dünya ekonomisi ve türkiye
Transkript
dünya ekonomisi ve türkiye
DÜNYA EKONOMİSİ VE TÜRKİYE: NASIL BİR GELECEK? Konu: Dünya Ekonomisi ve Türkiye: Nasıl bir gelecek? Konuşmacılar: Prof. Dr. Sinan Sönmez Prof. Dr. Erinç Yeldan (Bilkent Üniversitesi) Doç. Dr. Ahmet Alpay Dikmen (Ankara Üniversitesi SBF) Dr. Galip Yalman (ODTÜ) Yer: Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Konferans Salonu Tarih: 29.04.2009 Sunucu: Değerli Başkanım, Değerli Akademisyenler, Çok Değerli Konuklarımız, Sevgili Öğrenciler; Atılım Üniversitesi İktisat Bölümü tarafından düzenlenen “Dünya Ekonomisi ve Türkiye: Nasıl Bir Gelecek?” konulu panele hoş geldiniz. İktisat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sayın Sinan Sönmez‟in oturum başkanlığını yapacakları panele Prof. Dr. Sayın Erinç Yeldan, Doç. Dr. Sayın Ahmet Alpay Dikmen ve Sayın Dr. Galip Yalman panelist olarak katılmaktadırlar. Kendilerini yerlerine davet ediyorum. Oturum Başkanı Prof. Dr. Sinan Sönmez: Değerli Meslektaşlarım, Sevgili Öğrenciler hoş geldiniz. Bugün konuşmacı olarak çoğunuzun tanıdığı üç akademisyeni, üç bilim insanını davet ettik, sağ olsunlar kabul ettiler geldiler Atılım Üniversitesine. Şöyle bir sıra izleyeceğiz. Öncelikle Prof. Yeldan, Bilkent Üniversitesi‟nden, kendisi Cumhuriyet Gazetesi‟nde de haftalık köşe yazılarını yazıyor ve bugünkü yazısını da getirdim, zaten ona da değineceğim kısaca. Konuşmacı değilim, sadece birkaç sözcük söyleyeceğim. Erinç Hoca ile başlayacağız, arkasından Galip Hoca ikinci konuşmacı olarak çıkacak. Galip Yalman Hocamız da ODTÜ Siyasi Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü‟nden ve aynı zamanda Türk Sosyal Bilimler Derneği‟nin Başkanlığını yapıyor. Sonuncu konuşmacımız ise Doç. Ahmet Alpay Dikmen, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden, onun da tabii heybesinde çok farklı özellikler var. Hem Sosyolog hem Siyaset Bilimci Dolayısıyla zannediyorum „Dünya Ekonomisi ve Türkiye nasıl bir gelecek?‟ başlığı altında iktisatçılar ve siyaset bilimciler bir arada bir çözümleme yapacaklar. Prof. Dr. Erinç Yeldan: Geçtiğimiz 1950‟li 60‟lı yıllar, sosyal refah devleti fordist üretim tarzı genişleyici para ve genişleyici maliye politikaları, istihdamı arttırıcı politikalar kapitalizmin altın çağı ve sosyal devlet besleyen politikalar 1970‟lere doğru artık tıkanma noktasına geliyor. Fordizmin biliyorsunuzdur, iki anahtar öğe üzerine kuruludur. Bir Henry Ford‟un 1920‟lerde kurduğu voltaj hattı, yani seri üretim, kitlesel tüketim için kitlesel üretim, standart mallar kitlesel olarak sürekli üretiliyor ucuz sürekli kitlesel tüketim için. Henry Ford‟un çok ünlü bir sözü vardır. “Benden istediğiniz renk ve model araba isteyebilirsiniz. Siyah bir T modeli olmak koşuluyla” der. Siyah bir T modeli sürekli üretiliyor. Bunun satılması lazım tüketici bulması lazım. 1 Kitlesel tüketimin ana koşulu da göreceli olarak yüksek alım gücü, yüksek ücretli bir orta sınıfın hazmedilebilir koşullarda biraz örgütlenmiş işçi sınıfının varlığı, o tip endüstriyel ilişkilerinin varlığı sendikalaşmış grevli toplu sözleşme hakkı elde etmiş güçlü bir işçi kitlesinin kitlesel tüketim sağlayabilmesi için kapitalizme sunulması gerekiyor. Ford‟un gene çok ünlü bir sözüdür, 1926‟da Ford Fabrikalarında ozamana değin adı sanı duyulmamış saat başı 5 dolarlık ücretler vermeye başlar Henry Ford ve bu çok yüksek ücretleri “benden iyi ücret alan işçi aynı zamanda iyi tüketici olacaktır” diye savunur. Şimdi bu sistem 1970‟lerde artık çökmüş. Fordizmin sonuna gelinmişti. Japonlar daha sonra Koreliler, şimdi Çinliler artık bu standart teknoloji malları taklit edebiliyorlardı sanayi de rekabet kızışmıştı vs. Artık dünyada sanayii kârları gerilemekteydi, mavi eğrinin hızla aşağıya doğru inmesi. Kapitalizmin kendini besleyebilmesi için yatırımlarla yeniden canlandırabilmesi için önemli dönüşümlere ihtiyaç vardı. 1973‟lerde finansal baskıya son finansal serbestlik, yaşasın kuralsızlaştırma deregülasyon, serbestleştirme, esnekleştirme politikaları bir yerde bu sanayi kârlarının düşmesine tepki olarak kapitalizmin önce metropollerinde daha sonra Turgut Özal‟la Türkiye‟de, Çin‟de Hindistan‟da yeni küreselleşme mantığıyla peş peşe sıralandı. Finansal kârlardaki yükseliş sanayi kârlardaki Fransa: Finansal ve Finans-Dışı Şirketler Kar Oranları %) daralmayı bir yerde telâfi etti. Bu resmin bir diğeri Fransa için de var, sadece Amerika‟ya özgü değil bu resimler. Fransa‟da hatta kırmızı eğriyle finansal kârların ekside olduğunu çok yoğun bir şekilde vurguladı. 1980‟den sonra Fransa‟da finans kesiminden elde edilen kârlar sanayi kesimindeki daralmayı azalmayı telâfi ediyor ve işte konuşmanın başında belirttiğim gibi artık sanayi sonrası toplum üst hizmet toplumu olduk imajını veya mitolojisini bir yerde meşru kılıyordu. ABD: Finansal ve Finans Dışı Şirketler Kar Oranları (%) 20 18 Finans Dışı Şirketler 16 Finansal Şirketler 14 12 10 8 6 4 2 0 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1995 25 Finans Dışı Şirketler 20 Finansal Şirketler 15 10 5 0 1970 1975 1980 1985 1990 1995 -5 -10 Bu Frankenstein resmi sadece sermayenin ömrünü uzatması sermayenin kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için sanayici veya sermayeder açısından gerekli bir olay olgu değildi. Bu Frankenstein de başta Amerika‟nın orta sınıfları olmak üzere bütün dünyanın işçisi emekçisi orta sınıfları da yararlandı. Frankenstein‟in bize öğrettiği olgulardan bir taneside şu: 2 Bu resim 1820‟den başlıyor günümüze kadar geliyor. Burada her bir kutucuk 10 yıllık ortalamaları veriyor. 10 yıllık ortalamalar halinde Amerikan ekonomisindeki reel ücretlerin artış hızını veriyor. 1820–1830 ortalaması yaklaşık %3,5 kapitalizmin krizi 1929 1930. Dikkat ederseniz meşhur depresyon döneminde bile 1920–30 aralığında bile Amerika‟da reel ücretler çok düşükte olsa hala pozitif yönünde artmasını sürdürmüş. Yaklaşık 150 senelik Amerikan işçi sınıfının tarihi var bu resimde. Ücretlerin düşmeye başladığı ilk dönem 1970–80 ve 1980–1990 aralığı bu da 1970‟lerin ikinci yarısından itibaren. İkinci yarıdan itibaren Amerika‟da Ronald Reagan ve Paul Walker ikilisi, İngiltere‟de meşhur Demir Lady, maden işçilerinin bastırılması dönemi, Türkiye‟de Turgut Özal 12 Eylül dönemi, Almanya‟da Coal dönemi, 1975 sonrası 1980 sonrası dünya bütün ülkelerde gerek metropolde gerek çevre ülkelerinde bu dönemleri yaşar. Gelişmiş veya gelişmekte olan bütün dünya ekonomilerinde işçi ücretlerinin gerilediği Türk İmalat Sanayiinde Üretkenlik ve Ücretler (1950 = 100) topyekün olarak sermaye kârlarının, finansal kârların da yükselirken bunun bedelini gerileyen ücretler olarak ödendiği bir dünya konjonktürüdür. Amerika açısından bu resim son derece çarpıcı; Amerikan kapitalizmi ilk defa reel ücretlerin orta sınıfın, “filmlerde gördüğünüz geniş aileler, havuzlu villalar büyük arabalar mutlu çocuklar bir adet köpek veya iki üç tane de kedi, sincap” o resmin artık çöktüğü dönem. Şimdi dolayısıyla bu finansallaşma süreci sadece sermayenin değil, aynı zamanda gelirleri azalan orta sınıfların ve işçilerin tüketim masasına tekrardan tüketici olarak sürdürülebilmesi için gerekli borçlanma olgusunu yaratıyor. Bütün dünyada orta sınıfların ve işçilerin gelirleri gerilerken, üretilmiş malların stoklarda kalmaması satılabilmesi için yeni finansal enstrümanlar, hane halkı borçlanması, kredi kartları, özel tüketici kredileri, konut kredileri, araba kredileri, dayanıklı tüketim kredileri, bugün al, üç ay sonra ödeme başla, bugün al altı ay sonra öde, 12 taksit 5 taksitte biz veriyoruz. Bugün satın al öde, istersen ödeme, yeter ki satın al borçlan. Ankara‟yı görüyorsunuz, Eskişehir Söğütözü yolu bir korku tüneline dönüştü. Bir tarafta Armada‟yla başlıyor, Cepa‟yla devam ediyor, yanında yeni binalar, otobanlarla birbirine bağlanan alış veriş merkezlerinden oluştu. Sadece Ankara değil, İstanbul‟da öyle. Tokyo‟da öyle, bütün metropol veya çevre ülkeleri, kentleri birer alım satım merkezleri haline dönüştürüldü. Nerede üretiliyor bu mallar? Çin‟de üretiliyor. Nerede tüketiliyor? Endüstri sonrası toplumlarda hayali kâğıtlar karşılığı tüketiliyor. Fakat o tüketimin yapılması lazım. O tüketim yapılamazsa yani Ayşe Teyze gidip şu Cepa‟da alış verişini yapmaz ise üretilen mallar stoklarda kalacak. Üretilen finansal kağıtların karşılığı olmayacak. Kapitalizm belki hem finansmanıyla hem sanayisiyle bir çökme içine girecek. 900 800 İşçi Üretkenliği 700 600 500 400 reel ücretler 300 200 100 0 1950 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1995 3 Şimdi bu resim artık sürdürülemez hale geldi. Finansal sistemlerde bir şişkinlik öyle bir noktaya geldi ki borçların birikmesi tekrardan servis edip dönüştürülmesi ve finansal sistemin sürekli yüksek kârlar sağlayan o şişkinliğini sürdürülebilmesi olanaksız duruma geldi. Riski dağıtıyoruz diyerekten yaratılan bu finansal mühendislik oyunları birden bire ortaya çıktı -ki meşhur çocuk öyküsü artık halk deyişi haline geldi iktisadi bir terimde oldu- „Kral çıplak‟. Kâğıdın değeri 100 dolar falan değil arkadaşlar, bu kağıt bir iki centlik üzerinde sadece bir imza olan bir iki de cici bici resim olan bir kağıttan ibaret, bunun karşılığında herhangi bir altın standardı herhangi bir şeyi yok içinde de bir yığın toksik materyal var, zehirli materyal var yani kanserojen bir kağıt bu. Dış Borç Stoku (Milyar Dolar) 2002.Ç4 2008.Ç3 2008Ç3 - 2002Ç4 Toplam Artış Toplam Dış Borç Stoku 129.5 289.3 159.8 Kamu Sektörü + TCMB 86.5 93.1 6.5 Özel Sektör: Finansal 10.3 70.0 59.7 Özel Sektör: Finans Dışı 32.7 126.2 93.5 Şimdi sözü Türkiye‟ye getirmeye çalışıyorum burada. Türkiye‟de bu oyundan nemalandı. Bu tabloda 2002‟nin sonunda, 2002 dördüncü çeyreğin sonunda, 2003‟ün başında, 2008‟in Eylül ayı itibariyle toplam dış borç stokumuzdaki değişmeler var ve bunları kimler yapmış onun altındaki göstergeler var. Kaynak: TCMB veri dağıtım sistemi, www.tcmb.gov.tr Türkiye‟nin 2002 sonunda dış borçları 129 milyar dolar. 2008‟in Eylül ayı itibariyle toplam dış borcumuz yaklaşık 290 milyar dolar. Arada yaklaşık 160 milyar dolar, yani 159.8 milyar dolar net gelir dış borçlanma gerçekleştirilmiş Türkiye‟de. Böyle bir dış borçlanma yani Cumhuriyet tarihi boyunca birikmiş olan borçlarımızı dolar bazında ikiye katlamıştır bu son 5,5 sene kabaca. Böyle bir finansman olayı olgusu ne petrol zengini Arap dünyasına meşhur petrol krizi niteliğinde, ne 1980‟deki IMF borç ertelemelerinde, ne de Cumhuriyet tarihinin herhangi döneminde veya herhangi bir ülkeye böyle bir şey nasip olmamıştır. 5 sene içinde dış borçlarınızı ikiye katlayacaksınız ne olarak? Türkiye‟nin milli geliri 2002‟de yaklaşık 140 milyar dolar, toplam milli geliriniz dolar cinsinden de yani milli geliriniz kadar bir büyüklüğü bu son 5 sene içinde borçlanmış durumdayız. Böyle bir olgunun yarattığı alım gücünün Cepa‟larda, Armada‟larda, Ankamall‟larda vs. görüyorsunuz hissediyorsunuz zaten. Şimdi bunu kim yaptı? Bunu gerçekleştiren olguya bakarsanız. Kamu sektörü, Merkez Bankası dahil bu 160 milyar liranın sadece 6.5 milyar dolarından söz ediyorum. Özel şirketler yaklaşık 93 milyar dolarını, yani üçte ikisinden sorumlu, yani reel sektör borçlanmış durumda finans sektöründen ziyade o yüzden 2001 krizinden farklı bir olguyla karşı karşıyayız. Türkiye‟nin 2000 sonrası dünyada bu finansallaşma oyununa 2000 sonrası 2002 sonrasında daha doğru ifadeyle eklemlenme biçimi bankacılık sektörü veya finansal sektörün üzerinden değil, doğrudan doğruya şirketler kesimi reel sektörün bizzat kendisinin borçlanması neticesinde olmuş. Peki, bu borçlanma yavaşlarsa ne olur? Bu resimde imalat sanayinde ithalat kutucuklar ve imalat sanayindeki üretim endeksi var mavi çizgili. Borçlanıyor, şirketler ithalat yapıyor. Ucuz ithalatla tornavida sanayileri deniyor. 4 Montaj hattında hafif ticari araçlar üretiliyor. Dayatım tüketim malları üretiliyor. Televizyonlar üretiliyor. Parçası Çin‟den, Malezya‟dan, Vietnam‟dan, Brezilya‟dan, Kore‟den, bir parça Almanya‟dan geliyor. Montaj hattında üretiliyor. Sanayi üretimi olarak Avrupa‟ya pazarlanıyor. Böyle de bir sanayi, ithalatın durması yani dış borçlanmanın durmasıyla beraber doğrudan doğruya krize sürüklenecektir ve Türkiye‟de yaşanan krizde geçmişi de bu oldu. Türkiye‟yi kriz, bir finans krizi olarak vurmuyor. Bankacılık kesiminin sağlıklı önemli reformları yapılmış olması ve iyi denetleniyor olması Türkiye‟nin bu krizden teğet geçeceği anlamına gelmiyor. Çünkü Türkiye 2002 sonrasında uluslararası iş bölümünde finans sektörü üzerinden değil, reel sektörlerin dış borçlanması üzerinde eklenmiş durumda. Bu dış borçlanma durduğu anda Türkiye‟de ilk etkilenecek olan olgu bankacılık veya finans sektörü değil. Bunu beklemiyoruz zaten. İlk etkilenecek olan olgu doğrudan sanayi kesimi. Bu bakımından çok ilginç başka bir tür krizle karşı karşıyayız. 2001‟de finans sektörü bankacılık kesimini vurdu, açık pozisyonları vardı risk almışlardı. Batan bankalar battı. Onlar biraz IMF parasıyla biraz hükümetin iç borçlanma sekteleriyle kurtarıldılar. İşte bir dövizde %100‟lük %150‟lik devalüasyon yaşandı iki ayda oldu bitti. Şimdi şirketler daralıyor. Yatırım paraları erteleniyor, istihdam yavaşlıyor, onların alım gücü düşüyor, uzun vadeye yayılmış bir durgunluk ve bir kriz ortamı standart politikalarla gittikçe yaygınlaşıyor. Sanayi üretim endeksi; burada diyagramları var. Bir başka olgusu bu reel krizin çok Cari İşlemler Açığı ve Toplam İşsizlik meşhur cari işlemler açığıyla işsizlik oranı arasındaydı. Buradaki resimde kutular milyar dolar olarak cari işlemler açığını gösteriyor. Türkiye‟de yaklaşık 50 milyar dolara kadar tırmanmış bir cari işlemler açığı var. Deniyordu ki cari işlemler açığı Türkiye‟de sıcak parayla değil soğuk parayla finansa ediliyor. Yurtdışından gelen sermaye girişleriyle finanse ediliyor kalıcı olarak finanse ediliyor. Artık yarına umutla bakıyoruz Türkiye‟nin böyle cari işlem açığı vermesi sorun değildir. Sorun şuradaydı cari işlem açığı ne demek siz üretmiyorsunuz dışarıdan borçlanma yoluyla başkasının üretimini tüketiyorsunuz. Cari işlem açığı yani kamuda dış ticaret açığı bu demek. Onların ürettiği malları tüketiyorsunuz ve o tüketimi yapmak için de bir yeni Türkiye kadar yeni dış borçlanmışız. Finanse ediş biçimi çok tehlikeli dış borçlanmaya dayalı, fakat tezahürü içeride üretim yapmadığınız için de içerde istihdamı daraltan işsizlik yaratan bir olguydu. Sayın Mehmet Şimşek bu yaz başında şöyle bir demeç verdi daha kriz başlamamışken; finansal çalkantılardan ibaret bu türbülans denen yere. Dedi ki; “Türkiye cari işlemler açığını bir iki üç sene daha sürdürebilse, finanse edebilse düzlüğe çıkacağız”. Hayır, bir düzlüğe falan çıkmayacağız. Eğer bu kriz olmasaydı şu cari işlemler açığı artmaya bu şekilde devam etseydi, bunun getirdiği dış borçlanma ve istihdam daralması muazzam bir sorun olacaktı. Şimdi artık cari işlem açığını finanse edemediğimiz için muazzam bir işsizlik baskısıyla karşı karşıyayız. Ben sonuç bölümünü bundan sonra sizlerden gelen soru cevap bölümüyle birleştirmeyi düşünüyorum. Sonuç olarak ne çıkartabiliriz, bu kriz bize ne öğretti biraz da sizden gelen katkılarla birlikte birleştireceğim. İlginiz ve dikkatiniz için çok teşekkür ediyorum. 40 17.0 Cari Açık (Milyar $) (Sol eksen) 35 16.0 Toplam işsizlik oranı (Sağ eksen) 25 15.0 20 14.0 15 10 13.0 Toplam İşsizlik Oranı (%) Cari Açık (Milyar $) 30 5 0 12.0 2002 2003 2004 2005 2006 2007 5 Prof. Dr. Sinan Sönmez: Erinç hocaya çok teşekkür ediyoruz bu ilginç ve öğretici açıklamaları için. Şimdi sözü Galip Yalman Hoca‟ya veriyoruz. Dr. Galip Yalman: Teşekkürler. Erinç Hoca genel bir çerçeve çizdi ve özellikle de içinde yaşadığımız sürecin arkasında yatan nedenleri dünya ekonomisindeki gelişmeleri ve buna bağlı olarak da Türkiye Ekonomisinin gelişmelerine ilişkin genel bir çerçeve çizdi. Şimdi ben ondan da yararlanarak birkaç hatırlatma yapmak istiyorum ve biraz kriz konusu üstünde, kriz kavramı, krizin nasıl tanımlandığı nasıl algılandığı, bunun zaman içinde nasıl değiştiği, ekonomik kriz, finansal kriz, siyasal kriz zaman zaman farklı bir şekillerde ayrıştırılan şeyler arasındaki ilişkiler üstüne bazı saptamalarla başlayacağım sonra sözü Türkiye‟ye getirmeye çalışacağım. Şimdi değişik perspektiflerden baktığınız zaman şunu da söyleyelim. Daha çok da dünya ekonomisindeki gelişmelerin Türkiye gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler üstündeki etkilerini inceleyen bir literatür ki, bu en azından 1930‟larda Türkiye bağlamında kadro hareketine kadar götürdü. 1950‟li yıllardan başlayarak Latin Amerika ülkelerinde ve diğer az gelişmiş ülkelerde gelişkin bir literatür var bağımlılık ekonomileri vs diye tartışılan. Bütün o tartışmalara baktığınız zaman iki tür şey var. 1krizin nereden kaynaklandığı, eğer sistemi bir krizse 1930‟lar krizinin bu son dönemde de onun için gönderme yapılıyor ve bugün son bir bir buçuk yıldır yaşanan krizinde böyle bir sistemik niteliği olduğu vurgulanıyor. O zaman bu tür krizlerin bizim gibi ülkeler arasındaki etkileri nedir? Bu önemli bir soru haline geliyor ve özellikle eski tartışmalarda 1930‟lara ilişkin tartışmalarda, Türkiye‟de de devletçilik diye tabir edilen döneme baktığınız zaman, sisteme bağımlı ya da dünya kapitalist sisteminin öngördüğü iş bölümü çerçevesinde o günkü koşullarda özellikle daha çok hammadde ya da tarım ürünleri ihracatına dayalı bir yapısı olan ülkelerin farklı bir takım gelişme dinamiklerine sahip olmasına olanaklı kılacak daha içe dönük diye ifade edilen daha sonraki betimlemesiyle sanayileşme politikalarıyla ifade edilen şeylere de kapı açan bir şey var 1930‟lara bakıldığı zaman. Dolayısıyla bu kimisine göre görece bağımsız sistemin o günkü koşullarda sistem çerçevesinde kriz öncesinde sahip olmadıkları bir takım şansları o ülkelere tanıdığı bir tartışmanın 1960-70‟li yıllara uzanan bir biçimde yapıldığını görüyorsunuz. Bu krizin bir anlamda sistemik bir krizin sisteme bağımlı konumda olan çevre yüklü konumdaki şeylere daha olumlu bir etkisi olabilecek. Dolaylı olarak da olsa yeni bir gelişme dinamiklerinin önünü açabileceği konusu tartışması 1930‟lardaki bu tartışmanın 1960-70‟li yıllarda bu sefer sistem krizde değilken ama sistemle olan ilişkileri bağlamında ödemeler dengesi sorunları diye ifade edilen çerçevede yine sistemle ilişkileri buysa ülke ekonomilerinin kendisinden kaynaklanan biçimde yaşadıkları sıkıntılar sonucunda yine benzer birçok durumda ithal ikameci diye ifade edilen politikalara başvurmakla birlikte bunda da yeni gelişme dinamiklerinin önünü de açmadı. Yani sistemle bağımlılık ilişkilerinin bir başka deyişle devam ettiği tartışması yapılageldi 1960-70‟li yıllar boyunca baktığınız zaman bu işin bir yanı. Dolayısıyla günümüzdeki krizin niteliklerine baktığınız zaman acaba neredeyiz, ne tür olanaklar açılımlar var ya da yok ülkelerin gelişme dinamikleri açısından. Ama 1980 sonrası dünya kapitalist sisteminin işleyişine ilişkin bir takım temel parametrelerin önemli biçimde değiştiği özellikle 1945–70 döneminin ve bazı sistemlerin önemli ölçüde dönüştürüldüğü bir dönem 1980 sonrası dönem. Ona bağlı olarak devletin bir kapitalist piyasa ekonomisi çerçevesindeki işlevlerinin yeniden tanımlandığı bir dönem finansal serbestleşme deregülasyon vs sözünü ettiği ne diyeyim bir takım yeni terimlerle ifade edilen bu dönüşüm sonucunda ilginç bir şey 6 oluyor. Bu ülkelerin o sisteme uyum çabaları çerçevesinde ortaya çıkan sorunları yeni biçimler alıyor. Örneğin 80‟lerde daha çok bir dış borç bunalımı biçiminde alınıyor. 90‟larda yeni isimler takılmaya başlanıyor. Çünkü 80‟lerin sonlarından itibaren sermaye akımı serbestleştirilmesi yeni bir evresi söz konusu finansal serbestleşme sürecinin. Türkiye‟de de 1989 da 32 sayılı kararla gündeme gelen yeni bir dönem başlıyor ve o çerçevede de yalnız bu tip ülkelerin ekonomilerinin kırılganlıkları artarak devam ediyor ve periyodik denebilecek bir şekilde yeniden bu ülkeler dış ödemeler dengesi krizlerini ama artan bir biçimde de kendi finansal sistemlerin krizleriyle yaşamaya başlıyorlar. Literatürde de bir isim veriliyor onlara ikiz krizler diye Türkiye‟deki 2001 krizi örneğinde olduğu gibi. Şimdi bu çerçevede bakıldığında da bu ülkelerin yalnız bu krizlerden etkileniş biçimi çerçevesinde yeni açılımlar sistemle ilişkileri yeniden tanımlama olanakları diye bir tartışmanın çok fazla da gündeme gelmediğini görüyoruz. En azından 2000‟li yılların başlarına kadar gelindiğinde tekrar o krizlere büyük ölçüde yol açmış olan kestirmeden neoliberal politika paketleri demetleri diye ifade edilen şeyin daha fazla giderek daha yapısal reformlar diye ifade edilen politikalarla sağlamlaştırılması, o toplumların ekonomilerin yapısını çok daha geri dönülmez bir biçimde adeta değiştirmesine yönelik olarak devam edilmesi diye ifade edilebilecek önermelerle ve politika stratejileriyle aşılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla kriz bu açıdan da sistemle olan ilişkilerden değil, o güne kadar sisteme yeterince uyum gösterememekten kaynaklanan bir biçimde sunuluyor. O anlamda da isterseniz akademik dünyada yine literatüre bakın, isterseniz bunun değişik ülkelerdeki yansımalarına politika üzerindeki uyarlamalarına bakın. Burada da çok geniş bir mutabakat var. Bu anlamda hem kuramsal düzeyde isterseniz hem de ekonomik ve sosyal politikalar düzeyinde de öyle ifade ediliyor. Bir neoliberal hegomenyadan söz ediliyor. Tartışılmaz doğrular tartışıldığı ölçüde de tartışanların ne diyeyim biraz geçmişte kaldığı toplumsal gerçeklikleri dünyanın geldiği yeni noktaları yakalamaktan kavramaktan aciz oldukları anlamda bunlar yaşandı son 20-30 yıllık süreçte ve dolayısıyla da ne lazım? Aslında bu toplumların ve bu ekonomilerin yeni döneme ayak uydurabilmeleri için belli yapısal reformlar ya da piyasa reformları diye ifade edilen dönüşümleri gerçekleştirmesi lazım. Ama nasıl olacak? Büyük ölçüde de bunu uygulayacak unsur ya da aktör esasında o güne kadar ki o ekonomilerin yaşadığı sıkıntıların, istikrarsızlıkların vs sorumlusu olarak da ifade edilen o ülkelerdeki devletler. Dolayısıyla en başta da reforma tâbi olması gereken şey devlet, devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Yani devletin yeniden yapılandırılması sadece kendi başına bir amaç değil, aynı zamanda da o ekonomilerin o neoliberal finansal serbestleşme sürecine daha iyi ayak uydurmaları 90‟lardaki ifadesiyle küresel dünyanın daha aktif ve ondan da üstelik pozitif olarak yararlanacak unsurları olarak tarafları olarak faaliyet gösterebilmeleri için de gerekli görülüyor. Çok ciddi bir literatür doğuyor, Dünya Bankası OECD Liberal Avrupa Birliği‟nin genişleme süreci içinde iktisadi kriterlerine de yansıyor. Kopenhang iktisadi kriterleri diye baktığınız şeyler üç aşağı beş yukarı bir durumunda yahutta kendisinin Mastrit kriterleri diye baktığımız şeyin de genel olarak bu parametrelere çok uygun bir takım düzenlemeler ya da kısıtlamalar getirdiğini görüyoruz.. Sonuçta öyle bir noktaya geliniyor ki Türkiye gibi ülkelerde iktisadi ve finansal nitelik kazanan krizlerin aşılması için de aynı politika paketinin daha katı bir biçimde daha güçlü bir biçimde uygulanması zorunluluğu var. Böyle bakıldığında ilginç bir biçimde şunu da görüyoruz: Sadece bizde değil dünyanın benzer uygulamalarına sahne olan 7 başka ülkelerin de üç aşağı beş yukarı bu politikaları uygulayan iktidarlar eğer seçim yoluyla iktidara gelmişlerse bir süre sonra o politikaların bedelini ödüyorlar. Seçim sandıklarında büyük ölçüde de bir sonraki seçimde değilse bile, sonraki seçimde iktidardan uzaklaştıklarını görüyoruz. Bu 1990‟lar boyunca Türkiye‟de olduğu gibi 2002 seçimlerine kadar olan süreçte başka ülkelerde örnekleri de var. Şu da bir gerçek bu politikların iktidar değişikliklerine rağmen devam ettiğini de görüyoruz. Bunu sanırım şu masada oturan herkesin belli bir biçimde bir asgari müştereklerini oluşturan bağımsız sosyal bilimcilerin iki yıl önceki kitabının başlığına da yansıyan bir biçimiyle farklı iktidarlar aynı siyaset diye ifade etmiştik. Bu dolayısıyla üstünde durulması gereken ve tartışılması gereken bir boyutu oluşturuyor. Nasıl oluyor da farklı iktidarlar siyasi şeyleri kâğıt üstünde en azından ya da programları itibariyle baktığınız zaman birbirinden çok farklı gözüken iktidarlar aynı şeyleri uygulamak zorunluluğunda karşı karşıya geliyorlar, bu çok önemli bir şey. Dolayısıyla iktisat politikalarının bu anlamda neoliberal hegemonyanın kendini sürdürülebilirliğinin nedenleri üstünde de durmamız gerekiyor ve günümüzdeki krize gelindiği zaman da özellikle Amerika ve İngiltere gibi bu anlayışın dünyadaki şampiyonluğunu yapan ülkelerin devletlerinin karşı karşıya geldiği konum onların bir sürü finans kuruluşundan günümüze General Motors gibi dünya sanayinin devlerinin kamulaştırılması aksi takdirde iflasa gidebileceği tartışmalarının yapıldığı günümüzde farklı bir anlayışı getireceğine neoliberal hegemonyanın kurulmasına yol açabileceği tartışılır. Bence henüz çok kesin bir hüküm vermek için erken ama Türkiye‟ye geldiğimizde çok ilginç bir şey var. Bütün bu krizleri en yoğun yaşayan ülkelerden birisi olmasına rağmen Türkiye‟nin, 2001 krizi sonrasında da Kemal Derviş‟le özleştirilen güçlü ekonomiye geçiş programına başlayan ve AKP iktidarı boyunca da çok yakın zamana kadar büyük bir sadakatla sürdürülen programında gösterdiği gibi bunun Türkiye gibi ülkelerin yaşadığı ekonomik ve toplumsal sıkıntıların, giderek bozulan gelir dağılımının, artan yoksulluğun ve dünyadaki benzer ülkelere kıyasla baktığınız zaman artan cari işlemler açığının nedeni olarak bu politikaların gösterilmemesiydi. Aynı yola devam ettiğimiz ölçüde de Türkiye‟nin esenliğinin geleceğinin daha aydınlık olacağı üstüne de sürekli bir söylemin tekrarlandığıydı. Dolayısıyla şöyle bir soru gündeme geliyor: Peki, böyle bir şey bugüne kadar nasıl varlığını sürdürebildi ve özellikle de son altı yedi yıllık dönemde AKP iktidarı döneminde de bunun aynı zamanda da önceki dönemlerden farklı olarak, 2007 itibariyle bakarsanız, o politikaları uygulayan iktidarın zayıflamasına değil de en azından, seçim sonuçları bir veri ise farklı nedenleri de olsa bile daha güçlenerek çıkmasına ve aynı politikaları da devam etmektende geri kalmadığını en azından söylemesine, daha fazla özelleştirme yapılacağı, bugüne kadar uygulanan politikalara devam edileceği ve bunun bir toplumsal destek aldığını da gözlemek durumundayız. Son belediye seçimleri tartışması bunun ne kadar kırıldığının ifadesi değildir, onu tartışabiliriz ama vurgulamak istediğim nokta şu, yaşanan ekonomik krizlerin yol açtığı dönüşümlerin siyasi alandaki yansımalarında çok fazla da tek boyutlu olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla her ekonomik krizin ve son yirmi yıldaki biçimiyle finansal krizlerin, ne tür toplumsal dönüşümlere ona bağlı olarak dediğim gibi eşitsizliklere toplumsal hatta bütünlüğün o güne kadar yaşandığı biçimiyle temelini ya da kimisinin deyimiyle çimentosunu oluşturan unsurların giderek çatlamasına sarsılmasına neden olan sonuçlarına rağmen bu politikalar nasıl devam edip geldi. Türkiye gibi bir ülkede bence fazla üzerinde durulmaı gereken yanlardan bir tanesi bu. 8 Şimdi böyle bakıldığı zaman şöyle bir şey çıkıyor. Türkiye‟de AKP iktidarında daha doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin kendi geçmişi, kökenleri, yönetici kadrolarının kimlikleri üstünden de bildiğiniz gibi giden bir tartışma var. Ama aynı zamanda da bu partinin kendi geçmişiyle ilişkilerini büyük ölçüde gömlek değiştirme diye ifade ettikleri, kendilerini bir ayrıştırma çabası da söz konusuydu. Bu ayrıştırma çabası ne kadar inandırıcıdır değildir onlara girmeyeceğim o konuların uzmanı olduğumu hiçbir zaman düşünmüyorum. Ama gelinilen noktada şu bir gerçek başka örnekleri de var bizdeki kadar net belirgin olmasa bile, çünkü bizdeki kadar güçlü bir iktidar konumunda bir benzer partiler Endonezya‟da Kuzey Afrika‟nın bazı ülkelerinde vs. ama şöyle bir şey çıkıyor ortaya dünyadaki neoliberal küreselleşmeye, finansal serbestleşmeye vs. ayak uydurabildikleri ölçüde de toplumsal destek bulabildiklerini görüyoruz. Türkiye o anlamda ilginç bir örnek, tabii Türkiye‟yi bir bakıma farklılaştıran başka da bir şey var: Türkiye‟nin son on yılının yaşadığımız bir başka şeyi de Türkiye‟nin Türkiye Avrupa Birliği‟yle olan ilişkilerinde ucu açık bir biçimde de olsa tam üyelik garantisi olmasa da bir aday üyelik sürecine girmesi katılım anlaşmaları çerçevesinde, bir takım yasal düzenlemelerin yapılması vs döneminin de içinde bulunduğumuz ve hala sürmekte olan en azından formel olarak resmen sürmekte olan bir süreçte acaba Türkiye‟deki bu dönüşüm kendine özgü bir takım nitelikleriyle beraber dışarıdan bakıldığında ve oldukça da yüzeysel analizler çerçevesinde sanki olmazmış, bağdaşmazmış gibi gözüküyor. Bir İslam topluluğuyla bir demokratik rejimin bir aradalığının adeta özgün bir örneğini oluşturuyor ve bu demin başta koyduğumuz çerçeve içinde de yani neoliberal bir dönüşüm projesi çerçevesinde de ne anlama geliyor? Zaten 1990‟lı yıllardan beri devam eden Türkiye‟deki devleti de o anlamda dönüştürme projesi diye ifade edilen Kemal Derviş‟in “on beş günde on beş reform” diye ifade ettiği bir takım zorlamalarla gündeme getirilen bir süreci, AKP‟nin iktidar çerçevesinde alabileceği nitelikler neler; bu anlamda, AKP‟nin devleti dönüştürme projesi ki işte onun bir sürü şeyi çıktı iktidar döneminde yaşandı. Kamu yönetiminin yeniden yapılanması, yerel yönetimler reformları vs ne ifade ediyor? Şimdi bu üstünde durulması gereken ve dediğim gibi acaba Türkiye‟de neoliberalizmi güçlendiren mi, yoksa ona farklı biçim veren hatta kimisine göre sakatlayan dış dünyayla batı dünyasıyla olan ilişkilerini zayıflatan bir nitelik mi kazanıyor. Bu bildiğiniz gibi değişik biçimlerde son yıllarda giderek artan bir biçimde tartışılan da bir başka konu ve bundan sonrasını anlamamız açısından da bence önemli ama bunun bir de öteki yüzü var. O da deminde söz ettik Türkiye‟deki gelir dağılımı bozukluklarına bağlı olarak toplumsal uçurumların giderek keskinleşmesine bağlı olarak siyasi iktidarın ve siyasi iktidar olmaktan kaynaklanan elindeki imkânları kullanarak sadece seçim hesabı olarak değil, yani işte oy aldığı, buzdolabı verdiği fırın dağıttı meselesi değil, Türkiye‟deki bu toplumsal farklılaşma sadece ekonomik açısından değil, yine benim çok sevmediğim bir dille farklı yaşam tarzlarının yaşanmaya başlandığı, hatta savunulan farklı yaşam tarzlarının birlikteliğinin demokratik bir yapının olmazsa olmazı olarak sunulmaya başlandığı bir süreçte ne anlama geldiğidir. Çünkü öyle baktığınız zaman demokratik bir yapının son yirmi yıllık süreçte giderek artan bir biçimde liberal düşüncenin de kendine göre farklı biçimler alması, yeni iç tartışmalarını beraberinde getirmesi sonucunda sadece bireysel hak ve özgürlükler temelinde değil, kolektif hak ve özgürlükler ama emek, sermaye farklılaşması ya da çelişkisi üstünden kolektif hak ve özgürlüklerin savunulması da değil. Onların büyük ölçüde zaten neoliberal dönemde devredışı bırakılması, bir başka deyişle sınıf temelli siyasetin artık tamamen gündemden düştüğü bir ortamda kimlik kanallı siyaset üstünden bir demokratikleşme projelerinin gündeme taşınması 9 da ona bağlı olarak da devletin dönüştürülmesinin, bunla birlikte düşünüldüğünde ne anlama geldiği. Şimdi Türkiye‟nin gündemindeki bu yaşadığımız dünya kriziyle birlikte bir miktar arka planda kalmakla birlikte, önümüzdeki dönemi belirleyecek önemli tartışma noktalarından bir tanesi de bu. Dolayısıyla tekrar demokrasi nedir, demokratik haklar ve özgürlükler nasıl, hangi temellerde tartışılmakta bunu tanımlanmak durumundayız. Bunları da yeni baştan düşünmek ve son dönemin, son dönem derken de sadece AKP dönemi değil de 1990‟lardan gelerek devam eden bir biçimde ve Türkiye‟nin çok temel çok acılı çok fazla sayı da insanın yaşamına da mâni olan bir takım çelişkilerin çatışma ortamlarınında aşılması için neler yapmamız gerekiyor. Bunları düşünmek ve tartışmayı daha açık yüreklilikle yaparak ama esas itibariyle de bir kapitalist toplumda yaşadığımıza göre dünya kapitalist sistemine eklemlenmiş ve büyük ölçüde ona sadık neoliberal anlayışa uygun politikaları sonuna kadar sürdüren örneğin 2000‟li yıllarda Latin Amerika‟nın bazı ülkelerinde olduğu gibi farklı arayışlara girmeyen bir ülke olmak gibi bir özelliğimiz de var son dönemde. Bundan sonrasını ne yapabiliriz diye düşündüğümüz zaman tekrardan 1961 Anayasasının en azından çerçevesinde sağlanan hakların demokratik hak ve özgürlüklerin yeniden tartışma gündemine getirilmesinin önemli olduğunu da düşünüyorum. Prof. Dr. Sinan Sönmez: Teşekkür ediyoruz. Galip Yalman Hoca gerçekten çok önemli bir boyut getirdi tartışmamıza. Sağ olsun hem kurumsal olarak hem de dünya pratiğinde Türkiye bağlamında çok önemli noktaları gözönüne serdi. Tekrar sorularla geri geleceğiz. Evet, son olarak da değerli arkadaşımız Ahmet Alpay Dikmen konuşacak. Doç. Dr. Ahmet Alpay Dikmen: Şimdi ben öncelikle en son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Sonra tekrar buna döneceğim. Bu krize bana göre Türkiye‟nin ekonomik bir çözümü yoktur. Türkiye‟nin ekonomik krizi siyasidir, hazırlanmakta olan çözümdür. Konuşmamın bundan sonraki bölümünde üç tane hipotez ileri süreceğim ve bunların altını doldurmaya çalışacağım. Birinci hipotezim şöyle şekillenebilir; kapitalizm uzun zamandan beri ironik bir söylem tutturmuştur. Yani mevcut bir şeyin tam tersini söyleyerek dalga geçer. Verimlilikten bahsediyorsa sistem verimsizdir. Rasyoneliteden bahsediyorsa irrasyoneldir, demokrasiden bahsediyorsa demokrasi biteli çok olmuştur. Bu söylemin tutturulmasında 1945 sonrası ABD‟nin önemli bir başarısının payı büyüktür diye düşünüyorum. 1945 sonrası Amerika Birleşik Devletleri aslında demokrasi ve özgürlüklerle hiç alakası olmayan bir modeli dünyaya demokrasi ve özgürlükler modeli olarak lanse etmiştir. Kapitalist sistem demokrasi ve özgürlükler modelidir diye lanse etmiştir ve bunda başarılı olmuştur. Dünyadaki ironik söylemin yani bir şeyin tersini gösterip dalga geçme halinin hız kazandığı ve bugünlere kadar hızlanarak geldiği şey budur. Kriz teğet geçmiştir vs. lafların altında ironiği görmek mümkündür diye düşünüyorum bir şeyin tersini söyleyerek dalga geçme hali. Bu süreci 1945 sonrası Amerika Birleşik Devletleri‟nin kapitalizmi demokrasi ve özgürlüklerin merkezine oturttuğu söylemin nesnel koşulları da 1945 sonrası hepinizin bildiği gibi ortaya çıktı refah devletleri olarak. Dolayısıyla daha özgürlükçü insana daha çok değer veren, toplumsal örgütlenmelerin çok yükseldiği, demokrasinin iyi örneklerinin yaşandığı işsizliğin büyük oranda ortadan kaldırıldığı vs. dönem bu 1945 sonrası Amerika Birleşik Devletleri‟nin kapitalizmi özellikle de sosyalist sisteme karşı 10 özgürlüklerin ve demokrasinin merkezi söylemi olarak sunmasının nesnel temellerini de hazırladı, birinci hipotezim bu. Sistem ironik bir söylem üzerine oturur dalga geçer. İkincisi özellikle refah devletleri ve daha sonradan da bu sistemin yani refah devletlerin altını dolduran örgütlenme devlet örgütlenmesinin temelinde bürokrasi yatar. Yeni bir bürokratik örgütlenme de bir bürokratik örgütlenme refah devleti anlayışı uygun bir devlet örgütlenmesi yatar. O dönemde emek ve sermaye arasında bir uzlaşma dönemi yaratılmıştır. Erinç Hoca onu çok güzel anlattı. Krizleri aşmak için özellikle 1929 krizi bir talep krizidir. Fordist üretim tarzı aşırı artar. Bunlar vurguna uygun talep yaratmanın yolu da refah devletleridir. Keynes‟in söylediği budur zaten. Aslında çukur açtırın çukur kapatın, insanlara para verin tüketimi kışkırttın. Dolayısıyla refah devletlerin döneminde bu işi üstlenen yapılanma devlet örgütlenmesinin kendisidir ve büyüyen güçlenen kaynaklarıyla istihdam olanaklarıyla önemli bir boyuta ulaşan bir örgütlenmeden bahsetmeye başlarız. Sadece bu değil bir bürokratik elit ortaya çıkar. Bu bürokratik elit, eski bürokrat tiplerini falan düşünün, ketum yasalara, yönetmeliklere göre hareket eden vs bir adam tipidir. Bunu daha sonra açmaya çalışacağım. Bunun yerine ne getirildi? Şimdi buraya gelmişken biraz teoriden bahsetmekte fayda var. Teoride bürokrasi tartışmaları iki boyut üzerinden gider, birisi Weber‟in bürokrasi yaklaşımıdır ya da bürokrasiye böyle bir otoritenin parçalanması hiyerarşik bir düzen içerisinde anonimleşmesi görünmez hale gelmesi, dolayısıyla iki kişinin veya bir kişinin dudağının arasında bir iktidar değil, uzmanlaşmaya hiyerarşik iş bölümüne dayalı bir iktidarın ortaya çıkmasını görür ve onu kutsar, tabii ki bunu çok olumlu bir şey olarak sunar bizlere. Der ki bu sistem, bir kişinin veya bir grubun bir zümrenin çıkarına hizmet etmemektedir, genel çıkara hizmet etmektedir. Çünkü toplumdaki herkes bürokratların kendileri de dahil bu yapıya aynı uzaklıktadır. Yasal yönetsel çerçeve herkesi bağlar. Dolayısıyla genel çıkara hizmet eder. Bunun tersinde duran kişi tabii ki Marx oluyor. O şunu söyler, sistem gizlenerek açan bir sistemdir. Bürokrasinin hiyerarşik yapılanması sanki genel çıkara hizmet ediyormuş gibi gösterir, ama özel çıkara hizmet eder. Bunu da siyonistlere benzetir. İsa‟nın kadavrasını üstüne öyle bir sistem kurulur ki, bütün Hıristiyanlık sistemini düşünün İsa‟nın kadavrasını da bayrak eder, İsa‟nın ölüsünü de bayrak eder. Ama o sistem bütün feodal yapı dönemi boyunca hatta günümüzde de inanılmaz bir çıkar üretir kendi yandaşlarına kendi içerisinde bulunan sistemi siyonistlere. Şimdi baştan söylemeyi belki unuttum. Ben bu sunumuma en başta devlet örgütlenmesi üzerinden gideceğim ve devlet örgütlenmesi üzerinden giderken nasıl bir siyasi çözüm üretildiğini deşifre etmeye çalışacağım. O yüzden bürokrasinin ne olduğunu bir parça tartışmamız gerekiyor. Çünkü AKP veya bugünkü örgütlenmenin temelinde bürokratik örgütlenme vardır. Bunu da bir saptayalım, buraya daha geleceğiz. Marx iki üç sayfalık bir çalışmasında bunu söyler, bürokrasi makalesinde. Bürokrasinin ilkel biçimi Napolyon Bonapart iktidarında hırsızlar, katiller üçkağıtçılardan oluşur, iktidarı alır, Napolyon Bonapart‟a verir, Napolyon Bonapart‟a da verdikten sonra da bir saygınlık arayışı içine girer. Benzer bir şey Roma tarihinden beridir kollezyum denilen şey böyle bir örgütlenmedir. Marc Antonius, Oktavyus, Sezar arasındaki çelişki de kavga da yine hırsızlar katiller üçkâğıtçılar grubu Roma‟nın ve bu iki grubun taşeronluğunu yapmışlardır. Bunların güçlenmesine imkan sağlamışlardır. Gelen gemilerin mallarına el koymuşlardır. Hatta önemli aileleri öldürüp Marc Antonius ve Oktavyus, Sezar arasında bunların mallarının pay 11 edilmesinde hizmet etmişlerdir. Daha sonradan da bu ilkel örgütlenme kollezyum diye bilinen örgütlenme Roma‟daki önemli kıtlık döneminde bir saygınlık arayışı içerisinde gitmiştir. İkinci saptanması gereken şey bürokrasinin ilkel tarzının ya da ilkel ruhunun kendi içerisinde gizli olduğu ve her zaman bunu çağırabileceği olasılığıdır. 1930‟lu ve 40‟lı yıllarda Alman Faşizminde, İtalyan Faşizminde vs bu ilkel ruhun çağırıldığına bizzat dünya şahit olmuş durumda. Dolayısıyla tekrar refah devletlerine geri dönecek olursak refah devletleri dönemi yine Engels‟in “Ailenin özel mülkiyetiyle devletin kökeni” kitabında bahsettiği gibi sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğu dönemde uzlaşır kılan bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor, diye analiz edebiliriz. Sistemin ortasına yerleşmiş ve sistemi işler kılmıştır. 1929 krizinden sonra olarak sistemin kırılmasını komünist bir bloka kaymasını, -bütün Avrupa kominizme bir sisteme doğru kaymaktadır zaten- engellemek için sınıf çelişkilerini uzlaşır hale getiren bir yapılanma olarak 1945-75 döneminde karşımıza çıkmıştır diyebiliriz. Şimdi demek ki bürokratik bürokrasi ve devlet örgütlenmesi çok saygın ve sistemin motoru olan bir yapıdan hırsızlar, katiller üçkâğıtçılar ifadesine kadar giden bir yelpazede hareket edebilir diyebiliriz. Üçüncü hipotezim her iyimserlik içerisinde gizlilik karamsarlık barındırır hipotezidir. 1980‟lerin neoliberal dünyası, 1970‟lerin kârlılık ve verimlilik krizinin devamıdır. Hatta 1929 krizinin o tahrip edici ruhunu da kendi içerisinde barındırır. Dolayısıyla 1980 sonrası ortaya çıkan kapitalist sınıf saldırgan açgözlü bir an önce birikim sağlamaya niyetlenmiş nerede ne görürse ele geçirmek isteyen bir sınıf olarak karşımıza çıkar. İlk talan ettiği 1945-75 döneminde palazlanmış olan devlet örgütlenmesidir. Özelleştirmelerle başka şeylerle ilkel birikim tarzında bir birikim modeline doğru gitmiş ve devlet örgütlenmesini parçalayarak kendisine bir birikim sağlamaya çalışmıştır. Şimdi 1980 sonrası,1945-70 hatta 1920‟lerden başlatmak lazım. Yani Cumhuriyet dönemi 70‟lere kadar bürokrat elitle 1980 dönemini yürütmek mümkün değildi. 1983‟ten itibaren Özal Hükümetinden sonra bürokrasi bilinçli olarak yeniden yapılandırılmıştır. İlk örnekleri Özal‟ın prensleri diye bilinen kişilerdir. DPT‟nin üç tane kurulu eliyle Türkiye Ekonomisi yönetilmeye başlanmıştır. Bu kurulların başında da yurtdışında eğitim görmüş Özal Prensleri getirilmiştir. Daha sonraki aşama hazinenin Maliye Bakanlığından kopartılması ve bir baraka örgütlenme gibi devletin hemen hemen her önemli işinin hazine üzerinden yürütülmesidir. Sigortacılık Genel Müdürünün hazineyle ne işi vardır? Hazine devletin paraya ihtiyaç duyduğunda para sağlamakla yükümlü bir kurumudur. Sigortacının ne işi vardır? Bir, hazine 1980‟den 2000‟e kadar bu devletin yeniden yapılandırılması sürecinin motoru olmuştur. Washington Consensus diye bilinen bu üç tane aracı vardır; liberalization, privatization, the deregulation. Yani özelleştirme, liberalleştirme, kuralsızlaştırma. Devletin her taraftan elini eteğini çekmesinin istendiği dönem. bu dönemde temel tesisi şudur biliyorsunuz: Devlet nereye dokunursa orada bir başarısızlık yaratır, devlet başarısızlığı fikri. Dolayısıyla önce kurullarla başlayan sonra hazineyle devam eden bir süreç devletin küçültülmesi süreci olarak karşımıza çıkmıştır. Bu dönemdeki bürokrat tipi genellikle yurtdışında eğitim gören mastır veya doktorasını yurtdışında yapan iyi ingilizce bilen, suşi yiyen, -hatta bir örnek vereyim; hazinede departmanlar arasındaki iletişimi güçlendirmek için ne faaliyet yapıyorlar diye sorsam size. Ne dersiniz? Fenerbahçe Galatasaray arasında futbol oynanır. Departmanlar arasındaki iletişimi güçlendirmek için bir bowling oynuyorlar. %50‟nin üzerindedir hazineden DPT‟den Merkez Bankası‟ndan yurtdışına gönderilip mastır yaptırılanlar, aylık 2500 dolarla gönderilirler. Sorun gönderilip gönderilmemesi değildir. Sorun şudur; 12 1970‟lere kadar mevcut bürokrasi şununla uğraşır. Sistemin temelinde yasalar yönetmelikler vardır. Bürokrat, yasalar yönetmelikleri iyi bilen adamdır ve yasalar yönetmelikler çerçevesinde siyasiler hükümete icraa heyetine der ki başka şeylere müsteşarlara şunlara bunlara der ki; “sen bunları yaparsın yapamazsın”. Dolayısıyla tutucudur ketumdur üstadlık ilişkileri vardır. Kendi içinde bir yapılanması vardır. Tutucu olması da normaldir. Tutucu olması da sistemin gereği mutlaka elzem bir şeydir, olması gereken bir şeydir. Weber‟de böyle ister. Ama 80 sonrası bürokratik elit, yasalardan nefret eder yönetmeliklerden nefret eder. Ayak bağı olarak görür. Uluslararası normları sever. Onları Türkiye‟ye getirmek ister. Evet, öyle yeni bir bürokratik elit tipi ortaya çıktı 1980 sonrasında. Hazine Merkez Bankası vs bunun başını çekiyor bürokratik elitin başını çekiyor. Daha sonra 1997 ve 98 yıllarında ve 1993-94 hatta 90‟ların başında başlatılan bir süreç, başka bir trend gelişti 1997-98 Asya ve Rusya krizinde bunu ateşleyen şeyler oldu. Post Washington Consensus diye bilinen şey. Post Washington Consensus‟un da yine üç ayağı vardır. Bir tanesi üst kurullar, yani klasik bakanlık örgütlenmesi üzerine dayalı devlet örgütlenmesi, nedir bu? Bir hükümet oy alır, bakanlık bakanını atar. Bakanlık teşkilatı -siyasi sorumluluk da vardır- hükümetin programını teşkilatla beraber uygular. Dolayısıyla hükümet siyasi bir projeyle (ekonomik projede zaten bir siyasi projedir bunu atlamamak lazım) ekonomik projeyle gelir ve bunu klasik bürokrasi eliyle yürütür. Üst kurullaşma süreci siyasilerden ve klasik bürokrasiden bürokratik yapılanmayı kopartıp uluslararası kuruluşlara uluslararası yapılanmaya, uluslararası normlara, uluslararası piyasalara eklemlenmiştir. İlk önce dikkat ederseniz özellikle özelleştirilen alanlarda kurulur Türkiyede. Dünyanın her tarafında da aynı süreç söz konusu olmuştur. Üst kurullaşma süreci birinci aşaması, daha doğrusu hepsi birlikte devreye giriyor. İkinci boyutu yönetişim, ironiktir terimiyle sivil toplum vs tartışmaları üzerinden işlem görür. Daha toplumsal hegonomik bir blok üretilir. Onu sivil toplum örgütlenmesi hegonomik bir blok örgütlenmesi için devlet bazında açığa çıkmış bir yapılanmadır. Bu tabii daha böyle hegonomik bürokrasidir. Üçüncü ayağı ise dünyanın her tarafında ortaya çıkan kamu reformları sürecidir. Devletin yeniden yapılandırılmasına gelindi. Aynı zamanda da bir yandan memur sayısının azaltılmasına hizmet ederken, öbür taraftan da özellikle AKP‟yle de yürütülen bu süreç şimdi bir kadrolaşma sürecidir. Performans yönetmeliği gerektirmesi vs üzerine oturtulmaya çalışılan önce AKP‟le belediyelerde başladı. Daha sonra hemen hemen bütün bakanlık teşkilatlarını ele geçirdi. Biraz Dışişleri Bakanlığı‟nda zayıf kaldığı için Sayın Erdoğan‟ın monşerler diye sinirlendiği bir yapılanmaya doğru götürür sistemi. Şimdi bu üçayak üzerinden geldiğiniz yapının bir uluslararası boyutu var. Yani uluslararası bir sistemin uzantılarının burada yerleştirilmesi mesela Türkiye üç yıllık bütçe sistemine geçiyor. Ne demektir bu? Çok basit, bir sonraki hükümetin bir önceki bütçenin bağlanması demektir. Bütçesi olmayan bir hükümet hiçbir şey yapamaz. Elinde parası bütçesi kendi belirlediği bir bütçe olmayan hükümet hiçbir şey yapamaz. Yani siyasilerden, klasik bakanlık teşkilatından uzaklaştırılmaya çalışılan bir devlet örgütlenmesiyle karşı karşıyayız. Bunun işleyiş tarzı karar alma mekanizması yönetişim olmaktadır. Kamu reformları süreciyle de bu sistem performans denetlemesine yani kamusal hizmet süreçlerinden kopartılmaktadır. Bizdeki memuriyet siyasi bir sorumluluktur siyasi bir görevdir, Anayasada, siyasi haklar arasında düzenlenmiştir. Dolayısıyla da vatandaşlık hakkıdır devlet memuru olmak, oysa ekonomik bir hakka doğru itilmeye çalışılmaktadır. Bu süreç bunu yaparken de performans denetlemesi vs üzerinden de örgütlenilmekte bir iktidarın temel taşları örgütlenmektedir. 13 Şimdi başta söylediğim hipotezlere dönecek olursak hemen iki tane şey söyleyeceğim ve bitireceğim. 1-AKP bürokrasiyi ele geçirdi dedik. 2-Yeni bir şeye dikkat etmenizi isterim. Samanyolu TV‟ye bir bakın, ATV‟ye bir bakın. Samanyolu TV eskiden daha böyle ölünce öbür dünyada karşınıza neler çıkacağını üzerinde programlar yaparken şimdi Tek Türkiye, Ölümsüz Kahramanlar gibi programlar yapıyor,, çok ilginç bu. Son olarak da son bir hipotez ileri sürerek bitireyim hocam. Türkiye‟de ekonomik kriz derinleştikçe bürokrasi ve devlet örgütlenmesi içerisinde kendini bulan bazı çevreler o tartıştığım kolezyum da Napolyon Bonapart‟tın 18 Brumaire‟ini tartıştık. Bürokrasinin ilkel ruhunu geri çağırabilir ve bu krize çözüm öyle siyasi biR çözüm olabilir. O yüzden ne diyelim? Dikkatli mi olun. Teşekkürler Öğretim Görevlisi Özgür Bor: Ek olarak ben Erinç Hoca‟ya bir soru soracağım. İmzalandı imzalanacak olan IMF anlaşmasından ne bekliyoruz? Bir 20 30 40 milyar dolar geleceği söyleniyor ama yani yama mı yapılacak yoksa başka bir beklenti mi var? Birde ek olarak benim aklıma gelen bir soru daha var. Katılımcıların da görüşünü merak ediyorum. Yani bu neoliberal uygulamaların bir dönem paradigma yer aldı. Varsayalım ki bu yarayı bir şekilde sağlatamadılar. Bir on yıl sonra yeni paradigmamız ne olabilir? Yani aslında bakıyoruz, 1982, 2008 bir paradigma öncesinde de başka bir paradigma, yeni para paradigmamız ne olacak? Olabilecek mi? Teşekkürler. Soru: Erinç Hoca‟ya sormak istiyorum. Hocam aklıma takılan bir şey var. Benim evim Honda‟nın yanında ve durmadan arabalar doluyor, boşalıyor, doluyor, boşalıyor, ÖTV indirimiyle alakalı ben şunu merak ediyorum: bunun bize nasıl katkısı olacak krizi aşmamızda yardımcı olabilecek mi bize? Çünkü Honda‟nın üreticisi Türkiye değil. ÖTV‟de yani vergiyi biz kendi cebimizden o da iniyor. Nasıl olacak yani krizde bize yardım edebilecek mi? Diye de sormak istiyorum. Soru: Ben bu krizle ilgili soracağım yine. 2008 yılında başlamış olan kriz 2009‟a yine yansıdı. Ama 2009‟da üçüncü enflasyonun biteceği yani daha çok azalacağı söyleniyordu. Ama görüyoruz ki 2009‟da bir kayıp yıl, 2010‟da belki aynı şey söylenir yani. Belli bir tarih var mı yani verebileceğiz çözüm analizi onu soracaktım. İkincisi yine bu ÖTV‟yle ilgili, ÖTV indiriminde para tüketimini canlandırmak istediler. Ama şimdi bakıyoruz, kriz var para yok diyorum ben. Ama bir yandan da bu kadar tüketim yapılıyor. Peki, bu para nereden geliyor? Bunu sormak istiyordum. Teşekkür ediyorum. Araştırma Görevlisi Mehmet Gürsan Şenalp: Alpay Hoca ile Galip Hocam daha iyi yanıt verebilir belki bu konuda. Şimdi krizin sadece ekonomik boyutu yok yani sonuçta bugün bu kadar gündemde olması hepimizin hayatını bire bir etkilediği için belki, ama çok ciddi bir sürdürülebilirlik krizi yaşadığı ortada, yani sadece iktisadi siyasi krizler, çok ciddi temsil krizi, parlamenter sistemlerin krizi, ideolojiler krizi benim sormak istediğim şu; bu mimaride bu derin kriz bağlamında Ergenekon meselesiyle ilgili bunu nasıl okumak mümkün? Yani bu uluslararası krizle ilgili bürokrasi tartışması, sınıf tartışması bürokrasiyi ele geçirmek anlamında askeri anlamda nasıl bir sızma görüyorsunuz ? Türkiye Devlet dönüşü bu devleti kim dönüştürüyor? Bence genelde -az önce laf arasında geçti- Koç falan diyoruz ama ben Koç üzerine biz tez yazıyorum şuanda, 14 Koç‟la ilgili tez yazmak istiyorsanız da belgeselci Can Dündar‟ın topladığı dokümanlara bakmak durumundasınız. Çünkü bu konuda yapılmış gerçekten bunu söyleyebilirim ki çok kayda değer derinlemesine incelemeler siyasetle ilişkileri bu yasal süreçlerdeki etkileri üzerine Türkiye‟de böyle bir şey oluşmuş değil. Yani sıkıntılar var bu anlamda dünyayı kim dönüştürüyor? Hangi mekanizmalarla dönüştürüyorlar? Bence bunun üzerinde iyi düşünmemiz gerekiyor. Sizin fikrinizi de almak isterim. Çok teşekkür ederim. Soru: Benim sorum Erinç Hoca‟ya olacak. %4‟lük bir büyüme beklenirken şunu görüyoruz ki %-3.8‟lik bir küçülme var. Bu küçük istatistiksel sapmayı nasıl yorumluyorsunuz? Soru: Hocam aynı şekilde ben de Erinç Hocaya soracağım ama şuanda hazırlıksız geldim. Geçen hafta Cumhuriyet‟teki yazınızda, dünyadaki işsizlik sadece bizi etkiliyor gibi bir sonuca varmışız. Mesela Moldova‟da %20‟lerin üzerinde (Moldova mıydı ülke adını tam hatırlayamadım) olan işsizlik %13‟lere kadar gerilerken, bizde çıkan işsizlik oranını tekrar nasıl yorumlarsınız? Bizim diğer bu zayıf ekonomilerden farkımız nedir? Prof. Dr. Sinan Sönmez: Evet. Başka soru var mı? Başka soru yoksa evet yanıtlara geçelim. Erinç Hoca‟dan başlayalım. Prof. Dr. Erinç Yeldan: Çok teşekkür ederim değerli arkadaşlar en son sorudan başlayım bu soruların bir bölümü de işsizlik üzerine Geçen hafta ki grafik buydu. Artık bunu tamamlayan ikinci bir grafiği kullanmak istemedim. Ama bu bana gelen soruların birçoğunu açıklayan bir grafik, yani örneğin Kübra‟nın sorusu, tüketim talebi ithalat ithal edilen mallar üzerine olan talebi canlandıracak önlemler, ÖTV‟nin azaltılması gibi, Türkiye‟nin krizi atlatmasında yardımcı olabilir mi? Ya da Uğur arkadaşın sorusu işsizlikle küresel kriz arasındaki ilişki nedir? Türkiye açısından bulabilirsiniz. Şimdi bu resimde belli başlı gelişmekte olan ülkeler veya işte emerging markets denebilir. Yani arkada böyle bir bam bam bam müzik sesi, elde bir mikrofon ve anchor man veya anchor woman telaş içinde bir takım ülkelerden bahsettiler, emerging markets deniyor. Dikkat ederseniz artık gelişmekte olan ülkeler demiyorlar bu literatürden kalktı. Gelişmekte olan ülkeler hepsi yükselen piyasalar oldu, yükseliyor. Yükselmek de yüksek faiz vererek oluyor. Şimdi bu yüksek faiz meselesine Özgür‟ün sorusunda bu IMF programı bize yardımcı olur mu bu bağlamda geleceğim. İşsizlik rakamlarına bakarsanız, Polonya krizden fırsat çıkarmak diye bir klişe üretildi 2006‟nın birinci çeyreği başlangıç değeri ve günümüzde Polonya hızla aldığı tedbirlerle açık işsizlik oranları düşürülmüş durumda. Türkiye ve Seçilmiş Gelişmekte Olan Ülkelerde İşsizlik Oranı (%) 20.0 18.0 Macaristan Kore Meksika Polonya Romanya Tayland Türkiye Arjantin Brezilya 16.0 14.0 12.0 10.0 8.0 6.0 4.0 2.0 0.0 15 Diğer çeşitli ülkeler var işte kimler olduğu yazılı bizim ülkemizde koyu renk kırmızıyla çizilmiş. En son Ocak işsizlik rakamlarını da buraya ilave ettim. Bu rakam toplam işsizlik özellikle bütün Türkiye‟deki açık işsizlik oranı tarım dışı işsizlik oranı şuanda %18‟e çıkmış durumda. Sizler arasında yani üzülerek söylüyorum veya buradan keyif duyarak yani eğitimli, kentli nüfus genç işsiz oranı da %29 oranında Herhalde bu rakam sizi şaşırtmadı yani bunu bilerek geldiniz. Birden bire Erinç Hoca bizi mahvetti diye çıkmayın buradan, tekrar hatırlatmaktan keyif duymuyorum ama gerçek bu. Şimdi bahsettiğim gibi konuşmamda bu bir finansal kriz olarak Türkiye‟de tezahür etmiyor. Amerika‟daki çıkış noktası finans piyasasının çökmesi şeklinde olabilir. Fakat durumun dünya ekonomisine yansıması ve bizim gibi arada kalmış taşeron ülkelere yansıması doğrudan doğruya sanayi üretimi sanayi üretim için gerekli olan ithalat finansmanını kuruması ve o çarpık sanayileşmenin dışa bağımlı ithalata bağlı tornavida sanayinin durması şeklinde tezahür ediyor. IMF programı böyle bir krizi Türkiye‟ye atlatmakta yardımcı olur mu? Şimdi TÜSİAD dahil bütün hemen herkesin tespitleri üç aşağı birbirine benziyor. İşte aşırı spekülatif finansal şişkinlik sanayici önünü görememesi, artan belirsizlikler, kredi fonlarının durması ithalatın daralması, fakat çözüm noktasına gelince birden bire herkes papağan gibi, herkes derken yani İstanbul burjuvasını ve finans kesimini kastediyorum. Biz adam olmayız IMF gelsin bize doğru yolu öğretsin savına dönüşüyor. Şimdi bir iktisatçı olarak ben IMF programından şunu anlıyorum. IMF‟nin temel makro ekonomik kurgusu Türkiye‟nin uluslararası iş bölümüne yüksek reel faiz sunan ucuz işgücü sunan ve ucuz ithalatçı olarak eklenen bir ekonomi yaratma projesidir. Yurtdışından sermaye girişi yaşansın İstanbul bir finans merkezi olarak Ortadoğu bölgesinde Dubai petrol dolarlarıyla Avrupa‟nın ve Amerika‟nın sermayesini birleştirsin, böyle bir mistik deniz medeniyetler buluşuyor hoşgörü ortamında aslında. Buluşan olgu Avrupa sermayesiyle Arap sermayesi ve Ortadoğu sermayesinin İstanbul‟un mistik denizi de bir medeniyetler buluşması haline dönüşmesi, yani Büyük Ortadoğu Projesi finansal ayağının bizzat yüksek faiz veren, yüksek spekülasyon altında işleyen, uluslararası sermaye hareketlerinin her türlü denetiminden açık bir şekilde gidip geldiği bir merkez olma projesi için iktisadi boyutu, bu bakımdan IMF programının temel hedeflerine bakarsanız, faiz dışı fazla hedefi, enflasyon hedefi, reel faiz hedefi, kur, aman kura dokunmayın kur piyasaya kalsın hesaplar karışmasın. Merkez Bankası iki de bir kur hedefi şudur budur der ise Washington‟daki o papyonlu beylerin hesapları karışır, onların tahminleri şaşar. Bu bakımdan Merkez Bankası bir köşeye çekilecek. IMF teker teker sinyalleri verecek ve Türkiye böyle bir program karşılığında sadece işte sanayi bir parça daha tornavida çevirerek bir parça daha ithalata devam etsin diye bir 30 40 milyar dolarlık kredi sağlanacak beklentisi var. O 30 40 milyar dolar kaç olursa olsun, ister 3, ister 30 ister, 33 IMF kredisi hiç bir zarar için net buyur masanın üzerinde nakit efendim demez. James Bond filmlerinde vardır; kötü adam gelir şak açar içinden yeşil dolarlar çıkar. IMF kredisi böyle bir şey değil. IMF kredisi geldiği vakit Merkez Bankası‟nın rezervler bölümüne girer ola ki bir tehlike anında Merkez Bankası benim rezervlerim güçlü merak etmeyin arkadaşlar diye bilsin diye açılan bir kredidir. Yoksa hiç cebimize 70 milyon insanız 30 milyar dolardan belki bir 500 dolar da bize düşecek diye böyle bir beklenti için falan girmedik sanayice girilmesin. Şimdi Özgür arkadaş bir şey daha vurguladı. O vurguyla konuşmamı bitireyim. On yıl sonra paradigma değişikliğinde böyle bir paradigmaya değişikliğe olacak mı? Şimdi bir şey çok açık yani bu krizden bir sosyalist devrim olmayacağı olamayacağı gerçeğini hep beraber kabul ediyoruz. Kapitalizm sonrası toplum nasıl taahhüt edilir. 16 Kapitalizm ve iktisat politikalarında nasıl bir değişiklik olabilir bunları tartışırız. Fakat tartışmayacağımız bir tek nokta var. Bu kriz artık serbest piyasanın devlet girişimciliği, devlet müdahalesinin hiçbir şekilde olmadığı herhangi bir düzenlemeden bağımsız olarak serbestçe çalışan üst kurullar aracılığıyla Ahmet arkadaşın belirttiği gibi yaratılan üst kurullar aracılığıyla denetlenen piyasanın kaynakların en uygun en etkin en verimli dağıtacağı savı boşa çıkmıştır. Şimdi bu boşa çıkmıştır. Yani neoliberal küreselleşmenin serbest piyasanın ne yaparsa iyi yapar, devlet ne yaparsa kötü yapar, o yüzden serbestleşin, kuralsızlaşın, esnekleşin, önermeleri geçerliliğini yitirmiştir. Martin Wolf, Financial Times dergisinin baş ekonomisti. 14 Mart 2008 hatırlayanınız var mı? 14 Mart 2008‟de ne oldu? Çok önemli dönüm noktasıdır. Bear Stearns şirketi iflas ettirilmedi kurtarıldı ve yasa dışı yollardan kurtarıldı. Bir yatırım bankası Amerikan Merkez Bankası, Amerikan Federal Rezerv Sistemi hiçbir şekilde sorumluluğunda olmayan Amerikan yasaları gereği bir yatırım bankası kamu kaynakları kullanılarak yaklaşık 70 milyar dolarlık bir kaynakla iflastan kurtarıldı. Kıyamet koptu Amerika‟da. Financial Times gibi muhafazakâr bir gazetenin baş ekonomisti dahi isyan etti. Bu ahlaki tehlikenin artık biz Korelilere Ahbap Çavuş Kapitalizmi Türklere “siz adam olmazsınız bütün üçüncü dünya ülkelerine kapitalizmi yanlış uyguluyorsunuz” nasihatini verirken serbest piyasa ideolojisine böyle pervasızca müdahalede bulunması bahsettiğim artık bu savın yanlışlığını ortaya çıkartıyor. Son bir tespitte şunu belirteyim: Sav kendi içinde tutarlı yani neoliberal neoklasik sav, fakat varsayımlar şöyle; eğer piyasalar serbest rekabetçi ise eğer enformasyon herkese açık olarak veriliyorsa bilgi kilidi yoksa büyük oyuncular küçük oyuncular diye bir ayırım yoksa, piyasada her şey serbest enformasyonsa, herkes tarafından anında tespit ediliyorsa, belirli ortamda hakikaten herhangi bir deregülasyon kuralı tehdit eder mi? Böyle bir dünyada elbette piyasa kendi içinde kaynakları optimal dağıtır. Dolayısıyla iktisat teorisinin özellikle 1980‟lerden sonra ders kitaplarına giren modellerin aslında varsayımları yanlıştır. Dünyamız eksik rekabetçi bir dünya değil, dünyamız eksik rekabetçi çok uluslu tekellerin idari kararların, ticari kararların alındığı finansal sistemde büyük oyuncuların, küçük oyuncuların olduğu enformasyonun kirli olduğu stratejik olarak yanlış enformasyon verildiği, 3A endeksi de şirketlerin bir bölümünün batık kredilerle boğulma içinde olduğu, bu bakımdan bundan sonra iktisat dünyasında çok büyük olasılıkla optimal regülasyon, eksik rekabet koşullarında kaynakların dağıtımı, tekellerin dizginlenmesi regüle edilmesi biçiminde yeni teoriler sunulacaktır. Bunlar yok değildi. Fakat disiplinli limonlar teorisi ve 1929 buhranından çıkarılan eksik rekabetçi ticaret koşulları veya bu sene nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman‟ın yarattığı eksik rekabetçi ticaret teorileri bunlar birer istisna olmaktan veya iktisadın ilginç konuları olmaktan çıkıp ana konuları olacak. Bu olgu sadece iktisadi dönüşümlere yol açmayacak çok büyük olasılıkla ve hatta bahsettiğim gibi İstanbul‟un finans merkezi olmasının Büyük Ortadoğu Projesi içindeki rolüne ilaveten bölgenizde coğrafi sınırlar değiştirilme arzusu içinde, petrol tekellerinin çok uluslu şirketlerin veya emperyalizmin yürütücü kuruluşlarının stratejik çıkarları doğrultusunda sınırlar yüzyılın başında o cetvelle çizilmiş İngiliz İmparatorluğunun çıkarlarına hizmet eden sınırlardan bir değişiklik gösterecek. Etnik kimliklere dayalı yeni ülkeler veya yeni federatif oluşumlar yaratılmaya çalışılacak. Türker Hoca‟nın bir yazısından da esinlenerek genellikle bu olguyu birkaç defa vurguladım. Bu planın önünde iki tane unsur duruyor: Birincisi ulus devleti, ikincisi Büyük Ortadoğu Projesinin bu kimlik etnik kimlik veya cemaatler üzerindeki ayrımına dayanır, yurttaşlık kimliği yerine etnik kimliği öne koyan planlarına karşı da ikinci unsurda laiklik olgusudur. O yüzden bugün kimi çevrelerce her ne kadar böyle dudak bükerek eski çağlardan kalma 17 nostalji gibi değerlendirilen bu ulus devlet ve laiklik aslında bugünün antiemperyalist mücadelesini mihenk taşlarıdır. Ben Ahmet arkadaşın vurguladığı Türkiye‟nin iktisadi bir çözümü yoktur. Türkiye küresel krize bir siyasi çözüm sunan bir oyuncu, bir aktör olarak piyasaya itilmektedir olgusunu biraz da bu gözle değerlendiriyorum. Bende hem sorularınız hem de bu olanağı bana verdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Dr. Galip Yalman: Polonya 2006 2004 1 Mayıs‟ından itibaren Avrupa Birliği üyesi olan on ülkeden biri ve o günden sonrada İngilizce‟de özellikle İngiliz basınında şöyle bir laf çıktı: Polish Plummer. Yani her Avrupa ülkesi değil ama İngiltere kendi gereksinmeleri olarak yeni üye olan ülkelere kapılarını açtı. Yani serbest emeğin serbest dolaşımı mümkün oldu. Polonya‟nın sanırım ki bu kadar çarpıcı biçimde inmesi Polonya‟da işsizlik sorununun inmesinde bunun önemli bir rol var ve bu artık espri konusu haline geldi. Yani Polonyalı kalifiye işçilerin özellikle musluk tamircisi diyelim ifade edilen kalifiyeli işçileri simgeleyen bir şey benzetme başta İngiltere bir takım Avrupa Birliği ülkelerine gidip çalışabilmesi, sonra aynı şey sanırım Romanya ve Bulgaristan için de gündeme geldi, son finalde bu bir bağıntıdır. Diğeri eğer bu neoliberal çerçeve şurada ona aykırı pek bir ülke yok. Arjantin‟in IMF‟yle ilişkileri meselesini bir yana koyarsanız o ayrı bir tartışma. Türkiye‟den farklılığı gösteriyor 2001 krizi sonrasında ama şu tablo da bu şu ülkeler neoliberal çerçevenin dışında politikalar izlediler Türkiye‟den daha başarılı oldular da diyemeyiz. Ona da dikkat çekmek lazım bunlar hepsi neoliberal çerçeve içinde. Dolayısıyla Türkiye‟nin farklılığı varsa görece çarpıcı bir biçimde işsizlik oranının daha fazla onun üstünde ayrıca düşünmemiz lazım. Çünkü zaten işsiz ya da istihdamsız büyüme denilen şey Türk İktisatçılarının haklı olarak kullandığı benimsediği bir kavram olmakla birlikte Latin Amerika tartışmalarından gelen bir iş bu, dolayısıyla yani Türkiye özgü bir olay değil, niye bu niteliksel değil de niceliksel ayrıca düşünmek lazım. Onu bir eklemek istedim. Şimdi Gürsan‟ın son ikinci sorusundan başlayalım. Burjuvazi devlet ilişkisini nasıl çözümleyeceğiz? Fehmi Koç‟tan da araştırma yaptığına göre belki hepimizden daha fazla bu soruyu daha iyi yanıtlayabilirsin de. Yanıltsama ve bilinçli olarak da bu Türkiye‟deki tartışmalarda var. Özellikle de gündeme gelen bir şey son dönemdeki sadece AKP iktidarı değil, daha öncesinden gelerek Türkiye‟deki devleti sınıflardan soyutlayarak böyle bir güçlü devlet geleneği vs diye ifade edilen bir biçimde sadece ekonomik alanı değil, toplumsal alanın bütünlüğünün sınıfsal mücadelelerden, sınıfsal ilişkilerden, toplumsal mücadelelerden, ayrıca sınıflar da değil yalıtılan ve onun dışında ona büyük ölçüde de hükmedebilen ve bunun da simgesel olarak da devletin baskı aygıtlarıyla, ordusuyla, polisiyle diğer şeyiyle son dönemde yargılar, üniversiteler falan da eklendi bildiğiniz tartışmalar bağlamında, böyle soyut bir devlet anlayışı yüce devlet ulus devlet her şeyin tepesinde ulu devlet anlayışı var. Bu bir de ulus devletlerle özleştirildiği ölçüde de betimlemesini yapıyor. Yani başka yerlerde dönüşümler var biz buna ayak uyduramıyoruz. Dolayısıyla devletin dönüştürülmesi meselesinde bu ayak uydurmayla birlikte kurgulanan Türkiye‟ye özgü ya da Türkiye gibi varsa başka örneklere özgü yapının da dönüştürülmesi diye bir şey var. Ama bu olaylar söyleyenleri büyük ölçüde hayal kırıklığına uğratan bir şey. Çünkü kurdukları kurgu gerçeklikle yansıdığı ölçüde de bunun nasıl dönüştürüleceği konusunda da çaresiz kalıyorlar. Türkiye herhangi bir toplumun dinamiklerine bağlı olarak yapılabilecek bir şey değil, bu bir mücadele değil. Dolayısıyla neye gereksinim olmuyor. Çok moda olan dış çıpalara ihtiyaç duyuyor. Bir ara IMF çıpasına ihtiyacınız var, öbür yandan AB çıpasına ihtiyacınız var ki iş dinamiklerine dönüştüremediğiniz 18 bir şeyi dış dinamikler yardımıyla dönüştürebilirsiniz ve bu çerçevede de senin haklı olarak söylediğin gibi zaten sınıf temelli siyaset dışlanmış, diğer çalışanların emekçilerin siyasal ağırlığı sıfırlanmış, büyük ölçüde 12 Eylül sonrası politikalar ve kurulan anayasal çerçeveyle yasal düzenlemelerle geriye kim kalıyor? Burjuvacı, Türk Siyaseti, IMF ve AB politikalarını destekler gözükmekle birlikte oldukça ikincil ve büyük ölçüde de yine o dış dinamiklere bağımlı bir konuma da sunuldu. Diğer bir deyişle onlarında çok fazla böyle sanki yokmuş gibi en fazla işte şöyle olsun, böyle olsun, öyle yapmayın da diye özetleyebileceğimiz bir tavır içindeler. Dolayısıyla Türkiye‟deki devletin sınıfsal niteliğini bir kapitalist devlet olduğu burjuvazinin bir egemen sınıf olduğu meselesi de büyük ölçüde arka plana atılmış oluyor. Dolayısıyla haklı olarak sen de diyorsun ki peki bu devleti kim dönüştürüyor? Şimdi görünüşe bakılırsa dışarıdan ve Türkiye‟nin kendi bütün toplumsal bütünlüğü açısından gerekli bir dönüştürme Türkiye‟nin iyiliği için yapıyor. Ama Türkiye‟nin kendi dinamikleri de bunu gerçekleştiremiyor. Bunun bence teorik olarak temelleri çok zayıf olmakla birlikte Türkiye‟deki olup bitenleri anlamamıza çok yardımcı olan bir kurgu olduğunu düşünmüyorum. Tam da senin sanırım işaret etmek istediğin gibi Türkiye‟deki devletin de toplumsal yapıyla ilişkilerinin sınıfsal niteliklerinin açık bir biçimde ortaya konması lazım. Ama bu devletin sadece bir sınıfın aracı bir baskı aygıtına da indirgemeden de yapılması lazım. O toplumsal bütünlüğün bir tarihsel blok diye ifade edilen şeyin nasıl oluştuğu çözümlenmesinin de yapılması lazım. Ama egemen bakış benim bir zaman ifade ettiğim şeyle muhalif ama hegonomik çevreler bunun bu şekilde algılanmasına ve doğru sağlıklı çözümlemeler yapılmasına da bilinçli olarak engelleyici bir kurguyu sürekli olarak yeniden ürettikleri için buraya geliyoruz. Ergenekon bunun son iki yıldır aldığı yeni bir şey, yasal bir boyut itibariyle söylemiyorum. Kazandığı önem: Türkiye‟de en fazla hukuk devletinden yana olması gereken insanların bir hukuki soruşturma sürecini ne hale dönüştürdükleri, polis kayıtlarının nasıl gazete haberleri haline ya da televizyon haberleri haline dönüştüğü ve bunların da artık kanıksandığı bir dönem yaşıyoruz. Dolayısıyla kim suçludur, nedir, neyin iddianamesidir, ona hiç girmeden bunun toplumsal yapının belli bir biçimde şekillendirilip bir takım sağlıklı çözümlemelerin ve toplumun gerçek anlamda ihtiyaçlarına yönelik stratejilerin, politikaların oluşturulması engelleyici bir yanı olduğu da kuşkusuz. Temsil krizi bence çok temel bir nokta. Türkiye‟deki toplumsal sınıfların ve diğer toplumsal diyelim kimlik aidiyet temelli mücadele götürenler açısından da bakarsanız ciddi bir sorunu var. Yani gerek neoliberal politikalar sonucunda Türkiye‟de 1946 2002 ama çok daha belirgin biçimde de 2007 dönemine baktığınız zaman kabaca 55 60 yıllık bir sürece geleneksel iktidarı kim oluşturur, başka parti adlarında o Türkiye‟nin başka özelliği Demokrat partiden Anavatan partisinin uzanan çizgide baktığınız zaman bir orta sağ diye ifade edilen iktidarlar onların birleşimleri farklılaşımları falan ama bunun sonunu getiren bir noktaya geldi. Şimdi bunun sonunu ne getirdi. Büyük ölçüde olduğu zaman ekonomik politikaların yarattığı yıpranmanın toplumsal yapıda açtığı yaralar getirdi bu açık. Ama buna alternatif karşı sosyo ekonomik strateji modeli sunabilecek. Ama bu Türkiye‟ye özgü bir zaafta değil ama herşeye rağmen Türkiye‟de de böyle bir yapı, bir partileşme bir örgüt ortaya çıkmadığı ölçüde de bu boşluğun nasıl dolduğunu da 2002‟den bu yana görüyoruz. Şimdi orada bu temsil krizi denen şeyin daha farklı bir biçimde aşılabilmesinin nasılını, cevabını, herhangi birimizin bildiğini zannetmiyorum. Ama bu ciddi bir sorun onu da söyleyeyim. Son şey Özgür arkadaşımızın da belirttiği gibi bir paradigma var. 1945 sonrası dünyası Keynesyen diye ifade edilen politikalar, dünya ekonomisinin dünya mal ve hizmet piyasalarının giderek genişlemesini ve bu sisteme katılanların da belli iktisat politikaları ve dış ticaret politikaları çerçevesinde yer alması ön 19 görüyor. Ama bunu yapabilmeleri için ve sistemin uzun dönemde istikrarlı olarak çalışabilmesi için bir yerde içeride devlete bir takım yeni roller biçiliyordu sosyal devlet refah devleti. Öbür yanıyla da sermaye hareketlerinin kısıtlanması diye ifade edilebilecek özellikle de iki dünya savaşı arasındaki yaşanan olumsuzlukların ve krizin önemli bir biçimde unsuru olarak, istikrarsızlık unsuru, kriz unsuru olarak ifade edilen bu portföy yatırımların türünden denilen yatırımların belli bir biçimde kontrol altına alması durumu vardı, o dünyanın 45 70 dünyasının. IMF‟sinin vs. işlevleri o çerçeve de betimlenmiştir. 80 sonrasının farkı bu kısıtlamaların deregülasyon finansal sistem serbestleştirilmesi denilen şey 45 70 dönemini belirleyen parametreleri büyük ölçüde ortadan kaldırılmasıyla yeni bir düzenlemenin aslında o da bir düzenleme biçimi orada da devletin bir takım işlevleri var farklı işlevleri var. Bunun getirdiği bir anlayış. 80‟lerin başındaki Türkiye gibi ülkelere pompalanan şeyiyle bırakınız piyasalar belirlesin. Ama onun daha 80‟ler boyunca yarattığı sorunlar ortada olduğu için Türkiye‟de daha az hissedilen, çünkü Türkiye toplumsal sonuçlar anlamında söylemiyorum. Dünya sisteminden uyumu açısından söylüyorum. Ama Latinlerde vs dış borç bunalımının çözümsüz bir hale gelmesi sistemi tehdit eden noktalara gelmesinin önlenmesi çabalarının yaşandığı bir dünyada nereye geldi? 1980‟lerin sonunda, çok net bir biçimde 1990‟larda Türkiye piyasa dostu müdahaleler anlayışı ya da düzenleyici devlet diye ifade edilen yeni tür bir devlet yapılanması ve o anlamda devletin piyasa dosttu yani devletin müdahalesinin piyasanın daha iyi işlemesi için gerekli oluyor. Bu nereye özellikle yapıldı. Şimdi en temel şey bence bu ülke içi düzenlemeler bağlamında yapılıyor, değişik alanlarda emek piyasaları, finans piyasaları mal hizmet piyasaları, özelleştirme dediği üst kurullarıyla vs. Nereye dokunmadılar ama farkındaydılar diye kullanılan deyim oydu. 90‟ların sonlarında özellikle yeni bir uluslararası finansal mimariye ihtiyaç var. Uluslararası finans hareketlerinin belli bir biçimde düzenlenmesi gereği diye bir şeyin farkındaydılar. Ama o düzenleme yapılamadı. Wolf‟un söylediği artık bunun zamanının geldiği, bunun bedelini ağır ödüyoruzdur. Bu anlamda düzenlemeler yapılması buna da nereden başlayacaksınız. Bu sistemin temel direklerinden bir tanesi olan Amerika‟dan başlayacaksınız. Amerika‟nın bu anlamda sup prime‟lar vs. çerçevesinde başkasına lafı vardır. Nasihat verirken kendisinin hiç ders çıkarmadığı bir şey var. Bütün o Erinç Hoca‟nın bahsettiği krizler aslında Amerika‟da benzeri İngiltere‟de de daha küçük çapta da olsa yaşandı. Oralarda bu düzenleyici devlet denilen düzenlemelerin yapılmadığının örnekleri çıkıyor ortaya, bu düzenleyici devlet eğer sağlanabilirse gündeme gelmesi neoliberal anlayışın sona ermesi midir? Hayır, bence o piyasa köktenciliği diye çevirebileceğimiz anlayışın katı bir deyişle neoliberal yorumun artık geçerliliğini büyük ölçüde yitirmesi sonucunda yeniden o piyasa dostu türden müdahalerle yeni bir düzenlemenin bu sefer bu alana taşınması diye düşünüyorum. O anlamda da neoliberal anlayışın sonunun geldiğini düşünmüyoruz. Benim kişisel düşüncem, o tartışmanın devam edeceğin açık olması. Bu yeni düzenleme çabaları olumsuz sonuçlar verdiği ölçüde de yeni sorunların, yeni tartışmaların da beraberinde geleceği açık. Ama bana sorarsanız neoliberal dönem sona eriyor diye çok fazla tabiri caizse dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Teşekkür. Prof. Dr. Sinan Sönmez: Şimdi ben çok teşekkür ediyorum. Bütün katılımcılara lütfen öğrenci arkadaşlar iki dakika dursun. Ben tabii bir derleme toparlama falan yapmayacağım konuşmacı değilim. Fakat bu kriz ortamında moral yükseltici bir şey söylemek istiyorum. Yorum yapmıyorum, siyasi yorum yapmaya çok hevesliyim şuanda ama zaman ilerledi. Şimdi bu krizle ilgili olarak bağımsız sosyal bilimcilerin 20 Türkiye ve Dünya Ekonomik bunalım 2008 2009 başlıklı bir yayını çıktı, bunun editörleri de Oktar Türel, Ebru Voyvoda arkadaşımız, akademisyenler ve oradan sevgili Erinç Yeldan‟ın bugün bir yazısında söz ediyor. Son paragrafı okuyorum. “Kriz dönemleri; egemenlik iktisat anlayışının kriz dönemleri, egemen iktisat anlayışının aşılması ve giderek yenilgiye uğratılması için fırsatlar oluşturur. Verici yurtsever emekten yana sosyal bilimcilerin ortaklaşa düşünme eleştiri ve araştırma çabalarına girmeleri için kriz konjonktürü uygun bir ortam sunmaktadır. Benzer değerlerin endişeleri paylaşan tüm fikir insanları arasında kurulacak eleştirel ve yapıcı bir iletişimin, yarının sömürüsüz, eşitlikçi özgür dünyasını ve Türkiye‟sini oluşturma mücadelesine katkı yapacağını düşünüyorum”. Ben de düşünüyorum. Teşekkür ediyorum tüm katılımcılara, akademisyen arkadaşlara, öğrencilere, tabii burada konuşma yapan değerli dostlara bir plaket sunacağız bugünün anısı olarak Atılım Üniversitesi‟ni ve bölümümüzü unutmamaları ve tekrar aramızda görmek istiyoruz. Şimdi ben oturum başkanlığı yaptım. Verilen her plaketi ben de verdim diye kabul ediyorum. Ama bu arada İktisat Bölümü‟nden arkadaşlarımızı sırasıyla konuşmacılara vermek üzere davet ediyorum. Erinç Yeldan dostumuza Mustafa İsmihan‟ı rica edeceğim. Galip Yalman‟a arkadaşa, Fatma Ülkü Selçuk‟u rica edeceğim ve Ahmet Alpay Dikmen‟e eski okuldaşı Salih Ak Hoca‟yı davet edeceğim. Biz çok teşekkür ediyoruz. Sağ olun. Çok teşekkür ediyoruz sağ olun. 21