liseli dev-genç`ten

Transkript

liseli dev-genç`ten
LİSELİ DEV-GENÇ’TEN
Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar!
İlkbaharın dallara su yürüyen günleri gibi, bizler de yaşamın sokaklarında yürüyerek haklı
kavgamızı büyütmek için verimli bir bahar geçirdik. Yeni sayımızla sizlerle birlikteyiz.
Geleceksizliğin, yılgınlığın, çaresizliğin pompalanıp, işsizliğin, ucuz emek sömürüsünün
doğal afet, iş cinayetlerinin kader olarak dillendirildiği bir dönemden geçiyoruz. Egemenler
gençliği teslim almanın yegâne yolunun umudu ve özgürlük düşünü esir etmek olduğunu çok
iyi biliyor. Yaptıkları tüm yatırımları bizlerin bilinçlerini bulandırmaya, bizleri yoka razı etmeye
dönük olarak kurguluyorlar.
Biz Dev-Gençliler bu saldırının farkındayız. Buna ilişkin önümüzdeki dönem nasıl bir
örgütlenme perspektifi oluşturmak gerektiğine ilişkin, gençliğin sorunlarını masaya yatırıp
tartıştığımız bir gençlik sempozyumu düzenledik. Farklı illerden arkadaşlarımızın katılımıyla
zengin bir içerikle iki gün süren sempozyum önümüzdeki dönemki hedeflerimizin netleşmesini
sağladı.
Okullarımızın kapanmasına kısa bir süre kaldı. Ardından yazın sıcak günleri, etkisini arttıran
ekonomik krizle birlikte gelmekte. Biz Dev-Gençliler olarak geçen yıl olduğu gibi halkın
sorunlarını gündemimize koyan yaz çalışmalarını örgütlemeyi önümüze koyduk. Hatırlanacağı
gibi geçen yaz Ordu ve Artvin Bölgesi’ne gitmiş orada halkla beraber fındık ve çay toplamıştık.
Hem bölgeyi, hem de kendimizi tanımıştık. Geriye çok güzel dostluklarla dönmüştük. Tüm
yoldaşlarımızın bu çalışmayı ciddi bir şekilde örgütlemesi, gelecek dönem okullarda daha dinamik
bir çalışmayı getirecektir.
Ayrıca yaz boyunca
aktif bir şekilde mahalle çalışmaları içinde
de yer alabiliriz. Kısacası
devrimciliği yaşam biçimi olarak algılayan DevGençliler, bu yazı en verimli şekilde değerlendirip
yeni okul dönemine hazır
bir şekilde girecektir.
Yaz ayları zamanımız
bol olduğu için teorik eksikliklerimizi gidermede
bizler için bir fırsattır. Bu
fırsatı iyi değerlendirip hem Liseli Dev-Genç’in üretimine aktif bir biçimde katılabiliriz, hem de
yolumuzun ufkunu genişleten bir meşaleye dönüştürürüz okuduğumuz her kitabı.
Bu sayımız dopdolu bir içeriğe sahip. En geniş kitleye dağıtımını sağlamak, adeta Liseli DevGenç’in girmediği okul bırakmamayı hedeflemeliyiz. Bizler biliyoruz ki özgürlük tüm toplum
özgür olduğunda mümkün. Bu yüzden önce tüm gençliğe, sonra da tüm halka kavgamızı anlatmak ve onları da bu kavgaya katmak durumundayız. Süreç sırtımıza büyük görevler yüklüyor.
Dinlenecek zaman yok. En güzel koşunun ilk yüz metresini koşan Denizler gibi çoşkuyla, bedeniyle direnç çiçeğine dönüşen İbolar gibi sabırla, Kızıldere’de el ele özgür yarınlara kendilerini
feda eden Mahirler gibi tek yumruk olup baharı örgütlemeye devam etmeli, bunun için çok
çalışmalıyız. Bir daha ki sayıda görüşmek üzere. Sevgiyle kalın…
1
LİSELİLER 1 MAYIS’TA
DEV-GENÇ
SAFLARINDAYDI!
Arkadaşlar!
Bu ülkede yaşayan hemen herkes gibi biz liseliler de bu sistemden kaynaklı birçok sorun yaşıyoruz
ve mağdur ediliyoruz. Bizim de gerek eğitim sisteminden kaynaklı okullarımızda, gerekse de
diğer yaşam alanlarımızda karşımıza çıkartılan engeller var. Bu engeller, eğer biz birleşmez ve de
çözüm üretmezsek asla ortadan kalkmayacak.
Bizler, daha ortaokul sıralarından itibaren, amacı; öğrencileri elemek olan bir sınav sistemi ile
karşı karşıya bırakılıyoruz. İlgimizin ve de yeteneğimizin olmadığı bölümlerde okumak zorunda
bırakılıyoruz. Biz Dev-Genç’liler, “SINAVLARLA ELENMEK DEĞİL; YETENEKLERİMİZLE
GELİŞMEK İSTİYORUZ!” demek için 1 Mayıs’ta alanlardaki yerimizi aldık!
Üniversiteye giriş sınavlarında yüz binlerce arkadaşımız ‘sıfır’ puan alıyor. Bu durumun sorumlusu olarak bizler gösteriliyoruz. Biliyoruz ki, ülkemizde eğitimde nitelik ve eşitlik diye bir şey
söz konusu değil. Bir tarafta özel liseler varken diğer tarafta da meslek liseleri var. Eğitimde
niteliğin ve de eşitliğin olmadığı bir yerde ortaya çıkan sonuçların sebebi sistemdir demek için
1 Mayıs’ta alandaki yerimizi aldık!
Biz Dev-Genç’liler;
Gençliğin sorunlarının ülke sorunlarından bağımsız olmadığını biliyoruz. Bu nedenle, 1
Mayıs’ta;
-Eğitimin ticarileştirilmesine
-Elemeci sınav sistemine
-Harçlara, haraçlara
-Anadilde eğitim hakkının önündeki engellere
-Annelerimizin, babalarımızın kriz bahanesiyle işsiz ve aç bırakılmasına, kısacası tüm
sorunlarımıza “dur” demek ve kendi çözümlerimizi yaratmak için 1 Mayıs’ta alanlardaydık
TEK YOL DEVRİM!
2
M
LİSELERDE FAŞİST
BASKILAR
erhaba arkadaşlar bu yazıda
okuldaki idare baskılarından, bizleri
koyun gibi sürü halinde yönetmek
isteyen okul yönetiminden bahsedeceğim.
Bu baskıyı daha okula kayıt yaptığımız
günden beri hissettiriyorlar. Bu baskılar genellikle sabah okula girerken okulun kapısında
bekleyen 3 ya da 4 idareci tarafından
yapılıyor.
Saçın biraz uzun olsa “git kestir’’ diye
bağıran düşüncesiz, devletin kulu olmuş sevgili idarecilerimiz yapmaktadır.
Bizleri tek tip yapmakta ısrarcı olan
idareciler, baskılarını okulun içinde de
kullanmaktadır. Okula girerken üstünün aranması,
dersin ortasında sınıfa girerek arama yapmaları, koridorlarda kamera sistemi
bulundurmaları bazı faşist
baskılardandır.
Bu yöntemlerle öğrenciler
üzerinde psikolojik zorlama
yapmaktadırlar. Öğrenciler
artık evden çıkarken “acaba
bugün okula girebilecek miyim?’’ düşüncesiyle okula
gelmekte ve korkuyla sınıfa
yönelmektedir.
Tabi idareciler de büyük bir zevkle öğrencileri
kenara ayırıp ya bağırmakta ya dövmekte ya da
ceza verip utandırmaya çalışmaktadır.
Bu cezalar; okulun bahçesini temizletmek,
bahçede tek ayaküstünde bekletmek gibi cezalar olmak üzere bazı öğrencilerden de zorla
para almaktır.
Zaten okulda her dönem aidat parası, temizlik parası, son sınıflar için diploma parası,
bilgisayar odası parası, beden eğitimi parası
vb. gibi daha bir sürü farklı nedenden dolayı
para toplamakla kalmayan yönetim geç kalan öğrencilerden de ‘’ne koparırsam kardır’’
mantığıyla para almaktadır.
3
Bu sömürüden doymayan idare; okulda ders
kursları açıp “kursa gelen sınıfı geçer’’ sloganıyla
müşteri kazanmaya çalışmaktadır.
Sevgili öğretmenlerimiz de sömürüden
paylarını aldıkları için bu düzene uymaktadırlar.
İşte böyle faşist, gerici, bilimden uzak bir eğitim
sisteminde bizlerin geleceği parlak, meslek
sahibi kişiler olmamızı isteyen ailelerimiz de
üstümüzde baskı oluşturmaya çalışmaktadır.
Bu baskı aslında ailelerimizin suçu değil,
devlet politikasıdır. Eğitim sistemimiz elemeci,
torpilci, çıkarcı bir şekilde devam ederken; devletin de medya aracılığıyla aileleri, öğrencileri
kendi kalıbına sokması başarılı olmaktadır.
Şu an ki eğitim sisteminde dershaneye gitmeden ÖSS’de başarılı olmak imkansız bir duruma sürüklenmiştir
Yeni ÖSS sistemiyle de bu dershane oranını
artıran sistem, yine başarılı olmuştur. Biz Liseli Dev-Genç’lilerin bu düzende omuzlarımıza
almamız gereken yük oldukça fazladır.
İstediğimiz eğitim sistemini düşünmeli,
tartışmalı ve arkadaşlarımızla paylaşmalıyız ki
gelecek günler bizim olsun...
Haykırıyoruz; Sınavlarla Elenmek Değil,
Yeteneklerimizle Gelişmek İstiyoruz...
Tek Yol Devrim...
Aslı YÜCE
B
HIRS DEĞİL:
KARARLILIK VE AZİM
aşarı dünyada yaşayan her bireyin
istediği bir olgudur. Ama kimi zaman
başarı isteğinin bir yan etkisi olan hırs,
insanların bilinçlerine yerleşerek bireyi gerek
sosyal açıdan, gerek ruhsal açıdan sömürür
ve zarar verir. Sosyal açıdan bakılacak olursa; hırs olgusuna kapılıp sosyal çevresinden
yavaş yavaş uzaklaşır ve dışlanır. Kişi “hırs”
olgusuna kapılarak, çevresinde kırıcı şekilde
bir tavır takınmaya başlar. Her şeyin sadece
derslerden alınacak iyi notlardan, deneme
sınavlarında yakalanacak birinciliklerden v.s
ibaret olduğunu zannedip, sosyal yaşamdan
koparak asosyal bir yaşama doğru sürüklenir.
Günümüzdeki konjonktürde de böyle bir
şey rahatça gözlenebilmektedir. Gençlerimizin çok büyük bir kısmının sınavlar, dersler
v.s gibi olgularla sosyal yaşamdan koparılması
sağlanmaktadır.
Sistemin, insanları
toplumsal
olarak
düşünebileceği konumdan uzaklaştırıp
daha
bireyci
bir
konuma
taşırmayı
başarmıştır.
80
sonrasında
sistemin bilinçli bir
şekilde
yaratmış
olduğu
bireyciliğin
oluşturduğu ve topluma empoze ettiği olgulardan sadece biridir: Hırs.
Günümüzde hırs ile azim birbiriyle
karıştırılan kavramların başında gelmektedir.
Azim ve kararlılık mücadeleci ruha sahip olan
insanların benimsedikleri özelliklerdir. Bu
özellikleri benimseyen insanların bir hedefleri vardır ve bu hedefe ulaşmak için önlerine
çizdikleri bir plan. Bu kişiler bir amaç uğruna
mücadele eden insanlardır. “Hırs” kavramının
etkisinde kalan insanlar genellikle bir hedefleri
olduğunu zannetse de, ya o hedef en başından
beri gerçek bir hedef değildi ya da o hedef
senin yaşamını yönlendirenlerin ellerinde
kendi çıkarları doğrultusunda kullanılıp yok
edildi. Günümüz koşulları içerisinde şöyle bir
örnek vermek hiç de anlamsız olmayacaktır:
Çevremizde gördüğümüz arkadaşlarımızın
çoğunun bir üniversite hayali var, ama bu
hayalin sonucunun nedense bir hüsranla
sonuçlanacağını ya kimse bilmek istemiyor ya
da kendi egosunu tatmin etmeye çalışıyor demektir. Bunun başka bir açıklaması yoktur.
Şu anda sıra arkadaşımız bile bize rakip olmuş durumdayken, sistemin bireyci
tuzağına düşmek her an başımıza gelecek bir
olay. Örneğin: Bir sınav sonucu ebeveynin
“Bak falancanın oğlu 5 almış sen 3 alıyorsun”
gibi ithamlarla küçük düşürüp, karşılaştırma
yapması o öğrenciyi hırs etkenine sürükleyen değer olgularından biridir. Öğrenci bu
tür dayatmalar sonucu
programlanmış bir robot gibi sadece kazanma
isteği duyar/arzular. Ama
bu istek kendi için değil,
ailesi tarafından yapılan
k a r ş ı l a ş t ı r m a l a rd a n
kurtulması içindir.
Devrimci
kültürü/
eğitimi almış insanın
bu tür yanlışlara sürükleyen olgulara karşı
kalkan konumuna getiren çelik gibi bir bilinci vardır. Çünkü devrimci bir birey asla
bireyciliğe düşmez. Aksine kardeşçe, her an
birbirini gözeten bir yaşamı savunur/uygular.
Böyle bir yaşam tarzı hırslı değil, aksine azimli
ve kararlıdır.
Bizler kardeşçe yaşam anlayışımızı tehdit
edecek tüm unsurlara karşı çelikleşmiş bir
irade ve bilinçle mücadele vermekteyiz/veriyoruz. Bu bilinci tüm insanların kazanmasının
yolu da “devrimci” kültürü benimsemek ve bu
kültürü yaşatmaktan geçiyor.
Serkan PEKGÖZ
4
ELEKTRONİK UYUŞTURUCU:
TELEVİZYON
T
elevizyon, sadece haber almamızı
sağlayan, dizi ve film izlememizi
sağlayan bir araç değildir. Televizyon
sistemin en etkii silahıdır aynı zamanda. Halkı
kendi istekleri doğrultusunda uyuşturup, kullanabildikleri etkili bir silahtır. Televziyonun
halka daha doğrusu insana bir faydası yoktur.
Faydası olmadığı gibi zararı vardır. Televizyon
insanı psikolojik açıdan kötü yönde etkiler.
Televizyon insana istediğini yaptırır. İnsan
bunu reddetsede bu böyledir. Örneğin: Televizyonda bir şarkı çıktığında kendimizi o şarkıyı
söylerken buluyoruz. Bu olayı yaşamadığımızı
söylersek, açıkça yalan söylemiş oluruz.
Televizyon izlerken bir süre sonra kendi
istediğimizi değil, onun bize verdiklerini/izlettirdiklerini alırız. Bu konuda en büyük örnek
haberler üzerinden verilebilir. Günümüzde
yayın yapan kanalların hemen hemen tümü
tekelci burjuvazinin isteği doğrultusunda haberlerini yönlendirmekte. Örneğin: İşçilerin
direnişlerini ne kadar sıklıkla yayınlıyorlar
ya da hatırlatma gereksinimi duyuyorlar?
Türk Telekom işçilerinin
direnişi şu zamana kadar
hangi kanalda yayınlandı?
Kaldı ki bu direnişten haberdar olmayan insanların
sayısı
azımsanamayacak
ölçüde! Her cuma günü
İstiklal Caddesi’nde “hasta tutsaklar” için yapılan
yürüyüşü şu zamana kadar hangi kanal yayınladı?
Güler Zere çıktığında bir
nebze. Peki ekonomik kriz
nedeniyle
aşılamayacak
sorunları yaşayan emekçi
kitlelerin sorunlar, objektif
bir biçimde hangi kanalda yayınlandı? Bü tür
önemli/bizi ilgilendiren bilgiler televizyonda
yayınlanmazken hangi mankenin, kiminle
yakalandığı, hangi popçunun, nerde tatil
yaptığı boy boy kanallarda! Bunun yanı sıra
önce de dediğim gibi halk televiyonun verdiklerini alırken gerçeklerden uzaklaşıyor bu da
düzenin işine geliyor -zaten düzenin işi-.
İnsanlar, emekçilerin sorunlarından bihaber
iken, diğer bir topçunun ne yediğini, kiminle
sevgili olduğunu kelime kelime okuyup, saniye
saniye izleyebiliyor. Bu da gösteriyor ki düzen
istediğini elde etmiş oluyor. Ama unuttukları
çok büyük bir şey var, o da biziz. Devrimci
Gençlik! Bizim yapmamız gereken bu halkı
bilinçlendirmek. Belki iğneyle kuyu kazıyoruz
ama kararımız kesindir! Gerekirse, Mahirlerin, Denizlerin, İboların yaptığı gibi tek tek
köyleri dolaşıp bu halkın uyuşturulmasını önleriz! Bizler elektronik uyuşturucu televizyonun yalanlarına kanmayacağız ve bu yalanları
anlatacağız!
Ahmet HANCI
5
LİSELİ DEV-GENÇ
DİRENİŞTEKİ
TEKEL İŞÇİLERİYLE
RÖPORTAJI
Liseli Dev-Genç: Genel olarak buradaki
durumunuz nedir?
Tekel İşçisi: Hükümet 4C diye yasa
çıkardı zor durumdayız. 28 Şubat’a
kadar vaktimiz var ama direneceğiz.
İşçiler direnişten yana. Burada kardeşlik
var. Biz geleceğimiz için, çocuklarımız
için mücadele ediyoruz. Burada kendimizi tanıdık. Birlik ve beraberliği
öğrendik. Paylaşmayı öğrendik. Şuan ki
direnişimiz herkese örnek olmalı. Şuan
kendimden gurur duyuyorum. Sizlerle,
devrimcilerle birlikte olmak mutlu ediyor bizi. Ölmek var, dönmek yok diyoruz.
Liseli Dev-Genç: Basında esnaf tarafından hoş karşılanmadığınız duyuruluyor bu ne kadar
doğru?
Tekel İşçisi: Hepsi yalan. Sağ olsun Ankara halkı bize destek çıktı. Esnaflar akşam dükkânı bize
bırakıyorlar oturalım, ısınalım diye. Esnaf bize karşı çıksa zaten burada direnemeyiz, çadırlarımız
burada duramaz. Eğer
biz buradaysak bunda
esnafında katkısı vardır.
Liseli Dev-Genç: Direnişinizin 68. günündesiniz,
günleriniz nasıl geçiyor?
Tekel İşçisi: İşçi arkadaşlarla sohbet ederek
dertlerimizi paylaşarak
geçiyor zaman. Zonguldak direnişinden sonra Türkiye’de 2. büyük
direnişimiz. Ankara’da en
büyük direnişi başlattık,
gururluyuz bir de sonucunu alırsak Türkiye’de
çok büyük bir adım atmış
olacağız. Bizi ziyarete
6
sanatçılar da geliyor el öpülecek insanlarsınız diyorlar. Doğa bile bizim yanımızda Ankara’da kar
yok hava sıcak herkes bizim yanımızda ama başbakan yok. Neden? Çünkü, emek düşmanı.
Liseli Dev-Genç: Ailenizi özlüyor musunuz, çocuklarınızla nasıl özlem gideriyorsunuz?
Tekel İşçisi: 2 çocuğum var. Onlar Manisa’da. Özledim onları. 68 gündür görüşemiyoruz. Onlar
da baba bekliyor tabi. Devamlı telefondan konuşuyoruz. Ağlıyorlar telefonda ben de ağlıyorum.
Onların aklı bende, benim aklım orda.
Liseli Dev-Genç: 4C’yi imzalayan işçiler oldu neler düşünüyorsunuz?
Tekel İşçisi: Evet, onlar yenik düştü. Ama biz direniyoruz gerekirse savaşacağız. Burada 10 kişi
bile kalsak direneceğiz.
Liseli Dev-Genç: 68 gündür buradasınız , ihtiyaçlarınızı nasıl karşılıyorsunuz?
Tekel İşçisi: Yemek ihtiyacımızı esnafın, halkın, sizin gibi devrimcilerin getirdiği yiyeceklerden
karşılıyoruz. İlk başlarda sorun yaşamıştık, ama bu aralar yemek konusunda sorun yaşamıyoruz.
Tuvalet ihtiyacımızı da sağ olsun kafe işleten bir esnafımız geceleri dükkânını bize bırakıyor.
Oradaki tuvalette karşılıyoruz.
Liseli Dev-Genç: Sizce Türkiye’de işçilere ne gibi değer veriliyor?
Tekel İşçisi: Ezmekten başka değer verilmiyor, tabi ezmek bir değerse. Bu 4C yasası bizi bitirdi.
Aylık 700 TL maaş vereceklermiş. Biz nasıl geçinelim, evin kirası o kadar zaten. Su faturası,
elektrik faturası, doğalgaz faturası, mutfak masrafı ne olacak onlara nasıl para ayıracam. Ayrıca
çocuklarım benden harçlık isteyince ne vereceğim. İşte Türkiye’de bize verilen değer bu.
Liseli Dev-Genç: Son olarak genel düşünceleriniz nedir?
Tekel İşçisi: Bu ülkede okusan bir dert, okumasan bir dert. Eninde sonunda iş bulamıyorsun.
Bu düzen değişmeli bu partiyle, partilerle olmaz. Şuan çalışan 3 tekel fabrikası kaldı. Onlar da
Haziran ayında kapanacak. O işçilerde bizim gibi direnmeli imza atmamalı.
Liseli Dev-Genç: Düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için Liseli Dev-Genç olarak çok teşekkür
ederiz.
Tekel İşçisi: Ben teşekkür ederim.
7
KISTIRILMIŞ HAYALLER
H
er sene milyonlarca öğrenci ÖSS
sınavına giriyor, pardon YGS mi
desem, LYS mi? Bin bir çile, dert,
stres derken bir anda sınav sistemi değişiyor
ve öğrenciler köşeye kıstırılıyor, adeta eli kolu
bağlı kalıyor. Yeni sistem hakkında kimse
doğru dürüst bir bilgi vermiyor. Bir umutla
okullarımızda rehber öğretmenlerden bilgi
alırız diyoruz, ama sorularımızın karşılığını
alamıyoruz. Rehber öğretmenlerin son sınıfta
sınava hazırlanan öğrencilere bilgi vermesi
gerekirken 9. sınıf öğrencilerine bilgi veriyor
(müfredat öyleymiş). Bu mantıken de yanlış
değil mi, ya da bu sene sınava girecek biz
sonuncu sınıf öğrencilerine kobay fare tabiri
ile yaklaşılıyor, denilemez mi?
Şunu da unutmayalım dershanelere milyarlar sayanlar bu konuda oldukça bilgili. Sınav
sisteminin değişmesi de en çok dershane sahiplerine yaradı. Gözlerini daha çok açıp nerden müşteri bulurum diye adeta yarışa girmeye başladılar. Hileli yollara bile başvurdular,
sınav sorularını çalıp sayılarını değiştirerek
hatta tıpa tıp aynı öğrencilere dağıtıyorlar
tabi öğrenci demek ne kadar doğru onların
gözünde müşteriyiz. Size şöyle söyleyeyim
daha da ileriye giden dershaneler var ki verdikleri hizmetlerin karşılığında kendi inandıkları
putlara yönlendiriyorlar müşterilerini. Test
kamplarında kur-an okuma, namaz kılma,
tespih çekme saatleri uygulamaları bunlara
uymayanlara kafir gözüyle bakmaları vb. Eminim daha su yüzüne çıkmayan onca şeyler
vardır.İnsanları ayakta uyutuyorlar. Bunu siz
de çok iyi tahmin ediyorsunuzdur. Sınav sisteminin değişmesi en çok devlet bütçesine
yarayacak. Çünkü bu sene ki ÖSS (YGS-LYS)
bütün gireceğimiz sınavların toplam fiyatı 100
TL. Bunu sınava girecek her öğrencinin ödemek zorunda olduğunu düşünürsek dudak
uçuklatacak bir meblağ ortaya çıkıyor.
Bunu okullarda kendi yararına kullanıyor
tabi. ÖSS kılavuzları 5 TL’den satılıyor. Açıp
iç kapağına baktığımızda 2TL yazıyor. Neden
5TL diye sorunca içindeki başvuru formuyla 5TL imiş. Sınav sistemi değişsin herkes
yetenekle-rine göre gelişsin istiyorduk bu
değişim kimsenin işine yaramadı ki. Sadece
kendi bağırlarında çalıştırmak için eğittikleri
meslek liseleri ve imam hatiplerin önünü
az da olsa açmış gibi yaptılar. Bu sistem bize
bin bir zorluk getirdi. Birinden ek yardım almayan, dershaneye gitmeyen, parası olmayan okumasın diyorlar resmen. Bu yıldırma
çabasının karşısında yılmaya niyetimiz yok
bizim. Onların bizi birer maskot yapmaya
çalıştıkları kesin. Biz daha fazla
bilinçleneceğiz, direneceğiz,
savaşacağız, gelişeceğiz. Beynimiz ve kalemimiz onların
oyunları karşısında kalem olacak bize. Örgütlenerek giderek
çoğalacağız. Çünkü örgütlü bir
toplum birilerinin karşısında
her zaman tek başımıza
olduğumuzdan daha güçlü ve
dayanıklı gösterir bizi.
Eşit, bilinçli, özgür ve
başarılı yarınlar için TEK YOL
DEVRİM !
Kaan SEYHAN
8
BİR MASAL
B
urası bir Anadolu Lisesi.. Ülkenin
en ‘başarılı’ 10 devlet okulundan biri
olarak gösteriliyor. Her sene üniversite
sınavlarında dereceler çıkaran bir okul. Ayrıca
büyük bir holdinge de önemli çapta vergi indirimi sağlıyor (Pardon, ‘eğitime destek’ demek istemiştim).
Ayrıca bu holding her sene en başarılı 3
öğretmene bir miktar altın veriyor.
İşte hikayemiz burada başlıyor: Bu okulun
bir de müdürü varmış. Bu altınları, alacak olan
öğretmenlerden kağıtlar imzalatarak almak
istemiş. Öğretmenlerin çoğu baskılar nedeniyle imzalamak zorunda kalmış. İki öğretmen ise
imzalamakta direnmiş. Bunun üzerine müdür
çok sinirlenmiş ve iki öğretmeni okulun bilgisayar odasına kilitleyivermiş. Öğretmenler
oradan çıkınca müdür hakkında soruşturma
açılmasını sağlamışlar. Bu arada ders yılı
başlamış ve mini mini müşteriler okula
gelmeye başlamış. Soruşturmayla ilgili okula
müfettiş gönderileceğini öğrenince idarenin
tedbir almaya zamanı kalmamış. Daha sonra
müfettişlerin ziyaretinin bir nedenden dolayı
erteleneceği öğrenilince okul içinde ‘disiplin’
terörü başlamış. Kıyafetinde en ufak bir kusur
bulunanlar okul önünde küçük düşürülmeye
başlanmış ve disiplin cezaları verilmiş. Herhangi bir sorunda disiplin dilekçelerine
sarılırmış idareciler. Bir ders saatinde 20
öğrenciyi cezalandırabilecek hıza ulaşılmış.
Çünkü , gelen müfettişlere otoriter ve ‘düzgün’
bir görüntü vermek istenilmiş.
Ve bu masal böyle devam eder.. Şimdi,
okuduğumuzu anlayalım:
Tek soru: Biz öğrencilerin suçu ne?
Umut BELGİN
Sıradalar Çocuklar
Sıradalar çocuklar şimdi;
Saçları üç numara,
Saçları bağlanmış arkadan…
Çocuklar ikili sıradalar şimdi,
Bir öğretmenden çok gardiyanı andıran hocalar,
Yangınları sürüyor saçlarıma…
Gözükmese de aramızdaki tel örgüler,
Batan güneşleri
Boyamaya çalışan
Başbakanların aralarında,
Cezaevlerini selamlıyor
Direnen çocuklarım…
Ve sıradalar çocuklar:
Aşklarını ötekilere bırakan,
Mağrur bir sevdanın uğruna,
Sıradalar şimdi!
Dudakları portakal kokan hikâyelerde
Çocuklar…
Yağmurları içerken,
Gardiyan çığlıklarında…
(Ülkemin kurşunlanan çocuklarına…)
9
FAŞİZM ÜZERİNE...
B
ilimsel sosyalizmin ustaları devrimci
savaşı, iktisadi, siyasi, ideolojik mücadele
olarak tanımlarlar. Şüphesiz devrimciler
bilimsel sosyalizmin çıkarımlarıyla devrim ve
sosyalizmin amaçları doğrultusunda “somut
şartların, somut tahlili” ilkesiyle hareket ederler.
Türkiye, yeni sömürge bir ülkedir. Bu
coğrafyadaki ve Dünya üzerindeki birçok pratikten bildiğimiz üzere, yeni sömürge ülkelerde
devrimci mücadelenin yolu -emperyalizm ve
oligarşi ile mücadele- faşizmle mücadeleden
geçmektedir.
Bu doğrultuda Faşizm ve onunla mücadele
meselesinin doğru bir şekilde kavranabilmesi
için Marksizm-Leninizm’in doğru ve tam olarak
kavranılması ve “somut şartların, somut tahlili”ni
yaparak, özellikle, ülkemizin iktisadi ve siyasi
koşullarının doğru bir tahlili sonucunda belli bir
yargıya ulaşmak gerekir.
Yine Faşizm ve onunla mücadele meselesi
başta olmak üzere hemen her konuda diyebiliriz
ki, Teorinin pratiğe en iyi iz düşümü yine ancak
devrimci teorinin, doğru ve olabildiğince bilimsel bir şekilde netleştirilmesiyle mümkündür.
Bu doğrultuda düşünecek ve tartışacak olursak,
ilk olarak görülmesi gereken şey, ülkemizdeki siyasi ve iktisadi yapının emperyalist ülkelerdekinden
farklı oluşudur. Ülkemizde Burjuva Demokratik
Devrimi tamamlanmış değildir. Bu süreç henüz
yaşanmaktadır ancak tamamlanmamıştır.
İzah ettiğimiz gibi bu durum peşinde birçok
sonuç getirmektedir. Kuşkusuz bunlardan en
önemlisi, hâkim sınıfların egemenliğinin temellerini zayıflatan ittifakların içinde bulunması,
kendi içinde önemli çelişmeler barındırmakta
olması ve bu gerici hâkim ittifakın sık sık yönetemez hale düşmesidir.
Bununla beraber devrimci demokratik bir
sürecin yaşanmamış olması emperyalist dönemde
burjuvazi önderliğinde ülkedeki demokratik geleneklerin son derece cılız kalması sonucunu
beraberinde getirmiştir. Bu özellikler aslında
emperyalizme bağımlı, yeni sömürge, ülkeler
açısından-ki bizim ülkemizde buna örnektirgenellikle taşınır.
İşte bu durumda ortaya çıkan siyasi yapı ikili bir
karakter taşımaktadır. Kısmi demokrasi unsurları
ile baskı ve terör unsurlarının iç içe bulunduğu
bir ikili karakter söz konusudur. Bu ikili karakter bizatihi devletin kendi kurumlarında görülen
bir özelliktir. Dönem dönem halk hareketlerinin
durumuna göre demokratik unsurlar ön plana
çıkarılabilir ancak asıl ve sürekli olan unsur
faşizmdir. Terör ve baskı unsurları çoğu kez ön
plandadır.
Mahir Çayan bu konuda “ Oligarşik yönetim
rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak
ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimiyle ülkeyi yönetebilmektedir. Buna sömürge tipi
faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klasik burjuva
demokrasisi ile uzaktan yankından ilgisi olmayan
‘temsili demokrasi’ ile icra edilir (gizli faşizm), ya
da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça
icra edilir.” demiştir.
Almanya, İtalya ve diğer kapitalist ülkelerde
görmeye alışık olduğumuz türden değildir
buralardaki faşizm. Ülkemizin ve bizim konumumuzdaki ülkelerin somut şartlarına göre faşizmde
özellemeler yapmakta ve kendine özgü biçimler
almaktadır ve almaya devam edecektir.
Bir diğer önemli mesele ise Faşizmin yukardan aşağıya gelişmesidir. Ülkemizde faşizmin
gösterdiği en belirgin ve en çok dikkate alınması
gereken konulardan biri de budur. Faşizm hangi
biçimiyle görülmekte olursa olsun - açık ya da
gizli - her iki durumda da yukardan aşağı bir karakter taşır bulunan devlet kurumları aracılığıyla
işler.
Bu konuda “Faşizm, devlet gücünün denetimi,
burjuvazinin askeri gücünü ve banka sermayesinin mali olanaklarını eline geçirerek, kitlelere
işleyip, yayılmak ve kitleler arasında ideolojik politik ve örgütsel bir temel yaratmak çabasındadır.”
der Dimitrov.
Dimitrov’un açıkça belirttiği bu özellikler doğrultusunda diyebiliriz ki faşizm devlet kurumlarından, devletin kendisinden
kaynaklanmaktadır.
Tüm bunların toplamında Faşizm ve Faşizmle
mücadele bir devrim sorunudur. Siyasi iktidarın,
sözün, yetkinin halka alınması sorunudur.
Devrimci gençler başta olmak üzere tüm devrimciler faşizme karşı aktif bir şekilde mücadele etmeli ve faşizme teslim olmamalıdır.
10
Devrimci Gençlik Faşizmle mücadelede en aktif şekilde en ön saflarda yer almalı ve hareketin dinamosunu oluşturmalıdır.
Faşizm karşısında mutlak bir zafer için,
Halkların kardeşliği için,
Bir kez daha haykırıyoruz:
TEK YOL DEVRİM!
ANTİ-FAŞİST ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEYİ BÜYÜTELİM!
Levent TURNACIBAŞI
Kavga Kokanlara
Biz ölünce diplomalarımız,
Filistin’deki çocukların kurşunlanmasına engel olmayacak!
Ve biz var gücümüzle test kitaplarımızı bitirmeye çalışacağız.
Bitirdiğimiz üniversitenin diplomaları,
Asla yoksulların boş tasına,
Bir kaşık çorba bırakmayacaktır.
Belki iş bulup kendimizi kurtaracağız ama
Onların kanını emen başka bir yaratık olacağız.
Biz kendimizi kurtaracağız ama
Ardımızda milyonlar kalacak.
Öldükten sonra aldığımız 100 puanlar,
Coplanan işçilerin yaralarını kapatmayacak.
Geriye dönüp baktığımızda bomboş bir hayat bırakmış olacağız.
Koskoca bir “hiç” olmuş,
Bomboş bir hayat!
Hâlbuki ardımızda,
Çocukların güldüğü,
Bir ülke bırakmak,
Ne de güzel olurdu...
Diplomalarımız paçavra,
Alın sizin olsun!
Ben halkımın açlığıyla mücadeleye gidiyorum!
Benden sonra kalanlara,
Dağlarında kızıl güneşi barındıran,
Rüzgârlar bırakmak isterim...
En azından özlemlerini dindirecek,
Köle gibi değilde hani sevda kokarak yaşamak!
Onları umutlandıracak,
Ve ben gerçekten yaşamış olacağım!
Hayat onu yaşayabildiğin kadar hayat,
Ve ölüm ardında,
Bir ülkeyi yıkayabilecek,
Çocuk gülümsemeleri barındırabilecek kadar,
Korkusuz!
Hoşçakalın!
Eylül
11
ELEMECİ, PARALI, ANTİ-BİLİM
GELECEKSİZLİĞE
SEMPOZYUMU BAŞAR
E
ğitim ve öğrenim görmek, bu ülkede
yaşayan her gencin en temel hakkıdır.
Fakat bu ülkenin gençlerinin en temel
hakkı olan eğitim hakkı günden güne ortadan
kaldırılmakta; yok edilmektedir. Bu durumun
sebebi ise egemenlerin eğitimi bir ticari alan, bir
rant zemini haline getirmeleridir. Bunun yanı
sıra yeni ve daha iyi olma iddiasıyla getirilen
her sınav sistemi, bir öncekine rahmet okutmakta ve kendi mağdurlarını yaratmaktadır.
Hemen her sene değişen sınav sisteminin
ne olduğunu ve nasıl işleyeceğini o sistemi
yürürlüğe koyanlar dahi bilmemekte; rehber
öğretmenler dahil hiç kimse sınava girecek
öğrencilere doyurucu bilgi verememektedir.
Burada asıl mağdur olan, üniversiteye girmek
için emek harcayan öğrenci olmaktadır.
Eğitim sisteminin bütünü gibi, üniversiteye giriş sınavları da genci eğitime katmak
değil; onu elemek amacıyla kurgulanmaktadır.
2009 yılında tek aşama olan üniversiteye giriş
sınavı, bu sene iki aşamalı hale getirilmiş ve
yeni durumun sebebi olarak da sınav stresini
zamana yayarak öğrencileri rahatlatmak amacı
gösterilmiştir. Gerçekte ise, gençlerin sınav
stresinin de, yaşadıkları zorlukların da azaldığı
doğru değildir. Aksine, yaşanan problemler her
geçen gün biraz daha artmaktadır. İki aşamalı
sınav sistemi bile başlı başına bir sıkıntıdır.
Söz konusu yeni sınav sisteminin sadece ikinci
aşaması bile toplam beş sınavdan oluşmaktadır.
Bizler biliyoruz ki, YGS, LYS dahil tüm sınavlar
egemenlerin kendi düzenlerini daha rahat
sürdürebilmeleri ve gençliği sömürebilmeleri
amacıyla yapılmaktadır. Bugün yoksul, emekçi bir ailenin çocuğu ile özel okullarda eğitim
gören bir öğrenciyi aynı şartlarda aynı imkanlara sahipmiş gibi değerlendirmek ve ikisini de
12
aynı sınava tabi tutmak hiçbir şekilde adalet ve
fırsat eşitliği ile açıklanamaz. Bu nedenle biz
Liseli Dev-Genç’liler diyoruz ki, adaletsizliği
ve eğitimsizliği yaratan bu sistemin kendisidir.
Sınavlarla elenmek değil, yeteneklerimizle
gelişmek istiyoruz.
2009 yılında yapılan ÖSS sonrası, ülke
gündemine sıfır çeken binlerce arkadaşımız
oturmuştu. Sorun salt arkadaşlarımızın
tembellikleriyle
açıklanmaya,
dolayısıyla hedef şaşırtılmaya
çalışılmıştı.
Gerçekte
ise,
sıfır çekenlerle birlikte barajı
geçemeyenler, hatta üniversiteye yerleşemeyenler birlikte
düşünüldüğünde, ortaya gerçek
tablo çıkacak ve bu tablonun sorumlusunun eğitimi ticarileştirenler
olduğu görülecektir. Emperyalizmin Ortadoğu konsolosluğu olarak da
adlandırabileceğimiz AKP hükümeti,
işbaşına geldiği günden beri hemen her alanı
olduğu gibi eğitimi de çökertti. Milli Eğitim
Bakanlığı’nın istatistiklerine göre AKP’nin
iktidara geldiği 2002 yılında Milli Eğitim
Bakanlığı bütçesinden eğitim yatırımlarına
ayrılan pay, %17,18 idi. Bugün bu oran %4,57’ye
düşmüştür. İlerleme, demokratikleşme, eşitlik
ve barış demagojisiyle birlikte bu ülkenin
gençleri dahil tüm değerleri sermayeye peşkeş
çekilmektedir. Özelleştirme denen peşkeş
çılgınlığı, eğitim sistemini bu niteliksiz seviyeye getiren asıl sebeptir. Yine 2002 yılında,
2122 olan dershane sayısı bugün itibariyle
4031’dir. Bu, her türlü önceliğin ve de imkanın
özel dershanelere verilmesi, okullarımızın ise
kaderine terk edilmesi demektir. Bugün birçok
okulda temizlik, ısınma gibi en temel gerek-
MSEL EĞİTİM SİSTEMİNE VE
E KARŞI GENÇLİK
RIYLA GERÇEKLEŞTİ!
sinmelerin karşılanmasının yükü ailelerimize
yıkılmaktadır. Bunun yanı sıra harç adı altında
toplanan haraçlar da günden güne artmakta ve
zaten ekonomik sıkıntılar içinde yaşayan ailelerimizi daha da zora sokmaktadır.
Biz gençlerin yaşadığı sorunlar ve eğitim
sistemindeki çarpıklıklar bunlarla da sınırlı
değildir. Üniversiteye girdikten sonra da birçok
sorun kendini göstermektedir. Bunların en
başında ise yurt sorunu gelmektedir. Bugün
ülkemizde 229 adet devlet yurdu vardır. Bu
229 yurdun toplam kontenjanı 208,869’dur.
Bunun yanında birçoğu tarikatların
elinde olan özel yurtların sayısı toplam
3,423 ve kontenjanı ise 296,132’dir.
Bu oranlar dahi ortada nasıl bir
çarpıklığın ve eğitim sisteminde nasıl
bir gericileşmenin olduğunu göstermektedir.
Her yıl ülkemizde yüzlerce
üniversite öğrencisi nitelikli,
bilimsel, anadilde eğitim istediği
için okuldan uzaklaştırılmakta
ya da atılmaktadır. Bilim
yuvası olması gereken üniversiteler adeta birer kışlaya, karakola
dönüştürülmüş durumdadır. Bir bütün halinde
çarpık olan eğitim sisteminin gençler üzerindeki yıkıcı etkisi sadece eğitim süreci ile sınırlı kalmamakta; üniversite bittikten sonra ise, sistem
bizlerin karşısına işsizlik olarak çıkmaktadır.
Bu sistemin ne bize, ne ailelerimize ne de bu
ülkenin emekçilerine verebileceği hiçbir şey
yoktur. Eğitim ancak egemen sınıfların ihtiyacı
olmaktan çıkıp halkın ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla düzenlendiği zaman gerçek bir
eğitim olacaktır. Böyle bir eğitime ulaşmanın
ve yaşamı güzelliklerle örmenin yolu ise, Dev-
Genç saflarında birleşmekten geçer.
Arkadaşlar;
Biz gençler, sınavlara tabi tutulmadan ilgi
ve yeteneklerimizin olduğu bölümlerde eğitim
görmek istiyoruz.
Biz gençler, parasız, nitelikli, bilimsel,
anadilde demokratik eğitim görmek istiyoruz.
Biz gençler, dershane, özel ders vb. ihtiyaç
duymadan üniversitede okumak istiyoruz.
Biz gençler, kişinin kişiliğini örseleyen, onu
kimliksizleştiren ve ufkunu daraltan bir sistemin parçası olmak istemiyoruz.
Biz gençler, ülke kaynaklarının emperyalizme peşkeş çekilmediği, okullarımızın özel
şirketlere satılmadığı bir düzen istiyoruz.
Bu nedenle biz gençler 22-23 Mayıs 2010
tarihleri arasında gençliğin sorunlarının
tartışıldığı, çözüm yollarının arandığı
bir gençlik sempozyumu gerçekleştirdik.
Eğitim dahil yaşamın her alanında gençliğin
karşısına çıkarılan geleceksizliği nasıl ortadan
kaldırabileceğimizi tartıştığımız bu sempozyumda üniversitelerden öğretim üyeleri,
öğretmenlerimiz, gençlik hareketi içerisinde
ciddi tecrübeler edinmiş arkadaşlarımız da yer
aldı.
Lise
ve
üniversitelerden
öğrenci
arkadaşlarımızın sunumları içeriği dolduran
ve hedefe sistemle hesaplaşmanın konduğunu
gösteren bir nitelik sıçramasını ifade eden
olumlu bir gelişmeydi. Farklı illerden gelen yoldaşlarımızın da katkısı ve özverisiyle
sempozyumu, geleceğe ilişkin umudumuzu,
baharı örgütleme kararlılığımızı büyüterek
okullarımızdan bölgelerimize kadar halkın
içinde çalışmalarımıza hız kazandırma iradesiyle başarıyla gerçekleştirdik.
13
SÖMÜRÜNÜN KAYNAĞI
ÖZEL MÜLKİYET
İ
lk çağlarda yapılan ve şuan bize basit gelen
arayışlar ve buluşların, devlet kavramını
ortaya koyacağını tahmin edemezdik herhalde. Devlet kavramının şu zamanda ortaya
çıkmasının temelini atan unsur sınıf ayrımı ve
özel mülkiyettir. Sınıf ayrımı, bir topluluğun
her zaman kendi mal varlığıyla diğer insanlardan kendini üstün görmesidir. Böyle bir
olgunun ortaya çıkışının nedeni özel mülkiyettir.
Özel mülkiyet, ilkel toplumda yoktu ama onu
doğuran unsurlar bulunmaktaydı. Hayvanları
evcilleştirme veya tarımı öğrenme gibi yenilikler artı değeri, artı değer özel mülkiyeti
doğurdu. Üretim araçlarının gelişmesi iş
bölümü sonucu insanların ellerinde kendilerine yetenden fazla ürün birikti. Buna toplumsal ürün fazlası dendi. Kabilelerdeki
insanların kıtlık dönemlerinde aç kalması,
ürün fazlası olanlara saldırması kaçınılmaz
olmuştur. Zamanla insanlar birlikte gittiği ava
artık tek başına gidip avlandı “biz” denilen
kavramı “ben” e çevirdi ve insanlar kısa sürede
özel mülkiyetle bencilleşti… Bireysel yani
tek başlarına çalışmaları yeterli olunca ortak
çalışmaya ve ortak mülkiyete gerek kalmadı.
Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyinin ilerlemesi, insanın tükettiğinden fazlasını üretmeye başlamasıyla eşitsiz bir birikime neden
oldu. Bunu elinde bulunduranlar özel mülkiyete sahip oldu.
Dolayısıyla sömürü ortaya çıkmıştır. Baskı
ve sömürü; güçlü olanların(üretim araçlarına
sahip olanlar) kendi buyruklarında insan
çalıştırmasına olanak verdi. Bu insanlar
karın tokluğuna, hiçbir ayrıcalıkları olmadan
çalıştırılıyorlardı. Bu toplumda köle sahibi
efendiler sömürüyü şiddetle sürdürmek ve
kuzu kuzu sömürülmeye yanaşmak istemeyen
14
köleleri yola getirmek, onların mücadelelerini
bastırmak için bir sistem yaratıldı ve buna devlet adı veridi. Ve devlet bazı sütunların üstüne
kuruldu. Bunlar kanunlar, ordu, bekçi, polis
vb. teşkilatlardır.
Köle sahipleri, kölelerin isyan etmelerinden korktuklarından ve diğer komşu kabileleri
yağmalamak köle toplamak istediklerinden
devamlı bir ORDU meydana getirildi. Köleler kaçmasınlar ve efendilerin mülklerine göz
dikmesinler diye BEKÇİ, POLİS teşkilatı kurdular. Kendi çıkarlarını koruyan, emekçileri
ezen, onları zorla çalıştıran emirler, fermanlar çıkarıldı. Bunlara da KANUN dediler,
HUKUK dediler. Ama hukuk her zaman kuvvetlinin hukukuydu.
Ve bu hukuk, ordu, polis halkın ezilmesinde kullanılan yapılar kendilerini yenileyerek,
geliştirerek bütün toplumlarda sömürünün
var olmasında araç olmuştur. İlkel toplumda oluşan devlet yapısı feodal toplumda da
kendini yakıcı bir şekilde hissettirip kapitalist toplumda var olmaya devam etmiştir.
İşçinin emekçinin sesinin çıkmaması için her
türlü olanağını kullanmış ve özel mülkiyetin
saltanatını korumasını sağlamıştır. Bu günde
özel mülkiyeti bol olan patronlar hiç emek
harcamadan para biriktirmektedir oysa emekçi ürettiği metaya bile sahip olamamaktadır.
Ve biz DEV GENÇLİLER diyoruz ki;
Bir devletin demokrat veya sosyalist olması
için emek ile sermaye arasındaki uçurum
kalkmalıdır. Özel mülkiyet ilkel toplumda
yoktu şimdi de olmamalıdır. Özel mülkiyet ve emeği sömüren bütün her şey ortadan
kalkmalıdır. Gerçek demokrasi için, kardeşçe
yaşamak için, işçilerimizin emeklerinin artık
sömürülmemesi için TEK YOL DEVRİM!
Akif SÖNMEZ
ÖZGÜRLÜĞE
AKIYORUZ
B
iz dağların arasında özgürlüğe doğru,
güzel günlere doğru, durmadan aktık
ama bu sizi korkuttu. Biz berrak aktık,
huzur dolu aktık. Siz bulandırmak, kirletmek
istediniz; içine zehir akıttınız. Biz yine aktık,
inadına aktık, hem de şırıl şırıl. Sesimiz hep bir
ağızdan özgürlük şarkıları söylüyordu. Dinleyenler koşup katılıyorlardı, bizimle akıyorlardı.
Siz bundan ürktünüz, çekindiniz ama bizi
anlamadınız. Biz barışa, kardeşliğe akıyorduk,
ama siz düşmanca saldırdınız.
Sesimizi kesmek istediniz, kimse bizi
duymasın istediniz ve bunun için bizi dağların
arasına hapsetmek istediniz. Önümüze barajlar kurdunuz; temelinde kin ve nefret olan
barajlar, betonunu kanla suladığınız barajlar…
Ama biz yine aktık; durmadan, dört bir taraftan gelerek, hep bir yere doğru, hep artarak.
Arttıkça barajlara sığmadık. Çatlaklar oluştu
barajlarda ve biz yolumuza devam ettik. Ama
siz kapattınız o çatlağı. Sonra bir tane daha
çatlak, siz yine kapattınız o çatlağı. Sonra bir
tane daha, bir tane daha, bir tane daha, ama
E
siz hepsini kapattınız. Her şeye rağmen bizim
özgürlük umudumuz bitmedi. Durmadan
arttı özgürlüğe, barışa, kardeşliğe inancımız…
Sizinse kininiz, nefretiniz, savaşınız ve kana
susamışlığınız arttı.
Artık ortada kapatacak bir çatlak yok,
çünkü barajlar yıkıldı; kinle, nefretle, kanla
yaptığınız duvarlar daha fazla dayanamadı
bizim inancımız, inatçılığımız karşısında.
Yıllarca dağlar arasına sıkıştırılmış yürekler önlerindeki kocaman özgürlük vadilerine
doğru, özgürlük çığlıklarıyla, barış şarkılarıyla,
marşlarla durmadan aktı.
Artık durduracak bir güç kalmadı özgürlüğe
akan akıntıları, artık susturacak bir güç kalmadı
dağların sesini…
Kusura bakmayın ama çırpınışlarınız boşuna;
çünkü artık kapatacak çatlaklar kalmadı, çünkü
yaptığınız barajlar tepenize yıkıldı. Çünkü siz
artık bir şey veremeyeceksiniz bize ve biz bize
ait olanı alıp götüreceğiz…
Ali SUNAY
ANADİLDE EĞİTİM...
ğitim gördükleri okullarda Türkçe bilmedikleri ve kendilerini ifade edemedikleri için şiddete maruz kalan 170 öğrenci Eğitim-Sen Van Şubesi’ne
başvurdu. Şiddete maruz kalan öğrencilerin
çoğunluğunun köylerin boşaltılmasıyla Van’a
göç eden ailelerin çocuklarının olması dikkat
çekiyor.
Öğrencilerin belirttiklerine göre, idarecilere
göre suçları, poşu takmaları, Türkçe bilmeme-
leri ve Türkçe kendilerini ifade edememeleri.
Eğitim-Sen’e başvuran öğrenciler arasında
ırkçılığa maruz kaldığını söyleyen öğrenciler
de var. Bazı idarecilerin öğrencilere ‘Siz pis
insanlarsınız, sizden adam olmaz’, dedikleri
ve buna itiraz eden, Türkçe bilen, öğrencilerin
de şiddete maruz kaldığı yine öğrencilerin
aktardığı bilgiler arasında.
15
Hülya ŞANLI
ÇELİŞKİLER SİLSİLESİ
H
er sabah içimde yer etmiş ve bir saniye
bile gecikmeyen çeşitli tereddütler ve
korkular var. Bu tereddüt ve korkular
ben dâhil benimle birlikte aynı okulda okuyan
çoğu öğrencinin içinde olduğundan adım gibi
eminim.
Klasik bir pazartesi sabahı. Öğretmenler okul
önündeki polislik görevini başarıyla yerine getirmekte. Bu klasik pazartesi gününde, klasik
olaylar yaşanıyor: Öğrenciler çeşitli sebepler
bahane edilerek okula alınmıyor, numaraları
alınıyor, gerekli görülürse disiplin kuruluna
gönderiliyor. Bunun sonucunda eğitim hayatına
işleyecek olan çeşitli cezalar ( kınama, disiplin cezası, uzaklaştırma v.s) alıyor. Yani kısacası
öğrencilerin okuluna öğrenciler alınmayarak
üstüne bir de ceza veriliyor! Çelişkiye bakar
mısınız!
“Öğretmenlerin” öğrencilere bu şekilde
düşman gibi davranması ne kadar normal? Zaten apaçık ortadaki öğretmenler kapı önlerinde
öğrencileri içeri alıp almama yarışındayken,
dışarıdan bakıldığında birer öğretmen değil de
“polise” benzedikleri net bir şekilde ortada. Zaten bir iki yıla kalmadan şu anda mecazi anlamda kullandığım polis kelimesini taşıyan zat’lar
okullarımızda, öğrencilerin arasında ellerini
kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşmaya
başlayacaklar. Yani anlayacağınız okullarımız gitgide okul dışında her şeye benzemeye başlıyor.
Faşist gölgelerin arasında eğitim görmek ne kadar elverişli ve sağlıklı olacaktır? İşte burası tam
bir muamma! Bakın daha buraya kadar öğrenci
psikolojisi üzerinde uygulanan yıkımların hiçbirisinden söz etmedim. Çünkü öğrencileri alış
sırasında tam bir karpuz seçme pardon öğrenci
seçme yarışına girişiliyor ve öğrenciler cımbızla
seçildikten sonra yarım saate yakın bir süre
boyunca bireysel veya genel olarak, öğretmen
tarafından hakaret ve küfüre maruz kalıyor. Şimdi
burada bu öğrencilerin küfüre maruz kalmasının
sebebini oluşturacak, bu kadar ağır olan suç ne?
Ceket getirmemesi mi, saçını kestirmemesi mi
yoksa? Nedir bu kadar cezayı haklı kılan?
Şimdi yakın zamanda temizlik aidatı, zart
aidatı, zurt bağışı gibi saçma adlar altında toplanan
paralar bu dönemde toplanmaya başlanacaktır.
Bende o zaman onlara bütünlemelerde toplanan
paraların bu yönde harcanılmasını önereceğim.
Tabi o para çoktan müdürün cebine inip koluna
saat, eşine kolye, evine biblo olarak geri dönmediyse! Dönmediğini varsayalım: Bütünlemelerde sınav başına toplanan paralarla, okulun bir
dönemlik “temizlik aidatı” rahat rahat çıkabilir.
Onu da geçtim, bu ücreti muhterem devletimizin
ödemesi gerekmiyor mu? Çelişkiler silsilesi!
Sen asgari ücretle, çalışan işçi olan anne ve
babanın çocuğusun. Paranın düdüğünün öttüğü
bir yerde, burjuvazinin eğitim sisteminden daha
fazlasını beklemek hem sana hem de onlara bir
hakaret olacaktır.
Sistemin doğrularıyla bizimkiler asla uyuşmaz.
Bunun arkasında yatan en önemli sebep bunların
gönüllük çerçevesinde değil de birer ‘dayatma’
olmasıdır. Bu dayatmalar, öğretmenleri despotluktan daha üst bir seviyeye ulaştıramayacaktır.
Baskıların okul dışında bittiğini sanıyorsanız
yanılıyorsunuz. Öğrenci girişinin hemen on
adım ötesinde terör estiren “polis” faktörüyle
karşılaşacaksınız. İstedikleri gibi üst-baş araması,
kimlik taraması yapabilir ve seni herhangi bir
bahane bularak tartaklayabilme cesaretini kendilerinde bulabilirler. Unutmadan bu polisler senin
müdürünün şakalaştığı polislerdir. Yani polislerle öğretmenleri birbirleriyle bağdaştırmak herhalde pek yanlış bir tutum olmayacaktır. Her an
bu polislerle tartışma potansiyeli içerisindesin
ve bununla birlikte dayak yeme potansiyeli artık
sende de mevcuttur.
Öğretmenlerin takındığı despot tutum genellikle şiddetle süslenir ve öğrencilere sunulur. Bu
durum öğrencilerin okuldan daha da uzaklaşması
ve soğuması anlamına gelmektedir. Okula
soğuma döneminde öğretmenlerin sorduğu “Bu
öğrenciler neden okula gelmiyor, neden kaçıyor?”
sorusunun (soruyorlarsa tabi) cevabını fazla uzakta aramaya gerek yok sanırım.
İdarecilerin okul içinde uyguladıkları baskılar,
dayatmalar gün be gün artmakta. Bunu yaratan
en büyük nedenini de sistem olduğunu hepimiz
biliyoruz. Bunları daha doğru bir şekilde kavramak için eğitim sisteminin kökten bir eleştirisini
16
yapmak şart. Bu eleştiriden sonra sistemin ne
kadar çürüdüğünün farkına varacağız. Tabi ki bu
çürümüş, çarpık ilişkilerden meydana gelen sistemin çözülmesi ve yok olabilmesi için tek yolun
“devrim” olduğunu da biliyoruz. Dayatmalardan,
gericilikten, militarizmden arınmış bir eğitim
sistemi için:
KADERİMİZ KENDİ ELLERİMİZDEDİR!
TEK YOL DEVRİM!
Naci GÜVEN
ÇALIŞMALARIMIZ SÜRÜYOR
BAHARDAN YAZA DÖNÜYOR MEVSİM
K
ime ne kadar ulaşabildik? Ne kadar anlatabildik sınıf mücadelesini? Kime ne
kadar yardımımız dokundu? En önemlisi
kendimizi ne kadar geliştirebildik? Ne kadar iletebildik?
Bu soruları sürekli sormak gerekiyor kendimize. Aslında sürekli bir mücadele içindeyiz. Ailemizle, okulumuzla ve hatta hayatımızla sürekli
bu ağır hayatın yükünü en kolay şekilde nasıl
üstleneceğimizi düşünüp duruyoruz. Mücadele
hayatın her yerinde. Lisede lise sorunlarıyla,
üniversitede üniversite sorunlarıyla, sonra tam
anlamıyla hayatla mücadele içinde olacağız.
Olmalıyız da. Aslında hepsinin amacı aynı, daha
insancıl, özgür, eşit bir yaşam istediğimizde ve
gelecek kuşaklara da bu iyi şartlarda bir yaşam
sağlama ümidinizden kaynaklanıyor bu mücadele.
Bir burjuva da mücadele halinde olabilir. Ancak
bizimkiyle hiçbir zaman aynı sebeplerde olamaz.
Çünkü o , nasıl daha fazla emek sömürürüm , nasıl
daha fazla zengin olurum ya da rakiplerimi
nasıl daha çok karla
geçerim , mücadelesi
içindedirler. Ve bu mücadeleyi verirken bile
o sömürdüğü işçilere
muhtaçtır. Bizim mücadelemiz ise , nasıl
insanca yaşabilirim
, nasıl sıcak bir evde
oturabilirim , nasıl
çocuklarıma
daha
rahat şartlarda bir
hayat sağlayabilirim
mücadelesi. Zaten o
yüzden bizim mücadelemiz ‘ onurlu
mücadele ’. Peki nedir
mücadele ? Mücadele;
savaşmaktır, direnmektir, karşı koymaktır ve
bilinçlenmektir aslında. Peki biz mücadelenin
neresindeyiz! ‘ Her yerindeyiz! ‘ Çünkü bizler
geleceğiz ve geleceğin daha parlak, daha eşit, daha
özgür olması için mücadele etmeliyiz ve mücadelenin her yerinde olmalıyız. Biz geleceğiz çünkü
sömürüye, haksızlıklara karşı savaşıyoruz, direniyoruz, karşı koyuyoruz en önemlisi bilinçleniyoruz. Bilinç dediğimiz şey çok önemli, hayatımız
boyunca bir mücadele içindeyiz ve bu mücadeleyi,
eylemleri amacına ulaştırabilmek için etrafımızda
olup bitenleri iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Dostumuzu , düşmanımızı ayırt edebilmeliyiz mesela.
Örgütlü olmayı öğrenmeliyiz. Kişisel değil toplumsal sorunlara öncelik vermeliyiz. Görmeliyiz
, duymalıyız , okumalıyız , yorum yapmalıyız. Teori-Pratik ilişkisini hayatımıza iyice oturtmalıyız.
Okuduklarımızı hayatımıza yansıtmalıyız yani.
Eylemlerimizle kanıtlamalıyız. Unutmayalım ki
“Hak verilmez alınır , zafer sokakta kazanılır.”
Selçin SOLMAZ
17
“EVLERİNE DÖNSÜN”
DİYENLERİN SARAYLARINI
BAŞLARINA YIKACAĞIZ!
O
ligarşik diktatörlük gün geçtikçe emekçi sınıfların üzerindeki baskısını
arttırmakta, sömürüyü ve talanı hat
safhaya çıkarmaktadır. Patronların 3-5 kuruş
daha fazla kazanabilmeleri için emekçi yığınların
istekleri göz ardı edilmekte ve toplumun her
katmanı oligarşi tarafından tabi ricait ise iliğine
kadar sömürülmektedir. Halkın içindeki en ufak
bir kıpırdanıştan dahi korkan oligarşik diktatörlük, devlet cihazlarını acımasızca ve bir o kadar
da canice emekçi yığınların üzerine sürmüştür.
İşçiler yaralanmış ve hayati tehlikeler atlatmıştır.
Görüntülerde, Abdi İpekçi Parkı’nda işçilerin
yerlere serildiğini görmekle birlikte, faşizmin
çirkin bir boyutu daha gözlerimizin önüne
serilmiştir.
Hala ülkemizde demokrasi söylemlerinde
bulunulurken, işçilerin demokratik haklarını
kullanması, anti-demokratik bir uygulamayla
karşı karşıya kalmalarına sebep oluşturuyor!
Faşizm, demokrasi maskesini artık suratında
tutamamaktadır. Kapitalizmin içine girdiği krizle birlikte sistem, krizden ucuz kurtulmanın
yollarını aramaya başlamıştır. Bunun en kısa yolu
ve çözümü ise “işten atmalar” olmuştur. Egemenler hiç vakit kaybetmeden bu ‘kısa yolları’ krizden
çıkabilmek için kullanmaya başlamışlardır. Zaten açlık sınırının altında bir maaşla yaşamaya
çalışan emekçilerin işten atılması ülkemizdeki
oligarşinin krizden kurtuluş yoludur. Ama bunun emekçi kesim için ne denli büyük bir sorun
olduğunu egemenler bilmez ya da bilmek istemezler. Çünkü onların kaybedecek bir işleri yoktur. Günde Dünya üzerinde 17.000 insan ölürken, onların derdi açlıktan ölen insanlar değil,
karlarına daha ne kadar kar katabilecekleridir.
İşbirlikçiler, son dönemlerdeki söylevleriyle
ve büyük bir yüzsüzlükle işsizliğin azaldığından
ve krizden çıkıldığını iddia etmektedirler. Bir
kez bile televizyonu açıp izlemediler mi? Artık
burjuvazinin basını bile bu haberleri gizleyememektedir. İşte bunun en son örneği: 24.12.2009
tarihinde Antalya’da 25 yaşındaki Niyazi Kaymaz, 7 aydır işsiz ve borçlarını ödeyemeyen bu
genç insan cinnet geçirerek, elinde bıçakla yolda
önüne gelene saldırdı. Olayda bir kişi ve bir polis yaralandı. Şimdi bu örneğe bakacak olursak,
işsizliğin azalmadığı aksine gitgide daha arttığını
ve şiddetlendiğini göreceğiz. Egemenlerin halkın
üzerinde uyguladığı zamlar, işten atmalar, bütün
gerçekliklere suratını çevirerek ve utanmadan
yüzde 2.5 zammı reva görmeler ülkemizde ki gizli faşizmin ürünüdür.
Ülkemizde hala böyle vakalar yaşanırken
krizin etkisini yitirdiği ve işsizliğin azaldığını iddaa etmek, faşizmin ihtiyacıdır.
25 Kasım grevinden sonra, 40’a yakın işçiye
ceza talebinde bulunulması, demokrasinin
olmadığını bir köre bile göstermeye yardımcı
olacaktır. Bu eylemden sonra işten atılmalar
hız kesmeden devam etmektedir. Son olarak
tekel işçilerinin 4/C statüsü kapsamında işten
atılmaları başka bir eylemi daha kaçınılmaz
kılmıştır.
AKP hükümetinin başbakanına bir eylemde
bulunan tekel işçileri, yaptıkları protestolar
karşısında “Kusura bakmayın” gibi trajikomik
bir cevap alan işçilere, o da yetmezmiş gibi “provokatör” demesi hak arama mücadelesinin ne kadar zorlu bir iş olduğunu bir kez daha net çizgilerle göstermiştir. Bu şekilde cevap alan işçilere
“mücadeleden” başka bir yol kalmamıştır!
Ankara’ya Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçiler taleplerini “Ölmek var dönmek yok”,
“Direne direne kazanacağız” gibi sloganlarla
isteklerini hep bir ağızdan ve bir o kadar da
kararlı bir şekilde dile getirmişlerdir.
Eylemin 4. gününde polisin gazlı, coplu müdahalesiyle birlikte, çok sayıda işçi yaralanmış
ve üç işçi kalp krizi geçirerek hayati tehlikeler
atlatmışlardır. Faşizmin uyguladığı bu canice
saldırının sonucunda, elinde ekmeklerle panzerin tazyikli suyundan kaçmaya çalışan işçilerin
fotoğrafları kalmıştır. Artık faşizm demokrasi
18
maskesinin arkasına saklanamamakla birlikte, bu
tip hareketlenmelere de tahammülü kalmamıştır
ve bu eylemin temelini kapitalizm hazırlamıştır.
Ulaşım sektöründen, tekele, gıdadan madene
kadar çoğu sektörde eylemler hız kesmeden
devam etmektedir. Başbakan’ın bu eylemler
karşısında “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”
mantığını kullanarak “Evinize dönün” demesi
emekçilerin eve dönüşlerinin 2. gününde aç
kalacaklarının en açık göstergesidir. Başbakan
için “evinize dönün” demek o kadar kolay olacak
ki herhalde işçilerin de kendi gibi lüks sitelerde
oturduğunu zannediyor. Egemenler bunları
asla bilmezler. Çünkü onlar bir kere bile gün
doğumuyla gün batımını bir edip, evlerine bir
çorba parası götürebilmek için yerin kat be kat
altında ölümü göze alarak çalışmadılar. Onlar
emek harcayarak hiç bir şey üretmediler. Bir
avuç asalak, kan emici olarak emekçi yığınları
sömürmekten başka bir şey yapmadılar.
İşte oligarşi budur. Bir avuç kan emicinin,
ülkedeki emekçi kesimi sömürebildiği kadar
sömürmek, patronların zenginleşebildiği kadar
zenginleşmesini sağlamak.
Oligarşi için emekçilere “evinize dönün”
demesi gayet kolay, ama şunu da bilmiyorlar,
bilmek istemiyorlar: Evlerine dönerler ama,
dönecek bir evleri varsa!
ZAFER DİRENEN EMEKÇİNİN OLACAK!
Nazlı SOYLU
Marksizm: Bilimsel Bir Dünya Görüşü
M
erhaba arkadaşlar. Bu yazıda Marksizm’in
oluşum ve gelişim sürecine ufak bir
başlangıç yapmayı uygun gördüm. Gelecek sayılarda daha ayrıntılı bilgilerle karşınızda
olacağız.
Öncelikle Marksizm’in basit bir tanımıyla
başlayalım: Toplumların gelişimini, bilimsel olarak
açıklayan genel bir dünya görüşüdür. Bunu biraz
açarsak; toplumların bulundukları duruma nasıl
geldiklerini, niçin sürekli değişimlere uğradıklarını
ve geleceğin bu toplumlara neler getireceğini
araştıran Marks ve Engels, sonunda şu sonuca
varmışlardır: Toplumlardaki değişimin hiç biri rasgele olmamıştır. Bu değişmelerde tıpkı tabiattaki
değişimler gibi belirli kanunlarla düzenlenmiştir.
Değişimlerin belirli kanunlara uyması gereği ise,
bize toplumları bilimsel olarak açıklama imkânı
verecektir.
İnsanların gerçek yaşantılarını, ortak üretim
çabalarını başlangıç noktası olarak alan bu bilimsel görüş, dinsel inançlar, ırk ayrımları, bireysel
eğilimler ya da hayaller üzerine kurulan diğer bütün
dünya görüşleriyle taban tabana zıttır.
Marks, bu dünya görüşünü, özellikle İngiltere’ye
uyarlayarak, kendisini bütün dünyaya tanıtan
bilimsel teorisini, yani kapitalizmin ekonomik teorisini kurmuştur. Bununla birlikte Marks ekonomik
görüşlerinin tarihi ve sosyal görüşlerinden asla ayrı
düşünülemeyeceğini, hepsinin bir bütün şeklinde
ele alınması gerektiğini ısrarla belirtmiştir. Örneğin,
kapitalistin karı ile emekçinin ücretini, belirli bir
noktaya kadar salt bir ekonomik sorun gibi incele-
mek mümkündür. Fakat soyut kavramları değil,
gerçek hayatı incelemek isteyen bir kimse, kar ile
ücret arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için her
şeyden önce bu ilişkilerin sınıfsal nedenlerini, yani
işveren-işçi ilişkilerini gözden geçirmek zorundadır.
Böylelikle ekonomik bir sorunun araştırılması tarihsel bir aşamanın araştırılması halini alacaktır ve
bu evrede Marksizm devreye girecektir.
Toplumların gelişimini bilimsel olarak açıklayan
Marksizm, bütün öteki bilimler gibi, deneylere, tarihin ve tabiatın gerçekliklerine dayanır. Bu açıdan
Marksizm tamamlanmış bitmiş bir dünya görüşü
değildir. Toplumlar evrimden geçtikçe, ortaya yepyeni ortak çabalar çıktıkça, insanların tecrübeleri
arttıkça Marksizm’de sürekli olarak gelişir ve ortaya
çıkan yeni gerçeklere de aynı kesinlikle uygulanabilir. Nitekim Marks’ın ölümünden sonra Marksizm’e
en büyük katkıları V.I. Lenin (1870–1924) tarafından
yapılmıştır.
Dış dünya hakkında edindiğimiz bilgiler, bize
dış dünyayı kendi isteklerimize uygun olarak
değiştirebilme imkânlarını verir. Aynı şekilde
Marksizm’de, toplumu sosyal ve ekonomik
amaçlarımız çerçevesinde yön vermemize ve
değiştirmemize rehber olur. Çünkü toplumları
düzenleyen, yöneten, sosyal ve ekonomik kanunlar, dış dünyayı düzenleyen ve yöneten kanunlar
kadar kesin ve geneldir. İşte Marksizm, eşya ile insan toplumlarına aynı kesinlikle uygulanabilen toplumsal kanunların bulunması, açıklanılması ve
kullanılmasıdır.
Aşkın TUNA
19
8 MART DÜNYA EMEKÇİ
KADINLAR GÜNÜ
D
ünya emekçi kadınlar günü ilk kez
1800’lü yıllarda bir tekstil fabrikasında
daha iyi çalışma koşulları için greve
giden kadın işçilerin fabrikaya kilitlenmesi,
arkasından da çıkan yangında fabrika önüne
kurulan barikatlardan kaçamayarak ölmeleriyle gündeme gelmiştir. Kadınlar da tüm
dünyada olduğu gibi eşitlik isteklerini 8 Mart
gününde dile getiriyorlar. ABD’nin New York
kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan
işçi kadınlar ,1800’lü yılların ortasından beri
daha iyi çalışma ortamı, emeklerinin karşısında
hak ettikleri ücret için çalışıyorlar. Ama bunca yıllık mücadeleye karşı elde ettikleri bir
şey yoktur. En sonunda hakları için son çare
greve giderler. Ancak patronlar greve zalim
bir şekilde müdahale ederler. Ve greve giden
kadınlar fabrikaya kilitlenir. Patronların amacı
grevin başka fabrikalara sıçramamasıdır. Beklenmedik bir yangın çıkar ve kadın işçilerden
çok azı kaçıp kurtulmayı başarır. Bu katliamda
129 kadın işçi yanarak can verirler.
8 Mart Clara Zetkin’in önerisiyle tüm dünya
kadınlarının eşitlik, özgürlük ve daha huzurlu
yaşama isteklerini dile getirdikleri çok özel bir
gündür.
Kadınlar ve erkeklerin fiziksel olarak eşit
olmamaları, hak olarak da eşit haklara sa-
20
hip olmamalarını gerektirmez. Kadınların
haklarını engellemek demek; o toplumu
bitirmek demektir. Kadınsız bir toplum çorak
bir toprağa benzer. Toplumun yapı taşı olan
aileden başlayarak sağlıklı bireyler yetiştirmek
onların elindedir. Eğer kadın bilgisiz ve cahil kalmışsa, okuma hakkından mahrum
bırakılmışsa ondan sağlıklı birey yetiştirmesi
beklenemez.
Kadınların devrimci mücadelemizde yeri
çok büyüktür. Şu söz de bunu çok güzel vurguluyor. “Kadınlar katılmaksızın gerçek bir kitle
hareketi olamaz.” Bu söz kadının devrimci mücadelede ki direnişini ve günümüzde kadının
ikinci plana atılma durumuna karşı duruşun
bir ifadesidir bence. Örgütsel yaşamda kişinin
cinsiyeti değil yerine getirdiği görevleri önemlidir. Böyle bir zamanda savaşmak zorunda
ve karşısında durmak zorunda olduğumuz
bir sürü engel vardır. Kadın yoldaşlarımızın
bu durumda sahip olduğu kararlılık, özveri,
disiplin bu mücadeledeki başarımız da çok
önemli bir etkendir. Bu yolda devrimcilerin
görevi kadın – erkek ayrımı gütmeden devrim
için mücadele etmektir.
Aydınlık yarınların ve zaferin güvencesi budur!
Ayla ŞAHİN
K
İŞÇİ AĞACI
apitalizm birbirlerini tanımayan, birbirlerine karşı soğuk, ruhsuz, cansız itaatkâr
kalabalıklar ister ve bu kalabalıkları büyük karanlık şehirlerinde programlanmış gibi
hareket ettirir. Sabah kalk işe ya da okula git, akşam gel televizyon seyret ve yat. Sen
bunları yaparken senin fabrikanın sahibi veya işverenin âşık olduğu tek şey olan parasına
kavuşur. Bütün gün parasına bakıp gururlanır. Sen bir deri bir kemik kalırken onun karnı kendinden önce gider her yere. Kapitalistler o kadar aç gözlüdür ki karları için yapamayacakları şey
yoktur. Giderler bir başka toprağa söndürürler oraların güneşlerini…
On beş çiftçi bir gün bir elma ağacı dikmeye karar verirler. Toprak sahibinden izin almaya giderler. Toprak sahibi ağacı dikebileceklerini söylemiş ama şart koymuş demiş ki “ağaç bana ait olacak,
ağaçta yetişen elmalarda” çiftçiler boynu bükük kabul etmişler. Borçlu hissederler kendilerini toprak sahibine. Toprak sahibi elbirliği etmiş kralı devirtmiş büyük şehirde. Gelmiş eski toprağına
satın almış oraları. Kandırmış köylüleri demiş ki “bana çalışın, benim zekâm sizin gücünüz
sırtımız yere gelmez” kabul etmiş köylüler. İmzalatmış onlara kâğıtları yasal hapse almış onları.
Ertesi gün çağırmış eli silahlı adamları fiziksel hapse almış köylüleri. Toprak sahibi şişmanladıkça
zayıflamış köylüler. Dostlukla,
kardeşlikle dikmişler ağacı.
Kısa zamanda dallanmış
budaklanmış ağaç, meyve vermeye başlamış. Ağacın böyle
Bir çocuğun,
büyüdüğünü gören toprak
sahibi hemen gitmiş ağacın
Rüyasında gördüğü oyuncaktır Devrim.
yanına demiş ki “bu meyveFırından yeni çıkan,
ler olmuş hemen koparın o
Ekmeğin ağza yayılan sıcak buğusudur.
meyveleri satacağım” köylüler
ağaca
bakmışlar
koparHiç kimsenin bilmediği bir sokakta,
maya elleri gitmemiş. TopMüzisyenin akordeonundan çıkan ezgidir
rak sahibi çekmiş kırbacını
Devrim.
köylülerin bir deri bir kemik
vücutlarına vurmaya başlamış.
İsyan yakıcılığında bir zafer şarkısıdır.
Hiddetlenmiş köylüler, artık
Öldü zannedilen ozanların,
durumun farkına varmışlar.
En zehir zemberek sözlerini her an anmaktır
Bilinçlenmişler o anda. Her
şeyin yalan ve bencillik üzerine
Devrim.
kurulu olduğunu anlamışlar.
Ve “Bugünü gördüm ölsem de gam yemem
Güneş doğmuş o anda onların
gayrının”
arkasından. Gelmiş diğer
köylüler, kaçmış eli silahlı korResminin yapıldığı günün adıdır Devrim.
kaklar. Yürümüşler toprak sahibinin üzerine. Bitmiş o anda
bütün korku ve cahillik. Sahibi olmuş o günden sonra köylüler yaşadıkları toprakların.
Gün gelir devran döner, bütün korku ve cahillik biter. Hepsinin yerini gerçek emeğin ve
dayanışmanın yaşanacağı o günler alır. İşçi dayanışması da büyür bir ağaç gibi işçi ağacı olur
dünyanın her memleketinde yetişir. O ağacı ekmenin günü gelmektedir, artık yaşadığımız memleketlerde.
Aykut AKMAN
Devrimdir Adı
21
NEYDİK NE
OLDUK?
M
ehmet Türkkan’ın kaleme
almış oluduğu “Neydik Ne
Olduk” insanın hem biyolojik anlamda, hem de kültürel anlamda evrimini anlatan akıcı ve tavsiye edilebilir nitelikte bir kitap. Basit
ve eğlenceli bir anlatımı olan kitap
kolayca anlaşılabiliyor. Evrimin sürecini hikayeleştirerek anlatan Mehmet
Türkkan, insanın ateşle tanışmasını,
nasıl iki ayak üzerinde yürümeye
çalıştığını/başladığını, özel mülkiyetin doğuşunu, devlet kurumlarının nasıl oluştuğunu sürükleyici kalemiyle yazıya getirmiş.
Kitap UNESCO’nun 1979 yılını “Dünya Çocuk Yılı” ilan etmesi üzerine Kültür Bakanlığı’nın
açtığı”Çocuk Romanı Yarışması’nda ödül alan başarılı bir kitap. Toplumlar tarihine girilmeden
önce okunması gereken, hazırlık niteliğinde bir kitap.
Unutmayalım ki nasıl gül ile bülbül, et ile tırnak ve toprak ile bitki arasında kopmaz bir bağ
varsa devrimci kişi ve kitap arasında da yukarıdaki örneklerde farkettiğimiz doğru orantı bu
ilişkide de mevcuttur. Devrimcinin silahı akıl mermisi ise bilgidir. Kitapta bilginin hammaddesi
niteliğindedir. “Neydik Ne Olduk” adlı kitapta bu hammaddelerden biridir.
Devrim GÖR
Selam Olsun
Siz öğrettiniz,
Tek bilek, tek yürek
İnanmayı, haykırmayı
Meydanlarda “Tek yol devrim” diye haykırmayı.
İnancımız sonsuz bu davada
Devam edecek
Halk kurtuluşa erene dek
İnmeyecek gökyüzünden
Yıldızlaşmış yumruklarımız
Dinmeyecek slogan seslerimiz
Unutulmayacak devrimci şehitlerimiz.
Selam olsun düşen cesurlara,
Yolumuzu aydınlatan Denizlere, Çayanlara, İnanlara
Yolunda yürüdüğümüz yoldaşlara
Davamızı ateşleyen inancımızı harmanlayan
Canlarımıza, Selam olsun “Dev-Genç’ten.”
Mahir DÖNMEZ
22
VATANDAŞ ABUZER
G
eneral bir başka gardiyana döndü: “Buradaki
tutukluların statüsü nedir?” Gardiyan soruyu pek
anlayamamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu ama
kem küm ediyordu. General bu kez soru şeklini değiştirdi:
“Yani evladım”, dedi “Buradaki tutuklular normal tutuklular mıdır?” Asker bu kez soruyu anlamanın şevkiyle
gırtlağını yırtarcasına cevap verdi. “Hayır komutanım?”
“Ya nasıl tutuklulardır?” “Anormal tutuklulardır
komutanım.” “Peki, normal tutuklularla, anormal tutuklular arasındaki fark nedir?” “Normal tutuklular, normal cezaevlerinde bulunurlar komutanım. Hırsızlar,
esrarcılar, ırza geçenler normal tutuklulardır. Vatanı
yıkmaya kalkışanlar anormal tutuklulardır!”, “Peki,
bunlara nasıl davranırız?” “Anormal komutanım.”
(Arka Kapak)
Ülkemizin kanayan bir yarası ve karanlık bir
dönemi olan 12 Eylül’de geçen trajikomik bir
hayat öyküsü “Vatandaş Abuzer.”
Kitabın kahramanı “Vatandaş Abuzer” aslında emniyette ve askeri cezaevindeki sıfatıyla, bir örgüt lideri veya komünist
değil. Abuzer tamamen kendi yaşamıyla ilgilenen ve şaşılacak derecede apolitik
bir insandır.
Yine darbeden sonraki günlerde iş arama telaşında olan Abuzer’in yolu İstanbul’a düşer. Bir
balıkçı arkadaşının yanında iş bulur ama bu iş hiçte uzun sürmez. Abuzer bir gece arkadaşının
evini aramaya çalışırken kendini emniyette bulur. Uzun uzun işkencelerde, sorulan sorulara
karşılık işkenceci polislerin sorularına karşılık: “Siz işinizi yapın, ben sizi meşgul etmeyeyim.”
diyerek polisleri bile bir delilik sınırında gezdirir.
Hakkında en ufak bir bilgi toplanamadan askeri cezaevine götürülür. Cezaevi koşulları
bilineceği üzerine çok ağır koşullardır. Orada çok iyi bir arkadaş çevresi edinir ve bu arkadaşlarla
cezaevi yönetimine kendi isteklerini kabul ettirebilmek için açlık grevine başlarlar. İsteklerin
çoğu kabul edilir. Tabi bedeller ödenerek.
Abuzer’in mahkeme günü gelir çatar. Mahkemede hâkime at yarışlarından bahseden Abuzer,
hâkimi de çıldırtır ve zaten müebbet ile yargılanan Abuzer’e mahkeme heyetine saygısızlıktan 5
yıl daha ceza istenir. Abuzer bu karara ise şöyle karşılık verir: “Ben zaten müebbet ceza istemiyle
yargılanıyorum. O halde bu 5 yıl cezayı nasıl yatacağım. Yok, öldükten sonra mı 5 yıl yatacağım.
Yoksa ilk önce 5 yıl sonra mı müebbet cezayı yatacağım” diyerek hâkimin “Biz seni yatıracak bir
yer buluruz!” cevabına maruz kalır. Abuzer ömür boyu hapis cezasına çarptırılır ve en sonunda
arkadaşlarıyla birlikte bir karara varırlar. Bu karar ne? Gerisi size kalmış. Okuyun ve görün…
Serdar AKÖZ
23
GENÇLİK GELECEĞİNİ
TARTIŞTI
Merhaba Sevgili Arkadaşlar
Geçtiğimiz günlerde eğitim dahil yaşamın her alanında gençliğin karşısına çıkarılan geleceksizliği nasıl
ortadan kaldırabileceğimizi tartıştığımız bir sempozyum düzenledik. Bu sempozyuma üniversitelerden öğretim üyeleri, öğretmenlerimiz, gençlik hareketi içerisinde ciddi tecrübe kazanmış deneyimli
yoldaşlarımız ve farklı şehirlerden gelen lise, üniversite öğrencisi DEV-GENÇ’li yoldaşlarımız katıldı.
Devrim şehitleri için yapılan saygı duruşundan ve etkinliğimizin açılış konuşmasından sonra ilk
konumuza geçtik. Marksizm kapitalizmin ilk dönemlerinde yani serbest rekabet döneminde kapitalist
sistemin zamanla yayılarak uluslar arası bir ekonomik sistem, bir dünya sistemi olacağı konusunda bir
öngörüye sahipti ve bugün bu durumun tam da bu
noktada olduğunu görüyoruz. Bugün bizler, bu duruma emperyalizm/küreselleşme diyoruz. Küreselleşme
ile beraber Sosyalizme karşı durabilmek, işçilerin
ve ezilenlerin mücadelesinin önüne set çekebilmek
için izlenen Sosyal Devlet Politikalarına da son verildi. Bu nedenle ezilenler birçok hak ve kazanımdan
mahrum bırakıldı. Yani sosyal devlet politikası
gitti, yerine neo-liberal politikalar geldi. Eğitimde
bütünün parçalarından olduğu için bu değişimin bir
parçası haline geldi. Eğitimde neo-liberal politikalar
eğitime ayrılan kaynakların azaltılması ve eğitimin
özelleştirme kapsamına alınması, üniversiteye girişlerin ve öğrencilere yönelik yapılan yardım ve desteklerin sınırlandırılması ve eğitim sisteminin sistemin ideolojisine göre sürekli şekillendirilmesini sağladı.
İktisat profesörü İzzettin Önder hocamız bizlere konumuz hakkında bilgi vererek netleşmemizi sağladı.
Hocamızın konuşmasına yoldaşlarımız büyük ilgi gösterdi. Kafamızdaki soruları hocamıza sorup
cevaplandırdıktan sonra ilk başlığımızı bitirdik.
Sıradaki başlığımız “Elemeci Sınav Sistemi ve Gençlik” konulu bölümdü. Bu bölümde bizlere öğretmen
olan bir yoldaşımız bilgi verdi. Öğrenciler ilkokulun başlangıcından lisenin bitimine kadar yaklaşık 2000
sınavda başarılı olmak zorunda. Çünkü eğitim almak için bu sınavlardan geçmek gerekli. Sistem bizleri
küçük yaşta sınavlara sokarak arkadaşlarımızla aramızda bir rekabetin doğmasına yol açıyor. Her yıl
ülkemizde üniversite sınavlarına milyonlarca öğrenci giriyor. Bunların ancak birkaç yüz bini üniversiteye giriyor ve bu girenlerin büyük çoğunluğu istediği
bölüme giremediği için iş bulabilse bile yaptığı işte
başarı ve mutluluk yakalayamıyor. Bunun yanında
öğrenciler yaşlarına ve alanlarına göre çok ağır ve
gereksiz olan derslerin altında eziliyorlar. Bütün
bunları yetişmiş bireyler istemediklerinden dolayı bizi
elemek için yapıyorlar. Yoldaşımızın konuşmasının
ardından sorulan sorulardan sonra bu bölümü de
bitirdik.
Daha sonra ki başlığımız “Anadilde Eğitim” idi.
Bu bölümü de yine öğretmen bir yoldaşımız sundu.
Anadil bireyin ilk öğrendiği dildir. Birey anadiliyle
düşünür. Yani anadil konusunda yaşanan bir bozukluğun düşünce dünyasına yansıması kaçınılmazdır.
Ülkemiz çocukların okul çağına kadar Kürtçe konuşup okul başlayınca Türkçe konuşmaya başlaması
çokça soruna yol açmaktadır. Örneğin çocukta kimi zaman kimlik bunalımı, aşağı olma duygusu gibi
hayati sorunların yanında çocuk ilköğretim sürecinde sadece Türkçe öğrenebileceği için lise ve üniversite öğrenimi imkânsız duruma gelmektedir. Liseye girilebilse bilse öğrencilerin o bütün ulusal, kültürel
değerlerine saldırılmakta ve yok sayılmaktadır.
24