama tablo olmasa bile bu çalışmaların meyvesi olan iki tek renkli kabartma taklidi var. Artık benim elimde olmayan ikiz panolar... - Peki bunlar kimde? - İki alıcının ellerinde. Birini çok iyi tanırım, Aix-la-Chapelle yakınında oturuyor. Diğeri, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Fransa’da, Provins yakınlarında. Adını kolaylıkla bulabilirim. 21 Bois-le-Duc civarları – 5 Mart, sabah dokuz suları Patikanın aşağısına gizlenen iki adam yolu gözlüyordu. Kısa bir süre önce güneş, sabahın ilk dakikalarında yoğunlaşan pustan sıyrılmaya başlamıştı. Ufuk belirginleşmiş ve uzaktan Boisle-Duc’te göze çarpan ilk damlar artık görülebilir bir hal almıştı. O sabaha değgin sıcaklık geceden kalan buzlanmalarla tezatlaşıyordu. Seherin beyaz örtüsü yerine nemli bir pembelik bütün yolları kaplamıştı. - Orada, bak! Orada!, diye bağırdı iri yarı olan adam yol arkadaşına ormanın ucunu işaret ederek. Gerçekten de uzaktan, Brabant’ın başkentini çevreleyen sık ağaçlıklı ormandan bir adamın çıktığı görülebiliyordu. Üzerinde büyük, yıpranmış bir manto olan adamda seyyar tüccar havası vardı. Belindeki ip, kuşak görevi görüyordu. Üzerinde yırtık bir örtüyle sarılı, yükünü yığdığı sağa sola yalpalayan el arabasını zorlukla çekiyordu. - Bekleyelim! Ağaçlığı aştıktan sonra önüne çıkarız!, dedi gözünü deri bir bantla kapatmış olan daha küçük adam. 77 Arabayı çekmekten nefes nefese kalan sokak satıcısı bir süre durdu. Alnını silmek için cebinden yırık pırtık bir bez çıkardı. Ardından, nefesi eski haline dönünce başlığını düzeltip yeniden ilerlemeye devam etti. O yaklaşırken, iki suç ortağı adamın omzunda taşıdığı renkli kuşu fark etmişti. Ayağının birisi zincirle adamın bileğine bağlı olan kuş usluca sahibinin giysilerine tutunmuştu. Saklandıkları yerden çıkan iki serseri “Ölüme! Ölüme!” diye bağırarak ortaya atladılar. Bağrışmalardan korkan ve adamların bir anda karşısına çıkmasıyla şaşkına dönen adam, başına neler geleceğini anlamakta çok geciktiğinden olduğu yerde kalakalmıştı. Bir bıçağın keskin sırtıyla gırtlağı kesilmeden önce bağıracak zamanı bile bulamamıştı. - İncik boncuk! İncik boncuk! Sessizliği sadece korkmuş papağanın boğuk sesi bozuyordu. Adamlardan büyük olanı kuvvetli bir yumrukla kuşu haklamıştı. - Lanet olasıca kuş!, diye bağırarak, ayağına bağlı olan zinciri kopardıktan sonra hayvanı öfkeli bir tavırla hendeğe doğru fırlattı. Başka bir şey konuşmadan iki adam el arabasını yolun aşağısına doğru itmişlerdi. Araba, üzerindeki incik boncukları ve diğer değersiz malları etrafa saçarak aşağıdaki çayırlığa doğru sürüklenmeye başlamıştı. İri olan adam bütün kuvvetini gösterircesine tek bir hareketle zavallı yoksul adamın cesedini omzuna aldı. Ormanın içine dalmak için hızlı adımlarla yürümeye başladıklarında arkadaşına dönüp sadece “Bir tane daha!” dedi. Artık doruğa ulaşan güneşe rağmen hâlâ karanlık olan ormanda yirmi dakika boyunca yürüdükten sonra iki adam sık ağaçlığın ortasında yeni kesilen ağaçların oluşturduğu boş alana doğru sapmışlardı. Bu düzlük, büyük ağaçlara saklanmış olan altı nöbetçi tarafından korunuyordu. Bu garip kamp alanının ortasında ağaçlardan yapılan birçok kulübe barınak olarak kullanılıyordu. İri adam gelir gelmez tüccarın cesedini bu kulübelerden, içinde birkaç çıplak bedenin daha olduğu birinin içine bıraktı. - Oynama sırası sende dilsiz!, diye üzerinde kasaplarınkine benzer geniş bir önlük olan adama dönerek homurdandı katil. Bodur ve kırmızı suratlı adam döndü. Elinde tuttuğu bilenmiş baltayı, çalışma tezgâhı olarak kullandığı kocaman bir ağaç gövdesine sapladı. Cesedi görünce, siyahlaşmış korkunç dişlerini ortaya çıkararak sırıttı. İki adam kulübeyi terk ederken, dilsiz, avının giysilerini çıkarmaya başlamıştı; tüccarın üzerinden teker teker çıkardığı her giysiyi, birkaç metre ötede yanan ateşe fırlatıyordu. Düzlük alanın ortasında, tahtadan yapılma bir sürü haç tersten toprağa dikilmişti. En büyüğünün dibinde yakacak kütüklerden yapılmış oldukça geniş bir kulübe vardı. 78 - Girin, dedi üzerinde siyah uzun bir giysi olan adam iki suç ortağının kapının girişinde beklediklerini görünce. Hiç pencere olmadığından, kulübenin içi fazlasıyla karanlıktı. Odayı sadece kafataslarının ortasına dikilmiş olan mumlar aydınlatıyordu. Duvar boyunca uzanan kütüklerin üzerinde içleri ağızlarına kadar pıhtılaşmış kanla dolu olan Kudas1 kapları vardı. Düzlük alanı oluşturmak için kesilen kütüklerden kabaca oyulmuş birkaç mobilya dışında başka bir şey yoktu. Siyah giysili adam onlara dik dik baktı. Yarı uzun saçları ve sivrileştirilmiş siyah sakalının oluşturduğu karaltının ortasında gözleri alev gibi parlıyordu. Üç ayaklı bir taburenin üzerinde oturuyordu. - Sonuç?, diye sordu katı bir ses tonuyla. - Bu sabah yollarda pek fazla bir şey yoktu, diye yanıtladı tek gözlü adam. Yine de bir tüccar getirdik. Dilsiz işe başladı bile! Adam onlara biraz cana yakın bir şekilde baktı. - Hemen bir daha ava çıkın! Bugün için tek bir ceset yetmeyecektir. İki haydut cevap olarak sadece kafalarını önlerine eğmişlerdi. - Burada yaptığımız şey bizi aşıyor, diye gürledi sinirli adımlarla odanın bir ucundan diğer ucuna gidip gelmek için ayağa kalkan siyahlı adam. Durdu ve gitmelerini emreden bir el hareketi yaptı. - Şimdi, kaybolun gözümün önünden. Siyahlı adam yeniden oturdu ve cebinden ucunda büyük, keçi suratlı bir madalyon olan altın bir kolye çıkardı. Yavaşça madalyayı okşadıktan sonra mücevheri özenle boynuna geçirdi. O sırada çok ufak bir adam kulübeye süzülüverdi. Vücut yapısından dolayı kendine has biçimli aksak yürüyüşü bir hayvanı andırıyordu. - Efendim, size haberlerim var! - En sonunda! Seni bekliyordum! Yaklaş cüce. Bois-le-Duc’te geçirdiğin günler boyunca neler topladığını öğrenmek için sabırsızlanıyorum! Şehir korkuya gömüldü mü? Yoldan sapmışlar neler diyor? - Huzursuzluk diz boyu efendim. İmparator ve oğlu birkaç gün önce geldiler... - İmparatorun kendisi ha!, diye hırıldadı efendi. Demek onu ininden çıkardık! - Evet, oldukça alçakgönüllü bir şekilde manastırın yanındaki binaya yerleşti. Sürekli birileri girip çıkıyor. - Herif tacını kaybetmekten korkuyor... Kudas: Hz. İsa'nın havarileriyle birlikte yediği son yemeği anmak için, Hıristiyanların kilisede bir kap içinde ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören, liturya 1 79 - Bütün şehir kendini kaybetmiş durumda. Her yerde bir anda ayaklanmalar çıkıveriyor ve büyücüler ele veriliyor! Tümgeneral Rindt nereye el atacağını bilemez halde; komşu şehirlerden destek birlikler geliyor. - Bu da bizim daha ihtiyatlı davranmamızı gerektiriyor, diye mırıldandı birden endişeli bir tavır alan siyahlı adam. Ortalığa kuşkular sızdırdın mı? Cüce, açıklamalarının önemini belirtmek için cevap vermeden önce duraksamıştı. - Pazarda konuşan cadalozları dinledim. O şirretlerin arasında Aleit Van der Mervenne’i hemen tanıdım. - Bosch’un karısı! - Aynen! Pencereleri altında ona sunduğunuz görüntü onu öylesine alt üst etmişe benziyor ki dilini tutamıyor! Hieronymus’un sadece Büyük Meydan’daki görüntünün değil aynı zamanda morgdaki cesetlerin de taslağını çıkardığını öğrendim. Cüce söylediklerinin ne etki yarattığını daha iyi anlayabilmek için yeniden duraksadı. Efendisinin suratında hafif bir kaş çatması dışında başka hiçbir tepki yoktu. - Haydi, devam et! - Aslında dangalak ressam, yarattığımız mizansenin kendi tablolarının birinden esinlenerek yapıldığını sanıyor. Yaşlı kadın İşkenceler Bahçesi adlı bir eserin iki taslağından açıkça bahsediyordu. İkisi de uzun zaman önce kocası tarafından satılmış! Bu açıklamayı belli belirsiz bir gülümseme izledi. - Aynı zamanda Bosch, bütün bunların kendi hayatını tehlikeye atacağı korkusuyla o iki tabloyu kendisi bulmaya karar verdi. Kısa bir süre sonra Dominikan rahibi Nicolaa Van Rosendal eşliğinde gitmeye hazırlanacaktır. - Emin misin? İleri sürdüğün şeyden emin misin?, diye diretti siyahlı adam. Söylediklerine verilen önemden memnun olan cüce onayladı. - Üstelik Saint-Jean başpapazının boşboğazlığı sayesinde İmparatorun Bois-leDuc’e geldiği akşam Hieronymus Bosch ile görüştüğünü de öğrendim! - Bütün bunlar pek ilginç. Hemen Bois-le-Duc’e geri döneceksin, diye karşılık verdi efendisi. Daha fazla tepki göstermemekte kararlıydı. - Amacım ne olacak efendim?, diye sordu cüce. - Bosch’un ve Nicolaa Van Rosendal’ın yola çıkmalarını geciktirmek için her yolu deneyeceksin! Hep olduğun gibi gizli kal. Eğer çok geç değilse bize bir iki gün kazandırmaya çalış! Cücenin suratının asıldığını görünce siyahlı adam kabalaştı: - Zamana ihtiyacım var! Başarısızlığa uğrarsan başına neler gelebileceğini unutma! - Bulacağım efendim, bulacağım... 80 - Git atlarını zehirle! Eğer tahmin ettiğim gibi yolculuklarını gizli sürdürmek istiyorlarsa bu onları yeteri kadar oyalayacaktır. Siyahlı adam sakalını parmakları arasında okşuyordu. - Ama gitmeden önce sana bir sorum daha olacak, dedi bir süre sessiz kaldıktan sonra. İki tablo olduğundan emin misin? Dikkatli ol, cevabın çok önemli! - Evet efendim. Kadın gerçekten iki tablo dedi; eğer duyduğum bu değilse çarpılayım! - Benim de korktuğum buydu, diye kendi kendine söylendi siyahlı adam. Şimdi git ve görevini tamamlamadan sakın dönme! Cüce geri geri yürüyüp defalarca efendisini selamlayarak dışarı çıktı. Adam üzerinde yazıp çizecek malzemeler olan ufak bir masanın başına oturdu; kendi kendine ve yüksek sesle konuşuyordu. - Efendimizi ikinci tablonun varlığı hakkında uyarmalıyım, diye mırıldandı kalemini mürekkebe batırırken. 22 Milano, Leonardo da Vinci’nin ikametgâhı – 16 Mart, sabah on bir suları Salonun ortasında hareketsizce duran Güzel Philippe sağ elindeki eldiveni çıkarıp sol avcunun içine vurmaya başlamıştı. Önceki gece Milano kapılarına erişen imparatorun oğlu, amcası Sforza’nın sarayında sadece birkaç saat uyuyabilmişti. Yağmur ve çamurda geçen on beş günlük zorlu seyahatin yorgunluğu omuzlarına çökmüş ve Leonardo da Vinci’nin atölyesine geldiğinden beri beklemek zorunda kalması durumu daha da dayanılmaz kılmıştı. Büyük ve soğuk salonun sessizliğini bozan tek şey ocak ateşliğine yerleştirilmiş odunların alevlerle çıkardığı çıtırtılardı. Ağır adımlarla tuvaller, heykeller ve üzerinde resim levhaları bulunan kartonlar arasındaki gezintisine devam etmeye koyuldu. Geniş salona, insanda anlaşılmaz bir güvensizlik hissi uyandıran kendi içinde tutarlı bir dağınıklık hâkimdi. Üzerine neredeyse tamamen kapalı olan pencerelerden bir ışık süzmesi düşen küçük masaya dalgınca bakıyordu. - Hangi cehennemde aramaya gittiler bu adamı!, diye homurdandı sabırsızca. Memnuniyetsizliğini belirtmek için kapıya doğru yönelecekti ki ufak bir detay duraklamasına sebep oldu. Bir adım gerileyerek, yarı açık olduğu için arasından kömür kalemle çizilmiş bir taslağın yarısı görünen resim defterine odaklandı. Kâğıdın sol yarısında farklı açılardan çizilmiş narin eller ve yarı bükülü parmaklar vardı. Ama prensin dikkatini çeken kısım bir parçası defterin siyah deri kapağının altında kalan resmin diğer yarısıydı. Eldivenini sol eline alan Philippe kâğıdı biraz çekerek resimdeki çehrenin üst kısmını, boynu açıkta bırakacak 81 şekilde topuz yapılmış dolgun bukleleri, badem gözleri, düzgün burnu ve sanatçının hafif bir gölgelendirmeyle hatlarını belli ettiği elmacık kemiklerini inceledi. Prens en sonunda taslağın bütününü görebilmek amacıyla siyah deri kapağı kaldırdı. Resimdeki çehrenin mükemmel oval yapısı ortaya çıkınca, gülümsemesindeki yumuşaklık ve dudaklarındaki incelik prensi de gülümsetmişti. - Efendim, siz Altesi bu çalışma mekânında sabırla beklemeye mecbur bıraktığım için çok mahcubum! Resmi seyre dalan Prens irkilerek defter kapağını bıraktı ve tavrını takınmaya çalışarak salona az önce girmiş olan kişiye döndü. Yarattığı etkiden memnun olan Leonardo iki büklüm olana dek aşırı bir selamlamada bulunduktan sonra yavaşça doğrulup, genizden gelen sesiyle konuşmaya başlamadan önce arkasındaki kapıyı kapattı. - Sizi evimde görmek çok büyük bir şereftir Efendim. Hizmetçime, birkaç dakikalığına atölyemde özellikle kullandığım ve alışkanlık yaratan bu aydınlatmanın fark etmeme engel olduğu şeyleri bahçemde keşfetme ümidiyle dışarı çıktığımı haber vermediğim için çok üzgünüm. Beklenmedik yüce bir şeref... diye ekledi ressam prensin yeşil gözlerine odaklanarak. - Teşekkürler Sayın Vinci. Bu sabahki ansız ziyaretimin görgü kurallarından uzak oluşu sizin keskin algılayışınızdan kaçmamış. Ama acele ve gizlilik, bu buluşmanın diğer seferlerde olacağı gibi planlı olmasına müsaade etmiyordu. Ressam gözlerini hafifçe kısarak, dikkatle prensi dinliyordu.. - Emrinizdeyim Efendim. Hangi konuda faydalı olabilirim? Ellerini arkasında kavuşturan prens atölyenin içinde yürümeye başlamıştı. - Sayın Vinci, ününüz artık kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan bir gerçektir. Şöhretiniz çok uzun zamandır Milano sınırlarını aşıp Alplere erişmiş durumda. Amcam Sforza sadece sizin yeteneğinize güveniyor ve başka kimsenin beden yapısının sırlarıyla aynı anda sanatkâr bir ifadeyi böylesine bütüncül bir şekilde barındıramayacağını savunuyor. Övgüleri duyan Leonardo kurumlanmıştı. - Üstelik Papa’nın güvenine de sahipsiniz. İmparatorun gözünde bütün bunlar sizi duruma uygun kişi haline getiriyor. Biraz sıradan ve rahat olmayan bir durum... diye aceleyle ekledi prens İtalyan ressama dönerken. Sizinle açık konuşacağım. Şu günlerde göz ardı edilemeyecek diplomatik riskler alınıyor. Saraylarda hem Papalığı hem de İmparatorluğu rahata erdirecek ya da zayıf düşürecek müzakereler dönüyor. Hiçbir şey bu niyetin karşısına çıkmamalı. İki senedir, 1508’den itibaren babam Kutsal İmparatorluğun hükümdarı unvanına sahip. O zamandan beri düşmanlarımız kutsallaştırma ayininin onayını sürekli geciktirmeye çalıştılar. 82 Kendi tarafından Papa Hazretleri de –sayıları gün geçtikçe artan ve kendilerinin papa olduğunu ilan edenleri saymazsak- papalığının resmiliğini eleştiren sapkın talipler tarafından zor durumlarda bırakıldı! Size bahsettiğim müzakereler bu iki sorunu yoluna koyup, bütün dünyaya uzun süreli bir huzurun üzerine yerleştirilebileceği sağlam temelleri sağlayabilir. - Efendimiz beni bağışlasınlar, ama burada benim sıradan yeteneğimle ilgili bir şey... - Oraya geliyorum, diye araya girdi prens. Sizin yetenekleriniz, bu görüşmeleri ciddi biçimde karmaşıklaştıran ve üstelik İmparatorluğun devletlerini birbirinden koparan bir azgınlığı dindirmeye yarayabilir. - Cinayetler... - Evet, cinayetler, diye öfkeli bir sesle onayladı prens. İnsanlara korku salan ve şeytani veya insani güçlerin alevleri parlatmak için ateşin üzerine yağ dökmeye çalışarak düzenledikleri, bütün Avrupa’yı ayaklandıran, korkunç cinayetler! İmparator, Papa’ya benim aracılığımla, bağımsız olarak araştırma yapıp bu olaylar ve İmparatorluktaki kişilerle, özellikle aralarından bazılarıyla ilişkileri hakkında neyin doğru olup neyin olmadığını söyleyebilmeniz amacıyla görevlendirilmenizi danışacak... - Bosch... Prens ressamı onayladı: - Evet, Hieronymus Bosch. Belki kendisini tanıyorsunuzdur? - Bundan yıllar önce, ben Venedik’teyken orada bir gün geçirdiğinde karşılaşmıştık. Çalışmalarını da biliyorum; atölyesinden çıkan birçok tuval İtalya’ya kadar geldi. - Ben de bundan altı yıl önce kendisine konusu kıyamette yargı günü olan bir üçleme ısmarlamıştım. - Biliyorum, diye garip bir şekilde yineledi Vinci. Ressam bir an için düşüncelerine gömülür gibi olmuştu; ardından, yapmacık bir şekilde gülümsemeye çalışarak kendini toparladı. - Siz de Papa’ya açılmadan önce benim böyle bir öneriyi kabul edip etmeyeceğimi öğrenmek istiyorsunuz? Philippe gülümsedi. - Aynen öyle Sayın Vinci. Ressam yeniden abartılı bir reverans yaptı. - Eğer Papa Hazretleri bunu uygun görürse, Tanrıya ve insanlara bu vesileyle hizmet etmeyi tabii ki zevkle isterim. Bu gibi durumlarda bir Hıristiyanı başka ne türlü bir niyet ayakta tutabilir ki?, dedi gözlerini kapatarak. 83 Sessizlik uzamaya başladığından Leonardo gözlerini açıp dudaklarında gizemli bir gülümsemeyle misafirine döndü. ‘İşte bu çok iyi oldu; en sonunda Papayla ilgili bir görevin tertemiz giysilerini takınarak bu oyunun içinde yer alabileceğim. Daha iyisini hayal edemezdim. Şimdiden itibaren atak olup, sağlam adımlarla ilerlemek gerekiyor’ diye geçirdi kafasından. Gitmeye hazırlanan Philippe çoktan mantosunun, yüzünün yarısını örten başlığını kafasına geçirmişti. Hareketsizce salonun diğer tarafına açılan yarı aralık kapının eşiğine gözlerini dikmişti. Kapı aralığından, o sırada koridordan geçmekte olan Gabriela’nın bedeni ve melek suratı önünden vuran ışıkla belirmişti. Rahatsız olan genç kız, atölyede olup biten durumu görmesine engel olan ışıktan eliyle korunmaya çalışıyordu. Güzel Philippe büyülenmiş bir şekilde kaçamak baktığı kömür kalem çiziminin cisimleşmesini izliyordu... 23 Louvain – 16 Mart, akşam on suları Bois-le-Duc’ten beri süren yolculukları fazla uzun sürmüş sayılmazdı ama yaşlı adam çok çabuk uykuya dalmıştı. Onun yanında oturan Rosendal koşum dizginlerini elinde tutuyordu. Sürüyle yol sarsıntısının arasında patikaya düşmemesi için göz ucuyla da Hieronymus Bosch’u kolluyordu. Akşam çökerken yola çıkan iki adam Dominikan rahibi kıyafetleri giymişlerdi. Geniş başlıklarının ardına saklanmak şehirden gizlice çıkmalarını kolaylaştırmıştı. Bir önceki gün tek atın çektiği manastırdan ödünç alınan arabaya yanıltma amaçlı iki şarap fıçısı yüklenmişti. Rosendal, uzaktan hedefleri olan Louvain Şatosunu görünce yol arkadaşını hafifçe sarsarak uyandırdı. - Sanırım geldik! Tek gözünü açan ressam gülümsemişti. Bu macerada rahibin kendisine eşlik etmeyi kabul etmesinden mutluydu. - Bu lanet olasıca arabadan ineceğim için hiç de üzülmüyorum. Yol sarsıntılarından belim büküldü! - Neyse ki hava karardığından itibaren dolunay yolumuzu aydınlattı. Öyle olmasaydı yolda mola vermek zorunda kalacaktık, diye yanıtladı yaşlı adama kendisinin de gizli kaçışlarının sona ermiş olduğundan memnun olduğunu itiraf etmeye cesaret edemeyen Rosendal. 84 - Uzun yıllardan beri böylesine bir yolculuk yapmamıştım, dedi yaşlı ressam hafif alaycı bir tavırla. Rosendal gülümsedi. Bosch’un saygıdeğer tavrı, cesareti ve dayanıklılığı onu etkiliyor, aynı zamanda da Bosch’a duyduğu cana yakınlığı arttırıyordu. - İşkenceler Bahçesinin ilk taslağını sattığım Bay Van der Hasselt’ı iyi tanırım. Kendisi sadık bir dosttur. Böylesine geç bir saatte bile bizi memnuniyetle karşılayacağından eminim. Konukseverliği bütün Brabant’da bilinir. Onun evinde yiyip içtiğim kadar başka hiçbir yerde yiyip içmemişimdir. Ay görkemli şatoyu aydınlatırken Rosendal iki adamın dörtnala asilzadenin evinden uzaklaşarak kendilerine doğru hızla ilerlediğini fark etmişti. Patika dar olduğundan, çarpışma tehlikesini önlemek için at arabasını durdurdu. İki atlı arabaya dikkat bile etmeden hızla geçip gitti. - İşte gerçekten acelesi olan bir tayfa!, dedi Hieronymus Bosch. - At arabasını dikkat çekmemek için dışarıda bırakalım, dedi Rosendal. Sonra da atların yeniden yürümesini sağlamak için dilini damağına götürerek ses çıkardı. Şatonun avlusuna geldiklerinde ikisi de ortalıktaki sessizliği garipsemişti. - Burada kimse yok mu?, diye sordu Dominikan rahibi aniden endişelenerek. - Bu çok saçma... diye yanıtladı şatonun içine girmek için adımlarını sıklaştıran Bosch. Geniş karşılanma odası da boştu; yine de büyük şamdanlar yeri aydınlatmaktaydı. - Hey! Kimse yok mu?, diye bağırdı git gide daha da endişeye kapılan Rosendal. Daha önce geldiği bu yerleri hatırlayan Bosch elinden geldiği kadar hızlı bir şekilde misafir salonlarına çıkan merdivenleri tırmanmaya başlamıştı. Önce alevlerini duvarlara yansıtan bir şöminenin olduğu, mavi halılar serili küçük bir salondan geçti. ‘Hâlâ kimse yok’ diye düşündü o kattaki sürüyle odanın kapılarını teker teker açarken. Rosendal, Van der Hasselt’ın oda kapısının önüne geldiklerinde ona yetişmişti. Dominikan rahibi yaşlı adama geçmesine izin vermesi için işaret edip kararlı bir adımla içeri girdi. Oda bir sürü el şamdanıyla fazlasıyla aydınlatılmıştı. Şöminenin önünde Van der Hasselt kan gölü içinde yatıyordu, ipek hırkası da kana bulanmıştı. Dostunu o şekilde bulan Hieronymus Bosch korku dolu bir çığlık attı. - Tanrım! Nicolaa hemen yakından teşhis etmek için Van der Hasselt’ın dibine diz çökmüştü. - Yaşıyor! Yaşıyor... soluğunun sıcaklığını hissedebiliyorum. Ressam da mümkün olduğunca yakınlaşmak için dizlerini çöktü. - Benim, Bosch, Hieronymus Bosch, dostum, beni duyuyor musunuz? Ne oldu? Fazlasıyla derinden gelen ve zayıf bir sesle Van der Hasselt ancak mırıldanabiliyordu: - Tablo... Tablo... Tabloyu çalmak ist... 85 Cümlesini bitirememişti. - Öldü, dedi Rosendal, Louvain Senyörü’nün gözlerini kapatırken. Ruhunun ebedi huzura erişmesi için dua edelim. Yaşadıklarına inanamayan Bosch, gözlerini hareketsiz surattan ayıramıyordu. Rosendal, düşüncelere dalan ressamı rahatsız etmeye çekinerek ona bir süre dokunmamıştı. Ardından, önce istavroz çıkarıp sonra da Bosch’un ayağa kalkmasına yardımcı olmak için onu omzundan tuttu. - Burada kalmamamız gerekiyor, dedi yumuşak bir tavırla. Arkadaşınızın bu büyük şatoda yalnız yaşadığını sanmıyorum. Hizmetçiler nereye gitmişler? - Korkaklar ilk çığlığı duyar duymaz kaçmış olmalılar, diye yanıtladı Bosch solgun bir ses tonuyla. Gözlerini yukarı doğru çevirmiş, duvarları inceliyordu. - Bakın! Buradaymış... dedi duvarda, görkemli bir dolabın üzerinde içi boş bir şekilde duran tahta çerçeveyi göstererek. Taslak, tam karşımızda, bu duvardaymış! Ölçülerini çok iyi biliyorum! Çerçeveyle uğraşmamak için taslağı bıçakla sökmüş olmalılar! - Demek bu tuvali çalmak için onu öldürdüler. Bu bizim kuşkularımızı doğruluyor, diye karşılık verdi Dominikan rahibi. - Tanrım, Tanrım, bu nasıl olabilir?, diye sızlamaya başlamıştı ressam. Rosendal düşünüyordu; ‘Atlarımız aniden zehirlenmeseydi, buraya tam zamanında gelmiş olurduk. Doğru tahmin etmişiz. Bois-le-Duc’teki cinayetler ile bu tablolar arasında bir ilişki var. Bu zavallı Bosch’un solgun yüzüne bakıldığında, bütün bu olanlarla hiçbir ilgisi olmadığına inanmak pek de zor değil!’ - Korkunç canlandırmaları için sizin resimlerinizi kullananlar şeytani bir biçimde planlanmış olmalılar. Yine de Van der Hasselt’ı öldürerek bize çok değerli bir ipucu vermiş oldular! - Anlamıyorum?, diye sordu yüzü sapsarı olan ressam. - Anahtar, eğer varsa, sadece geriye kalan tabloda olabilir. Düşünün! Dostunuz Van der Hasselt hâlâ bu odada birkaç dakika öncesine kadar o tabloya sahiptiyse, demek ki cinayetlere ilham veren tablo bu değildi! Tabii Louvain Senyörü bu katliamların elebaşı değilse... - Zavallı adam böyle bir şey yapmış olamaz, diye karşı çıktı Bosch. Ondan daha yumuşak başlı bir dost tanımıyorum! - Demek ki bu cinayetlere ön ayak olan ikinci tabloydu. O Fransız’a sattığınız tablo şeytanın hoşuna gitmiş olmalı! - Haklısınız, bütün bu işlerden sıyrılmamın tek yolu ol lanet Fransız’ı ikinci taslak hakkında sorgulamak. 86 O sırada şatonun avlusunda uğultular duyulmaya başlamıştı. Rosendal, pencereden baktığında ellerinde meşaleler, yaba ve sopalar olan erkekli kadınlı bir grubun şatoya doğru yaklaştığını gördü. Bosch çatı altında kendini korumaya çalışarak yaklaşırken, o geriye çekildi. - Hizmetçiler... Senyörlerini kurtarmak için gruplar oluşturarak geliyorlar, dedi ressam. - Kaçalım, diye bağırdı rahip başlarına gelebilecek tehlikenin büyüklüğünü ölçerek. Onlar için çok uygun suçlularız. Uşaklar bizi şu anda öldürmeseler bile, kim sizin buraya bir kanıtı ortadan kaldırmak için gelmiş olmadığınıza inanır ki? - Bu taraftan, diye işaret etti Bosch. Bu düşünceden kendisi de korkmuştu. Tablonun bulunduğu duvarın tam karşısında asılı duran halıyı kaldırdı. - Van der Hasselt bu gizli geçitle övünürdü. Bu geçit, bitişik dairelerde yaşayan sevgili karısından kaçamaklarını saklamak istediği dönemlerde şatodan gizlice dışarı çıkabilmesini sağlıyordu! Güruh, kendilerine güven kazandırmak için olduğu kadar saldırganları korkutmak için naralar atarak şeref salonuna girerken, Dominikan rahibi kıyafetlerine bürünmüş iki adam da gizli kapıyı dikkatlice kapadıktan sonra dar merdivenden inmeye başlamıştı. Duvardaki halı eski halini aldığından, odanın içinden hiçbir şey belli olmuyordu. Geçit, şatonun dışına, iki adamın arabalarını bıraktıkları yerin yakınlarına açılıyordu. - Neyse ki nöbetçi bırakmamışlar, dedi geçitten ilk çıkan Rosendal. - Onlar yeniden dışarı çıkmadan kaçalım! Bu vahşiler bizi dinlemeden katledebilirler, dedi arabanın üzerindeki rahatsız oturağa yeniden çıkan ressam. Yaşlı adamdan daha esnek olan Dominikan rahibi çoktan yerleşip atın yola koyulması için kırbacı eline almıştı. Başlıklarıyla yüzlerini örten iki Dominikan rahibi uzun dakikalar boyunca takip edilip edilmediklerini kontrol etmek için sürekli arkalarına bakarak ilerledikten sonra Rosendal en sonunda yerine rahatça yerleşmişti. - İyi sıyrıldık! - Evet, Tanrıya şükür, diye karşılık verdi ressam. - Ama Bois-le-Duc’e geri dönemeyiz. Zamanımız azalıyor. Tek çözüm yolu o Fransız’ı konuşturmak için Provins’e gitmek... Gece uzun olacak; arkanızda bulunan örtülerle soğuktan korunmanızı öneririm, dedi Dominikan rahibi yumuşak bir ses tonuyla. - Teşekkürler dostum, diye karşılık verdi ressam minnettar bir tavırla. Anlaşılan zorlukların sonuna gelmiş değiliz... 24 87 Milano – 23 Mart, akşam yedi suları Uzun davetli kuyruğu Sforza Sarayı’nın büyük şeref merdivenlerine doğru ilerliyordu. Ailenin armasını taşıyan uşakların ellerinde tuttuğu sadece dört büyük şamdanla aydınlatılmış devasa dış cephenin koskoca gölgesi gelenlerin oluşturduğu sıraya düşüyordu. Arabası sarayın köşesine yanaşırken kalabalık manzarayla karşılaşan Leonardo küçümser bir tavırla ‘Bir parça ekmek kırıntısının etrafında toplanan karıncalar...’ diye düşündü. Yaşlı ressam geri dönüp dönemeyeceğini hesapladıktan sonra ‘Ben de az sonra bu sıkıntının içinde tıkılıp kalacağım!’ diye söylendi. İçeride, şatafatlı salonunun girişinde, İmparator Maksimilyen’in eşi Blanche Sforza, ev sahibi olan abisi ve üvey oğlu Philippe de Habsbourg eşliğinde davetlilerin kendilerini takdim edişlerini karşılıyordu. Babasının karısına kendini beğendirme endişesi taşıyan, aynı zamanda Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun böylesine zor bir döneminde uyandıracağı izlenimin öneminin de farkında olan Philippe bu törene canla başla hazırlanmıştı. Üstlerinde bütün hizmetçilerin giydiği yeşilli beyazlı kıyafet bulunan iki çığırtkan davetliler içeri girdikçe onların isimlerini ilan ediyorlardı. Sforza ailesi tarafından toplanan Milano’daki bütün soylu ve saygıdeğer kişiler Philippe onuruna düzenlenen bu akşam yemeğine davetliydi. Leonardo, sabırla geçirdiği uzun dakikaların ardından en sonunda şatonun girişinde bulunan merdivenin tepesine erişebilmişti. Tam eşikten içeri girecekken ani bir uğultu kafasını çevirmesine sebep oldu. Altı atın çektiği görkemli bir araba basamakların bitiminde durmuştu. Luigi Benci arabadan indi. Hâlâ Ginevra’nın yasını tutan Floransalı zengin banker, diğer davetlilerin süslü kıyafetlerinin zıddına koyu bir kıyafet giymişti. Arabanın diğer tarafına geçen Benci kapıyı kendisi açıp elini içeri doğru uzattı. Gabriela arabadan inmek için zarifçe babasının koluna tutundu. Genç kadının görünmesiyle kalabalık arasında mırıldanmalar başlamıştı. Güzelliği öylesine göz kamaştırıcıydı ki Leonardo tebessüm etmekten kendini alıkoyamamıştı. Gabriela, göğüslerini yarı ortaya çıkaran geniş dekolteli solgun pembe renkte tafta bir elbise taşıyordu. Kırmızı kadife bir kurdele kuşak gibi kullanılmıştı. Ama ressamın dikkatini en fazla çeken şey onun ışıldayan çehresi olmuştu. ‘İşte baharla birlikte açan bir çiçek’ diye düşündü babasının solgun yüzüyle kızının saçtığı ışıltı arasındaki zıtlığı ölçen yaşlı adam. Yarattığı etkiden memnun olan Gabriela beyefendilerin kendisine odaklanan bakışlarını hissedince pembeleşmişti. Bu akşamı sabırsızlıkla bekliyordu. Annesinin ölümünden beri ilk defa babası yasını bozmuş ve onun isteğiyle yeniden insan içine çıkmıştı. Leonardo da Vinci birkaç dakika daha süren sabrın ardından en sonunda ev sahiplerinin önüne varmıştı. Sforza ailesinin bu sarayında içtenlikle çalıştığı zamanlarda daha ufacık bir genç kız olarak tanıdığı Blanche’ı oldukça samimi bir şekilde selamladı. 88 İmparatoriçe, eskiden gözlemlediği utangaç çocuğa hiç de benzemiyordu. Ressam, onun tavrının hangi kısmının kıyafetiyle, boynunu ve alnını süsleyen parıltılı yakutlardan oluşan değerli mücevherleriyle ilişkilendirilebileceğini sordu kendi kendine. - Evinize hoş geldiniz, dedi Blanche kaybolan çocukluğunun gülümsemesiyle. Vinci sessizce eğildi. Tekrar doğrulduğunda bakışları Philippe’inkilerle kesişmişti. - Sayın Vinci sizi bu kadar çabuk tekrar görebilmek ne büyük mutluluk, dedi genç adam samimiyetle ressamın ellerini sıkarak. - O mutluluk ve şeref esas bana ait efendim, dedi ressam Philippe’e yaklaşarak. Ardından sesini kısarak. - Bugün elime ulaşan bir mektupta Papa Hazretleri beni Roma’ya çağırma lütfunda bulunmuşlar. Birkaç gün içinde orada olacağım. Bundan kısa bir süre önce yaptığınız ziyaret içinize doğanların bir kanıtı olmalı, diye ekledi yaşlı adam komik bir şekilde bıyık altından gülerek. - Sizin yardımınızı fazlasıyla arzuluyoruz, diye karşılık verdi sadece Philippe ressamın kolunu bırakırken. ‘Durumlardan faydalanmak yetmez’ diye düşündü Leonardo da Vinci. Bakışları, önünde hemen yeni bir grup davetlinin toplandığı prensi izliyordu. ‘Başlamaktan korkmamalı; sadece zayıflar korkar büyük ve korkunç şeyleri gerçekleştirmeye...’ Yaşlı ressam dudaklarındaki gizemli gülümsemeyle diğer davetlileri ayrıcalıklı bir konumdan incelemek için biraz daha orada oyalandı. Neredeyse girişin tam karşısına düşen bir banka otururken ‘Bu güzel Milano sosyetesinin Sforzaların önünde boyun eğdiğini görmek benim için yeri doldurulamaz bir manzara olarak kalacak’, diye aklından geçirdi. - Bay Luigi Benci ve Sinyorina Gabriela Benci diye ilan etti bir hizmetçi. Philippe de Habsbourg, birkaç gün önce Leonardo da Vinci’nin atölyesinde görüp hayran kaldığı hatlara sahip olan esmer genç kadını heyecanla hemen tanımıştı. İçinde bir ürperti hissetti. Ressam gözünün ucuyla genç prensin bakışlarındaki şiddetli ateşi uzaktan hissetmişti. Bu gösterişli karşılamanın etkisi altında kalan Gabriela, gözlerini hükümdarın bakışlarına doğru kaldırmaya pek cesaret edememişti. Genç kız uzaktan ressamı görünce babasının kolundan çıkıp onu selamlamak için o tarafa doğru yöneldi. - Sizinle burada karşılaşmaktan ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, diyerek Ustanın yanına oturdu. - Ben de Matmazel... ben de! Mutlu olan sadece ben değilim sanırım, diyerek hâlâ birkaç adım ötede davetlilerin takdimlerini kabul eden Philippe’e çenesiyle işaret etti. Kafasını çevirdiğinde genç kadın en sonunda İmparatorun oğlunu görmüştü. Genç adam, arada biriken uzun davetli sırasına rağmen gözlerini Gabriela’dan ayıramamışa benziyordu. 89 Leonardo, son günlerde birçok kez resim kâğıdına aktarmış olduğundan dolayı artık çok iyi bildiği o bakışların parıltısını süzdü. Şu birkaç sevimli kelimenin ardından, Gabriela sanki prensin görünüşüne kapılmış ve kaybolup gitmiş gibiydi. Yaşlı ressam genç kızı ele geçiren aşikâr büyülenmeyi fark edince ‘Çocuğun, beyaz üniformasının içinde pek de güzel durduğunu kabul etmek gerek’ diye düşündü. Artık son davetliler devasa yemek salonuna geçmek için acele ediyorlardı. Philippe de Habsbourg, birkaç dakika önce babasının eşlik etmeye başladığı Gabriela’nın olduğu tarafa doğru yürürken onlara pek de dikkat ediyor gibi gözükmüyordu. Prens önlerinden geçerken Luigi Benci ve Leonardo mümkün olduğunca eğildiler. Sadece Gabriela gözleri Philippe’e odaklanmış bir şekilde dimdik kalmıştı. Genç adam ona gülümseyip, hafifçe başını eğdi. Genç kadın, kendisine bir ömür gibi gelen bir süre boyunca onun uzaklaşmasını izledi. - Hayrola kızım, rüyada mısınız?, diye sordu babası. Bütün konuklar kendilerine ait masalarda çoktan yerlerini almışlardı. Gabriela göz kamaştıran bir şekilde gülümseyip babasının uzatmakta olduğu koluna girdi. - Habsbourg Prensi hakkında ne biliyorsunuz?, diye sordu genç kadın doğruca. Uşaklardan biri onları masalarına doğru götürüyordu. Nal şeklinde kocaman bir masa salonun büyük bir kısmını kaplıyor, hizmetle görevli herkes ortadaki boşlukta oradan oraya koşturuyorlardı. Masanın üzerine üst üste konulan gümüş ve altın kaplama tabaklar, konuklara ışık sağlamak için duvarlara asılan büyük şamdanlara yaraşıyordu. Alevlerin ışığında bütün salon değerli metallerin yansımasıyla parıldıyor, her tarafa ışıltı saçıyordu. - Ne mi biliyorum? Tabii ki herkesin bildiği kadarını biliyorum! Philippe Marie de Bourgogne’un oğludur. Annesi ölünce Hollanda kendisine miras kaldı. Katolik Kralların kızı Jeanne ile evli ve ondan sanırım bundan on sene önce Gand’da dünyaya gelen bir oğlu var. Ne yazık ki... - Yazık mı? - Tabii ki kızım! Aklınız nerede sizin?, diye şaşırdı Luigi Benci. Karısının akıl sağlığından dolayı her şeyden elini eteğini çektiğini bilmiyor muydunuz? Jeanne kapalı yaşıyor. Avusturya arşidükü pek de mutlu olmasa gerek, inanın bana! Gabriela ve babası en sonunda yerlerine geçtikleri sırada salonun dört köşesinden çalan trompetler ilk sıcak yemek servisinin yapılacağını duyuruyordu. Genç kadın Philippe’e sadece on metre uzaklıkta bir yere oturduğunu fark etti. Genç adamın kafasında altından gür saçlarının göründüğü kısa kenarlıklı kızıl bir başlık vardı. Gabriela ile bakışları kesişince özel, yumuşak bir gülümseyişle başını eğerek selam verdi. Genç kadın görgü kurallarını umursamayarak gözlerini indirmemişti. Tam tersine o da en hoş gülümseyişi ve hafif bir baş hareketiyle karşılık vermişti. 90 Sforzaların pek de uzağında oturmayan Leonardo bu manzaranın bir anını bile kaçırmamıştı. Blanche yaşlı ressamı özellikle kendi yakınına yerleştirmişti. Fazla vakit kaybetmeden konuşmaya başladı. - Sayın Vinci, kulağıma yeniden resimden tat almaya başladığınız geldi. Üstün gerçeklik anlayışı olan bir tablodan bahsedildiğini duydum. Daha önce kimsenin uygulamadığı bir teknik kullanmış olmalısınız... Herkes modelinizin büyüleyici tebessümünü konuşuyor. - Bana karşı çok iyisiniz Majesteleri, diye karşılık verdi bu iltifatla koltukları kabaran yaşlı usta. Aslında, tadını uzun zamandır unuttuğum bir zevki yeniden keşfettim. Majesteleri görme dileğini bahşettiği zaman size bu tabloyu gösterme onuruna erişmeyi isterim, diye ekledi Leonardo aşırı bir saygıyla. - Ne hoş bir fikir! Sanırım bir dahaki sefere sizin Almanya’ya gelmeniz imkânsız değildir?, diye sordu sesini alçaltarak. - Aslında bu ihtimaller dahilinde, diye yanıtladı ressam aynı ses tonuyla. Yeni görevinin kendi amaçlarına ne kadar uygun olduğunu düşünüyordu bir yandan da... - Seyahatiniz bittiğinde, beni ziyaret edeceğinizden eminim, diye diretti Blanche. İmparator sizi tekrar gördüğüne sevinecektir. Size çok değer veriyor. Şunu söyleyebilirim ki size çok büyük bir güven duyuyor, diye ekledi Blanche ciddi bir tavırla. - Buna layık olmaya çalışacağım, diye karşılık verdi ressam. Bu cevaptan tatmin olan Blanche gülümsedi ve yemeğe başlamak için onun işaret vermesini bekleyen sabırsız konukların bakışları altında iştahla az önce önüne bırakılan üzümlü bıldırcınlardan yemeye başladı. Leonardo başını döndürdüğünde Luigi Benci’nin dediklerini duymuştu: - Hiçbir şey yemiyorsunuz! Ne var aklınızda sizin? 25 Milano – 23 Mart, gece yarısı Gabriela nefes almak için kısa bir süre durdu. Uzakta, kendisini caddenin köşesine bırakan araba sarsılarak gidiyordu. Kısa bir süre sonra arabanın feneri gecenin karanlığında sönüp gitmişti. Genç kız kalp atışlarının Milano’nun dar sokaklarındaki bu gece yolculuğundan mı yoksa akşamki duygularından mı kaynaklandığını artık bilmiyordu. Yolunu yürüyerek tamamladı. Bu gece farklı bir şekilde güzeldi. Kuru bir hava vardı; dolunay etrafa hafif bir aydınlık sunuyordu. Gitmekte olduğu beklenmedik davetin heyecanıyla Gabriela, Milanoluların övünç 91 kaynağı olan bu şehir içindeki bahçenin tadını çıkaramamıştı. Genç kadının içinden geçtiği park Sforzalar tarafından şehre hediye edilmişti; şatonun arazisinden en azından iki metrelik kalın bir duvarla ayrılıyordu. Özel mülke giriş ve çıkış sadece ufak demir bir kapıdan mümkündü. İşaret edilen yere, ferforje kapının önüne geldiğinde genç kız dikkatle saçlarını düzeltti. Bir el hareketiyle gecenin bu soğuğunda biraz katılaşmış olan pembe elbisesinin kıvrımlarını düzeltti. Derin bir soluk aldıktan sonra, söylenildiği gibi soğuk demir kapıya üç kez tıklattı. Kapı yavaşça gıcırdayarak açılmıştı. - Hızlı geldiniz. Sizi bu kadar erken beklemiyordum, diye fısıldadı Philippe gülümseyerek. Gabriela, dolunayın ışığında prensin parlak gözlerinin ışıldadığını görüyordu. Görkemli duruşunun gölgesi genç kızın bütün bedenini kaplamıştı. Philippe gülümsemesini bozmadan bir adım ilerledi. - Sınırları dahilinde hiçbir sıfatımın olmadığı bu saraya hoş geldiniz Sinyorina. Rüzgâr esintisiyle titreyen Gabriela kolsuz üstlüğünü omuzlarına örttü. Gözlerini kaldırdığında ayın bulutların arasından sıyrıldığını gördü. Soğuk ışığın altında çalılar ve çiçekler de patikalara gölge oyunları yapıyordu. - Babam yorgundu. Biz döner dönmez uyumak için odasına çekildi. Kimseye fark ettirmeden evden çıkabildim. Ama belki de Altesim daha şimdiden burada oluşumdan pişmandır? - Hayır değil! Tam tersine, burada bulunuşunuzdan mutluluk duyuyorum; bu sıradışı gece buluşmasına gelerek beni onurlandırdığınız için teşekkür ederim. Gabriela, İmparatorun oğluna artık derin bakışlarla bakıyordu. Birkaç saat önce, akşam yemeğinin ardından Philippe’in kendisini aniden kenara çekip herkesin duymasını sağlamak için özellikle fazlaca yüksek sesle konuştuğu o ateşli anları yeniden yaşıyordu: “Herkül mü? Hayır Sinyorina! Gözleriniz sizi yanıltmış olmalı! Bu heykel Nessus’un bluzuyla zehirlenen yarı tanrıya değil, Chronos’a ait, ısrar ediyorum Chronos!” Ne yapacağını şaşırdığından kendisinin heykel kürsünün mermer ayaklığına kadar sürüklenmesine izin vermişti. O zaman Philippe kalabalığa sırtını verip tıpkı şu anda ay ışığında yüzünü aydınlatırcasına gülümsediği gibi etkileyici ve ışıltılı bir şekilde gülümsemişti. Ardından parmaklarını açmadan yumruğunu uzatmış ve bir pusula vermişti. Gözlerini prensin gülümsemesinden ayıramayan ve kâğıdın üzerinde daha o andan itibaren ne yazdığı merakına kapılan Gabriela hiç düşünmeden uzatılan elin içindeki pusulayı almıştı. Ve bir an elleri arkasında, orada öylece yalnız kalakalmıştı. Ardından babasıyla birlikte geri dönüş yoluna katlanmak zorunda kalmış, kuşağına sıkıştırdığı ve ateşe atılmış bir demir gibi bedenini yakan pusulayı okuma fırsatı bulamamıştı. Odasında yalnız kalana kadar beklemesi gerekmişti. 92 “Matmazel, Bu mesajın size ne denli yersiz hatta belki de terbiyesizce gelebileceğini biliyorum. Yine de bu sözcükleri yırtmayacağınıza ya da ateşe atmayacağınıza inanıyorum. Size bu satırları yazarken şu an yemek yediğimiz bu sarayın bahçelerinde gece yarısı benimle yeniden görüşmeye tenezzül edeceğinizi bilmekten başka bu dünyada daha fazla hiçbir şey istemediğimi itiraf etmek zorundayım. İnanın ki ikimizin de çıkarlarını aşan, karar alınması gereken bir konudan size bahsetmek önemle iştigal etmekte. Kabulünüz ümidiyle...” Bu satırlar, gizli kapıdan girmek için neler yapılması gerektiğini anlatan tariflerle devam ediyordu. - Lütfen oturunuz, diye yeniden söze başladı Gabriela’nın düşündüklerini bölen Avusturya Arşidükü. Bu taraftan, buralara yerleştirilmiş bir bank olduğunu hatırlıyorum, diyerek daha uzaklara götürdü Gabriela’yı. Orada daha rahat ederiz. Sanırım Sayın Leonardo da Vinci’yi tanıyorsunuz? - Evet! Evet... çok iyi tanıyorum. Babam kendisine kısa süre önce Aziz JeanBaptiste tablosu ısmarladı. Eğer burada, Milano’daysam, bu, onun yıllar önce başladığı annemin portresini tamamlayabilmesi içindir! - Aziz Jean-Baptiste mi? Bu mükemmel bir fikir. Sanırım önceki gün atölyedeki resmide gördüğüm de sizdiniz. - Siz... Siz onun atölyesinde miydiniz? - Tabii ki; prensler her zaman şatolarda yaşamaz. Ben de bazen sokaklara çıkarım! Babam Sayın Vinci’ye birincil dereceden önemli bir görev emanet etmek istedi. Burada oluşumun bir kısım sebebini de bu teşkil ediyor. Bana böylesine geç bir saatte eşlik etmenizi istediysem, bunun sebebi yarın gün doğarken Milano’yu terk etmek zorunda oluşumdur. Gitmeden evvel, Vinci’nin kişiliğini daha iyi belirlemek istedim. Biraz sarsılan Gabriela bir an düşündü. - Ne yazık! Korkarım sizi hayal kırıklığına uğratacağım! Bu akşam siz Altesin aradığı bilgileri sunabilecek bir sürü davetli vardı! - Şüphesiz! Şüphesiz! Ama dürüst olmak gerekirse Matmazel Benci, bunları sizin ağzınızdan duymak isterdim, diye devam etti Philippe sesini alçaltarak. Bu iltifat Gabriela’yı etkilemişti. - Benim de dürüst olmam gerekirse, Leonardo da Vinci için büyük bir hayranlık besliyorum. - Ben de, yeteneğine hayranım. Varlıklara ve nesnelere böylesine büyük bir hayat verme yetisi taşıyan bir ressam ile nadiren karşılaşmışımdır. Siz kendisine modellik yaparken, size hiç Kutsal İmparatorluktan bahsetti mi? 93 - Altes, sanıyorum ki Sayın Vinci ülkenize hiç de gönülden bağlı değil. Hatta ressamlarınızı kötüleyen şiddetli konuşmalarına fazlasıyla şaşırmıştım. Bundan kısa süre önce Bosch ve Dürer hakkındaki korkunç eleştirilerine şahit olmuştum. O bazen fazlasıyla yumuşak başlı olurken bazen de öylesine öfkeli oluyor ki... Arşidükün kaşlarının çatıldığını görünce Gabriela hemen konu değiştirmek istemişti. - Biraz dırdırcı olduğu doğru, ama aynı zamanda her şeye meraklı. O büyük bir bilgin. Şu sıralar insan vücudunun haritasını çıkarmakla uğraşıyor. - İnsan vücudunun mu dediniz? Ne kadar garip!, diye şaşırdı Philippe üzerinde uzunca düşünerek. - Garip mi?, diye karşı çıktı genç kız. Bana sorarsanız oldukça heyecan verici. Onun etkisiyle bütün kitapları okuyarak daha da fazla şey öğrendim. Philippe’in şaşkın ifadesi karşısında genç kız gülümsedi. - Ben tıp doktoru olmak istiyorum. Ustadan beni dostu Profesör Marco Antonio Torre’ye önermesini rica ettim. Pavie Üniversitesinde onun eğitimlerini takip etmeyi çok isterim. - Tıp doktoru mu? Bir bankerin kızı için gerçekten de tuhaf bir uğraş. - Babam gibi konuşuyorsunuz! Bunu söylediği sırada genç kız, prensin yüzünün ay ışığıyla aydınlanmasını izliyordu. Gözlerinde onu sarsan bir derinlik okuyordu. - Ben de bilimle ilgilenmek isterdim. Ama ne yazık ki durumum buna uygun değildi. Bu karşılıklı güvenden etkilenen Gabriela cevap vermeye yeltenememişti. - Belki Pavie’de ruhları da tedavi etmeyi öğrenmek zorunda kalırsınız? - Bunun sadece bir okulda öğrenilebileceğine inanıyor musunuz? - Ah! Bu doğal halinizi nasıl sevdim bir bilseniz! Bugüne kadar böylesine sade ve güzel bir genç kızla karşılaşmamıştım, diye fısıldadı prens Gabriela’nın elini öpmek için tutarken. Bu duygu Gabriela’yı şaşkına çevirmişti. - Ama siz üşüyorsunuz, diye bağırdı prens. Ne kadar de düşüncesizim! Üzerinizde sadece elbiseniz var ve vakit gece yarısını geçti. Biraz yürüyelim mi? Isınırsınız, dedi Philippe kendi ceketini çıkarıp özenle genç kadının omuzlarına bırakırken. - Teşekkürler, dedi sadece bankerin kızı; yaşadığı anı elinden geldiğince uzatmak istiyordu. Çok küçüklüğümden beri bu parkı keşfetmeyi hayal etmiştim. Beni gezdirmek ister misiniz? - Zevkle, diye yanıtladı Philippe davetlisine kolunu uzatırken. Bu gezinti boyunca Gabriela kendisini öylesine alışılmadık bir hafiflikle beşikte sallanıyormuş gibi hissediyordu ki, neredeyse hiçbir şey söylememişti. Mutluluk içinde 94 prensin kendine her ağaçlığı tasvir edişini dinliyordu. Arşidük ne kadar da çok şey biliyordu! Onun için ağaçların arasından nadir bulunan esansları topluyordu. Aynı zamanda, tıpkı üvey annesinin kendisine zamanında anlattığı gibi, komik bir şekilde Sforzaların bu bahçede başlarından geçen talihsizlikleri de anlatıyordu. - Ve bir gün, dük, sizin tam şu an bulunduğunuz yerde duruyormuş, dedi bir çalılıkla bir çiçekliğin gölgelerinin kesiştiği yeri işaret ederek. Metresinin geldiğini sandığı için yere diz çökmüş, ama gelen kâhya kadınmış! Gabriela’nın boğuk kahkahasının gürültüsü sessizliği bozmuştu. Büyülenen Philippe bu kahkahanın Milano gecesinde sönüp gitmeden önce her notasını aklında tutmaya çalışır gibiydi. - Çok geç olmalı, dedi Gabriela küçük ferforje kapının yakınına giderken. Zamanı durdurmak ne güzel olurdu! Mutluluk anları hiç bitmemeli... - Bana söz verin, dedi aniden Philippe ciddi bir ses tonuyla. - Ne konuda? - En kısa sürede yeniden görüşmemiz konusunda. - Size söz veriyorum. Hiçbir şey ve hiç kimse sizi yeniden görmeme engel olamaz, diye fısıldadı genç kadın prensin kulağına. O anda Philippe’in sıcak soluğunu yüzünde hissetti. Gabriela gözlerini kapatıp dudaklarının genç adamınkilerle birleştiği anın tadını doyasıya çıkardı. İki genç uzun dakikalar boyunca birbirlerine sarılmış şekilde öylece kalakaldılar. En sonunda prens yumuşak bir ses tonuyla sessizliği bozmuştu. - Ayrılmamız gerekiyor. - Biliyorum, diye üzüntülü bir tavırla karşılık verdi Gabriela prensin ceketini ona geri vermek için omuzlarından indirirken. Prens eliyle ceketin onda kalmasını işaret etti. - Gitmeden önce! Sözünüzü hatırlayın Gabriela! - Hiçbir şey ve hiç kimse! Size söz veriyorum, diye vurguladı Gabriela bahçe kapısına yönelirken. Genç kadın daha bahçe duvarını geçmemişti ki işittiği kuvvetli bir çığlıkla arkasına dönüp baktı. Korkmuş bir şekilde elini ağzına götürdü: üç serseri yerde yatan Philippe’in bedenini çevrelemişti. - Philippe! Philippe!, diye bağırdı atılarak. Bir dakika sonra adamlardan biri tarafından yakalanmış ve bir saman çöpünün rüzgârda havalanışı gibi yerden kaldırılmıştı. Genç kadın var gücüyle boşuna çırpınıyordu, saldırganın kolları arasından hiçbir şey onu kurtaramazdı. Adam Gabriela’nın haykırmasını engellemek için eldivenli elini kabaca ağzına kapamıştı. 95 - Elinizi çabuk tutun da bu şirreti de öldürmek zorunda kalmayayım! Kurtulmaya çabalamak için elini ayağını oynatan Gabriela diğer iki haydudun prensi bağlayıp kafasına bezden bir torba geçirdiklerini gördü. Ardından büyük olanı prensi çizmelerinden kaldırdı, küçük olan da prensin başını kavramıştı. - Küçük kapıdan çıkın, diye emir verdi hâlâ Gabriela’yı tutan adam. Atlar caddenin aşağısında. Çabuk gidin, ben gelirim! Genç kız boynuna şiddetli bir darbe yiyip bilincini kaybetmeden hemen önce imparatorun oğlunun ortadan kaybolduğunu görmüştü. Gabriela, doğan güneşi karşılayan kuşların cıvıltısıyla kendine gelmişti. Kendini bu şekilde çayırda yatar halde bulunca şaşırmıştı; yaşananlar yavaş yavaş hatırına geliyordu. Akşam yemeği, gece buluşması, uzun yürüyüş, öpüşmeleri, kaçırılma, hepsi aklında sıraya giriyordu. Ağrıyan boynunu ovuşturarak ne yapması gerektiğini düşündü. ‘Hiç kimse o gece benim onunla yalnız olduğumu bilmemeli! Yoksa imparatorun oğlunu kaçırma komplosuyla suçlanabilirim! Bunu kim yapmış olabilir?’ Dengesini toparladığında genç kız küçük ferforje kapıdan, kapıyı arkasından kapatmaya özen göstererek, çıktı ve bahçeyi terk etti. Hâlâ uyanmamış olan şehrin damları üzerinden güneş yükselirken Gabriela kuşku uyandırmadan babasının evine dönmek için acele ediyordu. Kararı kesindi: - Sözümü tutacağım: hiçbir şey ve hiç kimse onu yeniden bulmama engel olamaz! 26 Büyük Papalık Bölgesi – 25 Mart, sabah yedi suları Louis Cottard birkaç kuru dal atarak ateşi canlandırmıştı. Alevler çabucak hanın geniş salonundaki büyük şöminede yükselmeye başladı. Birkaç sene önce karısı ve beş çocuğuyla buraya yerleşen hancı, Paris’e doğru yolculuk yapanlara kiraladığı odaların geliriyle oldukça sade bir şekilde yaşıyordu. Gösterişli yapı Seine nehrinin kıyısında, Montereau yolu boyunca uzanıyordu. Nehir Cottard ailesinin günlük yemeğini karşılayacak kadar verimli bir balık avına olanak sağlıyordu. Yolculara ayrılmış olan katta sadece iki oda doluydu. Bu iyi adam önceki gün, akşamın oldukça geç saatlerinde uzun bir yolculuktan bitkin düşmüş iki Dominikan rahibini karşılamıştı. İkisi de yemek yemeye zaman ayırmamıştı. Louis Cottard onlara sadece birer bardak süt ve sırf yiyecek bir şey olsun diye birkaç ceviz çıkarmıştı. 96 Hancı yeni sağdığı sütü sıcak tutmak için tencereye boşalttığı sırada iki Dominikan rahibi aşağıya indi. - Erkencisiniz kardeşlerim! - Tanrı hizmeti zaman tanımaz, diye cevap verdi daha yaşlı olanı belirgin bir alman aksanıyla. - Haklısınız, dedi ev sahibi istavroz çıkararak. Buyurun oturun! Gördüğünüz gibi bu sabah kalabalık değiliz. Ben de tam biraz taze süt ısıtıyordum. İki rahip ateşe en yakın masaya yerleşirken Cottard da onlara esmer ekmek ve tahta bir tepsiye konmuş yuvarlak bir peynir getirdi. - Bu briyi1 tadın. Ville-Saint-Jacques’dan geliyor, bakalım nasıl bulacaksınız? Birkaç kelime mırıldandıktan sonra genç olanı istavroz çıkarıp iştahla yemeye koyulmuştu. O sırada hancı önlerine birer koca kap sıcak süt koyuyordu. - İşte! Peynirimi şereflendiriyorsunuz, dedi hancı yolcuların masasına oturmak için bir tabure çekerken. Ülkenizde her gün yeme fırsatı bulamıyorsunuzdur değil mi? Yaşlı rahip gülümsedi ve burnunu yeniden süt kabına soktu. - Söyleyin hancı, biz Louis de Beuze adında birini arıyoruz; belki siz tanıyorsunuzdur?, diye sordu genç olanı. - Louis de Beuze! Tabii ki tanıyorum. Moret kapılarının orada, Loing’in dış tarafında oturur. Demek bu şarap ona gidiyor! - Yok yok, değil, diye böldü genç rahip. Melun’daki Dominikan kardeşlerimize götürüyoruz. Başrahip Moselle şarabına bayılıyor... - ... Biz Bay de Beuze’e sadece bir haber iletecek olan elçileriz, diye devam etti yaşlı olanı. - Anlıyorum, dedi Louis Cottard alnını kaşıyarak. - Onu iyi tanıyor gibisiniz? - Buradaki herkes onu tanır! Evlerin ve toprakların dörtte üçüne sahiptir kendisi! - O kadar zengin demek? - Ne diyorsunuz, servetini İtalya seferlerinden elde etti! Bundan on sene evvel Bayard şövalyesinin yanına yerleştiğinde sadece basit bir demirciydi. Napoli’de büyük bir hazine bulduğu söyleniyor, diye ekledi hancı kendinden emin bir ifadeyle. 1 Bri (Brie): Bilinen en ünlü Fransız peyniri olma özelliği ile “peynirlerin kraliçesi” olarak ayrı bir üne sahip olan Brie, tatlı yapımında kullanılan başlıca peynirlerden biridir. Büyük tekerlekler görünümünde üretilir. Tadının en yoğun olduğu dönem peynir yüzeyinin kahverengiye dönüşmeye yaklaştığı aşamadır. Tahta bir kutu içerisinde saklanması önerilen Brie’nin, oda sıcaklığında servis edilmesi tavsiye edilir. Aromalı tadından dolayı krakerlerle servis edilir. 97 İki Dominikan rahibi duyduklarının önemini birbirlerine belli edercesine bakıştılar. Tek kelime daha etmeden yemeklerine devam ettiler. Yemek masraflarını ödedikten sonra Nicolaa Van Rosendal ve Hieronymus Bosch yeniden arabalarına binip Moret-sur-Loing’e gitmek için Seine nehri boyunca uzanan yola koyulmuşlardı. - İçimde garip bir his var, dedi dişlerinin arasından Rosendal. - Benim de, diye karşılık verdi Bosch. Beuze ve Bayard arasındaki ilişki bana hiçbir şey ifade etmiyor. Umarım onu da öldürülmüş olarak bulmayız! Rosendal kafasını salladı. Nedenini bilmese de ressamın yanında oluşu ona güven veriyordu. ‘Saatler geçtikçe onun hakkında yanılmadığıma kanaat getiriyorum’. Otoritelerin kendisine verdiği görev, yaşlı adam karşısında kendisini deneyimden yoksun hissetmesini ve yaşına rağmen taşıdığı güce hayran olmasını engellemiyordu. - Üşümediğinizden emin misiniz? Arka tarafta fazladan bir tane daha örtümüz var, dedi yol arkadaşına yumuşak bir ses tonuyla. Bosch içtenlikle gülümseyip kafasını salladı. Bir saat sonra iki adam, Seine nehrinin kıvrımlarından birine hâkim olan burnun üzerine inşa edilmiş yapının yakınlarına gelmişlerdi. Çevrelerini saran iri bekçi köpeklerinden dolayı, ısırılmak korkusuyla araçlarından inmeye cesaret edememişlerdi. Köpeklerin havlamaları ve korkan atın kişnemeleri nihayet evden üstü başı kir pas içinde olan genç bir kızın çıkmasıyla sona erdi. Kız, iki yırtıcı hayvanı bağlayıp Dominikan rahiplerini kepenkleri henüz tam açılmamış olan bir salona götürdü. Salon, zaferli zamanların anılarıyla doluydu. Duvarlarını, iki adamın da nereden geldiğini çıkaramadığı türden ganimetler süslüyordu. Kıvrık bıçaklı garip silahlar, yabancı yazılarla donatılmış panolar: her yerde, ülkelerin fatihi tarafından gerçekleştirilen seyahatlere ve yaşı dolayısıyla onu burada tutan anılara tanıklık eden eşyalar vardı. Sabır içinde geçen uzun dakikaların nihayetinde kapı açıldı. Bosch, birkaç yıl önce kendisinden İşkenceler Bahçesinin taslağını satın alan çevik centilmeni karşısında gece kıyafeti giyinen şişman bir adam olarak görünce tanımakta zorluk çekmişti. Adam sapsarı ve vücudu şişmişti. Kafasında düğümlü bir bez vardı. Donuk bakışları kendisini bitkinleştiren hastalığı belirginleştiriyordu. - Kimsiniz, benden ne istiyorsunuz?, diye sordu yırtık elbiseli kızın çektiği koltuğa yığılmış vaziyette içeri giren Louis de Beuze. Hieronymus, Louis de Beuze’ün kendisini tanımadığını fark etmişti. ‘hastalığından dolayı gözleri iyi görmüyor olsa gerek’ dedi ressam kendi kendine; böyle kimliği belirsiz kalabilmek iyiydi. Durumun çıkarını anlayan Rosendal söze başladı. 98 - İsmi saklı kalması gereken önemli bir şahsiyet tarafından gönderildik. Bu bilgili koleksiyoncu, bundan birkaç yıl önce Bois-le-Duc’ten satın alınan bir tabloya sahip olduğunuzu öğrenmiş. Louis de Beuze cevap olarak sadece kafasını eğdi; böylece Nicolaa’ya da bahsettiği konuya devam etmesini işaret etmişti. - Müvekkilimiz bu tuvali yeniden satın alabilmek için size makul bir ücret ödemeye hazır. Bu sözlerin ardından hastayı bir ürperti almıştı. - Söz konusu olan Bosch adında bir ressamın çizdiği bir taslak mı? - Aynen öyle, diye yanıtladı Nicolaa. - Boşuna gelmişsiniz! Onu elimden çıkarmak istemiyorum, diye homurdandı konuşmanın bittiğini işaret edercesine ayağa kalkan de Beuze. - En azından tabloyu görebilir miyiz?, diye sordu Bosch. - Müvekkilinizin yüklü bir ödeme yapmaktan çekinmeyeceğini mi söylüyorsunuz?, diye sordu yaşlı ve hasta adam bir anda yeniden koltuğuna oturarak. - Kesinlikle! Yoksa böylesine uzun bir yolculuğa neden çıkalım ki? - Peki, para yanınızda mı? - Müvekkilimiz bizi öylesine yüklü bir parayla yolculuğa gönderecek kadar saf değildir. Bizi sizi bulup, elinizdeki eserin gerçekten onun aradığı tablo olduğunu teyit etmemiz için görevlendirdi. - Hayır! Tekrar söylüyorum, hayır! Boşuna ısrar etmeyin. Ben satıcı değilim, diye tekrar etti de Beuze. Yine de ne yerinden kalkmış ne de konuşmanın bittiğini belirten bir işarette bulunmuştu. - En azından iletmemiz için bize bir fiyat verin, diye önerdi Bosch. Bu sizi zorlayacak bir şey değil! - Şu var ki... - Evet! - Şu var ki... Size hiçbir şey söyleyemem! Ben hasta bir adamım ve siz beni daha sabahın köründe rahatsız ediyorsunuz. Bütün bunlara kafa yoramam... - Gerçekten çok üzgünüz, dedi Nicolaa yumuşak bir ses tonuyla. İyileşmeniz için dua edeceğiz. Gün içinde daha geç bir saatte gelmemizi ister misiniz? Belki o zaman tabloyu görebiliriz? - Teşekkürler! Teşekkürler, diye karşılık verdi yaşlı adam yorgun bir tavırla. Dualarınıza gerçekten ihtiyacım var. Neredeyse hiçbir şeyi göremiyorum! Bu eziyeti haftalardır çekiyorum. Ateşle beni bitkin düşüren bu hastalıktan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum... 99 Bunları dedikten sonra adam, yükselen ateşinden dolayı terden parlayan alnını sildi. Nicolaa dizleri üzerine çöktü ve Bosch’un da aynısını yapmasını sağladı. Ellerini kavuşturup ev sahibinin iyileşmesi için dua etti. - Bu tabloyu iyi bir fiyatla elimden çıkarmaya karşı gelmezdim. Ama... dedi biraz rahatlık bulan adam aniden. - Ama?, diye araya girdi Bosch adamın biraz daha konuşmasını sağlamak için. - O tablo artık benim elimde değil! - Çalındı mı? Ne zaman?, diye sordu Nicolaa. - Kimse benden bir şey çalmadı! Ben onu Noel hediyesi olarak verdim! Yine de müvekkiliniz iyi bir ücret ödemeye hazırsa, onu mutlaka geri alabilirim... - Ne yazık ki, eğer resmin orijinal olduğunu kanıtlayamazsak bu teklifinizi kendisine iletemeyiz, diye sabırsızlandı Nicolaa. Peki, onu kime vermiştiniz? - Bunu size söyleyemem! - O zaman uzlaşma mümkün olmayacak, diye üsteledi Louis de Beuze’ün direncinin kırıldığını hisseden Bosch. - İyi düşünün Bay de Beuze. Böyle bir teklifi görmezden gelebilir misiniz? Zengin koleksiyoncumuzun fikir değiştirdiğini düşünsenize. O zaman ufak bir serveti geri çevirdiğinize üzülmez misiniz? Dinleyicisinin tereddütte olduğunu gören Van Rosendal doğru yolda ilerlediğini anlamıştı. - Size güvenebilir miyim? - Kıyafetlerimiz yeteri kadar güven vermiyor mu? - Öyle tabii, öyle! Kusuruma bakmayın, hastalıktan dolayı çok kötüledim, gerçekten kendimde değilim. O resmi büyük bir dosta hediye ettim. Her gelişinde tabloya hayran kalıyordu. Geçen senenin sonuydu. Sırf bu resmi ona vermem için yalvarmaya gelerek beni şaşırttı. Karşı koyamadım, dedi yaşlı adam çaresiz bir gülümsemeyle. - Güveniniz bizi şereflendirdi, dedi aldığı cevaptan memnun kalan Nicolaa. Bu dostun adını istesek güveninizi kötüye mi kullanmış oluruz? Belki tabloyu görmemiz için bizi ağırlamayı kabul eder? Belki söz konusu olan fiyatları anlayacaktır... - Ne yazık ki! Korkarım bu imkânsız! - Ne kadar da sır doluymuş, dedi Bosch da sakin bir tavırla. Eğer gerçek bir dostsa anlayacaktır... Belki de kendisini, sizin ne kadar istekle de olsa bu kadar bağlı olduğunuz bir tabloyu kaybettiğinizden dolayı nasıl acı çektiğinize onu inandırabiliriz... - İhtimamınız beni etkiledi, ama ne yazık ki söz konusu olan dost kendisinden böyle bir şey istenilebilecek türden bir adam değil! Yine de belki deneyebilirsiniz... 100 - Kesinlikle!, diye cevap verdi daha fazlasını bilmek isteyen Nicolaa. Louis de Beuze sırayla iki Dominikan rahibine baktı. - O tabloyu, Uzun yıllar boyunca İtalya’da yanında savaştığım ünlü Bayard şövalyesi Pierre de Terrail’a verdim. Hayatımı ona borçluyum! Onun cesareti olmasaydı Napoli’deki ilk çatışmada ölmüş olurdum! Bosch ve Rosendal bakışarak anlaşmışlardı. 27 Paris, Louvre Sarayı – 25 Mart, akşam dokuz suları Hafif bir yel suyun yüzeyini rüzgârın yönünü belli edercesine hareketlendirmiş ve Seine nehri üzerinde sessizce ilerleyerek sağ kıyıdan bölge adasını dolaşan küçük geminin beyaz yelkenini havayla doldurmuştu. Arka tarafta dümencinin yanında oturan yolcu gözünün önünden geçen yapıları inceliyordu. Üzerindeki kahverengi cekete sıkıca sarınmış ve Montereau kıvrımında, Yonne ile Seine nehirlerinin kesiştiği yerden kayığa bindiğinden beri tek kelime bile etmemişti. Arada sırada bulutların arasından sıyrılan ay ışığı, askeri kimliğini belli eden bir şekilde baldır zırhını aydınlatıyordu. Küçük gemi, Châtelet yakınlarında hızını azaltıp kıyıya yanaşmaya başladı. Kısa süre içinde Louvre’un gölgesi dalgaların üzerine yayılmıştı ve gemi çalışanlarının kendilerini koyu karanlığa gömülmüş gibi hissetmelerine yol açmıştı. Gemi rıhtıma gelip durduğunda tayfadakilerden biri gemiyi bağlamak için kıyıya sessizce atlarken diğer ikisi de yelkeni indirmek üzereydi. Yolcu, kolayca atlayıp rıhtıma uzanan basamakları çıktı. Bomboş alanda bir an bile tereddüt etmeden ilerleyip çekme köprünün yakınlarında duran nöbetçi muhafızların önünden sadece kel kafasını örten tepesi sivri başlığını indirerek geçmişti; dudaklarını kıpırdatmamıştı bile. Baş muhafız adamın uzaklaşmasını bekledikten sonra arkadaşlarına dönerek fısıldamıştı: - Bana öyle geliyor ki başkomutanımızın canı sıkkın. Kim bilir, kötü haberler vardır belki... Onun yanında duran iki asker iç çekip kötü kötü baktılar. - Dikkat edin, diye fısıldadı biri. Bayard’ın suratı asıksa onunla tartışmaya girmemek gerekir. Bu adam ölmekten korkar mı bilmem ama öldürmeye çekinmeyeceğinden eminim... 101 Kralın çalışma odasına gelen Bayard suratını renkten renge sokan öfkesini biraz olsun dizginlemişti. Yine de birbirine kenetlenmiş çene kemikleri, içinde bulunduğu gerginliği yeterince belli ediyordu. Başkomutan bekleme odasında bir süre durup derin bir soluk aldı. Ardından mantosunu ve yan tarafında asılı duran ağır kılıcını çıkarıp açık renk, tahta bir bankın üzerine koydu. O sırada kralın uşağı içeriye girdi... - Majesteleri Sayın Başkomutanı bekliyorlar, dedi eğilerek. Bayard tek kelime etmeden kapıdan içeri girdi. Uşak ağır kapıyı sessizce kapanması için bıraktı. Aslan ayağı şeklinde oyulmuş iki oturtmalık üzerine yerleştirilen beyaz taş bir tabladan oluşan çalışma masasında oturan ve kürklü, mavi bir manto giyen Fransa kralı Bayard’a hesap soran gözlerle bakıyordu. - Evet?, diye sorguladı zorlu bir tavırla. Sinirden titreyen beyaz ellerini dua eder gibi kavuşturmuştu. Bayard, kısık gözlerinde beliren parlaklık ile kralına bakmaya devam etti. - Temas kurmadık Sör, diye karşılık verdi sadece. Kral yumruğunu vurdu. - En ufak bir işaret de mi yok? - Yok. Üstelik adamlarımın bildiği bütün protokol cezalarına rağmen yine de olmadı. - Ne kadardır? - Üç gün. Ama daha kötüsü var. Kralın gözünde hafif bir endişe belirmişti. Elleri masanın taş tablasını tutuyordu. - Olabilir mi....? diye sorusunu yarım bıraktı. Bayard olumsuz cevabı belli etmek için başını eğdi. - Hayır Sör, şu noktada sizi endişelendirecek hiçbir şey yok. Kimse bizim endişelenmemizi gerektirecek bir bağlantı kurmadı. Üstelik şu Bosch’un devam ettirmekte kararlı göründüğü araştırma bana pek bir şey ifade etmiyor. Az önce Louis de Breuze ile görüştüğünü kendi gözlerimle gördüm. Kral irkildi. - Bu nasıl mümkün olabilir? Peki, ne dedi? - Bilmiyorum, saklandığımdan dolayı uzaklarında kaldım, ama vakit kaybetmeden öğreneceğim ve gözümü ressamdan ayırmayacağım. - Aslına bakılırsa şu konumda yeterince endişe edilecek şey var, diye yorum yaptı kral boşluğa bakarak. Kapıdan gelen sesler iki adamın da kapıya doğru dönmesine sebep olmuştu. 102 - Bu saatte? Kimseyi beklemiyorum, diyerek şaşkınlığını belli etti kral küçümser bir tavırla. Kapı tokmağı oynadı ve uşak kapıda göründü. - Bir güvercin, Sayın Başkomutan. Emir subayınız tarafından getirilen ve büyükelçilerin yüzüğünden taşıyan beyaz bir güvercin, dedi sağ yumruğunu uzatırken. Kaşları çatılan Bayard küçük metal kesesini aldı ve keseyi dikkatlice açmak için uşağın çıkmasını bekledi. Ardından içine sokuşturulan parşömen rulosunu alıp açtı. - Roma’dan geliyor, diye başladı. Başkomutan bağıracakken son anda kendine hâkim oldu. Değişmiş bir ses tonuyla devam etti: - Sör, durum fazlasıyla karışmışa benziyor. - Ne demek bu? Ne yazıyor?, diye sordu kral sesini titretecek kadar sinirli bir tavırla. - Habsbourgların varisi Güzel Philippe Milano’da ortadan kaybolmuş, kimliği belirsizler tarafından kaçırılmış. Gözleri fal taşı gibi olan ve ağzı açık kalan Fransa kralı şaşkına dönmüş gibiydi. Dudaklarından kelimeler dökülmeye başlamadan önce bir süre sessiz kalmıştı. - Her ne pahasına olursa olsun Bayard, her ne pahasına olursa olsun adamlarımızı bulup başlarına ne geldiğini öğrenmemiz gerekiyor. İmparatorun oğluna gelince... Bayard, XII. Louis’ye yanaşmıştı: - Sör, gözümüzden kaçan bu olaylar... Kral, başkomutana öfkeyle baktı. - Siz delirdiniz mi? Rica ederim susun! Bayard sarsılmaksızın devam etti: - Bizim işimize yarayabilir. Artık Fransa kralının kulağına konuşuyordu: - Bütün bunlar insanları daha da fazla endişelendirebilir ve Vatikan ile İmparatorluğun arasındaki güvensizliği besleyebilir. Tehdit arttıkça Papa Jules’ün korkulu tavrı da artacaktır; bu da bizim için daha iyi olacaktır. Yine de bu beklenmedik gelişmelerin ardında kimin eli olduğunu öğrenmek gerekir. Kral şüpheli bir şekilde baktı. - Belki de doğru diyorsundur Bayard. Ressamı izle ve adamlarımızı ara. Sesi daha da duyulmaz hale gelmişti. - Ama aynı zamanda dua et de o el bir insana ait olsun ve İmparatorluğa yayılan kan kokusu Kötülüğün kızgınlığını canlandırmış olmasın. Bayard tam cevap verecekti ki fikrini değiştirip başıyla saygılı bir selam vermekle yetindi. 103 Çıkarken kapıyı kapatmak için döndüğünde Fransa kralının kırmızı bir kumaşla kaplı dua iskemlesine diz çöküp titreyen ellerini garip şapkasına iliştirilmiş madalyalara götürdüğünü ve alçak sesle dua etmeye başladığını görmüştü. Başkomutan, kapıyı kapayıp topukları üzerinde dönmeden önce krala kibirli bir tavırla baktı. 28 Milano – 25 Mart, akşam saatleri Kendi çalışma odasının meşe pencere pervazına kulağını dayamış olan Salvatore Ricci içindeki endişenin arttığını hissediyordu. Gömleğinin manşetinden mendilini çıkaran Benci ailesinin Milano temsilcisi, alnında boncuk boncuk biriken teri sildikten sonra konuşmanın gidişatından endişeli bir halde tekrar eski konumuna döndü. Yirmi yıldır Lombardiya’daki Benci tezgâhını işleten bu şişman adam, birkaç gün için kendi çatısı altında böyle misafir gibi yaşama zorunluluğunun gündelik hayatta yaşadığı tasasız ve mutlu özerkliği tehdit ettiğini düşündüğünden ev sahibinin ziyaretlerini hep endişeyle karşılamıştı. Luigi Benci’nin bir önceki akşam gelişi kurallara uygun olmuştu. Yağmur altında ve soğukta, haber verildiğinden çok daha geç bir saatte gerçekleşen gelişi beklemek zorunda kalan Ricci, mecburi misafirinin gerginliğini ve keyifsizliğini daha ilk dakikalarda fark etmişti. Tüccarın getirdiği büyük, değerli ahşap kutunun düşmesi hiç de iyi olmamıştı. Yağmura, kaygan kaldırım taşına ve sakar hizmetçilere boşuna lanet yağdırmıştı; bütün akşamı sıkıcı bir sessizliğe gömülü halde geçiren Luigi Benci’nin yüzünü hiçbir şey güldürememişti. Ve işte şimdi de sevgili kızının, Milano’da günden güne daha çok büyüdüğünü fark ettiği Gabriela’nın gelişi bile babasının öfkesini dindirmeye yetmiyordu. Daha da kötüsü, kapıdan bir kısmını duyabildiği konuşmanın tonuna bakılırsa, ikisi birden başka hiçbir açıklama yapmadan onu kapıda bırakarak, bürosuna çekildiklerinden beri durum daha da ciddileşmişe benziyordu. - Düşünemiyor musun?! Aklını mı kaybettin? Ricci, Luigi Benci’nin öfkesinin patlak verdiğini duyunca irkilmişti. Endişe içinde, bundan daha da kötüsünün kapıda onları dinlerken yakalanmak olacağına karar verince, ev sahibinin muhtemel teftişine karşı, hesap defterlerini daha önceden bırakmış olduğu odaya doğru aceleyle gitti. Başı hafifçe dik, gözleri parıldayarak, solgun bir ten ve birbirine kenetlenmiş çene kemikleriyle odanın ortasında hareketsiz duran Gabriela, babasının, Milanolu temsilcisinin burgu ayaklı masasının etrafında sinirli bir şekilde hareket edişini izliyordu. 104 - Hayır, hayır ve hayır!, diye karşı çıktı gür bir sesle. Söz konusu bile değil! Buradaki işlerimi gözden geçirdikten sonra benimle Floransa’ya geri döneceksin. - Hayır. Genç kızın sakin ifadesi ve billur sesi babasını şaşkınlıkların en büyüğüne sürüklemiş gibiydi. - Hayır, diye tekrar etti genç kız bir adım öne çıkarak. Duygularını ortaya koyan tek şey burun deliklerinin hafif hareketiydi. Ellerini sıkıca kavuşturmuş, kemikleri parmaklarının baskısı altında bembeyaz gözükmüştü. - Kalıyorum. Ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Kulaklarına inanamayan Luigi Benci ne demek istediğini anlamaksızın kızına dikkatle bakıyordu. Ağzını açtı, vazgeçti, konuşmayı noktalamak istermiş gibi birkaç adım attı, tekrar döndü, yeniden tereddüt etti: - Ama minik kızım, tehlikenin farkında mısın?, diye kendini görülür biçimde zorlayarak daha yumuşak bir ses tonuyla yeniden söze başladı. Zaten bu hikâyenin şimdiye kadar... Ses tonu yine sertleşmişti. - ... Yani, şimdiye kadar zaten bunun gibi yeterince göz önünde bulundurulmamış tehlikelere girdiğini düşünmüyor musun? Sana ne oldu? Yalnız gittiğin o buluşma, o adamla, tanımadığın bir prens! Gabriela gözünü bile kırpmıyordu. Çalışma masasının üzerindeki el şamdanlarının titrek ışığı altında yanakları yeni bir kırmızılıkla parlıyordu. - Konumuz bu değil baba. Benim yapmak istediklerimden bahsediyoruz... - Yapmak zorunda olduklarından, diye düzeltti babası bezgin bir tavırla. - ... ve istediğim, silahlı adamların bir prensi Milano gibi bir şehrin ortasında neden kaçırdıklarını bilmek. - Ama Tanrı aşkına, Gabriela! Yaşlı adam ellerini havaya kaldırdıktan sonra tükenmiş bir şekilde kollarını bıraktı. - Ne sanıyorsun? Hangi çağda yaşadığımızı sanıyorsun? Cinayetler, aldatmacalar, şeytanlıklar, çöküşler... İşte bizim günlük hayatımız... Çıldırdın mı, bir şeyleri değiştirebileceğini mi sanıyorsun? Ve nasıl, hangi mucizeyle? Ve yetkilendirildiğini sandığın hangi görevle?, diye arka arkaya sordu kuşkulu bir tavırla. - Onu kurtarmak istiyorum. Luigi Benci’nin neredeyse kalbi duracaktı. - Onu kurtarmak mı?, diye zorlukla sordu. Bu duyduğum en saçma şey... Buna sen karar veremezsin... Gabriela, babasının dudaklarına elini koymak için ilerledi. 105 - Şşşt, daha fazla bir şey söylemeyin, sizi sinirlendirmek istemiyorum. İşlerinizle ilgilenin. Floransa’ya geri dönün. Bırakın yapayım. Prensle konuşmak için parka neden gittiğimi biliyorum. Bizim çevremizde dönen işlere inanmadığınızı daha iyi görüyorum. Ve burada piyonlar gibi kalıp sızlanıp hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir kaderimizin olmadığına inanmıyorum. Hareket etmek istiyorum. Luigi Benci o anda kızının, yanağını okşayan elini hissetmişti. - Ama neden?, diye yeniden sordu aşırı duygusal bir tavırla. Gabriela kızardı ve ilk defa gözlerini yere indirdi. - Yüreğimde hep doktor olma arzusunu taşıdığım ve sizin bu fikirden duyduğunuz rahatsızlıkla aynı sebepten ötürü; tutku... Luigi Benci kararsız kalmıştı, arkasını döndü. Odanın ucundaki şövalede duran tabloya doğru gözlerini kaldırarak, resimdeki göz kamaştıran ve onların kavgalarını yatıştırıcı bakışlarla izleyen genç kadına hüzünlü bir şekilde gülümsedi. - Beni çıldırtıyorsun, derken dili dolaştı. Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Buraya yalnız başına gelmene asla izin vermemem gerekirdi. Eğer annen... Sesini kontrol etmek için sözüne ara vermişti. Gabriela yumuşak bir tavırla yaklaştı. - Başka bir şey demeyin, diye yineledi. - Ama tek başına nasıl yapabilirsin? Senin için çok korkuyorum, diyerek sızlandı babası. - Korkmayın. Ben korkmuyorum. Küçük bir kızken annem bana yapılması gerekeni gösterir, bana güven verir ve beni yönlendirirdi. Ve bu sefer, ben onu içimde taşıyorum. O bana nereye gitmem gerektiğini söylüyor; bana yol gösteriyor. Tabloya doğru döndü. - Bu eserin sizin için önemini biliyorum. Ama bu resim, sizin içinizdeki, kalbinizin derinliklerindeki o sesin yaptığı gibi sizinle konuşamaz. Luigi Benci iç çekmişti. - Düşün Gabriela, dedi yeniden daha yumuşak bir tavırla. Rica ederim düşün, yarın yeniden konuşuruz. Bu delilik olacaktır... Gitmene izin veremem. Genç kızın sesi bir anda kırıcı bir tona büründü: - Hayır. Ben seçimimi yaptım, diye vurguladı. Arkasına dönüp, kapıyı açık bırakarak oradan uzaklaştı. Salvatore Ricci haberleri öğrenmeye cesaret etmeden evvel bir on dakika kadar sessizce beklemişti. Kapının eşiğine geldiğinde, karısının tablosu önünde ayakta duran Luigi Benci onun geldiğini fark etmemiş gibiydi. Ricci özenli bir şekilde kapıyı kapatıp parmaklarının ucunda gitti. 106 29 Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 26 Mart, gün ağarmadan önce Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun hükümdarı Birinci Maksim, saatler öncesinden girip oturduğu küçük şapel ile kilisenin korosunu ayıran tahta haç kollara alnını dayadı. Gözüne uyku girmeyince, içinde sadece iki halı ve Habsbourg mühürlü birkaç küçük sandalye bulunan dar ve soğuk odada, karanlığın içinde dikilip kalmıştı. Biraz vakit geçtikten sonra gece yarısı, sabah ayinlerini okumak için gelen rahibeler sessizce içeri girmişlerdi. Narin sesleri onu biraz da olsa düşüncelerinden uzaklaştırmıştı. Ama hâlâ gözüne uyku girmiyordu. Önceki akşam geç saatlerde aldığı oğlunun kaçırılma haberi, çok iyi tanıdığı ve uzun yıllar boyunca içini kemirip duran endişeleri su yüzüne çıkarmıştı. Gözlerini kapayan imparator elini kalbini üzerine götürüp soluk alış verişini yeniden kontrol etmeye çalıştı. Rahibelerin ezgileri Salve Regina1 ile yeniden yükselirken, ‘O kadar çaba, yıllardır sürdürülen o kadar çaba! O kadar fedakârlık! Görev ve güç adına unutulan aşk ve tutku... Peki bugün kimim? Papa’nın seçimimi kutsal törenle onaylamayı erteleme noktasına gelecek kadar tahtından şüpheye düşülmesine, kendisine kuşkuyla bakılmasına engel olamayan bir hükümdar, bir imparator. Öyle ki krallığımın inanç bütünlüğünden şüphelenilip, sapkınlık ve sahtekârlıkları beslemekle suçlanıyorum; hâlbuki Avrupa’nın bütün başkentlerinde din önemsenmeksizin komplolara girişiliyor... Ne kadar aptalım, çocuklarımı bile bu yolda kurban ettim...’ diye geçirdi içinden. İmparator, kendisinden sadece birkaç metre ötede, ikinci sıradaki sırtı dönük karaltıya odaklandığı sırada irkilmişti. Bu karaltının adımları, orta sahnın beyaz taş döşemeleri üzerinde neredeyse duyulamayan tıkırtılar çıkararak adeta kayıyordu. Dudaklarından bir mırıltı dökülmüştü: - Pardon. Karşısında, boynuna kadar başörtüsüyle sarılı bir baş, ilahinin dizemine uygun bir şekilde sallanıyordu. Örtü diğer rahibelerinkinden farklı değildi, ama Maksim İmparatoru biliyordu, bin tanesinin arasında bile onu tanırdı. On iki yaşında Sainte-Gertrude sörlerine2 emanet edildiğinden beri imparator belirli aralıklarla bu şapele gelip dua etmişti. Onun hatlarının olgunlaşmasını izlemiş, solgun ten rengine ve narin çehresine hayran kalmış ve onda tanıdık bir ifade aramıştı. Aradan on yıl geçmişti ve Barbara Disquis, imparatorun gayri meşru kızı olmanın cezasını çekerek, herkesten uzak, münzevi bir hayat yaşıyordu. İşlediği en büyük Salve Regina: ‘Selam sana kraliçe’ anlamına gelen bir kilise ilahisi. Sör: (fr. Sœur), Katolik mezhebinde kendini dine adayan ve manastırda yaşayan ya da dinle ilgili bir yükümlülük almayan ancak din uğruna hemşirelik, hasta bakıcılık vb. işlerde çalışan kadın. 1 2 107 cinayet, evlilik dışı ilişkisinden olan kızını sadece, varlığının ortaya çıkmasından ve bunun, Roma’ya yakınlaşmak için sürdürülen diplomatik oyunlar üzerinde olabilecek olumsuz sonuçlarından korktuğunda aklına getirmekti. Bütün bunları düşünürken, ‘Acaba bugün, bu şekilde cezalandırılmam mı isteniyor?’ diye sordu kendi kendine... Altın işlemeli mantosu artık omuzlarına daha da ağır gelir olmuştu. ‘Bu cinayetler ve şimdi de Philippe’in kaçırılması...’ Durumu tartışmak, varsayımları değerlendirmek ve bu alçaklığı yapanlar bulunduğunda yapılması gerekenlerin listesini çıkarmak için bu soğuk manastırda aceleyle toplanan danışmanlar arasından hiçbiri, konuşulması gereken –aslında hepsinin aklında olan- yegâne konuyu açmaya cesaret edememişti: Philippe bulunabilecek miydi, şayet bulunursa, ölü mü yoksa diri mi bulunacaktı? İmparator bu saatte ulakların, bütün dost başkentlere ve İmparatorluğun garnizonlarına doğru dörtnala gittiğini düşünüyordu. ‘Dünya dengesini yitirip, cehennem kapılarını açtıysa dostlar ve askerler ne işe yarar ki?’ diye düşündü yeniden. Alnı yavaşça tahtaya yaslanmıştı. Gözlerini kapadı. Derebeylerinden birinin armasına işlenmiş tek kelimeden oluşan ve uzun zamandır kendisine çok güzel ve hafif gelen özlü söz aklında belirmişti: “Umut”. Bu kelime birdenbire dayanılmaz bir yük gibi sırtına yüklenmişti. Gürültüyle başını kaldırdı. Ayin, o farkına varmadan bitmişti ve rahibeler korodan birer birer ayrılıyorlardı. Barbara’nın siyah elbisesinin, karanlıklar dünyasının kapı aralığından kayboluşunu izledi. Kendisini yeniden çevreleyen sessizlik onu tedirgin etmişti. Koro alanının vitraylarından doğan günün ilk ışıkları süzülüyordu. 30 Milano – 28 Mart, gece yarısı Gabriela göz ucuyla dolu bavullarına baktı. Bunlardan ikisi kapalı ve ailenin saltanat arabasına konmaya hazırdı. Bir an suratı asıldı. Babası, geçen akşamki konuşmalarının devamının gelmeyeceğini sanacak kadar kızını yanlış mı tanımıştı? Şu anda babasının, aralarındaki sessizliği bir kabullenmeymiş gibi yorumlayarak rahatça uyumakta olduğunu düşününce içinin derinliklerinde bir öfke hissediyordu. Genç kız kendine çok büyük gelen bir mantoyu sırtına geçirip kafasına da yün bir başlık takmıştı. Kulak kabartarak evin hâlâ sessizlik içinde olup olmadığını kontrol etti. Her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirince gülünç kılığını incelemek için bir an durdu. - Zavallı Ricci, diye mırıldandı Gabriela. Babasının vekili, dayanıksız Gabriela’nın kaçmak için, gardırobundan uygun kıyafetler çekip aldığını fark edince –ki bunun 108 olabildiğince uzun bir süre sonra olmasını diliyordu- kim bilir nasıl da ani bir korkuya kapılacaktı. Bunu düşünürken gülümsedi. Deneyimsiz elleriyle alelacele yaptığı düzeltmeler fazlasıyla büyük olan kumaş parçalarına garip, sarkık bir görünüm vermişti. ‘Neyse, önemli olan fark edilmeden geçmek’ diye düşündü Gabriela eliyle kalçalarını yoklarken. Ve elinde sadece küçük bez bir çıkınla, ayağının ucuna basarak sessiz evden servis kapısına kadar ilerledi. Kapanan kapının çıkardığı ses kalp atışlarının hafifçe hızlanmasına yol açmıştı. Babasının şaşkınlığını ve endişesini, onun gidişini geciktirmekteki ısrarını, kendisini bulmak için girişeceği aramaları düşündü; dikkatli olmalıydı... Kaşlarını çatan genç kız bu fikirleri aklından çıkarıp yeşil gözlü siyah bir kedinin dolandığı karanlık sokağa doğru süzüldü. Kaybolmaktan endişe ettiği kadar kötü kişilerle karşılaşmaktan da korkan Gabriela, henüz kimsenin olmadığı şehirde yavaş yavaş ilerliyor, ışık gördüğü yerlerden dolanıyor, bir kapı sundurmasından diğerine atlıyor ve ilerleyişine ara sıra mola veriyordu. Dişlerini sıkarak, aklını ele geçiren korku ve endişeleri kontrol etmeye çalışıyordu. Aklına sürekli aynı söz kalıbı geliyordu: “küçük çılgın, çılgın”. Adımlarını hızlandırmıştı. Kapalı bahçenin bitişiğindeki, Leonardo’nun hem yaşayıp hem çalıştığı dikdörtgenimsi evin önüne gelmişti. Hafif yüksekte duruşundan dolayı, damların üzerinden modellik seansları sırasında onu heyecanlandıran ovayı yarı karanlıkta seçebiliyordu. Ovayı sadece ayın parlaklığı soluk bir ışıkla aydınlatıyordu. Bir kez daha tereddüt etti. Kendi içinde ‘Zaten başka seçeneğim yok. Bu şehirde sadece Leonardo’yu tanıyorum ve babama verilmiş sözünün olması bana ihanet etmesine imkân vermeyecektir; neden bilmiyorum ama bundan eminim. Bana yardım edebileceğinden de eminim. Ortalıkta dönen her şeyden haberdar ve bu sırların hepsinin farkında. Hadi bakalım’ diyerek kendiyle hesaplaştıktan sonra saklandığı yerden çıkmaya yeltendi. Tam arazinin köşesindeki bahçe kapısını açan büyük anahtarı eline almıştı ki duyduğu gıcırtıyla olduğu yerde hareketsiz kaldı. Avluya bir gölge uzandı ve ince bir karaltı ses çıkarmadan Leonardo’nun evine kadar giden çapraz yola girdi. ‘Bunu duymam bir mucizeydi’ diye düşündü Gabriela. Karaltı tam karşısından geçtiği için ay bir anlığına kafasına geçirdiği başlığın yanından gözüken koyu ve bukleli saçlı genç adamın yüzünü yandan aydınlatmıştı. İnce hatları, hafif kemerli burnu, geniş göz kapakları ve uzun kirpikleri ona neredeyse kadınsı bir güzellik veriyordu. Soğuk ışığın altında Gabriela, görünen hatlarda bir zalimlik olduğunu sanmıştı. Adam canlı ve hafif adımlarla yürüyor ve genç kızın hiç beklemediği bir şekilde doğrudan ressamın kapısına ilerliyordu. Kapı tokmağını sanki gizli bir şifreyle çalarmış gibi garip 109 ritimle birçok kez üst üste çaldı. Kapı yarı açıldıktan sonra adam tek kelime etmeden içeri girmişti. Gabriela kısa bir süre daha saklandığı yerde sabrettikten sonra bahçeyi geçmeye niyetlendi. Duvarın dibinden küçük bahçe kapısına gelinceye kadar yürüdü, anahtar deliğini gıcırdatmamaya çalışarak kilidi açtı ve oradaki son günlerinde ressam ile turladığı parka girdi. Çıkınını bir zeytin ağacının dibine bıraktıktan sonra sessiz adımlarla binaya yaklaştı. Avluya açılan terasa birkaç metre uzaklıktaydı ki konuşma sesleri dikkatini çekti. Atölyede sesler yükseliyordu. Sesleri duyabiliyordu; Leonardo’nun boğuk tonunu ve tanıyamadığı ama kahverengi bukleli saçları olan genç adama ait olduğunu düşündüğü başka bir sesi daha ayırt edebilmişti. Ne yapması gerektiğinden emin olamayarak dikkatlice yürüdü. Ressamın atölyesine çıkan merdivenin ayağına geldiğinde hemen kendini ortaya çıkarmanın doğru olmayacağına karar verdi; en azından tanımadığı adamın kimliğinden emin olana kadar gizlenmeliydi. Artık konuşulanları daha iyi duyabiliyordu, kelimeleri ve cümle parçacıklarını yakalayabiliyordu. - Çok büyük bir tehlike... diye bağırıyordu Leonardo. Harekete geçmeli... Bir dakika bile kaybetmemeli. Gabriela ilk basamakları çıkıp tırabzana dayandı. - Her şey önceden hesaplandı, diye söze başladı genç adam. Bize on gün gerekli. Uzun bir süre, ama işlek yollardan uzak duracağım. Araba hazır. Dostlarımız beni bekliyor. Bir süre sessizliğin ardından Vinci yeniden konuşmaya başladı: - Bois-le-Duc’e gidişimi geciktiremem; oraya gidip bu sırrın gerçek yüzü hakkındaki önsezilerimin doğruluğunu kontrol etmem gerekiyor. Sana ne olduğunu bildireceğim. Papa senin yokluğuna şaşırmayacak mıdır? - Hayır, Papa Hazretleri, kendi odasına yapılacak freskler için fazladan taslak malzemesi almaya gittiğimi sanıyor. Bilim ve sanat koruyuculuğu eserinin zaferini sağlayan hiçbir şey onda şüphe uyandırmayacaktır... - Çok iyi. O zaman git ama dikkatli ol. Adamlarımızın bu kısımda rollerini iyi oynayacaklarını ümit ediyorum. Zaten başka seçeneğimiz yoktu. Önümüze bundan daha iyi bir fırsat çıkamazdı. Bu görev bizim büyük bir risk almamızı gerektiriyor, ama bu risk bizim tutkularımıza eş değer... Gabriela iki adamın birbirine sarıldığını anlamıştı. Çıkışa doğru yönelen adımları duyunca genç kız da alelacele daha tamamlanmamış mermer bir Herkül büstünün arkasına saklandı. Leonardo’nun sesi yeniden duyuldu: - Raffaello, sana gösterdiğim dolaylı yoldan beni mutlaka her gün haberdar et. Durum o kadar tehlikeli ki her an planlarımız için gerekli olan değişikliklere açık olmak zorundayız. İmparator beklenmedik şekillerde hareket edebiliyor ve 110 oğlunun kaçırılmasıyla doğan karmaşa, bütün Avrupa’yı etkisi altına alacak değişken bir süreci tetikleyebilir. Bunun üzerinde oynamak da bize düşüyor. Bu, bizim amacımız için ölüm kalım meselesidir. Sana o şeyi yolladığımda ne yapman gerektiğini çok iyi biliyorsun değil mi? Kısa bir süre sonra gizemli genç adam Gabriela’nın varlığından habersiz onun az ötesinden ikinci defa rüzgâr gibi geçti. Genç kız adamın kartala benzeyen profilini yeniden gördü. İnce dudaklarında tüyleri ürperten bir gülümsemenin izleri duruyordu. ‘Bu sefer eminim, bu kesinlikle Rafaello. Ama bu ne anlama geliyor ki? Peki ya imparator hakkında söyledikleri?’ diye düşündü onun giriş kapısına doğru uzaklaşmasını izlerken. Tam merdiveni gözetleyerek saklandığı yerden çıkacaktı ki ressamın dev karaltısı eşikte beliriverdi. Merdiveni zorlukla indi. Ne yapacağını şaşıran Gabriela kapana kısılmış gibiydi; ressamın bahçeye doğru yönelmeyip odalarına doğru ilerlemesi için dua ediyordu. Ressam bir an hareketsizce durdu; o an Gabriela’ya sonsuzluk kadar uzun gelmişti. Ardından, sol elini kalın kahverengi mantosundan çıkardı ve parmaklarının arasında tuttuğu altın zincirin ucunda dönen mücevheri daha iyi incelemek için kolunu kaldırdı. - Gökler ve cehennem birleşsin ki seni Venedik’e yollamak zorunda kalmayayım, dedi zincirin ucunda sallanan mücevherle konuşarak. Kısık sesle gülüyordu. Şaşkınlık çığlığı atmamaya çalışan Gabriela hissettikleri karşısında az kalsın sendeleyecekti: ressamın göz hizasında, son olarak Philippe de Habsbourg’un göğsünde gördüğü Toison d’or madalyonu sallanıyordu. 31 Roma – 30 Mart, akşam beş civarı - Hepsi burada. Papa II. Jules, sekreteri Alexandro Grimari’nin sesini duyunca irkilmişti. - Uyuyakalmışım, diye itirafta bulundu Papa Hazretleri birkaç dakika önce sessizce odasına giren çalışma arkadaşına. Neredeler? - İki büyükelçi farklı salonlardalar. Leonardo da Vinci’yi onlarla karşılaşmaması için kütüphaneye götürdüm. Bu pek de kolay olmadı, hele o acımasız Fransız askeriyle! Neyse ki sonunda hallettim. Şu anda bu küçük topluluk Papa Hazretlerinin teşrif etmesini bekliyor. Papa bu ihtiyatı beğendiğini belli etmek için kafasını salladı. Gün boyunca karşı karşıya kaldığı durumu düşünmüştü. Kendisini yeniden ön saflarda bulmuştu. Vatikan diplomasisinin kurnaz oyunlarına alışkın olan, diplomatik kıvraklıklar yapmayı iyi bilen üst rütbeli papaz II. 111 Jules, bu şekilde öne sürülmekten nefret ediyordu. Bois-le-Duc’teki cinayetlerin yarattığı korku bütün Avrupa saraylarını etkisi altına almıştı. Bu durumu, Vatikan’dan Kutsal İmparatorluğa karşı katı önlemler almasını istemek için kullanan XII. Louis yanılmamıştı. Esas amacı fazlasıyla belliydi! VIII. Henri’nin zayıf iradesinden endişe duyan Fransız, İngiltere kralını değerli bir ittifaktan yoksun bırakmak için Maksimilyen’i zayıflatmak istiyordu. Aynı zamanda Hıristiyan camiası, İmparator Maksimilyen’i topraklarında kutsal Kilise düşmanlarını barındırmakla suçlayarak reform fikirlerini savunanlara ibret olacak bir ceza verilmesini istiyordu. Diğer taraftan da İspanya’nın Katolik derebeyleri Maksimilyen’i desteklemesi için Papa’ya baskı yapıyorlardı. - İşte gönüllülükle vazgeçebileceğim bir oturum başlıyor, diye iç geçirdi Papa odanın daha iyi aydınlanması için perdeleri açan sekreterini izleyerek. Akşamüzerinin etrafı yalayan güneşi aniden odaya süzülüp Papa’nın bir an gözlerini kamaştırmış ve II. Jules’ün masasının etrafındaki sütunların üzerine yerleştirilmiş bembeyaz dört büstü ham bir ışıkla aydınlatmıştı. - Papa Hazretleri, eğer izin verirseniz... II. Jules bir baş hareketiyle onay verdi. - Bu yaşlı ressamın güvenilebilirliğinden gerçekten emin miyiz? Hakkında gerçekten korkunç şeyler anlatılıyor! Papa tek kelime etmeden ona öylesine sorgulayıcı gözlerle bakmıştı ki Grimari devam edecek cesareti bulmuştu: - Şimdiden davranışları hakkında hiçbir şey kanıtlanmadan bazı araştırmalar yapılmasına yol açtı. Aslında, edinimlerim doğruysa, Milano’daki atölyesinde, insan vücudu üzerinde en basitinin bile sorgulamalara tabi tutulabileceği deneyler yapıyor! - Bunların hepsini çok iyi biliyorum, diye iç geçirdi Papa. Yaşlı ustayı bana Maksimilyen’in eşi önerdi. Görünüşe bakılırsa, bilgilerinden dolayı Fransızlar tarafından da kabul görüp saygı duyuluyor. Üstelik Sion başpiskoposu Matthieu Schiner’in dediğine göre, bu cinayetlerin doğaüstü olup olmadığına karar verecek yeteneğe sahip olan nadir bilginlerden birisiymiş. Siz de biliyorsunuz, bu korkunçlukları tamamen aydınlatmazsak hiçbir şeyi kontrol edemeyiz. Durum kontrolden çıkmadan önce elimdeki son şans bu ressam! Kardinal cevap vermedi. II. Jules, odasında bulunan görkemli koltuğa geçmek için çalışma masasının arkasında duran iskemlesinden zorlukla kalkmıştı. Küçük bir kerevet, konumuna konuklarıyla arasındaki mesafeyi belli edecek bir yükseklik katıyordu. - Girmelerini söyleyin!, dedi sadece Papa koltuğuna yerleştikten sonra. 112 Kardinal Grimari kapıyı açıp koridorda nöbet tutan kilise muhafızlarına işaret verdi. Matthieu Schiner’in ardından II. Jules tarafından araştırma komisyonu için seçilen üyeler teker teker girdiler. Papa bir baş hareketiyle hepsini selamladı. Din adamları odanın iki yanına sıralanmışlardı; sadece aralarından en yaşlı olanı ve zorlukla yürüyeni bir tabureye oturma hakkına sahipti. Onları böyle çeşitli kıyafetlerde gören Papa her birinin dini sınıfının insanlık için neler ifade ettiğini düşündü. Estetik bir bakış açısıyla kilise kıyafetlerinin rengine hayran kalmaktan kendini engelleyemedi. - Beyler, diye söze başladı güçlü ve ciddi bir ses tonuyla. Brabant’da gerçekleşen cinayetler hakkında vardığınız sonuçları sağlamlaştırması için bugün, görevi tezlerinizi doğrulayacak ya da geçersiz kılacak nesnel kanıtlar araştırmak olan, papalığa ait bir araştırmacıyı sizlere duyurmaya karar verdim! Seçkin anlayışlı, birçok farklı alanda edinimleriyle kabul görmüş bir bilim adamı seçtim, diye ekledi Papa Hazretleri. Papa kısa bir aralık verip sekreterine doğru döndü: - Rica ederim fazla gecikmeden Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun ve Fransa Krallığı’nın aracılarını bulup getiriniz! Birkaç dakika sonra Kardinal Grimari, Bayard ve Benedikt Buchs eşliğinde geri döndü. İmparator’un elçisi kısa boyluydu. Üzerinde sade bir kıyafet vardı ve başını öne eğerek yürüyordu. Hal ve tavrı Fransa başkomutanının burnu büyük duruşuna tamamen ters düşüyordu. Fransa başkomutanı silahlarını çıkarmayı kabul etmemişti: bütün geleneklere rağmen Papa’nın karşısına yanında kılıcı ve belinde hançeri ile çıkıyordu. - Sayın Büyükelçiler, diye söze başladı papa fazla beklemeden. Sizi çağırmamın sebebi sizi kararım hakkında bilgilendirmek istememdi. Bugünden itibaren Boisle-Duc’te gerçekleşen korkunç cinayetlerin sırrını aydınlatmakla görevli papalığa ait bir araştırmacı atamış bulunmaktayım. Derebeylerinizden her birinin bu korkunçlukların sonuçları hakkında ne denli ihtiyatlı davrandıklarını biliyorum. Hepsi bilsin ki Kutsal Kilise tüm gerçekliği ortaya çıkarmaya niyetlidir! - Papa Hazretleri, burada Maksimilyen Habsbourg İmparatoru’nun sizin kararlarınıza tartışılmaz güveninin kanıtı olarak bulunmaktayım, diye ince bir sesle söze başladı Benedikt Buchs papanın karşısında selam verdikten sonra. Sizin özel görevlinizin işini kolaylaştırmak için olası bütün yollar harekete geçirilmiştir. Kendisi, Brabant’daki bütün subay komutanlarına dayanabilir ve sahip olduğumuz bulguların bütünüyle temasa geçebilir! - Çok iyi, diye yanıtladı Papa. Kutsal İmparatorluktan böyle bir destek bekliyordum. İmparator Maksimilyen’e teşekkürlerimi ve dostluk dileklerimi bildirirsiniz. II. Jules konuşmaya davet etmek için tam Bayard’a dönmüştü ki Bayard gürlemeye başladı: 113 - Ben burada Fransa kralını temsil ediyorum! Kral XII. Louis Papa Hazretlerinin bu yeni kararından mutluluk duyuyor. Kötülüğün yükselişine şahit olan topraklardaki salgının durdurulması için önlemlerin alınmasını şiddetle diliyor!, diye ekledi şövalye kötü bakışlarını zavallı Buchs’un üzerine çevirerek. - Bu bir ültimatom mu? diye sordu Papa. - Fransa Kralı sadece Papa Hazretlerine Saint-Jean Bayramından1 önce durumun gerektirdiği bütün önlemlerin yürürlüğe geçmesi isteğini tekrar ediyor. Özellikle bütün önlemlerin alınmasını söyledi, diyerek bir sırıtmayla karşılık verdi. II. Jules tepki göstermemişti. Zavallı büyükelçinin nasıl sarardığını izliyordu. ‘Demek ki Alman halkını aforoz etmek zorunda kalmamam için sadece üç ayım var. Eğer Vinci bu karmaşıklığı acilen çözmezse tam bir din savaşı başlayacak! Schiner’in haklı olduğuna inanmak gerek. Bu şeytandan başkasının işi olamaz!’ diye düşündü din hükümdarı. - Fransa kralına isteğini iyi anladığımı söyleyiniz, diye kısaca karşılık verdi II. Jules. Görüşme sona erdiğinden iki büyükelçi Papa Hazretlerini selamlamıştı. Papa devam etti: - Bununla birlikte Sayın Büyükelçiler, siz çekilmeden önce Papalık soruşturmacısının ilk konuşmasına katılmanızı istedim. Böylece söylemlerimin sadık şahitleri olabilirsiniz! Papa’nın el hareketine karşılık olarak Kardinal Grimari yan kütüphanede bekleyen ressamı getirmeye gitmişti. Birkaç dakika sonra buğday sarısı genç bir oğlanın omzuna tutunmuş olan konukla beraber geri döndü. - Sayın Vinci, her şey yolunda mı?, diye sordu bu birlikte gelişe şaşıran Papa. Leonardo Papa Hazretlerinin önünde eğildi. - Papa Hazretleri rahat olsunlar ve kusuruma bakmasınlar. Sadece biraz kalçalarım ağrıyor... Bu ağrılar beni huzurunuza çırağımla birlikte çıkmak zorunda bıraktı. - Sayın Vinci, Papalık araştırmacısı olarak göreve atandığınızı size yazılı olarak bildirdik, diyerek yeniden söze başladı din hükümdarı daha ciddi bir ses tonuyla. Yaşlı ressam yeniden eğildi. - Göreviniz bugünden itibaren başlamıştır. Kutsal Kilise adına, size Bois-le-Duc’te haftalardır gerçekleşmekte olan cinayetleri araştırıp soruşturma görevini veriyorum. Bu katliamların kaynağını bulup bana Saint-Jean bayramından evvel bir rapor sunmalısınız! Bu sözleri söylerken II. Jules fark ettirmeden Fransa büyükelçisini gözlüyordu. Bayard aynı asık ve düşman suratla Papa’ya bakıyordu. 1 Saint-Jean Bayramı: Aziz Jean-Baptiste adına 24 Haziran’da yüksek ateşler ve çiçeklerle kutlanan Katolik bayramı. 114 - Bu kâğıtlardasahip olduğumuz bütün bilgilerin bir özetini bulacaksınız, diye Papa konuşmasına devam ederken sekreteri de ressama kalın bir kâğıt tomarı uzatıyordu. Soracağınız ya da dilediğiniz bir şey var mı? Leonardo bir kez daha saygı gösterisi olarak eğildi. - Yaklaşınız Sayın Vinci diye emir verdi ayağa kalkan din hükümdarı. Papa, papalık yüzüğünün yanında taşıdığı bir yüzüğü parmağından çıkardı. Yaşlı ressamın elini alıp yüzüğü onun serçe parmağına taktı. - Bu sahip olduğunuz yetkinin simgesidir. Nerede olursanız olun Kutsal Ana Kilisemizin temsilcileri bu yüzük sayesinde makamınızı bileceklerdir. Herkesin şaşkınlığı içinde Papa, Leonardo da Vinci’yi kucaklamak için kollarının arasına aldı. - Elinizden gelenin en çabuğunu yapın ve benden hiçbir şey saklamayın, diye fısıldadı II. Jules ressamın kulağına. Avrupa’nın barışı artık size bağlı! Bu beklenmedik güven belirtisiyle gururlanan yaşlı adam son bir kez eğildi ve Lorenzo’yu arkasından ufak adımlarla yürümeye mecbur bırakarak ilerlemeye başladı. 32 Karanlıkta Yerde yığılı olan Philippe de Habsbourg bacaklarını altına kıvırmış ve kendisini fazlasıyla zorlayarak yarı doğrulmayı başarmıştı. Tekrardan, az önce kendisini uyandıran keskin gıcırtıları duydu. Sırtına kenetlenen elleri ve bağlı ayak bilekleri canını acıtıyordu. Hava sıcak ve yoğundu, ne olduğunu çıkaramadığı mide bulandırıcı bir koku vardı. Prens gözlerini iyice açmıştı, ama boşuna... İçinde bulunduğu oda tamamen karanlığa bürünmüştü. Bileklerini bağlayan zinciri parmaklarıyla tutup ilerletebildiği kadar ipi yukarı çekmeye çalışarak asıldı. Halkalar uzaklığını tahmin edemediği bir duvara sabitlendiklerini belli edercesine gerildi. Üzerinde bulunduğu yer nemliydi. - Neredeyim?, diye mırıldandı Prens. Bir kez daha hatırındakileri toparlamaya çalıştı. Gabriela’nın yüzünü yeniden gördü. Yabancılar kendisini tutmak için bir anda ortaya çıktıkları ve Gabriela tam arkasına döndüğü sırada onun yüz hatlarındaki son şaşkınlık ifadesini yeniden canlandırmak için o görüntüye odaklandı. Yeniden alçak sesle bu ismi hecelerine ayırarak tekrar etti: - Gab-ri-e-la. Gözlerinden öfke yaşları akıyordu. ‘Yeter ki ona bir şey olmamış olsun’ diye geçirdi içinden. Kafası ağırlaşmış ve düşünce akışı yavaşlamış gibiydi, yine de kendisini kaçıranların kimliğini tahmin etmesini sağlayacak başka detaylar hatırlamaya çalışıyordu. Boşuna... 115 Aklına sadece bir yere taşındığı hissi, esintisini hissettiği soğuk rüzgâr ve bu karanlık odaya atıldığından beri duyduğu korkunç çığlıklar geliyordu. Hafif bir yanık kokusu burun deliklerini doldurmuştu. Yüzünü buruşturdu. ‘Belki de ölmüşümdür’ diye düşündü. Sıcaklık artmıştı. Nereden geldiğini anlayamadığı çıtırdamalar duyuyordu. ‘Ateş, ve bu koku... Tanrım, ne eti yakılıyor böyle...’ Ne dendiğini anlamadığı o korkunç çığlıklarla kesintiye uğrayan gıcırtılar daha da duyulur hale gelmişti. ‘Bu çığlıklar, bu sıcaklık... Tanrım, bu Cehennem mi, Araf mı...’ Yakınında birinin varlığını hissedince irkildi. Kafasını çevirerek yakınında beliren yaratığın ne olduğunu umutsuzca anlamaya çabaladı. Kısık bir soluk sesi kendisine yaklaştı ve amansız bir el onu gırtlağından kavradı. Bu korkunç varlık tek kelime etmeden gırtlağına bastırıyordu. Philippe boşuna haykırmaya çabalıyordu. Korkunç yanık et kokusu artık bütün odaya yayılmıştı. Prens saldırganının hatlarını bir daha belirlemeye çalışmış ama başaramamıştı. Ardından prensin görüşü bulanıklaştı ve sert bir şekilde yere düştü. Kalleş saldırgan gırtlağını sıkmaya devam ediyordu. Nefes almak için tepinerek ağzını açtı. Gözlerinin önünde renk lekeleri beliriyor, ciğerleri yanıyordu. Kendisini yere yapıştırarak gırtlaklayan insanüstü güçlü yaratığın mide bulandırıcı nefesini suratında hissetti ve ağzı sulanır bir tavırla fısıldayan boğuk sesini işitti: - Benimsin! Ardından bilincini yitirdi. 33 Paris, Notre-Dame Katedrali avlusu – 10 Nisan, sabah on bir suları Katedral kulelerinin gölgesi hâlâ alanın büyük bir kısmını kaplıyordu. Kulelerin tepesini aşmakta geciken sabah güneşinin ışık süzmeleri sadece Seine nehrinin sularını parıldatıyordu. Tezgâhların arkasında, Bièvre kıyılarının yakınlarındaki bahçelerden gelen bostancılar, gün ağardığından beri üzerlerinde biriken yorgunluğu hissetmeye başlamışlardı. Seyyar satıcılar, su taşıyıcıları, sokak göstericileri ve masalcılarıyla artan renkli aylaklar kalabalığından, dikkat çekmek için birbirinin üstüne çıkmaya çalışarak birbirine karışan yüzlerce kişinin bağrışmalarından yoğun bir uğultu yükseliyordu. Notre-Dame’ın büyük kapısından çıkan son kilise mensupları şaşkınlık içersinde, kalabalığa girmemek için hangi yoldan ilerlemeleri gerektiğine bir anda karar veremiyorlardı. Aralarından hiçbiri, katedralin köşesini dönmeden evvelki duvarın dibinden ilerleyen karaltıya dikkat etmemişti. Üzerinde ham ipekli yünden bir manto olan kimliği belirsiz yaya, 116 cambazın attığı taklalara ve boşu boşuna kendisini çağırmaya çalışan yaygaracının elinde çevirdiği kartlara ilgi göstermeksizin, başını bir kere bile kaldırıp bakmadan son tezgâhları da geçip biraz daha ileride, bir araba kapısının ardında durmuştu. Tam oraya yerleşiyordu ki kalabalığın hareketlenmesiyle gelip geçenlerin bir kısmı onun bulunduğu sokağa dökülmeye başladı. Uzaktan, satıcıların ve sanatçıların bağrışmalarını bastıracak kadar kuvvetli bir şekilde gürleyen bir ses duyuluyordu. Herkes şaşkınlık içinde, kalabalıkta kendine yol açmaya ve parmak uçlarında yükselmeye çalışarak bu itişmenin nedenini anlamaya çalışıyordu. Sadece birkaç adım geriye çekilen gizemli yabancı hareketsizce duruyordu. - Armagedon1! Armagedon!, diye bağırıyordu biri. Sessizliğe bürünen aylaklar, katedralin kapı sundurmasından kalabalığa seslenen dağınık saçlı, gür sakallı adamın dehşet dolu bakışlarını izliyordu. Dengesiz bir şekilde ana kapının sütunlarından birine tüneyip bir melek heykelinin kanatlarına tutunan üzerinde beyaz bir gömlek, ayaklarında sandaletler olan bu adam, gözlerini havaya kaldırarak ilenmelerine devam ediyordu: - Gözlerini aç Tanrı’nın halkı! Göklerin krallığını yeryüzünde yeniden savunmanın zamanı geldi! Bir an soluk almak için durduktan sonra bu sefer doğrudan ortaya çıkışıyla afallayan aylaklara seslenerek yeniden konuşmaya başladı: - İblis kapılarımıza dayandı kardeşlerim. Şer, komşu civarlara yayılıyor ve kanımız pahasına inancımızın gücünü kanıtlama zamanımız geliyor. Tanrı der ki, beni izlemek isteyen her şeyini bırakıp adımlarıma tutunsun. Yeniden imansızla çarpışıp Hıristiyan topraklarının terk edildiği ve sapkınlar tarafından ele geçirildiği Doğuya yürüme zamanı geldi! Şerrin kapılarımızda etkisini yaymasına izin mi vereceğiz? Tanrı tarafından bize bahşedilen dünyada şeytanın kendine krallık kurmasına izin mi vereceğiz? Size söylüyorum kardeşlerim, aslında çağımızı temizlemesi için emir Fransa Krallığına verildi! Bu kutsal ve kurtarıcı görevin kolları olmak bize düşer! Yeniden ara verip konuşmasının kalabalık üzerindeki etkisini göz ucuyla ölçtü. Şaşkın yolcuların büyük bir kısmı oldukları yerde dikilip kalırken gezginler ve seyyar satıcılar usulca nehrin sağ kıyısına uzanan köprüye çekiliyorlardı. - Geçmiş zamanlarda masum azizlerin haçlı seferlerinde olduğu gibi halk yol göstersin! Tanrı der ki: Küçükler önde yürüyecek, o yüzden efendilerimize yol açalım, dinsizlerin üzerinde yürüyelim, cezalandıralım onları; güçlülerin ve 1 Armagedon: Hıristiyanlık’ta Kıyamet günü Deccal ile İsa arasında geçeceğine inanılan savaşa verilen ad; İslamiyet’te Melhame-i Kübra olarak geçer. 117 kralların bizim ardımızdan gelmek için silahlandığını ve Aziz Pierre’in kutsal öfkemizi onayladığını görmek bizi çok mesut edecektir! Artık daha sakin bir sesle ve dudaklarında beliren bir gülümsemeyle konuşuyordu. - Kardeşlerim, size söylüyorum, kutsal Paskalya bayramının ardından altmış gün geçmeden imparatorun toprakları üzerinde bayram ediyor ve ateş ve kanla yeni Armagedon’u temizliyor olacağız! Silahlara kardeşlerim, silahlara... Vaizin son kelimeleri, Hôtel-Dieu kapısından girip habersiz konuşmacıya doğru koşturan muhafız birliğinin uğultusunda eriyip gitmişti. Silahlı askerlerin yarattığı panik havası o sırada meydandan geçmekte olan insanları harekete geçirmişti. Kapı sundurmasının altında saklanan ipek mantolu adam, bölüğün bir kısmı koşarak önünden geçerken meşe kapının kanadına saklandı. Polis memurlarıyla kalabalığa seslenen adamın ayakları dibinde yarım daire şeklinde toplanan arkadaşları arasında küçük bir çarpışma başlangıcı patlak vermiş ve o karmaşaya eklenmişti. Gizemli gözlemci, polis asayişi sağlamadan önce istemeyerek olay yerinden uzaklaşıp sessizce katedralin köşesinden kayıplara karışmıştı. Maubert’e giden köprünün ayağına gelince, adam çevresinde konuşanları dinlemek için bir süre yavaşladı. - Her gün aynı şey, diyordu biri. Daha dün duydum. İki binden daha fazla dilenci Doğu ovasından Reims’e kadar uzanan bir alanda toplanmış ve İmparatorluk topraklarına yürümek için sadece bir işaret bekliyorlarmış. - Eğer doğru diyorsa ve Kıyamet Günü... diye başlamıştı bir diğeri. - Venedik’i kusturduk, devamı niye olmasın? Dedi bir üçüncüsü. - Haklı, diye karşılık verdi onların arkasında duran bir kadın. Çocukları boğazladıkları, canavar ve şeytan putlara tapındıkları söyleniyor... İpek mantolu adam yanındaki grup kendinden uzaklaştıktan sonra yürümeye devam etti. Rıhtıma geldiğinde Bièvre nehri boyunca yürüyüp dar bir sokağa saptı. Arkasına bakıp yalnız olduğundan emin olduktan sonra yüzünü saklayan başlığı indirdi. Bayard’ın küçük suratında bir sırıtma belirmişti. - Tam zamanında, diye mırıldandı. Esen yel korları iyi harlıyor. Bunların artık Papa Hazretlerinin ayaklarını ısıtmaya başlaması gerekir. 34 Bois-le-Duc – 13 Nisan, akşam sekiz suları - Haydi, haydi, acele edelim, bu beyler neredeyse kahvaltılıklarını ve çorbalarını bitirdiler. Etleri pişirmeye başlayın, şişleri daha hızlı yapın ve biraz daha ıslatın! 118 Hieronymus Bosch’un aile evinin zeminindeki devasa mutfakta her yöne koşuşturan ressamın karısı Aleit Van der Mervenne, Notre-Dame kardeşliğinin yıllık yemeği için hazırlık yapan aşçıları sesi ve hareketleriyle teşvik ediyordu. - Haydi, çabuk olun, bu beyleri bekletmeyelim. Ve şarap, şarap götürün! Ellerini önlüğüne silen evin hanımı, hâlâ ocakta pişen domuz yavrularına endişe içinde son bir kez göz attıktan sonra elinde iki küçük testi şarap taşıyan bir kadınla çarpışmaktan son anda kurtularak mutfaktan çıktı. Kapının eşiğinde ortamın ne durumda olduğunu anlamak için durdu. Mobilyalardan arındırılmış büyük salonu kaplayan U şeklindeki masanın etrafında, ikisi Hieronymus Bosch’un tipik imzasını taşıyan üç büyük tablonun altında, hepsi yanındakiyle konuşurken bir yandan da önlerindeki yemeği sömüren rahip meclisinin yüz kırk üyesi hallerinden memnun görünüyordu. Davetlilerin üzerilerindeki şatafatlı kıyafetlerin renklerine keskin ve cezbeden baharat kokularının bezediği canlı tonlardaki yemekler eşlik ediyordu. Aleit derin bir soluk aldı. Kocasının tereddütlerine karşın, son haftalarda meydana gelen olaylara rağmen 1318’de başlatılan geleneksel akşam yemeği toplantısının ertelenmemesi için o kadar diretmişti ki... Bakışlarını Hieronymus’a çevirdi. Ressam arkadaşları Alart Duhamel ve Adrien Van Wesel ile birlikte masanın merkezinde oturuyor ve memnun gözüküyordu. Aleit’in içi rahatlamıştı. Gözlerini bir saniyeliğine kapamıştı ki, yakınında birinin sessiz varlığını hissedince irkilerek yeniden açtı. - Beyefendi’yi istiyorlar bayan, diye bilgilendirdi saygılı bir şekilde hizmetçi kız. Endişe yeniden ressamın karısının içini kaplamaya başlamıştı; kalbinin sıkıştığını hissediyordu. Tam da her şey daha iyiye gideceğe benziyorken! Bu saatte kim olabilirdi? Bois-le-Duc’teki herkes bu akşam kardeşliğin toplantısı olacağını bilmiyor muydu? Bu toplantıyı kim bölmeye cüret ederdi? Bakışlarıyla hizmetçi kızı sorgulamıştı. - Muhafız takımı eşliğinde gelen bir adam... Yabancı bir aksanı var, dedi kızararak. Adını bilmiyorum ama acil olduğunu söyledi. Bir de... - Bir de ne?, diye fısıldadı Aleit onu kapıya doğru götürerek. - Arabası... Arabasında Papalık arması var! Leonardo da Vinci, yemek teklifini reddettikten sonra kendisine ikram edilen çorbayı minik yudumlarla içerken hâlâ büyük atölyenin ortasındaki şövalede duran Aziz Antoine’ın İğvası1 tablosunu seyre dalmışa benziyordu. 1 Aziz Antonius’un Baştan çıkarılışı: Eserin orijinal ismi La Tentation de Saint Antoine’dır; 3. ve 4. yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilen Aziz Antoine’ın Yemen çöllerinde şeytanın yoldan çıkarmalarına karşı uzun süreli ve acılı direnmelerini canlandıran Hieronymus Bosch tarafından yapılan üçlemenin adı. 119 İçeri giren Hieronymus’un ayak sesleri arkasına dönmesine sebep oldu. - Sizi beklettiğim için binlerce kez özür dilerim değerli Usta, ama kimse geldiğinizi bana söylemedi. Şaşırdım... - Benim nasılsa, diye böldü Leonardo. Sizin karşılamanızdan çok daha uygunsuz olan bu ani ziyaret için üzgünüm. - Bu yıl için ev sahibi seçildiğim, şehrimizin bir geleneği olan Notre-Dame kardeşliğinin yıllık yemeği vardı, diye özür dileyen bir tavırla açıkladı Bosch. Vinci başını salladı. - Meziyetlerinizi fazlasıyla doğrulayan bir onur, diye karşılık verdi karışık bir gülümsemeyle. Sizi misafirlerinizden uzun süre ayırmak istemezdim, ama anlıyorsunuz ya, görevimin gerektirdiği aciliyet dolayısıyla ısrar etmek zorunda kaldım. Mantosunu bırakıp Bosch’un gösterdiği koltuğa yüzünü buruşturarak yerleştiği sırada Bosch da şaşmaz zayıf hatlarıyla, her zamanki iskemlesine oturuyordu. Leonardo üzüntüyle bacağını göstererek gülümsedi: - Yol... Ve özellikle ne yazık ki hızla geçen zaman... Sizinle ne kadardır görüşmedik? On yıl mı? Bosch reddedercesine kafasını salladı: - Neredeyse yirmi... 1493’te Venedik’te görüşmüştük. Albrecht Dürer ile seyahat ediyordum. Sizinle önce Bellini’nin atölyesinde, ardından da hafızam beni yanıltmıyorsa Kardinal Grimari’nin evinde karşılaşmıştık. Leonardo gülümsedi: - Hafızanız mükemmel. Şüphesiz benimkinden çok daha iyidir. Yaşlanıyorum değerli Usta, daha şimdiden yaşlı bir adam oldum. Bosch buna itiraz etmek için harekette bulunacaktı ki Leonardo ona lafını bölmemesini işaret etti. - 1493’te elimdeki imkânların bolluğu içindeydim. Başladığım önemli eserler çoktan tamamlanmıştı. Ve sizin için en güzel dönem daha yeni başlıyordu. Öne doğru eğilip samimi bir ses tonuyla devam etti: - İmparator’un oğlunun size ısmarladığı üçlemeyi gördüm, Tanrı onu korusun, dedi istavroz çıkararak. Bir başyapıt. Ve Kardinal Grimari’nin sizden satın aldığı tablolar da dikkate değer... O yıllar sizin için, benim için olduğundan daha çok verimliydi değerli Usta. Neyse, konumuz bu değil. Bir süre iki ressam da sessizlik içinde bakıştılar. - Papa Hazretleri, benden son haftalarda şehrinizi ve İmparatorluğun topraklarını lekeleyen olayların içeriğini aydınlatmamı isteyerek beni onurlandırdı, diye daha canlı bir ses tonunda yeniden söze başladı Leonardo. Yeteneğimin sınırlı olduğunu 120 söyleyerek itiraz ettim fakat Papa Hazretleri, nasıl diyeyim, itiraz kabul etmedi. Ben de – bana yardımcı olabilecek kişilerin arasından – burada neler olduğunu öğrenmek için sizi dinlemeye geldim. Bakışları, sessizliğini bozmayan Bosch’a odaklanmıştı. - Bu görevden haberdarım, diye söze başladı en sonunda. En azından amacından. Ve hayatımızın sükûnetini fazlasıyla zedeleyen bu korkunç hikâyeleri aydınlatmaya yardım edebilecek her şey gibi bundan da mutluluk duyuyorum. Kendi hayatımdan daha ziyade şehirdeki insanların hayatından bahsediyorum. Ama size tam olarak nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum... Leonardo koltuğunda toparlandı. - Size kurnazlık taslamaya çalışmayacağım değerli Usta, dedi iğneleyici bir tavırla. Bois-le-Duc piskoposu tarafından gönderilen dosyadaki parçalardan haberdarım. Olayların resimleri, cesetlerin taslakları ve çok açıklayıcı tutanaklar var. Belki resme az duyarlı, bu işi fazla bilmeyen insanlar neyin söz konusu olduğunu hemen fark etmemiş olabilirler. Benim açımdan, hafızam pek iyi olmasa da, gördüğüm tuval ve taslakları hâlâ hatırlayabilecek durumdayım. Ve Kardinal Grimari’nin evinde bana gösterdiğiniz o eskizleri çok iyi hatırlıyorum. Hani şu başlayıp da sonradan daha klasik bir konu seçerek yarım bıraktığınız tablonun eskizleri... O eskizlere “kuru ot arabası” adını takmıştınız; açgözlülüğün etkisi altında sonu, ahiret mutluluğunu unutup cehennemde yanma noktasına gelene kadar bir kuru ot arabasına gözlerini dikmeye varabilecek insan ahmaklığıyla ilgiliydi. Bir üçlemeydi, değil mi? Bosch yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. - Evet, bir üçlemeydi, ama hiçbir zaman bitirmedim. - Bunu biliyorum, diye karşılık verdi Leonardo. Ve bu yüzden böyle benzerliklerin nasıl mümkün olabildiğini soruyorum kendi kendime. İşte size sorduğum şey de bu; sizin yardımınızın benim en değerli desteğim olabileceği apaçık ortada. Bosch rahatsızlığını belli etmemek için dudaklarını sıkmıştı. Rosendal’ın sözleri kulağında çınlıyordu. Fransa’ya yaptıkları gizli yolculuklarının dönüşünde ve imparatorun oğlunun ortadan kayboluşuyla ilgili haberi büyük bir korkuyla öğrendiği sırada yol arkadaşı onu uyarmıştı: “Hiçbir şey demeyin. Kimseye. Papa’ya bile. Bu araştırmayı kendi kendimize sürdürmek zorundayız. Bütün bunlardan üçüncü bir kişiye bahsetmemiz, bu komplo ile bizi ortadan kaldırmayı hedefleyen kişilerden saklanabileceğimizin garantisi olmayacaktır. Kendimizi aslanın ağzına atmamalıyız!” Bosch bu fikri onaylamıştı. - Usta... Leonardo’nun yumuşak sesi Bosch’un kendine gelmesini sağlamıştı. İtalyan ressamın ayağa kalktığını fark etti. 121 - Sizi misafirlerinizden daha fazla ayrı tutarsam küstahlık etmiş olacağım. Ve size itiraf etmeliyim ki yolculuk beni yorgun düşürdü. Bu konuşmaya daha sonra da devam ederiz. Daha sonra, ama en kısa zamanda, diye düzeltti. Bizi meşgul etmekte olan konu zamanımızı kısıtlıyor. Telafisi mümkün olmayan sonuçlar gerçekleşmeden önce bu işe bir düzen vermeliyiz. Yemeğe katılmayı reddeden Leonardo yüksek rütbelilerin kendisini davet ettiği biraz ötedeki Sainte-Gertrude Manastırına gitmek için arabasına binmişti. Kapıyı kapadıktan sonra Hieronymus Bosch bir süre kapının önünde düşüncelere daldı. Endişelenen Aleit küçük adımlarla ona yaklaşmıştı. - Her şey yolunda mı?, diye sordu gergin bir tavırla elini sıkarak. Bosch başını evet manasında salladı. Ardından önce yemek salonuna doğru yönelip sonra yeniden geri döndü. - Nicolaa Van Rosendal’a haber ver. Onu görmem gerekiyor. Acilen... 35 Innsbruck, İmparatorluk sarayı – 14 Nisan, Öğleden sonra saat üç suları Altın kaplamalarla süslü müzik salonunun ortasında oturan İmparator, genç İngiltere kralı VIII. Henri ve eşi Catherine’i kabul etmeden önce yalnız kalmak istediğini belirtmişti; her zamankinden daha yorgun görünüyordu ve bembeyaz kesilmişti. ‘Ne istiyor? Ona ne diyebileceğim? Bu ziyaret hiç de iyi bir zamana denk düşmedi!’ diye düşünüyordu Maksimilyen. Kapı dikkatlice açıldı ve kapının aralığından Blanche’ın çehresi göründü. - Rahatsız edebilir miyim?, diye alçak sesle sordu imparatorun eşi parmak uçlarında içeri girerken. Konuklarımızın sarayın kapısından geçtikleri duyuruldu. - Bu kadar erken mi!, diyerek şaşırdı yaşlı adam ayağa kalkarken. Göğsünde incelikle düğümlenen dantel korseyle tamamlanmış gece mavisi renkte göz kamaştırıcı bir elbise giyinen Blanche saçlarını geriye doğru toplamıştı. Bu sıkı saç modeli garip bir şekilde suratına daha da yumuşaklık katıyordu. Maksimilyen’e yaklaşıp sevecen bir tavırla yanağını okşadı. - Endişeli görünüyorsunuz. Bu ziyaretin sizi üzdüğü hissine kapıldım. İngiltere kralı bizim müttefikimiz değil mi? Bu atılgan ve tutkulu genç adam hakkında çok iyi konuşulduğunu duymuştum! - Ama ben ona Philippe hakkında ne diyeceğim? 122 - Gerçeği! Ona gerçeği söylemelisiniz! Zaten şüphesiz kendisi çoktan bu konuda bilgilendirilmiştir. İngiltere Krallığı hafiyeleri Avrupa’nınkilerden çok daha iyiler. İmparator üzüntü içinde başını önüne eğdi. VIII. Henri’ye karşı Blanche’ın duyduğu kadar hayranlık duymuyordu. Aslında İmparator Maksimilyen bir yıl önce babasının ölümünün ardından tahta çıkan bu genç kralı pek de iyi tanımıyordu, ama onda savaşa fazlasıyla aç olduğu izlenimini uyandırmıştı. İmparatorluk askerlerinin koridorda aniden duyulan koşum takımlarının şakırtıları, İngilizlerin gelişinin yaklaştığını bildiriyordu. İki soylu delikanlı müzik salonunun çift kanatlı kapısını açarlarken İmparator Maksimilyen ve Blanche da gerektiği gibi ziyaretçilerini karşılamak için ayağa kalkmışlardı. VIII. Henri gülümseyerek içeri girdi. İmparator, hükümdarın gençliğine ve güzelliğine hayran kalmıştı. - Sizi görmekten mutluluk duydum kuzenim, dedi Maksimilyen VIII. Henri’nin hâlâ eldivenli ellerini ellerinin arasına alırken. - Aynı mutluluğu paylaşıyoruz Majesteleri! Kraliçe ve ben sizinle görüşmek için acele ediyorduk, diye hızla yanıtladı VIII. Henri. İmparator Maksimilyen, kraliçenin derin reveransına karşılık olarak selam verirken genç kadını inceliyordu. Duruşundaki aşırı ılımlılıktan etkilenmişti. Kömür siyahı gözleri Akdeniz kökenini ele veriyor ve yüzüne parlak bir aydınlık katıyordu. Oğlunun çektiği evlilik sıkıntılarını düşünerek ‘ne kadar da uyumlular’ diye geçirdi içinden İmparator. - Ziyaretiniz Kutsal İmparatorluğun en kederli dönemine denk geldi, diye iç geçirdi İmparator İngiliz hükümdarı imparatorluk armasıyla işlenen koltukların olduğu kerevete doğru götürürken. Daha geride, iki hükümdarın bekleme odasına çekilen eşleri, onların neler konuştuklarını tahmin ederek uzaklaşmalarını izliyorlardı. - Bu konu hakkında bazı söylentiler duydum, diye karşılık verdi VIII. Henri acılı bir ses tonuyla. Zaten burada oluşumun en önemli sebebi de bu. Size hislerimi bildirmek istedim. Roma’daki büyükelçim vasıtasıyla şu cinayetlerin gizemini ortadan kaldırmakla görevli olacak bir Papalık araştırmacısının tayinini kabul ettiğinizi öğrendim. Yine de, size karşı dürüst olmam gerekirse bu görevin olası başarısı hakkında kuşkularım var! - Bana kanıt olarak sunabileceğiniz... - Şu ana kadar kesin hiçbir şey yok, ama sağlam kuşkular var, diye İmparatorun sözünü böldü kral kendinden emin bir ses tonuyla. Önsezilerim Fransa Kraliyeti tarafından yönetilen bir dalaverenin söz konusu olduğunu söylüyor! 123 ‘İşte buyurun! Bu kadar basit! Daha sonrasında Fransa Krallığı’na ayak basma arzularını daha haklı göstermek için Brabant’da geçen olayları basitçe menfaatine uygun kullanmaya çalışmıyor mu?’ - Paris’te artık İmparatorluğun bütün öznelerine karşı resmi olarak aforoz isteminde bulunulduğunu biliyor muydunuz?, diye araya girdi Blanche. Kısa bir süre önce Roma’da Papa ile şahsen görüştüm. Vatikan en saçma söylentilerle çalkalanıyor. Fransa hakkındaki önsezilerim sizinkiyle tamamen aynıdır Majesteleri. - Kısa bir süre sonra Vinci’yi de ağırlamam gerekecek, diye yeniden söze başladı Maksimilyen. Ben kendi açımdan gerçekliği ortaya çıkarmaktan vazgeçmedim. Bu kötülüklerin üzerine düşen ışık geçirmez örtüyü hâlâ onun kaldıracağını ümit ediyorum. Biliyorsunuz sevgili kuzenim, Bois-le-Duc’e bizzat gittim. Orada gördüklerim beni gerçekten dehşete düşürdü. Bütün bunların bir dış güç tarafından yönetilebildiğine inanmakta zorluk çekiyorum! - Bosch hakkında düşündünüz mü? İmparator bu ismi duyar duymaz irkildi. - Yine bana iletilen bilgilere göre bu ressamın adı varsayımlarda oldukça geçeceğe benziyor. Bu kötülüklerin belirtisi olabilecek tablo veya resimlerden bile bahsediliyor! - Bu düşünülemez!, diye karşı çıktı İmparator Maksimilyen. Romatizmadan dolayı hareket edemez halde olan bir yaşlı nasıl böylesine bir korkunçluğun kaynağı olabilir? Onunla görüştüm, deli değil! O tablolar onu fazlasıyla potansiyel suçlu gibi gösteriyor... bir de zaten, söyler misiniz, neden böyle bir şey yapmış olsun? - Anlıyorsunuz ya, Bosch’a olan inancınıza katılıyorum, diye hâlâ yumuşak bir ses tonuyla söze devam etti VIII. Henri. Her şey onu suçlu konumunda bırakıyor; seçilen şehir, tuvallerine uygunluk... Bütün bunlar apaçık ortada. Sadece örgütlenmiş bir güç böyle bir dalavereyi etkili bir şekilde yönetebilir... Böylece benim varsayımıma geri dönüyoruz. Maksimilyen, eşinin bir baş hareketiyle İngiltere kralının fikrini onayladığını gördü. - Yine de... diye söze başladı İmparator. - Yine de? - Bazı din adamları, özellikle de Papa Hazretlerine en yakın olanları doğaüstü kötülüklerin bu işin içinde olduğuna inanıyor gibiler. Başka açıklanması mümkün olmayan olaylar da XII. Louis hakkındaki bu suçlamanızı desteklemeyişime sebeptir. Tabii ki bu durumu kendi çıkarına kullandığı gün gibi ortada ama ben yine de kendi kendime ciddiyetle soruyorum: Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu acaba şerrin saldırısına uğruyor olamaz mı? 124 VIII. Henri önce kahkahalarla gülmüş, ardından, İmparatorun gayet ciddi olduğunu anlayınca bir anda susmuştu. - Şeytan mı?! Bois-le-Duc’teki katliamların sebebi Şeytan, ha! Siz bu fikre inanıyor musunuz? - Oldukça gençsiniz kuzenim, diye karşılık verdi Maksimilyen üzüntülü bir tavırla. Ben yaşlı bir adamım, o kadar fazla şey gördüm ki! Gerçek nedenleri mantık sınırlarından uzak o kadar fazla kanlı çatışmalara şahit oldum ki! Nice bana benzerlerin cesetleri önünde ağladım. İnanın bana, dünyanın üzerindeki tiyatro sahnesinde İyilik ve Kötülük arasında bitmek bilmeyen bir savaş oynanıyor, diye devam etti İmparator bezgin bir ses tonuyla. Sizin gibi ben de Tanrı’ya inanıyorum. Halkımın ve ailemin korumasını sağlamak için her gün O’na dua ediyorum. Bütün bunlar varken nasıl olur da şerrin varlığını inkâr edebilirim? VIII. Henri ne cevap vereceğini bilememişti. İki hükümdar eşi arasında muhabbet koyulaşırken Maksimilyen, VIII. Henri’ye yaklaşmak için eğildi. - Kuzenim, sizden Fransa Krallığı’na karşı tam bir ihtiyat isteyebilir miyim?, diye eşlerine duyurmadan çok alçak bir sesle sordu İmparator. Genç İngiltere kralı başıyla onayladı. - Açık olmak gerekirse, Brabant’daki olayların hemen ardından benim için çok daha korkunç başka bir üzüntü geldi ve bu beni daha da tedbirli davranmaya zorluyor, diye devam etti yaşlı adam. - Bahsetmek istediğiniz nedir?, diye sordu bu güven belirtisine açıkça şaşırdığını belli eden VIII. Henri. - Benim sevgili oğlum Philippe ortadan kayboldu... - Nasıl yani kayboldu? - Bundan üç hafta evvel Philippe, Leonardo da Vinci ile görüşmek için Milano’ya gitti. İmparatoriçe’nin amcası tarafından Sforza Sarayı’nda verilen akşam yemeğinin ardından odasına çekilmiş. Sabah gün ağrırken şehri terk edip benim yanıma, Bois-le-Duc’e dönecekti. Sabah ilk horoz öttüğünde muhafız komutanı kendisini göremeyince odasının kapısını zorlayarak içeri girmiş. Oda boşmuş! Yatağa bile dokunulmamış. Philippe buharlaşır gibi ortadan kaybolmuş! O zamandan beri kendisinden hiçbir haber alamadık. O 23 Mart gecesinde ne olmuş olabileceği hakkında da hiçbir fikir yok! - Ama sonuçta... Öylece ortadan kaybolunmaz ki! Kaçırılmış! - Benim de ilk aklıma gelen buydu. Ama bu mümkün değil. Odası sarayın en üst katlarından birindeydi. Onu kaçırmış olan olası kişiler ancak kapıdan içeri girerek 125 onu ele geçirmiş olabilirler. Hâlbuki size söyledim, oda anahtarla kilitliymiş. Philippe, zavallı eşinin geceleri aniden içeri girmesinden korunmak için uzun zaman önce böyle bir alışkanlık edinmişti. Komutan kendinden emin. Ona odasının kapısına dek eşlik etmiş ve ona iyi geceler diledikten sonra içeriden kapının kilitlendiğini duymuş. Gün ağarırken kapı hâlâ kilitliymiş. Saraydaki mükemmel güvenlik önlemlerine inanacak olursak oğlum bu şekilde karşı koymadan nasıl kaçırılmış olabilir? O akşam üzerinde olanlar hariç bütün giysilerini bulduk! - Peki ya oğlunuz, muhafız farkına varmadan dışarı çıktıysa?, diye sordu daha da şaşıran VIII. Henri. - Saat oldukça geçmiş ve Philippe ertesi sabah mümkün olduğu kadar erken yola çıkabilmek için kendisi yatmak istemiş. Neden yatağına bile girmeden yeniden çıkmış olabilir ki? Tahmin edersiniz ki saray ve çevresi boşu boşuna tekrar tekrar arandı. Hiçbir zorlanma yok. Hiçbir şiddet izi yok. Üstelik eğer herhangi ustaca düzenlenmiş bir dalavereyle kaçırılmış olsaydı bile onu kaçıranlar çoktan fidye istemek için kendilerini bana belli etmiş olurlardı! Kısa bir süre sessizliğin ardından İmparator kısık sesle konuşmaya devam etti: - Umarım artık endişemi ve ihtiyatlı davranışımı daha iyi anlamışsınızdır. Philippe’i ufacık da olsa bulma ihtimalimiz varsa bu ihtimali tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamalıyız! Anlıyorsunuz değil mi kuzenim, hiçbir şey! Ben tesadüflere inanmam. Sayarsanız Philippe’in ortadan kaybolmasının, Bois-Le-Duc’teki ilk katliamdan altmış altı gün sonra gerçekleştiğini göreceksiniz! Altmış altı; yani Brabant’da işkence çekenlerin bedenlerinde bulunan uğursuz sayı! Şu durumda nasıl bir işaret görmeyeyim? Maksimilyen’in saklamadığı kederden etkilenen VIII. Henri duygularını belli etmek için yaşlı adamın ellerini tuttu. - İngiltere’nin oğlunuzu bulmak için şu andan itibaren her şeyi yapacağından emin olabilirsiniz kuzenim. Aynı zamanda bunların aramızda kalacağına da güvenebilirsiniz. İmparator üzgün bir şekilde gülümsedi. Bu şevk dolu genç adama güvenmeye başlıyordu. - Bu akşam bunları konuşuruz dilerseniz?, dedi kısık sesle. Ardından daha kuvvetli bir ses tonuyla hâlâ aralarında konuşan iki hükümdar eşine dönerek: - Haydi bayanlar, gelenekler Majestelerinin şerefine verilen akşam yemeğinden önce İngiltere soylularını selamlamamızı gerektiriyor, dedi Ayağa kalkarken, VIII. Henri sendelememesi için doğal bir şekilde elini uzatmıştı. 126 36 Venedik – 14 Nisan, öğleden sonra dört suları Gabriela derin derin nefes alıyordu. Genç kız az kalsın ucuna atladığı kayıktan düşeyazmıştı. Geriye, diğerlerinden biraz daha uzağa oturmuştu. Uzakta, Dukaların Şehri ufukta belirirken artık kafasını toparlayabiliyordu. Denizin üzerindeki pusun arasından görünen bütünlükten artık aşıboyalı dış cepheler ve onların önünde yer alan, küçük gemilerin olduğu yolu süsleyen canlı renklerle boyanmış kazıklar ortaya çıkıyordu. Gabriela, biraz daha uzakta kiliselerin çanlarını görebiliyordu. Denizçulluğunda çoğunluğu siyah kıyafetli adamlardan oluşan yaklaşık yirmi kişi vardı. Deniz yolculuğundaki insanları inceleyerek, ‘Kesinlikle tüccarlardır’ diye geçirdi aklından genç kadın. Serin deniz havası ona iyi gelmişti. Orada bulunmaktan neredeyse mutluluk duyacaktı. Oturduğu yer şans eseri günün son güneş ışınlarından yararlanmasına olanak veriyordu. Denizcilerin kürek ritimlerine uygun bir şekilde kendini sallanmaya bırakmıştı. Gabriela, Milano’dan ayrıldığından beri geçen on yedi günü düşündü. Geminin ön tarafında uyumakta olan vücut hatları ince, gençten adamı uzaktan izlerken ‘Az kalsın kaç defa kaybedecektim onu!’ diye düşündü. Kırlardan buraya, Venedik’in kapılarına kadar onu sürükleyen koşuşturmacalı takibi hatırladı. Uzaklardaki Venedik damlarına bakarken tüm kalbiyle Philippe’i yeniden bulmayı ümit ediyordu. O trajik 23 Mart gecesinden beri görüntüsü gözünün önünden gitmeyen, birkaç saat içinde kendini kaybedercesine âşık olduğu Philippe’i... Aklına sürekli Leonardo’nun atölyesinde kesitlerini duyarak şaşırdığı konuşma geliyordu. Yaşlı ustanın elleri arasında sallanan, prensin Toison d’or madalyasının belirgin görüntüsü onu Rafaello’nun izini bırakmaması gerektiğine inandırmıştı. Genç ressamı hem kaybetmeden hem de ona yakalanmadan takip etmek pek de kolay olmamıştı. Bazen bir adam bazen de basit bir köylü kızı kılığına giren Gabriela, kendisi ile sevdiği arasındaki tek bağı elinden kaçırmamak için ne hilelere başvurmuştu. Rafaello’nun beş gün boyunca hiç dışarı çıkmamak üzere yerleştiği hanın yakınlarındaki tahıl ambarında bir dilenci gibi geçirdiği gecelerin dondurucu soğuğunu üzüntüyle hatırladı. Gabriela, Leonardo’nun yollamasına rağmen, genç ressamı doğrudan Venedik’e gitmemeye iten nedenleri hâlâ anlamıyordu. Rafaello az önce uyanmıştı. Kıpırdamadan, sadece tutulan kolunu öne doğru uzatarak, keskin ve endişeli bakışlarıyla, göz ucuyla diğer yolcuları incelemeye koyulmuştu. Temkinli olmak için genç kadın, başını çevirerek Piza kulesi ile eş zamanda ufukta beliren deniz gümrüğünün seyrine dalmış gibi yaptı. 127 Bir önceki gece yanlarında kaldığı Dominikan rahibelerinin manastırından arakladığı dini bir kıyafet giymişti. Yüzünü çevreleyen sıkı başlık ona oldukça ciddi bir ifade vermişti. Bu rüküş kıyafet içinde Gabriela olduğundan iki kat daha yaşlı görünüyordu. Kısa bir süre sonra gemi Dukalar şehrine yanaşmıştı. Gabriela Arsenal rıhtımından yere ayak bastı. Batmak üzere olan güneş burada inen yolculara sıradışı bir manzara sunuyordu. Günün bu saatinde lagüne bakan bina cepheleri adeta kızıl bir ateşle yanıyordu. Gabriela ressamın izini kaybetmekten o kadar endişe ediyordu ki bu manzaranın tadını çıkarmaya fırsat bulamamıştı. Makul bir mesafeden yürüyerek onu takip ediyor bununla birlikte iskeleden beri genç adamın dikkatini çekmemeye de özen gösteriyordu. Dini kıyafetinin, birkaç eşyasını koyduğu çıkınının ve erkek çocuğu gibi duruşunun, onu şehirdeki sürüyle manastırdan birini ziyarete gelmiş bir rahibe gibi gösterdiği doğruydu. Rafaello buraları çok iyi biliyor gibiydi. Gabriela ise, şehirdeki sürüyle kanalın arasında kalan dev sokaklar labirentinde kendi kendine yolunu bulmaktan çabucak vazgeçmişti. ‘Bütün köprülerin birbirine benzediği bu su üzerindeki şehre’ sayıp söven genç kız ‘bana iki haftadır bu kadar zaman kaybettirdikten sonra şimdi de bir anda ortalıktan kayboluveriyor!’ diye söylendi kendi kendine. San Giorgio Okulu’nun amblemini taşıyan bir binanın yakınına gelen genç kadın, ressamın küçücük bir kilise ile üç katlı bir ticaret dükkânının arasında kalan gösterişsiz küçük bir yapıya girdiğini görmüştü. Kıvrık ferforje tabela yolculara bu binanın bir otel olduğunu kanıtlıyordu. ‘Her halde bu saatte gidip yatmaz!’ diye düşünerek endişelendi Gabriela. Birkaç dakika sonra, bayan “rahibe” oradan pek de uzak olmayan bir banka oturup İncil’e benzer bir kitap okumaya başlamıştı ki Rafaello, Gabriela’nın hiç tanımadığı genç bir adamla dışarı çıktı. İkisi birden önünden geçerken Gabriela’ya hiç dikkat etmemişler ve ilk sokak arasından dönmüşlerdi. Genç kız, gittikçe büyüyen yakalanma tehlikesinin farkında olarak onları izlemeye koyuldu. Büyük Kanal’a yaklaşırlarken etraf daha da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Gabriela iki suç ortağının peşinden giderken üzerinden geçtiği Rialto köprüsünün sıradışı mimarisine kendini kaptırmadan edememişti. Oradan birkaç sokak ileride iki adam, küçük bir bahçeyle çevrili alçakta kalan bir eve girmişlerdi. Gabriela parmaklıklara yaklaştığında bunun bir ressamın atölyesi olduğunu anlamıştı. Şövaleler camlı pencerelerin altına dizilmişti ve odanın ucunda canlı renklere sahip bir sürü tuval göze çarpıyordu. Misafirler tarafından kullanılan kapı besbelli ana giriş değildi. Emin olabilmek için yapının etrafını dolaşıp küçük bir boşluğun olduğu yere saklandı. Bu açıdan bakıldığında, aşıboyalı dış cephesiyle ev oldukça asil duruyordu. Büyük açık bir kapıdan görüldüğü kadarıyla bir kilisenin hemen yanındaydı. Genç kadın fazla düşünmeden binaya girmeye karar vermişti. Burası ıssız ve oldukça karanlıktı. Sadece ışığı titreyen bir mum mihrabı aydınlatıyordu. Karşısında tahtadan oyma 128 günah çıkarma yerini fark eden Gabriela içeri süzüldü. Birkaç dakika sonra onun yerine içeriden bir adam çıkmıştı. Böylece kılık değiştirmiş olan genç kız dini kıyafetini günah çıkarma iskemlesinin altına saklamıştı. Saçlarını içine topladığı geniş başlığı neredeyse gözlerini kapatıyordu. Gabriela eve yaklaştı. ‘Bu atölyede ne yapıyor olabilirler?’ diye sordu kendi kendine. Hava kararmaya başlamıştı. Dar sokağı kaplayan karanlık elverişli bir durum oluşturuyordu. Kimsenin kendisini fark edemeyeceğinden emin olduğu bir anda, bir sıçrayışta ufak bahçeye girdi. Genç kadın kapının tokmağına elini koydu. Hiçbir gürültü çıkarmadan, parmak uçlarında yürüyerek o büyük salona girdi. Atölyenin camlı pencereleri boş gözüküyordu. Ortaya bırakılan şövale yığınlarının ve muhtemelen genç çıraklar tarafından kullanılan sürüyle farklı nesnenin arasından geçebileceği bir yol açmak zorunda kalmıştı. Baş döndüren vernik kokularına karışan yoğun bir boya kokusu başına vurmuştu. Tabloların renkleri ve oraya buraya bırakılan denemeler birbirine uyumsuz renkler curcunası oluşturuyordu. İçeriden konuşma sesleri duyuluyordu. Kalbi çarpan Gabriela, evi atölyeden ayıran pelesenk kapıya yaklaştı. O anda, korkunç bir miyavlama tüm sessizliği bozdu. Şimdi öfkeyle kaçarak önünden geçtiği şövaleyi bile deviren siyah büyük bir kedinin kuyruğunu ezmiş olduğunu fark ettiği sırada Gabriela irkilerek ‘Lanet olasıca hayvan’ diye mırıldandı. Şövalenin döşeme üzerine düşerken çıkardığı tok ses genç kızı panikletmişti. Tam duvara yapıştığı sırada burnunun önündeki kapı ani bir şekilde açıldı. - Size bu sesi çıkaranın benim kedim olduğunu söylemiştim. Bakın, şu şövaleyi devirmiş!, dedi içeriden gelen bir ses. Adam atölyeye girmeyip Gabriela’yı ardına kadar açılmış kapı ile duvar arasında sıkışmış biçimde bırakarak eve geri döndü. Genç kız artık her konuşmayı açıkça duyabiliyordu. Birlikte geldiği adam ve bir başka adamla daha konuşan Rafaello’nun ses tınısını tanımıştı. - Ama bu delilik... Korkunç bir delilik, diyordu az önce kapıyı açan ve ev sahibine benzeyen adam. Venedik gizlenilecek son yer. Bütün krallıklar büyük masraflara girerek orada en iyi ispiyoncularını bulunduruyorlar! Orada bütün bunlar gecikmeden duyulacaktır! Dukalık inzibatının Avrupa’da en iyisi olduğunu unutuyorsunuz galiba? - Ama biraz sakinleş Giorgione!, diye uyarıda bulundu Rafaello Gabriela’nın daha önce duymadığı sert bir ses tonunda. Sadece Leonardo’nun emirlerini uyguladık! - Titien ve sen, o yaşlı deliye körü körüne bağlı kalarak meleyen koyunlar haline geldiğinizin farkında mısınız? Bu iş fazlasıyla çizmeyi aştı! Atölyelerimizin işlerini koruma bahanesiyle ucu tek bir konuya bağlı olan bir suç yoluna giriştiniz. İnanın bana dostlarım bundan sonra bizi bekleyen tek tehlike darağacına 129 götürülmemiz. İmparator Maksimilyen’in bizi bağışlayacağını mı sanıyorsunuz?, diye ekledi ressam boğuk bir sesle. Hâlâ duvara yaslanmış vaziyette bekleyen Gabriela dikkatlice dinliyordu. İmparator hakkında konuşulması, Rafaello’yu izlemekle ne denli doğru bir iş yaptığının kanıtıydı. Konuşmanın tek bir kelimesini bile kaçırmamaya odaklanan genç kız korkuya yenilmemeye çalışıyordu. - Yani doğru anladıysam, senin yardımına güvenemeyeceğimizi söylüyorsun? Kardeşlik görevlerini yerine getirmeyi reddeden üyelerin ne bedel ödediğinden haberin var mı?, diye homurdandı Titien. - Bu bir tehdit mi? diye çıkıştı Giorgione buz gibi bir tonda. Buna yanıt olarak Gabriela’nın duyduğu tek şey ana kapı olduğunu düşündüğü kapının çarpma sesi oldu. Ardından eve uzun süreli bir sessizlik hâkim oldu. Bu sırada Gabriela yakalanma korkusuyla yerinden kıpırdamaya cesaret edememişti. Sonra, evin içinden hâlâ hiçbir ses çıkmamaya devam edince yavaşça burnuna değen kapıyı itip sessizce dışarı süzülmeye karar verdi. Dar sokağa çıktığında Gabriela tamamen karanlığın çöktüğünü fark etti. Yeniden yapının çevresinden dolanan genç kadın kararlı adımlarla giriş kapısına yürüdü. Ressamın kapısını çalarken ‘Bilmem gerekiyor!’ dedi kendi kendine. 37 Venedik, Giorgione’un atölyesi – 14 Nisan, akşam yedi suları Gabriela’nın kapıyı çalmasından oldukça uzun bir süre sonra kapı açılmıştı. Ressamların kullandığı gri bir önlük giyen genç bir çocuk basamaklı sekide duruyordu. Bu ziyarete şaşırmış bir halde karşısında duran genç adamı ve geniş başlığını şüpheli bir gözle inceliyordu. Gabriela kendini Venedik’e yeni gelen ve gecikmemesi gereken acil bir konu için amcasını görmek isteyen Giorgione’un uzaktan kuzeni olarak tanıtmıştı. Ne yapacağını bilemeyen çırak onu girişteki neredeyse bomboş olan salona davet etti. - Burada bekleyin. Bay Giorgione’un bu akşam sizi görebileceğinden emin değilim, diye uyardı kapıyı kapatırken. Oda çok karanlıktı. Gabriela bir süre karanlığa alışmaya çalıştı. Cesaretinin daha yeni farkına varıyordu. Bir an Piazzetta’ya açılan pencereden atlayarak kaçmayı düşündü. Ama hemen Philippe’i aklına getirerek bu fikirden vazgeçti. Kapı yeniden açıldı ve elinde titrek ışıklı üç mumun olduğu bir şamdan taşıyan çırak kapıda belirdi. 130 - Ustam sizi görecek! Beklerken oturabilirsiniz, dedi kibarca odada bulunan tek sandalyeye işaret ederek. Elindeki şamdanı eskimiş üç çekmecesi olan konsolun üzerine bıraktı. Çırak dışarı çıkarken Gabriela minnettar bir tavırla çocuğa gülümsedi. Yeniden yalnız kalan genç kız şapkasını çıkararak bakımlı uzun saçlarını serbest bıraktı ve ensesinde alçak bir topuz yaptı. Odayı dolaşırken, biçimsizce duvara yanaştırılan masanın üzerine bırakılmış tabloyu fark etti. Daha iyi incelemek için tabloya yaklaştı. Ön planda iki kişi vardı; uzun bir gezgin değneğine dayanarak duran genç bir çocuk ağaçlığın ucunda bebeğini emziren bir kadına bakıyordu. Çocuk dizlerinin üzerinde biten garip kısa pantolonunun içine dar bir tayt giymişti. Üzerinde kolları dantellerle süslenmiş beyaz bir gömlek vardı. Kırmızı bir ceket kıyafetini tamamlıyordu. Emziren anneyse sanki Gabriela’ya bakıyordu. Çıplaktı, sadece omuzları üzerinde oturduğu beyaz kumaşla örtülmüştü. Uzakta, ırmağın üzerindeki köprünün oralarda bir şehrin kenar mahallelerini oluşturan ilk yapılar seçiliyordu. Tablonun büyük bir kısmını gökteki yoğun bulutlar kaplamıştı. Tehlikenin habercisi bu göğün arasından güçlü ışık süzmeleri çıkıyordu. Gabriela en yüksek evin çatısındaki beyaz güvercini bile fark etmişti. Genç kız ürperdi. Bir tablo karşısında hiç bu kadar etkilenmemişti. Kucağında bebeği olan o genç kadın kimdi? Neden çocuğa bakmıyordu? O çocuk yolculuğa mı çıkacaktı yoksa yeni dönen bir arkadaş mıydı? Anneyi ve bebeği gökyüzünde patlamak üzere olan fırtınadan kim koruyacaktı? En kötüsünden endişe etmek... Yalnız olmak... Görülmemek... Terk edilmek... Yeniden buluşmak... Gabriela gözlerinden yaşlar aktığını hissediyordu. Kapı yeniden açıldı. - Beni izleyin!, dedi sadece genç çırak. Çocuk, Gabriela’nın tanımakta hiç de zorluk çekmediği pelesenkli kapıya işaret etti. - Bay Giorgione atölyesinde sizi bekliyor. Atölye hâlâ darmadağınıktı ama oda her biri küçük camlara konulan bir sürü mumla aydınlatılmıştı. Bu ışık parçaları camekânın üzerine bir sürü dans eden yansımalar gönderiyordu. Bu yarı büyülü sıcak ortam Gabriela’nın biraz rahatlamasını sağlamıştı. Şövalesinin önünde ayakta sanatını icra eden ressamı arkadan görünce gülümsedi. Giorgione’un onun içeri girdiğini duymamış olduğu açıkça belli oluyordu. Tek kolunu sırtına doğru kıvırmış geniş ve dairesel el hareketleriyle önündeki tabloyu boyuyordu. Bir süre önce genç kadını fazlasıyla korkutan siyah kedi mırıldanarak sahibinin ayaklarına sırnaşıyordu. Ne diyeceğini bilemeyen genç kız varlığını belli etmek için öksürdü. - Yaklaş kuzenim! Hangi şehirden geliyorsun? Kuzeninin cevap vermemesine şaşıran ressam ziyaretçisinin kim olduğunu anlamak için arkasına döndü. Karşısında Gabriela’yı görünce kaşlarını çatmıştı. 131 - Ben size... Ben... Yalan söyledim!, diye kekeledi ressamın dik bakışlarına daha fazla dayanamayan genç kız. - İyi ama kimsiniz?, diye sordu yaklaşmak için elinden fırçasını bırakan ressam daha kuvvetli bir sesle. - Size her şeyi anlatacağım!, diye atladı genç kadın. Daha da şaşıran ve bu erkek kılığı içindeki kızın güzelliğinden etkilenen Giorgione kollarını kavuşturarak genç kızın karşısına geçti. - Sizi dinliyorum! - Adım Gabriela Benci, Banker Luigi Benci’nin kızıyım ve Milano’dan buraya çok derin bir sırrı açığa çıkarma ümidiyle geldim. Giorgione tek kelime etmeden, karanlık suratı ve kavuşturduğu kollarıyla duruyordu. Gabriela bir an tereddüt ettikten sonra devam etti: - Philippe de Habsbourg’u arıyorum... Bu ismin telaffuz edildiğini duyduğu anda Giorgione yeniden kaşlarını çattı. - ...ve sizin benim onu bulmama yardım edeceğinize inandığım sebeplerim var!, diye ekledi aniden her şeyi göze almakta kararlı görünen genç kadın. Bakışlarıyla daha da sorgulayıcı bir tavra giren ressam genç kızı baştan ayağa kadar incelemeye başlamıştı. - Bu akşam bundan şüphe duymama sebep olan bir kılığınız olmasına rağmen Banker Benci’nin kızı olduğunuza inanmak isterim! Yüzünüz bana yabancı gelmiyor. Şanslısınız ki uzun süre önce sanırım Leonardo da Vinci tarafından yapılan annenizin büyük bir portresini çok iyi hatırlıyorum! Biraz içi rahatlayan genç kız Giorgione’a en güzel haliyle gülümsedi. Korkuyla kıyafetinin ressamın gözünde kendisini nasıl da acayip göstermiş olabileceğini düşünüyordu. İçinden Ginevra’nın bu portresini sipariş ettiği için de babasına teşekkür etmişti. ‘O tuval olmasaydı Philippe ile asla karşılaşamaz ve burada bu akşam Banker Benci’nin kızı olduğumu kanıtlamakta şüphesiz çok fazla zorluk çekerdim’. - Gerisi hakkındaysa Matmazel, neden bahsettiğinizi bilmiyorum!, diye kestirip attı ressam yeniden resmine devam etmeye girişirken. - Sayın Giorgione, yeteneğinize hayranım. Az önce salonunuzda duran gerçeklik ve samimiyet ile dolu o tabloyu gördüğüm anda sarsıldım... Hâlâ gözlerimde yaşları duruyor! - Aslına bakarsanız hissettikleriniz bana samimi geliyor, dedi ressam misafirinin yüzünü incelerken. Yine de size söyleyecek hiçbir şeyim yok, diye ekledi sert bir tavırla. Gabriela ürpermişti. - Sayın Giorgione... Yalvarırım, bana güvenin! 132 Ressam şaşkın bir tavırla yeniden Gabriela’ya döndü. - Size bu akşam burada anlatması çok uzun sürecek sebeplerden dolayı kendimi bana her geçen gün daha da korkunç gelen bir entrikanın içinde buluverdim, diye yeniden söze başladı genç kız duygusal bir tavırla. Tanıdığınız adamlar gaddar amaçları uğruna her şeyi yapmaya hazırlar... Genç kızın önünde dua eder gibi kavuşturduğu elleri aklında biriken kelimeleri pekiştiriyordu. - Lütfen beni dinleyin! Ne bu adamların adımlarının beni neden buraya kadar getirdiğini ne de sizin bana ne şekilde yardım edebileceğinizi gerçekten bilmiyorum, ama size yalvarırım, şu an kalbim sizin elleriniz arasında... Gabriela derin bir nefes aldı, neredeyse bayılmak üzereydi. - Ve çok daha büyük tehlikeler de sizin elinizde. Şu anda kaderi tehlike altında olan kişinin kimliğini size söyleyemiyorum, ama çok önemli bir karar söz konusu; sadece benim için değil, diye ekledi birden bire sönük bir ses tonuyla. - Size söyledim, neden bahsettiğinizi anlamıyorum, dedi emin bir şekilde, aslında kendine olan güveninin bir kısmını kaybetmeye başlayan ressam. - Rafaello’yu tanımıyor musunuz? - Bu kadarı yeter! Yeterince şey duydum... diye çıkıştı Giorgione. Şaşıran Gabriela yavaş yavaş endişenin kendisini ele geçirdiğini hissediyordu. - Philippe de Habsbourg’un yaşamı kesinlikle tehlikede. Tabii şimdiye kadar talih ona kötü bir oyun oynamadıysa!, diye yeniden canlı bir şekilde çıkıştı genç kız heyecandan titreyen bir ses tonuyla. - Sizi bana ve şu anda böylesine bir heyecana kadar getiren şeyin ne olduğunu bilmiyorum, diyerek genç kızın konuşmasını böldü Giorgione duygusuz bir ses tonuyla. Eğer sizin gibi bir genç kız için oldukça şaşkınlık verici kılığınızı göz önünde bulundurursam, bunun sıradan bir macera olmadığına gerçekten inanmak isterim. Yine de sizi uyarıyorum: temkinli olun. Bütün bunlardan uzak durun. Ve rica ederim sizi sadece sorduğunuz sorularla bile tehlikeye atacak davranışlardan kaçının! - Beni korumak istediğinize göre neler döndüğünü biliyorsunuz!, diye karşı çıktı Gabriela ümitsiz bir gülümsemeyle. - Ben hiçbir şey bilmiyorum Sinyorina Benci! Ben sadece zavallı bir sanatçıyım. Tek yeteneğim burada şu tuvallerin üzerine hayatın sırlarını dökmektir! Buyurun, şuna bakın; bu resim insanlara bütün sözlerden daha fazla şey ifade eder, dedi endişeli bir tavırla. Etrafına korku dolu gözlerle bakıyordu. - Bu tablo... Size gereken şey bu tablo, diye fısıldadı Gabriela’ya şaşırtıcı biçimde bir derinlikle bakarak. 133 Gabriela şövalede duran tabloya kaçamak bir bakış attı. Daha tamamlanmamış olan kompozisyonda üç kişi vardı; ilk ikisi taslak üçüncüsüyse eskiz halindeydi. Ressam, hâlâ kaskatı bir tavırla gözleri Gabriela’nınkilere odaklanmış bir şekilde kısaca üçünü de tasvir etti. - Üç filozof, bilgeliğin ve evrensel değerinin yeniden doğuşu... İlki Ptoleme, ikincisi Al-Betani, üçüncüsü... Bir an durdu. ‘Sanki bana bambaşka bir şey anlatmaya çalışıyor... Ama neyden korkuyor?’ diye düşündü şaşkın genç kız. Aklından bu kelimeler geçerken pencerelerden birinin arkasından bir karaltı geçtiğini görür gibi olmuştu. İrkilmişti; ressamın yüz ifadesinde panikli bir hal vardı. - Galileo... ‘Ne kadar da korkuyor’ diye düşündü genç kadın. Ressamdan ümit ettiği şeyi bulamadığı için öfkeliydi. Yine de dürüstlüğü aklında daha fazla endişe kalmamasını sağlamıştı. - Bay Giorgione, size güveniyorum. Anlaşabileceğimize inanıyorum. Bana izin verirseniz konuşmamıza devam etmek için en kısa zamanda yeniden geleceğim. - Buna gerek yok, diye homurdandı ressam Gabriela ile bitmeyen tablo arasında parlayan tutkulu bakışına tezat soğuk bir tavırla. Size her şeyi söyledim. Gabriela, ressamı eseriyle baş başa bırakarak atölyeyi terk etti. Giorgione’un evinden çıkarken genç kadın onları izleyen gizemli karaltının izine rastlayamamıştı. ‘En sonunda amaca yaklaşıyorum, bunu hissediyorum. Onu öyle veya böyle konuşturmayı başaracağım!’ dedi kendi kendine ve küçük meydana çıkan dar sokaklardan rast gele birine girdi. 38 Bois-le-Duc – 15 Nisan, öğleden sonra dört suları Leonardo, Sainte-Gertrude Manastırı’nın avlu koridorunun tam ortasında yanında getirdiği bej rengi bir kumaştan yapılma şemsiyenin altına sığınarak siyah tahta bir sandalyeye oturmuş, dizlerinin üzerinde bir parşömen defteri ve elinde fırçası ile çalışmaktaydı. Yemekhanenin kapısından girip doğruca kendisine doğru yönelen küçük topluluğu fark edince ressam defterini aceleyle kapatıp solunda duran servis masasının üzerine koydu. Yanı başında ayakta duran Lorenzo’dan destek alarak gözle görülür bir çaba sonucunda ayağa kalkabildi. Ressam, genç adama tutunmaya devam ederek Habsbourg Maksimilyen’i bahçeyi çaprazlama geçene kadar abartılı bir reveransta bulundu. 134 - Evet Bay Vinci, özel yeteneklerinizi saymakla bitiremeyen İmparatoriçe’den sizi izlemek isteyen kişilere çoğunlukla izinizi kaybettirdiğinizi duymuştum, ama Boisle-Duc güneşinin bir İtalyanı saklanmak zorunda kalacağı kadar rahatsız edebileceğini düşünmüyordum! Sainte-Gertrude güllerinin görevli olduğunuz soruşturmanın bir parçası olduğunu da! Kendisi için getirilen tahta oturan İmparator ressama da oturmasını işaret etti. - Siz rahatsızsınız!, diyerek endişesini belli etti imparator Vinci’nin suratını buruşturarak zorlukla çalışma pozisyonuna döndüğünü görünce. - Ağrılı romatizmalar Majesteleri. Önemli bir şey değil. Ama Bois-le-Duc havasının bu ağrıların canlanması için elverişli olmasından endişeleniyorum. Güneşe gelince; hayatım boyunca ondan kaçınmış ve onun tehlikeli olduğuna inanmışımdır. Aldığım önlemin tek amacı çoğunlukla beni rahatsız eden migren ağrılarımdan uzak kalmaktır. Bu ağrıların, bize az zaman bıraktığını hatırlatmakta haklı olduğunuz soruşturma sürecini aksatmalarından endişe ediyorum... Yorgun yüz hatları ve solgun yüzüyle Maksimilyen, sanki ressamın daha ilk kelimeleri bütün enerjisini ve sağlam duruşunu alıp götürmüş gibi bir baş hareketiyle onu onaylamıştı. - Aslında bütün sınırlar dâhilinde zaman azalıyor. Ama biz konumuza geri dönelim. Bu şehre geldiğinizden beri göreviniz nasıl gidiyor Sayın Vinci? Leonardo da Vinci gözlerini kısıp el alışkanlığıyla sakalını sıvazlamaya başlamıştı. - Yerleri ve insanları gözlüyorum Majesteleri... - Ve? Leonardo sandalyesinin üzerinde doğruldu. - Sizinle kısa bir süreliğine bire bir görüşme ricasında bulunabilir miyim? Ne diyeceğini bilemeyen Maksimilyen tereddüt eder gibiydi. - Öyle olsun, buyurun yürüyelim. Leonardo ayağa kalkarken yüzünü buruşturarak sandalyesinden destek alırken imparator üzüntülü bir tavırla gülümseyip yaşlı adamın tutunması için kolunu uzatmıştı. Ressam fısıldayarak teşekkür etti ve imparatorluk tahtının arkasında duran şakın nedimlerin bakışları altında gizemli ve sessiz ikili küçük adımlarla sütun sırası boyunca yürümeye başladı. - Bana eşlik edenlerin duymamalarını gerektirecek kadar gizli olan şey nedir?, diye sordu Maksimilyen endişeli bir tavırla. - Bu soruşturma daha yeni başlıyor Majesteleri. Bu acil durum hızlı hareket etmemizi gerektiriyor çünkü Papa Hazretleri bu ayın sonundan evvel Roma’da olmamı emrettiler. Henüz her şey gün gibi ortada olmasa da size bir hissimi açabilirim. İnsana ait olsun ya da olmasın, bu olayların ardında olan güç henüz amacına ulaşmış değil. Hissimi size açıkça söylemem gerekirse Majesteleri, benim en büyük endişem bunların devam etmesi... 135 İmparator kaşlarını çatmıştı. - Peki, buna sizi inandıran nedir? - Şu an için suçlamalarda bulunacak durumda değilim. Yine de herkesin gözü önündeki ve hatta en kutsal yerlere kadar her yerdeki, insan ruhunun bile karanlık taraflarını canlandıran resimlerin bizim soruşturmamıza pek de yabancı olmadığına inanıyorum. Maksimilyen kuşkucu bir tavırla soluk almıştı. - Daha açık olun. - Yapamam Majesteleri. Sebep belirlenmedikçe sonuçlar ortaya konulmamalıdır. Yine de gönül yüceliğinizin, özgürce ifade edilmesine müsaade ettiği bu sanat eğilimine karşı sizi korumamın vazifem ve hatta şu anki yetkimin bir parçası olduğuna inanmaktayım. - Ben sormadan bana tavsiyelerde bulunulmasından hiç haz etmem, diye soğuk bir tavırla tersledi İmparator. Leonardo’nun keskin bakışlarında bir parıltı belirmişti: - Böyle bir şeye cüret etmem Majesteleri. Ama her ne kadar öfkenizi kabartıyor olsam da ileride devletlerinizin sanat icraatını kontrol etmek ve bu icraatın her açıdan siz Majestelerinin arzularına uygun kalmasını sağlamak amacıyla hizmetlerimi size sunmaya cüret edeceğim. Maksimilyen cevap vermeden önce bir süre sessizce durdu. - Sizi anlıyorum Sayın Vinci, sizi anlıyorum. Ve konuştuklarınızın gizemliliğinin ardında eşimin bana sizde bulabileceğimi temin ettiği samimi dürüstlüğü görmek istiyorum. Bununla birlikte şu an için sizden istenen çözüme odaklanın. Ve unutmayın ki resim sanatının geleceğinden ziyade milyonlarca adam ve kadının, ailemin ve büyük ihtimalle Avrupa barışının minnettarlığı sizin çözümlemelerinize bağlıdır. Leonardo tek kelime etmeden eğildi. Yeniden doğrulduğunda imparator tekrar yürümeye başlamıştı. Leonardo’nun gözleri bir an hükümdarın kamburlaşmış omuzlarının sadece yarısını gizleyen görkemli kolsuz üstlüğe takıldı. Ardından, dişlerini sıkarak avlunun ortasına o da geri döndü. Daha sadece birkaç adım atmıştı ki Lorenzo yanına koşup kolunu tuttu. Yaşlı adam gözlerinden okunan bir rahatlama hissiyle Lorenzo’ya tutundu. - Bir zavallı, Lorenzo... Sadece kendisine oğlunu teslim eden kişiye güvenecek, ortada dönen oyunları anlamaktan yoksun bir zavallı... diye sövüp saydı orayı terk etmek üzere olan imparatorluk kortejine bakarak. Yazık, onun için yazık! Sonra genç adama doğru döndü. - Onların geldikleri sırada bana getirdiğin pusula? - Kolumun içinde, diye mırıldandı Lorenzo. 136 - Peki, ne diyor? Çocuk kızarmıştı. - Haydi, diye devam etti ressam, çırağın düzeyinde konuşarak. Okuduğunu biliyorum. Beni ilgilendiren şey merakın değil, üçüncü kişilere karşı ağzını sıkı tutman... - Sadece üç cümle vardı: adamların konuştuklarını ve bir daha konuşmayacaklarını, Kirpi’nin1 emirlerine sağdık kalmaya devam ettiklerini ve son olarak da sizin görüşmenizin ardından bir adamın gizlice Hieronymus Bosch’u ziyarete gittiğini yazıyordu. Gözleri parıldayan Leonardo duraksadı. - Tabii ki, tabii ki, diye mırıldandı kendi kendine. Bunu kendim bile tahmin etmeliydim. İşin aslına bakılırsa ne garip bir görünüş, dedi neşeli bir şekilde. Sonra da Lorenzo’ya dönerek: - Peki, o adam? Adı neymiş?, diye sordu. - Nicolaa Van Rosendal. Vinci iç geçirdi. - Usta, o kim? - Dominikan rahiplerinden biri, diye küçümser bir tavırla çırağını yanıtladı Leonardo. Ama bunun hiçbir önemi yok. Yeniden yerine oturup defterini açmıştı. Defterin içinden kopardığı bir sayfaya birkaç kelime yazıp kâğıdı Lorenzo’ya uzattı. - Bu cevabı ilet. Önce diğer haberi ver, ardından da bunu de. Genç adam başıyla itaat edip gitmek için arkasına döndü. Leonardo onu tutmak için canlı bir tavırla bileğinden yakaladı. - Ve çabuk dön, dedi açgözlü bir tavırla. 39 Paris, Louvre Sarayı – 16 Nisan, sabah yedi suları - İyi ama neler dönüyor? Diye bağırdı XII. Louis. Gergin Fransa kralı geceliğiyle odasında bir uçtan diğerine yürüyüp duruyordu; kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibiydi. Sabahın köründe bu şekilde aniden uyandırılmak zevkine hiç de hitap etmiyordu. On beş dakika önce Bayard bizzat Louvre’a gelmekten çekinmemişti. Doğası gereği, saray muhafızlarını zorla geçmek suretiyle görgü kurallarını hiçe saymıştı. Birkaç bağrışma ve 1 Kirpi: Amblem olarak kirpiyi seçen Fransa kralı XII. Louis için kullanılan bir takma ad. 137 itişmenin ardından en sonunda kraliyet odasına girebilmişti. Böyle bir davranış onun dışındaki herkes için ağır bir cezalandırma gerektirirdi. Yine de ilk bakışta durumun ehemmiyetini anlayan kral hiçbir şey diyememişti. Sabırsızlıktan açıkça yerinde duramadığı fark edilen şövalye Bayard’ın o gece gözüne uyku girmemişti. Bir önceki günden beri kendisine Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinden tehlike bildirileri geliyordu. Kral adına tuttuğu bütün casuslar her yerde aynı şeyleri tasvir ediyorlardı. Hükümdarı kirpi amblemli yatağında sıçratarak uyandırmadan evvel bu inanılması güç haberlerin anlamını kavramaya çalışmak için dört dönmüştü. - Bu mümkün değil! Adamlarımız onlara verdiğin yönergeleri aşmış olamazlar değil mi? Onlarla iletişime geçtin mi? diye sordu XII. Louis yazı masası olarak kullandığı maun ağacından yapılma küçük masanın önüne otururken. - Hayır, onlardan hiçbir haber almadım. Biliyorsunuz, bu zaten geçmişte gerçekleşmiş olan bir şey. Yine de bu olaylarla... diyerek başını önüne eğdi Bayard. XII. Louis tasdik etmeyen bir sessizlikle kafasını salladı. - Onlara kendime güvendiğim kadar güvenirim. Her birini ince eleyip sık dokuyarak seçtim. Eğer talihsizlik eseri aralarından biri itaat etmezse hepsi de başlarına neler geleceğini çok iyi biliyorlar. İnanın bana Sör, ancak bizim ceset doğuran bölüğümüzden daha düzenli bir örgüt bütün bu işleri bu kadar az zamanda çevirmiş olabilir. Üstelik Bois-le-Duc’ten başlayarak ülkenin bütün büyük şehirlerini aynı anda ele geçirmek mümkün değil. Elimdeki resmi mektupların karşılaştırılmasına bakılırsa bu olayların bir düzmeceden ibaret olduğunu gösteriyor, diye konuşmasına devam etti Bayard ceketinin iç cebinden bir tomar kâğıt çıkarırken. Güçlü ve fazlasıyla iyi düzenlenmiş bir örgütle karşı karşıyayız. - Bana bunu tekrar et!, diye emir verdi kral. - Londra, 13 Nisan: şehir merkezinin çeşitli yerlerinde insan bedeni parçaları bulunmuştur. Kutsal su çanaklarının içindeki kesik eller Londra’nın büyük kiliselerinde çalışan hizmetliler tarafından sabahın erken saatlerinde fark edilmiştir. İlk incelemelere göre bu birbirinden alakasız uzuvlar hem erkeklere hem kadınlara, hem gençlere hem de biraz daha yaşlılara aittir. Huzursuzluk başkentte çabucak yayılmıştır. İlk vaizlerin hepsi bu yaşananları Brabant’daki olaylarla bağdaştırmıştır. Genel tepkiler Almanya’ya yaptırım uygulanmasına doğru gitmektedir. - En azından bu bizim için mükemmel bir fırsat, diye araya girdi sinirden elleri titreyen kral. 138 - Devamını dinleyiniz: Innsbruck’a giden VIII. Henri’nin yokluğunda saraydaki görevlilerin çoğu Fransa’yı ele vermeyi düşünmektedir. Paris’e ilerlemesi için birlik gönderilme ihtimali bile açıkça konuşulmaktadır. Bu sözleri duyan XII. Louis sapsarı kesilmişti. - Devam et! - Bu bildirilerin hemen hepsi aynı şeyden bahsediyor, diye açıkladı Bayard rast gele başka bir pusula çıkarırken. ‘Milano, 13 Nisan, haber güverciniyle iletildi: şaşkınlık ve öfke dün bütün şehre yayıldı. Aslına bakılırsa papazlar kiliselerinin kutsal kudas vazolarında insan elleri bulmuştur. Kurul Papa’ya Maksimilyen’e karşı hızlı önlemler alması konusunda baskı yapmak için acilen toplanmıştır. Fransızlar şehri koruyamamakla suçlanmaktadırlar. Lille, 14 Nisan: akşam ayini sırasında dini görevliler kilisede buldukları parçalanmış ve oraya buraya saçılmış eller bulunca dehşete düşmüştür. İnsanlar Fransa krallığına karşı tepki göstermeye başlamıştır... Aynı şeyler Lyon, Cenevre, Amsterdam’da da yaşanmaktadır...’ Tabii ki daha fazlasını öğrenebilmek amacıyla bu şehirlerden her birine hemen güvenilir kişiler yolladım. Kralın kızgınlıkla bakan gözleri yeniden parıldadı. - Philippe de Habsbourg’la ilgili haberlerin var mı? - Hiçbir haber yok! O taraftaki adamlarım kendilerinden eminler. Maksimilyen hiçbir şey bilmiyor. Kendisine hiçbir fidye talebinde bulunulmamış. Zavallı adam neredeyse çıldırmış durumda. Oğlunu aldığı için şeytanı sorumlu tutacak kadar kötü durumda! - Bunların benim için hiçbir önemi yok. Açık konuşalım Bayard, bütün olayların kontrolü bizden çıkmış durumda!, dedi kral öfkeyle. Şövalye Bayard gözlerini çizmelerinin burunlarına dikmiş, Fransa kralının açık eleştirisi karşısında o güvenli tavrından eser kalmamıştı. Kral ise karşısındaki duvarda asılı duran halıya bakıyordu. Pencerenin vitrayından sıyrılan ilk güneş ışınları resmin ortasına işlenmiş tek boynuzlu at figürünün altın ipliklerine ışıltı saçarak halıya vuruyordu. - Bu olaylardan elimizi eteğimizi çekebileceğimiz hakkındaki fikirlerini çok iyi biliyorum! Bunları zaten bana söyledin. Ama bütün bunlar için artık çok geç. Bunun olacağını biliyordum! Korkunç mizansenlerinle Bois-le-Duc kiliselerine saygısızlıklar düzenleyerek belki de şerrin ateşini körledik!, dedi kral istavroz çıkararak. Hâlâ başı öne eğik duran Bayard güçsüzlük belirtisi olarak omuzlarını düşürmekle yetinmişti. - İşleri bizzat sen eline alıyorsun, diye emretti XII. Louis. Oraya şeytanı taklit etmeleri için yolladığımız adamları bulup onların bağlılığından emin olman için sana bir hafta müddet veriyorum. Zamanında git ve bul onları! Ben de Papa’nın 139 gözündeki sert tavrımdan ödün vermeden hasarları kapamaya çalışacağım, diye ekledi hükümdar konuşmalarının sonlandığını belirtmek için sırtını dönerken. Bayard kralı selamladıktan sonra bir daha göz göze gelmemek için çıkmakta acele etmişti; XII. Louis ise tam bu sırada yeni bir şeyler söylemeye başlamıştı: - Bu sırada mümkün olduğunca gizli bir şekilde Leonardo da Vinci ile de görüşmeye çalış. Hâlâ Bois-le-Duc’te olmalı. O yaşlı tilkinin bu işe neden burnunu soktuğunu, neyi araştırdığını ve ne işe yaradığını öğrenmek istiyorum. Sana söyledim, bir haftan var! 40 Venedik – 16 Nisan, akşam dokuz suları Gabriela bir elin mantosunda gezindiğini hissettiğinde gerildi ve ani bir hareketle arkasına döndü. Sessiz adımlarla arkasından yürüyen adam şaşırıp bir adım geriledi. Dar bir kanalla çevrelenmiş küçük sokağa süzülen zayıf ışığa rağmen Gabriela, hemen arkasındaki duvara dayanan karaltının geniş sırtını ve yapılı omuzlarını fark edebiliyordu. İkisi de yarı karanlıkta birbirlerini süzmek için bir an öylece kalmışlardı; sonra adam ona doğru bir adım atarak parlak gözlerini ve neredeyse yarım düzine eksik dişli korkunç sırıtmasını ortaya çıkardı. - Sakin olun bayım, dedi boğuk bir sesle; erkek kıyafetleri ve Gabriela’nın yüzünü örten geniş kenarlıklı şapka onu yanıltmıştı. Sizi bu denli gergin kılan gece midir yoksa bu yer mi? Gabriela kalbinin hızla çarptığını hissediyordu. Endişeli olduğunu belli etmemeye çalışarak sessizce yutkundu. Adam, avına yaklaşmamaya dikkat ederek adım adım etrafında dönüyordu. Korkan Gabriela adamın kendisi ile köprü arasına geçerek onun kanalın üzerindeki köprüyü aşmasına engel olmaya çalıştığını anlamıştı. Tereddüt etmişti. Adam birkaç adım daha attı. Mantosunun ucunu eliyle kaldıran Gabriela sağ elini kalçasına doğru götürdü. Kınından çekilen bıçağın ıslığı sessizliği bozmuş ve ay ışığı av bıçağının çelik kısmını parlatmıştı. Saldırgan donup kalmıştı; bakışlarını bıçaktan Gabriela’nın kararlı yüzüne çevirip kaderinin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Aniden tabanları yağlayıp köprüye doğru uzaklaşmaya başladı ve aynı hızla gecenin içinde kayboluverdi. Tabanlarının çıkardığı ses bir an daha küçük sokakta yankılandı; ardından sessizlik yeniden hükmünü buldu. Gabriela bıçağı kınına sokup sendeleyerek soğuk taş duvarın dibine kadar geriledi. Nefes alıp verişini düzenleyebilmek için duvara dayanıp bekledi. 140 Bu takip bir anda ona delilik gibi geldi. Başı dönmeye başlayınca, elinde kalan az paradan tasarruf etmek adına hâlâ akşam yemeğini yememiş olduğunu hatırladı. Bir erkeğin ismiyle kaldığı gösterişsiz hanın yemek salonunda dikkat çekmemek için görünmekten de kaçınmıştı. Böylece son iki gününün neredeyse tamamını küçük odasında geçirmiş, Rafaello ve yoldaşlarının izini yeniden bulabilmek için sadece sabah çok erken saatlerde ve geceleri dışarı çıkmıştı. Ama ressam geldiği gün yerleştiği, San Giorgio okulunun yakınındaki otelde bir daha görünmemişti. Genç kız onların izlerini tamamen kaybetmişe benziyordu ve ümitsizliğe kapılmaya başlamıştı. Bu rastgele gece gezintisinin nedeni de buydu; Gabriela, Giorgione’un atölyesine gitmek için Arsenal’in pek de tekin olmayan dar sokaklarında maceraya atılmakta tereddüt etmemişti. Derin bir nefes alıp, adamın kendisini takip etmediğinden emin olmak için arkasına kaçamak bakışlar atarak yoluna devam etti. Sokağın köşesini dönüp Giorgione’un çalıştığı dış cephesi aşıboyalı küçük evin bulunduğu bahçeye çıktığı sırada elleri hâlâ titriyordu. Genç kız ses çıkarmadan eve yaklaştı. İçeride insan olduğunu belli eden hiçbir ışık göremeyince, bir işe yaramasa da kapalı pencerelerin tahta aralıklarından içeriyi görmeye çalıştı. Hafif bir gürültü onu irkiltmişti. Arkasına dönüp baktığında siyah bir kedinin çeviklikle pencerenin dayanağından atlayarak adeta mucizevî bir şekilde binanın yan cephesini iki sıçrayışta tırmanıp kısa cephenin kalkanının ardına saklandı. - Ben seni tanıyorum, o gün atölyedeydin, dedi Gabriela kendisini yeşil gözlerle izleyen hayvana. Kedi kafasını içeri sokup kaybolmuştu. Kısa bir süre sonra evin içinden tiz bir miyavlama duyuldu. Gabriela kulağını pencere kanatlarına dayadı: kedi orada, atölyenin içinde duruyordu. - Sen nasıl girdin içeri?, diye mırıldandı genç kız. Birkaç adım geriye çekilerek damı görebilmek için parmak uçlarında yükseldi. Metrelerce yükseklikte katlardan birindeki dış cephede birkaç kaygan taş ve pencere dayanakları dışında başka tutunacak bir şey mevcut değildi. Gabriela son bir defa ortalığın sessiz ve tenha olduğundan emin olduktan sonra duvara yaklaşarak çatıya kadar bir şekilde tırmanmaya girişti. İlk kiremitlere yetişmek için bir yol ararken oldukça uzun zaman geçirmişti ve az kalsın aşağıya düşüyordu. Sayısız önlemle biriken yosunun üzerinde kaymamaya dikkat ederek hafif eğimden kendini bıraktı. Bir bulutun arkasından geçmekte olan ay çatı pencerelerinden birinin camına yansıyordu. Gabriela kolunu yukarıya doğru uzatarak pencerenin pervazına tutunup kapı zembereğine eriştiğinde içeri girebileceğini anlamıştı. Genç kız pencere aralığına kadar tırmanıp el 141 yordamıyla pencereyi tamamen açtı. Aralıktan hiçbir şey fark edilmiyordu; ne bir ses ne de bir hareket... - Haydi bakalım, diye mırıldandı. Ve dar pencereden ayağını içeri uzattı. Ayakları zemine değince rahat bir soluk almıştı. Ellerini bırakır bırakmaz yere düşmüş ve gözleri yarı karanlığa alışıncaya dek o şekilde bir süre beklemişti. Hatlar yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyordu. Gabriela bir odada bulunduğunu anlamıştı. Odadaki eşyalar döküntü bir yatak, bir oturak ve bir sandıktan oluşuyordu. Süslemesiz duvarlarda resimler ve resim malzemeleri asılıydı. Gabriela iç geçirdi; ‘en azından ne aramakta olduğumu bilseydim... Neyse sonuçta buradayım’ dedi içinden. Kapıya doğru yönelmişti. Sahanlığı geçip ressamın atölyesine inen merdivenlere ulaştı. Büyük salon yağ ve boyaların baş döndüren ağır kokusuyla dolmuştu. Şöminede hâlâ korlar parlıyordu. Gabriela tabloların ve şövalelerin ortasında duran tahta masanın üzerindeki gaz lambasını yaktı. Lambayı omuz hizasında tutup kendi çevresinde dönerek etraftaki eşyaların arasında yeni bir şeyler aradı. Gözlerini yere doğru indirdiğinde siyah kedinin sakince bacağına sürtünmek için kendisine doğru yaklaştığını gördü. - Teşekkürler, diye fısıldadı vakit geçirmeden ortalıktan kaybolan hayvana. Işığın karanlıktan kurtardığı ufak bir alanda kendini belli eden tabloya gözü takıldığı sırada Gabriela Giorgione’un nerede olabileceğini düşünüyordu. Giorgione’un anlaşılmaz bir ısrarla ona üzerinde çalıştığı bu kompozisyonu işaret ederken ancak yarım yamalak görebildiği üç kişiyi şaşkınlık içinde incelemeye başladı. Tablo neredeyse tamamlanmıştı. Adamlardan biri oturmuş diğer ikisi ise ayaktaydı. Oturan adam gençti ve elinde bir gönye tutuyordu; bakışları boştu, adeta düş kuruyordu. Doğu tarzında bir giyime sahip olan ikinci adam üzerinde bir başlık ve kalın kırmızı bir entari taşıyordu. Gabriela, Giorgione’un söylediklerini hatırladı. - Ptolémée, Al-Betani... diye mırıldandı adamların suratlarını incelerken. Gözleri üçüncü adama kaymıştı: konuşmaları sırasında oldukça belirsiz olan bu surat şimdi tamamlanmıştı. - Galileo... Gabriela, bu üçüncü adamın yüzünde Leonardo da Vinci’ninkilere benzer hatlar görünce şaşkınlık içinde bağırdı. Solgun benzi ve kafasını örten kahverengi mantosuyla, ellerinin arasında yazılarla dolu bir parşömen kâğıdı sıkıştırmış, öfkeli bir ifadeyle diğer iki adama bakıyordu. Gabriela tuvale ışığı yaklaştırdı. Parşömen kâğıdının üzerindeki satırlar okunmuyordu, sanki bilinmedik bir alfabeyle yazılmıştı. ‘Bir mesaj... Bana kesinlikle bir mesaj vermek istedi. Mesajı yazamayınca, izlenebileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak onları yanıltmak için 142 mesajı tabloya aktarmaya çalışmış olmalı. İşte bu yüzden bu tabloya bakmam için bu kadar ısrarlı davrandı! İyi ama mesaj nerede olabilir?’ Gabriela dikkatlice tablonun arkasına baktı, ama bir şey bulamadı. Ardından Vinci’nin elinde tuttuğu parşömen üzerine yazılan garip işaretleri yeniden inceledi. Ona modellik yaptığı sıralarda Vinci’nin masa başında çalışır hali gözünün önüne gelivermişti. Geriye çekilerek masaya doğru yöneldi ve bütün salonu gözleriyle taradı. Şöminenin olduğu yere kadar gidip ocak ateşliğinin yanına bırakılan kalaylı tabağı eline aldı ve onu parlatmak için elbisesine sürttü. Sonra yeniden tablonun başına geçerek resimdeki yazıların tam karşısına gelecek şekilde kalaylı tabağı tuttu ve resmedilen sahnenin tabaktaki yansımasını incelemeye koyuldu. - Hay şeytan! Vinci soldan sağa doğru değil, sağdan sola doğru yazar; Giorgione da onun tarzını taklit etmiş, diye mırıldandı. Heyecan içinde yazıları okumaya koyuldu. Gabriela, fal taşı gibi açtığı gözleriyle en ufak ayrıntıları bile okumaya çalışırken yakındaki kilisenin çanının gecenin sessizliğini bozan yankıları duyulmaya başlamıştı. Ne yapacağını şaşıran genç kız olduğu yerde kalakalmıştı; panjurların arasından etraftaki evlerde birer birer ışıkların yanmaya başladığını görüyordu. - Alarm çanı mı?, diye mırıldandı panjurlara yaklaşırken. Meydanda karaltılar görmeye başlayınca tabloya son bir defa bakıp, okumakta olduğu yazının şaşkınlığı içinde atölyeden çıktı. Kattaki odanın pencere pervazına tutunarak çatıdaki kiremitlerin üzerine çıkıp gecenin karanlığında yeniden kayboldu. 41 Roma, Papa’nın malikânesi – 16 Nisan, akşam dokuz suları II. Jules, akşam ayininin ardından en yakın arkadaşlarıyla odasının bitişiğindeki küçük salonda oturduğu günün bu özel anını fazlasıyla seviyordu. Geç saatlerdeki bu gece oturumları ona çocukluğunda genelde buz gibi soğuk olan yatağına girmeden önce ateşin çevresinde oturarak dinlediği masalcıları hatırlatıyordu. O akşam her zamanki gibi yine Sixtine şapelinde yapılan ayin sırasında Papa, karşılaştıkları durumu düşünmekten kendini alamamıştı. Hatta tütsülüğün ana sahnın üzerine doğru kaldırıldığı sırada iki gündür Vatikan’a bildirilen korkunç keşifleri düşünürken irkilmişti. Papa’nın gözünün önüne kiliselerde bulunan o kesik, kanlı eller geliyordu. O akşam kutsal ayine katılmış olan ayrıcalıklı kişilerin gözlerinden kendisini kayıtsızlıkla suçlayan bütün Hıristiyan âleminin yergilerini okuyabiliyordu. 143 Bütün akşam boyunca içi kavrulup durmuştu. Zaten kendi özel dini görevlileri tarafından hazırlanan çorbaya da neredeyse hiç dokunmamıştı. Salona girdiği anda II. Jules az da olsa iç huzuruna kavuşmuştu. İçeride sadık sekreteri Kardinal Alexandre Grimari, Sion piskoposu Matthieu Schiner ve Fransa Krallığında olan bitenden din hükümdarını haberdar etmeye gelen Kardinal César Ambrosini bulunuyordu. Ateşin kenarına yerleştirilmiş geniş koltuklarda oturan üç adam, Aziz Peder’in özel mahzeni için üretilen bir şişe şarabın tadına bakıyordu. Papalık hükümdarının içeri girmesiyle üçü de ayağa kalkmıştı. Papa da onlara başıyla selam verip oturmalarını işaret etti. Her biri yeniden yerlerine otururken II. Jules de her zaman oturduğu, şömineye en yakın olan koltuğa yerleşti. Onun rahatı için endişelenen rahibelerin şöminenin yakınında ısıttıkları el kürkünü seve seve kabul etti. - Şaşırtıcı bir soğuk var değil mi? Bütün akşam boyunca titreyip durdum! - Emin olun ki Roma’nın hava koşulları o kadar yadırganacak gibi değil; biz Paris’te Nisan’ın ilk günü bile kar gördük!, diye karşılık verdi Papalık büyükelçisi Ambrosini. - Doğru, işimize dönelim! Fransa Krallığı’ndan ne haberler var? Orada hüküm süren ahlaki durumu öğrenmek için sabırsızlanıyorum, dedi Papa Hazretleri. César Ambrosini’nin böyle bir espri anlayışı vardı. Yüzünde nükteli bir gülümseme belirmişti. Bununla birlikte Papa’nın sorusuna cevap vermeden önce büyükelçi kendisine ikram edilen şarap kadehinden bir yudum şarap tattı. - Diyebileceğim şu ki Fransa’da fırtınalar kopuyor. Her geçen gün olayların sayısı artıyor. Piskoposlarımızın fazlasıyla endişelendiğini sizden saklayacak değilim. Sanırım Kardinal Grimari’nin az önce bize sözünü ettiği son bulgular pek de bir şeyleri yoluna koyacak cinsten değil... - Peki, söyler misiniz, el altından bütün bu huzursuzlukları sarayda yaratan Fransa Kralı ve onun aynasızları değil midir?, diye yeniden sordu Papalık hükümdarı. Kardinal Ambrosini bir yudum daha şarap aldıktan sonra başını salladı. Konuşmaya başlamak için kilise adamlarının rahatlarının yerinde olup olmadığını kontrol etmeye gelen rahibenin arkasından kapıyı kapatmasını beklemişti. - Kral’ın ortalığı sakinleştirmek için hiçbir girişimde bulunmadığı kesin! Ama halk isyanının göstermelik olmadığından da eminim. Almanya’nın gizli köşelerinden çıkıp gelen reformcu vaizlerin sesleri artık Fransa’nın en küçük kilise bölgelerinde bile duyuluyor! Söylemek zorundayım ama hepsi sabırsızlık içinde sizin kararlarınızı bekliyorlar. Bundan daha bir hafta evvel bana topluluklarının beklentilerini pek de diplomatik sayılamayacak bir şekilde ifade etmeye gelen başrahipleri dinliyordum! Papa derin düşüncelere dalmış gibiydi; karşılık vermedi. 144 - Peki ya siz Schiner, siz ne düşünüyorsunuz?, diyerek aniden Sion piskoposuna döndü. - İki günden beri piskoposlarımız tarafından bize iletilen bilgiler doğruysa -ve şu anda hiçbir şey bu bilgilerden şüphe duymama yol açamaz- korkarım ki bana yöneticiliğini yapmamı buyurduğunuz araştırma komisyonunun çıkarımları fazlasıyla doğru olacaktır. Papa, Schiner’in normalde daha keyifli olan ses tonunun ciddiyetiyle gerilmişti. - Bu ne anlama geliyor? Matthieu Schiner cevap vermeden önce kısa bir süre tereddüt etmişti. - Son günlerde kiliselerde bulunan kesik ellerin hepsinin üzerinde şeytanın sayısı var! Papa ve diğer iki kardinal endişelerini belli etmekte güçlük çekiyorlardı. - Bois-le-Duc’te yaşanan cinayetler sırasında bu sayının kullanımı sizden başka birileri tarafından da görülmüş müydü?, diye sordu Papa. - Hayır Aziz Pederim. Bu bilgiye sahip olan herkes şu anda bu salonda oturuyor. - Kutsal Kilise’nin yüce menfaati adına bunu hiçbir zaman açığa çıkarmamanızı emrediyorum. Papa çenesinin altında ellerini kavuşturmuş bir vaziyette bir süre sessizce durdu. - Grimari, bu olayların kimse tarafından yeniden şekillendirilmemesi için yarından tezi yok piskoposlarımızın raporlarını yok edeceksiniz, diyerek yeniden söze başladı. - Bu en doğrusu, diye fikrini beyan etti Schiner biraz daha canlı bir tavırla. Zaten sanırım artık her şey açıklığa kavuştu. İmparatorluğu feda ederek bu taşkınlıkları kontrol altına alma zamanı gelmedi mi? - İmparatorluğu aforoz etmekten bahsediyorsunuz! Ama böyle bir kararın hangi şekillerde sonuçlanabileceğinin farkında mısınız?, diye çıkıştı Papa. - Fransa Kralı’nın da yapmaya çalıştığı bu, diye araya girdi Kardinal Ambrosini. Huzursuzluğunu daha fazla kontrol edemeyerek kadehini bırakıp ayağa kalktı: - Roma’ya gelişimden hemen önce Bayard hayvanıyla yeni bir atışma daha yaşadım. Kurnaz adam beni açık biçimde tehdit etmeye kalkıştı. “Papa Fransa Kralı’nın gerekliliklerini duymazdan gelmeye devam edecekse Fransa Kralı da Aziz Anamızın adına gerekirse bir başına savunmaktan çekinmeyecektir!” dedi. Bu tehdidin şiddeti salondaki herkesi bariz bir şekilde etkilemişti. Sadece Papa büyükelçinin ilettiği bu sözlerden etkilenmemişe benziyordu. II. Jules piskoposun ses tonuna benzer bir ifadeyle açıklamaya başlamıştı: - İşte bizim daha da temkinli davranmamızı gerektirecek tehditler bunlardır. Size doğrusunu söylemem gerekirse, Kutsal Kilise’yi böylesine koruma düşkünlükleri 145 bana sadece bir sis yığını gibi geliyor! XII. Louis’nin baskısına boyun eğip İmparatorluğu aforoz edersem aynı zamanda hırslı İngiltere Kralı’nın da Maksimilyen’i savunma bahanesiyle Fransa Krallığı’na saldırmasına zemin hazırlamış olurum. VIII. Henri bunun olması için sabırsızlıkla bekliyor; bunu biliyorum. Normandiya’ya ayak basması için ona tek bir ispat bile yeterli olacaktır ve benim alacağım kararın kendi koalisyon hayallerini yıkmasını istemeyecektir. O zaman İspanya ne yapacaktır? Hatta daha da kötüsü hassas İtalyan dengesi ne hale gelecektir? XII. Louis, İngiltere, Kutsal İmparatorluk, İspanya ve bazı İtalyan devletlerinin oluşturacağı bir ittifakın ne denli tehlikeli olabileceğinin gayet farkında. Hâlbuki bu ittifak diplomatik yollardan yavaş yavaş kurulmaya başlandı bile. Fransa Kralı bunu göz ardı edemez. VIII. Henri’nin geçen yıl Catherine d’Aragon ile evlenmesi bu söylediğimin en iyi kanıtı değil mi? Maksimilyen ile güçlü Sforza ailesinin arasındaki eski bağları saymadım bile! Kirpi şiddetli bir kriz yaratarak genç İngiliz hükümdarının yüzeysel tepkisini garantilemiş oldu. İnanın bana, o hileci, Avrupa’nın büyüklerinin yeni bir birleşme oluşturduğunu görmektense yerinde ve zamanında kurulmuş askeri bir ittifak ile savaşmayı tercih edecektir. Dikkatli olalım: beni bu şekilde Kutsal İmparatorluğu saf dışı bırakmaya zorlayarak bu hamleyi sekteye uğratıp savaşın tek galibi olmayı arzuluyor. Gerçekten onun tuzağına düşmeli miyim?, diyerek konuşmasını sonlandırdı Papa Hazretleri her birinin yüzüne bakarak. Sadece Matthieu Schiner söz aldı: - Muhakemenizi çok iyi anlıyorum ve kendi açımdan XII. Louis ile ilgili olan çözümlemelerinize katılıyorum. II. Jules bir baş hareketiyle Sion piskoposuna teşekkür etti. - Bununla birlikte Kutsal Kilise’nin uzun geçmişi karşısında bu toplumsal düşüncelerin ne değeri var!? Bize miras kalan ve ileride karşısında yargılanacağımız o geçmiş… İzin verin de Papa Hazretleri sorgulayayım: kaç yüzyıldır dünya üzerinde kendi krallığını kurmaya gelen şeytanın yoğun saldırısından korkuyoruz? Papa İsviçre piskoposunun hicvine devam etmesi için karşılık vermedi. - Dürüst olmak gerekirse ben o lanetli zamanın geldiğine inanıyorum! Buna artık inanıyorum… Şeytan kıyameti değiştirmek istiyor! Bizim… sizin göreviniz şu andan itibaren kangrenli kolu kesmek değil midir Aziz Papa Hazretleri? İmparatoru, ailesini ve halkını aforoz ederek sadece bunu bekleyen Hıristiyan âlemine şerre karşı direnmek için işaret vermiş olacaksınız. Bakın en büyük şehirlerimizde neler oluyor. Kangren hepimize yayılıyor! İstirham ederim, 146 hastalıklı kısmı kurban etmek için daha fazla beklemeyin. Kutsal Anamızın Kilisesini kurtarmak için tek şans bu! Bu beklenmedik şiddet yüklü konuşma karşısında şaşıran diğer iki kardinal de ağızlarını açıp karşılık vermeye cesaret edemiyordu. Schiner’in gösterisinden bunalmış gibi başlarını öne eğmişlerdi. II. Jules’ün o ana dek hiç konuşmayan sekreteri söze başlayarak salonda hüküm süren ağır sessizliği bozdu: - Aziz Papa Hazretleri, şüphesiz çok tehlikeli bir dönemdeyiz. Maruz kaldığımız saldırıların endişelendirici bir kaynaktan güç aldığının farkındayım. Bununla birlikte buradaki herkese Papa Hazretlerinin kısa bir süre önce yeni bir papalık araştırmacısı atamış olduğunu hatırlatmak isterim. Piskoposumuzdan aldığım haberlere göre Leonardo da Vinci günlerdir Bois-le-Duc’te bulunuyor. Soruşturmaları ilerlemekte. Bana öyle geliyor ki onun çıkarımlarını bilmeden böyle bir karar almak zor olacaktır. Hıristiyanlığı ateşlere atma tehlikesini göze alabilir miyiz? Söz konusu olan sadece ince hesaplar yapan bir avuç haydut ise, II. Jules, İsa peygamber huzuruna çıktığında bütün bunlardan şeytanın sorumlu olduğunu savunursa gülünç duruma düşmez mi? - Öyle olsun. Biraz daha zaman tanıyalım. Tüm Kutsal Kilise ile ve sizlerle dua ederek Vinci’nin fikrini bekleyeceğim, diye sözlerini noktaladı zorlukla koltuğundan kalkan Papa. II. Jules başka hiçbir şey söylemeden yakındaki odasına kapanmak üzere üç adamı daha ateşli bir tartışmaya devam etmeleri için bırakarak salonu terk etti. 42 Viyana, Arsenal Mahallesi – 16 Nisan, akşam on bir suları - Veba! Veba! Gabriela kaçarken etrafta bağrışmalar duyuluyordu. Mantosuna sarınan genç kız Giorgione’un evinin köşesinden dönen küçük sokağa girmişti. Bağrışmaları duyunca irkildi ve adımlarını yavaşlatarak arkasına dönüp baktı. Meydanda sürüyle insan, ellerinde meşaleler, bağrışlar ve ağlayışlar içinde sağa sola koşuşup duruyordu. - Kara bela şehirde! - Masumlar Hastanesinde! Dün on iki denizci öldü! Arsenal’de de altı kişi! Diğer taraftan yaklaşan adım sesleri duyunca Gabriela bir kapı sundurmasının altına saklandı. 147 Kısa bir süre sonra silahlı bir düzine adam onun varlığını fark etmeksizin önünden geçiyordu. Hepsinin de yüzü sadece gözlerini açıkta bırakan beyaz fularlarla sarılmıştı. Onlar geçerken ortalığı keskin bir sirke kokusu kaplamıştı. Başlarında yürüyen adam sakin ve kararlı bir ses tonuyla konuşuyordu: - Alarm çanları susup bütün halk çıktığında sınırlama talimatlarını bütün ikmal noktalarına belirtmek için sadece iki saatimiz olacak. Ardından Arsenal sınırına kadar yolumuz var. O saatten sora kimse bölgeyi terk edemez. Oturanlardan hiçbiri belirtilen karantina yerleri ve çevreleriyle temasa geçmemeli. Adam Gabriela’nın saklandığı kapı sundurmasına birkaç adım kala durdu, Gabriela soluğunu tutuyordu. - Bakın, hastanenin etrafındaki Yahudi binalarını temizlemeye başladılar, dedi koyu mavi göğe doğru yoğunlaşıp yükselen siyah dumanı göstererek. Yakınlarda olan bütün binalar bu gece yıkılacak… Gabriela adamların meydanın diğer ucundan kaybolmalarını beklemişti; ardından, askerlerle karşılaşan halkın yakınma çığlıklarını duymazdan gelerek kaçmaya devam etti. Tüm şehirde karmaşa vardı. Gabriela’nın, labirent gibi kanallarda kaybolma korkusu içinde hızla geçtiği sokaklarda, kapı kapanmalarına ve haftalardır bahsetmeye cesaret edemeseler de korktukları tehlikenin su yüzüne çıkmasıyla uykularından sıçrayarak uyanan insanların bağrışmalarına çan sesleri karışıyordu. Genç kız meyve pazarını geçip Büyük Kanal’a paralel olan dar sokakları takip ettikten sonra kuzeye doğru yöneldi. Damların üzerine yükselen duman ay ışığını kapatırcasına yoğun ve korkutucu bir tabaka oluşturmaya başlamıştı. Karanlığa gömülmüş sokakları sadece dört bir yandan görünen alevlerin kızıllığı aydınlatıyordu. Gabriela, kaldığı otelin bulunduğu sokağın başından evlere birkaç adım uzaklıkta olan Yahudi binalarının kalaslarını kavuran alevlerin çıkardığı çıtırtıları duyabiliyordu. Demir baldırlıklarını ve parlayan kasklarını aydınlatan meşaleleri taşıyan askerlerin oluşturduğu barikatı fark edince aniden durdu ve durumu değerlendirmek için yeniden saklandı. İçlerinde kendi kiraladığı odanın da bulunduğu dört gösterişsiz pansiyondan başka önemli bir yapı olmayan sokağın diğer ucunda adamlar duruyordu. Ne yapacağını şaşıran Gabriela, askerlerin çağrısıyla o sokağın gerisine çekilen kalabalık topluluğunun barikatın diğer tarafına geçtiğini gördü. Bulunduğu uzaklığa ve etrafın karanlığına rağmen, bu kalabalığın içinde, kaldığı pansiyonda karşılaştığı insanları tanımıştı. Ardından ellerini kollarını oynatarak insanları yönlendirmeye çalışan hancının şişman karaltısını gördü. Bir yandan yanı başında durduğu binaların arka tarafından devasa alevler yükselirken diğer yandan da korkunç bir yıkılma sesi duyulmuştu. Gabriela kendisini korumaya çalışarak sokağa yaklaştı. Dehşet içinde sokağın alevler arasında kaldığını fark etti. ‘Oteller… 148 Hastaneye yakın olan ve içlerinde sürüyle yabancı ve yolcunun kaldığı otelleri yakıyorlar!’ diye düşündü ürkmüş bir şekilde. İçgüdüsel bir hareketle geriye çekilen Gabriela korkusunu yenmeye çalışıyordu. ‘Düşün! Çabuk düşün!’ diyerek kendini kontrol etmeye çalıştı. Aklına Arsenal müfrezesini yürüten adamın söyledikleri geldi. Bedeli ne olura olsun barikatın ardında kalıp asla kaçamayacağı bir alanda kısılmaması gerektiğini düşündü. Odaklanmaya çalışarak Rafaello’nun nerede saklanmış olabileceğini bulmaya çalışırken incelediği mahallelerin ve kilise bölgelerinin planını gözünde canlandırdı. Kuzey ve doğu karantina altında olduğuna göre önce kanal boyunca kaçması, ardından da lagünün zıt yönünde batıya doğru gitmesi gerekiyordu. Bir ses onu düşüncelerinden çekip çıkarmıştı: - Hey, sen! Yaklaş! Gabriela kendini bir anda karanlığa doğru atıp elinden geldiği kadar hızlıca koşmaya başladı. Her kaldırım boşluğunda bir düşme tehlikesi atlatıyordu. Soluksuz kalıp da duraksadığında nabzı fazlasıyla hızlanmıştı ve ciğerleri yanıyordu. Ama artık yangının kokusu ve sıcaklığı damların üzerinde yer alan turuncu bir haleden, kıyısında durduğu kanalın sakin sularının üzerinde ise bir yansımadan başka bir şey değildi. Gabriela, başını kaldırdığında bir kilisenin kapı sundurmasına dayanmış olduğunu fark etmişti. Bakışları başının üzerinde asılı duran ve kendisine yumuşak bir gülümseme ile bakan Meryem Ana heykelciğine odaklandı. Ardından, kendine doğru kıvırdığı bacaklarının üzerine mantosunu çekerek kapı sundurmasının boşluğuna büzüşüp derin bir uykuya daldı. Omzunda hissettiği bir elin ağırlığıyla uyanıp gözlerini açtığında sabahın erken saatleri çoktan geçmişti. İrkilerek ani bir hareketle bıçağına sarıldı. - Sakin ol, sakin ol genç adam!, diye bağırdı bir kadın yorgun ve telaşlı bir sesle. Parıldayan gün ışığından dolayı gözlerini kırpıştıran Gabriela başlığı altından kendisine doğru dostça bir ifadeyle uzanan rahibenin güler yüzünü tam olarak görebilmek için bir süre daha baktı. - Su ister misiniz?, diye sorarak arkasında duran testiyi işaret etti. Gabriela kafasını sallayınca rahibe de tasa su koydu. Genç kız rahibenin kendisine uzattığı tası istekli bir şekilde kavrayıp bir dikişte suyu içti. Su kurumuş boğazının yanmasını biraz hafifletmişti. - Teşekkür ederim, dedi velinimetine gülümseyerek. Bana nerede olduğumuzu ve Arsenal’e ne kadar uzaklıkta olduğumuzu söyleyebilir misiniz? Rahibenin şaşkınlığı karşısında Gabriela kızardı ve açıklama yapmak için acele etti: - Ben Venedikli değilim. Floransa’lı bir tüccarın oğluyum. Dün akşamki karmaşadan önce buraya işlerimizi halletmek için birlikte gelmiştik. Sonra ben kayboldum… 149 Rahibe ona acıyan bir ifadeyle bakıp, koluyla kanalın üstündeki köprünün diğer ucundan devam eden sokağı işaret etti. - Semt oldukça yakında. Ama ne yazık ki o alana geçme ihtimaliniz çok düşük. Şu anda her şey sıkıca kontrol ediliyor ve geçişler yasak. Gabriela dişlerini sıktı. - Yine de önce şansımı deneyeceğim rahibe; olmazsa haber beklemek için Ravenne’deki dükkânımıza giderim. Rahibe gülümsedi. Sonra genç kızı derin bir karışıklıkla bırakarak uzaklaştı. Yalnız başına, kolay yaşantısından uzaklarda ve veba tehdidi altında iken hâlâ Rafaello’yu bulup, atölyeye son gittiğinde kararını aldığı fikre, onun izini takip ederek Philippe’e erişebileceğine nasıl inanabiliyordu? Bir önceki gün Giorgione’un tablosunun karşısında aynadan okuduğu kelimeler gözünün önüne geliyordu. Tablo doğru yolda olduğunu gösteriyordu. Başka seçeneği yoktu. Üzerinde uyuduğu basamağa dayanarak doğrulup ayağa kalktı. Çekilen kaslarının ve karnını tırmalayan yoğun açlığın etkisiyle suratını buruşturdu. Dişlerini sıkarak yavaş adımlarla ressamın atölyesine doğru yola koyuldu. Küçük meydana açılan dar sokağın iki duvarı arasına yerleştirilen tahtalarla birbirine çakılmış iki kalastan oluşan sağlam barikat Gabriela’nın geçmesine engel oluyordu. Nöbet değiştiren dört askerden biri ona tehdit edici bir tavırla bakıyordu. - Geçemezsiniz. Buradan itibaren karantina emirleri geçerli. - Rica ederim, babamın dün satın aldığı ressam Giorgione’a ait olan tabloyu mutlaka almak zorundayım, diye yalvardı Gabriela telaşlı bir ses tonuyla. Atölyesi… Asker onun konuşmasını keserek sırıttı: - Haydi geri dönün, yanlış bir iş peşindesiniz. Meydandaki bütün evler gibi ressamınızın evi de bir saat içinde yanmış olacak. Venedik cumhurbaşkanının özel emrine göre salgının yayılmasını önlemek için yangınla temizlenecek bölgenin çapını genişletmemiz gerekiyor. Gabriela sapsarı kesilmişti. - Yakmak mı? Peki ya tablolar! - Veba mı tablolar mı?, diye homurdandı asker. Şehir sakinlerinin yarısı geçen salgın sırasında öldü. Kargaların oyduğu gözlerden başka bir şey kalmayınca tablolar, incelememiz için çok işe yarayacaktır… Zaten alınması gereken tablo gün doğarken arkadaşları tarafından götürüldü. Bir vebalının evine girecek kadar cesaretlilerdi… Gabriela irkilmişti. - Vebalı mı? 150 Adam ona sabrı tükenir bir halde baktı. - Bilmiyor musunuz? Giorgione öldü. İlk veba kurbanlarından biriydi. Bana bunu söyleyen de tabloyu almaya gelen o adamdı. - O mu? - Görünüşe bakılırsa o da ressamdı. Genç, ince yüz hatları olan sizin gibi bir yeni yetmeydi, dedi Gabriela’yı inceleyerek. Genç kız önce bir adım geri çekildi ardından donup kaldı. Aynadan okuduğu kelimeler yeniden gözünün önüne geliyordu. - San Michele, diye mırıldandı. Michele halkası… Asker ona kuşkulu gözlerle bakıyordu. - Evet, ölüler adası, diye karşılık verdi onun kendisiyle konuşmadığını fark etmeyerek. Şaşıran Gabriela askere gözlerini dikerek baktı. - Nerede olduğunu biliyor musunuz? Adam omuzlarını silkti. - Lanet olası, bilmez olaydım! San Michele adası, diğer adıyla ölüler adası; Yahudi bölgesinin arkasındaki rıhtımın karşısındaki mezarlıktır. Ölümlerin sebebinden ilk şüphelenildiğinden beri cesetler yakıldıktan sonra oraya gömülüyor. Cehenneme giden yol… diye ekledi gizemli bir ses tonuyla. Bu işten sorumlu olan tövbekârları ve sizin şu Giorgione’unuz gibi feda olanları Tanrı korusun. Gabriela gözlerini fal taşı gibi açarak adama baktığından adam başını önüne eğmişti. - İşte bu taraftan gitti, diye karantina bölgesinin diğer tarafındaki sokağı işaret etti. Bir saat önce, her şey yakılmadan önce gitti; dediğine göre arkadaşını terk etmek istemiyordu. Onu mezarına kendisi götürmek istiyormuş. Ne hoş bir davranış değil mi? Hiçbir yanıt alamayınca adam arkasına döndü. Şaşkınlık içinde genç adamın artık orada olmadığını fark etti. 43 Bois-le-Duc civarı – 17 Nisan, öğleden sonra saat üç suları - Oradalar! Kilise muhafız askerleri arabanın etrafındalar! Bunlar onlar... Eminim! Hızlanın! Bayard’ın etrafındaki on beş kişilik atlı birlik tepeden indi. Uzakta saltanat arabası taşlı yolda iki yana sallana sallana, yavaşça daha aşağılara doğru iniyordu. Gösterişli arabanın etrafında zengin giyimli sekiz muhafız askeri vardı. Kortej Bois-le-Duc’ü yaklaşık bir saat evvel terk 151 etmişti. Uzaklığa rağmen Bayard kapıları süsleyen Papalık armalarını hemen fark etti. ‘Zamanıydı! Az kaldı gözümden kaçıyordu!’ dedi kendi kendine Vatikan arabasını çabucak yakalamak için atını şaha kaldırırken. Bayard’ın ne yapmak istediğini anlayan Fransızlar yolu arabanın önünden ve arkasından kapatacak şekilde hemen harekete geçmişlerdi. - Silahları indirin! Fransa Büyükelçisi! Fransa kralı görevcisi! Silahlarınıza sarılmazsanız hiçbir zarar gelmeyecek!, diye bağırdı Bayard ne yapacağını şaşıran subaya yaklaşarak. Kilise muhafız askeri bir el hareketiyle korteji durdurdu. Fransız askerler korteje yaklaşırken Bayard saltanat arabasının yanına gitmek için atından indi. Sarışın dik saçlı biri neden yol ortasında durduklarını anlamak için arabanın kapısından başını çıkardı. - Sen! İn oradan!, diye bağırdı çeviklikle arabanın basamağına atlayan asker. Zavallı çocuk karşılık veremeden Fransız asker ani bir hareketle kapıyı açıp onu kolundan yakalayıverdi. Bir fırlatışta onu yere attı. Neye uğradığını şaşıran saf genç, Bayard’ın arabanın içine dalıp kapıyı yeniden örttüğünü ve kalın sarı kadife perdeleri çektiğini gördü. - İyi ama... Siz de kimsiniz? Ne istiyorsunuz?, diye kekeledi arabanın içindeki yaşlı adam. - Pierre de Terrail, Majesteleri Fransa Kralı’nın elçisi... Sizin için buradayım Sayın Vinci, diye yanıtladı şövalye ressamın karşısına oturmak için onu sıkıştırırken. - Yine dalavereler mi!? Peki kalfama ne yaptınız?, diye homurdandı Vinci. - Koruyucunuz çiçek toplamaya gitti. Emin olun geri dönmekte gecikmeyecektir! - Ne kabalığınızdan ne de dalga geçen tavrınızdan hoşlanmıyorum. Unutmayın ki karşınızda Papa tarafından görevlendirilmiş bir soruşturmacı var, diye söylendi ressam II. Jules tarafından kendisine verilen altın yüzüğü Bayard’ın gözüne sokarak. - Tabii ki konumunuzdan hiç şüphemiz yok. İnanın bana elçiliğimden korkmanızı gerektirecek hiçbir şey yok! Tabii uzlaşmacı davranırsanız... diye ekledi Bayard tehditkâr bir ses tonuyla. - Bunu Papa Hazretleri’ne bildireceğim! - Sayın soruşturmacı, şimdilik biraz sohbet etmek için önümüzdeki yoldan faydalanalım, ne dersiniz? Bayard, ressamdan cevap beklemeden kendi adamlarının kilise muhafızını etkisiz hale getirip getirmediklerinden emin olmak için perdeyi aralayarak dışarı baktı. - Her şey yolunda komutan, diye kuvvetli bir sesle bağırdı. Sayın Vinci benimle konuşmak için can atıyor! Üstelik sizi daha fazla geç bırakmamak için adamlarım bize yolu açacaklar. 152 Saltanat arabası gıcırdayarak yeniden hareket edip yolcuların sarsıntılardan etkilenmemesini sağlamak için yavaşça yola koyulmuştu. Siniri hafifleyen Leonardo da Vinci neredeyse sinsi bir gülümsemeyle şövalye Bayard’a bakmaya başlamıştı. - Demek Fransa Kralı benim için en yiğit şövalyesini yollamış! Telaşınıza bakılırsa tek derdinizin benim sağlığımdan haber almak olmadığı aşikâr... - Yanılıyorsunuz Sayın Vinci! Kral, Brabant’daki ağır şartları bildiğinden sizinle ilgilenmemi istedi! - Bu söylediklerinizden size mahkûm olacağım anlamını çıkarmalı mıyım? Belki de tutsağınız?, diye sordu Leonardo kurnazca. - Nasıl isterseniz Sayın Vinci! Fransa Kralı’nın tutsağı olmanızı gerektirecek bir durum mu var? - Sayın Louis benim tutsağım olamayacağına göre! Bayard yaşlı adama şaşkınlık içinde bakıyordu; ‘İşte korkusuzun teki! İşim pek de kolay olmayacak!’ diye düşündü. - Bu tarz imalardan hiç hoşlanmam, diye homurdandı. - Ben de sizin tavırlarınızdan hiç hoşlanmadım! Sadede gelecek misiniz? Rica ederim daha fazla uzatmadan Fransa Kralı’nın benden ne istediğini söyleyiniz. Bayar Leonardo’ya doğru eğildi. - Majesteleri Bois-le-Duc’te gerçekleşen olaylardan endişe duyuyor. Size ne kadar değer verdiğini size bildirmemi istedi! Sizin de bilebileceğiniz gibi, soruşturmacı olarak bu göreve atanmanızı kral bizzat talep etmiştir. Sınırsız yetenekleriniz Fransa sarayında dillere destan Sayın Vinci. - Beni fazlasıyla yücelttiniz... Başka? - Kaynaklarımıza göre Bois-le-Duc’te İmparator Maksimilyen ile görüşmüşsünüz. Fransa Kralı aranızda geçen konuşmaların yanlış anlaşılmalara yol açmış olabileceğinden endişe etmekte. Soruşturmanızın öngörülen sonucunu hiçbir şeyin baltalayamayacağından emin olmak istiyor... - Fransa Kralı’nın hafiyeleri iyi bilgi edinmişler. Zaten son birkaç haftadır Fransızlar Bois-le-Duc civarlarından hiç eksik olmadılar, diye çıkıştı Leonardo şövalyenin kendisine daha da yaklaşan suratına yeşil parlak gözlerini dikerek. Kendisine hâkim olmaya çalışan Bayard görünürde hiçbir şey belli etmiyordu. Yine de ressamın imaları işe yaramıştı. - Ne demek istiyorsunuz? - Şimdiye kadar bildiklerinizden farklı bir şey değil. Sizin elçilik görevinize dönelim isterseniz. Benim de Majesteleri XII. Louis’nin şahsına çok saygı duyduğumu iletiniz. Ne yazık ki İmparator ile görüşmem bu sorunu aydınlatabilmemi 153 sağlamadı. Dürüst olmak gerekirse, bu konu Bois-le-Duc’teki olayları aşmış durumda, diye ekledi ressam neredeyse güven uyandıran bir ses tonuyla. Ne var ki konuşmamızdan, tıpkı Hieronymus Bosch ile gerçekleştirdiğim görüşmelerde olduğu gibi net bir sonuç elde edemedim... - Belki de Fransa kralı size eksikliğini duyduğunuz açıklığı sağlayabilir, diye cüretkârca söze atladı Bayard. - Çeşitli tarafların sessiz kalışı ve olanları saklayışı nihayetinde çok da önem taşımasa da her şeye açığım: benden sakladıklarını sandıkları birçok kart zaten benim elimde... Bayard yeniden söze başlamadan evvel artık kısık gözlerle kendisine bakan ressamın kafasından neler geçirdiğini tartmak için bir süre bekledi. - Doğru anladıysam XII. Louis’ye sizin kendisine destek olacağınızı bildirmemi onaylıyorsunuz, öyle mi? - Lafı ağzınızda gevelemeyin Sayın Büyükelçi. Beni gayet iyi anladınız! İmparator Maksimilyen’den hiçbir bilgi edinemedim. Artık Majestelerinin önerilerini dikkate alacağım. Fakat zaman daralıyor. Papa en kısa zamanda soruşturmanın sonuçlarını bekliyor. - Fransa Kralı’nın emri tek; sizin erişmeyi dilediğiniz bütün ayrıntılı bilgileri gecikmeden elde etmenizden sorumluyum! - Çok iyi! Umarım size güvenebilirim, diye sözlerini sonlandırdı Leonardo bastonunun altın başlığıyla arabanın tavanına vururken. Araba durur durmaz Bayard kapıyı açtı. Arabadan indiğinde karşısında nefes nefese kalan zavallı Lorenzo’yu görünce kahkahalarla gülmekten kendini alamadı. Çocuk bir türlü yetişemediği arabanın arkasından koşup durmuştu. Tıpkı az önce arabadan dışarı fırlattığı gibi kalfayı yeniden arabanın içine ustasının ayakları dibine bir paketmişçesine bırakıverdi. Leonardo bu müdahaleden yararlanıp askere gülümseyerek bağırdı: - Yolunuz açık olsun Sayın Büyükelçi! Umarım kötü bir şeylerle karşılaşmazsınız. Ve Majestelerine bu konuya kendimi ne denli adadığımı bildiriniz! Yollarımızın ayrıldığı anda buradan pek de uzakta olmayan bir açıklıkta oldukça garip bir konaklama yeri bulacağımdan şüphelenmemeliyim öyle değil mi? Görüyorsunuz ya, menfaatlerimiz birbiriyle fazlasıyla örtüşüyor... diye ekledi yaşlı adam gizemli bir ses tonuyla araba hareket etmeye başladığı anda. Sözlerinin sonu tekerlek gürültülerinin arasında kaybolup gitmişti. Atının üzerinde doğrulan Bayard arabanın uzaklaşmasını izliyordu. 44 154 Venedik – 17 Nisan, akşam altı suları Öğleden sonradan itibaren artan rüzgârın haber verdiği fırtına lagünün üzerinde kopmak üzereydi. Gabriela rıhtımın ucundan etrafı gözetlemeye başladığından beri kaldırımlara tuzlu su damlaları sıçratan boradan korunmak için mantosuna sarınmıştı. Uzakta denizden yükselen yağmur sisiyle görüntüsü bulanıklaşan San Michele adası ufuk ile birleşiyordu. Göğü aydınlatan bir şimşeğin ardından şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Şimşekle birlikte bir anlık görünen ada gözden kaybolurken, su yüzeyi gökten düşen büyük su taneleriyle hareketlenmeye başlamıştı. Denizin gitgide artan çalkantısı rıhtımı yalıyordu ve iskeleye bağlanan kayıklar dalgalarla uyum içinde dans ediyordu. Küçük bir at arabasının tekerlek gıcırtıları genç kızın dikkatini çekmişti. Rıhtımın diğer ucundan bir cenaze alayı fırtınada zorlukla ilerliyordu. Her biri dört adam tarafından çekilen iki tahıl arabası, tepelerinde asılı duran çanların sesi eşliğinde iskeleye doğru yavaşça ilerliyordu. At arabaları gondolların yanında durmuştu. Adamlar birbirlerine birkaç kelime ettikten sonra birini arıyorlarmışçasına arkalarına dönüp baktılar. Ardından her biri at arabalarının tahta bölmelerine sabitlenmiş sırıklardan birine sarıldı. - Aman Tanrım, cesetleri taşıyorlar, diye mırıldandı adamların taşıtın içindekileri kayıklara boşaltmaya uğraştıklarını gören Gabriela. Belirli bir uzaklıkta kalmaya çalışarak ve sadece ağız ve burunlarını kapatan bezleri biraz daha sıkıca bağlamak için ara veren adamlar geminin korkunç yüklerini birer birer aktarıyorlardı. Evler ile adamların bulunduğu rıhtım kenarı arasındaki alanı hızlı adımlarla geçen yaşlı bir adam geldiğinde onlar da işlerini bitirmek üzerelerdi. Gabriela gizlenmeye çalışarak biraz yaklaştı. - En sonunda, amma da geciktin! Peki ya diğer kayıklar?, diye yakındığını duydu cesetleri boşaltan adamlardan birinin Gabriela. - Geliyorlar, ama iki tanesi taşımaya teminat vermek istemedikleri için kaçtılar. Bu yüzden muhafızların iki tanesine daha el koymak için gondolculara gitmeleri gerekti. Az sonra burada olurlar. - Yolcularının işlerini yapacaklar, diyerek sırıttı az önce konuşan adam. Bizse bunları boşaltıp sıvışacağız! Zaten bu din adamları pek de uzağa gitmeyecekler... Gondolcu gondoluna garip pozisyonlarda yığılmış, kolları ve bacakları alakasız yerlerden çıkan yarı çıplak cesetlere tiksinerek bakıp kafasını salladı. - Bu kadar yeter, rıhtım ile ada arasında giderken alabora olmak istemem. Zaten şu rüzgârla ilerlemek fazlasıyla zor olacak. Diğerlerini yükleyin artık, geldiklerinde başlarının çarelerine baksınlar. 155 - Öyle görünüyor ki buraya da asker yollayacaklar; sanki biz burada eğleniyoruz ya da bu yükleme işinden keyif alıyoruz... dedi ilk konuşan adam sinirli bir tavırla. - İşleri hiç de zor olmayacak, diye dalga geçti gondolcu. Cesetlerin onlara direnecek hali yok ya; üstelik bu yasak adayı farelerden başka abluka altına alabilecek başka bir canlı olduğunu da sanmıyorum! Ben sadece o cesetleri boşaltıp kayığımdan inmeden geri döneceğim, diye ekledi ağzını burnunu eşarpla kapatırken. Kısa bir süre sonra yüklerinden kurtulan at arabaları, engebeli yoldan dolayı çalan çanların eşliğinde uzaklaşıyordu. Gabriela, mantosundan içeri sızmaya başlayan nemi hissedince titredi. “Şu zavallılardan birinin tuttuğu bir nesneye dokundum mu ya da hastalardan biriyle konuştum mu Tanrı bilir” diye geçirdi aklından hastalık belirtisi olmaya yetecek bir ürpertiyle. Gizlice okuduğu, büyük salgınlar üzerine yazılmış olan anlaşılmaz kitapların sayfalarını hatırlamaya çalışıyordu. “Burun ve ağız kapatılmalı, pişmemiş aş yenmemeli, kaynamamış su içilmemeli... O adaya gitmek bir delilik, ama bu bir tesadüf olamaz: tabloya gizlenen mesaj ve bir gün öncesinde en küçük bir belirtisi olmadığı halde vebadan ölen Giorgione... Evet, bu sırrın anahtarı kesinlikle orada!” Gondolcu kayığına atlamış ve kayığı rüzgâr yönüne döndürmeden önce ustaca palamarları çözmüştü. Kayık kıyıdan uzaklaşarak dalgaların arasında hızlandı. Pupa kısmında ayakta duran ve küreği iterek kayığı yönlendiren gondolcu âdeta cehenneme ölüleri taşıyan Kharon1 oluvermişti. Kayık pusun içinde gözden kaybolmadan önce Gabriela gondolcunun arkasında elveda der gibi göğe uzanan bir kol gördü. Bomboş rıhtımda birkaç dakika daha bekledi. Gözlerinin önünde, taş yığınlarının ilerisinde cesetlerle dolu iki gondol çalkantılı suda ağır ağır ilerliyordu. Genç kız en sonunda saklandığı yerden çıkıp dubalı köprüye doğru ilerledi. Kayıklardan yayılan keskin sirke kokusu burnunun direğini sızlatıyordu. Sirke kokusunu kötü bir şekilde bastıran rehavetli çürük kokusunu duyduğunda midesi bulandı. Biraz daha yaklaştığında ağzı açık, gözleri yarı kapalı, morarmış ve şişmiş bir çehre gördü. Görmemek için mantosunu yüzüne doğru çekti, dişlerini sıktı ve ters yöne koşarcasına uzaklaşmamak için kendisini zor tuttu. - Haydi, bundan başka şansım olmayabilir. Belki de oradadır... diye alçak sesle kendini cesaretlendirmeye çalıştı. Parıldayan rıhtımın kenarına çömeldi ve palamarın bağlı olduğu taşlara tutunarak suyun üzerinde hafifçe sallanan kayıkları bıraktıkları iskeleden suya indi. Bedenine değen buz gibi su titremesine yol açmıştı. Hafifçe başını kaldırarak rıhtıma doğru baktı. Rıhtım boyunca aceleyle yürüyen iki adamın gölgelerini görmeden önce adımlarını duydu. 1 Kharon: Ölü ruhları Hades’in ülkesine taşıyan zalim kayıkçı. 156 Gabriela, adamlar birkaç adımlık mesafeye yaklaşana kadar bekleyip ardından nefesini tutup tamamen suya daldı. Soğuk tüm vücudunu ele geçirmişti, dibe batmamak için kayığın bordasına parmaklarını geçirdi. Gabriela son bir gayretle gondolun ön tarafına geçerken iki adamdan birinin tuttuğu fener pupayı aydınlatıvermişti. Gondolcu kısık sesle küfrederek gondola atlayıp palamarları çözdü. Birkaç dakika sonra gondol karanlığın içinde sessizce ilerliyordu. 45 Paris – 17 Nisan, akşam yedi suları Notre-Dame Katedrali’nin çanları var gücüyle çalıyordu. Uzakta, Seine nehrinin diğer yakasından yükselen yoğun simsiyah bir duman şehrin kenar mahallelerinde başlayan yangını haber veriyordu. Bu gürültüyle irkilen XII. Louis kendisini Louvre Sarayı’na götüren saltanat arabasının penceresinden başını uzattı. - Neler oluyor böyle? - İsyanlar Majesteleri, isyanlar! Parisliler Almanların evlerini işgal ediyorlar. İntikam çığlıkları atıyorlar ve sapkınları yakmak istiyorlar! Aldığı cevabın duygusuzluğuna şaşıran Fransa Kralı yeniden oturup kendisiyle konuşan kadının garip bir şekilde sakin görünen suratına bakmaya koyulmuştu. Dizlerinin üzerine muntazamca koyduğu elleri, hafif öne eğik başı ve yarı kapalı gözleriyle Anne de Bretagne karşısında duruyordu. Bir yıl evvel evlendiği kadını incelerken “Ne kadar büyüleyici” diye düşündü XII. Louis. Fransa Kraliçesinin, uzun çehresi, fazlasıyla uzun burnu ve çekik gözleriyle çok da güzel olduğu söylenemezdi. Yine de XII. Louis, kendisinden önceki hükümdarın karısıyla evlenmek için, Jeanne de France ile olan daha önceki birlikteliğini sonlandırabildiği için seviniyordu. Daha on bir yaşındayken üzerine Britanya Düklüğünün sorumluluğunu almak zorunda kalan kadının keskin zekâsını ve kararlılığını takdir ediyordu. Kral bunları düşündüğü sırada, saltanat arabasının yanından ilerleyen atlı muhafızların komutanı olan yüzbaşı kapıya doğru yanaştı. - Ne var?, diye bağırdı kral tekerleklerin taşların üzerinde çıkardığı sesi bastırabilmek için. - Majesteleri, endişelenmekteyiz! Halk kontrolden çıkmış gibi. Uzaktan veya daha yakından Alman’ı andıran herhangi biri bu suç kovuşturmasına maruz kalabilir. Bu 157 gece bütün aileler kollanmaksızın evlerinden atıldı. Şimdi de onların oturdukları evler ateşe veriliyor. Hiçbir şey yapılmazsa bütün şehir küle dönüşecektir Sör! - Geçişi açın, diye emretti kral yüzbaşına. Gecikmeden Louvre’a gitmeliyim. Adamlarınızdan birini önden gönderin. Gittiğim anda Bayard’ı karşımda görmek istiyorum! Yüzbaşı bölüğüne birkaç emir verdi. Kral ve Kraliçe, arabacının koşum atlarını dörtnala koşturup, XII. Louis’nin arabası etrafında toplanan meraklıları dağıtmak için indirdiği kırbacın havada yarattığı ıslığı duydular. - Almanlara ölüm! Aforoz edin! Kral bizimle!, diye bağırıyordu etrafta toplananlar zaman geçtikçe biraz daha artan bir uğultuyla. Bu sırada muhafızlar az ilerdeki Louvre Sarayı’na varan yolu açmaya çalışıyorlardı. - Bu halk taşkınlıklarından hiç hoşlanmıyorum! Hiç kimse çıldıran bir kalabalığın neler yapabileceğini tahmin edemez, diye söylendi Anne de Bretagne. - İşte biri hükümdar olduğu topraklarda Hıristiyan zihniyetinden uzaklaşırsa olacaklar bunlardır! Umarım Papa artık bu gevşekliğin nelere mal olduğunu anlar, diye karşılık verdi Kral. Anne de Bretagne cevap vermedi. Seine nehrinin diğer yakasında kaynaşan kalabalığa bakıyordu. Sarayın girişinde daha da hızlanan kraliyet korteji kapıda duran aylakların kaçışmasına yol açmıştı. Bayard, savaşçı bakışlarıyla bahçede hükümdarı bekliyordu. - Gelin, dedi sadece XII. Louis Bayard’ı ileriye yönelterek; Kraliçenin arabadan inmesini bile beklememişti. Bekleme odası olarak kullanılan yere girdikleri anda Kral daha mantosunu çıkarmaya yeltenmeden, Bayard’ı sorgulamaya başladı: - Parisliler çıldırmış durumdalar, bütün şehri ateşe verecekler! Durum kontrolümüzden çıkmadan evvel gereken bütün önlemleri al! - Her şey hazır Sör, bölükler kenar mahallelerine bir saat uzaklıktaki mesafelerde konuşlanmış durumda. Yine de, izin verirseniz, Majestelerine biraz daha beklemesini önereceğim. Bu güzel halk öfkesinin yayılmasına izin vermek gerekmez mi? diye sordu şövalye, yüzünde vahşi bir sırıtma belirirken. Papalık büyükelçisi Roma’da, bırakalım da Notre-Dame’ın dört bir yanında gezinen hafiyeleri durumun aciliyetini anlasınlar. - Öyle olsun. Yine de kapılarımıza dayanmak üzere olan bu isyanları gözlemeyi ihmal etmeyelim, diye karşılık verdi XII. Louis bir koltuğa yerleşerek. Ee, Brabant’daki adamlarımızdan haber var mı? Bayard hayır anlamında kafasını salladı. 158 - Elini çabuk tut çünkü sanırım papa olacak o adamı tuzağa düşürecek bir planım var. Ama onlardan haber alamazsak bunu gerçekleştiremeyiz! - Arıyoruz Sör, arıyoruz... Kamp alanı bomboştu, hiçbir ipucuna rastlayamadık. O düzenbaz Leonardo da orayı arayacaktır, ama hiçbir şey bulamayacak! - Peki ya Philippe de Habsbourg? Onun başına neler geldiğini öğrenebildin mi? Bayard aynı hareketle kafasını sallayarak, bu konudaki güçsüzlüğünü belli etti. - İmparator’un oğluna ne olduğunu kimse bilmiyor... Belki de bu gizemi kendi yararımıza kullanabiliriz... diye kendi kendine yüksek sesle konuştu alev almış evlerin üzerine yükselen yoğun dumanların gözüktüğü pencereye yaklaşmak için ayağa kalkan XII. Louis. O sırada kraliçe hafif aksak yürüyüşüyle odaya girmişti. Bayard hükümdar eşini selamlar selamlamaz dışarı çıktı. Kapı kapandığında Anne, XII. Louis’ye yaklaştı. - Size önereceğim hiçbir şey yok sevgilim. Yine de biliyorsunuz ki daha önce İmparator Maksimilyen ile evliydim. Bu vekâlet gereği gerçekleştirilen evlilik hiçbir zaman uygulanmamış olsa da İmparatoru iyi tanıdığımı sanıyorum... - Ve?, diye sordu XII. Louis. - Ve bana öyle geliyor ki ateşle oynamak çok tehlikeli... diye karşılık verdi sadece Anne de Bretagne uzaklardaki alevlere bakıp şefkatle kocasının elini tutarak. 46 Venedik, San Michele Adası – 17 Nisan, akşam dokuz suları Soğuktan donan Gabriela avuç içleriyle tutunmaya çalışırken artık ellerini hissetmiyordu. Bu kısa geçiş sırasında neredeyse on kez bayılacağını ya da yığılıp kalıvereceğini sanmıştı. Belindeki kuşağı koşum takımı gibi kullanıp gondoldaki çengellerden birine kendisini bağlamayı başarmasaydı bu gölde boğulup gidecekti. “Biraz daha” diyerek cesaretlendirdi kendisini; soğuğa rağmen, adamın gondolunu kıyıya çekip uzaklaşmasını hareketsizce beklemeye kararlıydı. Gondolcunun dubalı köprüye atladığını duyup kıyının biraz daha iç tarafına dikilen tahta kulübeye doğru ilerlediğini gördü. Adamın ayak sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz genç kız da dubalı köprünün üzerine atladı. Tırmanırken yana saptı, biraz daha uzağa gidince, büyük ceset yığınlarının gömülmesi için kazılmış mezarların açığa çıkarılmış topraklarını işgal eden yüksek otların arasına gizlenmek için yarı doğruldu. 159 Yukarıda, San Michele manastırının ve bitişiğindeki şapelin geniş alanında kazıların ve gayri muntazam bir şekilde kenarlara atılmış toprak yığınlarının gölgeleri uzanıyordu. Yapının içinde hiçbir ışık görülmüyordu. Sadece binanın yan tarafında yakılmış olan bir ateş turuncu ışığıyla damlardaki kiremitleri aydınlatıyordu. Gabriela su içinde kalan mantosunun kopçalarını çözerken titredi. Bu korkunç ortamda kaç kişi olduğunu merak ediyordu. Ani esen rüzgâr, burnuna iğrenç odun kokusunu getirmişti. Midesi bulanan genç kız bir yandan elindeki fular ile yüzünü kapatırken diğer yandan da başını toprağa doğru eğdi. Yeniden doğrulduğunda etrafındaki gece manzarasını inceledi. Aklına, Giorgione’un tablosunda okuduğu kelimeler geliyordu. Leonardo’nun atölyesinde geçirdiği saatleri düşününce ürperdi... - Üç çember... Yazıt üç çemberden bahsediyor. İlkine su ile erişiliyor; San Michele çemberi... İkincisine gök ile erişiliyor; San Giorgio... Ve üçüncüsüne ateş ile erişiliyor; Mithra çemberi... İlki adaysa, ikincisi... Küçük şapelin vitrayları ardında bir ışık belirince Gabriela aniden durdu. - Gök çemberi!, dedi yeniden doğrulurken. Ağaçların gövdelerine saklanmaya özen göstererek, ağır adımlarla yapıların başladığı yere kadar olan boş alanı geçti. Bir elips çizerek toplu mezarları dolaşıp şapelin girişine otuz adım kala durdu. Işığı artık göremiyordu. Otların arasından çıkıp şapelin duvarına kadar hızla koşup duvara yapıştı. Orada bir süre öylece durduktan sonra, sessizlikten cesaretlenip duvar dibinden ilerleyerek kduşkudşinin kapısı olduğunu düşündüğü yere kadar gitti. Bir çarpmayla dişlerini sıkmasına yol açan kapı zembereğini itti. İçeriye girdiğinde kduşkudşinin tamamen karanlığa bürünmüş olduğunu gördü. Önce bir süre gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Sadece koyu renkli vitraylar dağınık ışık süzmeleriyle tahta oturakları ve küçük sunağı aydınlatıyordu. Genç kız sessizce duvarlardan birini tamamen kaplayan büyük dolaba yaklaştı. İlk çekmeceyi kulbundan çekerek açtı. Çekmece sessizce açıldı. Orada bulmayı ümit ettiği bez yığınlarını bulunca Gabriela’nın yüzünde bir gülümseme belirdi. Eliyle yoklayarak içlerinden bir tane tören giysisi çekip aldı ve ıslak giysilerini çıkararak üzerini değişip beline de bir ip bağladı. Ardından başına kukuletasını geçirip şapele doğru yöneldi. Bir gıcırtı duyunca genç kız perdenin arkasına saklanıverdi. Dışarıdan fark ettiği zayıf ışık yeniden görünmüştü. Gözleri kamaşan Gabriela, ışığın âdeta yerden çıktığını görebiliyordu. - Kilise bodrumu, diye fısıldandı dişlerinin arasından. Tabii ya, kilise bir payen tapınağının üzerine inşa edilmiş olmalı. Eski tapınağın yıkıntıları da bodrum haline getirilmiştir. Evet, kesinlikle bu Mithra çemberi, ilkel bir tapınak olmalı! 160 Basamaklardan gelen ayak sesleri onun tekrar aniden durmasına sebep oldu. Rafaello’nun sesini tanır tanımaz irkildi. - Cesedi götür ve yak. Benden çaldığı kâğıtları da mutlaka yak. Gabriela’nın yüreğini karşı konulmaz bir sıkıntı kaplamıştı. Rafaello’nun elinde taşıdığı meşalenin aydınlığında, orta sahnın yanından çıkan merdivenin başında onun gaddar suratını görmüştü. - Meraklılara gelince... Korku onların buraya gelmesine engel olacak en etkili silahımız. Cesetleri taşımaları için para verilen kayıkçılar bile geriye ne kaldığını bile sormadan kaçmaya çalışıyorlar. Sen sadece çıkışları iyice kapalı tutmaya ve sana gösterdiğimiz gibi ıslak bezlerle tıkamaya özen göster. Ne gösterilen fıçılar dışında başka su kullan ne de aşağıya yerleştirilen salamura yiyeceklerden başka bir yiyecek çıkar. Rafaello’yu takip eden gölgeden itaatkâr bir homurtu duyuldu. Ardından ressam orta sahnın karşısındaki manastıra açılan kapıya doğru ilerlerken gölgede kalan adamın ayak sesleri tapınağa inen basamaklarda yankılanmaya başlamıştı. Kalbi sıkışan Gabriela, bir süre bekledi ardından tereddüt etmeden o da dar basamaklara doğru yöneldi. 47 Venedik, San Michele adası – 17 Nisan, akşam on suları Gabriela, tapınağa giden merdivenden duvara tutunarak inerken birkaç hafta evvel Leonardo da Vinci’nin mahzenine getirilen cesedi düşünüyordu. Aynı keskin koku genzini yakıyordu. Biraz daha aşağıda yeniden bir ışık halesi fark eder etmez genç kız duruverdi. Dakikalar boyunca odadan ses çıkmayınca Gabriela son üç basamağı da indi ve kendisini tonoz tavanlı, bomboş bir odada buldu. Göz kararıyla odanın ortasına yerleştirilen ufak bir şöminede ateş çıtırdıyordu. Genç kız ısınıp kafasını toparlamak için şömineye yaklaştı. “Nereye gitti bu adam?” diye sordu kendi kendine önünden aşağıya inen adamı düşünerek. Bu kapalı odada şapele giden açıklıktan başka bir çıkış göremiyordu. Soğuktan uyuşan ve kıpkırmızı kesilen parmaklarını ateşe yaklaştırırken etrafı biraz daha inceledi. Odanın ortasında üzerinde yemek artıkları olan kaba bir masa vardı. Bir dilim siyah ekmeğin ve bir parça kuru Parm peynirinin yanına yarı boş kirli bir bardak bırakılmıştı. Oldukça iyi bilenmiş bir bıçak ekmeğin hemen yanına saplanmıştı; bıçağın keskin ucu neredeyse bir santimetre kadar masanın yumuşak tahtasına girmişti. ‘Bıçağı ne kadar garip bırakmış’ dedi içinden Gabriela; bir yandan da bıçağın peynir kesmek için kullanıldığını düşünüyordu. 161 Bir süre sonra genç kız etraftaki renkleri fark etmeye başlamıştı. Kulakları sağır eden ve iç kıyan bir ses aniden durmasına yol açtı. Yaklaşmakta olan bir tehlike hissedince elini ayakkabısının kenarına sıkıştırdığı bıçağa götürdü. Bıçağın orada olmadığını fark ettiğinde gölü geçerken suda kaybetmiş olabileceğini düşündü. Hızla masaya doğru yönelip elini bıçağa doğru uzattı. Bıçağın keskin ucu masaya öyle saplanmıştı ki Gabriela bıçağı çekip çıkaramıyordu. Dişlerini sıkıp var gücüyle yeniden asıldı. Bıçak en sonunda çıtırdayarak masadan ayrıldı. Genç kız saklanmak için sessizce birkaç basamak yukarı çıktı. Şöminenin yanındaki duvarın bir kısmı korkunç bir gıcırtıyla öne çıktı. ‘Gizli bir geçit!’ dedi Gabriela içinden. Heyecandan nefesi kesilen genç kız, geçitten henüz çıkan adamın suratını görmeye vakit bulamamıştı; yine de dev cüssesini ve yürürken eğilmesini zorunlu kılan o uzun boyunu fark edince korkuyla irkilmişti. Elindeki fener tam da genç kızın durduğu yeri aydınlatıyordu. - Hey! Kim var orada?, diye bağırdı adam merdivene doğru yönelirken. Genç kız şapele doğru kaçmak yerine bir basamak aşağıya indi. Dev gibi adam onu görünce hırçın bir homurtu çıkararak kıza doğru saldırdı. Adam, Gabriela’nın tüm gücüyle iki elinin arasında göğüs hizasında tuttuğu keskin bıçağın soğuk ucuna devrilivermişti. Genç kız bir an onun şarap kokan soluğunu yüzünde hissetti ve ardından geçirdiği şok ile sendeledi. Cansız beden merdivenlere yığılırken dehşet bir gürültü çıkarmıştı. Sendeleyen ve soluk soluğa kalan Gabriela bayılacağını sanmıştı. Baş dönmesiyle duvara yaslandı. Gözlerini kapayıp yavaş yavaş kendine gelmek için kendini zorladı. Bıçağı hâlâ elinde tuttuğunu fark edince irkildi. Göz hizasında bıçağı kaldırıp ucunda biriken kıpkırmızı kana baktı. Derin bir soluk alıp bıçağı adamın pantolonuna silerek temizleyip, çizmesinin yanına yerleştirdi. Ardından cesedin üzerinden atlayıp, neyse ki düşerken sönmemiş olan feneri aldı ve açık kalan gizli geçide doğru yöneldi. Önünde uzun bir koridor vardı. Ayaklarının altındaki sert toprak sanki özellikle kaygan bırakılmıştı. Duvarlardan yeşilimsi bir sıvı akıyordu. Genç kız elindeki feneri ince su yollarının oluştuğu tonozlu tavana doğru uzatarak “Lagünün yakınlarında olmalıyım” diye düşündü. Bacaklarının arasından koskocaman bir sıçan geçince yeniden irkildi. Tam da yolunu kaybetmiş olabileceğini düşündüğü sırada Gabriela, sekizgen biçimli, fazlasıyla yüksek tavanlı ve sürüyle farklı koridora açılan geniş bir salona varmıştı. Sırt üstü yatmış, kolları çapraz duran bir adam salonun ortasında duruyordu. Genç kadın gözyaşlarını tutamayarak cansız bedenin yanına diz çöktü. - Giorgione!, diye bağırarak ressamı canlandırma umuduyla sarstı. Gırtlağının kesildiğini fark edince Gabriela yeniden titremeye başladı. Gözünün önüne Philippe geliyordu; gözyaşlarına boğuldu. “Onu asla canlı bulamayacağım!” 162 Milano’dan ayrıldığından beri ilk defa ne yapacağını bilmiyordu. Yere uzanmış bir vaziyette uzun bir süre boyunca hıçkırarak ağladı. Sonra, yavaş yavaş aklını başına topladı. Aklından binlerce şey geçiyordu: “Zavallı Giorgione’un kanını akıtmışlar. Ama ne üzerinde ne de etrafında hiçbir iz yok... Demek ki buraya kadar taşınmış. Az önce Rafaello’nun yiyecek ve içecek hakkında söyledikleri herhalde bir ceset için değildi... Ya hedefime yaklaştıysam? Yoksa Giorgione beni buraya kadar getiren ipuçlarını tablosuna işler miydi?” Yeniden eline feneri alan genç kadın bu yeraltı diyarının köşe bucağını araştırmaya kararlıydı. Karşısındaki ilk koridora girmeden evvel ihtiyatlı bir tavırla bıçağın hâlâ çizmesinin yanında durup durmadığını kontrol etti. Genç kız, daha birkaç metre ilerlemişti ki kendini geniş, ağır ve tahta bir kapının karşısında buldu. Biraz daha yaklaştığında yüzünün hizasında yerinden oynayan bir sürgü gördü. Gabriela, tahta sürgüyü kaydırdığında karşısına zifiri karanlık bir hücre çıktı. Yerde, saman yığınlarının arasında insan bedenine benzer bir şey yatıyordu. - Philippe! Philippe!, diye bağırdı genç kız bir anda İmparatorun oğlunun kıyafetlerini ve vücut yapısını tanıyarak. Yerdeki adam kıpırdamıyordu. Gabriela kalbini sıkıştıran düşünceyi reddederek kendisini sevdiği adamdan ayıran o lanet kapıyı vahşice yumruklamaya başladı. - Philippe! Philippe... Yalvarırım cevap verin! Ona hiç bitmeyecekmiş gibi gelen birkaç saniyeden sonra adamın hareket ettiğini görerek rahatladı. Philippe de Habsbourg, kapıya yaklaşmak için sendeleyerek ayağa kalkmıştı. - Gabriela, siz misiniz?, diye sordu bitkin bir ses tonuyla. - Evet! Evet, benim! En sonunda sizi buldum! Yaşıyorsunuz! Ah, şükürler olsun sana Tanrım! - Ne işiniz var sizin burada? Ve ben neredeyim? Siz de mi bu canavarların elinde tutsaksınız? - Venedik, Venedik’teyiz! Büyük ihtimalle lagünün, San Michele adasının altındayız, diye karşılık verdi genç kız elindeki feneri kapının en yakınına getirip, tutsağı kurtarmak için bir yol ararken. Size söz vermemiş miydim?, diye ekledi titreyen bir ses tonuyla. Elindeki bıçakla kapının anahtar deliğini zorlamaya başladı. Birkaç başarısız denemenin ardından Philippe ona seslendi: - Onu bana verin. Bu taraftan kilidi oynatabilirim. Nem bu deliği aşındırmış ve bu bıçakla... Prens dikiz deliğinden bıçağı alıp bütün gücüyle kilidi zorladı. Bir çatırdamayla birlikte kilit kırılmıştı. Gabriela kendisini prensinin kolları arasında buluverdi. Onu tutkuyla öperken Sforza Sarayının bahçesindeki ilk öpüşmelerinin zevkini yeniden yaşıyordu. 163 - Gelin, burada kalmayalım!, diye bağırdı prensin kollarından çekerek. Hepsi delirmiş... Yoldaşını elinden tutarak götürüyordu. Hücrede geçirdiği zifiri karanlık günlerin ardından uyuşan Philippe en başta genç kızın hızlı temposuna ayak uyduramamıştı. Gabriela, zavallı Giorgione’un cesedinin önünden geçtikten sonra prensi koridor boyunca koşturarak sürüklemeye devam etmişti. Tapınağa geldiklerinde Gabriela duvar yüzünü iterek kapatırken korkunç bir gıcırdama duyulmuştu. Ardından elinde dörde katlanmış kâğıt desteleri tutarak Philippe’e döndü: - Rafaello’nun sözünü ettiği belgeler burada olmalı. Onun üzerindeydi. Sizin gardiyanınızdan onları yok etmesini istemişti, diye açıklama yaptı. - Rafaello... diye mırıldadı Philippe; kulaklarına inanamamıştı. - Size daha sonra anlatırım. Ama şimdi yalvarırım oyalanmayalım, diye karşılık verdi Gabriela. - Buradan!, diyerek bu sefer şapele çıkan merdivenlere yöneldi. Yeryüzüne yaklaşmaya başladıklarında genç kadın özenle elindeki feneri söndürdü. Yukarı çıktıklarında feneri ana sahnın üzerine bırakıp Philippe’e çok dikkatli olmasını işaret ederek parmağını dudaklarına götürdü. Dışarıda her şey yolunda görünüyordu. Manastır gecenin sessizliğine bürünmüştü. Etrafta artık yanan korlar yoktu. Rüzgâr bile hafiflemişti. Genç kadın, imparatorun oğlunun elini yeniden tutarak onu, akşam saatlerinde vardığı, uzun otların olduğu dubalı köprüye doğru götürdü. Yoldaşının yumuşacık elini tutarken, Gabriela artık hiçbir şeyden korkmuyordu. Yorgunluğu ve ümitsizliği kendiliğinden uçup gitmiş gibiydi. - Nereye gidiyoruz?, diye fısıldadı Philippe onun kulağına. - Veba Dükalar şehrini sardı, diye açıkladı Gabriela kısık sesle. Bu adayı da cesetleri yakmak için kullanıyorlar... Sizi kaçıranlar geri dönmeden buradan gitmeliyiz. İlerideki iskele ve biraz daha uzağına dikilen tahta kulübe bomboştu. - Kayıkları götürmüşler, Kapana kısıldık!, dedi Gabriela şaşkınlıkla. - Belki de kısılmamışızdır, diye karşı çıktı Philippe parmağıyla karşılarında duran Murano adasına işaret ederek. Bu sefer Philippe genç kadını çoğunlukla Murano adasına giden kayıkların bırakıldığı bomboş iskeleye doğru götürdü. - Yüzme biliyor musunuz?, diye sordu sadece. Gabriela, olumlu bir yanıt verircesine gülümsedi. Kaçacakları yere doğru yüzmek için karanlık sulara ilk Philippe atladı. 164 Gabriela da Philippe’in ardından buz gibi suya girerken, bu sefer mutluluk içinde, kıyafetlerini bu gece ikinci kez kurutmaları gerekeceğini düşündü! 48 Venedik, Murano adası – 17 Nisan, gece yarısı Akıntı azdı; bir adadan diğerine yüzmeleri on dakikayı geçmemişti. Yine de adaya vardıklarında Gabriela da, Philippe de nefes nefese kalmışlardı. Kıyafetleri sırılsıklamdı. Uzakta, ufuktan kopuk bir şekilde duran Dükalar şehrinin siluetini görebiliyorlardı. Genç kız Philippe’e sarıldı. Islak gömleğinin ardındaki sıcak teni hissedebiliyordu. O anda Gabriela babasının sözünü dinlememekte ne kadar haklı olduğunu düşündü. Sforza Sarayı’nın bahçesindeki o ilk gecede hissettikleri doğruydu. Hiç olmadığı kadar mutluydu artık. Philippe kurtarıcısına tüm sevecenliğiyle bakıyordu. - Nasıl... Beni nasıl buldunuz?, diye kekeleyerek sordu. - Bu çok ama çok uzun bir hikâye, dedi yeniden Philippe’in dudaklarına doğru uzanırken. Herhalde, sizin başınıza neler geldiğini bulmadan, uslu uslu babamın evine döneceğimi sanmıyordunuz! Prens gülümsedi. - Titriyorsunuz, bunları daha sonra anlatırsınız. Burada durmayalım, ısınmamız gerekiyor. Sanıyorum ki bu ada da terk edilmiş, dedi Philippe genç kızı götürürken. Ortalıkta görünen birkaç ev boş gibiydi; hiçbirinin bacasından duman tütmüyor ve pencerelerinden ışık gözükmüyordu. Binaların hemen bitişiğinde olan cam atölyeleri de ıssızdı. Zanaatkârların kullandığı fırınlar da buz gibiydi. - Vebadan dolayı korkup kaçmış olmalılar. Kendimize kalacak bir yer bulalım, dedi Gabriela soğuktan titreyerek. - Bakalım... Şu olsun, diye önerdi genç adam göl kıyısında ufak bir evi işaret ederek. İki genç el ele tutuşarak büyük ihtimalle balıkçı ailesine ait olan mütevazı bir eve yaklaştılar. Kapı kilitli değildi. Ayaklarının ucunda içeri girdiler. Ev bomboştu; ev sahipleri eşyalarının bir kısmını alıp evi terk etmişlerdi. Philippe evin içindeki üç odayı kontrol ederken Gabriela da şöminede yakmak için bir şeyler bulmuştu. Genç kız giysilerini kurutmak için ateşin dibine girdi. Philippe’in odaya girdiğini duyunca döndü. - Kimse yok. Gecenin kalan kısmını burada geçirebileceğiz. Hâlâ soğuktan titreyen Gabriela Philippe’e gülümsedi. Sarılmak için ona yanaştı. 165 - Sizinle kaldığım basit bir balıkçı evi bütün saraylardan daha zengin geliyor bana, diye itiraf etti Philippe. Tutsak kaldığım günler boyunca sizi düşünmekten bir an bile vazgeçmedim. Gecenin karanlığında yüzünüzü aradım. Sesinizi duymak beni hep karamsarlığa kapılmaktan alıkoydu. Bu sınama benim gerçekleri anlamam için yeterliydi... - Sizi kaybetmekten o kadar korktum ki, diye Philippe’i böldü Gabriela onun yüzünü okşayarak. Genç kadının boynunu öpen Philippe onun ıslak elbiselerini çıkarmaya başladı. O anda, artık Kutsal İmparatorluk hükümdarının oğlu değildi. Hayatında ilk defa kendisini özgür hissediyordu. - Seninim, diye fısıldadı genç kadın Philippe’in kulağına. Philippe, önce şefkatle ardından tutkulu bir zevkle Gabriela’ya farkında olmadığı bir zevkin yollarını açmıştı. Gabriela, ona güvenerek kendisini teslim etti. Bu anları o kadar çok hayal etmişti ki her saniyesinin tadını çıkarmak istiyordu. İki sevgili sabaha karşı bitkin vaziyette şöminenin önündeki tahta yatakta, üzerlerinde dolapların birinde unutulan örtüye sarınarak uyuyakalmışlardı. 49 Murano adası – 18 Nisan, sabah on bir suları Pencerenin kenarlıklarına vuran güneş ışınları odanın duvarlarına yansıyordu. Bulutlarla birlikte güneş ışınları da kısa aralıklarla kaybolup yeniden ortaya çıkıyor, Gabriela’nın hâlâ uyumakta olduğu yatağı yalayıp geçiyordu. Genç kız tek gözünü açmadan önce suratını buruşturdu. Elini yan tarafına götürüp de yanını boş bulunca şaşırdı. - Günaydın. Philippe’in yumuşak ve neredeyse keyifli gelen sesi onu irkiltmişti. Gabriela yüzüne vuran ışığa engel olmak için elini alnına götürdü. Prensin yüzünü yeniden görünce gülümsedi. Üzerinde basit beyaz bir gömlek ve kalın kumaştan beyaz bir denizci pantolonuyla bir sandalyede oturmakta olan Habsbourg veliahdı, ayakları çıplak ve saçları darmadağın bir şekilde sessizce genç kızı izliyordu. Sadece bileklerindeki kırmızılıklar ve solgun rengi uzun süre tutsak kalmışlığını ele veriyordu. Gabriela’ya yaklaşıp yatağın yanına oturdu ve onun ellerini tuttu. - Peki ya şimdi ne olacak kurtarıcım, Matmazel? Gabriela elinin tersiyle Philippe’in gömleğini yumuşakça okşadı. - Kıyafet mi çaldınız? 166 Philippe oyuncu bir tavırla şaşırmış gibi yaptı: - Ne diyorsunuz siz! Hiç de değil. Bunları bu sabah erken saatlerde satın aldım. Sizin için elbise almayı da düşündüm ama en azından bu ülkeden uzaklaşana kadar genç delikanlı kılığında kalmanız daha akıllıca olacaktır. Prens bir an sustu ardından da yüz hatlarında üzüntülü bir hal beliriverdi. - Şu an yapmamız gereken şey bu ablukadan kurtulmanın bir yolunu bulmak. Şehre giriş yasaklanmış durumda ve dışarıya da kimse çıkamıyor... - Kesinlikle, diye prensin sözünü kesti Gabriela. Açık denizde kalan bütün gemiler yüklerini boşaltmadan bekleme mecburiyetindeler. Başka bir liman bulmaları gerekiyor. Sicilya’ya doğru ineceklerdir; belki de Napoli’ye kadar giderler. Bize gereken tek şey o gemilere erişip bordada saklanmanın bir yolunu bulmak. Orada bu zavallılardan korunabiliriz. Genç kızın yüz hatları gerginleşmişti. - Rafaello... Beni gördü. Şüphesiz beni tanıyacaktır. Ve Leonardo... Acaba gerçekten bütün bunları başlatan o muydu? Philippe şüphe içinde Gabriela’ya baktı. - Dün akşam getirdiğiniz kâğıtlar çok etkileyici. Bana bu gece gösterdiğiniz gibi, okumasını bilen için, kendi konumunu korumak, gücünü ve zenginliğini arttırmak için hiç tereddüde düşmeden karşısındakini öldürebilecek bu adamın korkunçluğu hakkında yeterince şey ortaya çıkarıyorlar. Yine de her şey Bois-le-Duc’te başladı. Ve eğer Leonardo benim kaçırılmamı ve ondan sonra gelen cinayetleri planladıysa, bu Leonardo’nun başlangıç noktası olmadığı anlamına gelir. Bizim oraya gitmemiz gerekiyor. Bizim öldüğümüzü ya da kaybolduğumuzu düşünmeleri daha iyi; bu bize araştırma yapmamız için gereken rahatlığı sağlayacaktır. Oraya geri dönmemiz gerekiyor. - En azından babanıza bir görünerek onu rahatlatabilirsiniz, diye önerdi Gabriela. Philippe olumsuz bir hareketle kafasını salladı. - Kesinlikle olmaz. Düşmanlarımız saklanıyorlar. Sadece kendimize güvenebiliriz, başka kimseye değil. Prens ayağa kalkıp pencereden dışarı baktı. - Geceyi bekleyelim, diye yeniden söze başladı Gabriela. Sonra bir kayığa binip ticaret gemilerinden birinde saklanmak için lagünü geçeriz. Prens gülümsedi. - Öyle yapalım. Şimdi de sizi bana getiren yolda neler görüp nelerle karşılaştığınızı anlatmanızı istiyorum. Gabriela doğrulup dizlerinin üzerinde oturdu, gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı ve hikâyesini anlatmaya başladı. 167 50 Milano, Leonardo da Vinci’nin konağı – 23 Nisan, öğle saatleri Önce korkunç bir gürleme sesi bütün odada yankılanmış, ardından da alçıdan yapılan büst merdivenin köşesine çarparak kırılmıştı. Bir toz bulutu Rafaello ve Lorenzo’nun görüş alanlarını darlaştırdı. Odanın bir köşesine sığınan Lorenzo, bir anda buz gibi esen o sessizliğin ortasında, korkmuş bir halde beyaz bulutun bitmeyen kıvrımlarla kendisine yaklaşmasını izliyordu. Toz bulutu dindikçe Leonardo’nun vücut hatları yeniden görülür olmuştu. Yere fırlatmadan önce eline aldığı yarı tamamlanmamış büstü havaya kaldırdığındaki duruşuyla, elleri havada, öylece duruyordu. Yaşlı usta sinirden donup kalmış gibiydi. Tuniğinin kıvrık kollarından gözüken şişik kasları, kıpkırmızı suratı, birbirine kenetlediği çene kemiği ve çıldırmış gibi bakan gözleriyle bir süre daha hareketsiz durdu. Ardından kocaman ellerini iki yanına doğru bırakınca üzerindeki tozlar havalandı. Onun hareket etmekteki güçlüğünü bilenler için oldukça beklenmedik bir atılmayla Rafaello’nun üzerine yürüyüp onu hırkasından tuttu. - Söylediklerini kulakların işitiyor mu? Onun kaçmasına izin verdin! KAÇMASINA!, diye bağırdı kendisine canlılık katan öfke nöbetiyle. “Kesin onu öldürecek” diye düşündü Lorenzo sığındığı köşede biraz daha büzüşürken. - Kız ne biliyor? Onlar ne biliyorlar? Ve bütün bunları gidip kimlere anlatacaklarından haberin var mı? Seni görüp görmediklerini bile bilmiyorsun! O kız tesadüfen orada değildi! - İyi ama nasıl... O... diye geveledi Rafaello daha şimdiden nefes almasına engel olan elden kurtulmaya çalışarak. Leonardo, Rafaello’yu bırakıp küçümser bir tavırla bir adım geriye çekildi. Sonra da kapıldığı öfkeyle yerde gezinen alçı parçalarını biraz daha ufaladı. - Bu büst olmamıştı zaten, dedi kurumlu bir tavırla. Bugün her şey kötü sonuçlanıyor. Gözlerinde aniden yeni bir pırıltı beliriverdi. - Ne yapalım, öyle olsun, diye sakin bir ses tonunda yeniden söze başladı. O küçük kızın bizimle başa çıkabildiğine inanması kaderin bize bir uyarısı olmalı. Şeytan araya girmedi, bu ani değişikliklerin sorumluluğunu hiç zorluk çekmeden üstlenebilirdi. Onlara korktukları şeyi vereceğiz. Dudaklarında gaddar bir gülümsemeyle yeniden Rafaello’ya döndü. 168 - Ne bilirlerse bilsinler, onlara kim inanacaktır ki? Anlatacakları şeyler inanılır gibi değil, birer deli hikâyesi. Ve düşündüğüm gibi birbirlerine düşkünlerse sırf birbirlerinden ayrılmamak için susacaklardır. Leonardo derin bir nefes aldı. - Bizden kesinlikle kaçamazlar. Onları yeniden yakalamamız gerekiyor, ortalıkta serbestçe dolanmaları çok tehlikeli. Ama aynı zamanda bir şeyleri tekrar alevlendirip ortalığı karıştırmamız gerekiyor. Avrupa korkuyla ne kadar savrulursa bu olaylardaki gerçeği aramaya o kadar az vakit bulur. Ortalığa, bizi bir süre saklayacak bir sis bulutu yaymamız gerekiyor, en azından tam bir patlama olana kadar... İmparatorluk aforoz edilince işlerin akışını değiştirmek için çok geç olacaktır. Bosch ve yandaşları ortadan kaybolacak ve kimse başka hiçbir sav öne sürmeye yetkin olmayacaktır. Yaptıkları her şey Papa’nın sinirlenmesine yol açacaktır. Bu yüzden biraz zaman kazanmak bize yetecektir. Rafaello, ajanlarımızı uyar. Avrupa’nın her yerinin yeniden cinayetlerle kavrulmasını istiyorum. Her yere korku salmalıyız, herkes korkudan titremeli. Ve Fransa kralına özel bir işaret gönder. Rafaello zorlukla yutkundu. - Özel bir işaret... - Beni çok iyi anladın, dedi Leonardo acımasız bir ses tonuyla. Sonuçta bu alevi ilk yakan oydu. Parmaklarının uçları kendi körüklediği ateşle biraz yansa fena mı olur... Rafaello alnındaki toz ile birleşerek kahverengi bir pudra oluşturan teri sildi. - Kaçaklara gelince... diye devam etti sözüne ressam tehditkâr bir ses tonuyla. Bedeli ne olursa olsun onların tekrar bulunmalarını istiyorum. Bir an yumruklarını sıkarak durdu, ardından yere eğilip alçı parçalarından birini eline aldı. - Neyse... Ben de önüme çıkmak için böylesine istekle duran bu güzel baş ile kişisel olarak ilgileneceğim... Alçı parçası, ressamın kavuşturarak baskı uygulayan elleri arasında kuru bir çıtırtıyla ezildi. Ressam bembeyaz olan ellerinin arasından tozların dökülmesini izledi. - Süpür bunları, diye emretti Lorenzo’ya. Korkudan hâlâ soluklarını tutan iki genç adamı daha fazla önemsemeyerek, yeniden yaşlı bir adama dönüşüp, hastalıklı yürüyüşüyle atölyesine giden basamaklara doğru ilerlemeye başladı. 51 Paris, Louvre Sarayı – 25 Nisan, akşam altı suları 169 Sapsarı kesilen Fransa kralı, ellerini kavuşturmuş, dudaklarında bir tiksinçlik ifadesiyle odasının ortasında ayakta duruyordu. Bayard, hükümdarından bu korkunçluk abidesini saklamak için ağır bir hareketle kanlı örtüyü kapattı. XII. Louis önce gözlerini kapadı, ardından başkomutanın yanına giderek onun kolundan tuttu. - Emin misin? Kesinlikle emin misin? Bunlar gerçekten... - Bizim adamlarımızın elleri, evet; dört sağ el arasından, Milano’da, benim gözümün önünde Burgonya kılıcıyla iki parmağını kaybetmiş olan Garuet’ninkini tanıyabiliyorum. Ve dört sol el arasından, bir yabandomuzunun sebep olduğu avcundaki L şeklindeki garip yara izini taşıyan Privat’nınkini ayırt edebiliyorum. En azından artık mesajlarımıza neden cevap vermediklerini biliyoruz, dedi soğuk bir ses tonuyla. - Peki, kim yaptı? Birilerinin anlamış olabileceğini düşünüyor musun? - Her şeyden şüphe duyabiliriz Sör. Birisi Brabant’da neler döndüğünü anlamış ve ipleri kendi eline almaya karar vermiş. Yeni cinayetler yaratmaya, bizi bu hastalıklı yola doğru kışkırtmaya ve İmparator’un oğlunu kaçırmaya cesaret edecek kadar becerikli ve deli biri... - Papa mı? - Onun bunu yapmaya ne cesareti ne de becerisi yeter; üstelik günahkâr bile değil... Hayır, bu farklı bir düşman. Benim yüzünü de amacını da kesin olarak bilemeyeceğim bir düşman... Ama ben onun maskesini düşürmeyi bilirim. Onu, kendisini açığa çıkarmaya mecbur etmek ve işleri yeniden ele almak gerekiyor. - Ama nasıl? - Papa zaman kazanmaya çalışıyor. Komisyonun ardından başlayan özel bir görev belirleyip, şu Leonardo da Vinci’ye de onu öne çıkaracak ve gizemli bir tavır takınmasını sağlayacak bilirkişi raporu hazırlama sorumluluğunu verdi. O da sizinle bir buluşma talep etti. Bütün bunlar sadece kısa süren bir komediydi. Artık onu karar vermeye zorlamak ve Roma’ya resti çekmek gerek... XII. Louis kolunu kaldırarak başkomutanın yergisini yarıda kesti. - İlke olarak haklısın ama vardığın sonuç hatalı. II. Jules’ü nasıl yanlışa sürükleyebileceğimizi biliyorum. Bayard, XII. Louis’nin, kesik elleri gördüğü anda yaşadığı şaşkınlığı atlatmasından memnuniyet duyarak sırıttı. - Tüm dünyaya Papa’nın konumunu hak etmediğini göstereceğiz. Halk baskısına cevap vermek istemedi mi? İyi o zaman, biz de onun yerine hareket etmeye karar verdiğimizi göstereceğiz. Konseyimi ve Fransa kardinallerini toplantıya çağır. 170 Kral yeniden Bayard’a döndü; ama bu sefer gözleri parlıyordu. - Piza’da, Papalık bölgesinin hemen yakınında bir konsey düzenleyeceğiz. O zamana kadar hiçbir şey olmaz ve İmparatorluğun aforoz edildiğini gösteren bir belirti ortaya çıkmazsa o ipli kuklayı yerinden ederiz. Bu fikri yaymak için birkaç yol bul. Aynı zamanda İmparator’a oğlunun kaçırılmasının arkasında Papa’nın ya da o İngiliz’in olduğu fikrini nasıl aşılayabileceğimizi düşün. Hafiyelerimiz mektuplar mı yazıyorlar, notlar mı yolluyorlar; bir şekilde bunun Habsbourg soyunu kurutmak için yapılan bir dalavere olduğunu ima etsinler. Böylece Kutsal divan tarafından İmparator olarak kabul edilmeyişinin mantıklı bir devamı olmuş olur. Hemen harekete geç, kaybedecek bir dakikamız bile yok. Bayard, Kral’ı selamlayıp tam çıkmak üzereydi ki Kral bir hatırlatmada bulundu: - Ve rica ederim söyle de şu artıkları götürüp köpeklere atsınlar! 52 Roma – 30 Nisan, sabah dokuz suları - Konsey mi? II. Jules’ün sesi boğuk çıkmıştı; Alexandre Grimari, onun ellerini boğazına götürdüğünü görür görmez kendisine destek olmak için yanına koştu. Papalık hükümdarı öfkeyle silkindi. - Bırakın beni! Yok bir şeyim, diye devam etti daha sakin yine de hâlâ sinirli olduğunu belli eden bir ses tonuyla. Cesaret edebilir mi? - Ediyor Papa Hazretleri, diye Papa’yı düzeltti Papa’nın kendisini ağırladığı çalışma odasının diğer ucunda, kapının yakınında ayakta duran Matthieu Schiner. - Vakit kaybetmeden harekete geçmek gerek Papa Hazretleri. Piskoposluklara haber vermeli ve bir karşı ateş yakmalıyız, dedi Alexandre Grimari. - Karşı ateş mi? Nasıl?, diye sordu II. Jules. - Bir konsey... Kirpi’nin sapkınlığını ortaya koyacak, üstelik sizin karar verme isteğinizi belli edip art niyetli söylentilere son verebilecek bir konsey düzenlemeliyiz, diye karşılık verdi Grimari. Sion Piskoposu birkaç adım öne çıktı: - En doğrusu bu Papa Hazretleri. İlâhî cezanın Venedik topraklarını ve Venedik sakinlerini kasıp kavurduğu sırada gösterdiğiniz merhametin ardından İmparatorluğa da merhamet göstermenize anlam veremeyen insanlar artık seslerini yükseltiyorlar. Bütün bu endişeleri yok etmenin zamanı gelmiştir. Roma’da düzenleyeceğiniz bir konsey ile kontrolün elinizde olduğunu göstermiş olacaksınız. Böylece iktidarınızın harekete geçtiğini de kanıtlamış olursunuz. 171 - Peki konsey toplanmadan evvel hiçbir haber çıkmazsa?, diye sordu karşısındaki iki adamı ilgiyle dinleyen II. Jules. Kızıl duvarlı buz gibi odada Papa’nın bedeni her zamankinden daha da güçsüz görünüyordu. Matthieu Schiner ve Alexandre Grimari birbirlerinin gözlerinde aynı endişeyi ve öfkeyi okuyarak bakıştılar. - O zaman karar verip, bedeli bir ittifaka mal olacaksa bile, İmparatorluğun aforoz edildiğini duyurmanın vakti gelmiş demektir, diye yanıtladı en sonunda Sion Piskoposu. - Kangrenle uğraşmaktansa bir tek eli kesmek yeğlenmelidir, diye onayladı Papa’nın özel sekreteri. Ne denli saçma olursa olsun, Maksimilyen ve halkının aleyhine alınacak kilise hukukuna ait bir kararı o Fransız’a bırakmak söz konusu bile değil. II. Jules, bazilika şantiyesine açılan pencereye doğru ağır adımlarla ilerledi. Henüz tepeleri inşa edilmeyen taş kolonlar göğe uzanan kalın mumları andırıyordu. Yine de hayatının bu bitmeyen eseri Papa’ya artık o gizemli heyecanı vermiyor gibiydi. “Yarın öbür gün acaba bunu bitirmek için, hâlâ hayattayken, mali destek ve gereken iş gücünü bulmaya devam edebilecek miyim?” diye düşündü. - Barış zamanının geldiğini sanmıştım... Ne aptalım... diye mırıldandı. Ardından danışmanlarına dönerek: - Leonardo’dan haber var mı? - İmparatorluğun sınırlarında olduğu haber verildi. - Bu konseyden önce ne kadar zamanımız var? - Dört hafta, diye yanıtladı Matthieu Schiner kesin bir ifadeyle. - Dört hafta... Öyle olsun... Dört hafta içinde her şey kesinleşmiş olacak. 53 Bois-le-Duc – 10 Mayıs, öğleden sonra üç suları Yumruklar ikinci defa ağır kapıya vuruluyordu; yine de kapının açıldığı yoktu. - Sayın Hieronymus! Açın! Rica ederim açın! Evin içinden bir tek kulun bile yaşadığını belli edecek hiçbir ses gelmiyordu. O öğleden sonra, pazarın kurulduğu Büyük Meydan kalabalıkla dolup taşıyordu. Brabant’ın dört bir köşesinden gelen çiftçiler bu şehre gelmek için dünden beri aynı yöne doğru akın ediyorlardı. İlkbahar güneşinin altında her taraf daha da eğlenceli gözüküyordu. Alış verişin yanı sıra fuar, etraftan hem en önemli konular hem de gereksiz ayrıntılar hakkında bilgi almak için de işe yarıyordu. Tüccarlar her zamanki yerlerine geçip, yanlarındaki komşularıyla bir ay önce yarım bıraktıkları konuşmalara devam ediyorlardı. 172 - Papazın dediğine göre Fransa kralı Papa’nın yetkisini elinden almak için konsey düzenlemiş! - Bana ne bunlardan! Bu saray atışmaları sadece savaş kokuyor! - Ne yazık ki öyle! Bedelini yine bizim çocuklarımız ödeyecek! - Kesinlikle! Yaşlı olsa da İmparator karşılık vermekte gecikmeyecektir. - Şehirde Maksimilyen hakkında neler dendiğini biliyor musunuz? - Hayır... - Derin bir hüzne gömülmüş! - O mu? - İmparatorluk mutfağına malzeme sağlayanlardan birinin yanında çalışan bir kuzenim var, o anlattı. İmparator, oğlu ortadan kaybolduktan sonra oldukça çaresiz kalmış olmalı! - Yakışıklı Philippe... - Kaybolmuş dostum! Milano’ya yaptığı bir seyahat sırasında ailesini acı içinde bırakarak ortadan kaybolmuş. Daha önce buharlaşan bir prens görmemiştik değil mi? - İşte bir lanet daha! Bu konuşmaların sürdüğü yerden birkaç adım ötede ressam Bosch’un kapısını boş yere çalmaktan yorulan iki değirmenci Büyük Meydan’a doğru ilerliyorlardı. - Satıcılara soralım, belki bize bir şeyler söyleyebilirler, diye önerdi aralarından daha iri olanı. Onların yaklaştığını gören çiftçiler kaşlarını çatmışlardı. İkisi de koyu renkli birer bluz giymişti. Suratlarında beyaz un lekeleri vardı. Giysilerinde en çok göze batan şey ise sırtlarındaki çuvalları indirirken kafalarını darbelerden korumak için taktıkları içi dolu, tepesi sivri başlıklarıydı. Biri köylülere seslendi: - Ressam Hieronymus Bosch’u arıyoruz. Şuradaki büyük evde oturuyor, diye eliyle pencere kanatları kapalı olan yapıya işaret etti değirmenci. Kimse kapıyı açmadı. Nerede olabileceği hakkında fikri olan var mı? İki tüccar birbirlerine sırıtarak baktılar. - Belki de buharlaşmıştır, diye dalga geçti biri. - Ya da şeytan götürmüştür!, diye ekledi diğeri kahkaha atarak. İki değirmenciden iri olanı bu şakalaşmalara omzunu silkerek karşılık verdi. - İşin aslına bakılırsa biz de neler olduğunu bilmiyoruz, diye yeniden söze başladı ilk tüccar. Gariptir ama Bosch’un evi gerçekten de kapalı. Beş senedir bu fuara katılırım, bu evin hiç böyle kapalı kaldığına şahit olmamıştım! - Belki Astrid’e sorabilirsiniz... 173 - Astrid kim? - Ressam Hieronymus’un hizmetçisi. Onu daha bu sabah gördüm. Evin arka tarafındaki ek binalardan birinde yaşıyor olmalı. Bu sokaktan gidebilirsiniz, diye yön gösterdi çiftçi. İki değirmenci onlara teşekkür ettikten sonra hızlı adımlarla işaret edilen sokağa doğru yöneldiler. Astrid’in yaşadığı evi bulmak hiç de zor olmamıştı. Genç kadın onları karşıladığında kapıdan içeriye davet etmedi. Sarı saçlarını açıkta bırakan bir başlık takıyordu. Üzerinde büyük tertemiz bir önlük vardı. - Hayır, efendimin nerede olduğunu bilmiyorum! Gecenin bir vakti eşyaları ve karısını alıp buradan gitti. Üstelik benim paramı bile ödemedi! - Peki nerede olabilir? Bir fikriniz var mı? - Ne bileyim ben! Bütün bu felaketlerden kaçıp kurtulmak istemişlerdir herhalde... - Belki bir arkadaşlarının ya da aileden birilerinin yanına gitmişlerdir?, diye ısrarcı bir tavırla sordu iri olan değirmenci. - Hey! Siz ne kadar meraklı değirmencilersiniz öyle! Size söyleyecek hiçbir şeyim yok, diye terslendi genç kadın. Eğer efendim bir şey ısmarladıysa kusura bakmayın ama burada ücretinizi ödeyebilecek kimse yok! Başka bir şey istiyorsanız ben yardım çağırmadan buradan uzaklaşsanız iyi olur! Daha fazla bilgiye ulaşamayacaklarını anlayan iki değirmenci tekrar geleceklerini söyleyerek uzaklaştılar. - Şeytan bunları da alıp götürsün!, diye söylendi genç kadın kapıyı sinirli bir tavırla kilitlerken. - Şimdi ne yapacağız?, diye sordu değirmencilerden biri diğerine. - Bir fikrim var, dedi diğeri adımlarını hızlandırırken. Pazar alanı tıka basa insanla doluydu. Hem sepetlerini doldurmak hem de sıcak ilkbahar güneşinden faydalanmak için gelen temizlikçi ve hizmetçilerin arasından zorlukla ilerlemeye başladılar. - Bu kadar küçük bir alanda bu kadar fazla insanı bir arada hiç görmemiştim, diye bağırdı iri olan değirmenci Büyük Meydan’ın diğer ucuna en sonunda eriştiklerinde. - Halkın içine hoş geldiniz!, diye şakalaştı başlığına terini silen yol arkadaşı nefes nefese kalmış bir sesle. Diğeri gülümsedi. Birkaç dakika soluklandıktan sonra bu sefer Sainte-Gertrude Manastırı’na doğru yola çıktılar. Dev yapının önüne vardıklarında kapıların kapalı olduğunu fark ettiler. - Bize yardım edebilecek kişi burada oturuyor. Ama bu hiç de alışıldık değil. Bu girişin daha önce kapalı olduğuna hiç şahit olmamıştım!, diye endişelendi iri olanı. 174 Kendisini güney duvarından takip etmesi için diğerine eliyle işaret etti. Böylece, dışarıdan manastırın bu kısmını yürüyerek koyu renkli, küçük tahta bir kapının önüne vardılar. Kapı aralık duruyordu. İri olan içeriye girdi. - Gelin, yol açık, dedi kısık sesle. Ufak tefek olan değirmenci tam içeri girerken karşı sokaktan o tarafa doğru koşan ellerinde bıçakları olan iki adam fark etti. - Philippe!, diye bağırdı ince bir sesle kapıyı ardından kapatırken. 54 Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 10 Mayıs, öğleden sonra dört suları Gabriela içeri girdikten hemen sonra Philippe küçük tahta kapıyı hızlıca kilitlemişti. - Tam zamanında!, dedi, avlarını kaçırmış olmanın öfkesiyle kapıyı dışarıdan yumruklayan zanlıları duyduğunda. - Bizi Bosch’un evinden beri takip etmiş olmalılar. Belki de o çenesini tutamayan Astride bizi ele vermiştir, diye karşılık verdi soluk soluğa kalan genç kız; SainteGertrude Manastırı’nın yüksek duvarlarının ardında korunduğunu anlayınca rahatlamıştı. - Buraya kadar gelişimizden anlamış olmalılar. Kaybedecek vaktimiz yok, dedi Philippe bluzunu ve başlığını çıkarırken. Artık saklanmamıza gerek kalmadı. Şimdi Nicolaa Van Rosendal’ı bulmaya çalışalım. Kendisi oldukça güvendiğim bir dominikan rahibidir. Ve şüphesiz ressamı bulmamızı sağlayabilecek tek kişi... İki sevgili giysilerini çıkardıktan sonra manastırı araştırmaya başlamışlardı. - İyi ama burada hiç kimse yok, diye şaşkınlığını belirtti genç kız boş koridorlardan geçerken. Odaların hepsinde mükemmel bir düzen hâkimdi; bu din adamlarının buradan hiç de aceleyle ayrılmadığının en belirgin kanıtıydı. Şapelin yakınlarında, tonozların altından konuşma sesleri yankılanıyordu. Philippe, kendisini takip etmekte olan Gabriela’ya çok dikkatli olmasını işaret etti. Manastırı şapelden ayıran kapıyı yavaşça itti. Şapel bomboştu; sadece ana sahnın üzerinde yanan bir mum vardı. ‘Yok canım, kendi kendime duymadım herhalde’ diye düşündü Philippe sessiz adımlarla şapelin içinde ilerlerken. Konuşma sesleri yeniden belirmeye başlamış ve gitgide daha da belirginleşmişti. Rosendal’ın kendine has sesinin tınısını tanımıştı. Bu seslerin nereden geldiğini bir türlü anlayamayan Philippe, peşinden gelen Gabriela ile birlikte sahnı dört dönmüştü. 175 En sonunda arasından ince bir ışık süzülen orta boylu bir döşeme kapısını fark etti. - Bakalım burada ne var, dedi Gabriela. - Bekleyin! Yalnız değil! İnmeden önce temkinli olmalıyız, dedi Philippe, döşemeyi açmak için atılan genç kızın kolundan tutarak. Aşağıda neler konuşulduğunu daha iyi duyabilmek için kulağını tahtaya dayadı. - Şanslıyız, Bosch ile birlikte, dedi ayağa kalkarken. Fazladan tek kelime etmek yok, diye buyurdu genç kızı şaşırtan bir ciddiyetle. Onun şaşkınlığını fark edince prens gülümsedi. - Bana güvenin, diye fısıldadı. Ardından usulca döşeme kapağını kaldırdı. Aşağıdaki iki adam şaşkınlık içinde kafalarını yukarı kaldırıp ağızları açık kalakalmışlardı. - Siz! Burada! diye kekeledi dominikan rahibi. - Evet ben! Sizin de ikinizi bir arada ve hayatta görmek ne güzel!, diye karşılık verdi Philippe kilise bodrumunun taş kaplı zeminine atlarken. En az rahip kadar şaşkın olan Hieronymus da İmparator’un oğlu karşısında selam vermek için zorlukla ayağa kalkmıştı. - Sizi yeniden görebildiğim için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, dedi genç adam yaşlı ressama sarılırken. Bu sırada Gabriela da aşağıya atlamıştı. Erkek kıyafeti içindeki görünümüne şaşıran iki adamın yüz ifadelerini görünce kendini gülmekten alıkoyamadı. - Size Gabriela Benci’yi takdim edeyim, dedi sadece Philippe. - Buyurun efendim, diyerek odanın bir köşesinde duran iki tabureye işaret etti din adamı. Karşılamamızın sıradanlığını mazur görünüz; sizin bu şekilde gökten düşeceğinizi aklımın ucundan bile geçirmemiştim! Philippe karşılık vermedi, etrafına bakınıyordu. Bir köşede gördüğü demir başlıklı yatak ve bir güğüm burada yatıldığının en iyi kanıtıydı. “İşte Bosch’un gizli sığınağı” diye düşündü Philippe pek de dar olmayan odanın geri kalanını da incelerken. Odadaki mobilyalar bir masa ve dört adet tabureden ibaretti. Etrafı, paskalya şamdanlarına benzeyen iki kalın mum aydınlatıyordu. Sessizliği ilk bozan Nicolaa Van Rosendal oldu. - Ben de... Biz de sizi burada sağlıklı bir halde görmekten ne kadar mutlu olduk bilemezsiniz efendim, dedi başıyla kendisini onaylayan Bosch’a bakarken. Ortalıkta saçma sapan söylentiler... - Size kadar nasıl geldiğimi anlatmam çok uzun sürecektir diyerek Rosendal’ın sözünü böldü Philippe iki adamın karşısına otururken. Müsaade ederseniz ben sizi dinlemek istiyorum. Sayın Bosch bu kilise bodrumunda ne arıyorsunuz? Hayatınızın tehdit altında olduğundan mı endişeleniyorsunuz? 176 - Aslına bakarsanız efendim, Nicolaa Van Rosendal’ın akılcı tavsiyeleri doğrultusunda evimi bir hırsız gibi terk etmeyi kabul etmiş bulunuyorum... diye karşılık verdi yaşlı ressam bezgin bir ses tonuyla. - Daha doğrusu, bu sığınmayı ayarlamak için manastırın bir ay boyunca boş kaldığı Paskalya Haccı döneminden yararlandık. Gece kaçtığımız için kimse yakınlarda gizlendiğimizi fark etmedi. Herhalde art niyetlilerin Hieronymus’u, tüm Brabant’ı kasıp kavuran cinayetlerin baş sorumlusu olmakla suçladığından haberiniz vardır... - Hepsi de bir tablo için hazırlanan ilk eskize göndermeydi değil mi? diye sordu Maksimilyen’in oğlu. Yaşlı adamın umutsuzluğunu görünce bu soruyu sorduğuna pişman olmuştu. - Aynen öyle. Katliam sahneleriyle ustamızın resimleri arasındaki benzerlikler kuşkuları ortadan kaldırıyordu. Biz de bu yüzden araştırmamızı Paris’e kadar devam ettirdik. Ve bu meşhur resimlerden birinin aylardır çok ilginç birinin elinde olduğunu öğrendik. - Kimmiş? - Ünlü şövalye Bayard. - Demek ki bütün bunları düzenleyen Fransa Kralıydı!, diye şaşkınlığını belli etti Philippe. - Kesinlikle efendim; bunun kanıtları da elimizde. Philippe şaşkın gözlerle bakıyordu. - Kanıt mı? Gerçekten mi? Rosendal dudaklarında hafif bir gülümsemeyle odanın köşesine doğru ilerleyip duvara doğru eğildi. Taşlardan birini yerinden oynatmak için biraz uğraştıktan sonra duvardaki dar boşluğu açabilmişti. Üzerinde mavi balmumu lekeleri görülen bir sürü kâğıdı elinde tutarak ayağa kalktı. - Bu kâğıtlar, cinayetlerin Kutsal İmparatorluk topraklarına erişmeden ve Bois-leDuc’te o korkunç sahneleri gerçekleştirmeden evvel uzun dolambaçlardan geçerek İtalya üzerinden iletildiğini ortaya koyan geçiş belgeleridir. Üzerlerinde Fransa mührü bulunuyor. Bu da, Bayard’ın, XII. Louis’nin talimatlarını detaylıca yazdığı bir mektup... Fazlasıyla bilgilendirici bir anlatıma sahip, diye sözlerini sonlandırdı Rosendal Prens’e elinde tuttuğu kâğıtları uzatırken. - İyi de siz bu belgeleri nasıl ele geçirdiniz? - Bunu, o eşkıyalardan biri, vicdan azabından değil de salt korkudan hareket eden bir cüce, hayatını bağışlamam ve korumam koşulları altında bana verdi. Kendisiyle aynı görevi yapanların, hiç tanımadığı adamlar tarafından zindana atıldıklarına ve eziyet gördüklerine şahit olduğundan kendi hayatını kaybetmekten öylesine 177 korkmuştu ki gecikmeksizin yok edilmesi gereken bu belgeleri taşımakla sorumlu olan o adam bana kadar geldi. “İşte XII. Louis’nin sözde endişelerini yıkan ve Piza’da düzenlediği görümlük konseyin anlamsızlığını ortaya koyan bir bilgi” diye düşündü Prens. - İyi ama açıklar mısınız, Fransa kralı neden öfkesini sizden çıkarmak istesin ki? - Çünkü Fransa’ya yaptığımız seyahat sırasında bu işlerin onunla bağlantılı olduğunu anlayabilirdik, diye karşılık verdi ressam. - Yine de haklısınız efendim; bizim kaçışımızın esas sebebi bu endişeler değildi. Eminim ki Hieronymus size dostu Leonardo da Vinci ile olan görüşmesini anlatmayı kabul edecektir, diyerek dominikan rahibi ressama döndü. - Öncelikle şunu bilmelisiniz ki efendim o yaşlı tilkiyi çok iyi tanıyorum. Bundan yıllar önce İtalya’da karşılaşmıştık. Büyük bir bilgin ve yadsınamayacak derecede göze çarpan bir ressam. Ama aynı zamanda sapkın geleneklere kapılmış bir kötü niyetli... Vinci, Avrupa’da neredeyse her yana yayılmış olan çok güçlü bir örgütün başında. Bu kardeşlik sadece ressamları kabul ediyor. Elinin altında bulundurduğu adamları bütün saraylardan ve takımlardan haber alabiliyorlar. Hepsi de kardeşliğin üyelerine ısmarlanacak eserleri ayarlıyor ve her biri kazancından göz ardı edilemeyecek bir miktarı kardeşliğin yararına bırakıyor. Kardeşlik bu yöntemle önemli boyutta bir servet edinmiş durumda. Yaş gereği kardeşliğin duayeni olan Leonardo da bir sürü entrika yardımıyla başlarına geçmeyi becermiş. Anlayacağınız bu servete dokunabilen tek kişi sadece ve sadece kendisi... Yandaşım olan birkaç ressam ile birlikte onun bu iktidar gaspından şikâyetçi olduk. Canımıza okudu! Bir sürü dalavereler çevirdikten sonra bizi kardeşlikten sürdü. Neyse ki sizin ve babanızın bize olan güveniniz sayesinde birçok aileden ısmarlamalar almaya devam ettik. Bizim başarımız, kardeşlikten ayrılmak isteyen başka ressamlara da cesaret kaynağı oldu. Leonardo buna fazlasıyla içerledi ve bunun öcünü almaya yemin etti. Yaşlandıkça daha da gözü kara oldu! Bu söylediklerim ne kadar acı olursa olsun biliyorum ki daha şimdiden bazı ressamlar bu cesaretin bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir! ‘Biz de gidip Papalık araştırmacısı olarak onu seçtik’ dedi kendi kendine Philippe yaşlı ressamı dinleyip Leonardo’nun kendisi için hazırladığı sonu düşünürken. - On üç Nisan’da beni evimde ziyaret etti, diyerek sözüne devam etti Bosch. O akşam bana karşı duyduğu bütün nefreti onun gözlerinden okuyabiliyordum. Korktum. İşte bu yüzden, Nicolaa Van Rosendal’ın yardımıyla ailemi İsviçre’deki bir manastıra yollamayı ve bu deliğe sığınma fırsatını bulabildim. - Doğru anladıysam, size göre Leonardo yönetimindeki bu kardeşliğin bütün bu katliamlarla bir ilişkisi var... 178 - Fransa kralı ile kardeşlik arasındaki ilişki hakkında hiçbir kanıtımız yok. Sadece... - Sadece? - On altı Nisan günü cesur, genç bir delikanlı Papalık soruşturmacısı arabacısının yerine geçmiş. Zavallı adam ateşlenince İtalya’ya geri dönememiş. Buradan biraz uzakta, bana bunları aktaran kişinin dediğine göre Leonardo da Vinci’nin konvoyuna Bayard eşlik etmiş. Arabanın içinde baş başa uzun zaman boyunca konuşmuş olmalılar... - Bütün bu bilgiler için teşekkür ederim; benim için çok değerli haberler bunlar... Papa Hazretleri için daha da değerli olacaklardır, diye konuşmasını noktaladı Philippe yorgunluğu kireç gibi suratından okunan zavallı Hieronymus’un soğuk ellerini sıkarken. Yaşlı adam uzanmadan önce teşekkürlerini bildirirken Prens bir süre daha durdu. Bosch’un kendisine verdiği belgeleri elinde tutarken Leonardo ile alman ressamlar ve onları takdir edişi hakkındaki konuşması aklına gelmişti. - Neredeyse kendimi kurdun pençelerine teslim edecektim, diye mırıldandı. 55 Roma – 10 Mayıs, öğeden sonra dört suları Din adamlarından oluşan küçük grup bazilikanın devasa kapısından geçip, saatler öncesinden koro alanının girişine yerleştirilen sehpaya doğru ilerlerken Saint-Jean de Latran Kilisesi’nin çanları tüm gücüyle çalıyordu. Hizalarını bozmadan basamakların başında duran kırk kilise muhafızı daha şimdiden bunaltıcı Roma ilkbaharının sıcaklığına gömülen boş alanı gözlüyorlardı. Papa’nın sekreteri Kardinal Alexandre Grimari, Matthieu Schiner’e ve onun hemen yanında duran Dominikan baş rahibi Thomas Cajétan’a baktı. Ardından elindeki parşömen rulosunu açarak öne çıktı. - Aziz Sacro, diye okumaya başladı boş alanda yankılanan kuvvetli bir sesle. - Siz de görüyorsunuz ki Papa Hazretleri... II. Jules çanlardan uzakta bir ses duyunca kafasını çevirmişti. Papa’nın dikkatinin dağıldığını fark eden Rafaello konuşmasını yarıda bırakmıştı. - Devam edin, devam edin, dedi II. Jules. Ressamın kararsız kaldığını görünce anlayışlı bir gülümsemeyle karşılık verdi. - Burada olmayışınızdan dolayı politikayla ilgili konuşmalarımıza ara vermek zorunda kaldık. Ama biliyorsunuz ki Latran Bazilikası’nda beşincisi düzenlenecek 179 olan konseye hazırlanıyoruz. Bu çanlar da konsey dolayısı ile hazırladığım papalık genelgesinin Hıristiyan âlemindeki tüm piskoposluklara dağıtılmadan evvel tüm halka okunmak üzere olduğunu haber veriyor. Müstensihler gece gündüz çalışıyorlar. Şu andan itibaren, Fransa kralı tarafından Piza’da düzenlenen sapkın konseye katılmaya karar verenler bu kararlarından ötürü aforoz edilebileceklerini, ama yine de herkese, yüce gönlüm vesilesiyle, günah çıkarırlarsa üç haftadan daha kısa bir süre içinde tam burada gerçekleşecek olan konseyin açılışı sırasında Kilise birliğine katılma imkânı vereceğimi ve böylece bağışlanmış olacaklarını bilmeliler. Papa sıkıntılı bir tavırla kaşlarını çatmıştı. - Sayın Vinci benden zaman istedi, kesin bir karara varmaktan çekiniyor. Benim huzurumda gösterdiği tek şey Bosch’un kutsal Kilise’ye karşı olan sadakatinden duyduğu ciddi endişelerdi. Ama bu süregelen kötülüğü durduracak bir önerisi olmadı... Rafaello sükûnet içinde cesareti kırılmaz bir tavırla bekliyordu. - Rica ederim siz devam edin, diye yineledi Papa yorgun bir ses tonuyla. Eserinizin güzelliği, yaşlı bedenimin omuzlarına çöken yükü kısa süreliğine de olsa hafifletiyor... Üç adamın ayak sesleri Latran Bazilikası’nın orta sahnında yankılanmaktaydı. Alexandre Grimari, genç bir papaz çömezinin kendisine uzattığı bez ile alnından akan terleri silip diğer iki dostuna dönerek derin bir soluk verdi. - Ok yaydan çıktı... Dua edelim de kardinaller bu emre uysunlar, yoksa... dedi kısık sesle, bir yandan da istavroz çıkarıyordu. Matthieu Schiner bu sözleri onaylamayan bir tavırla Papalık sekreterine döndü ve kereveti inşa etmekte olan bir grup işçiye işaret ederek aynı ses tonuyla konuyu değiştirdi. Vitraylardan süzülen güneş ışınları etrafı yalayıp geçiyor, kıvrımlı taşların üzerine işlenen renklerle oynaşıyordu. - Konseyin bütün oturumları bu bazilikada gerçekleşecek. Koltuğu kerevetin ortasına yerleştirilecek olan Papa’nın etrafını çevreleyen kardinaller burada duracaklar. Daha aşağıda piskoposlar ve başpiskoposlar olacak. Büyükelçiler bu tarafta duracaklar, diyerek sol tarafta kalan sahna işaret etti. Onların karşılarında da tarikat temsilcileri... Thomas Cajétan başıyla bu söylenenleri onaylamıştı. - Şu ana kadar elimize kaç cevap ulaştı?, diye sordu Grimari, Matthieu Schiner’in söylediklerini duymazdan gelerek. - Kardinallerin on beşinden cevap geldi, ama bunların belgeleri henüz hazırlık aşamasında. 180 - Peki ya İmparatorluk ve Fransa? - Hiçbirinden cevap yok, diye yanıtladı sıkıntılı bir tavırla Schiner. Sanırım Fransızlardan umudu kessek iyi olacak; cesaretli davranmayacaklardır. İmparatorluk ise katılmak için Papa’nın o kararı vermeye hazır olup olmadığını bilmek isteyecektir. Grimari yeniden alnını sildi. - Öylesine büyük entrikalar dönüyor ki acaba tehlikeli bir işe mi kalkıştık diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu arada dominikan baş rahibinin kalın sesi duyuldu: - Fransa Kralı’nın iyi iş çevirdiğini kabul etmek gerek; kendi konseyini düzenleyerek Papa’yı, kendine paye çıkarma entrikasına dahil olmak ile saygınlığını yitirmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıyor. Eğer Papa Hazretleri geçerli bir sebep olmaksızın İmparatorluğu aforoz etmekten vazgeçerse Fransızlar rahat rahat çevrelerindekiler gibi davranabilecek ve Pierre’in güçlü hükümdarlığı bundan ciddi şekilde etkilenecektir. Ve bunun tam tersine, eğer İmparatorluğun aforoz edildiği duyurulursa o zaman da Fransa’ya karşı İmparatorluk ile tasarlanmış olan bütün ittifaklar bir anda dağılacaktır... O zaman da boşu boşuna İngiltere ile yapılacak ittifaka güvenmiş olacağız çünkü o hayal edilen koalisyonun eli kolu bağlanmış olacaktır... Her şekilde kazanan yine Fransızlar oluyor! Matthieu Schiner hemen önünde durdukları heykele doğru döndü. - Bizi bu konuda sizin aziz isim babanız yönlendirecektir kardeşim, diye karşılık verdi üzerinde Aziz Thomas’ın isminin yazılı olduğu heykel kürsüsüne dokunarak. Hiçbir kanıt ya da sebep aramadan inanabiliyorsak ne mutlu bizlere... - İnanç ve umut tabii ki büyük erdemlerdir, diye yeniden söze başladı dominikan ciddi bir ses tonuyla. Ama sanırım burada konuştuğumuz şey daha ziyade politikadır... - Farkındayım, diye böldü Schiner. Şeytan da bunun farkında. Her ne olursa olsun, her şey şu andaki konumunda kalırsa konsey açıldığı anda aforozun duyurulması gerekecektir. - O zaman dua edelim kardeşlerim, diye konuşmayı sonlandırdı Alexandre Grimari kduşkudşine doğru ilerlerken. - Evet, dua edelim, yürekten dua edelim, diye mırıldandı Matthieu Schiner bir kez daha ahşap heykele göz ucuyla bakarken. 56 181 Bois-le-Duc, Sainte-Gertrude Manastırı – 10 Mayıs, öğleden sonra beş suları Gabriela ve Philippe’e yol veren Rosendal kilise bodrumundan en son çıkan kişiydi. Hieronymus Bosch’a eliyle bir hareket yaptıktan sonra kapağı kapatmıştı. - Sizinle günah çıkarabilir miyim?, diye sordu Philippe dominikan rahibine. Bu isteğe fazlasıyla şaşıran rahip Prens’e orta sahnın yakınlarında bir günah çıkarma kabinini işaret etti. Genç adam Nicolaa’ya kararlı adımlarla yetişmişti. Rahip çoktan yerine yerleşmiş ve mesleğinin simgesi olan atkısını boynundan geçirmişti. - Size sonsuz güvenim var. Bu görüşmeyi günah çıkarma adı altında yapmak istediysem, bunun sebebi sizden ağır bir sır saklamanızı talep etmektir, diye söze başladı Philippe de Habsbourg. Kutsal İmparatorluk büyük tehlike içinde. Sizin de anladığınız gibi XII. Louis babamı saf dışı etmek için her türlü entrikanın içine girmiş durumda. Aforoz tehditleri küçümsenecek gibi değil. Şu anda Avrupa’daki dengeleri korumak ve Piza’da gerçekleşecek olan şu saçmalığa tek başına fazla uzun süre dayanamayacak olan zavallı Papa’ya destek olmak için elimi çabuk tutmalıyım. Bizimle Roma’ya gelirseniz sevinirim. Sizin varlığınız ikna etmemiz gereken kişiler üzerinde daha etkili olabilir. Dominikan rahibi karşılık vermedi. Sadece hafif bir baş hareketiyle Prens ile aynı fikirde olduğunu belirtmesi yeterli olmuştu. - İnanın bana bu seyahat tehlikelerle dolu olacaktır, diye yeniden söze başladı Philippe. Biz buraya gelene kadar izlendik. Bizi yok edene kadar hiçbir şey onları durduramayacaktır! Bu günah çıkarma mahremiyeti dahilinde bilmeniz gereken bir şey daha benim Leonardo da Vinci’nin isteği üzerine kaçırılmış olmamdır. Gabriela’nın cesareti olmasaydı, Venedik’te, San Michele adasının altındaki gizli bir zindanın dibinde o korkunç ressamlar kardeşliğinin aynasızları tarafından öldürülmüş olurdum şüphesiz. Bu adamlar aynı zamanda Fransa Kralı’nın adamlarının ellerini kesen ve sizin bahsettiğiniz cüceyi de dehşete düşüren adamlar... Prens’in bütün bunları söylemesiyle rahibin suratına şaşkınlık ifadesi yerleşmişti. - Nasıl yani? Papalık soruşturmacısının buna cesaret ettiğini mi... - Hieronymus Bosch’un anlattıklarını dinledikten sonra bütün bunlara şaşırmamanızı beklerdim, diye karşılık verdi Philippe. XII. Louis ile Leonardo arasındaki ilişkiyi tam olarak anlayamamış olsam da ikisi de her şeyi göze almışa benziyorlar... Rahip karşılık vermedi. Gözlerini kapamış dua etmekteydi. Bir süre sonra Prens yeniden söze başladı: 182 - Kişisel sebeplerden ötürü sizden ve Bosch’dan isteyeceğim önemli bir hizmet olacak. Onun yakınlarındayken benim tercümanım olabileceğinize inanmaktayım. Şu an için ortaya çıkışımın kimse tarafından bilinmemesini istiyorum. Aynı zamanda sizinle olan bu görüşmemizin de her ne olursa olsun kimseye aktarılmamasını rica edeceğim. Philippe de Habsbourg kaçırıldı. Israr ediyorum, böylesi belki de daha iyidir! Rosendal tekrardan bir tek kelime etmeden Prens’i onaylayarak hafifçe başını salladı. - Bedenen günah işledim ve bu sebepten ötürü Tanrı’dan bağışlanmayı diliyorum, dedi en sonunda genç adam başını öne eğerek. - Sanıyorum ki kalbiniz tertemiz. Eğer bundan sonraki hayatınızı doğru şekilde devam ettirirseniz Tanrı sizi bağışlayacaktır sevgili oğlum. Çektiğiniz acıları biliyor. Bir tek nasihatte bulunmama izin verin: bırakın insanlık ve Hıristiyanlık vicdanınız size seçimlerinizde yardımcı olsun. Dominikan rahibi onu günahlarından arındırırken Philippe de dua ediyordu. Çıktıklarında Gabriela’yı bir sandalye üzerinde sızmış halde buldu. Minik bir öpücükle onu uyandırıp yanına oturdu. - Roma’ya gideceğiz! - Roma mı? İyi ama babanıza bir görünseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Bu kadar uzun süreli yokluğunuzdan acı duyuyor olmalı, dedi Gabriela üzüntülü bir ses tonuyla. - Hayır, şu anda her şey Papa’nın çevresinde dönüyor. Bize eşlik etmesi için Rosendal’ı ikna ettim. Onun varlığı bizim için çok yararlı olabilir. Eğer zamanında orada olup II. Jules’ü ikna etmeyi başarabilirsek İmparatorluğu kurtarmamız mümkün olabilir. Babama gelince, o iş Roma’dan sonra... Bunu o zaman konuşuruz, diye mırıldandı genç adam. Gabriela sevgilisine sıkıca sarıldı. - Teşekkür ederim, diye fısıldadı kulağına. Hâlâ günlerimi sizinle geçirebiliyor olmaktan o kadar mutluyum ki! Bu sefer hangi kılığa bürüneceğiz?, diye ekledi genç kız yeniden heyecanlı bir ses tonuyla. - Tabii ki keşiş kılığına! Keşiş olacağız sevgili kızım! Değil mi sevgili peder?, diye kendilerine yaklaşan dominikan rahibine döndü Philippe aynı neşeli tavırla. - Efendim, gecikmeden hazırlansak iyi olur. Gecenin karanlığından yararlanarak manastırın başka bir kapısından dışarı çıkıp buradan pek de uzakta olmayan papazlar topluluğuna ait çiftliğe sorunsuzca gidebiliriz. Orada ihtiyacımız olan kıyafetleri bulabiliriz. - Çok iyi, diye karşılık verdi Philippe. Peki ama ressam dostumuz ne yapacak? 183 - O da bizimle gelecek. Çiftçiler güvenebileceğimiz insanlardır. Biz yokken kendisine gereken ihtimamı göstereceklerdir. Philippe başını sallayarak rahibin önerisini onayladı. - O zaman daha fazla vakit kaybetmeyelim! 57 Roma – 29 Mayıs, sabah on suları Serin bir rüzgâr hâlâ Tiber nehrinin kıyılarını yalayıp geçiyordu. Ellerini cüppesinin siyah ceplerine sokan ve kafasını iyice başlığına gömen Nicolaa Van Rosendal, iki atın çekmekte olduğu siyah arabayı görünce sabahın sakinliğinde adımlarını hızlandırmıştı. Araç, SaintAnge şatosunun gölgesinde duruyordu. Ortalıkta sadece hareketsiz beklemekten sıkılan atların toynak sesleri ve kişnemeleri yankılanıyordu. Dominikan kapıyı açıp bir sıçrayışta arabanın içine girdi. Siyah deriyle kaplı koltuğa oturdu. - Her şey yolunda. Papa, hâlâ kendi sarayında ve sarayı ancak öğleden sonra Latran’a giderken terk edecektir. Onun karşısında oturan Gabriela ve Philippe sessizce Rosendal’ı dinliyorlardı. - Haydi bakalım, oyun sırası bizde, dedi Dominikan rahibi omuzlarına kahverengi kalın bir örtü atarken. Karşısındakilerden yanıt beklemeden kapıya dönüp aşağıya indi; bu sırada Philippe, Gabriela’yı öpmek için eğilmişti. - İyi şanslar, diye mırıldandı Gabriela. - Tanrı sizi korusun, dedi Prens yere atlarken. - Durun! Geçemezsiniz! Sinirli Kilise muhafızı, baltalı mızrağını tam karşısında duran diğer kilise muhafızınınki ile çapraz biçimde tutarak, sakin adımlarla V. Nicolas kalesinin yakınlarına yerleştirilen muhafız kabinine doğru ilerleyen iki adamın yolunu kesmişti. Silahların demirlerinde parlayan gün ışığı göz kamaştırıyordu. Mantolarının ardına saklanan iki kimliği belirsiz kişi ilerlemeye devam ediyorlardı. - Hey durun orada! Kime diyorum!, diye tekrar etti muhafız. - Gördün mü, sana buradan geçemeyeceğimizi söylemiştim!, diye bağırdı adamlardan biri diğerine kaba bir şekilde. Seni gidi inatçı keçi! - Nedenmiş o?, diye karşı çıktı diğeri yürümeye devam ederken. Gitmek istediğim yerden bir asker mi alıkoyacak beni! - Yaklaşmayın; geri çekilin yoksa sizi ben durduracağım! 184 - Geri çekil eşek kafalı! Bizi öldürtecek misin?, diye yeniden bağırdı adamlardan ilki. Diğer adam ani bir sinirle bağıranın üzerine atladı. - Benle böyle konuşmaktan vazgeç, diye bağırdı dengesini yitiren arkadaşını iterken; yine de düşmesine engel olmuştu. İkisi birden muhafızların gözü önünde yuvarlanıp hararetli bir şekilde kavga etmeye başlamışlardı. - Sakin olun! Hey! Siz, şu sarhoşları ayırmama yardım edin diye bağırdı muhafız uzakta dinlenmekte olan ve yeni ayağa kalkan diğer iki muhafıza. Onlar da koşup geldiklerinde dördü birden hakaret ederek birbirlerini yumruklayan iki adamı ayırmaya giriştiler. - Hey! Kudurdunuz mu siz?, diye bağırdı kilise muhafızlarından biri havaya sallanan yumruklardan birine isabet eden başını iki eliyle tutarken. Karmaşanın devam ettiği sırada birbirine giren iki adam sanki bir işaret almış gibi bir anda kavgayı kesip kendilerine engel olmaya çalışan iki muhafıza yöneldiler ve tabanları yağlayıp kaçmadan önce ikisini birden ittiler. Donakalan iki asker bir an şaşkınlıkla etraflarına bakındı ardından yere yuvarlanan başlıklarını alıp toza bulanmış üst başlarını silkelemeye koyuldular. - Lanet olasıca sarhoşlar, dedi biri diğerine. Meydan yeniden bomboş kalmıştı. Askerler yavaş adımlarla eski yerlerine dönerken Vatikan kalesine süzülmek için yaratılan karmaşadan faydalanan ince bedeni fark etmemişlerdi bile... Kolalı Klaris mezhebi1 kıyafetinin el verdiği kadar hızlı bir şekilde saraya çıkan merdivenin basamaklarını tırmanan Gabriela, kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi çarptığını hissediyordu. Kafasında, Nicolaa Van Rosendal’ın kendisine son birkaç saattir tekrarlattığı, aklında tutması gereken saray planının detayları vardı. Önünden geçtiği yüksek balkonun tam aşağısında yer alan Saint-Damaso koridorunu tanımıştı. Tam karşısında Borgia Ailesi’nin kalesini görebiliyordu. - Solda saray ve dam köşkü... diye mırıldandı. Ayak sesleri duyduğunu sanarak bomboş koridorda bir an duraksadı. - Haydi, soğukkanlı olmalıyım... Derin bir nefes alıp Papa’nın özel dairelerinin olduğu tarafa doğru yöneldi. Yarıya kadar koyu renkli meşe döşemelerle bezenmiş beyaz duvarlar, koyu kızıl halılarla kaplı ve demir süslemeli kapılarla zenginleştirilmiş koridorları olduğundan da geniş gösteriyordu. Kırk adım ötede koridor hafif kıvrılarak devam ediyor ve eğimli bir şekilde tapınağın ikinci kutsal odasına kadar uzanıyordu. ‘Sağda özel şapel, solda oda, devamında sofa ve çalışma 1 Klaris Mezhebi: Aziz Francesco’yu takip eden Clara’nın öncülüğünü ettiği bir rahibe tarikatı. 185 odası’ diye aklından geçirdi Gabriela. Giysisinin altından altın bir tepsi, bir tas ve küçük bir şişe çıkardı. Kolalı yakalığının altında, sırtından ve yüzünden ter damlaları akıyordu. Onun adımlarını duyup kendisine dönen kilise muhafızlarını görünce irkildi. Gözlerini kaldırmadan tepsiyi gösterdi. - Papa Hazretleri... dedi yumuşak bir ses tonuyla. Papalık evi rahibesinin kıyafetiyle aldanan muhafız kenara çekildi. ‘Tanrı’ya şükür ki Nicolaa bu planı iyi tasarlamış’ diye içinden geçirdi genç kız hafif bir baş hareketiyle iki kilise muhafızının yanından geçerken; gözleri hâlâ yere bakıyordu ve suratını elinden geldiğince başlığı ile kapatıyordu. Tepsiyi tek eline alıp tam II. Jules’ün armasıyla işlenmiş büyük kapıyı çalmaya yelteniyordu ki kapının tek kanadı aniden açıldı. Bir an için dengesini kaybeden Gabriela az kalsın elindeki tepsiyi düşürüyordu. Bu ani karşılaşmadan dolayı şaşıran Kardinal Grimari bir adım geriye çekilip anlaşılmaz bir ses tonuyla özür diledi. - Gerçekten mi? dedi yine anlaşılmayan bir ifadeyle. Etrafa fazlasıyla ışık saçan odaya dönerek yarım kalan konuşmasına devam ediyor gibiydi. Kalın bir ses, konunun kapandığını belli eden bir tavırla cevap verdi: - Ok yaydan fırladı Alexandre. Kardinal ağır adımlarla uzaklaştı. Gabriela önce onu gözleriyle takip edip ardından açık kalan kapıya döndü ve kararlı bir adımla içeri girdi. Odayı aydınlatan parlak ışık bir an için gözlerinin kamaşmasına sebep olmuştu; bu yüzden ilk girdiğinde Papa’nın nerede olduğunu fark edememişti. Papalık hükümdarı, bazilika şantiyesine açılan pencerenin önünde hareketsizce duruyordu. Sadece belinde kavuşturduğu ve sağ yumruğunu kavramakta olan sol elinin parmakları gergin olduğunu ele veriyordu. Gabriela sessizce ilerleyip, elindeki tepsiyi mermer bir masanın üzerine bıraktı. Tepsinin mermer üzerinde çıkardığı sese irkilen Papa arkasına dönmüştü. - Ne var...? diye söze başladı hırçın bir ses tonuyla. Gözleriyle önce görmeye alışkın olduğu başlığı inceledi, ardından kısa bir süre şaşkınlıkla tepsiye baktı sonra yeniden bakışlarını genç kızın üzerinde odakladı. - Ben hiçbir şey istemedim! Daha da inceleyici bir şekilde bakmaya başlamıştı. Gabriela başını kaldırarak bir adım daha ilerledi. İçini bir endişe saran Papa’nın yüz hatları gerilmişti. - Kimsiniz? Gabriela Papa’nın ayakları dibine diz çöktü. 186 - Aziz Papa Hazretleri, buraya bir adaletsizliğe engel olmak için gönderilmiş bir elçiden başka biri değilim. Donup kalan Papa, genç kızı bir yandan şaşkınlık bir yandan da korku dolu gözlerle inceliyordu. - Kimsiniz?, diye yeniden sordu. İsminizi söyleyin yoksa muhafızları çağıracağım! - Adım Gabriela Benci, Papa Hazretleri; aslen Floransalıyım. Ama ismimin pek önemi yok. II. Jules sinirli bir tavırla kapıya doğru yöneldi. - Boş laflarla harcanacak ne zamanım ne de sabrım var. Bu delilik..., diye çıkıştı. - İmparatorluk ailesinin size saygılarını sunarım Aziz Papa Hazretleri. Papa şaşkınlık içinde yeniden genç kıza döndüğünde onun karşısında durduğunu fark etti. Gabriela bir an süren sessizlikten cesaret alarak yeniden söze başladı: - Aziz Papa Hazretleri, birkaç saat içinde ilk karar verildiği gibi konsey başlatılırsa Yüce Efendimiz sizin vasıtanızla Kilise’yi, aslında kangren olmayan bir üyeden mahrum etmiş olacak. Kanıtlarım var. Eliyle kapıyı tutan Papa irkilmişti. - Papa Hazretleri, Tanrı aşkına muhafızları çağırmayın. Size yemin ederim kanıtlarım gerçektir. Bütün bunlar, sizin de arzu ettiğiniz bir ittifakı engellemek için uydurulmuş bir entrikadan ibaret! Papa elini kapıdan çekip beyaz mantosundan aşağı sarkıtmıştı. - Bir Pater duası1 kadar zamanınız var; sonra Grimari’yi ve muhafızları çağıracağım. - Bu hikâye Bois-le-Duc’te başlıyor Papa Hazretleri..., diye söze başladı Gabriela. 58 Roma, Vatikan – 29 Mayıs, öğleden sonra saat iki suları Bazilikanın kapılarında biriken halk, uzun süredir yürümekte olan ve konseye katılacakların girişini kolaylaştırmak için yerleştirilen koridora giden meydana doğru ilerleyen kardinaller ve piskoposlar kortejini izleyebilmek için itişiyordu. Yakıcı güneşin alnında işlemeli ayin kaftanlarının altın ve gümüş iplikleri etrafa ufak ışıltılar saçıyordu. Tahta bariyerlerin ardına dizilen Romalılar din adamlarının yüzlerini görebilmek ve değerli giysilerine dokunabilmek için birbirlerini itip kakıyorlardı. Beyaz ve altın kaplamalı bir Pater duası: (Orijinal adı Pater Nostre) Hıristiyan aleminin en bilinen dualarından biridir. "Göklerdeki babamız" olarak Türkçe'ye çevrilebilir. 1 187 gölgeliğin meydanın diğer ucunda gözükmesiyle itiş kakış daha da artmıştı. Halk, adeta kocaman bir dalga gibi, avluya geçişi engelleyen kilise muhafızlarının oluşturduğu şeridi zorlayarak ileri atılıyordu. Çığlıklar yükselmekteydi: “Papa! Bu Papa!” Uzaktan bu insan denizinin ortasında yüzüyormuş gibi gözüken, başında değerli taşlarla bezenmiş altın tacı taşıyan Papalık hükümdarının belli belirsiz görüntüsü müminlerin hevesli dalgalanmaları arasında kaybolup belirdikçe muhafızlar daha da fazla endişeleniyorlardı. On iki kişinin taşıdığı ve etrafında büyüleyici bir eskortun olduğu tahtta oturan II. Jules, dizlerinin üzerine dümdüz koyduğu elleri ve yarı kapalı gözleriyle adeta uyuyor gibiydi. Taht meydanın ortasına geldiğinde geçirdiği ufak sarsıntıyla uyanmışçasına parmaklarının ucuyla insanların yeniden coşkuyla bağırmalarına yol açan bir kutsama hareketi yaptı. “Lânetlilere ölüm!” diye bağırdı kalabalığın içinden birileri; “Yasaklayın! Yasaklayın!” sesleri arkadan yükseliyordu. Papa irkilmişe benziyordu. Bata çıka ilerleyen kortej en sonunda bazilikanın avlusuna erişmişti. Porto kardinali ve başpiskoposu tarafından, konsey katılımcılarının aydınlanmaları için gerçekleştirilen gösterişli Kutsal Ruh ayini sona ermek üzereydi. İki saatten daha uzun bir süredir yüksek rütbeli papazlar ve kenarlarda biriken insanlar, o öğleden sonranın yakılan tütsülerle yavaş yavaş daha da boğucu bir hal alan kavurucu sıcağında birbirine kenetlenen parçalar gibi hareketsiz kalmışlardı. Vaiz olarak seçilen Spalato başpiskoposu Bernard, Papa’nın üzerinde oturduğu tahtın önünde eğilip yeniden yerine geçmişti. O andan itibaren sadece birkaç fısıldaşma ve yelpazelerin çıkardığı esinti bazilikada hâkim olan sessizliği bozuyordu. Hükümet örgütleri sekreteri Balthasar Tuard koro alanını geçerken ağır adımları tonozun altında yankılanıyordu. Başı öne eğik bir şekilde Papa’nın önünde diz çöküp Papa’nın kendisine okumakla yükümlü olduğu giriş metnini vermesini bekledi. Ardından koro alanının girişinde bulunan ve üzerine rahle yerleştirilmiş sehpanın arkasındaki yerine döndü. Bazilikada artık mutlak sessizlik hâkimdi. Balthasar dudaklarını aralayıp Kutsal Ruh’a yakarış duasını okumaya başladı. İlk sırada duran Alexandre Grimari bir bez parçasından daha solgundu, Matthieu Schiner ise soluğunu tutuyordu. Ardından konseyin davet sebeplerini içeren okuma başladı: - ...dinin özünden ayrılan sapkınlıkların dışlanması, Hıristiyan prenslerin ittifakı ve barışı, Kilise’de yürütülen reformlar ve Türklere karşı olan savaş için... diye okuyordu Balthasar Tuard sabit bir ses tonuyla. - Bu amaçla, diye okumasına devam etti kısa süreli bir sessizliğin ardından. Pierre’in devamı İkinci Jules, biz, bütün Hıristiyanların haberdar olmaları ve böylece 188 bizim kararımızı takip ederek eylemleriyle yüce Tanrı’yı memnun etmeleri için duyururuz ki adalet savaşlarının zaferine erişmek adına İngiltere Kraliyeti ile Kutsal Roma İmparatorluğu arasında birliktelik hareketine geçilecektir... Bazilikayı ani bir uğultu kaplamıştı. Alexandre Grimari gözlerini göğe çevirdi. Dominikan mezhebinin en yüksek rütbeli üyesi olan Thomas Cajétan elini belini süsleyen kuşağa götürmüştü. Balthasar aralıksız okumasına devam ederken haber kulaktan kulağa bazilikanın dört bir yanına yayılıyordu: - Aforoz ilan edilmedi! - Emir günü değiştirildi! Kalabalığın tam ortasında vücut hatlarını belli etmeyen mantolar giymiş iki kişi birbirlerine sarıldılar. - Başardı, dedi sadece Nicolaa Van Rosendal. Yüzünün neredeyse tamamını kapatan başlığın kenarından görünen gülümseme Philippe de Habsbourg’un yüzünü aydınlatıyordu. 59 Roma – 30 Mayıs, sabah sekiz suları - Bakın, tam burada İmparator Hadrien kendisi için devasa boyutlarda bir saray inşa ettirmiş. Yaşamının son yıllarını burada sorumluluklarının bıraktığı yorgunluğu atarak geçirmiş. Sabahın erken saatlerine rağmen Gabriela, Philippe’in bir önceki akşam kendisine önerdiği bu gezintiden oldukça hoşnuttu. Onu bu kadar mutlu kılan şey bu koskoca yıkıntılardan ziyade sevdiği adamla birlikte zaman geçirebiliyor oluşuydu. Her anın keyfini çıkararak, prensinin doğduğu günden beri sahip olduğu sorumlulukları yeniden üstlenmek için kendisini terk edeceğini düşünmemeye çalışıyordu. Kaldıkları ev, kırsal alanda, buradan pek de uzak olmayan bir yerdeydi. Dominikan papazları, her şeyden ve herkesten uzak bu çiftliği onlar için hazırlamışlardı. - Bütün buralar 125 senesine doğru inşa edilmiş olmalı, diye açıkladı Philippe. Habsbourg veliahdı yollarda o kadar fazla zaman geçirmişti ki, Mayıs ayının o sıcak güneşi tenini koyulaştırmıştı. Sade bir pantolon ve beyaz bir gömlek ile Innsbruck Sarayı’nın kraliyet salonunda asılı duran kendi portresinden ziyade bir kumaşçının oğluna benziyordu. - Şu kabartmalara bakın, diyerek genç kıza yarısına kadar toprağa gömülü, ağır mermer bir blok gösterdi. Şu bile erkenden kalkıp buralara gelmemize değdi! Üstelik 189 size söylediğim gibi, bu saatte burada bizden başka kimse olmaz, dedi ufka doğru bakarak. Kimin aklına gelir ki bizi burada aramak? - Gelin benim yanıma oturun, diye Philippe’i yanına çağırdı Gabriela, dinlenmek için bulduğu taş banka işaret ederek. Sizinle konuşmak istiyorum. Philippe incelemekte olduğu mermer parçasını bırakıp genç kadının yanına geldi; kibar bir hareketle elini tuttu. - Ayrılma zamanımızın yaklaştığını biliyorum. Siz görevinizi tamamladınız. Şu andan itibaren sizin yeriniz babanızın ve sizin... Fazlasıyla duygusallaşan Gabriela bir an için duraksadı. Philippe hiçbir şey demiyordu. Gözleri Tivoli tepelerine sabitlenmiş, öylece duruyordu. İçinden çekip çıkarılması zor düşünce buhranlarına kapılmış gibiydi. - Ben de hayalimin peşinden gideceğim, diye yeniden söze başladı Gabriela içinde bulunduğu hüzünden sıyrılmaya çalışarak. Nerede nasıl yapacağımı bilmiyorum ama Floransa’daki evime geri dönmeyeceğim. Derin bir soluk alarak sağ elini uzattı. Parmağındaki yakut yüzük parlıyordu. - Bu yüzük annemin en sevdiği yüzüktü; anneme bu yüzüğü babam almıştı, o da bana vermişti. Bunu babama yollayacağım. Böylece benim hayatta olduğumu bilecek. Ama artık onun yanına dönemem. İstediklerimi de anlatamam; beni anlamayacaktır. Yeniden iç geçirdi. - Doktor olacağım. Ruhları kurtarmaktansa bedenleri kurtaracağım. Ah, tabii ki İmparatorluğun milyarlarca yurttaşlarını değil ama en azından birkaç kişi... Erkek, kadın ya da çocuk hastalar... Onları belki sadece acılarından ve şiddetli ateşlerinden kurtaracağım. Ama benim alın yazım bu, biliyorum. Kendi yolumu bu yönden çizeceğim. Gözlerini Philippe’in gözlerine odaklamak için yüzünü döndü. - Ama bilmenizi isterim ki bu yolda ilerlerken sizinle birlikte geçirdiğimiz anlar sonsuza kadar kalbime kazınmış olacak. Philippe kısa bir süre daha sessiz kaldı. - Haklısınız, görevimin getirdiği sorumluluklar saymakla bitmez, diye karşılık verdi en sonunda. Ama sizinle Milano’da, Sforza Sarayı’nın bahçelerinde geçirdiğimiz o ilk akşamdan beri ben de çok fazla düşündüm. Görüyorsunuz ya, İmparator Hadrien gibi görevimin gerektirdiği sorumlulukların yükünden kurtulmak için günün birinde kendime bir saray yaptırmak zorunda kalmak istemiyorum! Sizinle birlikte, gündelik yaşamın, şimdiye kadar hiç farkında olmadığım, hafifliğini ve ufak mutluluklarını keşfettim. Gabriela gülümsedi. Bu itiraf onu derinden etkilemişti. O anda kendisini Philippe’e çok yakın hissediyordu; onunla aynı heyecanı ve kelimeler vasıtasıyla aynı hisleri paylaşıyordu. 190 - Ben de artık geçmiş hayatıma dönmeyeceğim Gabriela, dedi Prens ciddi bir tavırla. Gabriela Philippe’in bakışlarının ötesine geçip onun düşüncelerine erişmek istermişçesine gözlerini fal taşı gibi açtı. İnzivaya çekilen karısının, ailesinin ve ufacık bir çocuğun karanlık bir iz yaratan gölgeleri Philippe’in parıldayan gözlerinden görülebiliyordu. - Peki ya oğlunuz, onu düşündünüz mü?, diye atladı Gabriela. - İnanın bana fazlasıyla düşündüm. Charles on yaşında. Karakteri daha şimdiden belli; hükmetmek için dünyaya gelmiş. Biliyorum; bunu hissedebiliyorum! - Hükümdarlığı öğrenebilmek için babasına ihtiyacı olacaktır, dedi Gabriela başını öne eğerek. ‘Daha şimdiden geçmişten bahsetmeye başladık’ diye düşündü Gabriela heyecan içinde. - Bitirmeme izin verin, diyerek sevgilisinin çenesini kaldırdı genç adam. Bakın, Charles, İmparator Maksimilyen’in ve anne tarafından da Ferdinand d’Aragon’un torunu! Ona hükmetmeyi öğretecek daha iyi bir miras olabilir mi? İkisi de yaşlılar; kraliyeti çoktan öğrendiler ve bu mesleğin ana hatlarını Charles’a da öğreteceklerdir. Üstelik ben ölürsem Flandres, l’Artois ve Franche-Comté ona miras kalacaktır. Bütün bunlar asil kana sahip olan genç adamın otoritesini kurması için yeterli olacaktır. - Ama ben ölmenizi istemiyorum! - Kim ölmekten bahsetti ki? Prens bir zıplayışta ayağa kalktı. - Gabriela, diye devam etti heyecanlı bir ses tonuyla. O zindanda ölebilirdim. Ve siz olmasaydınız şüphesiz ölecektim. O zaman öyle olsun: Güzel Philippe öldü... Seçtiğiniz yolda size yoldaşlık edecek bir yabancı ister misiniz? Gabriela irkilmişti. - Ben yaşamak istiyorum, diye bağırdı Philippe Roma köyünün mavi göğünü kollarııyla kucaklamak için dönerken. Güneşin, hayatın, şarabın ve tıpkı bu sabah burada birlikte yaşadığımız gibi basit ve gizemli lütufları olan anların tadını çıkarmak istiyorum! Gabriela’nın ellerini tuttu. - Kutsal İmparatorluk üzerine kurulan gizli komployu açığa çıkararak görevimi yerine getirmedim mi? Benim de kendi hayatımı yaşamaya hakkın yok mu? Bizim hayatımızı... Tutkumuzu... - Ah! Aşkım!, diye mırıldanarak kendisini Philippe’in kollarına bıraktı Gabriela. - Üzülün üzülün iyi insanlar!, diye bağırdı genç adam. İmparator Maksimilyen’in oğlu, İspanya’nın Katolik hükümdarlarının damadı Güzel Philippe bir bahar akşamı Milano’da buharlaştı! Bu böyle bilinsin! 191 O güzel sabah güneşinin altında ikisi birden birbirlerine sarılmış halde, kahkahalar atarak uzun süre dans ettiler. 60 Roma – 8 Haziran, akşam on bir suları Ellerini arkasında kavuşturan II. Jules, bir an gezinmesine ara verip, bulundukları kare biçimli çalışma odasındaki duvarın tamamını kaplayan kocaman şöminenin karaltısında hareketsiz duran üç adamı bakışlarıyla sorguladı. - Burada olması gerekiyordu!, diye sabırsızlığını belli eti Papa. - Gelecektir, dedi Matthieu Schiner kendinden emin bir ses tonuyla. Bomboş sarayda duyulan adım sesleri üçünün de susup, gözlerini Belveder sarayına açılan çift kanatlı kapıya çevirmelerine yol açtı. Kapı açılırken, ay ışığının solgun aydınlığında kilise muhafızının kıyafeti görünmüş, eşlik ettiği adamın önünden çekilmeden önce başlığı parıldamıştı. - Kıra uygun kıyafetlerinizle işte buradasınız bayım, dedi II. Jules parlak baldırlık ve dizlikleri bakışlarıyla süzerek. Bayard, Papa’nın kendisine uzattığı sağ elindeki yüzüğü öpmeden önce Papa ile bakıştı. Ardından, arkasında duran üç adamı fark edince doğrulup dikleşti. - Kardinal Grimari’yi tanıyor musunuz?, diye sordu Papa. Gözü kararan Bayard ‘evet’ anlamında başını öne eğerken II. Jules konuşmasına devam etti: - Sion Piskoposu Matthieu Schiner’i de tanıyorsunuzdur. Bayard bariz bir şekilde homurdanmıştı. - Ve Aziz Dominikan mezhebine üye Nicolaa Van Rosendal... Bayard’ın bakışları bir an için Rosendal’a takılıp kaldı. - Nicolaa Van Rosendal’ı tanımıyorum ama kendisinden bahsedildiğini duydum, dedi umursamaz bir tavırla; yine de koyu yeşil gözleri ilgiyle bakıyordu. - Aramızdaki konuşmaların belleklerde açıkça yer etmesi açısından bu görüşmeye katılmalarını istedim, diye yeniden söze başladı Papa. Bu şekilde ve bu saatte görüşmede bulunmamın pek de alışılagelmiş olmadığı gözünüzden kaçmamıştır. Bu görüşmenin bu şekilde gerçekleşmesini istememin sebebi size istisnai bir şey söyleyecek olmamdır. - Fransa Kralı davetinizden etkilendi ve... - Beni iyi anladığınızı sanmıyorum, diye Bayard’ın sözünü böldü II. Jules. Şu anda söz konusu olan şey elçilik veya diplomasi ile ilgili değil. 192 Papa, Bayard’ın yeniden söze başlayamayacağı kadar kısa bir süre için sustu. - Şu an benim aklımı iki soru kurcalamakta: kardeşlerini sahtekârca lanetlemeye çalışana nasıl bir ceza verilebilir? İşin iç yüzünü bilerek dünya üzerinde hüküm süren prensleri parçalamaya çalışarak Kilise’yi güçsüz kılmak isteyene nasıl bir ceza verilebilir? Bayard’ın gözlerinde artık endişe belirmişti. - Bunun cevabını aradım. Dua ettim ve danıştım. Ve cevabını aldım. Bu cevap bana şöyle söylüyordu: Böyle bir sorgulamayla karşı karşıya olan gurur sahibi kişi kendisini yargı aracı olarak görmelidir. Bu güce sadece Tanrı muktedirdir ve böylesine büyük cinayetlerle karşı karşıya olunduğunda Yüce Tanrı’nın kendisinin suçluları cezalandırmak isteyeceğinden şüphem yok. Papa pencerenin kenarına yerleştirilen ve ay ışığının aydınlattığı kırmızı koltuğa doğru ilerledi ve ayakta dikili kalan ve her geçen dakika durumdan daha da rahatsız olan Bayard ile konuşmasına devam etmeden önce oturdu. - Kıtayı şu son aylarda zor durumlara sokan işler sırasında bir konu hakkında içim rahat; Tanrı, doğru düşünüşlerin el birliği sayesinde İmparatorluğu cezalandırmama engel olacak sebepleri karşıma çıkararak, düzmece oyunların hesabını masumlardan sorma hatasından beni alıkoydu. - Burada... diye yeniden söze başlamaya çalıştı Bayard. - Diplomasi olmayacak demiştim ve size bunun sebeplerini de açıkladım. Fransa Krallığı’nın, politik çıkarlar uğruna kendisine karşı oluşturulacak bir ittifakın temellerini yıkmak için ne çeşit dalaverelerle cinayetlere ve küfürlere karşı hiçbir şey yapmayarak kendini alçalttığını çok iyi biliyorum. Katillerinizi şeytan kılığına sokmanın gerçekten Kilise’nin sağduyusunu sarsmaya yeteceğine mi inanıyordunuz? Kendisine verdiğim göreve ihanet eden Vinci’nin başkanlık ettiği ressamlar kardeşliğinin, sizin başlattığınız katliam dalaverelerinin aynılarını kullanarak durumu nasıl kendi lehine çevirmeye çalıştığını da biliyorum. Bütün bunları biliyorum... Ve işte kararım: Fransa Krallığını iki koşul altında aforoz etmeyeceğimi efendinize bildirin. Bayard sapsarı kesilmişti. - Bu koşullardan ilki, bu görüşmeye kadar haftalardır devam etmiş olan olayların hepsinin bir sır olarak kalmasıdır. İkincisi ise, başka hiçbir cinayet veya ayaklanmanın gerçekleşmemesidir. Yeterince açık mı? Şaşkına dönen Bayard kafasını salladı. - Bundan sonra edilecek bir tek kelime bile haberdar olduğum bütün bu olayların ve devamında meydana gelen sonuçların ortaya çıkmasına sebep olacaktır, diye ekledi II. Jules tehditkâr bir ses tonuyla. 193 Papa, Bayard’a görüşmenin sonlandığını belirtmek istercesine ayağa kalktı. - Bütün bunlardan Fransa Kralı’nı haberdar etmeye gitmeden önce son bir sözüm daha var. Leonardo da Vinci tam zamanında ortalıktan kayboldu. Şu sıralar sizin sınırlarınıza girmeye çalışacağını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Çenesini kapalı tutmasını sağladığınız sürece onu barındırmanızı kabul edeceğim. Bana aynı koşullar altında cevabınızı bildirirsiniz. XII. Louis’nin gönderdiği elçinin ardından kapı kapanırken Alexandre Grimari II. Jules’e yaklaştı. - İyi ama Papa Hazretleri, neden bu kadar cömert davrandınız? Saint-Ange Şatosu’nun arkasına kadar kıvrılarak giden Tevere nehrini izleyerek Roma gecesinin o eşsiz manzarasını seyre dalan Papa cevap vermeden önce bir süre sessizce durdu. - Çünkü yedi yıldır savaşıyorum Alexandre ve yedi yıldır Tanrı işleriyle dünyevi işleri birbirine harmanlayıp durdum. Çünkü bir yıldır böylesine acı bir şekilde Venediklileri aforoz etmek zorunda bırakılmaktan üzüntü duyuyorum. Ve yeniden aynı hataya düşmek istemiyorum. - Ama XII. Louis... - ... kendi çıkarları için, milyonlarca erkek ve kadının ruhu pahasına, şeytan kılığına girerek ağır bir suç işledi. Bunu biz de biliyoruz, Tanrı da biliyor. Yine de krallarının hatasından dolayı Fransızları cezalandırmak için ortada bir sebep göremiyorum. - Ama en azından sadece onu ve yandaşlarını cezalandırabilirdiniz! Fransa Kralı’nı aforoz etmek mi? Bu delilik olur! Böylece bütün Avrupa hükümdarlıklarını yıksa mıydım? Bu da tabii ki Kilise’yi reforma sokmak ve halkları hükümdarların himayesinden kurtarmak isteyen o delilerin lehine olurdu! Ne konsey ama!, diye çıkıştı Papa. Hararetli bir şekilde eski dostuna döndü: - Alexandre; yazılı tarihte belki kendi zaferiyle meşgul, koruyucu bir adam ve bir azizden ziyade bir savaşçı olarak anılacağım. Öyle olsun, ne yaptığımı Tanrı bilir! Ama bu Pandora kutusunu en azından burada açmamış olacağım! Emin ol şeytan hep yoklayacaktır; bu onun en bilindik özelliğidir. Günün birinde o lanetlilerin ruhunu elbet ele geçirecektir. Yine de Fransızlar halk babalarını sevmeye devam edebilirler. Bu düzeni değiştirmek bize düşmez. İyi ya da kötü, Tanrı bunu böyle istemiştir. II. Jules düşünceli bir tavırla bir an durdu, ardından yeniden canlı bir ifadeyle sözüne devam etti: - Üstelik hiç kimse İmparator’un oğlunun kaçırıldığını bilmemeli. İmparatorluk bundan ziyadesiyle etkilenecektir. Philippe Venedik’te vebadan öldü; hepsi bu. Neden, nasıl, ne zamandan beri oradaydı? Bunların hiçbir önemi yok. Kimseyi ilgilendirmez. Bu işler böyle: Ressamların deliliğinin yol açtığı şey gerçekmiş gibi gösterilmemeli. 194 Anlıyor musun? Öylesine kuvvetli bir prensin kaçırılması mümkün değil. Kimse böyle bir şeyi kafasında tasarlayamaz. Bundan sonrası için de, Vinci Avrupa üzerinde kurduğu maddi saltanatından vazgeçmek zorunda kalarak cezalandırılmış olacaktır. Fransa Kralı ile el birliği yapıp karşılıklı olarak birbirlerinin müdahalelerini kıyaslasınlar artık... Papa, Nicolaa Van Rosendal’a doğru döndü: - O genç kız hakkında benden rica ettiğiniz şey ne kadar garip olsa da gerçekleştirmenize izin veriyorum. Pierre devamında gelen Papa’nın bir adaletsizlik yaparak Hıristiyan âlemini tehlikeye atmasına engel olmayı becermiş olmasından dolayı bu isteği bizim ona borçlu olduğumuz bir şeydir. Sırrını saklayacağız. Bunu hep birlikte saklayacağız. Kendisi Milano’da kayboldu ve o zamandan beri bir daha hiçbir yerde görülmedi... II. Jules, yeniden Rosendal’a odaklanmadan önce diğer iki adama şöyle bir baktı. - Siz de benimle kalacaksınız. Bitirmemiz gereken hâlâ çok önemli işler var; Fransa’yı yalnız bırakacak hükümdarlar birliğini, o kutsal beraberliği artık sağlayıp XII. Louis’nin az kalsın mahvetmek üzere olduğu fikri gerçekleştirmeliyiz. Kısa bir süre sustu. - İmparator bilseydi, diye yeniden söze başladı. Dindarca söylenmiş bir yalan... Cümlesi garip bir şekilde yarım kalmıştı. Papa yorgun adımlarla, üç kişinin bakışları altında salonu terk etti. Üç adam yalnız kalınca bir süre sessizliğe odaklandılar. Ardından sanki aynı güdüyle harekete geçmiş gibi, üçü birden altın yaldızlı çerçevenin ortasında az önce kapıdan çıkarken sırtında taşıdığı endişe ve şüphelerden arınmış bambaşka bir II. Jules portresine gözlerini çevirdiler. 61 Bois-le-Duc, Hieronymus Bosch’un atölyesi – 25 Haziran, öğle saatleri Aleit Van der Mervenne bitişik odada heyecan içinde ellerini sağa sola savururken Hieronymus Bosch’un öğrencileri ve arkadaşları olan kardeşler de Bosch’un kapısının önünde içeride neler olup bittiğini öğrenmek için itişip duruyorlardı. - Haydi, haydi, geri çekilin, birbirinizin üstüne çıkmanız hiçbir işe yaramayacaktır, diye emretti bir grup askerle birlikte ressamın atölyesine giden koridorda duran Johannes Rindt. Geri çekilin diyorum size, diye tekrarladı sesini fazla yükseltmemeye özen göstererek. 195 Oradan birkaç adım ötedeki büyük atölyede I. Maksimilyen ressama doğru döndü: - Peki, buna ne ad verdiniz? - İsa tarafından kurtarılan adam, Majesteleri. İmparator yeniden tahta panoya gözlerini çevirirken kafasını salladı. - Bu suratı sevdim, dedi sönük bir sesle. Bana oğlumun yüz hatlarını hatırlatıyor. Şapelime gönderirsiniz, dedi daha kuru bir sesle. Hieronymus kendisine duyulan hürmete karşılık vermek için eğilerek selam verdi. İmparator atölyeyi dolduran bitmiş ve henüz tamamlanmamış olan tabloların hepsini göstererek yeniden söze başladı: - Az kalsın bunların hepsini yakacaktık! Köylerimizi de beraberinde... Bu işin içinde şeytanın parmağı var mıydı bilmiyorum ama bu işte bir büyü kokusu alıyorum. Şüphesiz halkım kurtulduğu ve II. Jules bilgeliği dahilinde benim masumiyetimi kabul ettiği için sevinmeliyim... Yine de görüyorsunuz ya Sayın Bosch, oğlu ortalıktan kaybolan bu babayı savuran acı fırtınasında, bir imparator o mutluluk ışığını fark edemiyor bile... Toprağa gömebileceğim bir ceset bile yok elimde... İmparator dişlerini sıkıp bir süre boşluğa dalarak sustu. Ne yapacağını bilemeyen Bosch hareketsiz duruyordu. - Sizden duyulan şüphelerin de ailemin her üyesinden duyulan şüphelerle birlikte ortadan kalktığını herkesin önünde kanıtlamak için buraya gelmek istedim. Yarın birliklerimiz Papa’nın ve İngiltere Kralı’nın birliklerine katılacak. Fransa bir başına kaldı... Gözlerinde kısa bir an için savaşçı parıltısı belirdi; belirdiği hızla da kaybolup gitti. - Geleceği düşünmek istiyorum: ziyaretimin bir sebebi de benim için çalışmanızı teklif etmekti. Sizden, torunum Charles’ın bir portresini istiyorum. Yapacaksınız. Bosch gülümsedi ve yeniden eğilerek selam verdi; tam teşekkürlerini bildirmek için söze başlayacaktı ki Maksimilyen yeniden söze başladı. - Bu portreyi yapmanızı istiyorum çünkü onu kendi üslubunuzla hazırlamanızı istiyorum: mirasçımın sadece görünüşünün dış çizgilerini değil onun ruhunu, iç gerçekliğini de ortaya çıkarmanızı istiyorum. İmparator bir an tereddüt etti, ardından Bosch eşliğinde kapıya doğru yöneldi. Eşiğe geldiğinde yeniden Bosch’a döndü: - Dar ve zorlu bir yol seçtiniz Sayın Bosch. Ama seçtiğiniz bu yola artık daha da içtenlikle inanıyorum. Kendinize dikkat edin ve unutmayın, o portreyi gecikmeden istiyorum. 62 196 Blois – 30 Haziran, akşam saat on suları Leonardo da Vinci, kolları iki yanından sallanır halde salonun girişinde durmuş, şüpheli bakışlarla büyük salonu şöminenin olduğu yere kadar dolduran yığılı sandıkları inceliyordu. Kurumdan kararan duvarlar, dar pencereler ve kabaca döşenmiş yer arasında gözleri gidip geliyordu. - Peh, diye tepki verdi rahatsız bir tavırla. Elinin tersiyle üzeri toz kaplı bir tabureyi silip, oflayarak kendini tabureye bıraktı. - Rica ederim bir kukla gibi etrafta dolanıp durmaktan vazgeç!, diye çıkıştı birden bire, göz ucuyla dört bir yana koşuşturan ve ellerinde kitapları ve yazıtları taşıyan Lorenzo’yu süzerken. - Lanet olasıcalar, diye yeniden söylenmeye başladı ressam yumruklarını sıkarak. İşte beni bu hale getirmek istediler. Beni bu kümese ve yoksulluğa tıktılar! Ayağa kalkıp günün son ışıklarının görüldüğü pencereye yaklaştı. - Işık olmayan, buz gibi bir ülke... Ressamın yeniden kendisine bağırmasından endişe eden Lorenzo sakin adımlarla ve temkinli bir şekilde yaklaştı. Leonardo, onun yakınında olduğunu hissedince saçlarını karmakarışık edip aniden sakinleşen bir ses tonuyla sözüne devam etti. - Haydi, karamsarlık yok! İş başına Lorenzo. Bütün bunları toplamalıyız, haklısın. Hem sonra... - Sonra?, dedi Lorenzo ustasının yeniden hareketlenmesine sevinerek. Sonra en yakın mezarlığın nerede olduğunu öğrenmeye çalışacaksın, dedi Leonardo boşluğa bakarak. Lorenzo omuriliklerinden irkildiğini hissederken ressam duyarsız el hareketleriyle genç çırağının baldırlarını sıvazlıyordu. 63 Portsmouth – 1 Temmuz, öğle civarı - Göz kamaştırıcı değil mi sevgili Thomas?, dedi arabasından inen kral kendinden geçerek. VIII. Henri, sağdık Thomas More eşliğinde birliklerinin, İngiliz donanmasının rüzgârda dalgalanan bayraklarıyla Portsmouth limanından son geçişini hayranlıkla izliyordu. 197 Donanmanın komutanlığına getirdiği Sör Edward Howard gemi direği gibi dimdik ayakta bekliyordu. - Donanma emir ve komutanıza hazırdır Majesteleri, diye gürledi amiral rıhtım boyunca uzanan gemilerin düdük çalmasını komut verirken. Parlak öğle güneşi altında İngiltere Kralı, donanmasını gözden geçirmek için ağır adımlarla dalgakıranda bir başına ilerleyerek tören yürüyüşüne başladı. Kral, her geminin önünde kısa bir süre duruyordu. Gemi güvertesinde sıraya dizilen denizciler hükümdarlarını gördükçe birbirleri ardına “yaşa!” diye bağırıyorlardı. - Efendim, Mary Rose üzerine armamı işledim, diye açıklama yaptı sör Howard, Kral’ın karşısında duran beş yüz tonluk dev gemiye işaret ederek. Filonun geriye kalan on yedi gemisi en iyi kaptanlarımızın komutasında. Amiral, Naip ve Hükümdar eşliğinde ilerleyecek. İsteğiniz üzerine komutası Thomas Wyndeham’a verildi. - Mükemmel, o yiğit bir adam! Diye onayladı Kral. - Hafiyelerimizin ilettiklerine göre Fransız filosu yirmi iki yelkenliye sahip. Fransa Kralı tarafından güçlükle bir araya getirilen bu gemiler Brest geçidinde demir atmış durumdalar, diye açıklama yaptı amiral. Kral, XII. Louis’ye vereceği dersi aklından geçirirken gülümsedi. - Fransızların kurtulamayacağı bir strateji kullanacağız. Filomuz yaklaşık otuz Hollanda yük gemisiyle desteklenecek. Bu alçak bordalı gemilerin askeri hiçbir değeri yok. Yine de yelkenlilerimizin sayısını gören Fransızların Brest limanına sığınmak için demir alacaklarından eminim. Bize düşen de arkada kalan gemiyi veya gemileri halletmek olacak... Kurnazca bir plan değil mi sevgili Thomas?, diye sordu gözleri parlayan genç hükümdar. - Öyledir, öyledir... dedi More heyecansız bir şekilde. - Thomas, diyerek arkadaşının kolunu tuttu kral, amiralin konuşulanları duymaması için biraz uzaklaşırken. İtirazlarını biliyorum. Ama baksana! Aç gözlerini! Yeni bir dünyaya yayılan bayrağımızın renklerinin nasıl da dalgalandığını görmüyor musun? İngiltere Krallığı yeniden gücüne ve ihtişamına kavuşuyor. XII. Louis, Kutsal İmparatorluğa karşı geri püsküren eylemlerinden dolayı eski konumunu kaybetti. Çevresinde destek bulamayacaktır. Papa fazlasıyla korktu, bundan sonra bir şeye karışmayacaktır. Maksimilyen ise... Şu zor zamanlarda en sağdık destekçisi olmadım mı? Katolik hükümdarların Fransa’ya karşı olan nefreti öylesine büyük ki, işin içine karışmak isteyeceklerini sanmıyorum. - Yine de... - Yine de ne?, diye çıkıştı hükümdar. Fazlasıyla yaşlılar! Ben gencim ve fetihlere açım. Zaman bizim zamanımız. Bir daha böyle fırsatlarla karşılaşamayabiliriz! Thomas More gülümsedi. 198 - Şüphesiz haklısınız efendim. - Ne bekliyorsunuz amiral, rüzgâr esiyor ve Kralınız gibi adamlarınız da sabırsızlık içinde bekliyorlar! Gidin ve lütfen gecikmeyin! İlk gemiler Fransız kıyılarına doğru harekete geçerken VIII. Henri denize karşı dimdik bakıyor, rüzgârın sürüklediği İngiliz yelkenlileriyle dolu olan sonsuz ufkun ihtişamını ömrünün sonuna kadar aklında tutmak istiyordu. - Çok uzun zamandır bu anı beklemiştim. Hiç kimse ve hiçbir şey beni durduramaz! 64 Sevilla, Casa de Pilato – 30 Kasım, akşam dokuz suları At arabası Altın Kule’yi geçip bir süre daha Guadalquivir üzerindeki yola devam etti. Arabanın penceresine dayanan genç kadın on iki kürekli üç sandal tarafından açık denize doğru çekilen yelkenliyi izliyordu. - Soğuktan donacağız, dedi yol arkadaşı. Rica ederim şu kapıyı kapatmama izin verin. Genç kadın istemeye istemeye geri çekilip perdeyi bıraktı; gecenin soğuk ve sert rüzgârı kesilmişti. Araba şehir merkezine doğru ilerleyip katedralden döndü, saray boyunca yoluna devam etti ve ardından ara sokakların içinde kayboldu. Kısa bir süre sonra tekerleklerin taşlar üzerinde çıkardığı ses sona ermiş ve araba durmuştu. İki yolcu, arabacının inip basamakları yerleştirmesini ve kapıyı açmasını beklediler. Arabadan indiklerinde aşina kapı sundurmasıyla karşılaştılar. - Öyle görünüyor ki bu kapıya bir servet vermiş olmalılar, diye fısıldadı adam. - Casa de Pilato, ne görkemli ama... diye karşılık verdi arkadaşı. Bu eski Roma sarayında verilen kabul töreninin yoğunluğunu belli eden arabalar ve ev halkı küçük meydan üzerine dağılmışlardı. Kapıdan geçen çift, en baştaki iki Endülüs avlusuna giden bayraklı yolu takip etmeye başladılar. Gözlerine takılan süslemeler, renkli hilafet mozaikleriyle bezeli klasik kolonlar göz kamaştıran bir bolluğu tasvir ediyordu. Hayranlıkla beyaz taşlı geniş merdivene doğru yöneldiler. - Bu kadar para nereden geliyor?, diye sordu kavalyesinin kolunda merdivenleri çıkan genç kadın alçak sesle. Ve bu gizemli adam kim? - Dedikoducuların bir kısmı, onun Mağripliler ile ticaret yaptığını, bir kısmı da Hıristiyanlığı benimseyen bir Yahudi olduğunu söylüyor; bana sorarsan kimsenin bir 199 şey bildiği yok. Hiçbir zaman ortalıkta gözükmüyor. Kendi evinde verilen bu yemekte bile bulunacağından şüpheliyim... - Gerçekten mi? - Evet. Bilinen tek şey Kilise’ye, şehir topluluklarına ve devlete karşı cömert olduğudur. Merdivenin tepesine geldiklerinde soğuktan titreyerek şehrin mükemmel manzarasına açılan terastan geçtiler ve geniş davet salonuna girdiler. Soluk tonlarda fresklerle dekore edilmiş salonun küçük bir kısmını işgal eden yaklaşık on kişinin konuşma sesleri yükselmeye başlamıştı. Ellerindeki tepsilerde içecek ve yiyecek taşıyan hizmetliler ortalıkta dolaşıyordu. - Peki ya kadın?, diye sordu bu sırlar diyarına hayran kalan genç kadın. O da bahsedildiği kadar güzel ve gizemli mi? - Sokak çocuklarını tedavi ediyor. Ve gerçekten de çok güzel. - Çok mu güzel? diye sordu kadın hafif bir kızgınlıkla. Ne demek bu? Adam, Sevilla soylularının içeri girmek için daha şimdiden acele etmeye başladığı salona girmeden önce hafifçe gülümsedi. - Az sonra görür kendiniz karar verirsiniz. Benim için güzel... Eşinin şaşkın bakışlarını görünce bir an susup devam etti: - ... İtalyan bir ustanın tablosu kadar güzel. ‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡‡ 200 Yazarların notu Bu romanda adı geçen kişilerin büyük bir çoğunluğu gerçekten yaşamışlardır. Sadece bir kısmının romandaki rolleri entrika gereği değiştirilmiştir. Meselâ, dominikan rahibi Nicolaa Van Rosendal gerçekten de o dönemde Bois-le-Duc’te yaşamış ama böylesine tehlikeli bir soruşturmaya iştirak etmemiştir. Giorgione da gerçekten veba salgını sırasında Venedik’te ölmüş ama bu entrikaların içinde yer almamıştır. Aynı şekilde Sion piskoposu Matthieu Schiner de Papa II. Jules yakınlarında, Fransa kralı aleyhinde oldukça aktif roller üstlenmiş, ama bahsedildiği gibi olağanüstü bir komisyona başkanlık etmemiştir. Romanın baş kahramanları arasından sadece Gabriela Benci hayali bir karakterdir; ama anne ve babası, Luigi ve Ginevra Benci gerçekten yaşamış kişilerdir. Leonardo da Vinci tarafından yapılan, elleri eksik olan ve şu anda Washington Müzesinde sergilenen Ginevra tablosu da gerçektir. Kısacası, bazı roman kahramanlarında belirgin özellikler yarattık: tarihte altın harflerle adları geçen Bayard, hiçbir zaman Papalık soruşturmacısı olmamış Leonardo da Vinci ve XII. Louis’nin karakterlerini karalarken, Birinci Maksimilyen ve resimleri gibi bilinmez ve gizemli kalan Hieronymus Bosch’unkileri de hoş özelliklerle süsledik. Kronolojik tarih doğruluğu ile ilgili olarak itiraf etmemiz gereken tek şey 1506’da İspanya’da ölen ve Şarlken’in babası olan Güzel Philippe’in hayatını fazladan dört yıl uzatmış olduğumuzdur. Cinayetler, cinayetlerin altında yatan sebepler, suçlular, ressamlar kardeşliği tabii ki bizim hayal gücümüzün ürünleridir. Buna karşın, bu entrika etrafında dönen olaylar ve olayların geçtiği yerler tamamen gerçektir. İki konsey ve Latran’dakinin düzenlenmesi, Papa’yı saf dışı bırakmak için Fransa Kralı tarafından yürütülen entrikalar, büyük Avrupa devletlerinin aralarında dönen ittifak oyunları, Venedik’te yaşanan veba salgını, Fransa’ya yapılan İngiliz çıkarması, İmparator Maksimilyen’in, Bois-le-Duc’teki Sainte-Gertrude kilisesinde geçirdiği günler, Hieronymus Bosch’un ve Leonardo da Vinci’nin eserleri üzerine yapılan çağrışımlar, yine Leonardo da Vinci’nin yürüttüğü bilimsel çalışmalar ve saatin icadı, İmparator’un gayri meşru kızı Barbara Disquis’nin varlığı ya da Roma’daki Saint-Pierre Bazilikası’nın inşası gibi bir çok detay için yukarıda söylenen geçerlidir. 1 2