10.08.2015
Transkript
10.08.2015
1 Hamo Celikan: SÖYLEŞİ Amacım farklı bir ses getirmek Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:65 10 - 16 Ağustos 2015 S16 basnews.com Vahap Coşkun: PKK, HDP’nin de altını oyuyor S08 - 09 OHAL’den bu yeni ‘hal’e mi? S06-07 Dağlar yanmaya devam ediyor Barış mümkün Çözüm Süreci görüşmelerinin, 7 Haziran seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bitmiştir’ sözleriyle devlet tarafından durdurulması ardından, HDP’lilerin Öcalan ile görüşmek üzere İmralı’ya gidişi de engellendi. Uzun süredir sessiz kalan Öcalan ile devletin görüşmeye devam ettiği bildirilirken, seçimler sonrasında Kürd meselesinde yeni bir döneme girildiği belirtiliyor. ABD Kürdleri sattı mı? MESUT YEĞEN s03 Çatışmalı süreçlerin çözümünde tıkanmaların yaşandığına dikkat çeken siyasetçi ve akademisyenler, ‘sorunların nihayetinde barış ile çözüldüğünü’ söyleyerek tüm kesimleri sağduyulu davranmaya çağırıyor. Siyasetin terörize edildiği, karanlık bir dönemin bıktırıcı tekrarı olarak yorumlanan bu gelişmelere asker ve gerilla cenazelerinin gelmesi de ekleninS02 - 03 ce, toplumda endişe ve gerilim artıyor. Barış ve aydınlar HAKAN TAHMAZ S10 Kadın gazeteciler: Şiddetin değil barışın dilini kullanın S11 Kürdçenin sürgün vatanı İsveç S12 Sert güç çözüm mü? s07 BİLAL SAMBUR s09 Başkanlık krizi aşılıyor Barzani’nin görev süresinin uzatılması konusundaki tavır değişikliği, Kürdistan’da devam eden IŞİD tehlikesi, ekonomik kriz, bağımsızlık gibi gündemlerin giderek çözüme kavuşması ve genel bir istikrarın oturtulmasının önünde artık engel kalmadığı şeklinde yorumlanıyor. S04 - 05 YNK ve Goran Hareketi’nin sert muhalefetine rağmen, bölge ve diğer büyük güçlerin Ortadoğu’nun IŞİD kaynaklı kaos ve bu kaostan çıkış için fırsat olarak gördükleri Barzani’nin görevinin devamına razı olmaları, Barzani’nin bağımsızlık planlarını uygulaması için de bir fırsat olarak yorumlanıyor. Orta Anadolu Kürd düğünleri S13 Ladino: Bir dilin üç kıtadan ‘ölüm durağına’ yolculuğu! S14 02 H BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos 22015 MANŞET Yeter Polat ükümet - HDP - İmralı ve Kandil arasında devam eden Çözüm Süreci görüşmelerinin, 7 Haziran seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bitmiştir’ sözleriyle devlet tarafından durdurulması ardından, HDP’lilerin Öcalan ile görüşmek üzere İmralı’ya gidişi de engellendi. Uzun süredir sessiz kalan Öcalan ile devletin görüşmeye devam ettiği bildirilirken, seçimler sonrasında Kürd meselesinde yeni bir döneme girildiği değerlendiriliyor. Çatışmalı süreçlerin çözümünde tıkanmaların yaşandığına dikkat çeken siyasetçi ve akademisyenler, ‘sorunların nihayetinde barış ile çözüldüğünü’ söyleyerek tüm kesimleri sağduyulu davranmaya çağırıyor. Siyasetin terörize edildiği, karanlık bir dönemin bıktırıcı tekrarı olarak yorumlanan bu gelişmelere asker ve gerilla cenazelerinin gelmesi eklenince, toplumda endişe ve gerilim de artıyor. PKK’ye yönelik hava operasyonlarının başlamasıyla yeniden ivme kazanan şiddet ortamı ‘nereye gidiyoruz’ sorusuna kilitlenmiş durumda. 7 Haziran’dan sonra ‘ilk resmi’ temas Türkiye ana gündemi, 7 Haziran sonrası gerilen ve ardından sona erdirilen Çözüm Süreci’nin yeniden inşasına yönelmiş görünüyor. 4 Ağustos akşamı gerçekleşen ve 7 Haziran sonrası ‘ilk temas’ biçiminde yorumlanan görüşmeler, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı (KDGM) ile HDP İmralı Heyeti’nden İdris Baluken ve Sırrı Süreyya Önder arasında gerçekleştirildi. KDGM Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu’nun daveti üzerine gerçekleşen temastan, ‘somut bir konuda anlaşma sağlandı’ açıklaması geldi. ‘Somut anlaşma’nın ise Habur sınır kapısında bekletilen 13 YPG-J’linin cenazelerinin ailelerine teslim edilmesi olduğu anlaşıldı. Günler süren uzun pazarlıklarda cenazelerin PKK tarafından gövde gösterisine dönüştürülmemesi sözü alınarak gerçekleştiği gelen diğer bilgiler arasında. ‘Öcalan herkese tepkili’ Ankara kulislerinde 5 Nisan 2015 tarihinden itibaren HDP heyetinin Öcalan’la görüştürülmediği ancak, devlet heyetinin Öcalan’la görüşmeyi sürdürdüğü ve Öcalan’ın devlet heyeti aracılığıyla yaptığı açıklamalar haftanın en ilginç gelişmesi oldu. Öcalan’ın devlet heyetiyle yaptığı görüşmelerde ‘bütün taraflara katı eleştiri’ yönelttiği, ‘yeni ve hızlı bir takvim’ başlatmak istediği yönündeki bilgileri de, KDGM’nin verdiği ileri sürülüyor. KDGM yetkililerinin HDP Heyeti ile yaptığı görüşmede ortaya çıkan gelişmelerde, Öcalan’ın “herkese yönelik sert eleştiri- leri olduğu, çözüm sürecinde bu noktaya gelinmemesi gerektiğini düşündüğü, bu yüzden de bu gidişatı önleyemeyen herkese eleştiriler” yönelttiği Baluken ve Önder’e aktarıldı. “Silahlar konuşurken” İmralı ile görüşmenin mümkün olamayacağı yanıtını alan HDP Heyeti, Öcalan ile görüşme isteklerini yinelediler. KDGM’nin “hiçbir kuşku ve güvensizliğe yer bırakmayacak şekilde hızlı” bir takvimin yeniden Öcalan tarafından hazırlandığı, bu takvimin konuşulmaya başlanması sonrasında HDP Heyeti’nin yeniden Öcalan’la görüşme koşullarının ortaya çıkabileceği söylendi. Demirtaş, Avrupa’da KCK Heyeti ile görüştü Bu gelişmelerin hemen ardından Brüksel’e uçan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar ve KongraGel Eşbaşkanı Remzi Kartal ile görüştü. Aydar ve Kartal Öcalan’ ile görüşülmeden karar alınamayacağını açıkladı. Demirtaş ile görüşmeden önce bir açıklama yapan Zübeyir Aydar, ABD’nin de sürece dahil edilerek Türkiye ile Kürdlerin bir masada toplanması gerektiğini söyledi. Brüksel’den basın aracılığı ile bir mesaj veren Demirtaş ise, “Barış bize bu kadar yakınken, onu tutmak mümkünken savaşmak zorunda değiliz” dedi. Akdoğan: Süreç istismar edildi aktörler değişebilir HDP’nin artık bir yol ayrımında olduğunu söyleyen Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ise, “HDP bir terör örgütünü, terör eylemlerini kınamanın ötesinde bu örgütle ilişkilerini yeniden belirlemek durumunda. Yani bir elinde silah, bir elinde siyaset olmuyor” diyerek, HDP’nin tavrını netleştirmesini istediklerini ifade etti. ‘Çözüm Süreci yeniden başlar mı’ sorusuna yanıt veren Akdoğan, “Çözüm Süreci dediğimiz sürecin farklı boyutları var. Tüm Kürd vatandaşlarımıza veya toplumun farklı kesimlerine dönük pek çok reform hayata geçirildi. Temel hak ve özgürlükleri geliştirmeye dönük. Böyle baktığımızda biz bunlardan zaten geri durmayız. Vatandaşımız için yapmamız gerekenleri reform, yatırım, hizmet, kucaklayıcı siyaset tarzı bağlamında zaten devam ettirmek durumundayız ve bunu yapıyoruz. Ama terörün son bulmasıyla ilgili çalışmalar diye bakarsak o zaman bahsettiğim rotaya oturtmaları lazım. Hangi aktörlerle nasıl olacak? Bunu da yeniden değerlendirmek gerekli” diye konuştu. ‘HDP Heyeti Öcalan’la görüşemez’ İmralı ile devletin yetkili birimlerinin görüşeceğini HDP Heyeti’nin ise görüş- Ayhan Bilgen Adem Geveri Orhan Miroğlu Mehmet Bekaroğlu MANŞET BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 3 SÖYLEŞİ Esat Canan Garo Paylan İmam Taşçıer Çöken Çözüm Süreci yeniden inşa edililir mi? melere devam edemeyeceğini söyleyen Akdoğan, “HDP Heyeti bu sürece ihanet etti ve Öcalan adına sürekli yalan söylediler. Öcalan’ı da istismar ettiler. Kiminle nasıl olacak o ayrı bir konu, değerlendirmemiz lazım” dedi. HDP’ye yönelen baskıların yanı sıra, kapatılmasının bile tartışıldığı bu ortamda bütün bu gelişmelerin ne anlama geldiğini HDP Kars Milletvekili ve aynı zamanda HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, HDP Van Milletvekili Ayhan Geverî, HDP Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, AKP Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu, HDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, HDP İstanbul Miletvekili Garo Paylan, HDP Eski Hakkari Miletvekili Esat Canan, HDP Mardin Milletvekili Erol Dora BasHaber’e değerlendirdi. Bilgen: Kaosun sorumlusu HDP değil AK Parti’dir Siyasi partilerin demokratik katılım mekanizmasının belirleyici unsuru olduğunu söyleyen HDP Kars Milletvekili ve aynı zamanda HDP Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen siyasi bir partiyi nefret söylemine maruz bırakmanın, dışlayıcı bir dil kullanmanın sadece o partiye zarar vermediğini aynı zamanda demokrasi kurumunun da zarar gördüğünü söyledi. Bilgen sözlerine şöyle devam etti: “Burada tehdit ve baskı ile bir kuşatma, kontrol altına alma yöntemi hedefleniyorsa bunun tam tersi sonuçlar doğurduğu geçmişten bilinmelidir. HDP’yi oluşan şiddetin sorumlusuymuş gibi gösterme, öyle bir algı oluşturarak seçime gitme hesabı Türkiye’nin demokrasi yönündeki ilerleyişine ve tüm partilerin, toplumun tümüne dönük siyaset yapmasına ciddi biçimde engel olmaktadır. Yani bugün içerisinde bulunduğumuz krizin kaosun sorumlusunun HDP olmadığını, aksine Cumhurbaşkanı’nın tutumu ve yaklaşımı Çözüm Süreci’ne yönelik engelleyici tavrı bu noktaya gelinmesinde etkili olmuştur. HDP’nin baraj altında kalması hesabı aksine AK Parti’deki Kürd oylarının muhtemelen HDP’ye yönelmesi gibi bir ihtimal ile sonuçlanacaktır, bunu da bütün Türkiye gözlemleyebilir.” Bekaroğlu: AKP’ye baskı yapılarak çatışmalar durdurulmalı CHP’nin Çözüm Süreci ve Kürd sorununun çözümüne dair tavrının net olduğunu ifade eden CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, “CHP bu sorunun meclis çatısı altında çözüleceğini söylüyor. Eğer CHP hükümet içinde yer alırsa bu tavrını ve politikasını devam ettirecektir. CHP şimdi hükümet değildir. Yaşanan olayların durması için hem AKP’ye hem PKK’ye hem de HDP’ye bir baskı yapılmalı. Şimdiki çatışmayı PKK başlattı. Hem PKK’ye hem de AKP’ye baskı yapılmalı ve bu çatışmalar durdurulmalı” diye konuştu. Miroğlu: Çözüm erken seçimde Olası bir koalisyon hükümetinin en önemli meselesinin Çözüm Süreci olduğunu söyleyen AKP Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu,”Medyadan okuduklarımıza bakılırsa CHP ve AKP’nin beş tane başlık altında anlaştığı söyleniyor. Baktığımız zaman bu başlıklar arasında Çözüm Süreci’ne rastlamıyoruz. Ama konuşulduğundan eminim. CHP bölgede tabela partisi konumundadır. Bizim bölgedeki politikamızı eleştiriyor. Bizim silahların susması insan hak ve hürriyetlerine yönelik yaptığımız politikalar bellidir. CHP ile olabilecek bir koalisyonda da bu duruşumuz devam edecektir. Eğer CHP ile olmaz ise MHP ile bir koalisyon girişiminin olabileceğine inanmıyorum. MHP’nin insan hakları ve özgürlüklere dair tavrı belli bizim ki bellidir” diyerek en sağlıklı çözümün erken seçimde olduğunu söyledi. Geverî: Öcalan’la görüşmelerin yasal dayanağı yoktur AKP ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi çıkarlarının peşine düştüğünü söyleyen HDP Van Milletvekili Ayhan Geverî, “Kendi gelecekleri için telaşa düştüler, yeni bir kirli savaşın başlangıcına sebep oldular. Başka bir sebep 7 Haziran seçim sonuçlarında aldıkları sonuçları beğenmeme ve bu sonuç ile ne hükümet kurabildiler ne de başkanlık sistemini getirebildiler. Böylece Cumhurbaşkanı’nın bir başkan olmasa da bir başkanın gücünü elinde tutabilmesi için mecliste grubu olan bir partiyi meclisten çıkarması lazım, bu parti MHP değil ise HDP’dir. Hükümet olabilmeleri ve kendi milletvekilli sayılarını artırabilmeleri için önümüzdeki erken seçimlerde HDP’yi baraj altına bırakmaya” çalıştıklarını ifade etti. Öcalan ile yürüttükleri sürecin herhangi bir anayasal dayanağı olmadığını söyleyen Geverî, “Fiili ve illegal bir şeydir. Ortada herhangi bir anlaşma ile parlamentoda verilen bir karar yoktur. Bunun böyle devam etmesini istiyorlar. Bunun önünde bir engel var o da HDP’dir. AK Parti temsilcileri Kürd sorununu kalıcı bir anayasal güvenceye almamak için HDP’yi muhataplıktan çıkartmaya çalıştılar” diye konuştu. Taşçıer: Gelişmeler erken seçim yatırımıdır Demirtaş’ın ve HDP’nin, ‘Kürdlerin de Türkler gibi eşit yaşam koşul- ları içerisin de yaşaması’ talebinin AKP tarafından makul karşılanmadığını söyleyen HDP Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, “Kürdlere oy vermeyen Kürd seçmenlerinde artık oyunu Kürdlere vermesi ve halkın barış talepleri onları rahatsız etti. Dikkat edecek olursak Yalçın Akdoğan, seçimlerden önce bunu dile getirmişti. ‘HDP baraj altında kalırsa iyi olur’ demişti. HDP’nin seçim barajını geçmesi, onların başkanlık sistemini getiremeyecekleri manasına geliyor. Derin planlar içerisindeler. 5 Haziran’daki Diyarbakır patlaması, Suruç patlaması ve en son da Kandil’in bombalanması tüm yaşananların” bu planın bir parçası olduğunu gösteriyor dedi. Ayhan: Kişisel menfaatleri için savaşı seçtiler Meselenin zihniyet meselesi olduğunu ifade eden Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan sözlerine şöyle devam etti: “Maalesef zihniyetlerini bir türlü değiştirmiyorlar. Bu zihniyetle Kürd sorununu hiçbir şekilde çözemeyecekleri ortadadır. Geçici olan hükümet, savaş kararı almıştır. Yaptıkları bütün suçları saklamak için bu saldırıları yapıyorlar. Biz esasen demokrasi yolu ile bu sorunu çözmek istiyoruz. Ama hükümet ve Erdoğan buna böyle bakmıyor. Erdoğan’ın ve AKP’nin bütün amaçları HDP’yi seçim barajının altı bırakmak ve kendilerine göre bir diktatörlük kurmaktır. Bunun içinde erken seçim olmasını istiyorlar. Yaptıkları bu bütün girişimlerinin amacı menfaatlerini çıkarlarını korumak ve devam ettirmektir.” Paylan: Bu savaş sarayın savaşı Barışı savunarak başarı elde ettiklerini dile getiren HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan, “13 yıl önce Türkiye’nin değişimi iddiasında olan AKP, tek kişilik değişim içerisinde oldu ve onun ezberini devam ettirdi. Ötekileştiren dili ile de kaybetti. Bu yenilginin farkına varamadıkları için kin ve öfke kusuyorlar. Bugün çok iyi biliyoruz ki bu toplum savaş istemiyor. Gerilla ve asker annesi kesinlikle savaş istemiyor. Biz biran önce bu savaşın durması için hükümet yetkililerine, PKK ve KCK yetkililerine çağrılarda bulunduk. Buna izin vermemek için elimizden gelen her şeyi yapacağız. AKP’nin çatışma ve ölümlerle tabanını tahkim etmeye çalıştığını söyleyen Paylan şunları söyledi: “Artık seçmenler bu kimin savaşı diye sorguluyor. Biz net bir şekilde bu savaşın sarayın bekasının savaşı olduğunu söylüyoruz.” Canan: PKK’nin de ateşkesi bozmaması gerekiyordu HDP’nin baraj altında kalmasının artık mümkün olmadığına vurgu yapan HDP eski Hakkari Milletvekili Esat Canan, “HDP demokrasi ve barışı savunan bir partidir. HDP’yi seçim barajının altında kalması söz konusu bile olamaz. Bu tartışmanın artık Türkiye toplumuna ve çözüm sürecine de bir yararı yok. Cumhurbaşkanı Türkiye’yi erken bir seçime götürmek istiyor. Erken seçim kaçınılmaz hale gelmiştir. Erken seçim ile sonucun değişmesine ihtimal vermiyorum. Ak Parti’nin çözüme biraz daha odaklı olması gerekiyor. PKK’nin de ateşkesi bozmaması gerekiyordu. Keşke bunu yapmasalardı” dedi. Dora: Erken seçimde oylarımız artacaktır Seçimler sonrası HDP’ye ve Demirtaş’a yönelen saldırıların, barışa ve halkların kardeşliğine katkı sağlamayacağını ve bundan vazgeçilmesi gerektiğini söyleyen HDP Mardin Milletvekili Erol Dora, “HDP Türkiye’de ki bütün etnik kesimlerden aday göstererek Türkiye’deki her kesimi kapsamıştır. Dolayısı ile halk tercihini sandığa yansıtmıştır. Bugün AK Parti bu durumu hazmedemiyor. Erken bir seçimin olması için HDP’ye yönelik yıpratma tavırları içerisindedir. Artık Türkiye halkı bilinçlenmiştir. Olası erken seçimde de oylarımızın daha çok artacağını umuyoruz. 7 Haziran seçiminin sonuçlarını hazmedemeyenleri halk tekrardan cezalandıracaktır” dedi. 03 ABD Kürdleri sattı mı? MESUT YEĞEN Türkiye’nin Suriye siyasetinde bir büyük tornistan yapıp ABD çizgisine gelmesi ve bu tornistandan aldığı ‘meşruiyetle’ aralıksız biçimde Kandil’i bombalaması hem Kürd hem Türk mahfillerde aynı sorunun ortaya atılmasına sebep oldu: ABD Kürdleri sattı mı? Soru önemli çünkü Türkiye’nin pozisyon değiştirmesiyle birlikte Kobanê ve Afrin’in birleşmesi ve Suriye Kürdistanı’nın PYD/PKK tarafından çekip çevrilen bir Kürd entitesine dönmesi ihtimalleri kesinkes ortadan kalktı ve Haseke ve Kobanê’nin birleşmişliğinin sürdürülüp sürdürülemeyeceği belirsizleşti. Keza, Türkiye’yle ABD arasındaki ittifakın Suriye Kürdistanı’nda PYD’nin, Türkiye’de ise PKK’nin geriletilmesine yol verme ihtimali ortaya çıktı. Oluşan bu yeni durum sebebiyle bir kısım Kürd mahfil biraz kaygıyla, bir kısım Türk-İslamcı mahfil ise sevinçli bir telaş içinde aynı soruyu sorar oldu: ABD Kürdleri sattı mı? Sözünü ettiğim sonuç ve ihtimallere sebep olmuş olması itibarıyla Türkiye ile ABD’nin Suriye sahasındaki anlaşmasının bu sevimsiz soruya yol açmış olması anlaşılmaz değil. Ancak her iki mahfilin de ihmal ettiği bir durum var: Evet ABD’dir bu, Kürdleri, bilhassa Güney Kürdlerini geçmişte birkaç kez sattı, bugün de Kuzey Kürdlerini satabilir; ama ortada ne satışı yapılabilecek bir ortaklık, ittifak vardı ne de Kürdler ABD için hepten satılıp, ihmal edilebilir kıymetsizlikte bir unsur. İzah etmeye çalışayım. ABD Kürdler ilişkisinin geçmişi ortada. Güney Kürdleri hem 1975’te hem 1991’de ABD tarafından ortada ve Irak’ın olmayan insafına bırakıldılar. Daha yakın zamanda, geçen sene ise IŞİD’in olmayan insafına. Ama yine Güney Kürdleri 2003’te ABD tarafından devlet-benzeri bir duruma kavuşturuldular ve yine geçen sene önce Erbil’de ardından Kobanê’de IŞİD barbarlığından kurtarıldılar. Bu da şu demek: Kürdler ABD için satılabilir de, ihya da edilebilir; hangisinin olacağını Kürdlerin kudretiyle ABD’nin ali menfaatlerinin çakıştığı yer belirler. Kürdlerle ABD arasındaki ilişkinin seyri muhtemelen ABD’yle Türkiye arasındaki anlaşmadan sonra da bu minvalde şekillenir. Kürdler kudretleri ve ABD için taşıdıkları önem nispetinde ABD tarafından satılır, kollanır ya da muhafaza edilir.Kürdlerin ABD’yle münasebetinin akıbetine bu perspektiften bakıldığında görünen şu: Güney Kürdlerinin ABD için satılabilir noktaya gelmesi imkansız değil ama imkansıza yakın; hele de ABD’yle İran arasındaki ilişkinin bunca değişmesinin ardından. Güney Kürdleri belli ki görülebilir vadede ABD’nin kollamasına mazhar olmaya devam edecekler. Geçen sene yaptıkları gibi ABD’nin onay vermemesine rağmen Bağdat’tan uzaklaşıp Ankara’ya yakınlaşmak gibi hem ABD’yi hem de Tahran’ı tedirgin eden büyük, revizyonist adımlar atmadıkça. Suriye Kürdlerinin durumu farklı. Suriye Kürdleri, ABD için yeni, etkili ve fakat PKK gibi sistem dışı bir aktörle olan organik münasebeti sebebiyle tedirgin edici bir aktör. Bir yandan Suriye sahasında ABD’nin arzuladığı türden bir yeni düzenin kurulabilmesinde işlevsel olabilecek ama bir yandan da ABD’nin kadim müttefiki Türkiye’nin hassasiyetlerine dokunan bir aktör. Bu sebeple ABD Türkiye arasındaki ilişkiler bugünlerde aldığı kıvamda devam ettikçe Suriye Kürdleriyle ABD arasındaki ilişkinin ABD Güney Kürdleri ilişkisine evrilmesi imkansız. Ve hatta durum galiba şu: PYD’nin biraz da Türkiye’nin ABD çizgisinden uzaklaşmasına bağlı olarak Suriye’de elde ettikleri bundan ileri gitmeyecek, ama ABD Türkiye ilişkisinin değişmesinin ardından geri gidebilir. Bu geri gidişin mesafesini Türkiye ABD arasındaki muhabbetin alacağı kıvam ve PYD’nin göstereceği esneklik belirleyecektir. Kuzey Kürdleriyle, daha doğrusu PKK hattıyla ABD arasındaki ilişkilere gelince. Buradaki ilişkinin ‘ABD, Obama Kürdleri sattı’ kaygısı ya da sevinciyle anlaşılması mümkün değil, çünkü bu ikisi arasındaki ilişki ABD’nin berikini satabileceği bir yakınlığa zaten hiç erişmemişti. PYD’nin ABD’nin kısmi korumasına mazhar olmasının ötesinde bir yakınlaşma PKK’yle ABD arasında hiç olmamıştı. Ama şu da doğru: PKK hiçbir zaman tipik bir anti-ABD örgüt de olmadı. Türkiye Kürdleriyle ABD arasındaki ilişkinin seyri de belli ki bütün bu hal tarafından şekillenecek. Yani, PKK’nin halen önemli oranda sistem dışı bir aktör oluşu ve lakin tipik bir anti-ABD aktör olmayışı, Türkiye’nin ABD için gözden çıkarılamaz bir müttefik oluşu ve lakin Türkiye Kürdlerinin ve PKK hattının ihmal edilemez büyüklükte ve hem Türkiye, hem Irak hem de Suriye Kürdistanı’nda istikrarsızlık yaratabilecek kudrette bir aktör oluşu... ABD ve Türkiye Kürdleri ve PKK arasındaki ilişkinin seyrini bu gerilimli ilişki belirleyecek. Hülasa, Türkiye Kürdleri söz konusu olduğunda ABD Kürdleri sattı diyerek yerinmenin de sevinmenin de manası yok çünkü Türkiye Kürdleriyle ABD arasındaki münasebet ABD’nin berikini satabileceği bir yakınlığa hiç erişmedi. Üstelik, ABD’dir bu ihya da eder, satar da, hem de herkesi. 04 BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos 42015 HABER BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 5 SÖYLEŞİ KBY’de başkanlık krizi aşılıyor K Mustafa Turan ürdistan Bölge Yönetimi’de (KBY) bir süredir özellikle YNK, Goran ve İslami Birlik Partisi’nin Anayasa’ya Bölge Başkanı’nın halk tarafından seçilmesine ve Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasına karşı çıkmaları, KBY’de politik krize neden olmuştu. Bir yandan IŞİD ile savaş, bir yandan ekonomik kriz ile uğraşan KBY’de bu üç partinin İran yanlısı hatta ısrar etmeleri, gerek parlamentoda gerekse de bölgenin genel siyasetinde tıkanmaya neden olmuştu. Üç parti başkanın parlamento tarafından seçilmesi dayatmasında bulunmuş, bu şekilde kürsü çoğunluğu ile Barzani’yi ve PDK’yi başkanlık konusunda zorlayacakları hesabı yapmıştı. PDK’nin de Bölge Başkanı’nın halk tarafından seçilmesine engel teşkil eden bu tutuma karşı politikasını sertleştirmesi ipleri kopma noktasına getirmişti. Bütün bu tablo KBY’yi tehlikeli bir uçurumun kıyısına getirirken, söz konusu üç parti karar değiştirerek, Barzani’nin bir dönem daha görevde kalması, ancak başkanın parlamento tarafından seçilmesi şartı koydu. Barzani’nin görev süresinin uzatılması konusundaki tavır değişikliği, Kürdistan’da devam eden IŞİD tehlikesi, ekonomik kriz, bağımsızlık gibi gündemlerin giderek çözüme kavuşması ve genel bir istikrarın oturtulmasının önünde artık engel kalmadığı şeklinde yorumlanıyor. YNK ve Goran Hareketi’nin sert muhalefetine rağmen, bölge ve diğer büyük güçlerin Ortadoğu’nun IŞİD kaynaklı kaos ve bu kaostan çıkış için fırsat olarak gördükleri Barzani’nin görevine devamına razı olmaları, Barzani’nin bağımsızlık planlarını uygulaması için de bir fırsat olarak yorumlanıyor. IŞİD’e karşı mücadelede sergilediği tutumla Peşmerge’ye büyük manevi güç veren KBY Başkanı Mesud Barzani’nin bu rolünü azaltamayan İran’ın geçen hafta KBY Başkanı Mesud Barzani’yle görüşmek üzere gönderdiği Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Ahmed Amiri aracılığıyla Barzani’nin göreve devamını destekler nitelikteki hamlesi sonrası YNK ve Goran’ın da uzlaşıya kapı açmaları, bu krizi giderme noktasında olumlu görünse de, Kürdistan Bölgesi’nin dış güçlere bağımlılığı açısından geleceğe dair kaygıların haklılığını gözler önüne seriyor. Öte yandan İran Besic Güçleri Komutanı ve Irak İşleri Sorumlusu Kasım Süleymani’nin de YNK ve Goran liderleri ile toplanarak, Barzani’nin görev süresinin uzatılmasına yönelik tavır değişikliklerini ilettiği bildiriliyor. Tahran, Barzani ile sertleşmeleri halinde birçok karşı hamleye maruz kalacakları endişesi taşıdığı ve bu nedenle siyaset değişikliğine gittiği bildiriliyor. Başkanlık seçimi tartışmalarına müdahil olmamak için azami bir çaba sarf eden Mesud Barzani, diğer taraftan diplomatik çabalarla ekonomik kriz, Peşmerge’nin savaş kapasitesinin yükseltilmesi, Türkiye ile PKK arasında yeniden alevlenen savaş halinin tekrar diyaloga evirilmesi, Rojava’daki Kürd birlik çalışmaları gibi birçok büyük sorunun ulusal çıkarlar temelinde çözümü için yoğun mesai harcıyor. Öte yandan Rojava’da IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden 13 Türkiye vatandaşı YPG’linin Habur Sınır Kapısında Türkiye tarafından geçişlerine izin verilmemesi üzerine devreye giren Barzani’nin çabaları sonuç verdi ve 13 savaşçının cenazeleri Türkiye’ye geçirilerek memleketlerinde toprağa verildi. Türk savaş uçaklarının Kandil civarındaki Zergelê Köyüne yönelik gerçekleştirdikleri hava saldırısında köydeki sivil kayıplarla ilgili incelemelerde bulunmak için Güney Kürdistan’a giden HDP Urfa Milletvekili Osman Baydemir başkanlığındaki HDP heyetini kabul eden Barzani, heyetten incelemelerinin sonuçlarının yanı sıra Türkiye’de tekrar alevlenen çatışmalar hakkında bilgi aldı. Başkanlık’ta uzlaşmaya doğru KBY Başkanı Mesud Barzani’nin görev süresini sonraki seçimin parlamento onayı ile yapılması şartı konulması PDK cephesinde tepki ile karşılandı. Kürdistan kamuoyunda YNK ve Goran Hareketinin Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından seçilmesi şartıyla Mesud Barzani’nin 2 yıl daha başkanlık görevini sürdürmesine karar verirken, YNK Politbüro Sözcüsü İmad Ahmed YNK’nin Parlamenter sistem temelli, parlamento tarafından seçilen ve yetkileri parlamento tarafından belirlenmiş başkanlık sisteminin savunucusu olduğunu söyledi. Konuyla ilgili BasHaber’e açıklamalarda bulunan Kürdistan İslami Birlik Partisi (Yekgirtû) Parti Sözcüsü Ebubekir Karwan, konunun çözüme kavuşturulması için daha önce Kürdistan Parlamentosu Yasama Kurulu bünyesinde üç geniş taraflı toplantının gerçekleştiğini, bu toplantılardan ortak bir karar çıkmadığını ama şu an yeni bir girişimin söz konusu olduğunu söyledi. Sorunun çözümü için PDK dışındaki partilerin kendi aralarında görüşmeler gerçekleştirdiklerini, bu görüşmeler sonucunda PDK Politbürosu’na Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalması ve karşılığında da Bölge Başkanının Parlamento tarafından seçilmesini öngören teklifin yazılı olduğu mektup gönderildiğini, bunun PDK tarafından kabul edilmesi ihtimalinin ağır bastığını ama kesin karar için birkaç gün daha beklenilmesi gerektiğini söyledi. Yekgirtû: Büyük parti PDK’nin mesuliyeti büyüktür PDK’nin büyük bir parti olmasından kaynaklı mesuliyetinin de büyük olduğunu vurgulayan Yekgirtû Sözcüsü Ebubekir Karwan bundan dolayı çözüm için PDK’den beklentilerin de büyük olduğunu ve bu sebeple çözüm için yeni yol ve yöntemler geliştirmesi gerektiğini söyledi. Rolünü yerine getirmesi halinde bu sorunun üstesinden gelinebileceğini ve diğer bütün kesimlerin de PDK’den beklentileri olduğunu sözlerine ekleyen Karwan bunun yeni anayasanın belirlenen zamanda tamamlanmasını da sağlayacağını söyledi. Yeni anayasa çalışmaları hakkında da bilgi veren Ebubekir Karwan şöyle konuştu: Yeni anayasanın 70’e yakın maddesi yazıldı ama Bölge Başkanının seçim usulüyle ilgili maddelere varılmadı. Bu yüzden Anayasa Hazılık Komisyonu bu konuya giriş yapmamış ve bunu tartışmaya açmamıştır. Var olan tartışmalar komisyon dışında parlamento ve siyasi arenada yürüyen tartışmalardır. Bölge Başkanı’nın seçim usulünde çözüm PDK’nin beklentileri karşılamasına bağlıdır. Eğer PDK bu beklentileri karşılarsa, bu durum ilerde bu konuyu işleyecek olan anayasa komisyonunun da işlerini büyük ölçüde karşılayacaktır. Ahmed Gerdi: Milli irade hakim olmalı Merkezi Peşmerge Güçleri Komutanlarından Ahmed Gerdi ise BasHaber’e verdiği demecinde KBY Başkanı ve PDK’nin Bölge Başkanı’nın halk tarafından seçilmesini istediklerini, bunun en demokratik yöntem olduğunu ama bunun parlamenter sistemle uyuşmadığı yönünde kamuoyunun yanıltıldığını söyleyerek konuya dair şunları söyledi: Başkan Barzani ve PDK ayrıca bu konunun parlamento çatısı altında ev şeffaflıkla çözüme kavuşturulması için de çağrıda bulundular. Hükümeti oluşturan milli irade nasıl bir bütün olarak yürütme görevini yapıyorsa ve bunu tüm tarafların ittifakıyla yapıyorsa, Kürdistan’da sorun olan bütün meseleler de yine bu iradeyle çözüme kavuşturulmalı. Pratikte olumlu görünse de, İran’in tavır değişikliğiyle tavırlarını değiştirmeleri milli irade açısından kabul edilebilir bir durum değildir. İran’li yetkililerin YNK ve Goran yöneticileriyle görüşmelerinden sonra bu partilerin tavırlarında yumuşama oldu. Bu her şeyi gösteriyor. ‘İran etkisiz bir Barzani’den yana’ YNK ve Goran Hareketi üzerindeki etkisi bilinen İran’ın, Barzani’nin iki yıl daha Başkanlık görevine devam etmesini desteklemesinden sonra, bu partilerin de buna razı oldukları yönündeki sorumuza karşılık ta Karwan, başından beri hiçbir Kürdistani partinin Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalmasına karşı olmadıklarını, sorunun PDK’nin tam parlamenter sistem çerçevesinde Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından seçilmesine karşı çıkmasından kaynaklandığını ve PDK’nin bu konuda geri adım atması durumunda sorunun çözüme kavuşacağını söyledi. Karwan, “İran ve Türkiye, bölgenin istikrarı için Barzani’nin 2 yıl daha görevini yürütmesini olumlu karşılıyorlar. Ama İran, siyasal anlamda etkisiz ve zayıflamış bir Barzani’nin bu görevi devam etmesinden yana.” İslami partilerin yeni anayasanın din ve şeriatın anayasa bağını belirleyen 6. maddesini de değerlendiren Ebubekir Karwan, bu konuda PDK, YNK ve bir radeye kadar Goran Hareketinin bu öneriyi değerlendirilebilir olarak nitelemelerinin, sorunun büyümesinin önüne geçtiğini, bu ve daha birçok konu üzerinde verimli tartışmaların devam ettiğini başkanlık seçim sisteminin de çözüme kavuşturulması durumunda yeni anayasanın yazımının tamamlanması önünde ciddi bir engelin kalmayacağını söyledi. Kriz ve manipülasyon İç siyasal arenada başkanlık seçim usulünde sona doğru yaklaşılırken, İran’ın YNK, Goran ve diğer iki İslami parti üzerinden Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından seçilmesini öngören yasa teklifini parlamentoya sunması ardından ortaya çıkan siyasi kriz ile birlikte, siyasi nüfuz gücü zayıflatılmış ve bölgeyle ilgili taleplerine hayır diyemeyecek bir Barzani’nin göreve devam etmesi için, bahsi geçen siyasi partilerin bu işlevlerini yerine getirmesinden sonra Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalmasına onay verdiklerini, İran’ın bunu Devrim Muhafızları Kudüs Kuvvetleri Komutanı Kasım Süleymani üzerinden dayattığı yönünde değerlendirmeler yapılmakta. Barzani etkisinin zayıflatılmasının tam tersi bir sonuç ortaya çıksa da, siyasi krizin boy göstermesi ve bu krizin hala tam manasıyla giderilmediği söylenebilir. İddialara göre Süleymani’nin YNK’den Hêro İbrahim Ahmed, Kosret Resul ve Berhem Salih ve Goran Hareketinden Newşirwan Mustafa ile görüştüğünü ve onlara Tahran’ın Barzani’nin görevine devam etmesini benimsediğini söylediği konuşuluyor. İddiaların dayandırıldığı kaynaklarının isimlerini açıklamamakla tanınan medya organları bunlarla yetinmeyip Kasım Süleymani’nin Barzani’yle de görüşmeler gerçekleştirdiğini iddia ediyor. HABER 05 Barzani: Ezdixan biterse Kürd biter IŞİD’in Şengal’de gerçekleştirdiği katliamın birinci yıldönümü veslesiyle düzenlenen anma merasimine katılmak için Duhok’a giden KBY Başkanı Mesud Barzani, katliamda ve Kürdistan savunmasında yaşamını yitiren Ezdi vatandaşı ve Peşmergeleri andı. Katliam ardından Şengal Dağına gidişini ve Peşmerge’nin Şengal Dağında mahsur kalmış Ezidi vatandaşların kurtarılması için verdiği büyük mücadeleyi anımsatan Barzani şöyle konuştu; “Sinune ve Şengal Dağı yolu kahraman Peşmergenin kanıyla açıldı. Şengal coğrafyası savunmaya çok elverişli değildir. Bu yüzden burada katliamlar yaşanmıştır ve tarihte bunun başka örnekleri de mevcuttur ama şimdi bu bölge Kürdistan’a bağlanıp güvenlikli hale getirilmiştir.” Kürdistan’ı diğer güçlerin Peşmergeyle birlikte Şengal’in savunmasına yaptıkları katkıya da değinen Barzani, Şengal’den kaçmış Ezidi vatandaşlara da şöyle seslendi: “Babe Şêx’e de söyledim. Bunun azabını çeke çeke harap oldum. Ama Ezdixan bitmeyecek çünkü o biterse Kürd biter. Ezdi bacılar ve de kardeşler, kendinize inanın ve burayı kendi vatanınız bilin ve umutlu olun ki mutlu bir gelecek kuralım. Ezdilere karşı gerçekleşen bu katliam Kürdlere karşı gerçekleşen tarihsel katliamların bir devamıdır. 12 bin Feyli, 8 bin Barzani ve 182 bin enfal kurbanı kurd ve bugün ezdi kardeşlerimize karşı işlenen bu katliam. Ama biz savaş meydanında bunların intikamını alıyoruz ve size söz veriyorum ki tek bir katliamcı kalana dek biz intikamımızı almaktan vazgeçmeyeceğiz.” Şengal’in il olması için Bağdat nezdinde girişimlerde bulanacaklarını söyleyen KBY Başkanı Barzani, Kürdistan Bölge Hükümetinden, büyük ekonomik krize rağmen Şengal’lilerle özel olarak ilgilemelerini istedi. Barzani, Zergele mağdruları ile görüştü Barzani, Türk savaş uçaklarının Güney Kürdistan’daki sivil alanları bombalaması sonucu hayatını kaybedenlerin aileleri ile bir araya geldi. Barzani, sivil ve günahsız insanların hedef alınmasını kabul etmeyeceklerini yineledi. KBY Başkanlığı resmi sitesinde yer alan açıklamaya göre; Barzani, Zergele köyünde TSK uçaklarının bombalaması sonucu hayatını yitiren vatandaşların ailelerini Pîrmam’daki (Selahaddin) başkan- lık ofisinde kabul etti.Yaşamını yitirenler için okunan fatihanın ardından, bombalamada yaşamını yitirenlerin ailelerine başsağlığı dileyen Barzani; ‘‘ Şehit düşenler, tüm Kürdistan’ın şehididir. Ancak taraf olmadığımız bir savaşta şehit düşmüşlerdir. Sivil ve günahsız insanların bu savaşa kurban gitmesi kabul edilemez’’ dedi. Barış sürecinin sona ermemesi ve savaşın başlamaması için çok çaba verdiğini belirten Mesud Barzani, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘‘Biz savaşa karşıyız. Çünkü savaş bir çözüm değil ve her zaman günahsız sivil insanlar savaşın kurbanı olmuştur. KBY olarak biz savaşın sona ermesi ve tarafların yine barış sürecine dönmesi için çabalıyoruz.’’ Bombardımanda yaşamını yitiren ailelerin acılarını derinden paylaştığını belirten Barzani, ‘‘Bir damla şehit kanı tüm dünya malına bedeldir. Biliyorum. Ancak KBY olarak şehit düşen ve bombardımanda zarar gören ailelerimize elimizden gelen yardımı yapmak istiyoruz. Yaralıların tedavisi içinde gerekenler yapılacaktır’’ ifadelerini kullandı. KBY Başkanı ile görüşmelerinin acılarını bir nebze olsun hafiflettiğini belirten Zergeleli aileler, KBY ve Barzani’ye yardımlarından dolayı teşekkür etti. 1991 yılındaki ayaklanma sonrası yıkılan köylerini yeniden kurduklarını, köylerinde barış ve huzur içinde yaşarken taraf olmadıkları bir savaşın kurbanı olduklarını, yakınlarını kaybettiklerini, evlerinin viraneye döndüğünü belirten acılı aileler, ‘‘PKK’yi defalarca kamplarını köylerimizden uzak tutması için çok uyardık. Ancak bizi dinlemediler ve her saat her saniye hayatımızı tehlikeye attılar’’ ifadelerini kullandı. Kendileri için artık iki seçenek olduğunu belirten Zergele köyü sakinleri şunları ifade etti: ‘‘Huzur içinde yaşamamız için önümüzde iki seçenek var. Ya PKK kamplarını köylerimizden uzağa götürecek. Ya da biz atalarımızın yıllardır üzerinde yaşadığı köylerimizden göç etmek zorunda kalacağız.’’ Zergele kurbanlarının yakınları ayrıca Kürdistan Bölge Hükümeti’ne olaydan sonra kendilerini yalnız bırakmadıkları ve kendilerine sundukları destek için teşekkür etti. Görüşmenin sonunda aileler, Barzani’den savaşın köylerinden uzak tutulması ve bir daha sivil halkın kanının dökülmemesi için çaba göstermesini talep etti. Süleymaniye de yolsuzluk rahatsızlığı büyüyor Önceki yıllarda ortaya çıkan büyük yolsuzluklar ardından YNK’de ayrılmalar meydana gelmiş ve ayrılanlar Goran Hareketini kurmuşlardı. Buna rağmen bu yolsuzlukların devam ettiği yönünde bilgiler geliyor; Zira geçen hafta Süleymaniye’yle birlikte Halepçe, Kıfri, Dokan, Xurmal, Germiyan ve Derbendixan da ortaya çıkan gösterilerde göstericiler yolsuzluklara göz yuman yöneticilerin istifalarını ve yolsuzlukların ününe geçilmesi için gerekli çalışmaların yapılmasını istedi. Bu bölgelerde tansiyonun yükseldiği gözlenirken gösterilere dair BasHaber’e konuşan PDK Halepçe Bürosu Sorumlusu Fazil Beşareti bölgenin istikrar ve huzurunu bozmayacak tarzda yapılması kaydıyla gösterileri desteklediğini belirterek, “Yöneticilerin yetersizliklerine karşı her vatandaşın tepkisini dile getirme ve hükümete hesap sorma hakkı vardır. Ama bu gösterilerin sebebi hükümet değil yerel yönetimlerdir” dedi. Cephe Komutanlarından siyasilere: Sorunları çözün Gazetemizi yayına hazırladığımız sırada elimize önemli bir haber geçti. Güney Kürdistan’da IŞİD’e karşı aktif mücadele yürüten Peşmerge Komutanları KBY ve tüm siyasi taraflara ortak imzalı bir mektup göndererek mevcut sorunları yurtseverlik duygusuyla çözmelerini istediler. Peşmerge Bakanlığı, YNK, PDK ve diğer partilerden 42 Peşmerge Komutanının imzasıyla yazılan ve KBY, Hükümeti, Parlamentosu ve tüm siyasi partilere gönderilen mektupta, Kürdistan Bölgesi’nin karşı karşıya olduğu tehlikelere dikkat çekilerek, uzun süredir devam eden anlaşmazlıkların çözümü için siyasi tarafların bir an önce diyalog masasına oturması talebinde bulunuldu. Mevcut durumu ‘keşmekeşlik’ olarak değerlendiren Komutanlar siyasilere çözüm yolunda adım atmaları önerisinde bulundu. Büyük fedakarlık örneği sergileyen Peşmergeye saygı temelinde, sorunların çözümü noktasında atılacak adımların Peşmerge açısından büyük bir moral olacağının anımsatıldığı mektupta şu ifadelere yer verildi: “Tüm dünyanın şahitliğinde bir yılı aşkın bir süredir Peşmerge bin kilometrelik bir coğrafyada Xaneqîn’den Calewla’ya, Şengal’den, Zûmar’a, Kobanê’ye kadar Kürdistan milletinin evlatları Kürdistan topraklarını ve milletini korumak için eşsiz bir fedakarlık ve kahramanlık gösteriyor. En zor şartlarda dahi aman demeden teröristlere karşı savaşta 1200 şehit veren ve binlercesi yaralanan Peşmerge, böylesine tehlikeli bir süreçte meydana gelen siyasi istikrarsızlığın Kürdistan halkının ve bölgenin geleceğini belirsizliğe sürüklemesinden tedirgindir. Kürdistan halkı ve Peşmergesi, çözüm konusunda atılacak her adımı desteklemektedir.” 06 DOSYA BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 BasHaber adımlardan biri olarak OHAL yıllarca miting alanlarında bir progpaganda aracı olarak kullanıldı. Bu yasayı kaldıranlar “Bakın biz OHAL’i kaldırdık” söylemi Kürdistan’daki her mitingte söylendi. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerine giderken Türkiye ve Kürdistan’ın birçok kentinde yaşanan olayların seçim sonrası da devam edeceği öngörülmüş olacak ki Şırnak’ta Nisan ayında Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilmeye başlandı. 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci ile kent merkezine taşınan köylülerin geri dönüp en azından tarımsal faaliyet sürdürdükleri köyleri OHAL’den çıkartılıp Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilmeye başlandı. Seçim öncesinde var olan çatışmasızlığa rağmen Özel Güvenlik Bölgelerinin ilanına halk anlam veremezken yıllarca yitirdiklerini bekleyen köyler yeniden insanlara kapatıldı. Kuzeyi ve Rojava’sıyla neredeyse bir bütün olarak ele alınan Kürd Sorunu’nda son dönemlerde yaşananlarla birlikte OHAL’in kıyafet değiştirmiş hali Özel Güvenlik bölgeleri hem Kuzey’deki Kürd kentlerinde ve Rojava sınırında yeniden ilan edilmeye başlandı. Özellikle 20 Temmuz Suruç katliamının hemen ardından Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesiyle PKK ile yeniden çatışmaya girilmesi Özel Güvenlik Bölgelerinin ilanını hızlandırdı. OHAL’den bu yeni ‘hal’e mi? T Rabia Çetin ürkiye ve PKK arasında süren düşük yoğunluklu savaş ya da çatışmalı yıllar boyunca ülkenin neredeyse yarısı olağanüstü yasalarla yönetildi ve siyasi literatüre OHAL diye bir icat girdi. 12 Eylül Darbesi ile tanıştığımız ve 87’de yasa haline getirilen Olağan Üstü Hal (OHAL) Yasası yıllarca Kürdistan’ın birçok kentinde uygulandı. Özellikle 90’lı yıllarda etkisini fazlasıyla hissettiren ve neredeyse 2000’li yıllara kadar devam eden OHAL döneminde binlerce yerleşim yeri boşaltılmış ve yaklaşık 5 milyon kişi yerinden edilmişti. Köylerin mezraların boşaltılması, yakılması, zorunlu göç ile ağır insan hakları ihlalleri yaşanırken bu travma ile henüz tam olarak yüzleşilmedi. Kürdistan’ın insanına ve doğasına zarar veren OHAL kültürel yapıyı da derinden etkilerken göç eden insanların kentlerde yaşadığı travmaların izleri ise halen sürüyor. Söz konusu uygulamanın yarattığı tahribat henüz giderilememişken, seçim öncesinde başlayan taraflar arasındaki girginlik, Dolmabahçe butabatının bozulması ve seçimlerden sonra PKK’nin önce barjlara dönük yeni bir uygulama başlatacağı, ardından Suruç’taki katliam ve peşisıra vuku bulan yeniden çatışma ortamı ile birlikte bu kez Özel Güvenlik Bölgeleri uygulaması başladı. 7 Haziran Genel Seçimlerinden önce Şırnak’ta başlayan uygulama seçimden sonra PKK’ye yönelik sınırötesi operasyonların başlamasıyla Kürdistan’da 30’u aşkın alanda yasaklı bölgeler ilan edildi. PKK ve devlet arasında yaşanan olağanüstü durumda her koşulda vatandaşın yaşam hakkının ihlali ve doğanın tahribatı kaçınılmaz oluyor. 87’den 2002’ye 15 yıl süren OHAL 12 Eylül Darbesinden sonra 80’li yıllarda etkin eylemlere başlamasıyla birlikte dönemin Başbakanı Turgut Özal ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren döneminde PKK asayiş ve güvenlik sorunu olarak görülmüş bunun önünün ise OHAL ile alınacağı düşünülmüştü. Bu düşüncenin ürünü olarak Kuzey Kürdistan’da önce 8 kentte ardından 6 kent daha olmak üzere toplamda 14 kentte OHAL ilan edildi. Bu yasa ile PKK ile mücadele adı altında köy boşaltmalar ve yerinden etmeler uygulanmaya başlandı. Özal döneminde uygulamaya konulan ve başbakan ile cumhurbaşkanları değişse de OHAL’in varlığı ve hükümlüğü neredeyse 15 yıl boyunca hiç değişmedi. OHAL’de 3 bin 500 köy boşaltıldı Toplu katliamların yaşandığıi faili meçhul cinayetlerin hiç eksik olmadığı OHAL döneminde özellikle Kürdistan’ın köylerinde ağır insan hakları ihlalleri yaşandı. 87’de yasa haline getirilen ancak en büyük etkisi 90’lı yıllarda olan OHAL ile tarım ve hayvancılık ile geçinen Kürdistan’da Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari, Dersim, Şırnak, Mardin başta olmak üzere binlerce köy ve mezra boşaltıldı. İHD’nin verilerine gore OHAL döneminde toplamda 3 bin 500 civarında köy ve mezra boşaltıldı ve yakıldı. Yakılan ve boşaltılan köylerde binlerce insan kent merkezlerine göç etmek zorunda kalırken sosyo – ekonomik açıdan da büyük sorunlar yaşandı. Üstelik bu hak ihlallerinin doğurduğu zararlar ise karşılanmadı. Normalleşme 2002’de başladı OHAL’în verdiği zararlar aradan geçen onca zamana rağmen karşılanmazken Kürdistan’ın kabusu haline gelen OHAL’in kaldırılması 2000’li yıllarda oldu. 2000’li yıllarda siyaset arenasına çıkan AKP bu travmayı kaldırarak Kürdistan kentlerinde belki de yapabileceği en iyi hizmeti yapmıştı. Aslında OHAL’in kaldırılması kararı AKP’den önceki koalisyon hükümeti tarafından alınmış ancak uygulamaya konulmamıştı. AKP iktidara gelince OHAL’i kaldırarak Kürdistan kentlerinde bir “normalleşme” sürecini başlatmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle kaldırılan OHAL’in ardından Normalleşme süreci başlamıştı. Normalleşme sürecinde hak arayışna giren OHAL mağdurları konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı. AİHM’e binlerce başvuru yapılırken AİHM bu durumun Türkiye’nin kendi içerisinde çözmesini öngörmüştü. Bu öngörünün ardından 2004 yılında AB Uyum Yasaları çerçevesinde 5233 sayılı ‘Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun’ çıkarıldı. Kanun ile OHAL mağdurlarının zararlarının karşılanacağı açıklandı. Ve yavaş yavaş OHAL mağdurlarına tazminat ödenmeye başlandı. Ancak bu tazminatlar yıllarca süren savaşın verdiği zararları karşılamazken yeni bir konut almaya dahi neredeyse yetmiyordu. Ancak buna rağmen OHAL mağdurları paradan ziyade geri dönüşlere izin verilmesini istedi. 2005 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da ilk defa “Kürd sorunu vardır ve benim meselemdir. Ben çözeğim” dedikten sonra OHAL mağduru yurttaşlarda bir geri dönüş umudu başladı. Ancak 2005’te yeniden çözümü gündeme gelen Kürd Sorunu’nun 10 yıldır neredeyse 2-3 yılda bir çözüleceği söylense de 2015’in ortalarına geldiğimiz şu günlerde henüz net bir çözüm önerisi ve takvimi sunulmadı. Son minvalede Çözüm Süreci adını alan Kürd Sorununun çözümü için siyasiler, Kandil, İmralı, AKP, HDP arasında gelgitler yaşansa da asıl mağdurlar bir tarafta geri dönecekleri günü bekliyorlar. OHAL’den bu ‘özel’ hale… Kürd Sorunu’nun çözümü için atılan DOSYA 10 - 16 Ağustos 2015 30’u aşkın bölge “Özel Güvenlik Bölgesi” PKK’ye yönelik bombadırman sınır ötesinde olsa da geçici hükümet olası ihtimalleri de göz önünde bulunduracak olacak ki sınırın bu tarafında da Özel Güvenlik Bölgeleri ilan etmeye devam ediyor. Mayıs ayından bu yana Dersim ve Şırnak’ta 14, Ağrı’da 2, Gaziantep Karkamış’ta 2, Kilis’te 4, Siirt’te 2, Ağrı’da 2, Hakkari’de 3, Kars’ta 2 ve son olarak Urfa’da 3 bölge olmak üzere 30’un üzerinde yer Özel Güvenlik Bölgesi ilan edildi. Gerekçe olarak ise şu ifadeler kullanıldı. “Terörle mücadele kapsamında yürütülen operasyonlar nedeniyle, meskûn mahal dışında, can ve mal güvenliğinin korunması bakımından girilmesinde sakınca bulunan yerlerde operasyonun devam ettiği süreyle sınırlı olmak üzere; Genelkurmay Başkanlığı veya İçişleri Bakanlığı’nın göstereceği lüzum üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile askeri veya özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde vali kararı ile 15 güne kadar özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir.” Yaşananlar bununla da sınırlı kalmıyor. Özel Güvenlik Bölgelerinin ilan edildiği kentlerden Dersim’de o alanlarda bulunan köylerin boşaltılması isteniyor. Dersim Valiliği’nin köy muhtarlarına tebligat göndererek köyleri boşaltmaları istenirken köylülerin ise nereye gideceği konusunda bir fikri yok. Özel Güvenlik Bölgelerinin getirdikleri Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilen alanlarda içindeki gerçek ve tüzel kişilere ait mallar kamulaştırılabiliyor. Güvenlik bölgelerinin dış sınırlarından itibaren en çok 200 metreye kadar olan saha dahilinde yangın ve patlama tehlikesi gösteren her türlü maddenin imalatı, depolanması ve satış yerlerinin açılması yasaklanabiliyor. Bu yasakla ilgili sınır, özel güvenlik bölgelerinde mahalli mülki amirler tarafından tespit ediliyor. Kamulaştırma yapılan güvenlik bölgelerine buradaki tesislerde görevli olanlarla, askeri güvenlik bölgelerinde yetkili komutanlığın izin verdiği kişilerden, kamu ve özel kuruluşlara ait tesislere ise bu konuda yetkili makamın izin verdiği kişilerden başkası giremiyor. “Geçici Hükümetin bunu yapma yekisi yok” Özel Güvenlik Bölgeleri’nin ilan edilmesini BasHaber Gazetesi’ne değerlendiren İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, geçici hükümetin böyle bir yekisinin olmadığının ve bu kararı uygulayan valilerin aslında suç işlediklerini söylüyor. Özel Güvenlik Bölgelerinin geçtiğimiz aylarda yürürlüğe giren İç Güvenlik Paketi’nin ürünü olduğunu ifade eden Türkdoğan, “Seçimlerden önce yürürlüğe giren İç Güvenlik Paketiyle Türkiye giderek otoriterleşirken bu paket ile valilere OHAL yetkileri verilmişti. Seçimden sonra kurulan geçici hükümetin bu pakete dayanrak böyle bir karar verme yetkisi yok. Valilerin aldığı bu kararlar anayasaya aykırıdır. Bu yetkiler OHAL döneminde kullanılan yetkilerdir. TBMM, hükümete OHAL’e dair yetki vermediği sürece bunu yapamazlar” diyor. “Köyleri boşaltın talimatı verilemez” Ortada bir hükümet olmadığı için verilen kararın kanunsuz olduğunu söyleyen Türkdoğan, “Dağlar bomlanacak diye yerleşim yerleri boşaltılması ve kendi topraklarımızı bombalamamız apayrı bir suçtur. Çünkü ortada bir savaş hali yok. ,Köyleri boşaltın talimatı verilemez. Anayasaya aykırı olduğuğu için verilen emirler kanunsuzdur” diyor. Türkdoğan sözlerini şöyle sürdürüyor; “Bu emirleri veren valilerin yargılanma durumu var. Uygulanan kararlar keyfi kararlardır. Seyahat ve mülkiyet hakkının ihlali anlamına geliyor bu yaşananlar. AİHM’nin daha önce yaşanan benzeri olayalrda verdiği sayısız karar var. Eğer köylerin boşaltılması isteniyorsa barınma haklarının karşılanması, konut verilmesi ve tazminat ödenmesi gerekiyor. Ve de en önemlisi mülkiyet hakları ihlal edildiği için özür dilenmesi gerekiyor. Üstelik Türkiye sınırları içerisinde bu kararların alınması için herhangi bir saldırı durumu da yaşanmadı. Asayiş olayları zaten her dönem vardı ve İç Güvenlik Paketi ile fazlasıyla tedbir alınıyordu. Kent merkezlerinde gerilla ile asayiş güçleri arasında bir çatışma durumu ya da saldırı durumu söz konusu olmadığı için bu tür tedbirlerin alınması yersizdir. Yaşanan bu durum Kürdlere yönelik devlet politikalarının sürdüğünün ve yaşamın çekilmez kılınmasının devamıdır. İç bölgelerde PKK gerekçesiyle Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilmesi bir nebze olsun anlaşılır ancak Akçakale ve Kilis’te neden ilan ettiklerini açıklamaları gerekiyor. Bu keyfi kararlara karşın bölge baroları hazırlıklarını tamamladıktan sonra suç duyurusunda bulunacak. ” “Adı konulmamış savaş hali” Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ise yaşananları “adı konulmamış savaş hali” olarak yorumluyor. 90’lı yıllarda köy boşaltmalarının nasıl travmalara neden olduğu unutularak yeniden bu tür kararların alınmasının devletin sorumluluk anlayışıyla uyuşmadığını vurgulayan Ünsal sözlerini şöyle tamamlıyor; “Barış süreci sona erdirilip fiili olarak bir savaş durumu yaşanıyor. Köylerin boşaltılma kararı ve Özel Güvenlik Bölgelerlinin ilanı ise adı konulmamış bir OHAL durumudur. Hem iç bölgelerde hem de sınır kentlerinde bu tür bir durumun yaşanması yaşam hakkı, özel mülkiyet hakkı ihlalidir. Devletin garanti altına aldığı bir takım temel haklara dair yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekiyor.” Sınır kentlerinde de ilan edildi Özel Güvenlik Bölgesi ilan edilen kentlerden biri de Urfa. Urfa’nın Akçakele ilçesinde Yağmuralan-Tatlıca arasında kalan bölge, Akçakale doğusunda Öncül-Arıcandere arasında kalan bölge ile Esentepe Karakolu-Ziyaret Karakolu arasında kalan bölgeler geçtiğimiz günlerde Valilik kararıyla Özel Güvenlik Bölgesi ilan edildi. Urfa Baro Başkanı Hikmet Delebe bu durumun Kuzey Kürdleri ile Rojava’daki Kürdlerin irtibatını kesmek için uygulanmaya konulduğunu söylüyor. Geçici hükümetin böyle bir karar almasının yetki aşımı olduğunu ifade eden Delebe, “Rojava’daki Kürdler ile onlara destek veren Türkiye’deki Kürdlerin irtibatını kesmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumun gündeme gelmesi OHAL’in yeniden hayata geçirilmesi demektir. İç bölgelerde çatışma durumu ihtimalinden böyle bir önlem alınmış olabilir ancak hem sınırda hem de iç bölgelerde bunun yapılması geçici hükümetin yetkilerini aştığını gösteriyor. Bu karar yeniden göç anlamına geliyor. Sınır hattında yaşayan insanların başka alanlara göç ettirilmesi yeni trajedilerin yaşanacağı anlamına geliyor. Bu karardan vazgeçilmesi gerekiyor” diyor. 07 Barış ve aydınlar HAKAN TAHMAZ Silahlar yeniden patlamaya başladı. Her gün yeni ölüm ve bombardıman haberiyle güne başlıyoruz. Çatışmasızlığa yeniden dönülmesi için aydınlar, siyasiler ve barış aktivistleri yoğun çaba gösteriyor. İlk kim elini tetikten çekecek ve kör düğüm nasıl çözülecek tartışması sürüyor. Bu konudaki yoğun tartışmaya sivil toplum kuruluşları ve aydınlarda dâhil edildi. Geçtiğimiz hafta aydınlar beş ayrı imza metni yayımladı. Bazı aydınların, içerik olarak birbirinden çok farklı metini imzalandıkları görülüyor. Kimileri içeriğini değil, isminin yer almasını önemsiyor. Son yılarda bildiri yayımlamak tek mücadele yöntemi oldu. Anlamı, etkisi ve işlevi çok zayıfladı. Ancak bu yazıda adalet, hakkaniyet duygularında uzaklaşarak, muktedirlerin kanatları altında veya eteklerinden tutunarak barış arayışı ve entelektüel faaliyetlerin icra edilmesinin problemine dikkat çekmek istiyorum. Bu metinlerin büyük kısmı, iyi niyetle kaleme alındığı kesin. Ama siyaset yapmanın bir aracı haline getirildiği için araçsallaştı. Barış konusunda görevi gereği (Başbakanın fahri danışmanı) çok kritik konuma sahip Akşam yazar Etyen Mahçupyan’dan söz edeceğim. Mahçupyan 4 Ağustos 2015 günü Akşam’daki köşesinde bu konuyu ele aldı Ertuğrul Günay ve Osman Kavala tarafında hazırlanan bildiriyi hedef alan “Aydınlar ve Bildiriler” başlıklı bir yazı yazdı. Etyen’in bildiriye dönük eleştirisini anlamak mümkün ama sorunu anlatmak için yaptığı kronoloji insanı şaşırtıyor. Ya okuyucusunu aptal ve geri zekalı sanıyor ya da kendinde vicdan ve adalet duygusu kalmadığını anlatıyor. Önce bir alıntı “ Çözüm Süreci başladığında PKK tarafı için tek koşul Türkiye’den çekilmesiydi. Örgüt Gezi’den heveslenerek bunu yapmadı. Ama hükümet süreç bitmiştir diyerek Kandil’i bombalamadı… Sonrasında hükümet de yavaşladı ve bir tür ‘eşitlik’ sağlandı. Ancak PKK bölgede hegemonyasını pekiştirmek üzere alternatif bir kamu düzeni kurmaya kalktı. Baskı ve haraç mekanizması işletildi, mahkemeler kuruldu. Hükümet yine de süreç bitti deyip Kandil’i bombalamadı. Dolmabahçe toplantısını hem yaptı, hem de bundan rahatsız oldu… Çözüm Süreci kenara alındı ama yine de bitirilmedi. Sonrasında seçim sürecinde PKK işi iyice çığırından çıkardı, oylara el koydu. Hükümet hâlâ süreç bitti deyip Kandil’i bombalamadı. Çünkü ateşkes işin temeli, her türlü olası çözümün zeminiydi… Ama seçimden sonra PKK açıkça savaş ilan etti ve uygulamaya geçti. ‘Sıkıysa gel de bombala’ demiş oldu. Hükümet de bombaladı ve ‘birinci kareye’ geri döndü: “ Sanki seçim döneminde bu ülkede saldırılar yaşanmadı. Ağır katliam olmadı. “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sözü sonrasında “AK Parti yoksa süreç yok” denmedi. Cumhurbaşkanı artık Kürd Sorunu yok, terör sorunu var, Kürdlerin de herkes gibi sorunu var” diye nutuklar atmadı. Dolmabahçe toplantısı hem yaptı hem rahatsız oldu” öylemi “mutabakat yok, ben İmralı heyetinin genişlemesini de o toplantıyı da, anlaşmayı da doğru bulmuyor diyen Tanzanya Cumhurbaşkanı mıydı, yoksa bu sözlerin hiçbir önemi yok mu? Çözüm masası bu tekmeyle devrilmedi mi? Cumhurbaşkanın bu çıkışından sonra “Cumhurbaşkanı’mızın sözleri bizim için emir” diyen Başbakan Yardımcı Yalçın Akdoğan demedi mi? Biz mi hayal kuruyoruz, yoksa birileri ahaliyi kandırmaya mı çalışıyor. Çözüm Süreci’ni bitirmeyen hükümet 5 Nisan’da sonra PKK lideri Abdullah Öcalan ile Kamu Güvenliği ve Düzeni Müsteşarlığı yetkilileri dışında kimseyi neden görüştürmüyor? Öcalan’a, devletin tecrit neden uyguluyor. Savaş haline son verilmesinde etki Öcalan’a tecrit uygulamak savaş politikasının bir parçası değilse nedir? Bunları görmek istememenin nedeni ne olabilir? Her halde bu yazıyı yazarken adalet, vicdan ve akıl tatile çıkmış. Vakit Gazetesi yazarı Hasan Karakaya’dan son tahlilde farkın kalmaz. 08 BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos 82015 SÖYLEŞİ Akademisyen Vahap Coşkun: PKK, HDP’nin de altını oyuyor Ülkede yaşanan son gelişmeler ve PKK’nin çatışmasızlık durumuna geçmesinin en büyük zararının Kürd toplumuna yansıdığını belirten Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun, PKK yönetiminin silahları tamamen devreden çıkararak aktör olma konumunu HDP’ye bırakmaya henüz hazır olmadığını söyledi. Yüzde 13 gibi bir oranla HDP’nin meclise girdiğini ancak PKK’nin son gelişmeler ışığında HDP’yi de vurduğunu ve altını oyduğunu dile getiren Coşkun, “PKK medyasında “AKP savaşı başlatarak erken seçime gitmek istiyor” diye bir algı var. Eğer böyle ise soruRawîn Stêrk IŞİD diye başlayıp PKK kamplarına sabitlenen ve içeride gerilen son siyasal atmosferin arka planında nasıl bir gerekçe var? IŞİD’e yönelik bombardımanların göstermelik olmadığı kanısındayım. Yani Türkiye’nin IŞİD politikası gerçekten değişti. İncirlik Üssü’nün Amerika’ya açılması, Türkiye’nin koalisyon içerisinde daha aktif bir şekilde yer alacağını beyan etmesi ve aynı zamanda IŞİD’e yönelik operasyonlar gerçekleştirmesi bunun somut verileridir. Yine ABD’den yapılan resmi açıklamada Türkiye’nin güneyinden kalkan uçakların IŞİD mevzilerini bombaladığı açıklandı. Dolayısıyla bazılarının ifade ettiği gibi IŞİD’e yönelik bombardıman ve operasyonlar sembolik değil Türkiye’nin ciddi manada bir politika değiştirdiğini gösteriyor. Bunun en önemli sebebi Batıdan Türkiye’ye yöneltilen eleştirilere karşı bir cevap geliştirmesi zorunluluğundan böyle bir politika değişikliği yaşandı. Çünkü hem Amerika, hem NATO hem de AB ülkeleri IŞİD’e karşı Türkiye’nin üzerine düşeni yapmadığına dair ciddi eleştiriler vardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı içerisindeki algısını da çok ciddi derecede bozuyordu. Türkiye de buna karşı bir politika geliştirmek için bunu yaptı. Aynı zamanda kendisi için ciddi bir tehlike olacağını da Türkiye gördü. Aynı zamanda Suriye’deki değişimde kendi taleplerini kabul ettirmek için de IŞİD ile mücadele etmeye başladı. Özellikle bu Azez bölgesinde bir güvenli bölge oluşturma ve PYD’nin kantonları arasında bağlantı kesilmesi hedefleriyle Türkiye, IŞİD’e karşı mücadeleye girdi. Bu son derece değiştirici bir etki yapıyor. Daha önce Türkiye’nin IŞİD’e mesafeli tutumu Suriye politikasını güçleştiriyordu. Ancak Türkiye’nin aktifleşmesiyle birlikte gerek ABD gerek NATO Suriye’ye dair planlarını yaparken Türkiye’nin hassasiyetlerini gözönüne almayı kaçınılmaz kılıyor. IŞİD-Türkiye denklemini böyle okuyorum. PKK kamplarına, yanısıra da legal lacak tek bir soru var: ‘PKK, AKP’nin ve Erdoğan’ın değirmenine neden su taşıyor?’ Bu yorumun ayağı yere basmıyor. Çatışmaları başlatmanın AKP’ye bir faydası olacağının garantisi yok” dedi. Öcalan’ın bir an önce devreye girmesi gerektiğini savunan Coşkun, savaşın derinleşmesi tehlikesi bulunduğunu ve bunun da hem HDP’yi hem de Demirtaş’ın başarısını giderek daraltan bir işleve dönüşeceğinin altını çizdi. Coşkun, Çözüm Süreci, çatışmalar, savaşın toplumsal zemine etkileri ve Kürdler arası ilişkilere yansımaları konusunda BasHaber’in sorularını yanıtladı. siyasete dönük operasyonlar da söz konusu. Bunun IŞİD’le aynı zamana denk gelmesi ve ısrarlı bir şekilde ilerlemesi neye bağlı sizce? Bu sadece IŞİD ile bağlantılı olarak ele alınamaz. 7 Haziran seçimlerinden sonra PKK bilinçli bir şekilde şiddeti tırmandıran bir siyaset izledi. 7 Haziran’dan sonra özellikle yol kesme, araç yakma, şantiye basma, adam kaçırma ve benzeri birçok eylemi hemen hemen hergün gerçekleştirdi. Ama bence PKK’ye yönelik operasyonların başlatılmasını sağlayan asıl gerekçe PKK’nin Suruç katliamının sorumlusu olarak AK Parti’yi göstermesi ve Ceylanpınar’da iki polisi öldürmesiydi. Daha sonra Diyarbakır başta olmak üzere bölgenin çeşitli yerlerinde asker ve polislere yönelik eylemler gerçekleştirmesi ardından PKK’ye yönelik operasyonlar başladı ve yoğun bir şekilde devam ediyor. Şuan yapılan açıklamalardan benim görebildiğim şu; eğer PKK saldırılarını durdurduğunu deklere etmezse Türkiye operasyonlara devam edecektir. Böyle bir durumun ortaya çıktığını görüyoruz. Gerek Türkiye’nin yaptığı kapsamlı operasyonlar gerek PKK’nin bölgenin her yerinde hemen hergün eylem yapması her iki tarafın böyle bir duruma hazır olduklarını gösteriyorlar. Yani çatışmasızlık sürecinde bir çatışmaya da hazırlık söz konusuydu. PKK’nin karakollara, demiryollarına, boru hatlarına yönelik eylem gerçekleştirmesi ve eylemlerini çeşitlendirmesi ve çok geniş bir bölgede birçok kentte aynı anda gerçekleştirmesi bunun spontane bir durum olmadığını gösteriyor. Daha önceden bir hazırlık içerisinde olduğunu gösteriyor. Diğer yandan Türkiye’nin hemen daha önceden belirlenmiş hedeflere yönelik operasyonlar gerçekleştirmesi, yurt içinde PKK ile bağlantılı kişilere yönelik operasyonlar yapması devletin de bu konuda hazırlıklı olduğunu gösteriyor. Yani bir çatışma halinde ne yapacaklarına dair uzun dönemdir bir hazırlık içerisinde olduklarını gösteriyor. Bu hazırlık durumuna bakıldığında, bunca yıldır devam eden Çözüm Süreci’nde her iki taraf açısından bir samimiyet sorgulaması durumuna gidilmesi gerekmiyor mu? Samimiyetten ziyade değişen koşulları görmek lazım. Çözüm Süreci başladığında farklı insanlar ve imkanlar vardı. Çözüm Süreci içerisinde coğrafyadaki kişilerin değişikliği dolayısıyla taraflar kendi pozisyonlarını gözönünde bulundurarak hem bir taraftan görüşmeleri yürüttüler. Hem de görüşmeler bittiğinde “hazırlıksız olmayalım” diyerek hazırlıklarına devam ettiklerini gösteriyor. Bu durum da samimiyetten ziyade değişen koşullarla değerlendirilmelidir. Çözüm Sürecinin bitmesini her iki taraf açısından değerlendirecek olursak: PKK, Türkiyelileşme siyaseti HDP başarısıyla zirveye çıkmışken neden asıl politakasına ters bir manevraya girdi? Ayrıca Türkiye’nin Suruç katliamının devlete mal edimesi ve Ceylanpınar saldırısı gerekçesiyle sadırıya geçti diyorsunuz. Büyük devlet olmaya uygun mu bu durum? PKK’nin bu ateşkesi bozması ve silaha tekrar müracat etmesi tamamen yanlıştı. Bu üç noktada ciddi manada sıkıntı doğuruyor. Birincisi, eğer gerçekten Türkiye’de bir Çözüm Süreci yürütülecekse bu çatışmalara başlayarak Çözüm Süreci’ni ciddi manada bir darboğaza koyduğunu görmek lazım. İkincisi eğer amaç Türkiye’yi demokratikleştirmekse silahı devreye koyduğunuz sürece demokratik adımların atılması zor hale gelir. Buna mükabil özgürlük ve demokrasiyi daraltacak adımların daha fazla atılmasına neden olacaktır. Devlet böyle bir silahlı çatışma döneminde asker ve polise daha çok başvurur. Diğer taraftan da yasaklayıcı düzenlemeler yapar. Üçüncüsü ben bu çatışmanın hem Türkiye’deki Kürdlere hem de Türkiye dışındaki Kürdlere çok büyük zarar verdiğini düşünüyorum. Türkiye’deki Kürdlerin en büyük partisi olan HDP baskı altına alınıyor. Hareket alanı daraltılıyor. Parti ve parti çalışanlarına çok ciddi derecede eleştiriler getiriliyor. Sivil insanların hayatları çok zorlaştırılıyor. Ayrıca Türkiye dışındaki Kürdlere de zarar veriyor. PKK Kerkük – Yumurtalık boru hattına yönelik saldırı gerçekleştirmesi gibi…Bunun Erbil yönetimi tarafından 250 milyon dolarlık bir zarar olduğu açıklandı. Erbil Yönetimi Bağdat’tan zaten 1 yıldan beri bütçe alamıyor. Bu petrol aslında Kürdistan’ı hayatta tutan tek can damarı. Bu can damarını bombaladığınızda Kürdistan Bölgesi’ne çok büyük bir zarar veriyorsunuz. Ayrıca KDP ile PKK arasında tansiyon yükseliyor. Barzani, PKK’nin Kürdistan’dan çıkmasını istiyor. Böyle sıkıntılar çıkıyor. PKK’nin kendi içerisinde de sıkıntılar meydana geliyor. Özellikle IŞİD ile mücadele konusunda Batı’da sempatisi ve meşrutiyeti artan bir oluşuma dönüşürken Türkiye ile savaştığınızda bu durum tersine dönecek. Hangi açıdan bakarsanız bakın bence PKK’nin bir çatışma başlatması yanlış ve sürdürülebilir değil. Türkiye de kararlılık açısından gidip Kandil’i bombalıyor. Bunu ben Türkiye yöneticilerinin bunun bir çözüm olmadığı konusunda düşüncelerini yerleştirmiş olması lazım. Kandil’i bombalamakla bu sorun çözülmez. Çatışmaların sürmesi toplumsal maliyetinizi arttırır. Ne PKK ne de Türkiye çatışarak elde etmek istedikleri sonuca ulaşamazlar. Bu çatışmayı mümkün mertebe bitirip çözüm masasına dönmek lazım. Çünkü çatışma sürdükçe her türlü yola vaşvurulacaktır. 2011’de çatışmalar yeniden başladığında her iki tarafın da ciddi kayıplar vermesi gibi. Çatışmanın önü alınmazsa çatışma derinleşebilir ve toplum olarak ödeyeceğimiz maliyet artabilir. Herkese çok büyük zarar veriyor. En büyük zarar Kürd hanesine yazılacak. Yine Kürd gençleri ölecek, Kürd hayatı zorlanacak ve Kürdistan’da tahribat meydana gelecek. SÖYLEŞİ BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 9 SÖYLEŞİ HDP’nin meclis başarısı AKP’nin 2023’ün planlarını bozduğu için bunun hesabının somma yönelimi olduğu iddialarına katılıyor musunuz? PKK meydasında “AKP savaşı başlatarak erken seçime gitmek istiyor” diye bir algı var. Eğer böyle ise sorulacak tek bir soru var. O da PKK, AKP’nin ve Erdoğan’ın değirmenine neden su taşıyor? Bu yorumun ayağı yere basmıyor. Çatışmaları başlatmanın AKP’ye bir faydası olacağının garantisi yok. Ölülerin sayısı artar, ekonomi istikrarını kaybeder, insanlar gündelik hayatta çok zorluk yaşarsa bunun AKP’ye bir faydası olmayacağını AKP’li yöneticiler de biliyorlardır. Dolayısıyla erken seçime fayda sağlanmasını düşünmek basite indirgemektir. Kandil veya İmralı HDP’nin bu noktaya gelmesini öngörmüyorlar mıydı ki silahla HDP de marjinalize edilmeye çalışılıyor? Kandil için bu yorum doğru. HDP yüzde 13 oy aldı. 80 parlamenteri olan meclisteki dört büyük partiden biri ve koalisyon görüşmeleri yapacak noktaya gelmiş. HDP’nin bu kadar büyümesi Kürd ve Türk toplumunda; Kürd sorununun siyasi aktörlerinin eline geçsin, onlar için alan açılsın ve Kandil biraz daha geri plana çekilsin. Dünyanın her yerinde bu böyle. Siyasi başarılar arttıkça silahlı unsurlar kendi yetkilerini siyasi ve sivil aktörlere devrederler. Ancak ben Kandil’in buna henüz hazır olmadığını düşünüyorum. Kendi yetkilerini, belirleyiciliklerini sivil aktörlere devretme konusunda Kandil hazır değil. Dolayısıyla HDP’nin altını oyacak bir girişimdir. HDP seçimden önce “PKK’ye silahı ben bıraktırırım o nedenle mecliste olmam lazım” ve “Türkiye’yi ben demokratikleştiririm” diyordu. Bu olduğu için o iki iddiasının altını boşaltacak bir çatışma başladı. Dolayısıyla PKK’nin HDP’yi de vurduğu kanaatindeyim. Bundan sonraki seyirde Kandil ister kabul etsin ister etmesin buradaki siyasal ve sivil alan güçlendikçe silahlı unsurlar yetkilerini siyasilere devredecek. Siyasilerin yetki alanı daha da genişleyecek. Kandil eğer bunu kabul ederek masaya gelirse bu durum daha rahatlıkla aşılır. Öte yandan bunu kabul etmeyip HDP’yi baskı altında tutarsa zamanla Kandil ile HDP karşı karşıya gelirler. Bunun emayelerini görüyoruz zaten. HDP 7 Haziran’dan sonra ne açıklama yaptıysa Kandil buna tepki gösterdi. Öcalan’ın dahil edilmiyor olmasının arkasında ne var sizce? Herkes Öcalan’dan bir çıkış yapmasını ve konuşmasını bekliyor. Öcalan’ın konuşması ve ne diyeceği çok önemli. Ancak bu ikisinden de önemli olan Öcalan’ın diyeceklerini Kandil’in kabul edip etmemesidir. Yani Öcalan öyle bir noktada konuşmalı ki örgüt bunu anında yerine getirsin. Bu durum Öcalan’ı da güçlendirir. Ama eğer Öcalan’ın söylediği boşa çıkartılırsa o zaman Öcalan da ciddi bir yara almış olur. Çözüm Süreci başlamadan önce 2012 yılının son aylarında PKK’nin tutuklu ve hükümlüleri hapishanelerde çok büyük açlık grevi eylemi başlatmışlardı. Ve bu Türkiye’yi, bölgeyi inanılmaz germişti. İplerin tam kopacağı anda Öcalan devreye girerek “açlık grevlerini bitirin” çağrısında bulundu. Hapishanedekiler bu eyleme son verirken Öcalan Türkiye’yi rahatlatan aktör olarak sahnedeki yerini aldı. Şimdi de çatışmalar var Öcalan yine çıkıp ateşkesi ilan edin dediği halde bu gerçekleşmezse hem Öcalan hem de HDP için hiç iyi bir durum olmaz bu. Dolayısıyla Öcalan’ın ortaya çıkmamasının arka planında böyle bir sonucun henüz çıkmayacağının bilinmesindendir. Bir ateşkesi garanti altına almadan bunu konuşmanın kendisi için iyi olmayacağını biliyordur. Öcalan yeniden sahneye çıkıp çatışmayı bitirirse ve masaya yeniden dönülürse bu kez nelerin çözülmesi gerekiyor? Yeni bir Çözüm Süreci başlatıldığında sadece iki tarafın arasında yürütülmesi sürecin belirli bir muğlaklık içerisinde sürdürülmesini anlarım. Hem tarafların birbirilerini tanımaları ve taraftarlarını ikna etmeleri için gerekli bir süredir. Ancak belirli bir aşamadan sonra sürecin belirlilik kazanması lazım. Tüm temel noktada değişiklik gerekli. Ve tüm mekanizmalar yerine getirilmeli. İzleme heyetinin kurulması gibi. Şimdi bu çatışma dönemi yaşanıyor ve buna iki gerekçe sunuluyor. Dolmabahçe mutabakatının kabul edilmemesi ve geri çekilmenin olmaması. Dolmabahçe mutabakatına uyulmamasının nedenini toplum olarak gerçekten bilmiyoruz. Çünkü HDP, PKK ve AK Parti her biri ayrı bir gerekçe söylüyor. Herkes kendini haklı çıkartıp diğerini mahkum etme çabasında. Oysa İzleme Heyeti olsa sürecin neden tıkandığını, ortaya çıkan tablodan kimin sorumlu olduğunu anlatabilir. Yani Çözüm Süreci’nin gerekli tüm mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Ayrıca artık çıok somut maddeler ve somut tarihler üzerinden ilerlemek zorundayız. Somut konuşmak gerekiyor. PKK ne zaman sınırdışına çıkacak, PKK’lilerin sivil hayata entegresi nasıl olacak gibi konular madde madde ve somut bir şekilde gerçekleşmesi gerekiyor. Somut bir yol haritası konulmalıdır. Bu çatışmanın sürmesi HDP’yi nasıl bir noktaya getirecektir? Bu çatışma HDP’ye zarar veren ve derinden yaralayan bir durum. HDP’li yöneticiler de bunun farkında. Dolayısıyla bunun bir an önce bitirilmesi HDP’yi güçlendirecektir. HDP’nin içerisindeki sol gruplar, Kürdistani gruplar, merkeze yakın gruplar olduğu için HDP’nin içerisinde ne olacağını tahmin etmek zor. HDP şimdi tüm bileşenleriyle bu çatışmanın bitmesi için uğraşacaktır. Zaman içerisinde çatışmanın derinleşmesi durumunda HDP içerisinde de farklılaşma olacaktır. Kürd siyaseti içerisinde Selahattin Demirtaş faktörünü nasıl okumak gerekiyor? Demirtaş gerçekten önemli başarılar elde etti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ın karşısına adaylığını koyup önemli bir oy oranı aldı. Kılıçdaroğlu ile Bahçeli Erdoğan’a vekaleten mücadele ettiler. Demirtaş asli bir mücadele içerisine girip başarılı olur. Yüzde 6 civarında olan Kürd siyasetinin oyunu iki katına çıkarması Demirtaş’ın liderliğinde gerçekleşmesi son derece önemli. Son derece risk de almıştı. Kendi liderliğini tescil ettirmiş oldu. Demirtaş – Öcalan karşı karşıya konulmasını her iki açıdan da doğru bir ihtimal vermiyorum. Demirtaş’ın legal siyaset içerisinde güçlenmesi PKK’nin alacağı tavra bağlı. PKK çatışmaları durdurursa ve Demirtaş bunu sağlayan bir lider olursa Demirtaş daha güçlü bir hale gelir. Ancak PKK çatışmalara devam ederse bu Demirtaş’ı zor duruma sokar. Demirtaş’ın yaptığı açıklamada liderliiğini kabul etmeyen parti içerisinde grupların da olduğunu söylemişti. Dolayısıyla herhangi bir başarısızlıkta Demirtaş’a yönelik hukuksuzluk artabilir. Ancak başarı devam ettikçe Demirtaş’ın gücü de artacaktır. Savaşın devam etmesi Kürd toplumunda nasıl bir etki yaratıyor? Kürdlerde üç duygu var. 3 yıllık sürecin ardından bir kaygı ve endişe var. Huzurun ve psikolojik olarak rahatlamanın ortadan kalkacağına dair bir korku ve endişe var. Ayrıca bir hayal kırıklığı var. Sürece büyük bel bağlanmıştı. Sürecin tıkanıp çatışmaya dönüşmesi hem devlete hem de PKK ve HDP’ye yönelik bir hayalkırıklığı meydana getirdi. Bir de barışın tekrar inşa edilmesi için toplumun bütün kesimlerinde bir talep var. 09 Sert güç kullanma politikası çözüm mü? BİLAL SAMBUR Türkiye, iç ve dış sorunlarını yumuşak güç ile çözüme kavuşturma yaklaşımını terk etmiş gözükmektedir. “Suriye’nin Kuzeyinde” yani Rojava’da Kürdlerin bir statü elde etmesi halinde oraya askeri müdahalede bulunacağını ilan eden Türkiye, Kürd sorununun artık olmadığını söylediği gibi, PKK’yı askeri olarak bitirmek için sayısız askeri operasyon gerçekleştirmektedir. Türkiye, askeri güç kullanımını yeni dönem politikası olarak uygulamaktadır. Sert güç politikasının uygulamaya konulması, çözüm ve barışın anlamsızlaştırılması, silahın kullanılması, ellerin tetikte olması, doksanlı yılların çatışma ve şiddet paradigmasına dönüşü temsil etmektedir. Türkiye ve PKK’nin doksanlı yılların pratiklerine dönmesi, barış, demokrasi ve hukuk adına büyük bir felakettir. Kırk yıllık çatışma sürecinden öğrenilecek en büyük ders, silah kullanmamayı öğrenmek olmalıydı. Ancak şu anda yaşadıklarımız, tarafların silah kullanmanın her an için başvurulacak yol olduğu şeklindeki bir yanılgıyı vazgeçilmez gerçeklik olarak içselleştirdiklerini göstermektedir. Askeri güç kullanmanın tek çözüm haline getirildiği bugünlerde barıştan ve çözümden konuşmak imkansız hale getirilmiştir. Barış ve çözüm konusunda çıkan cılız sesler şerefsizlik ve geri zekalılıkla suçlanmakta, militarizm ve milliyetçiliğin histeri olarak toplumu esir almasının ortamı oluşturulmaktadır. Kürd sorununu silah ve şiddet üzerinden çözmek veya bitirmek yaklaşımı, şimdiye kadar uygulanan tek yaklaşımdır. Çözüm süreci denilen girişim, demokrasi, hukuk ve özgürlük temelinde Kürd sorununun çözülebilmesi için yeni bir yaklaşımın benimsendiğine dair çok olumlu bir hava ve umut yarattı. Ancak demokrasi ve barış merkezli yaklaşımla Kürd sorununu çözme anlayışı, çok kolaylıkla çöpe atılmaktadır. Kürd sorununun silah ve şiddetle çözülebileceği konusundaki illüzyonu, devleti, örgütü, insanları, medyayı ve entelektüel dünyayı esir almıştır. PKK ve devlet’in yapmış olduğu eylemler ve operasyonlar, şiddet ve silahı verimsiz ve sonuçsuz tek güç haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendisinden verim ve sonuç alınacak tek yol, silah ve şiddet değil, söz ve siyasettir. Ruhların, zihinlerin, kurumların ve toplumun Kürd sorununun silah ve şiddetle çözülemeyeceğine dair taze ve sahici gerçeği içselleştirmesi ve sahiplenmesi lazımdır. Türkiye, bugün iki konuya kilitlenmiş durumdadır. Birincisi, koalisyon hükümeti kurulmaması halinde seçime gidilip gidilmeyeceği tartışmasıdır. İkincisi, çözüm sürecinde masa devrildikten sonra şiddet ve çatışmaların durup durmayacağı bilmecesidir. Şiddet ve silahın yani sert gücün kullanıldığı bir yerde seçimden ve çözümden bahsetmek anlamsızdır. Sert güç kullanma, seçim ve çözüm kanallarını tüketen bir yaklaşımdır. Sert güç kullanımı üzerinden muhtemel bir seçimde istenilen siyasi kazanımın elde edileceğini varsaymak, büyük bir akıl tutulması örneğidir. Seçim ve çözümün normal sonuçlar doğurabilmesi için, militarizm ve nasyonalizmin tek aracı olan sert güç anlayışının yol olarak görülmesi yaklaşımını terk etmek bir zorunluluktur. Çözüm sürecinin bitirilmesi ve sert güç kullanma politikalarına dönülmesi, Türkiye’yi ve Kürd hareketini, DAİŞ denilen gerçek düşman karşısında zayıf bırakmaktadır. Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Asya’da hızla örgütlenen, insanları bir cellada dönüştüren, din adına şiddet ve yıkım yapma ideolojisini yayan DAİŞ, çözüm sürecinin bitirilip çatışmaların yoğunlaşmasından çok memnundur. DAİŞ, çatışmalı ortamı kendisi için altın fırsata çevirmek için her şeyi yapacaktır. DAİŞ gibi düşmanlara fırsat vermemek, coğrafyamızın Suriyeleşmesine, Afganistanlaşmasına ve Pakistanlaşmasına dönüşmesini sağlayacak bir ortamın oluşumunu engellemek için ellerin tetiklerden çekilmesi, silahın ölümcül gürültüsü yerine sözün ve siyasetin yapıcı işlevini yerine getirmesinin imkanı yaratılmalıdır. 10 HABER BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 Dağlar yanmaya devam ediyor T Şiddetin değil barışın dilini kullanın Yağmur Çetin edyanın kadına ve savaşa yönelik diline bakıldığında şiddetin pornografisini yeniden üreten bir yönelim hakim. Cinsiyetçi ve şiddeti teşvik edici dili kullanan medya Kürdistan’da çatışmasızlığın sona erdiği şu günlerde şiddeti adeta yeniden üreterek yayın yapmaya devam ediyor. Toplumun tüm dinamikleri barışın/çatışmasızlığın devamını isterken kadın gazeteciler de barışa hizmet için barış gazeteciliğinden yana taleplerini dillendirmeye çalışıyor. Februniye Akyol Gültekin Aydeniz Dersimliler köylerini boşaltmamakta kararlı Orman yangınlarının bölgede uygulanan savaş konseptinin içinde olduğunu ve hiçbirinin rastlantı olmadığını belirten Dersim Milletvekili Edibe Şahin, yangınların özellikle askeri operasyonlar sonrası veya askerlerin eğitimleri sonrasında eğitim alanlarında çıktığına işaret ederek, “Bu yangınların askerle ve operasyonlarla ilgili olduğu çok açık” dedi. Dersim’de daha önce böyle yangınlara tanık olmadıklarını aktaran Şahin, “Bu can güvenliği meselesi değil. Burada yaşayanlar yasak bölgenin anlamını 38’den bu yana çok iyi biliyorlar. Her defasında katliam, sürgün köylerin boşaltılıp yakılması, olağanüstü haller ile insansızlaştırılan bir coğrafya meselesidir. Yerinden edilen insanlar var. Köylüler, ‘Biz burayı boşaltırsak üretim ve yaşam alanlarımızdan uzaklaşacağız ve zaten yine ölmüş olacağız diyerek’ topraklarını hiçbir şekilde terk etmeyeceklerini söylüyorlar. Pülümür ve Hozat’ın bazı köylerinin boşaltıldığına ilişkin bilgiler geliyor ama teyit edemedik. Valilik ve diğerleri bize can güvenliği nedeniyle alınmış tedbirler olduğunu söylüyor ama bunlar tersine insanları yerinden ederek bölgeyi insansızlaştıran, tekrar panik ve korku ile savaş psikolojini yaratıyor” dedi. ‘Yangınlar, Kürdlere karşı topyekün savaşın bir parçasıdır’ Şırnak’ta çıkan yangınlara izli mermiler ve top atışlarının yol açtığını kaydeden HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü de, “Bu bilinçli olarak Kürdistan doğasına zarar verme politikasıdır” dedi. Son 2-3 haftadır Kürdlere karşı yürütülen topyekün savaşın bir parçasıdır” dedi. Şırnak’ta bir hafta önce 9 bölgenin yasaklandığını kaydeden Encü, bu bölgelerin içinde onlarca köyün olduğunu kaydetti. Bu bölgenin tek geçim kaynağının hayvancılık ve arıcılık olduğunu kaydeden Encü, yangınların Şırnaklıları hem madden hem de manen çok olumsuz etkilediğini ve yaşam alanlarının yandığını söyledi. Encü şöyle devam etti: “Bugün yaşananları 90’larda yaşananların aynısıdır. İnsanlarımıza bu travma yıllardır yaşatılıyor. Amaç burayı insansızlaştırmak, insanlarımızı göçe zorla- Edibe Şahin maktır. Boşaldıktan sonra istedikleri gibi bu alanları kullanabileceklerini düşünüyorlar. Amaç baskı ile sindirmek, provokasyon zeminine çekmek, kaos yaratmaktır. Son iki haftadır bunu açıkça ortaya koyuyorlar. Valilikle yaptığımız görüşmede anızlar yakılıyor neden kimse ses çıkartmıyor da buna ses çıkartılıyor gibi cevaplar alıyoruz. Doğanın ve hayvanların tümünün yok edilmesini anızların yanmasıyla eşdeğer görüyorlar.” Bagok Dağı’ndaki Süryani köyleri tehlike altında Mardin’de çıkan yangınların özellikle 90’larda boşalan bölgelere tekrar geri dönen köylerin etrafında çıkarıldığını aktaran Mardin Belediye Eşbaşkanı Februniye Akyol, Bagok Dağı’nda çıkan yangınların köylere doğru yayılmaya başladığını ve köylerin yanmasından endişe duyduklarını söyledi. Bagok’taki yangın bölgesinde 10 Süryani ve bir de Kürd köyü olduğunu belirten Akyol, “Köylere dönüşlerin başlamasıyla birlikte çıkan orman yangınlarının asla tesadüf olduğuna inanmıyoruz. Ama nasıl bir yöntemle çıkarıldığını bilmiyoruz. 7 ayrı noktadan çıkarılan bu yangın Süryani köylerine doğru hızla ilerliyor. İki köyümüze zarar vermeye çok yaklaştı. Bir köyümüzü evler tam yanacakken halkla birlikte yangını söndürmeyi başardık. Bir diğer köyde ise bağlantı kuramadık. Köylerin yanması tehlikesi ile karşı karşıyayız” dedi. Belediyelerin itfaiyelerinin ve imkanlarının yeterli olmadığını altını çizen Akyol, söndürme için helikoptere ihtiyaç duyduklarını belirterek, “Bakanlıktan helikopter talebinde bulunduk fakat yanıt alamadık. Müdahale de edilmedi. Tamamen halkın duyarlılığıyla ve itfaiye araçlarımızın gide bildiği kadar söndürüldü. Söndürülen yangınlar her an başlayabilir. Çünkü soğutma işlemi yapılamadı” dedi. Bölgede sivillerin amatörce yangınları söndürmeye çalışmasının da büyük bir risk yarattığını ifade eden Akyol, şunları söyledi: “İnsanlar canlarını ortaya koyuyor. Devletin nezdinde buradaki insanların hiçbir değeri yok ki, bizim açıkçası devletten bir beklentimiz kalmadı. Vali telefonlarımıza çıkmıyor. Dış gezideymiş kimseyi bulamıyoruz polis keyfi müdahalelerle bulunuyor.” Ferhat Encü Yüzde 24’lük ormanlık alanların yüzde 10’u kül oldu Savaş kararıyla birlikte bölgede birçok alandaki ormanlık alanların yakıldığına işarete eden Mezopotamya Ekoloji Hareketi Yönetim Kurulu Üyesi Gültekin Aydeniz ise, özellikle güvenli bölge olarak ilan edilen tüm bölgelerde yangınları çıktığını söyledi. Bu alanlarda bazı köylerin boşaltıldığına ilişkin bilgi aldıklarını dile getiren Aydeniz, Lice’de 150 ayrı noktada başlayan yangınların dört helikopterden atılan sarı toz sonrası yayıldığını kaydetti. Geriye dönük yılların ortalamalarına göre bölgede yüzde 24’lük ormanlık alanların yüzde 10’unun yandığına dikkat çeken Aydeniz, “Bu çok büyük bir oran” dedi. Orman yangınları ile birlikte doğa katliamı yaşandığını aktaran Aydeniz, “Bu ormanların içinde büyük bir biyolojik çeşitlilik ve canlılık sistemi de yok oluyor. Yangınları çıktığı yerlerde insanlar hayvancılık, tarım, bağ ve bostancılıkla geçiniyor. Ormanların taban bitki örtüsü tamamen yok olduğu için de meşe ağaçları da yandığından dolayı hem yaban hayvanların hem de hayvancılıkla geçinen köylerin hayvanlarının beslenebileceği bütün olanaklar ortadan kalktı. İki yıla kadar yangınların çıktığı bölgelerdeki halkın nasıl yaşayacağı büyük bir soru işaretidir. Dünyada endemik olarak yetişen 3-4 bitki türü sadece orada yetişiyor. Bunlar yok olmayla karşı karşıya” diye konuştu. Yangınlardan birinci derecede etkilenen insan sayısının binlerle ifade edilebileceğini belirten Aydeniz, yangınların dolaylı olarak bütün bölgeyi olumsuz etkilediğini söyledi. Yaptıkları incelemelerde Lice’de 4 gün süren yangınların 7 bölgeyi ve birçok köyü etkisi altına aldığını belirten Aydeniz, “Bağ evlerinin tamamı ortadan kalktı. 2740 Dönüm üzüm bağı, 20500 Meyve ağacı, 594 Ton saman, 180 Ton kuru ot (hayvancılık için ayrılmış kışlık yem), 10.000 Adet kavak ağacı, 5800 Metre sulama hortumu, 4 Ton buğday, 10 Dönüm ekili tütün alanı, 15 Dönüm sebze bahçesi, 6 Evin avlusu, 4 Köy evi, 9 Bağ evi ve 1000 lerce Dönüm ormanlık alan yok oldu. Ve bu sadece Lice’deki 4 günlük yangının bilançosudur” şeklinde konuştu. MEDYA 10 - 16 Ağustos 2015 Kadın gazeteciler: M Zerya Nergiz emmuz ayının ortalarından itibaren özellikle özel güvenlik bölgeleri olarak ilan edilen bölgelerde çıkan yangınlara her gün bir yenisi ekleniyor. Söndürüldükçe yenisi çıkan bu yangınlar, maddi ve manevi olarak birçok insanın yaşamını olumsuz etkilerken, Kürdistan’ın ekolojik dengesine ve yaban hayatına da büyük zararlar veriyor. Kürdistan ormanlarından şu ana kadar yüzde 10’un üzerinde bir alan küle dönerken, bölge seçilmişleri, yangınların tamamen insansızlaştırmayı hedeflediğini belirtiyor. Kürdistan’ın dört bir yanı, ormanları, dağları, köyleri haftalardır yanıyor. Şırnak, Mardin, Dersim, Hakkari ve Diyarbakır’da Temmuz ayının ortalarından itibaren şüpheli bir şekilde eş zamanlı olarak birçok noktada çıkan yangınlara her gün bir yenisi ekleniyor. Bölge halkı kendi çabaları ve kıt imkanları ile yangınları söndürmeye çalışsa da, devlet tarafından helikopter itfaiye ile söndürülmediğinden ve soğutma işlemi yapılmadığından yangınlar tamamen sönmüyor ve insanların gidemedikleri sığ alanlar yanmaya devam ediyor. Günlerdir devam eden yangılara her gün bir yenisi ekleniyor. Halkın kendi çabaları ve kazma kürek ile yürüttükleri söndürme çalışmalarına ise orman bölge ve il müdürlüklerin, valilikler ve kaymakamlıklardan da şu ana kadar bir destek gelişmiş değil. Yangınların çıktığı bölgelerin büyük bir kısmının Çözüm Süreci’nde son yaşananlarla birlikte özel güvenlik alanı olarak ilan edilen bölgeler de meydana gelmesi ve eş zamanlı olarak çok sayıda farklı noktada çıkması bölgenin insansızlaştırılmaya çalışıldığı endişelerini güçlendiriyor. Peş peşe Şırnak’ın Cudi, Küpeli, Çırav, Besta, Kilise Dağı, Dersim’de Karakoç ve Ambar köyleri ile Mardin’in Midyat ve Nusaybin ilçelerindeki Bagok Dağı’nda çıkan orman yangınları, özel güvenlik bölgeleri olmaları nedeniyle söndürme çalışmaları yapılamıyor. Bölge insanı çıkan yangınları söndürmek için büyük bir çaba sarf etse de itfaiye helikopterler olmadığı için yangınları tamamen söndürmek imkansız hale geliyor. Birçok yerde çıkan yangınlar, köylere kadar yayılarak evlerin ve ekinlerin kül olması ile sonuçlanıyor. Son birkaç hafta içinde Diyarbakır’ın Lice, Kulp, Silvan, Dersim’in Ovacık, Hozat ve Pülümür, Şırnak’ın Silopi, Cizre, Uludere, Beytüşşebap, Hakkari’nin Şemdinli, Mardin’in Nusaybin ve Midyat ilçelerinde yangınlar çıktı. Sadece Lice’de dört gün yaşanan orman yangınında yüzde 10’luk bir alanın yandığı, Dersim’de ise 70 dekarlık bir alanın kül olduğu kaydediliyor. 90’lı yıllarda köyleri yakılanların tekrar köylerine dönerek evlerini yapmaya ve tarlalarını ekmeye başlamasıyla verdikleri bu emek de çıkan yangınlar sonucu kül oldu. BasHaber “Militarist dil değil barış dili kullanılmalı” Bu anlamda yaklaşık 2 yıldır bölgede görev yapan ve birçok toplumsal olayı ekranlara taşıyan İMC Diyarbakır Muhabiri Kadriye Devir Uçar’a kadın gazeteci olarak barış gazeteciliğinin mümkün olup olmadığını sorduk. Bunu sorduğumda Kadriye, 10 saat boyunca güvenlik güçlerinin ser uygulamalar gerçekleştirdiği Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde haber peşinde. Tam da o yangın yerinde barış gazeteciliğine dair şunları söylüyor Kadriye Devir Uçar; “3 Kişinin öldüğü Zap Mahallesi’ndeyim şuan. İnsanlar evlerinde çocuklarıyla otururken ateşe veriliyor evleri, mahallelerde hendekler kazılmış. Kurşun izleri var. Ama bunu medya PKK ile Güvenlik Güçleri arasında Silopi’de çatışma diye verdi. Oysa gerçek bu değil. Medya savaşa hizmet eden militarizmi meşrulaştırmadan gerçeği olduğu gibi vermeli. O zaman evlerin neden ateşe verildiği, hendeklerin neden kazıldığı ve şuan sokaklarda ateşin ve biber gazı kokusunun neden bu kadar keskin olduğunu batı da anlar. Haberlerde şu hedefler vuruluyor, kamplar yerle bir edildi, şu kadar kişi ölü ele geçirildi denildiğinde barışı yok eden militarizme hizmet ediliyor. Gerçeği olduğu gibi verip, saldırıları meşrulaştırmamak gerekiyor. Medya kullandığı dil ile savaşa değil barışa hizmet etmeli” diyor. “Haber değeri olan şiddet değil gerçek” Alternatif Medya Derneği Başkanı Tuğba Güneş ise savaş yanlısı habercilik ile kandın düşmanı cinsiyetçi haberciliğin iç içe olduğu kanısında. Savaşın kadınlar için taciz, tecavüz, zorla yerinden edilme, göç ve ölüm olduğun bilinciyle Güneş, “Savaş toplumsal erkekliği yeniden üretiyor. Şiddet karşıtı bir dil savunmak kadına yönelik kullanılan dile de karşı durmaktır” diyor. “200 PKK’li öldürüldü”, “Şehitin annesi harap oldu” gibi haber başlıklarının şiddetin pornografisi olduğunu ifade eden Güneş, “Haber değeri olan şiddet değil gerçek olmalıdır. Dramatize etmeden, şiddeti ve cinsiyetçiliği yeniden üretmeden ölümün nasıl olduğunu değil neden olduğunu bahsedilecek başka gerçekleri yazarak barış haberciliği yapılmalı. Ki toplumsal çatışmaya değil barışa hizmet edilsin” diyor. “Haberler terörize edilerek veriliyor” Jin Haber Ajansı (JİNHA) editörlerinden Zehra Doğan Zehra Doğan Sibel Yükler da TSK’nın sınır ötesi operasyonda bombaladığı Zergele Köyü’nden haber yaparken barış gazeteciliğinin ne kadar önemli olduğunu ifade ediyor. Doğan, kullanılan şiddet dilinin son örneği Zergele Köyü’ne yönelik ana akım medyada “PKK kamplarının olduğu köy bombalandı”, “PKK fuhuş yuvası” diye haberleştirmesine dikkat çekiyor. “Çatışma sürecinde barış gazeteciliğinin basın emekçileri tarafından yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor” diyen Doğan, barış gazeteciliğine dair şöyle konuşuyor; “Aslında burada tek yapmamız gereken empati kurmak ve yaşananların her iki taraftan neden ve sonuçlarını aramak gerekiyor. Silopi’de katledilenlerin sivil olduklarını bir türlü anlatamıyoruz bu ön yargı sarmalı içinde. Ya da Kürdistan’da insanların neden direndiğini sormaktan çok olay terörize ediliyor. Aynı zamanda Zergele de buna örnek. Geçtiğimiz günlerde oradaydım, sivil bir katliam yaşandı. Bazı kurumlar bu olayda sırf failleri aklamak adına “PKK fuhuş yuvası” diyerek haberi servis etti. İşte bu tam da savaş dilidir. Çünkü oraya gelmesine rağmen objektif bakmadığı gibi, basın ahlakının dışına çıktı. Bunun gibi birçok yayın kuruluşu haberi aynı şekilde servis etmeye devam ediyor. Bu dillerin değişmesi gerek. Kadın ve çocuk boyutuna çok dikkat edilmeli, savaşın hiç kimseye faydası olmadığı mesajı sürekli verilmeli.” “5N1K yalnızca anlık haberin tamlayanı değildir” Gazeteci Sibel Yükler de savaşa karşı barış gazeteciliğinin mümkün olduğuna inanan gazetecilerden. Yükler, “İnsanları, toplumları, gerillaları, devletleri ve orduları yalnızca katliamlarla, savaşlarla tanıyoruz. Ve bu tabloda ana akım gibi yaygın medya ,varlığından itibaren tarafını hep egemenlerden yana seçti” diyor. Yükler, sözlerini şöyle sürdürüyor; “ ‘Askerlerimiz’, ‘devletimiz’, ‘şehitlerimiz’ gibi içinde iyelik eki barındıran militar başlıklardan, yalnızca ölüm, bombalar ve bilançoyla ilgilenmesine kadar savaşa en önce yaygın medya koştu. Geride kalanlar, Zergelê’de başına bombalar yağan köylüler, bir gecede evlerini terk edip sınıra kaçan Kobanêliler, kadınlar, LGBTİ’ler, çocuklar... Ana akım medya hep penguen medyasıydı. Egemenin karşı olduğu her şeye, herkese kameralarını kapatıp sütunlarını daralttı. Medyanın yıllardır PKK’den ‘Kandil’ diye bahsetmesi bir algıdır. Onlar Zergelê’deki sivil katliamını ‘Türk Ordusu Kandil’i bombaladı’ diye verirken, bu algıyla dünyası daraltmış veya önyargılı insanlara, yalnızca ‘Katil devlet’ başlığıyla devletin katliamını gösteremiyoruz. Barış gazeteciliği burada devreye giriyor. ‘Devlet Kürdistan’da ormanları yakıyor’ haberini verdikten sonra şu soruya da cevap vermeliyiz: “Devlet köyleri, ormanları niçin yakıyor?” 5n 1k yalnızca anlık haberin tamlayanı değildir. Bir elçi değiliz elbette, ama anlatıcıyız. Çatışma yerine çözümü, savaştan çok barışı, bilançodan çok hikâyeyi anlatmalıyız. Kadın gazeteci olarak savaşın, militarizmin kadını doğrudan ve dolaylı yoldan nasıl etkilediğini biliyorum. Bir taraf olacaksak bu; postallı, kutsayıcı, cinsiyetçi, tahakkümcü eril dile karşı barıştan ve mağdurdan yana olmalı diye düşünüyorum.” Tuba Güneş Kadriye Demir 11 Hepimiz suçluyuz SENNUR BAYBUĞA Gitgide zayıf da olsa iki muktedir ya da muktedir olmaya çalışan iki ‘taraf’arasında sürgit devam edeceği izlenimi veren, sivil ya da ‘giysili’ insanların ölüp durduğu bu çatışmanın hiçbir yerinde durmamaya karar verdim. Silah seslerinin gürültüsünden kimsenin bizim susturun şu silahların sesini diyen çığlığımızı duyacağı yok, her şey bir bilgisayar oyunu gibi, insanlar ise sadece piyonu ve ölenlerin çetelesi masa başlarında pazarlıklarda kullanılacak bir şey gibi tutuluyor. Siyaset erbaplarının duyarlılılık dolu sözlerine inanmıyorum artık. Tümüne de itirazım var ve benim gibi yaşamın sadeliğinde ısrar eden ve sükunetle yemeğini ocağa koymaktan başka derdi olmayan tüm annelerden özür dileyerek artık bu erkek dünyaya kulaklarımı kapatmaya karar verdiğimi söylemek istiyorum. Hiçbiriniz de haklı değilsiniz... Biraz önce bir arkadaşıma yazdım, onu da burada yazıp bağlamak istiyorum: hayatım boyunca Türk olmaktan mahçup oldum, etrafımda, sağımda, solumda, önümde arkamda hep milletimin mağdur ettiği, kıyıma uğrattığı yok ettiği insanlar oldu, zorla asimile edilen, ataları yok edilen, dinleri mezhepleri yasaklanan, eğitim adı altında yalanla büyütülen ve bu yalana gitgide inandırılan insanlar. Bugün Kürd olmadığım için seviniyorum artık, zira utandığım aidiyetimin bir kopyası olma yolunda yazık ki yavaş adımlarla ilerleyen, yok edile edile çoğalan bir acılar yumağı millet duruyor. Kendini yok edene bu kadar benzeme isteğini kaldıramıyorum artık. Devlet denen örgütlenmiş cinayet aygıtının insan yapması olmadığını düşünen ve onu oluşturan herşeyi gitgide soyutlaştıran kafanın bir süre sonra kendindeki devlete benzeyen yanlara da yabancılaşarak çoğaldığını görüyorum. Bugün ben o ülkede olan biten şeylerden, cinayetlerden, işkencelerden, sistematik infazlardan devleti sorumlu tutmayı terkettim. Bu düşüncenin o ülkede yaşayan tüm halklarda, bir tembelliğe ve özgelişim yoksunluğuna yol açtığını görüyorum. Devlete sorumluluk yükleyerek sürekli eli ayağı temiz dolaşan, gitgide vicdandan ve akıldan yoksun hale gelmiş insanlar topluluğu haline nasıl geldik biz, yaşım yetse anlatırdım. Kışkırtılma, provakasyona gelme, tahriklere kapılma kavramlarının hangi memleket siyasetinde bizimki kadar kullanıldığını merak ediyorum. Olan biten herşeyin sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışan vicdanların toprağı burası ve hep cevabımız da hazır: ben işemedim miki işedi... Devleti aramızdan çıkarıp, hafifletici nedenden kurtulursak ve gitgide muktedir olmaya sevdalı ne kadar benzeri örgütlenme var ise, tümünden de kurtulmayı başarırsak belki kimse silah alabilecek para ve gücü kendinde bulamaz. Tahriklere kapılmak, provakasyona gelmek gibi istem dışı aslında hiç de arzu etmediğimiz insanlık dışı cinayetlerimize gerekçeler bulan hallerimizden de kurtuluruz. Ama bu zor olan, zira o zaman az da olsa mutlu olma hakkımızı devretmiş olacağız, insanın hakikaten kendi sorumluluğu ile yüzleşmesi kolay mıdır ki bilmiyorum. Sosyal medya sayfacıklarıma bakarak, malzememiz hakkında intiba edinmeye çalışıyorum yine; devleti boş verelim bizi kim mi oluşturuyor. Bir zamanlar bulunduğum örgütte, yarı yarıya kadın kotalarına rağmen seçildiği organlarda mümkün olduğu kadar kadınsız iş yapmaya, siyasetin yüksek kısmını sadece kendi ‘sınırsız beyin’ alanının işi olarak görmeye alışmış ve bunun bir milim ötesine gidemediğini acıyarak gördüğüm orta yaş solcularının; sözkonusu olan hükümet ya da ‘devlet’in icraatları olduğunda nasıl bir özgürlükçü kesildiklerini görüyorum. Ne mi görüyorum; her türlü homofobilerine tanıklık ettiğim dostların; mağduriyeti yaratan siyaseten muhalefet ettikleri devlet olduğunda gözlerimi yaşartan, cinsel kimliklere saygı isteyen yazılarını daha doğrusu hönkürmelerini görüyorum. Bu iki örneği neden mi verdim; cinayet işleyen ve adam öldüren devlet olunca bağıran ama zamanında susan insanlar demeye cesaretimin olmamasından henüz. Ve sanırım Sartre’ın bir kitabının adı geliyor aklıma ‘hepimiz suçluyuz’… 12 BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos12 2015 DİASPORA Kürdçenin sürgün vatanı: İsveç K ürdistan’ın her parçasından çeşitli nedenlerle dünyaya dağılan Kürdler İsveç’te özellikle anadil konusunda büyük başarılar elde etti. Kürd edebiyatının en önemli merkezlerinde biri olan İsveç, hem Kürd edebiyatına ölümsüz eserlerin kazandırıldığı hem de Kürdçenin şu anda en saf haliyle konuşulduğu ülkelerin başında geliyor. Dünyanın neredeyse tüm kıtalara dağılmış Kürdlerin entelijansiyasının ülkesi olarak İsveç gösterebilir. İsveç deyince Kürdlerin aklına ilk olarak ölümsüz eserleri ile Kürd edebiyatının mihenk taşlarından Mehmet Uzun gelir. Kürdistan’ın dört parçasından Kürdlerin göç ettiği İsveç’te Kürd olmanın sınırsız özgürlüğünü topraklarından uzakta yaşayan binlerce Kürd var. 1970’lerden bu yana isteyenin anadilinde eğitim alabildiği İsveç’te Kürdler de 45 yıldır kendi dillerinde eğitim alıyor. Hem edebiyat hem de yayıncılık konusunda dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar başarılı olan Kürdler, burada binlerce kitap, dergi ve materyal yayınlıyor. Sayıları 150 binin üzerinde olan İsveç’teki Kürdler İskandinavlardan sonra en geniş halk topluluğudur. İsveç’in ilk Kürdü; Şerif Paşa 1865’te Osmanlı’nın Stockholm Büyükelçiliğine atanan Şerif Paşa, giden ilk Kürd olarak bilinir. 1927 tarihinde de Kürdlerden İsveç’e ilk göçler yaşanırken, 1960 yıllarında “Komela Xwendevanên Kurd li EwropaKSAA” olarak bilinen Kürd öğrenci dernekleri üyeleri ve ardından işçi göçü nedeniyle Anadolu Kürdlerinden çok sayıda Kürd göç eder. Sonrasında Kuzey Kürdistan ve diğer parçalarda siyasal konjektürün getirdiği baskılardan dolayı göç etmek zorunda kalan Kürdlerin bir kısmı İsveç’in yolunu tutmaya başlar. Mehmet Uzun, Mahmut Baksi, Cemal Alemdar, Ömer Şeyhmus gibi çok sayıda yazar, siyasetçiler bu göç dalgasıyla İsveç’e giden isimlerden. Kuzey Kürdistan’ın yanı sıra İran – Irak savaşıyla Doğue ve Güney Kürdistan’dan da yoğun göçler yaşanır İsveç’e… 45 yılda 7 bin Kürdçe kitap Resmi istatistiklere göre 105 bin kişinin evinde Kürdçe konuştuğu İsveç’te 2000 yılından bu yana devlet radyosundan günlük yayın diliminde Kürdçe yayın yapılıyor. Kürdlerin burada Newroz ve Rojhilat TV gibi iki ayrı televizyon kanalları,çok sayıda internet haber sitesi ve dergileri de var. İsveç Kürd Federasyonu, İsveç Kürd Konseyi bünyesinde ve bağımsız 109 kurum ve derneğin olduğunu ülkede, 1997 yılında zengin içeriğiyle İsveç Kürd Kültür Kütüphanesi ve Kürdoloji Kürsüsü var. 7 Bin Kürdçe kitabın da basıldığı İsveç’te 2004 yılında bu kez Dalkurd adında spor kulübü de Kürdler taradından kuuruldu. Öte yandan Göç eden Kürdler yoğun olarak başkent Stokholm, büyük bir hayranlık uyandırdığını belirterek şöyle sürdürüyor sözlerini; “Hiç kimse Kürdleri Müslüman olarak görmüyor. Kürd ve kendi haklarına sahip olmak isteyen dürüst bir halk olarak görüliyorlar. İnanıyorum ki eğer Kürdler bağımsız bir devlet kurarlarsa, ilk tanıyan devletlerden biri İsveç olacaktır.” Göterborg, Uppsala, Örebro, Eskilstuna ve Gavle’de yaşarken, yüzde 30 oranında Kürd de küçük yerleşim yerlerinde yaşıyor. Ülkeye göç eden ilk jenarasyon işçilik yaparken diğer jenarasyon kendi işlerini kurup ülkenin ekonomik dengeleri içindeki yerlerini aldı. Kürdçe’nin resmi dil olma şansı var Beş resmi dili ve tüm yabancılara tanıdığı haklarla Avrupa’nın en demokratik ülkelerinden biri olan İsveç’te Kürdler 1970 yılından bu yana tüm lehçeleri dahil olmak üzere, ilk okuldan üniversiteye kadar Kürdçe eğitim alıyor. Kürdçe’ye ilişkin aktivitelerin olduğu ülkede hastane ve mahkemelerde çeviri için çok sayıda tercümanlık kursu bulunuyor. Herhangi bir devlet okulunda sayıları 5’i bulan Kürd öğrenci talep ettikleri takdirde Kürdçe eğitim alabiliyor. Kürdçe’nin resmi dil olabilmesi için artık yavaş yavaş adımların atıldığını belirten Gazeteci Yazar Kurdo Baksi, “Bir dilin resmi dil olabilmesi için, coğrafi, tarihi ya da nüfus oranına göre hesaplamalar yapılıyor. Kürdlerin de burada nüfusu fazla ve 20-30 yıl sonra Kürdçe’nin de resmi dil olabilme şansı var” dedi. Baksi. “Kürdlerin burada anadilleriyle ilişkileri çok iyi. En saf ve güzel Kürdçe İsveç’te konuşuluyor” diyor. İsveç Yazarlar Birliğinde 200 Kürd yazar İsveç’in Kürd edebiyatında çok önemli bir yere sahip olduğunun altını çizen Baksi, bunun nedenini ise, “Bence buraya ilk göç eden Kürdlerin tamamının entelektüel ve siyasi olmasıdır. Tüm parçalardan buraya gelen Kürdler, yazar, gazeteci veya siyasetçi” diyerek açıklıyor. Şu anda İsveç yazarlar birliğinde 200 Kürd yazar olduğunu söyleyen Baksi, İsveç devletinin 1970’ten bu yana ciddi imkanlar sağladığını ve Kürdçe yazan yazarın, yayınevinin devletten maddi destek aldığını söylüyor. Baksi, “Kürdlerde bu hakları iyi kullandı ve binlerce kitap yazdı. Kürdlerin yaşadıkları yerlerde bu kadar dergi ve kitap çıkarabilmeleri imkansızdır” diyor. ‘Kürd entellektüeller rollerini oynuyor’ Kürdistan Federe Devleti’nin temsilciliğiyle birlikte 37 Kürd partisinin temsilcilerinin İsveç’te olduğunu belirten Kurdo, geçmişte Kürdler arasında çıkan particilik, bölgecilik gibi sorunların artık yaşanmadığını söylüuyor. Baksi, “Kürdlerin Kürdi hassasiyetleri parti hassasiyetlerinin önüne geçmiş. Entellektüeller rollerini oynuyorlar. Siyasi partilerden bir öncülük beklentisi içinde değiller” diye yorumluyor. Kürdlerin İsveç toplumuna ciddi ölçüde entegre olduğunu aktaran Baksi, özellikle IŞİD saldırılarına karşı Kürdlerin mücadelelerinin ülkede “İsveç Kürdleri” ve “İsveçli Kürdler” İsveç’te yaşayan bir diğer Kürd Gazeteci Yazar Zarathustra Gabar Çiyan da ülkede Kürdlerin artık “İsveç Kürdleri” veya “İsveçli Kürdler” ifadeleriyle tanımlandıklarını, Kürdlerin de bu ülkeyi ikinci ülkeleri olarak tanımladıklarını söylüyor. Kürdlerin, siyaset ve edebiyattaki başarılarının yanında ülkenin gelişimi ve refahı için politik alanda çok başarılı olduklarını dile getiren Gabar Çiyan, “Siyasetin genelini etkileyen partiler, şehir, bölge ve genel merkezinde, kadın gençlik örgütlerinde ve sendikalarda, sorumluluk bilinciyle, bütünleştirici ve birlikteliği esas alan İsveçlilerle uyum içinde aktif olarak çalışıyorlar. Sadece siyasi alan değil, basınyayın, hukuk, insan hakları, spor, sosyal hizmetler, sağlık, eğlence, mühendislik ve eğitim konusunda etkili bir pozisyonda” olduklarını söylüyor. Kürd dili, tarihi ve edebiyatının, İsveç’in verdiği destekle ayakta kalma, gelişme mücadelesi verdiğini belirten Gabar Çiyan, bunun İsveç’teki Kürd aydınlarının bilinçi çalışması sonucu olduğunu ve bu durumun İsveç’in modern Kürd edebiyatının merkezlerindne biri haline gelmesinde etkili olduğunu ifade ediyor. Gabar Çiyan, “İsveç’teki en güzel ve önemli tavır, sadece Kürdçe yazmak, eserler yaratmak ve kurumlar kurmakla sınırlı değil. Ezici çoğunluk Kürdçe konuşmaktadır, okulda çocuklarının da Kürdçe öğrenmesi için Kürdçeyi zorunlu ders olarak benimsemiştir. İsveçce zorla öğrenilmemiş, bu dil Kürdçe üzerinden öğrenilmiş, ikinci ülkesiyle ‘gönüllü entegrasyonun önünü açmıştır” sözleriyle İsveç’in Kürdçe’ye olan katkılarını aktarıyor: İsveç Parlamentosu’nda 6 Kürd Milletvekili İsveç toplumu ve siyasetinde önemli bir yeri olan Kürdler, 1994’ten bu yana İsveç Parlamentosunda da yer alıyor. 1994 yılında ilk olarak Sosyal Demokrat Parti’den Kürd kadını Nalin Baksi’nin girdiği İsveç Parlamentosu’na ardından Liberal Parti’den Gulan Avcı ile İsmail Kamil, Moderat Sağ Parti’den Mahmood Fahmi, Çevre Partisinden Rebwar Hassan girdi. Şu anda da Parlamentoda Çevre Partisinden Jabar Amin, Sosyaldemokratlardan Shadiye Heydari, Roza Gülcu Hedin, Serkan Köse ve Lawen Redar, yine Sol partiden Amineh Kakabaveh milletvekili olarak parlamentodaki yerlerini alıyor. Parlamento ile birlikte il meclisi ve belediyelerde onlarca Kürd görev alıyor. İNCELEME BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 13 SÖYLEŞİ Orta Anadolu Kürd düğünleri O Adem Özgür rta Anadolu Kürdleri dediğimiz Kürd toplulukları, bulundukları bozkırlarda yaklaşık olarak 500 yıllık bir geçmişe sahip. Ankara, Konya ve Kırşehir’de 300 binden fazla Kürdün yaşadığı; İç Anadolu’nun geneline yayılan Kürdlerin sayısının ise 2 milyonu geçtiği söylenmekte. 500 yıllık bir geçmiş, bunca yıllık baskı ve zor politikaları ile mücadele etmek ve yüzyıllarca dilini, kültürünü ayakta tutabilmek Orta Anadolu Kürdlerini özel bir alana çekiyor. Orta Anadolu Kürdleriyle ilgili yapılan araştırmalara ve onlarla ilgili yapılan haberlere bakıldığında Kürdlerin öz kültürlerinden ve yaşamlarından vazgeçmedikleri görülüyor. Kültürlerini korudular Orta Anadolu Kürdlerinin yaşam biçimleri, gelenek ve görenekleri ile örf ve adetleri Kürdistan’dan kopuk değil. Yüzyıllarca Türklerle birlikte yaşamalarının etkisi olsa da kültürlerini korumayı başardılar. 1950’li yıllara kadar yarı kapalı bir toplum olarak yaşayan Orta Anadolu Kürdleri, daha çok hayvancılıkla uğraşırlar. Devam eden dönemlerde yeni pazarların açılmasıyla birlikte Kürdler yeni iş olanaklarıyla tanışır. 1950 yılından sonra diğer halklarla kaynaşmaya başlayan Kürdler, enformasyon teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte yeni örf, adet ve geleneklerle de tanışmış oldular. ‘50’li yıllara kadar köylerde ağaların veya zenginlerin cemaat evleri vardı ve bu evlerde tarihi, sosyal ve kültürel sohbetler yapılırdı ve ayrıca eski Kürd hikâyeleri de bu evlerde kaval eşliğinde anlatılırdı. Kürdi düğünlerin yitmeyen belleği Orjinal kültürlerine dair bir yaşam sürdüren Orta Anadolu Kürdlerinin düğünleri de otantik özelliklerini koruyor. Kız isteme, nişan töreni, nişanlılık hali ile düğünlerin günü ve düğünlerde takılan takılar Kürdistan’la benzerlik göstermekte. Birbirini seven iki gencin ‘yuva kurma’ları kararlaştırıldığında erkeğin ailesi birkaç gün öncesinden kızın ailesine haber verir. Erkek tarafının önde gelenleri bir araya gelir ve kız istemeye gidilir. Bundan sonra nişan işlemleri başlar. Nişanlılık genelde 6 ay ile 1 yıl sürer. Son yıllara kadar erkeğin nişanlısını görmesine müsaade edilmezdi, sosyolojik etkileşimin sonuçlarıyla bu kuralın ‘ihlal’ edildiği izleniyor artık nişanlılar ‘Batı’lılar gibi evlilik öncesinde rahatça görüşebiliyorlar. Qaling yeni kurulacak ev için ‘kapora’ 6 ay ile 1 yıllık nişanlılığın ardından taraflar düğün hazırlıklarına başlar ve düğünde gelin ile damat tarafının alacakları belirlenir. Buna “Qaling” deniliyor. Qaling, erkek tarafının evlilik öncesi kız tarafına verdiği miktarı değişen, üzerinde pazarlıklar yapılan paranın adı. Bunun süt parasından farkı, kız tarafının bu parayla evlenecek çiftin ihtiyaçlarını karşılaması hesaplanıyor. 3 gün 2 gece eğlence erkek evinde 1990’lı yıllara kadar düğün süreci genelde Perşembe öğleden sonra, öğle namazından çıkan erkeklerin erkek evine giderek dua okuması ve çatıya bayrak dikilmesiyle başlar. Bunu takip eden 3 gün 2 gece boyunca erkek evinde bütün köye yemek verilir ve eğlence burada devam eder. Kız evine ikinci gün 2–3 saatliğine gidilip tatlı yenir ve kimi zaman davul zurna götürülür burada da ‘kısmen’ eğlenceye devam edilir. Kız evinde kına gecesi de dâhil herhangi bir eğlence yapılmaz, kınayı da gündüz kız evine giden erkek tarafı gece kızın annesi veya arkadaşları yaksın diye bırakırlar. Gelinler eskiden düğünün tamamına katılmazlarmış Bugün köylerde yapılan düğünler yine erkek evinde olmakta hatta kına da erkek evinde yakılmaktaymış bir farkla eskiden gelinler kendi düğün ve kınalarına katılmazlarken bugün gelin kendi düğününe de gidebilmekte. Yine de gelinin bütün düğün sürecinin tamamına katıldığını söyleyemeyiz, erkek tarafının akşam gelip gelini ve kız tarafını düğüne götürmesiyle, gelin, kendi düğününe her gün birkaç saat katılabilmekte. Kız tarafında eskiden de olduğu gibi herhangi bir eğlence hala yapılmamakta. Orta Anadolu Kürdlerinin düğünleri üç gün sürer. Bu düğünlerde Kürdçe şarkılar çalınır ve dolayısıyla düğünler anavatan yaşamına özgüdür. Daha çok yaz aylarında ve evlerin önünde yapılan düğünlere tüm komşular davet edilir ve düğünler komşuların bir araya gelmesiyle devam eder. Bu düğünlerde dile getirilen söylemler, dillendirilen şarkılar Kürdçe’dir. Kürdçe’nin dışında başka hiçbir dilin girmediği bu düğünlerde politik bir mesajın da her zaman var olduğunu söylemek mümkün. Şerbet içme bizde önemli bir yer tutar Orta Anadolu Kürd Derneği (KomKurd-An) kurucularından Rıfat İlhan, Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinden. Orta Anadolu Kürdlerinden olan İlhan, eski ve yeni geleneklerle ilgili şunları söylüyor: “Eskiden kız istenildikten sonra erkeğin ailesi ‘şerbet içmeye’ giderdi. Bu Orta Anadolu Kürdlerinde bir gelenektir. Şerbet içilmeye gelindiğinde kız tarafı şeker, bulgur, kurum üzüm vb. gıdalarla yemek ve tatlılar yapıp, misafirlere ikram ederdi. Erkek tarafı gelin için çeşitli takılar götürürdü. Eskiden kız tarafı için yün alınırdı. Erkek tarafı kız tarafına ‘Qaling’ adı verilen bir miktar para verilirdi. Bu, bildiğimiz başlık parası gibi kız ailesine değil, yeni evlenecek çiftlerin masrafı karşılansın diye verilen bir şeydi.” Eskiden düğünlerde oynanan oyunları dile getiren İlhan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Eskiden bizde çeşitli oyunlar oynanırdı. Kamçı oyunu vardı mesela. Birbirini iple bağlayan gençler, birbirine vururdu. Çok hoş halaylar çekilirdi; “sêling” ve “giranî” oynanırdı. Erkekler bir evde toplanıp, eski hikâyeler anlatırlardı düğün zamanında.” Kadın erkek ilişkilerini sorduğumuz Rıfat İlhan, bize şunları anlattı: “Elbette her toplumda olduğu gibi gönlünce evlenenler olduğu gibi, zorla evlendirilenler de olurdu. Ama ağır bir baskı yoktu. Eskiden kadın ve erkekler halayda el ele de olmazdı, ayıp karşılanırdı.” Orta Anadolu Kürdlerinden olan ve “Kevrê mezelê”, “Bertê”, “Oy oy Etê” gibi birçok müzik eserine imza atan sanatçı Serbülent Kanat ise şu değerlendirmelerde bulundu: “Şerbet içme adeti bizde önemlidir. Şerbet içme günü gelinin alındığı ve artık düğün hazırlıklarının yapılacağı anlamına geliyor. O gün düğün hazırlıkları yapılır. Şerbet içileceği günden bir gün önce de o gün yapılacak yemek için hazırlıklar yapılırdı. Et, bulgur pilavı, hoşaf ve şerbet ikram edilirdi misafirlere. Şerbete karanfil katılırdı ve büyük tencerelerde yapılırdı. Bir de Orta Anadolu Kürdlerinde düğün veya nişanlarda ‘Nanê ji keva’ dedikleri kolay kolay bayatlamayan yufka ekmek yapılırdı. Bu, düğünlere has bir durumdu.” 13 Şerefliler FERHAT KENTEL Cizre 1992... İki panzer mahalle arasında Newroz kutlayan insanların arasında sağa sola hücum ediyor; insanları duvar diplerinde, evlerinin kapı önlerinde sıkıştırıyor.. Kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı insanlar panzerlerin her saldırısı karşısında bir oraya bir buraya kaçışıyorlar. Bir müddet sonra, panzerlerden kimisi maskeli polisler iniyor ve ellerinde tüfeklerle tehdit edip, kaçışan insanların arasından gözlerine kestirdiklerini yakalayıp, karga tulumba panzerlere atıyorlar. Yakalanan insanlar korkuyla ve can havliyle direniyorlar panzere girmemek için... Çünkü biliyorlar o panzere girerlerse neler olabileceğini... Bir kadın çığlık çığlığa bağırıyor, ağlıyor, dövünüyor... Çünkü o da biliyor polislerin yakaladıkları oğlunun ya da kocasının başına neler gelebileceğini... Korkunç sahneler... Ama panzere 4-5 tane polisin, tekme tokat, dipçik sokmaya çalıştığı beyaz saçlı adamın çaresizce direnişinin insanın aklından çıkması mümkün değil... O gün orada o korkuyu yaşayan insanlar şimdi neredeler acaba? Hayattalar mı? Dağdalar mı? Yoksa Cumartesi Anneleri’nin her hafta taşıdıkları fotoğraflardaki hüzne mi dönüştüler? Yoksa o fotoğraflardan bize soran gözlerle bakıp, “çözüm süreci” mi bekliyorlar hâlâ? Sahi neydi kastedilen o “çözüm süreci”nden? Bu insanların yaralarına gerçekten merhem sürüldü mü? Yüce devletimiz ve onun kumanda mekanizmasında yer alan seçkinlerimizin uzun vadeli çok derin ve de çok insaniyetli hesapları vardır belki... Ama bizimle pek paylaşmaya tenezzül etmedikleri bu parlak hesaplar tecelli edene kadar biz sıradan vatandaşların görebildiği şu: Cizre’deki polisin ya da Jitem’in kaybettiği ve yol kenarlarına ya da asit kuyularına attığı insanlara karşı uygulanmış olan ölçüsüz ve de izansız bir şiddetin yerine sadece kibirli bir duruş ve siyasal çıkar hesapları geçmiş durumda... Kürdlerle barışmak ya da onların kırılmış onurlarına saygı göstermek yerine yukarıdan bakan, kendi Kürd’ünü inşa edip, kendi “barışını” dayatmaya çalışan bir geleneksel (hani “eski” Türkiye dedikleri) devlet barışı... Ve belli ki başka hiçbir konuda hiçbir “değerli fikirlerini” duymanın nasip olmadığı devletin en has bekçisi bir takım “şerefli” parti liderleri şimdi, havadaki pusun maksimum seviyeye çıktığı bir zamanda, kendilerine biçilen rolü oynamak üzere devreye girdiler. Bu rol tek oyunculu değil kuşkusuz; karşılarında onların tam istediği gibi bileşenlere sahip bir örgüt var. Tam onların istediği gibi “terör” yapıyor; polise pusu kuruyor, çarşıda yemek yiyen askeri öldürüyor. Cumhuriyetimizin en nadide referanslarından biri olan “ihanet” retoriği devreye giriyor; dış ve de özellikle iç düşmanlarla çevrili olmakla milliyetçileşen, halkımızın hassas delikanlıları kamusal alanda performans patlaması yaşıyorlar. Uzun bir süre, küçük çapta ve heyecansız eğlenceye dönüşen askere uğurlama törenleri artık yeniden ölümün, öldürmenin kutsandığı ayine dönüşüyor... “En büyük asker bizim asker!”, “Tekbiiir! Ya Allah bismillah Allahu ekber!” klasiklerinden başlayıp, futbol tribünlerindeki belden aşağı sloganlara uğrayıp, havaya şarjörler dolusu kurşun (ya da kuru sıkı?) saydırmalarla devam eden bir ayin... “Şerefsizler” retoriğini kolayca sahiplenen, ortalamanın gücüne sahip bir ayin... Mahalle aralarında kimsenin gıkını çıkarmaya cesaret edemeyeceği bir sıradanlık... Eski Türkiye’den beri, aralıksız ve en risksiz bir şekilde “kahraman” olunabilen bir performans... Bir gün sonra aynı kahramanların, içkiyi biraz fazla kaçırınca, kendi aralarında tekme tokat kavga ettikleri, küfrün bini bir para olduğu, kafalarda şişe kırmayı da içeren, erkekliğin raconunu konuşturdukları bir performans da öncekinin bir varyasyonu... Eski ve yeni Türkiye’nin değişmez klasikleri arasında yer alan, şerefi kendisine saklayan, şerefsizliği başkasına yapıştıran ortalama bir korku ve korkutma etrafında şekillenen bir raconun performans günlerine hoş geldik! 14 BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos14 2015 YAŞAM EMEK BasHaber 10 - 16 Ağustos 2015 15 SÖYLEŞİ 15 Kadın emeğinin yasal garantörü! E Ladino: Bir dilin üç kıtadan ‘ölüm durağı’na yolculuğu! İ Çimen Gümüş spanya’dan kovulduktan sonra Osmanlı topraklarına yerleşen Yahudilerin konuştuğu dil olan Ladino, onu konuşanların sayısının artık yok denecek kadar azalmasıyla son yıllarını yaşıyor. Yahudiler arasında konuşulan bu dil ile ilgili basın yayın organları olsada özellikle yeni kuşağın konuşmaması Ladino dilinin yok olmayla yüz yüze kaldığını gösteriyor. Dilbilimci Karen Gerson Şarhon, Ladino’nun artık evlerde konuşulan bir dil olmadığını ve kendi kuşaklarından itibaren biteceğini söyledi. Ladino’nun hikayesi Yahudilerin osmanlı topraklarına göç etmesiyle başlar. Miladın başlarında Ortadoğu’dan İspanya’ya göç eden Yahudiler, İspanya’nın Emeviler tarafından fethedilmesine kadar burada yaşamış ve ana dilleri olarak eski ispanyolcayı konuşurlar. Yüzyıllar sonra 1492’de İspanya’nın yeniden ispanyollar tarafından geri alınmasıyla “Katolik İspanya Kraliyeti” oluşturulur ve ilk faaliyet olarak tüm Müslaman ve Yahudilere din değiştirmeleri dayatılırken, kabul etmeyenlerin ise kısa süre içinde İspanya’yı terk etmeleri bildirilir. 15. yüzyılda Müslümanların ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasının ardından sayıları yaklaşık 200 bin olan Yahudi topluğu Osmanlı topraklarına gelerek, daha çok Balkanlar, Trakya, Marmara ve batı anadoluya yerleşir. İspanya’dan göç eden Seferad Yahudileri zamanla başka dillerin de etkisi altına girekek Ladino dilini konuşmaya başlar. O nedenle bu dili konuşan Yahudiler, sadece Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerdir. Seferad Yahudileri, osmanlı topraklarında eski ispanyolcayı ve yahudi ispanyolcasını serbestçe kullanmış, kitap ve gazete yayınlamışlardır. Osmanlı’da bu Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş, Rabia Çetin / Diyarbakır: Mustafa Turan / Emin Kan dile Yahudice denmiş ve bu sözcük kendi dillerine çevirilerek Yahudi İspanyolcasına “Judio” olarak kabul edilir. Ladino’nun dünya çapında geçerli olan ismi Judeo Espanol’dur. Ladino dili bugün çoğunlukla Türkiye ve buradan İsrail’e göç eden Yahudiler tarafından konuşulurken, yine buradan ABD, Fransa, Yunanistan, Brezilya, Fas, Bulgaristan ve İtalya, Kanada, Arjantin, Tunus, Sırbistan ve birçok ülkede az da olsa konuşuluyor. Orijinal alfabesi Raşi alfabesi olan Judeo Espanol harf devriminden sonra bu alfabe ile yazılamıyor. İspanya’dan dağılan Sefaradlar çoğunlukla Raşi alfabesi ile yazmış fakat gittikleri bölgelerin de alfabelerini alırlar. Böylece Yahudi ispanyolcası yani Ladino 1850’lere kadar Arap, Bulgar, Raşi ve Yunan alfabeleriyle yazılır. Bu tarihten sonra ilk defa latin alfabesiyle tanışır. Seferadların göç ettileri yerlere taşıdıkları anadilleri olan JudeoEspanol yani Ladino’ya uzun yıllar boyunca Türkçeden de sözcükler eklenerek sadece Türkiyeli Sefaradlara özgü bir dil olarak ortaya çıkar. Sadece 50 yaş üstü Yahudiler konuşuyor Seferadlar sözlü ve yazılı kültürlerini, masallarını, deyimlerini, atasözlerini, efsanelerini, mutfak kültürlerini ve müziklerini Ladino ile var etmişler, ardından 1920’lerde Türkçenin yaygınlaştırılması çabası ile Yahudiler de büyük baskılara maruz kalmış ve Ladino yerine Türkçe kullanılmaya başlanmış. Bununla birlikte Ladino’nun konuşulma orana zamanla çok sınırlı bir düzeye inmiş. Bugün ölmekte olan dillerden biri olarak karşımıza çıkan Ladino, Türkiye’de yanlızca 50 yaş üzeri Yahudiler tarafından kullanılıyor. İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi İdare Müdürü: Esin Alp Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal Birçok dilin karışımı Seferad Yahudilerinin Osmanlıya gelmesiyle Ladino’nun Osmanlı İmparatorluğunda doğduğunu aktaran Dilbilimci Karen Gerson Şarhon, “Judae Esponol bir Osmanlı dilidir. 15. Yüzyıl ispanyasında konuşulan tüm dillerin karışımı bir dil olarak Osmanlı topraklarında doğuyor. Osmanlıya geldiklerinde diğer dillerden de etkileniyorlar. Bunlar Osmanlıca, Rumca, İtalyanca ve 1860’lardan sonrada Fransızcadır. 195060’lara gelindiğinde bu dil iyi bilmeyenler tarafından konuşulduğunda çok fazla başka dillerden alıntılarla konuşuluyor ve bu nedenle prestiji çok fazla düşüyor. 1970’lere gelindiğinde bu dil değil salata gibi şeyler söyleniyor. Ve sanki konuşanlar tarafından ölüme mahkum ediliyor” dedi. 2000’lerden sonra standartizosyonu yapılır Prestijini kaybeden Ladino için 1990’larda Rönesans dönemine girildiğini belirten Gerson Şarhon, İspanya’nın açtığı Cervantes Enstitülerinin kurulmasıyla yurtdışından çok sayıda bilim insanının gelerek bu dili araştırdığını ve 1970’lerle prestijinin yükseldiğini belirtti. Yine 1990’larda İsrail’de hükümet tarafından hükümetin alt kurumu olarak Ladino Enstitüsü kurulduğunu dile getiren Gerson Şarhon, “Bunlar geniş çapta araştırma, toplama ve belgeleme faaliyeti yürütüyor. Ve bu dil için hiçbir zaman yapılmayan çalışmalar yapılıyor” dedi. Harf devrimiyle birlikte Türkiye’deki herkes gibi Yahudilerde de bir kesit meydana geldiğini aktaran Gerson Şarhon, bu dönemden sonra Raşi alfabesiyle yazılan tüm yayınlarının okunamadığı için unutulduğunu belirtti. Son olarak kendisinin Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. de yer aldığı 2003’te açılan Osmanlı Türk Seferad Kültürü Araştırma Merkezi’nde Ladino ile ilgili bir standartizasyon çalışması yaptıklarını belirtti. 2005’te Ladino dilinde yayınlanan El Amaneser gazetesini çıkarmaya başladıklarını aktaran Gerson Şarhon, dünyanın her tarafından yazarlarının olduğu 15 günde bir çıkan 24 sayfalık bir gazete çıkardıklarını ifade ederek, gazetenin uluslar arası düzeyde büyük bir ağ oluşturmalarını sağladığını söyledi. Dili konuşanlar öldükten sonra dil de kalmayacak Türkiye’de akademik düzeyde bir çalışma yürütmek için birçok üniversite ile görüştüklerini ancak üniversitelerin yanaşmadığını aktaran Gerson Şarhon, Ladino’nun ortaya çıktığı ve konuşulduğu tek yer olan Türkiye’de çalışma yürütülememesini eleştirdi. Gerson Şarhon şöyle devam etti: “1945’te doğanlar öldükten sonra anadili Ladino olan kimse kalmayacak. Bu sadece Türkiye değil bütün dünya içinde geçerli. 45-50 yaşın üzerindekiler konuşuyor o da iyi değil. Bizler konuşan son kuşağız. Türkiye’deki Yahudi cemaati şu anda 18 bin kişi. Bunların 3-4 bini Ladino’yu belki biliyordur. Bu dili konuşanlar öldükten sonra Ladino diye bir anadil olmayacak. Bir dili konuşan kimse kalmayınca o dil yaşıyor sayılmaz. Dolayısıyla bir şekilde bir müddet sonra ölecek.” Bir dilin yaşayabilmesi için en önemli şeyin eğitim dili olması gerektiğini kaydeden Osmanlı Türk Seferad Kültürü Araştırma Merkezi Başkanı Silvyo Ovadya, “Okullarda öğretilmediği, dil bilgisi ve sözlüğü olmayan bir dil olduğu için az sayıda kişi konuşabiliyor” dedi. Ladino’nun bugüne kadar da muhafaza edilebilmesinin büyük bir başarı olduğunu aktaran Ovadya, İspanyolcaya yakın olduğu İspanyolca öğreten yerlerde öğrenilmesinin de kolay olduğunu söyledi. Ovadya, Ladino’nun yok olmaması için, kurslar ve enstitüler gibi çalışmalar yapılması gerektiğini aktardı. v İşçileri insanca koşullarda çalışabilmek ve tüm normal işçiler gibi işçi statüsünde yer alarak tüm haklarından faydalanmak için sendikalarını kurmuş olsalar da mücadele onlar için yeni başlıyor. Yüzbinlerce ev işçisi kayıt dışı çalışırken, devletin sağladığı herhangi bir yasal güvenceleri söz konusu değil. Uzun yıllardır yürüttükleri mücadele sonucunda, sendikalarını kurmayı başaran ve şartlı olarak sigortalı çalışmaya hak kazanan ev işçileri, 1 Nisan’da çıkan Torba Yasa’nın onlar için “güvence” değil “güvencesizlik” anlamına geldiğini düşünüyor. Ev İşçileri Dayanışma Sendakısa (EVİDSEN), çalışma koşulları ve sigortasızlığa karşı mücadele edebilmek için 2009 yılında bir grup ev işçisinin DİSK’e bağlı Genelİş Sendikası’nda toplanmaya başlamasıyla ilk adımları atıldı. Burada yürüttükleri çalışmalardan sonuç alamayan ev işçileri, daha sonra dernek girişimde bulunarak devam etmek istedi ancak bundan da sonuç alamayınca yeniden ve yalnız olarak sendikalaşma kararı alır. 15 Haziran 2011’de resmen kurulan EVİD-SEN’nin yolculuğunun bu kısmında devlet daireleriyle benzer sorunlar yaşamayı başlıyor. Sendikalar Masası’nın kabul etmediği başvuru zorla da olsa kabul ettirilmiş olsa da ev işçileri hemen akabinde İstanbul Valiliği’nin kapatma davasıyla karşı karşıya kalır. Valiliğin açtığı davada kapatılan EVİDSEN’e açtığı karşı dava ile üç defa Yargıtay yolu görünür. EVİD-SEN’in 4 yıl boyunca yürütmüş olduğu bu hukuki mücadele sonunda ev işçilerinin lehine sonuçlanarak, ev işçileri sendikalarına kavuşurlar. Sınırlı kaynaklarına rağmen özellikle ev işçilerinin yoğun olduğu illere ulaşmaya çalışarak kadınları açtığı geri dönüşüm davalarında yardımcı olmaya çalışan EVİD-SEN, Türkiye’deki tüm ev işçilerine ulaşmayı hedefliyor. EVİD-SEN, ev işinin ve ev işçiliğinin yasalar nezdinde tanınması, çalışma ve dinlenme saatleri, fazla mesai, yıllık izin ve ücret gibi konularda diğer işçilerle aynı haklardan yararlanmayı, yine hükümetin işyeri sağlığı ve güvenliği için kurallar getirmesini, cinsel istismar ve şiddete karşı koruyucu önlemler almasını, özel istihdam bürolarının kötüye kullanımının engellenmesini talep ediyor. Ayrıca göçmen ev işçileri için de ek düzenlemeler yapılmasını istiyor. Başlıca talebi ev işinin ve işçisinin işçi olarak tanınması ve kanun kapsamına alınması ile ilgili yasanın çıkarılmasıdır. Gençlik yıllarından beridir ev işçiliği yapan ve aynı zamanda EVİD-SEN Kurucu Üyesi ve Başkanı olan Gülhan Benli, yıllarca büyük bir kentte tek başına sigortasız çalışmanın zorluklarını yaşamış. 20 yıldır bu işi yapan Benli, çalıştığı bu süre içerisinde bir işçi gibi sosyal haklarını alamazken, “Bu 20 sene sigortalı çalışsaydım şu anda emekliydim” diyor. Birkaç arkadaşıyla birlikte hem kendisinin hem de arkadaşlarının yaşadığı hem de sorunlara çözüm bulmak adına yola çıktıklarını kaydediyor. ‘Sendikalar bizi örgütlemek istemedi’ Sendikalaşma için ilk adımı atmaya başladıkları 2009 sürecinde kendilerine yönelik bakış nedeniyle hem sendikaların, hem de devlet dairelerinin yaklaşımlarında kaynaklı ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını belirten Benli, o süreci şöyle anlatıyor: “Önce DİSK’e bağlı Genel-İş’in çatısı altında bir çalışma başlattık. Sonra yaşadığımız sorunlar nedeniyle devam edemeyeceğimizi anladık. Sendikalar bizi örgütlemek istemediler. Bunu angarya iş olarak gördüler. Alana dair bir fikirleri yok. Zar zor topladığımız kadınlara, apolitik insanlara, ‘gerekirse bu uğurda öleceksin, kurşuna geleceksin deniyor.’ Örgütlemek istemeyince her türlü bahaneyi uydurup kaçırtmaya çalıştılar. Bunun yerine sendikanın ne olduğunu, ne yapılması gerektiğini, faydalarını anlatmadılar. O dönem ki kadınlara bir daha ulaşamadım.” ‘Hizmetli değil ev işçisiyiz’ Sendikaların yanı sıra feminist örgütlerde olmak üzere kadın örgütlerinin de kendilerine çok ilgisiz ve baştan savma davrandığını kaydeden Benli, “Sahipsiz kaldık” diyerek bunun ardından tek başlarına yola devam etme kararı verdiklerini söyledi. Sendikalar Masasının da sendikaya benzer bir yaklaşım sergileyerek, “Siz işçi değilsiniz, sendika kuramazsınız” dediğini aktaran Benli, ardından İstanbul Valiliğinin kapatma davasıyla karşı karşıya kaldıklarını kaydetti. Kendilerinin sürekli olarak “hizmetli” statüsünde tutularak işçilerden ayrı ele alınmasını eleştiren Benli, “Her meslek grubundan, herkes bir şeye hizmet eder. Ev işçisi de evde hizmet veriyor. Burada söz konusu olan ev işçisini aşağılamak, itibarsızlaştırmaktır. Buna kimsenin hakkı yoktur. Ev işçisi de diğer meslek gruplarındaki insanlar kadar her türlü haklara sahip olmalıdır ve itibarının geri verilmesi gerekiyor” dedi. Durakları ve parklarda örgütlenme Sendika yönetiminin ev işçilerinden oluşması nedeniyle işçilere kolaylıkla ulaşabildiklerini belirten Benli, “Çoğunlukla kendi özel ilişkilerimiz üzerinden birbirimizle bağlantıya geçiyoruz. Hareket ettikleri otobüs durakları ve çocukları götürdükleri parklarda örgütleniyoruz. Oluşturduğumuz haritalama sistemi üzerinden ilerliyoruz” dedi. İnsanlık dışı koşullarda çalışma Ev işçilerinin yaşadıkların sorunların tahmin edilenden çok daha fazla olduğuna dikkat çeken Benli, şöyle devam etti: “En başta kadın olarak sorun yaşıyorlar. Çalıştıkları yerlerde tacize, tecavüze uğruyorlar. Mobing çok fazla. Yemek problemi yaşayabiliyorlar. Birçoğu gittikleri yerlerde aç bırakılıyorlar. Havasız rutubetli ve daracık ortamlarda, kalürifer kazanı dairelerinde ya da dolaplarını kurdukları yerlerde yatırıyorlar. Ve insanlık dışı bir sürü şey. Öldürülüyorlar. Bu daha çok göçmen olanlarda yaşanıyor.” ‘Yasa istismarı getiriyor’ 1 Nisan’da yürürlüğe giren 6552 sayılı Torba Yasasının 10 günün altında çalışan ev işçisine sigorta yapılmamasını öngören ve ev işçilerinin sorunlarını çözümekten uzak olduğunu belirten Benli, “1 Nisan’da yürürlüğe giren 6552 sayılı Torba Yasa ile on günden az çalışan ev işçilerinin işçi sayılmaması, önceki durumlarını daha da kötüye götürüyor. Bu yasa ile güvenceyi değil güvencesizliği resmileştiriyor. Çok saçma ve bu 10 gün barajı çok büyük bir haksızlık. Diğer alanlarda çalışan hiçbir işçiye yapılmıyor. Peki neden ev işçisine yapılıyor. İşveren 30 gün çalıştırsa bile işçinin haftada bir ya da iki gün, ya da ayda 9 gün geldiğini söylüyor. Bu bir istismardır ve hiçbir faydası yok” diye konuştu. ‘Ev işçileri kendilerini işçi görmüyor’ Ev işçileri konusunda çalışmaların yeni başlamış olmasından dolayı hala sendikanın varlığından haberdar olmayan yüz binlerce ev işçisi olduğuna dikkat çeken Benli, en büyük sıkıntılarının ev işçilerinin de kendilerini işçi olarak görmemeleri olduğunu kaydetti. Benli şunları aktardı: “Devlet onları işçi olarak görmediği için bu algı onlarda da var. Yine işçilik süreci duygusal bağların oluşması olumsuz etkiler bırakıyor. Onu kırmak için de büyük bir mücadele vermemiz gerekiyor.” Ev işçilerinin sendikalaşmaya nasıl baktıkların yönündeki soruya ise, “Kadınlar korkuyorlar. Olumlu bakan da var çok korkanda, çünkü işverenin sendikalı olmalarından kaynaklı tehdit etmesi veya işten çıkarması onlar için büyük bir tehdit unsurudur” dedi. Türkiye’de 1 milyon ev işçisi Kadın örgütlerinin de kendilerine daha çok destek vermesi gerektiğini dile getiren Benli, ciddi bir veri çalışması yapmayı planladıklarını aktardı. Devletin yaptığı araştırmaların ev işçilerinin sayısı konusunda gerçek rakamı yansıtmadığını belirten Benli, “O araştırmalar doğru araştırmalar değil ve eksik kalan yanları var. Özellikle göçmenlerle ilgili, şu an kayıt altında olmayan birçok kadın var. Bu nedenle veriler doğru değil. Türkiye’de 1 milyonun üzerinde göçmen var” dedi. Ev işçilerinin çalıştıkları süreler boyunca sigortalarının ödenmesine dair geriye dönük açtıkları davaların büyük bir kısmının kazanıldığını ifade eden Benli, “Tüm ev işçisi kadınlar haklarını ve emeklerinin karşılığını almak için bu davaları açmalıdır” dedi. Benli, kısa bir süre sonra başlatacakları kampanya ile üyelikleri de başlatacaklarını söyledi. Tübitak, Uluslararası Çalışma Örgütü, SGK, akademisyenler ile birlikte bir proje üzerinde çalıştıklarını aktaran Benli, önümüzdeki Eylül ayında projenin startını vereceklerini ve daha sonrada kampanyaya başlayacaklarını ifade etti. 16 BasHaber SÖYLEŞİ 10 - 16 Ağustos16 2015 MÜZİK Hamo Celikan Amacım farklı bir ses getirmek! Hamo Celikan, Orta Anadolu Kürdlerinden. Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Celikan (Yeşilyurt) köyünden olan Hamo, kullandığı soy ismini de köyden alıyor. 36 yaşında olan Hamo, Danimarka’da bir ilköğretim okulunda öğretmen, boş vakitlerinde ise müzikle uğraşıyor. Hamo, Orta Anadolu Kürdlerinin şivesiyle söylediği şarkılarını Youtube’da sevenleriyle paylaşıyor. Hamo çalışmalarını ve Orta Anadolu Kürd müziğini bize anlattı. Özgür Celikanî Okuyucularımız için biraz kendinizden bahseder misiniz? İsmim Hamo Atçı, ben Hamo Celikan ismini tercih ediyorum; çünkü köyümün Kürdçe adı ve bağlı olduğumuz aşiretin adı Celikan. Köyüm Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Yeşilyurt köyü. Orta Anadolu Kürdlerindenim. 1979 yılında Danimarka’da doğdum, orada öğretmenlik yapıyorum. Babam, uzun zaman önce yurtdışına göç edenlerden biri.. Babam gittikten sonra ailesini de yanına alarak orada yaşamaya karar vermiş. Halen orada yaşıyoruz. Öğretmenlik ve müzik bir arada yürüyor mu? Bu müzik merakı nasıl ortaya çıktı? Daha küçükken bilur çalıyordum. Arkadaşlarım da vardı o dönemlerde, onlar şarkı söylüyordu, saz çalıyordu. O dönemlerde arkadaşlarla bir araya gelip bir şeyler yapıyorduk, çok hevesliydim müziğe, halen de öyleyim. Çocukluğumda annemizin ya da büyüklerimizin bize söylediği şarkıları ve bizim kültürümüze ait şarkıları çok dinliyordum. Kendi aramızda bir grup oluşturduk ve bir hoca gelip bize müzik eğitimi veriyordu, böylece başlamış olduk. Yavaş yavaş müziğin ileriki aşamalarına geçtik. Çektiğiniz klipleri sosyal medya üzerinden sevenlerinle paylaşıyorsunuz. Neden bir albüm çıkarmadınız? Eğer 5 ya da 10 yıl öncesi olsaydı bu söylediğin doğruydu. O zamanlar bir single albüm çıkarabilirdim. Fakat artık insanlar sosyal medya üzerinden sesini daha rahat duyurabiliyor, orada reklam yapabiliyor. Ayrıca sosyal medyanın kullanımı oldukça kolay ve basit. Modern bir alan olduğunu da düşünüyorum… Bunun yanı sıra sosyal medyada o kadar zahmetli bir şey yok, hazırladığın klibi paylaşmak ve duyurmak oldukça basit. Albüm çıkarmak için ciddi bir bütçe gerekiyor ve bunu yapmak için de bu işten para kazanmak gerekiyor. Ben, müzikten para kazanan biri değilim, öyle bir amacım da yok zaten. Amacım para kazanmak değil; doğru, kaliteli ve herkesin dinleyebileceği bir müzik yaratmak istiyorum. Benim için müzik bir hobidir. Son zamanlarda Orta Anadolu Kürdleriyle ilgili müzikal çalışmalarda bir çeşitlilik söz konusuı. Bu yeni ürünler ve sanatçılar için ne söylemek istersiniz? Bu işten para kazananlara diyecek bir şeyim yok. Adam düğünlerde şarkı söyleyebilmek ve sesini duyurabilmek için bir albüm çıkarıyor ve piyasaya sunuyor. Bu, onun IŞİDir. Benim için müzik gönülden gelen bir şey olduğu için para kazanılan bir şey olmaktan öte… Piyasadaki Orta Anadolu Kürdleriyle ilgili müzikler birbirine benzer, birbirini takip eden cinsten. Yeni bir ses, yeni bir ritim, yeni bir müzik anlayışı yok. Doğrusunu söylemek gerekirse bu tarz müzikler artık önemini yitirmiştir. Ben bir müziğe başlamadan önce dinler, kulak kesilir ve analiz ederim. Bu müzik üzerine günlerce düşünür, en ince ayrıntısına kadar kontrol ederim. Onlar da böyle yapmalıdır. Kürd televizyon kanallarında baş gösteren bu müziklere yeni bir konsept gerekiyor artık! Orta Anadolu Kürd sanatçılarından olan Kürd Remzi’den son çıkan albümlere kadar birçok sanatçı aynı konsept üzerinde şarkı söyledi. Siz bunu değiştirdiniz, öyle değil mi? 20 yıl önce arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bile o zamanlarda bu müziğin artık değişmesi gerektiğini düşünüyorduk. Ben de Kürd Remzi, Serbülent Kanat ve diğer sanatçılarla büyüdüm; fakat bu iş hep böyle gitmek zorunda değil. Onlar değerliydi, bir yere kadar taşıdı ama artık yeni konseptin insanlara hitap etmesi gerekiyor. Biz o zamanlar Agirî Jîyan, Civan Haco, Mikaîl Arslan dinliyorduk. Bununla birlikte Grup Yorum, Kızılırmak ve Ahmet Kaya da vardı… Bunları birleştirdiğimizde yeni bir soluk kazanıyordu müziğim. “Lê Lewendê” ilk klibiniz ve diğerlerinden oldukça farklı… Evet. Ben hem Orta Anadolu Kürd müziğiyle, hem de Batı müziğiyle büyüdüm. Lê Lewendê bu iki müziğin bir araya gelmesiyle oluştu. Bu şarkının ilk aşamalarında eşim “neden böyle bir konsept seçtin? Kim dinler ki böyle bir müzik tarzını?” diye karşı çıkınca, ben bu müziğin yeni bir soluk getireceğini kendisine aktarmıştım. Benim için yıllardır sürdürülen ve artık tarihi geçmiş müziğe bir protestti Lê Lewendê! Bir yandan da arabesk müziğe karşı bir başkaldırıydı. Arabesk müzik kendi çapında iyi bir müzik tarzı olabilir, ama ben buna karşı da bir şeyler yapmak istedim. Şu anki çalışmalarınız neler? Orta Anadolu Kürd kadının trajedisi olan yalnızlık ve Avrupa’ya yapılan göçün kadınlar ve yaşlılar üzerinde bıraktığı tahribat üzerine bir klip hazırlığım var. “Dayê” adını verdiğim şarkının klibinde Orta Anadolu Kürd annesi ve yaşlıları ile bu sorundan dolayı yıllarca evlat hasreti çeken, çocuklarını yıllarca göremeyen insanlar kendisini bulacak. Bu, benim için önemli bir mesele idi, böyle bir çalışmayı uzun zamandır düşünüyorum. Şarkılarınızda özel bir tat var, Orta Anadolu Kürdlerinin şivesinde söylüyorsunuz. Neden? Az önce de belirttiğim gibi, doğal bir müzik istiyorum ben. Orta Anadolu Kürdüyüm dolayısıyla yapacağım müzik de onları anlatabilmeli. Bunun nedenlerinden biri Orta Anadolu Kürdleri ile Kürdistan’daki Kürdlerin birbirini söylem bakımından anlayamaması. Genel bir müzik yaparsam Orta Anadolu’da yaşayan Kürdler beni anlamayacaktır. Annem müziğimi din- lerken ne söylendiğini bilmeyecektir. Evet, biz hepimiz biriz. Kürdün doğusu batısı olmaz fakat bu bir gerçektir ki Kürdçenin birçok farklı lehçesi var ve biz birbirimizi anlamakta güçlük çekiyoruz. Yerelliğe her zaman önem veriyorum. Birisi müziğimi dinlediğinde “a ne güzel! Bizim şivemizde söylüyor” diyebiliyor. Çalışmalarınızı nasıl yapıyorsunu? Kimler yardım ediyor? Bir ara bazı sanatçılarla çalışıyor, onlara saz çalıyordum. Şimdi ise sadece kendi müziğimle ilgileniyorum. Genel olarak yaptığım müziğin ve kliplerin her aşamasında yalnız çalışıyorum; fakat bazen arkadaşlarım ve eşim de bana yardımcı oluyor. Özellikle eşim kliplerde oynayarak bana destek sunuyor. Mesela “Bûkê” klibinde eşim ve kızım oynamıştı. Aynı zamanda klip ve müzikle ilgili de nasıl olacağına dair onlar bana yardımcı oluyor. Yaptığınız müzikte ya da çalışmalarınızda zorluklar yaşıyor musun? Yapılan çalışmalar oldukça zor ve bir kadar da eksik. Arkadaşlarım çoğu zaman çalışıyor ve sürekli onlardan yardım isteyemiyorum. Benim de özel bir yaşantım var ve müziğe ayırdığım vakit bazen kısıtlı olabiliyor. Sorumlu olduğum bir ailem ve bir işim var. Bunların yanı sıra saz çalımından montajına kadar her aşamada klibi kendim yapmam da bir başka zorluk. Ve bugün her şey ekonomiye bağlı. Profesyonel bir ortamda çalışmıyorum, kamera satın almam veya kiralamam gerekiyor; müzik aletleri ve diğer her şey para. Bugün her şey para olduğundan dolayı istediğiniz gibi çalışamıyorsunuz. Söylediğim gibi bakmam gereken bir ailem olduğundan dolayı da müziğe çok fazla para harcadığım söylenemez. Ekonomik anlamda zorlanıyorum ve yalnız çalışmak benim için en büyük problem. Tüm bunların dezavantajları ileride yapmak istediğim belgesel, Kürdçe animasyon filmleri ile ilgili düşüncelerimi geri plana itiyor.
Benzer belgeler
Bir Sisifos Hikayesi? Türkiye ile PKK Arasında Barış Görüşmelerine
Demirtaş, Avrupa’da KCK Heyeti ile görüştü Bu gelişmelerin hemen ardından Brüksel’e uçan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar ve KongraGel Eşbaşkanı R...
Detaylı