17.04.2016
Transkript
1 SÖYLEŞİ Taj: Defin heybetli sesi Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:99 18 - 24 Nisan 2016 S:16 bas-haber.com GÖÇ Demografya, tarih, dil ve insan yıkımı Haziran seçimlerinden sonra başlayan şiddetin en büyük mağduru olan halkın çatışma alanlarından göçü tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Silvan, Şırnak, Dargeçit, Derik, Bağlar, Şemdinli, Varto ve diğer birçok il ve ilçeden 7 ay içinde göçenlerin sayısı 500 - 1,5 milyon arasında olduğu yolundaki söylentiler, Başbakan’ın açıklamasının arka planı olarak okunuyor. Doç. Dr. Abdullah Kıran: Bağdat’ta beyaz darbe Kürdler hem devlete, hem de PKK’ye öfkeli Bağdat’ta başını Sadr Grubu’nun çektiği ittifak, gereçekleştirilen olağanüstü toplantı ile Parlamento Başkanı Selim Cuburi ve iki yardımcısını görevden aldı. Barzani, Bağdat’taki gelişmelere tepki gösterdi. S:04-5 “PKK ‘özyönetim’de ısrar edip Kürd halkını mağdur ettikçe, devlet de tüm gücüyle PKK’yi köşeye sıkıştırmaya, halk nezdinde mahkûm etmeye zorladı. S:08-9 Durdurmuk için Yersizlik - yurtsuzluk FERHAT KENTEL s09 MESUT YEĞEN 1984 yılından bu yana dönem dönem ara verilerek süren silahlı çatışmaların yarattığı en büyük göç dalgasının son aylarda yaşandığını vurgulayan gözlemciler, şiddet ve yıkımın kültürel Kürdlüğün zinde olduğu yerleşimleri hedeflediğini, Kürdçe konuşulan bu bölgelerin boşaltılması ile asimilasyonun artacağına dikkat çekiliyor. S:02 - 03 Federasyona karşı Cezayir Süreci s06 BİLAL SAMBUR s12 Zürafaya tavşan demek! ÖZTEKİN ÇAÇAN s13 02 MANŞET BasHaber SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan 22016 Şehirler göçüyor Dilan Almaz G eçtiğimiz yılın 7 Haziran’ında yapılan seçimlerin ardından başlayan çatışmaların en büyük mağduru olan sivillerin savaş bölgelerinden göçü tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Silvan, Şırnak, Dargeçit, Derik, Bağlar, Şemdinli, Varto ve diğer birçok il ve ilçeden 7 ay içinde göçenlerin sayısı 500 bin ila 1,5 milyon arasında olduğu bildiriliyor. Kimi ailelerin can güvenlikleri için birkaç ay içinde birkaç kez yer değiştirdiği ve yoğun bir travmaya maruz kaldıklarına dikkat çekiliyor. PKK ve devlet güçleri arasında 1984 yılından bu yana zaman zaman ara verilerek süren silahlı çatışmaların neden olduğu en büyük göç dalgasının son birkaç ayda meydana geldiğine vurgu yapan gözlemciler, son şiddet ve yıkım sürecinin kültürel Kürdlüğün zinde olduğu bölgeleri hedeflediğini, yoğun olarak Kürdçe konuşulan bu bölgelerin boşaltılması ile asimilasyonun daha da hızlanacağına dikkat çekiyor. Kimi gözlemcilere göre bu durumun tesadüfi olmadığı ve sözkonusu yerleşimlerin özel hedefler olarak seçildiği vurgulanıyor. Çatışmalardan göçenlerin büyük kısmının yoksullardan oluştuğu için diğer komşu kentlere veya köylere sığındığı, durumu nisbetten iyi olanların Batı illerine göçtüğü dikkat çekiyor. Öte yandan göçzedelerin bir kısmının da Suriyeli mültecilerle birlikte Avrupa’ya çıkmaya çalıştıkları da biliniyor. Kürdistan’da aylarca süren çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları sonucunda sivil toplum kuruluşlarının raporlarına göre 3 yüze yakın sivilin yaşamını yitirdiği, binlerce hanenin oturulamayacak şekilde yıkıldığı, binlerce ailenin artık evlerinin olmadığı, Sur, Cizre ve Silopi’de olduğu gibi mahallerin istimlak edilerek yıkıldığı veya kentsel dönüşüme maruz kalacağına dikkat çeken gözlemciler, göçen nüfusun büyük oranda geri dönmeyeceğini söylüyor. Öte yandan çatışma ve yıkımın sadece zorunlu göçe neden olmakla kalmayıp, Kürdistan’ın binlerce yıllık tarihi dokusunun da tahrip olmasına neden olduğu dikkat çekiyor. İnsanlığın ortak değerlerinin yeşerdiği Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi gibi kentlerdeki çok sayıda tarihi yapı da çatışmalardan dolayı zarar gördü. Kürd kentlerinde daha önce hiç yaşanmamış büyüklükte bir göç hareketliliği yaşanırken, son dönemlerde Suriye’de yaşanan iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Arap mültecilerin de Kürd yerleşimlerinde ikame edilmek istenmesi, ‘demografik yapının değiştirildiği’ yorumlarına neden oluyor. Zorunlu göçün ekonomi, politika, kültür ve eğitim alanlarında yarattığı sonuçları uzmanlar ve göç veren ilçelerin belediye eş başkanları BasHaber’e değerlendirdi. ‘Nüfus mübadelesi ile sunî bir yapı oluşturmak mı?’ Göç dalgasının politik sonuçlarını BasHaber’e değerlendiren Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Başkanı Mehmet Kaya çarpıcı açıklamalarda bulundu. Göç eden nüfusa ilişkin sayısal bir verinin olmadığını belirten Kaya, toplumda hala bir endişenin hakim olduğunu vurgulayarak şunları söyledi: “Gerek Nusaybin, Cizre, Silopi, Sur gibi çatışma alanlarında yaşanan göçler gerekse de örgütün süreç içerisinde çatışma alanı ilan edebileceği endişesi taşıyan Diyarbakır Bağlar’ndan tutun da bir çok ilde halen böyle bir endişe var. Sokağa çıkma yasağı ilan edildiği takdirde bir daha sokağa çıkamayacakları endişesi ile yoğun bir göç var.” Hükümetin Kürd Sorunu’ nu güvenlik politikaları ile çözme çabalarını eleştiren Kaya, göç eden nüfusa ilişkin gözlemlerini aktararak, göç eden nüfusun en az 500 yüz bin olduğunu belirtti. Kürdlerin kimi dönemlerde evlerinden, yurtlarından göç ettiklerini hatırlatan Kaya, göç edenlerle ilgili herhangi bir sağlıklı çalışmanın olmamasını ve devletin güvenlik politikalarını arttırma girişimlerini ‘siyasi hesap’ olarak yorumladı. Sur’un istimlakına değinen Kaya, hükümetin şeffaf olmadığını iddia ederek şöyle konuştu: “Yeni konutlar yapacağım, kentsel dönüşüm yapacağım gibi açıklamalar geliyor. Ama o süre içerisinde bu kentsel dönüşüm süreci ne kadardır? Ne kadar sürede bunlar yapılacak? İnsanlar o zamana kadar nerede kalacak? Kaldıkları yerden dönebilecekler mi? gibi sorunlarla ilgili hiçbir çalışma hiçbir inceleme yok. Bu aslında doğal afet gibi bir durum. 500 bin -1 milyon insanın bir anda evlerine bırakıp göç etmesi Türkiye’nin bugüne kadar karşılaştığı ilk durum değil.” ‘Entegrasyon adı altında asimilasyon’ Entegrasyon adı altında asimilasyon yapılmak istendiğini belirten Kaya, nüfus mübadelesi yapılmak istendiğini vurgu- layarak, “Türkiye’de 3 milyon gibi Suriyeli mülteciden bahsediliyor. Bunların da Türkiye’nin farklı yerlerine yerleştirme ile ilgili bir proje de geliştiriliyor. Her ne kadar toplumsal bir tepki oluşmasın diye bu bölgeler telaffuz edilmese bile süreç içerisinde ben öyle zannediyorum ki Suriyelilerin önemli bir kısmı bu bölgede bir şekilde konuşlandırılacak. Yani belki yüzde 10’u batı illerinde bırakılacak ama büyük bir kısmı yine bu bölgede bir şekilde ikamet edecek şekilde bir sistem geliştirilecek” dedi. HDP’ nin 7 Haziran seçimlerinde yüzde 80 civarında oy aldığı il ve ilçelerin boşaldığına dikkat çeken Kaya, “Hem buradan HDP seçmeni diyebileceğimiz insanlar Trakya’ya göç etmek zorunda kalacak hem Suriyeli mülteciler bölgemizin farklı yerlerine yerleştirilecek hem de bölgedeki güvenlik politikası eksenli yoğun bir güvenlik personeli bölgeye getirilmesi sağlanacak. Bugün dönüp baktığın zaman bu bir yerde nüfus mübadelesi ile sunî bir yapı oluşturmak” şeklinde konuştu. ‘Göç, siyasal davranışta etkili’ Hacettepe Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan ise göç hareketliliğinin siyasal davranışa etki ettiğini ancak bölgede HDP’nin oyunun oransal olarak çok fazla değişmeyeceğini belirterek, “Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göç eden Kürdler öncelikle İzmir, Ankara, İstanbul’a geldiklerinden sonra fark ediyorsunuz ki orada yoğunlaşma dağılıyor ve ondan sonrada insanların siyasal tercihleri de değişiyor. Ama bir taraftan oy davranışı dağıtmaya yönelik bir şey olabilir. Yani konsantre olmaktan çıkıp diğer genel partilere doğru MANŞET BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 3 SÖYLEŞİ gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var. Haliyle bu partilere yönelim olabilir” diye ifade etti. Binlerce öğrenci eğitiminden alıkonuldu Yaşanan göçlerin eğitim alanında yarattığı tahribatı BasHaber’e değerlendiren Diyarbakır Eğitim Sen Şube Sekreteri Abbas Şahin, Sur’da 7 bin 450 öğrencinin göçten etkilendiğini aktararak, çocukların ciddi bir psikolojik travma yaşadığını vurguladı. Öğrencilerin bir kısmının farklı okullarda misafir olarak eğitim gördüğünü bir kısmının da okulu bıraktığını ifade eden Şahin, “Öğrenci devamlılığı çok fazla olmadı. Normalde okullarda öğrenci sayısı 900 ila bin arası idi. Ama şu an 90 ila 100 arası. Şimdi böyle olunca çocuklar çok büyük bir mağduriyet yaşadılar, savaş psikolojisi hem de eğitimdeki ihlallerle boğuşmak zorunda kaldılar. Farklı okullara gönderilen çocuklarda şöyle bir durum ortaya çıktı gönderildikleri okullarda yeterli altyapı oluşturulmadı” dedi. ‘Sur çocukları tabiri adaptasyona engel oluyor’ Diyarbakır’da yaşanan göçlerden sonra ‘Sur çocukları’ diye bir tabirin ortaya çıktığına değinen Şahin söylemin çocukların üzerinde olumsuz etki yarattığını vurgulayarak, şunlara değindi: “Öğrenci hem savaştan etkilemiş oldu hem de gittiği okuldan etkilenmiş oldu. ’Sur çocukları’ diye bir tabir ortaya çıktı Bu da çocuğun eğitime adapte olamaması anlamına geliyor. Eğitime adapte olamayınca çocuklar, okullara devam etme gereksinimi duymadılar. Şu an dört okulun bir arada olduğu bir okul var. Oradaki öğrencilerin de dörtte biri okula tekrardan kayıt yaptı. Fakat yüzde 25’i ancak okullara devam ediyor. Yani bizim aldığımız bilgilere göre öğrencilerin ailelerinde de şöyle bir şey oluştu; çocukların güvenliği söz konusu olduğu için, artık farklı bir tepkisellik de ortaya çıktı. Çünkü çocukları okula göndermeme gibi bir durum ortaya çıktı ve bu yıl bir kayıp olarak geçti eğitim açısından.” İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yarıyıl tatilinde ve hafta sonları eğitime devam edilerek telafi programları geliştirmeye çalıştığını fakat yeterli olmadığını söyleyen Şahin, “Çocuklar psikolojik anlamda zaten uyum sağlayamadıkları için bunun da bir anlamı olmuyor. Çocuklara öncelikle psikolojik destek verilmeli. Öğretisel boyutu da daha sonraki süreci ertelenebilirdi. Hem savaş devam ediyor. Ne olacağı belli olmayan bir ortamda çocukların daha da dirençli olabilmeleri için bir çalışma yapılması gerekir. Bu travmanın tamamen ortadan kalkması diye bir şey söz konusu olamıyor. Çünkü bu çocuklar daha önce köyleri boşaltılan çocuklar. Anne ve babalarının yaşamış oldukları travmaların hikayelerini dinleyerek büyümüş olan çocuklardır. Onun için bu yapılan çalışmaların yeterli olduğunu düşünmüyoruz” şeklinde konuştu Şahin, Eğitim- Sen olarak göç mağduru çocuklara ilişkin birçok öğrenciye hafta sonları resim atölyesi, müzik atölyesi ve psikolojik destek programı gibi çalışmalar yaptıklarını belirtti. ‘Masaya dönülmeli’ Göçün yarattığı ekonomik tahribatı yorumlayan Diyarbakır Sanayici ve İş İnsanları Derneği (DİSİAD) Başkanı Burç Baysal, göçen nüfusun bölge illeri içerisinde kaldığını belirterek, “Hükümet yetkilileri tarafından verilen rakama göre bu son çatışmalı ortamda yerlerinden oynayan nüfus 350 bin civarında. Doğruluğu tam tespit edilmemekle beraber bölge içerisinde yer değiştirdiklerine dair bulgular var. Bu açıdan nüfusu kaybetmemek önemli. Tabii bu yerinden edinilmiş olmak, Türkiye’de yaşayan Kürdlerin 1990’lı yıllarda da bir şekilde tekrar muhatap oldukları bir işlem olduğu için, o açıdan zayıflatıcı etkisi olmakla beraber sosyal ve ekonomik boyutu da çok derin yaralar açıyor. Çünkü çatışmaların olduğu ortamlarda mevcut nüfus yoğunluğu ve oradaki hareketliliği esas alaraktan işletmeler kuran iş insanlarımız var. Bu anlamda şuan onların yapmış olduğu yatırımlar bir şekilde bu azalan nüfusla beraber daha düşük hale gelecektir” dedi. Göç edenlerin mağduriyetlerinin kabul edilemez olduğunu vurgulayan Baysal, telafisi imkansız handikapların yaşanabileceğini hatırlatarak, çatışmaların yaşanmaması gerektiğine dikkat çekti. Baysal, çözüm süreci ile Kürd Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümlenebildiğinin toplum tarafından gözlemlendiğini ifade ederek, “Bu saatten sonra tekrardan bununla ilgili girişimleri oluşması aslında bütün insanlık adına yapılacak önemli hizmet olur. O açıdan bu konudaki karar vericilerin artık aklıselim bir şekilde silahsız bir ortamda bu meseleyi hallediyor olmalarına gelmeleri gerekir” diye kaydetti. Barışçıl yöntemlerin geliştirilmesinin önemine değinen Baysal, şöyle konuştu: “Aksi takdirde hiçbir yapılanma insanlığa hizmet eden işler olmayacaktır. Şehirler baştan da yapılsa yönetim şekilleri değişse de canlar kaybolduktan sonra geriye kalan kazanımların, kazanım olarak insanlık algısında yerinin olmayacağını çok net ifade etmek istiyorum. Genel anlamda göçün getirdiği ekonomik tahribatın dışında çatışma ortamının yarattığı ekonomik deprem gerçekten çok zor telafi edilecek bir ortam. Bu açıdan da hala bunu kapsayıcı önlemlerin alınmaması, buradaki iş yapan insanlar açısından da gerçekten soru işaretleriyle dolu bir bekleyiş olduğunu söyleyebilirim.” ‘Batı’dan ziyade bölge kentlerine göç var’ Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr Ayhan Kaya politik, etnik, kültürel ve dinsel sorunlardan kaynaklanan göçlerin ‘zorunlu göç’ olarak nitelendirildiğini dile getirerek, bu nüfus hareketliliğin tarihin her devrinde yaşandığını belirtti. Türkiye’de bu tarz göçlerin 1960 ile 1980’li yıllar arasında yaygın olduğunu hatırlatan Kaya, “O dönemde AB ülkeleri bu tür göçlere ve mülteci hareketlerine olanak tanıyor ve kendi ülkelerinde yer sağlıyordu. Ama 1980’li yıllar itibariyle AB büyük ölçüde sınırlarını kapatmaya başladı ve daha sonra özellikle Schengen vizesi ile birlikte iç sınırları ortadan kaldırdı ama dış sınırlarını daha da güçlendirdi” dedi. 1990’lı yıllarda Türkiye’de özellikle bölgede yaşanan çatışma ortamından kaynaklı ortaya çıkan göç hareketliliğinin ülke içinde yer değiştirmeyle sonuçlandığını hatırlatan Kaya, bunun literatürdeki karşılığının “yerinden edilen insanlar” olduğunu belirtti. Kaya, gerek askeri güçler gerek PKK gerekse de ekolojik bir takım nedenlerle de aslında insanların bulundukları coğrafyada artık kendi yaşamlarını idame ettiremediklerini, Çocuklarına daha iyi bir gelecek daha güvenli bir gelecek sağlayabilmek için göç ettiğini ifade ederek, şunları söyledi: “Batı kentlerine özellikle kırdan yakındaki kent merkezine göç ettiklerini biliyoruz. Bu zorunlu göçte özellikle dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesi insanlar elindeki kültürel toplumsal ve ekonomik sermaye bağlı olarak olabildiğince uzak mesafelere gitme arayışında oluyorlar. 2008 yılında Mersin, Diyarbakır ve İstanbul’da yaptığımız çalışmada bunu rahatlıkla gözlemleyebildik.” Bölgede yaşanan son dönemlerde yaşanan göçlerin yine bölgenin merkezi kentlerine olduğu tespitinde bulunan Kaya, “Baktığımız zaman bölgede en yoksul insanların Diyarbakır merkezine ya da Van gibi kent merkezlerine göç ettiğini biliyoruz. 2010 yılları bunda biraz azalma gördük. Hatta bölgeye tekrar geri dönüşler yoğunlaştı. Ama barış sürecinin sona ermesi ile birlikte geçtiğimiz bir yıl içerisinde yeniden yüz binlerce insanın zorunlu göç mağduru olduğunu görüyoruz. Bunun siyasi etkileri tabii ki de çok derin” şeklinde konuştu. ‘Türkiye’de fiziki bölünmeye gidiliyor’ Geçmişte bu tür zorunlu göç mağdurları batıya yoğunluklu olarak aktıklarını ama artık durumun değiştiğini vurgulayan Kaya, “Türkiye’de fiziki bir bölünmeye doğru da gidildiğinden bu tür zorunlu göç mağdurları özellikle bölge içinde kent merkezlerine gitmeye çalışıyorlar. Yani şu anda benim görebildiğim kadarıyla tablo bu şekilde. Şu anda Türkiye’nin siyasi tablosuna bakıldığında göç hareketliliğinin mevcut siyasi tabloyu değiştirecek oy potansiyeline sahip olduğunu düşünmüyorum” dedi. 03 Belediye başkanları anlatıyor ‘Şırnak’ın üçte ikisi Silopi’de’ Sokağa çıkma yasaklarının devam ettiği Silopi’ye ise Şırnak kent merkezinden göçler oluyor. Silopi Belediye Eş Başkanı Seyfettin Aydemir’e göre sokağa çıkma yasaklarından kaynaklı belediyenin çalışmaları durmuş vaziyette. Aydemir, sokağa çıkma yasaklarından önce Kaymakamlık tarafından sokaklardaki parke taşlarını kaldırarak yerine asfalt yapılacağını belirtti. Barbaros ve Başak mahallelerinden çıkan nüfusun ilçe dışına değil de başka mahallelere göç ettiğini aktaran Aydemir, “Şu an Silopi Şırnak’tan ciddi anlamda göç alıyor. Şırnak’ın üçte ikisi Silopi’dedir diyebiliriz” şeklinde konuştu. ‘Sur’daki hasarı tespit edemiyoruz’ Belli mahallelerinde sokağa çıkma yasaklarının devam ettiği Sur’un yüzde 86’sı istimlak edilecek. Sur Belediyesi’nin görevden alınan Eş Başkanı Fatma Şık Barut ise, Sur toplamında evlerini terk etmek zorunda kalan 33 bin kişinin belediyeye başvuru yaptığını belirterek, “Sur’dan çıkan halk Diyarbakır’ın farklı mahallelerine yerleşmiş durumda. Kenti terk etme durumu söz konusu değil. İnsanlar evlerinin ne durumda olduğunu bilmiyor. Öyle ki yüksek binalardan evlerine dürbünle bakabiliyorlar ancak. Tüm sokaklar beton bariyerlerle kapatılmış durumda. Hasarları tespit edemiyoruz” dedi. 850 ev, 150 iş yerinin tadilatının yapıldığını ifade eden Barut, Sur’un istimlak edilmesi kararını eleştirerek şunları söyledi: “Sur’un yüzde 86’sı istimlak kapsamında. Yüzde 14’ü ise AKP’ye yakın kişilerin mülkleri. Mesela bizim belediye binamız kamulaştırma kapsamında ama hemen yanımızdaki Hükümet Konağı aynı yerde olmasına rağmen istimlak içerisinde yer almıyor. Haliyle esnaflar mülklerini bırakıp gitmek istemiyorlar. Zararlarının karşılanmasını ama mülklerine dokunulmamasını istiyorlar.” Barut, gerekli hukuki başvuruları yapacaklarını belirtti. Cizre’de 3 bin 122 ev yıkılacak Şırnak Belediyesi Eş Başkanı Serhat Kadırhan, 63 bin nüfusa sahip Şırnak’ın yaklaşık 55 bininin göç halinde olduğunu belirterek, göçlerin bölge illerinin yanı sıra Gaziantep ve Mersin’e doğru da yoğun bir göç olduğunu söyledi. İlçe merkezlerinden göç eden nüfusun bir kısmının evlerine geri döndüğünü belirterek, mağdur olan ailelere gıda yardıma yapıldığını ifade etti. Çatışmaların en yoğun yaşandığı merkezlerden biri olan Cizre ‘de ise 3 bin 122 hane için yıkım kararı verildi. Cizre Belediyesi Eş Başkanı Kadir Kunur, kamulaştırma kararına tepki göstererek şunları söyledi: “ Eğer 3 bin 122 ev yıkılırsa, asıl o zaman Cizre’den göç başlar, barınma sorunu oluşur. Bu göç ettirme politikasının ön hazırlığıdır.80 günlük sokağa çıkma yasakları ve yıkımdan sonra herkes evine dönüp, bir şekilde yaralarını sarmaya çalışıyordu. Halkın temel ihtiyaçlarını kendi imkanlarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Cizre halkı kısıtlı imkanlarla yaşamını idame ettiriyor. Yıkım yapacaklar ama alternatif bir proje yok. Haliyle ciddi bir barınma sorunu yaşanacak.” 04 HABER BasHaber SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan 42016 Bağdat’ta beyaz darbe E Zeyad Brusk rbil ile Bağdat arasında bütçe kesintisi, Peşmerge maaşlarının ödenmemesi ve KYB’nin petrol satışı nedeniyle 2014’ten beri yaşanan siyasi ve ekonomik kriz, Irak Başbakanı Haydar İbadi’nin reform ve revizyon kapsamında hazırladığı projeleri hayata geçirecek teknokratlar kabinesinin açıklaması üzerine doruk noktaya ulaşmıştı. Kürd tarafının, “gerçekçi bir ortaklık kabul edilmezse tek yol ayrılık” mesajları ardından duruma müdahale eden ABD yönetimi, Dışişleri Bakanı John Kerry’i Bağdat’a gönderdi. KBY Başbakanı Neçirvan Barzani başkanlığında üst düzey bir heyet ve İbadi yönetimi ile görüşen Kerry, Kürd tarafından İbadi yönetimini desteklemesini ve IŞİD’e karşı mücadelede daha koordineli hareket edilmesini istedi. Buna paralel olarak hafta içinde ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden KYB Başkanı Mesud Barzani ile telefonla ararken, ABD Bakanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Brett McGurk da Erbil’e gelerek Barzani ile görüştü. Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkilerin yeniden bir düzene girmesi için yapılan girişimler bununla da sınırlı kalmadı. Hafta içinde Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Vataniyye Koalisyonu Başkanı İyad Allavi ve Irak Yüksek İslam Konseyi Başkanı Seyyid Ammar el-Hakim de KBY Başkanı Mesud Barzani’yi ziyaret ederek taraflar tarasında krizin aşılması ve sorunun derinleştirilmemesi için geliştirilmesi gereken çözüm yollarını görüştü. Diğer yandan Irak Başbakanı Haydar İbadi’nin hazırladığı yeni teknokratlar kabinesinin hafta içinde oylanması beklenirken, Parlamento’da 3 gün boyunca grev yapan ve başını Sadr Grubu’nun çektiği ittifak, gereçekleştirilen olağanüstü bir toplantı ile Parlamento Başkanı Selim Cuburi ve iki yardımcısını görevden alma kararı aldı. 328 sandalyeli Parlamento’da 174 üyenin katıldığı oturumu en yaşlı üyesi sıfatıyla İyad Allavi’ye bağlı Vataniyye Koalisyonu’ndan Adnan Cenabi yönetti ve 171 kişinin “evet” oyuyla Cuburi ile Yardımcıları Aram Şeyh Muhammed ve Humam Hemudi görevden alındı. İttifak, yönetimdeki değişikliğin Başbakan Haydar İbadi ve Cumhurbaşkanı Fuad Mahsum’u da kapsaması gerektiğini savunuyor. Öte yandan Irak Parlamento Başkanı Selim Cuburi ve Başbakan Haydar İbadi, Parlamento’daki oturumun yasal olmadığını belirterek durumu siyasal bir provakasyon olarak tanımladı. Barzani: Bağdat’taki durum bozgunculuk El Cezire televizyonuna konuşan KBY Başkanı Mesud Barzani ise Bağdat’taki durumu “bozgunculuk” sözleriyle değerlendirirkek, Kürd parlamenter Eşwaq Caf ise Parlamento’da gerçekleşen girişimi “beyaz bir darbe” olarak nitelendirdi ve bir süreden beridir bu girişim için plan yapıldığını belirtti. Bu arada bu gelişmeler sürerken KBY’de de yolsuzluklara karşı mücadele kapsamında önemli bir adım atıldı ve Temiz Eller Komisyonu’nun talebi üzerine, KBY Merkez Bankası Başkanı Ethem Kerim ve yardımcısını gözaltına aldı. Bu olayın yolsuzluk, rüşvet ve petrol kaçakçılığını da kapsadığı ve soruşturmanın Kürdistan’ın diğer kentlerine de sıçrayacağı bilgisi veriliyor. Öte yandan hafta içinde Diyarbakır’dan Erbil’e ilk uçak seferleri düzenlenirken, Diyarbakır’dan Erbil’e gelen ilk resmi Türk heyeti ile bir araya gelen KBY Başkanı Mesud Barzani, Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de meydana gelen şiddet olaylarına ilişkin, “10 yıl boyunca barışı beklemek, 1 saat savaşmaktan daha iyidir” diyerek barış mesajı verdi. Savaş cephelerinde hafta boyunca sessizlik hakim olurken Musul operasyonu hakkında açıklamalarda bulunan KBY, IŞİD’e karşı mücadelenin önemine vurgu yaparak, Musul operasyonu kadar, operasyonun ardından Musul’daki yeni yönetimin önemine dikkat çekti. Goran: Kürdler, Bağdat’ta geri adım atmayacak Erbil ile Bağdat arasında yaşanan krizi BasHaber’e değerlendiren Irak Parlamentosu PDK Grup Başkan Vekili Xesro Goran, “Maliki iktidarından beri süregelen yanlış politikalar ve Kürdlerin haklarını çiğneyen anayasa ihlalleri, İbadi döneminde de devam etti. Biz her zaman sorunların diyalog yoluyla ve anayasanın taraflara vediği hakların tanınması temelinde haledilmesini savunduk. Hiç kimse Erbil’in bu konuda üzerine düşeni yerine getirmediğini söyleyemez. Ancak Bağdat yönetimi, son kabine değişikliğinde dahi, Kürdlerin payına düşen yüzde 20’lik temsil hakkını almaya kalkıştı. Irak Parlamentosu’nda grubu olan tüm Kürd partiler bu konuda ortak tavır sahibidir. Kürdler gerçekçi bir ortaklık temelinde kendi isteklerinden geri adım atmayacaktır” dedi. ABD’nin Erbil ile Bağdat arasında uzlaşma arayışında olmasının gayet doğal olduğunu ifade eden Goran, “ABD kendini Irak’ın sahibi olarak görüyor. Bu açıdan bakıldığında, Irak’taki tarafları uzlaştırma girişimlerini doğal görmek gerekir. Görüşmeler bu temelde idi ve görüşmelerde yeni hükümetin desteklenmesi için çağrılar da vardı ancak ABD’nin esas önceliği IŞİD’e karşı cephenin güçlü kalması ve mücadelenin kararlılıkla yürütülmesini sağlamaktı. John Kerry, McGurk ve Biden’in KBY ile görüşmeleri bu çerçevededir” dedi. Kürd İttifakı’nın Irak Parlamentosu’nda yaşanan kargaşanın tarafı olmadığını belirten Irak Parlamentosu PDK Grup Başkan Vekili Xesro Goran, bu yüzden oturum ve oylamalara katılmayacaklarını da vurguladı. Osman: Obama’nın öncelliği Bağdat ABD yönetiminin KBY ile hafta içinde gerçekleştirdiği görüşmeleri BasHaber’e değerlediren Kürd siyasetçi Mahmud Osman, ABD’nin 2011’de Irak’tan çekilirken Bağdat yönetimi ile stratejik bir anlaşma yaptığını hatırlatarak: “Geçmişte de bunu hep belirttim. ABD’nin önceliği Erbil değil, Bağdat’tır. Her iki taraf arasında süren krizde ABD tarafsız değil, tarafı bellidir ve Bağdat’ı destekliyor. Daha önceki yönetimler de böyleydi, Obama yönetimi de aynı siyaseti izliyor. Sürekli Bağdat’la anlaşması için Erbil’e baskı uygulamasının sebebi budur. Hiçbir zaman, Kürdlerin Irak Anayasası’na göre hakları çiğneniyor diye Bağdat’a baskı yaptığı görülmedi. Başbakan Neçirvan Barzani’nin Kerry tarafından Bağdat’a çağırılmasını da bu şekilde okumak lazım. Kerry pekala Bağdat’a geldikten sonra Erbil’e gelebilirdi. Ama bunu yapmadı. Bu bir tavırdı ve Kürdlere, ‘Irak’ın birliğini savunuyorum’ mesajı verdi. Dolaysısıyla ABD seçimlerinin sonucu ne olur bilmiyoruz ama Obama iktidarda olduğu müddetçe, Washington’un Kürdlere karşı siyasetinin değişmesini beklememek gerekiyor” dedi. Bağdat’ta yaşanan kargaşayı da değerlendiren Osman, “Sonuç önümüzdeki günlerde beli olur. Bağdat’ta İbadi de dahil, tüm yönetimin değişmesini savunan ittifak, Parlamento Başkanı ve Kürd yardımcısı Aram Şeyh Muhammed’i de görevden aldı. Birkaç gün içinde yeni Parlamento Başkanı’nı seçeceklerini ve Parlamento tarafından seçilen Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın da reform kapsamında görevlerine son vereceklerini açıklıyorlar. Ancak şurada böyle bir durum var. İttifak Parlamento’daki oturuma 174 üyenin katıldığını, Cuburi ise 134 üyenin katıldığını ve dolayısıyla salt çoğunluk sağlanamadığını iddia ediyor. Bu durumda Parlamento’daki oturum yasalara aykıdır. Durumun Irak Yüksek Mahkemesi’ne intikal edeceğini ve orada bir karara bağlanacağını düşünüyorum. Bence burada önemli olan Kürd tarafının tavrıydı. Kürdler kargaşanın bir tarafı olmadan, ortak bir tavır sergilediler” ifadelerini kullandı. Kurbani: Arap iktidar aklı Kürdleri bağımsızlığa zorluyor “Irak’ta yaşananlar iki yönlü değerlendirilebilir” diyen gazeteci Arif Kurbani de özellikle son iki yılda Bağdat yönetiminin büyük ölçüde Tahran’ın güdümünde kaldığını söyledi. Kurbani, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak bölgede İran’ın arka bahçesi olmuştur. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği batılı ülkeler Haydar İbadi’nin reform ve revizyonlarını destekleyerek, Irak’ta hizipçi ve mezhepçilikten uzak, İran’ın güdümünden kurtulmuş bir Irak için çalışıyorlar. İkinci yönü ise şu: Irak’ta Dava Partisi’nin başını çektiği Şii Bloku, bundan sonraki süreçte de Irak’ın tek hakiminin kendileri olmasını istiyor. Bu yüzden diğer bileşenlerin ve farklılıkların iktidardaki varlığına son vermek istiyorlar” dedi. ABD’nin Arap ve Kürd ittifakını güçlendirerek Tahran’dan uzak tutmak istediğini ve Washington yönetiminin bu kapsamda KBY ile yoğun temas halinde olduğunu vurgulayan gazeteci Kurbani, “Ne var ki Arap iktidar aklı, Kürdleri bağımsızlığa zorluyor. ABD’nin baskı ve zorlamaları olmazsa, Arapların Kürdlere pay vereceğini ve iktidara ortak edeceğini sanmıyorum. Bu bakımdan Kürdlerin bağımsızlık ve referandum istemesi sadece kendi isteklerine bağlı bir durum değil. Bir boyutu da Bağdat’ın zorlamalarının sonucudur. Deyim yerindeyse Bağdat kendine kuyruk olmuş, Arap hükümranlığı altında bir Kürd istiyor. Kürdler bunu kessinlikle kabul etmiyor. Zaten görüşmeler hakkında yapılan açıklamalara baktığımızda KBY’nin ABD’li yetkililere bu konuyu anlattığını ve bağımsızlık fikrinden geri adım atmayacaklarını beyan ettiklerini görüyoruz” diye konuştu. HABER BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 5 SÖYLEŞİ Yolsuzluk soruşturmaları derinleşecek KBY de yolsuzluklara karşı mücadele kapsamında ilk gözaltı gerçekleşti. Hafta içinde Kürdistan Bölgesi Merkez Bankası Başkanı Ethem Kerim ve yardımcısı, yolsuzluğa bulaştıkları iddiasıyla Erbil Asayiş Müdürlüğü tarafından gözaltına alındı. Konu hakkında BasHaber’e konuşan KBY Temiz Eller Komisyonu Başkanı Hakim Ahmet, Merkez Bankası Başkanı Kerim ve yardımcısının haklarında hazırlanan dosyalar doğrultusunda yolsuzluk ve karşılıksız çeksenet sağlama suçuyla gözaltına alındıklarını belirten Ahmet, “KBY Başkanı Mesud Barzani’nin talimatı ve hükümetin kararıyla başlatılan süreç işliyor. Hükümet, ‘yolsuzluk IŞİD’den daha tehlikelidir’ diyor Gulpi: Kürdlerin esas sorunu Bağdat’la değil kendileriyledir Kürdlerin bağımsızlık ve referandum isteğinin ABD tarafından endişe ile karşılandığını dile getiren siyasetçi Dr Fayiq Gulpi ise, “ABD, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin bu dönemde bağımsızlık ve referandum söyleminden ve KBY’nin Türkiye’ye yakınlaşmasından rahatsız. Buna karşın KBY ile Irak Merkezi Yönetimi’nin yakınlaşmasını istiyor. Bunu sağlayamayınca da Bağdat’ı destekliyor. Erbil ile Bağdat arasındaki çekişme, Irak’ta IŞİD’e karşı cepheyi zayıflatıyor. John Kerry bu yüzden Neçirvan Barzani’yi Bağdat’a çağırdı ve mesajını net bir şekilde iletti”dedi. Saddam rejiminin yıkılması ardından ABD’nin Irak’ta, demokratik federal bir devlet kurmayı hedeflediğini söyleyen Gulpi, “Ancak geçen 13 yıl bunu gösterdi ki, Irak’taki iktidar aklı, Arabı, Kürdü, Şiisi ve Sunnisi ile birlikte, birleşik demokratik federal bir devletin inşası için yetersizdir. Bu yüzden sorunlar çözülemiyor, aksine derinleşiyor. KBY ile Bağdat merkezi yönetimi arasındaki siyasi çekişmeler bunun bir örneğidir. Bağdat yönetimi tarafların ortak uzlaşması sonucu kurulmuş olsa da, hizipçiliği ve mezhepçiliği aşamamaktadır. Halk, hizipçi ve mezhepçi bir iktidarı desteklemiyor ve kendi iradesini temsil etmeyen hükümetten reform yapmasını istiyor. Bu yüzden geçmişte Bağdat’ta kapsamlı gösteriler yapıldı” dedi. Güney Kürdistan’da partiler arasında yaşanan siyasi ve ekonomik krize dikkat çeken Gulpi, Kürd partilerin kendi aralarında yaşadığı sorunların, Bağdat’la yaşanan sorunlardan daha ciddi olduğunu savundu: “Kürd partileri arasındaki siyasi kriz, yaşanan ekonomik kriz ve IŞİD savaşından kaynaklı güvenlik durumu, Bağdat’la çelişkilerden çok daha önemlidir. Bağdat’tan koparak bu sorunlar çözülür mü? Bence daha büyük sorunlarla karşılaşırız. Özellikle ABD ve İran gibi iki güçlü ülke Irak’ın parçalanmasına karşıyken Kürdlerin bağımsızlık ilan etmesi çok zordur. Kürdler ve Şiiler birlikte IŞİD’e ve bu konuda ciddiyetini gösteriyor. Temiz Eller Komisynu’da bu destekle çalışmalarını sürdürüyor. Hakkında dosya hazırlanan kişiler var ve bu kişilerin yurt dışına çıkması yasaklandı. Önümüzdeki dönemde başka tutuklanmalar da olacaktır. Adı geçen şahıslar idari mahkemenin isteği üzerine yolsuzluk ve rüşvet suçuyla gözaltına alınmış bulunuyor. Erbil Asayiş Müdürlüğü gerekli açıklamayı ile kamuoyunu bilgilendirdi. Bunun dışında iddialar netleşmeden ve mahkeme sonuçlanmadan bilgi vermek doğru olmaz. Davanın petrol kaçakçılığını da içerdiğini söyleyebilirim. Yine bu davalar Erbil dışında Süleymani ve Duhok’u da kapsayacaktır” dedi. televizyonuna konuşan KBY Başkanı Mesud Barzani, “Bizim için öncelikli konu IŞİD’in varlığına son verilmesidir. IŞİD’in Musul’daki varlığı her zaman Kürdistan için tehdittir. Dolayısıyla Musul Operasyonu’nun nasıl yapılacağından çok, IŞİD’den kurtarıldıktan sonra Musul’un nasıl yönetileceği önemlidir. Musul kurtarıldıktan sonra, eskiden yaşananların tekrar edimeyeceğine dair Musul halklarına garanti verilmelidir. Aksi takdirde IŞİD gitse bile, yeniden faklı tehditlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur” şeklinde konuştu. KBY Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani başkanlığındaki bir heyetle ABD’ye giden KBY İçişleri ve Peşmerge Bakanı Kerim Sincari de, katıldığı bir konferansta Peşmerge Güçleri’nin Musul Operasyonu’na katılacağını, ancak kente girmeyeceğini söyledi. karşı savaşıyor. Kürdistan’ın bağımsızlığı yeni bir Şii-Kürd savaşını tetikleyebilir. Bence Kürd halkının bağımsızlık konusunda irade beyan etmesi tek başına yeterli olmayacak, Irak, bölge ve dünya çapında bu talebe karşı tepki toplayacaktır” ifadelerini kullandı. Barzani, İyad Allavi ile görüştü KBY Başkanı Mesud Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Vataniyye Koalisyonu Başkanı İyad Allavi ile bir araya geldi. Görüşmede taraflar KBY ve Bağdat merkezi yönetimindeki mevcut siyasi kriz konusunda bilgi alışverişinde bulundu. Barzani ve Allavi, Irak’taki siyasi krizin ortak uzlaşı kriterlerine sadık kalınmadığı müddetçe çözülemeyeceği konusunda hemfikir olduklarını kaydetti.. “Önemli olan Musul operasyonundan sonraki aşama” Güney Kürdistan’daki savaş cephelerinde hafta içinde sessizlik hakim olurken, KBY Musul Operasyonu ve Peşmerge Güçleri’nin katılımı üzerine önemli açıklamalarda bulundu. Katar’da yayın yapan El Cezire Barzani ve El Hakim’den işbirliği vurgusu KBY Başkanı Mesud Barzani, Irak Yüksek İslam Konseyi Başkanı Seyyid Ammar El Hakim ve beraberindeki heyeti de Selahadin’deki Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görüşmede, El Hekim, Yüksek İslam Konseyi’nin son toplantısında Irak’ta yaşanan siyasi ve Ayrılma için Çekoslovakya Modeli Çek Cumhuriyeti İçişleri Bakan Yardımcısı Jerry Novacek ile bir araya gelen Kürdistan Bölgesi Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Irak ile Kürdistan Bölgesi’nin ayrılma sürecinde Çek ve Slovenya modelinin esas alınabileceğini söyledi. Mesrur Barzani görüşmede, ‘‘Bölgede yaşanan istikrarsızlık ve şiddet olayları Avrupa’nın imzaladığı sınır anlaşmalarından kaynaklanmaktadır’’ diyerek, Irak ile KBY’nin ayrılması sürecinde Çek ve Slovenya modelinin esas alınabileceğini söyledi. Çek hükümeti ve halkına Peşmerge Güçleri’ne yaptıkları yardımdan dolayı teşekkür eden Barzani, ‘‘Peşmerge’ye yardım tüm uluslararası topluma yardım anlamına gelmektedir’’ şeklinde konuştu. Çek Cumhuriyeti İçişleri Bakan Yardımcısı Jerry Novacek ise görüşmede, KBY’nin ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini belirterek ve IŞİD ile mücadele kapsamında Peşmerge’ye acilen askeri yardım yapılması için çaba sarf edeceklerini söyledi. Görüşmede, Bağdat-Erbil arasında yaşanan sorunların barışçıl yollarla çözümünün önemine vurgu yapıldı. 05 ekonomik krize ilişkin yapılan değerlendirme ve ortaya çıkan çözüm yolları hakkında Barzani’ye bilgi verdi. Barzani de, Seyyid Ammar El Hakim’i Yüksek İslam Konseyi’nin başkanlığına tekrar seçilmesinden dolayı tebrik etti. Barzani, KBY ve Irak arasında yaşanan siyasi kriz hakkında Iraklı heyete görüşlerini sundu. Taraflar, krizin aşılması ve sorunun derinleştirilmemesi için geliştirilmesi gereken çözüm yollarıyla ilgili görüş alışverişinde bulundu. Taraflar aynı zamanda, daha önceki diktatör rejimin yıkılmasında nasıl güç birliği yapıldıysa yeni rejim ile olan mevcut krizin çözümünde de işbirliği yapılması gerektiğine vurgu yaptı. Barzani ve Biden Bağdat krizini görüştü ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, KBY Başkanı Mesud Barzani’yi telefon ile arayarak IŞİD ile sürdürülen savaş hakkında görüştü. Görüşmede, Erbil-Bağdat ilişkileri ve Irak’taki son siyasi gelişmelerle yaşanan krizin çözümüne dair fikir alışverişinde bulunuldu, her iki taraf da siyasi sürecin normalleşmesi için ortak hareket etmeye devam edilmesi gerektiği belirtti., Barzani ve Biden ayrıca Musul’un IŞİD’in işgalinden kurtarılması için Iraklı güçlerle Peşmerge’nin dayanışmasının devam etmesi gerektiğine vurgu yaptı. Barzani McGurk’u kabul etti KBY Başkanı Mesud Barzani, ABD Bakanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Brett McGurk ve beraberindeki heyeti de Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görüşmede Barzani ve McGurk, Irak’taki siyasi kriz ve sorunların çözümü konusunda görüş alışverişinde bulundu. McGurk, KBY’nin Irak’ta siyasi istikrar ve sorunların çözümü konusunda önemli rolüne vurgu yaptı. Görüşmede ayrıca IŞİD’in elinde tuttuğu Musul’un kurtarılması ve sonraki süreç de ele alındı. Taraflar Musul’un kurtarılmasından sonraki süreçte, kentteki etnik ve dini azınlıklar arasında bir siyasi ittifakın gerekliliği konusunda hemfikir olduklarını belirti. Barzani: 10 yıl boyunca barışı beklemek, 1 saat savaşmaktan daha iyidir KBY Başkanı Mesud Barzani, Diyarbakır Valisi Hüseyin Aksoy ve beraberindeki heyeti, Erbil’in Selahadin kasabasındaki Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görüşmede Aksoy, Diyarbakır-Erbil arasında başlayan uçak seferlerinin her iki taraf arasındaki ortak ticari ilişkiler için önemli bir adım olarak tanımladı. Barzani de bölgede yaşanan siyasi gelişmeler ve Kürd sorununa değinerek, “Kürdistan halkı, silahlı mücadele ve diğer dönemlerde, sivil halk ile kurumların korunması ilkesine bağlı kalmıştı” dedi. Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de meydana gelen şiddet olaylarına ilişkin ise Barzani, “10 yıl boyunca barışı beklemek, 1 saat savaşmaktan daha iyidir” diyerek, bölgeye bir an önce huzur gelmesi temennisinde bulundu. Barzani ayrıca Diyarbakır ve Erbil arasında direkt uçak seferlerinin başlamasından memnuniyet duyduğunu bildirdi. 06 ROJHİLAT Durdurmak için MESUT YEĞEN Geçen hafta Türk tipi başkanlığın, milli ve yerli rejimin giderek yaklaştığını yazmıştım. İddiam özetle şuydu: Muhalif olmanın daha zor, vatandaşlıktan çıkarılmanın daha kolay olacak göründüğü milli ve yerli rejim sadece Erdoğan ve inanmışları istediği için değil, MHP’lilerin ve sekülerlerin önemli bir kısmı ve müesses nizamın bildik kurumları da istediği için yakınlaşıyor. Bir de milli ve yerli rejimi, Türk tipi başkanlığı istemeyenler ürkek, kifayetsiz ve basiretsiz olduğu için. Milli ve yerli rejimin isteyenlerini ve niye istediklerini geçen hafta yazdım. İstemeyenlere, ama ürkeklikleri, kifayetsizlikleri ve basiretsizlikleri yüzünden milli ve yerli rejimin gelişini durdurabilecek gibi görünmeyenlere gelince... Basiretsizlerden başlıyayım: Basiretsizliğin bugünlerdeki taşıyıcısı Kürd hareketinin silahlı kısmı. Milli ve yerli rejimin yaklaşmasını kolaylaştıran ‘ulusal’ ruh halinin oluşmasına en büyük katkıyı yapan faktörlerin başında PKK’nin silahlı çatışmaya yapılan davete icabet etmesi geliyor. Malum, ‘Türkiye kamuoyu’ 7 Haziran seçimlerinde milli ve yerli rejim, Türk tipi başkanlık arzusuna belirgin bir biçimde hayır demişken, 1 Kasım’la beraber başka bir telden çalmaya başladı. Bu değişikliğin en büyük sebebinin çatışma durumuna geri dönüş olduğu da malum. Şimdi, eğer milli ve yerli rejim, daha otoriter bir Türkiye Kürdlerin ve Kürd hareketinin faydasına olmayacaksa ki, olacak gibi, olmuş gibi görünmüyor, milli ve yerli rejim arzusunu büyüten çatışma durumunda ısrar etmek pek basiretli bir tutuma benzemiyor. Eğer Türkiye milli ve yerli rejimine kavuştuğunda Irak ve Suriye Kürdistanlarında olduğu üzere bir kopuş durumu olur beklentisiyle çatışma durumunda ısrar ediliyorsa, bunun pek iyi bir hesap olmadığı ortada. Bu ‘hesapsızlık’ tespiti doğruysa, milli ve yerli rejim de ancak ve ancak Kürdlerin sıkıntısını katmerlendirecek olduğundan, milli ve yerli rejim arzusunu büyüten çatışma durumunda ısrar etmek basiretsizlikten başka bir şey gibi görünmüyor. Milli ve yerli rejimi istemeyen sekülerlerin, CHP’nin hali ise tam bir kifayetsizlik hali. Kifayetsizlikten kast ettiğim milli ve yerli rejimi bu kadar kuvvetle istemeyip, bu kadar az etkili şey yapabilmek durumu. Milli ve yerli rejimi istemeyen, ama istediklerini milli ve yerli rejimi başka istemeyenlerin istedikleriyle ortaklaştırmak, uzlaştırmak için sıfır çaba harcayan bir CHP ve seküler cemaat var. “Milli ve yerli bir rejim olmadığında, Türk tipi başkanlık durdurulduğunda ne olacak?” sorusuna halen Anayasa’nın ilk bilmem kaç maddesi korunmuş olacaktan başka bir şey diyemeyen bir CHP var; Milli ve yerli rejim hayalinin karşısına sekülerler, Kürdler, dindarlarca paylaşabilen bir başka Türkiye hayali dikemeyen kifayetsiz bir CHP. Bir de ürkekler var. Türk tipi başkanlığın, milli ve yerli rejimin memleket için hayırlı bir şey olmayacağını bile bile, “zamanı değil”, “elimizdekilerden oluruz”, “eski Türkiye bizi yutar” korkusuyla karşı duramayan muhafazakarlar. Sekülerler ve Kürdlerle yeni bir Türkiye hayali kurmaktansa, sekülerlerin ve Kürdlerin bastırılmasına dayalı milli ve yerli rejim hayaline kerhen de olsa onay veren muhafazakarlar. Milli ve yerli rejimi giderek yaklaştıran, bu türden bir rejimi arzulayanların az olmayışı olduğu kadar sözünü ettiğim basiretsizlik, kifayetsizlik ve ürkeklik halleri. Üstelik, milli ve yerli rejime o kadar yaklaştık ki, bugün basiretsiz, kifayetsiz, ya da ürkek olan aktörlerden biri “vazgeçtim, başka türlü yapacağım” dese bile korkarım artık çok geç. Türk tipi başkanlığı, milli ve yerli rejimi durdurabilmek için hem basirete, hem kifayete, hem cesarete ihtiyaç var. BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 Doğu Kürdistan: Peşmerge ülkeye dönüyor İ Mehmet Salih Batırhan ran Kürdlerinin 25 yıllık bir sessizliğin ardından geçtiğimiz ay Kelaşin’de yapılan Newroz kutlamasında İran Kürdistan Demokrat Partisi (KDP-İ) Genel Sekreteri Mustafa Hicri, Doğu Kürdistan’a Peşmerge gönderme kararı aldıklarını, İran’ın olası saldırılarına karşı da kendilerini savunacaklarını açıkladı. KDP-İ, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin (KBY) Baas rejiminden kurtulup federasyon ilan etmesi ile birlikte İran’da askeri çalışmalara son verip, buradaki kamplara yerleşmişti. 1988’de Liderleri Dr. Qasemlo’yu Viyana’da barış görüşmeleri yaparken, sonraki liderleri Dr. Şerefkendi’yi de 1992’de Berlin’de İran’ın suikastları ile yitiren, KDP-İ askeri çalışmalarına son vermişti. KDP-İ yöneticileri, KYB’nin uluslararası arenada desteklendiğini ve İran’ın artık Erbil’e siyasi ambargo veya iç işlerine karışma yönünde bir hamle yapamayacağını belirterek, İran’ın Kürd kazanımlarını tehdit edici politikalarına sesiz kalmayacaklarını söylüyor. KDP-İ Peşmergeleri’nin dönüşüyle birlikte, Doğu Kürdistanlı diğer siyasi partiler de siyasi ve askeri çalışmalarına girişerek aralarında ortak bir cehpe oluşturulması için görüşmelere başladı. BasHaber’e konuşan KDP-İ, HDK, PAK, İran Komela, Kürdistan Komela gibi Doğulu örgütlerin yöneticileri artık Kürd haklarının çiğnenmesi karşısında tutum sahibi olmaları gerektiğine söyleyerek, Peşmergenin halkın içine dönüşünün önemli olduğunu ve birlikte hareket etmeleri gerektiğini ifade ediyor. KDP-İ: Peşmerge halkın içinde yer alacak KDP-İ Merkez Komite Üyesi Rostem Cihangîrî, 25 yıl önce Güney Kürdistan’ın geleceği için silahlı mücadeleyi durdurdukların, ancak artık Doğu’da aktif bir şekilde çalışma vaktinin geldiğini düşündüklerini söyledi. Cihangîrî Doğu halkının da Peşmerge’nin dönmesini istediğini söyleyerek, “Peşmerge dönerse İran rejimi zulüm uygulayamaz. Halk Peşmerge’nin ülkede olmasını istiyor” dedi. KDP-İ Erbil Temsilcisi Mihemed Salih Qadirî de, Peşmerge’nin dönüşü ile ilgili olarak İran’ın 25 yıldan fazla bir süredir Kürd sorununa güvenlik politikaları ile yaklaştığını ve Kürd kentlerini militarize ettiğini söyleyerek “İran’ın uyguladığı zulmü artık kabul etmiyoruz. Halkımızı yalnız bırakmayacağız. Dağ ile şehir çalışmalarımızı birleştireceğiz. Peşmerge halkın arasında yerini alacak” şeklinde konuştu. PAK: Silahlı mücadeleden başka yol bırakmadılar Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) Başkan Yardımcısı Hûsên Yezdanpena da BasHaber’e İran’ın yıllardır Kürdlere uyguladığı zulme karşı Doğu Kürdistan’daki siyasi partilerin ortak bir tutum sergilemeleri gerektiğini belirtiyor. Yezdanpena ortak bir cephenin oluşturulması gerektiği söyleyerek, Doğu’da Peşmerge’nin ortak bir komutanlık altında bir araya getirilmesi yönünde çağrı yaparak şöyle dedi: “Haklarımızı silahla savunmaktan başka bir yol yok, diğer partiler de aynı kanaatte. Ülkemizi talan ediyorlar. Stratejimiz önümüzdeki dönemde daha da netleşecektir.” İran Komela: Birlikte çalışmayı umuyoruz İran Kürdistan’ı Devrimci Emekçiler Topluluğu (İran Komela) Üyesi Anwar Mohamedi de BasHaber’e KDP-İ’nin ülkeye dönüş kararının önemli ve değerli bir çalışma olduğunu ifade ederek, tüm partilerle iletişime geçtiklerini ve yapılacak çalışmaları da desteklediklerini belirtti. İran’ın bölgedeki devletlerin iç işlerine karışma temelinde bir altyapı oluşturduğunu vurgulayan Mohamedi, “İran, KYB’nin kazanımlarını ortadan kaldırmak istiyor. Bu anlamda hiçbir sınır da tanımıyor” dedi. HDK: Halkı birliği bekliyor Kürdistan Demokrat Partisi (HDK) Merkez Komite Üyesi Îbrahîm Zewayî de BasHaber’e, KDP-İ tarafından başlatılan süreci olumlu karşıladığını ve desteklediğini söyleyerek, Doğu Kürdistan’daki çalışmaların çok yönlü olarak sürdürülmesi gerektiğini belirtti. Kendilerinin de geçen yıl Peşmerge güçlerini sınır hattına gönderildiklerini ve daha aktif çalışma yürüteceklerinin altını çizdi. İran’ın uzun süredir Kürdlere zulüm yaptığını belirten Zewayî , “Peşmergelerimiz sınır hattında. Halkımızı savunmaya devam edeceğiz. Doğu Kürdistan halkı da artık bir birliğin gerçekleşmesini istiyor ve bekliyor” dedi. Komela: Birlik halkın Doğu Kürdistan halkının çıkarınadır Kürdistan Devrimci Emekçiler Topluluğu (Komela Kurdistan) Erbil Temsilcisi Mohamed Ferhadzade de KDP-İ’nin aldığı kararın çok önemli olduğunu söyleyerek ortak bir siyasetle birlikte hareket etmeleri gerektiğine vurgu yaptı. Ferhadzade, “Tek tarafla silahlı mücadele başlatılmaz, ne yaparsak birlikte yapmalıyız“ diyerek, siyasi partilerin ortak cephe arayışına dikkat çekti. Ferhadzade, birlik oluşturulduğu takdirde daha güçlü bir çalışma yürütebileceklerini ve halkın nezdinde de daha etkili olacaklarını söyledi. BasHaber ROJAVA 18 Nisan - 24 Nisan 2016 Kürd mahallesine kimyasal saldırı H Siwar Bedirxan alep’in kent merkezini kontrol eden, Sultan Murad Tugayları, El Nusra Cephesi, Nureddin Zengi Tugayları, Şam Cephesi ve Ahrar el Şam’ın bir süredir Kürdlerin yaşadığı Şêx Meqsud Mahallesi’ne saldırıları devam ediyor. Şeyh Maksud Mahallesi yöneticileri, onlarca sivillin öldüğü abluka altındaki mahallenin katliam tehlikesi altında olduğuna dikkat çekiyor. BasNûçe’ye konuşan Rojava’daki yöneticiler uluslararası örgüt ve kuruluşlara çağrıda bulunarak Şeyh Maksud Mahallesi’ne insani bir koridor açılmasını talep etti. Bu arada Rusya’nın hava desteğini alan Suriye Ordusu, Halep’te büyük bir operasyonun başlattı. Bölgedeki askeri hareketliliği izleyen Efrin’deki gazeteci Mohamad Eli, rejimin Malla bölgesi ve stratejik konuma sahip Kastillo karayolunu kontrol etmeye çalıştığını söyledi. 5 yıldan beri iç savaşın sürdüğü Suriye’de rejim kontrolündeki bölgelerde Parlamento seçimleri düzenledi. 7.5 milyon vatandaşın göçtüğü, on binlercesinin öldüğü, kimi bölgelerinin insansız sahalara dönüştüğü ülkenin sadece rejimin kontrolündeki bölgelerde sandıklar kurulurken, IŞİD, El Nusra, Ahrar el Şam’ın kontrolündeki bölgelerde seçimler yapılmadı. Seçimleri boykot edeceklerini kaydeden PYD yönetimi de Rojava’da seçim sandıklarının kurulmasına izin vermedi. Öte yandan, Cenevre görüşmelerinin ikinci turu da başladı. Suriye krizine siyasi çözüm arayışı kapsamında Beyrut, Ürdün, Rusya, Suriye ve İran’a ziyaretler gerçekleştiren BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, Cenevre görüşmelerinin ikinci turu için fazla mesai yapmaya başladı. Suriye Muhalefeti Yüksek Konseyi temsilcileri görüşmelerin ilerlemediğini ve rejimin askeri çözümü dayattığını savunuyor. Suriye rejimi de Viyana Konferansı’nda kararlaştırılan ve 18 ay içinde yürürlüğe konulması planlanan geçiş sürecinin hayal olduğunu savu- nuyor. Suriye Kürdleri Ulusal Konseyi (ENKS) de görüşmelere muhalefetin yanında katılmaya devam edeceklerini söyledi. Görüşmelere ilişkin açıklama yapan ENKS Kürdlerin bazı haklar elde etmesi için Cenevre’nin bir fırsat olduğunu söyledi. Cemil Kurmênc: 140 ölü 500 yaralı sivil var Selefi grupların kuşattığı Halep’in Kürd Mahallesi Şeyh Maksud’daki çatışmalarda devam ediyor. 27 Şubat tarihinde Birleşmiş Milletler, ABD ve Rusya’nın öncülüğünde başlatılan ateşkes, YPG’nin Şeyh Maksud’da askıya alınmış durumda. Bölgedeki gelişmeleri BasHaber’e aktaran Şêx Meqsud Halkevi yöneticilerinden Cemil Kurmênc, “Selefi gruplar, son bir haftada ağır silahlar kullanmaya başladı. Siviller katlediliyor. Evlerdeki yemek ve su stoğu bitmek üzere. Uluslararası örgütlere çağrı yapıyoruz sesimizi duyun” çağrısını yaparak durumun ciddi olduğunu açıkladı. Açıklamasının devamında da Kurmênc, medyada iddia edilen klor ve fosfat gazı kullanıldığına ilişkin iddiaları da doğrulayarak saldırılarda şimdiye dek 140’ın üzerinde sivilin öldüğünü ve 500’e yakın sivilin de yaralandığını iddia ederek, “Yeni silahlar deniyorlar. Kullandıkları kimyasal ve fosfatlı silahlar insanları hemen öldürüyor. Kimyasal silahlardan yayılan gazları soluyanların ağzından köpükler geliyor ve hemen hayatını kaybediyor” açıklamasını yaptı. Halep’in kent merkezini kontrol eden, Sultan Murad Tugayları, El Nusra Cephesi, Nureddin Zengin Tugayları, Şam Cephesi ve Ahrar el Şam bir süredir Şêx Meqsud’a saldırıyor. Sihanok Dibo: Şeyh Maksud’a bir koridor açılmalı Selefi grupların Şêx Meqsud’a saldırılarına ilişkin BasHaber’e bilgi veren PYD Dışişleri Komisyonu yöneticilerinden Sihanok Dibo, saldırganların Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan tarafından desteklendiklerini ve Kürdleri katletmek üzere bölgeye konuşlandırıldığını savundu. Dibo, bölgedeki devletlerin Kürdlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik her şeyi göze aldıklarını kaydederek Şeyh Maksud saldırılarına göz yuman ve destek veren uluslararası güçleri kınadığını söyledi. Dibo, “Rojava’da huzur ve barış sağlandı. Halklar kendi kaderini tayin ediyor. PYD’nin kurduğu sistemi boşa çıkarmak ve Kürdlerin bölgeye getirdiği demokrasiyi ortadan kaldırıyorlar. Şeyh Maksud saldırılarını yapan teröristleri ve onlara destek veren uluslararası güçleri kınıyorum. Uluslararası yardım kuruluşlarının ve uluslararası güçlerin koridor açması lazım. Onlara çağrıda bulunuyoruz” değerlendirmesini yaptı. Mihemed İsmail: BM müdahele etmeli Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDKS) Üyesi Mihemed İsmail de BasHaber’e konuşarak Selefilerin Şeyh Maksud’a yaptıkları saldırılara karşı uluslararası kamuoyuna duyarlılık çağrısında bulundu. İsmail, bölgeden ciddi haberlerin geldiğini ve yüzlerce sivilin katledilme tehlikesi ile yüz yüze olduğuna dikkat çekerek Birleşmiş Milletler’in duruma müdahale etmesi gerektiğini belirtti. ENKS’nin saldırıları ve sivil kayıpları ivedilik ile incelediğini de söyleyerek,”ENKS saldırıları kınadığını açıkladı. Bu gruplar biran önce saldırılara son vermeli. ENKS uluslararası hukukta ve diplomasi de bu katliam girişiminin takipçisi konumundadır. Gelişmeleri yakından izliyoruz” şeklinde konuştu. ENKS’nin de katılmış olduğu Cenevre görüşmelerinin ikinci turunu da hatırlatan İsmail, ENKS’nin Cenevre görüşmelerini Kürdlerin haklarını elde etme ve dillendirmeleri için önemli bir fırsat olduğunu söyleyerek şöyle konuştu: “ ENKS Cenevre görüşmelerine muhalefetin yanında katılmaya devam edecek. Muhalefetin her konsey ve kurulunda temsilcilerimiz var. Kürdlerin haklarını ve taleplerini uluslararası güçlere, uluslararası diplomasiye aktarma imkanı buluyoruz. Bu önemlidir.” 07 Sorunların dili ve çözümün püf noktaları AHMET ÖZER Sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Türkiye son zamanlarda hızla bir iç çatışmaya doğru yol alıyor. Hemen her gün onlarca cenaze, onlarca ölüm haberi geliyor. İşin kötüsü toplum bu gidişatı ve sayılarla verilen ölüleri kanıksamış durumda. Daha doğrusu izlenen politika ve yapılan propagandalarla bu durum topluma kanıksandırıldı. Adeta felçli ve duyarsız bir toplum haline getirildik. Ülkenin bir bölgesi kan revan içindeyken, diğer bölgelerde tık yok. Peki bütün bunlar neden oluyor? Türkiye’nin şu anda içinden geçtiği süreçte Kürd Sorunu bağlamında yaşadığı dört temel sorun alanı var. Bu sorun alanları şunlardır: Rojava, silahsızlanma, yönetim, kültürel haklar ve dil meselesidir. Rojava meselesi hem Suriye politikası hem de içerdeki Kürd sorunuyla yakından bağlantılıdır. Hükümet ısrarla sürdürdüğü bu yanlış dış politikayı terkedip Rojava’daki Kürdleri dost ve kardeş halk kategorisinde görür ve ona göre davranırsa bu sadece onun Suriye’de elini güçlendirmekle kalmaz aynı zamanda içerdeki Kürd meselesinin çözümüne de büyük katkı yapacaktır. İkinci önemli nokta özlenen barışın bir an önce tesisidir. Bunun içinde silahların susması ve çatışmaların durması gerekir. Bu konuda Türkiye’nin kanaat önderleri, önemli STK yöneticileri, akil adamları üçüncü göz olarak devreye girip hakem rolü oynayabilirler. Aksi taktirde ölüm üzerinden çözüm aramak sonu olmayan beyhude bir arayıştır. Kürd sorunu adam öldürmekle çözülmez. Tersine ne kadar çok ölüm olursa o kadar çok düşmanlık tohumları ekilmekte ve çözüm daha da zorlaşmaktadır Yönetim ve kültürel haklar meselesine gelince. Bugün Kürdler açısından birbiriyle çelişen iki süreç birlikte işliyor. Kürdlerin Türkiye’den ayrılması konusunda bir güçlü istekleri ve talepleri yok. Yani Kürdler, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılmak istemiyor. Yapılan araştırmalar ve gözlemler bunu ortaya koyuyor. Ancak bununla berber Kürdler aynı zamanda Kürdlüklerinden de vazgeçmek istemiyor. Dillerini, kültürlerini özgürce yaşamak ve geliştirmek istiyor. O halde bu iki unsuru içeren bir çözüm bulmamız gerekir. Yani ne ayrılık ne de red ve inkar.. Bir orta yol bulunmak durumunda. Ayrılmayan ama idare ve dil siyasetinde işleyen yeni bir model. Bu konuda başta siyasi partiler olmak üzere tüm sivil toplum iradesi harekete geçirilmeli... Örneğin CHP’nin ortak komisyon önerisi işletilebilir. Köşeye sıkıştırılmış olan HDP’nin rol oynaması için önü açılabilir. MHP’ye itidal çağrısı yapılabilir. En önemlisi de AKP hükümeti çözüm konusunda güçlü bir çözüm iradesi ortaya koyabilir. Aslında başbakanın “silahlar susarsa her şeyi konuşabiliriz” sözü işin püf noktası ve önemli. Ne ki cumhurbaşkanı hemen tersleyerek “ne çözümü” deyince başbakanda sustu kaldı. Oysa bu konuda sorumluluk ve yetki hükümette ve Başbakan’da. Başbakan’ın biraz daha dirayetli davranması lazım.Tabi PKK’nin de silahlı çatışmadan vazgeçerek, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın ortaya koyduğu çözüme dönmesi gerekir. Öcalan “silah dönemi bitti, sorunlar siyasetle çözülmesi gerekir” demişti. Silahla ne PKK, ne de devlet bir sonuç elde edebilir. Somut adımlar atmadan önce, psikolojik altyapıyı oluşturmak gayesiyle dört anahtar kavrama işlerlik kazandırılmalı. Bunlar; niyet, empati, barış dili ve bölünme paranoyasından arınmadır. Tarafların gerçekten çözümden yana niyetleri var mı? Bu soruya iki tarafta samimi biçimde evet diyorsa çözüm olur. Aksi takdirde çabalar beyhude kalır. Oluşacak barış ortamını zehirleyen savaş dili terkedilmeli. Daha itidallı, birleştirici ve çözüme hizmet eden bir dil kullanılmalı. Madem Kürdler ısrarla “biz ayrılmak istemiyoruz” diyorlar, o halde birileri de ısrarla bölünmeyi gündemleştirmemelidir. Paranoyaya dönüşen bu durum terkedilmelidir. Eğer bu adımlar atılırsa bir çözüm iklimi oluşur. Ardından atılacak demokratik adımlarla yeni anayasa yapılabilir. Türkiye bu cendereden çıkarak ilerler. SÖYLEŞİ BasHaber SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan 82016 Doç. Dr. Abdullah Kıran: Kürdler hem devlete, hem de PKK’ye öfkeli HDP’nin yüzde 70’in üzerinde oy aldığı Silvan, Silopi, Cizre, Varto, Nusaybin ve İdil gibi yerleşim yerlerinde ‘özerklik’ ilanı ile başlayan çatışmalı sürecin en önemli sonuçlarından bir tanesi de çatışmalar nedeni ile yerlerinden göç etmek zorunda kalan insanların içinde bulunduğu zorlu koşullar. 1960’lı ve 1990’lı yıllarda yaşanan göçten farklı olarak Kürdler önce şehirlere şimdi de köylerine ya da güvende hissedebilecekleri yerlere göçüyor. Devletin son 30 yıllık PKK ile mücadelesinde ilk defa hem ahlaki hem de psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini iddia eden Kıran, “PKK ‘özyönetim’ yanlışında ısrar edip Kürd halkını mağdur ettikçe, devlet de tüm gücüyle PKK’yi köşeye sıkıştırmaya, halk nezdinde mahkûm etmeye zorladı. Çünkü devlet bu göçe sebep olan şeyin PKK’nin Yeter Polat Kentlerde savaşmanın kentlerin boşalmasına neden olacağı gibi birçok deneyim var dünyada. PKK, kent savaşı başlatırken on binlerce insanın mağdur olacağını, kentlerin boşalacağını öngörmedi mi? HDP, DBP yöneticileri hendekler, barikatlarla tahkim edilmiş, ‘demokratik özerklik‘ ilanları ile baltayı kendi seçmenlerinin ayaklarına vuracaklarını tahmin etmediler mi? Bunu görmek için siyaset yapmaya bile gerek yok. Devlet, egemenlik ve iktidar olgularından haberdar olan herkes, bir devletin, özellikle de “egemenliğini” hedef alan her girişim karşısında suskun kalmayacağını bilir. Dünyadaki bütün devletlerin kıskanç oldukları ve başkalarıyla paylaşmak istemedikleri yegane şey “egemenliktir.” 21. yüzyılda, uluslararası hukukun kimi kazanımlarıyla biraz gevşemiş veya gevşetilmiş olsa da, dünyada halen Jean Bodin ve Thomas Hobbes’in tanımladıkları türden “mutlak bir egemenlik ilkesinin“ geçerli olduğunu biliyoruz. Bu egemenlik düşüncesine göre devletler, milli sınırları dahilinde kamu güvenliğini sağlama adına her türlü tedbiri alabilirler ve bu tedbirler söz konusu devletin iç işleri bağlamında ele alınır. Hafız Esad 1980’de Suriye kentlerini uçaklarla havadan vurup 20 binden fazla insan öldürdüğünde kim ne demişti ki? PKK’nin, kentlerde hendek ve barikatlar kurarak tek taraflı özyönetim ilanı, telafisi asla mümkün olamayacak yanlış bir politikaydı. Galiba bu işin en trajik yönü de HDP’nin yüzde 70’in üzerinde oy aldığı Silvan, Silopi, Cizre, Varto, Nusaybin ve İdil gibi yerleşim yerlerinin seçilmesiydi. Buralardaki yerel yönetimler, nerdeyse son 20 yıldır zaten HDP ve daha önce kapanmış veya kapatılmış Kürd partilerinin elindeydi. Kaldı ki özyönetim denilen şey de, merkezi hükümet ile belirli bir hukuksal antlaşma çerçevesinde, bir nevi yerel yönetim ve yerinde yönetim kapsamında olabilecek bir durum. Yani bir bağımsızlık değil. Gücünüz ve imkânlarınız el verdiğinde, sizler tek taraflı olarak bağımsızlık ilan edebilirsiniz; ancak özerklik ve özyönetim ilan edemezsiziniz. Çünkü özerklik ve özyönetim iç hukuksal düzenlemeyle olabilecek bir durumdur. Federalizm bile iç hukuksal düzenlemeyle elde edilebilir. Maalesef özyönetim ilanı, Kürd kentlerinin, medeniyetinin yıkımı için açık bir davetiye olmuştur. Burada acı olan, “Cizre’de hata yaptık” dedikten sonra, Yüksekova ve diğer yerlerde de aynı hatayı tekrarlamak olmuştur. Devlet, PKK ile kent savaşına tutuşacağı zaman, Suriye’de olduğu gibi on binlerce insanın göçeceğini, bu insanların mağdur olacağını ve yeni ve uzun vadeli tehlikelere neden olacağını öngörmedi mi? Neden sadece can güvenliği sağlamaya çalışma dışında tedbir almadı da bu insanlar mağdur oldu? Kanımca devlet, son 30 yıllık PKK ile mücadelesinde, ilk defa hem ahlaki hem de psikolojik üstünlüğü ele geçirdi. PKK özyönetim yanlışında ısrar edip Kürd halkını mağdur ettikçe, devlet de tüm gücüyle PKK’yi köşeye sıkıştırmaya, halk nezdinde mahkûm etmeye zorladı. Çünkü devlet bu göçe sebep olan yapının PKK’nin yanlış politikası olduğunu biliyordu. 1990’larda Kürdleri göçe zorlayan devletti. Yıllar sonra devlet bu hatasını anladı ve köylerinden çıkarılmış olanlara tazminat ödeyerek, bir nevi hatasını telafi etmeye çalıştı. Ancak PKK böyle vahim bir hata işlediğinde, devlet kendince güvenliğe öncelik verdi, göç ve mağduriyeti çok da görmek istemedi. Evet devlet isteseydi bu kadar kan dökülmez, göç ve yıkım da bu boyutlarda olmazdı. Ancak güvenlik konusunda zaafiyet içinde görünmemek için derhal müdahale etmeyi seçti ve bedeli ne olursa olsun, egemenliğini bir an önce tesis etme yoluna gitti. Eğer PKK veya başka bir örgüt, Duhok veya Amediye’de hendek kazsaydı, Güney Kürdistan Hükümeti de aşağı yukarı aynı şekilde davranır, öncelikli konu olarak kendi egemenliğini tesis etmeye bakardı. PKK ile devletin bu göçün yaşanacağını, kentlerin boşalacağını, yıkılacağını bildiklerini varsayarak sormak gerekirse, yanlış politikası olduğunu bildiğini“ ileri sürüyor. “Güç ve imkanınız var ise tek taraflı bağımsızlık ilan edebilirsiniz, ancak özerklik özyönetim ilan edemezsiniz“ diyen Doç. Dr. Abdullah Kıran, özerklik ve özyönetimin iç hukuksal düzenlemelerle olabileceğini vurgulayarak, “Federalizm bile iç hukuksal düzenlemeyle elde edilebilir. Maalesef ‘özyönetim’ ilanı, Kürd kentlerinin, Kürd medeniyetinin yıkımı için açık bir davetiye olmuştur. Burada acı olan, ‘Cizre’de hata yaptık’ dedikten sonra, Yüksekova ve diğer yerlerde de aynı hatayı tekrarlamak” olduğuna dikkat çekiyor. Kürdlerin illa da bir yönetime ihtiyaçları varsa, o da ‘özyönetim’ değil, ‘dil yönetimi’ olmalıydı diyen Muş Alparslan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Abdullah Kıran BasHaber’in sorularını yanıtladı. Çözüm Masası’na dönmenin bedelinin bu mu olması gerekiyordu? Yoksa tabiri caiz ise ortada bir ‘plan’ mı vardı? PKK’li yöneticilerin ve Demirtaş’ın ‘hendek siyaseti yanlıştı‘ dediği bir sürece geldik. PKK neden kendisine uzun vadede dahi zarar verecek, halk ile arasına mesafe sokacak bu maceraya girişti? Bir kere PKK’nin 7 Haziran seçimlerinden sonra, tekrar şiddete dönmesi kadar yanlış bir karar olamaz. Burada bir plan yok veya olsa olsa plansızlık var. Hangi kurmay akıl, nasıl bir strateji ile böyle bir karar aldı, bunu anlamak, buna akıl erdirmek mümkün görünmüyor. Maalesef ne PKK ve ne de HDP, Kürd hareketinin 7 Haziran seçimleri ile elde ettiği kazanımı okuyamadı, analiz etmedi ve anlayamadı. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden sonra Kürd hareketi tarihte ilk kez, Kürd meselesini Meclis’te, barışçıl yollar ve demokratik bir zeminde çözüme kavuşturma şansı elde etti. Velev ki İmralı Masası devrildi, olsun, hiç önemli değildi, bu kez bu masayı Meclis’te kurma imkanı doğmuştu. Zaten CHP de her durumda bu süreç Meclis çatısı altında, hukuki bir zeminde yürüsün demiyor muydu? İşte size Meclis’in kapıları sonuna kadar açılmıştı, neden yararlanamadınız? Kaldı ki, eğer PKK şiddet sapağına girmemiş olsaydı, HDP 1 Kasım seçimlerinde yüzde 15’ten daha fazla oy alabilir, Meclis’e 100 civarında milletvekili gönderebilir, belki de iktidara bile ortak olabilirdi. 100 tane milletvekili New York’ta BM önünde üç günlük bir açlık grevine girdiğinde, Türkiye, Kürdlerin ana dilde eğitim hakkını tanır ve bir damla kanın dökülmesine de gerek kalmazdı. Selahattin Demirtaş’ın, Türk solunun akıl hocalığında, daha 7 Haziran gecesi, “Biz ne içerde ne de dışarıda AK Parti ile koalisyon kurmayacağız” demesinden daha vahim, bir siyasi açıklama olabilir mi? Siyaset bir uzlaşma, bir sonuç alma sanatıdır. Kürd halkı o desteği, kendi egolarınızı tatmin etmek için vermedi, sizlerin de iktidarın bir ucundan tutarak kendi meselesine çözüm üretmesi için verdi. Maalesef HDP, siyaseti çok gereksiz bir şekilde kişiselleştirdi. Sanki Kürdlerin derdi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarını düşürmekmiş. Koca Kürd hareketi, Türk solunun ütopik birkaç sloganı ile boğduruldu. Yazık oldu, yazık edildi. Çatışma ve göçertmelerin haritasına bakıldığında, tümü ile PKK’nin paralel iktidar olduğu, tabanın PKK’den yana olduğu yerler olduğu, ahalinin genellikle politik Kürdler olduğu, Kürd kültürünün halen canlı olduğu, Kürdçe konuşulan yerler olduğu, genellikle sınırlardaki yerleşimler olduğu veya sembolik, tarihi değeri olduğu farkediliyor. Ve böyle bir savaş ile bu yerlerin yakılıp yıkılacağı ve nüfusun göçertileceği tahmin edilebilir. Bu durumda böyle bir savaşın kararını vermek PKK açısından nasıl izah edilebilir? Tabi akıl ve mantık ile açıklanabilecek bir durum değil. Sanki bilerek ve kasıtlı olarak, özellikle Kürdçe konuşulan, Kürd kültürünün taşıyıcısı niteliğindeki yerler hedef alındı. Bir Kürd kültürü ve medeniyetinden söz açıldığında, Silvan, Cizre, Hakkari, ve Diyarbakır’ın Sur ilçesi gibi yerleşim yerleri akla gelirdi. Kürdler öncelikle bu birikimlerinin ayakta durması ve yaşaması için çaba sarf etmeliydiler. Düşünsenize, bir zamanlar Silvan’da Kürd olup da esnafla Türkçe konuşmak alay konusu olurdu. Ama bugün sokaklardaki egemen dil Türkçe’dir. Eğer Kürdlerin illa da bir yönetime SÖYLEŞİ BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 9 SÖYLEŞİ ihtiyaçları varsa, o da özyönetim değil, “dil yönetim” olmalıydı. Dil bir kimliğin DNA’sıdır. Bugün Türkiye’de Kürd dili ölüyor, Kürdler de Türkleşiyor. Maalesef PKK’nin Kürd dili ve kültürüne sahip çıkma gibi bir derdi, bir vizyonu ve politikası hiçbir zaman olmadı. Bu harekete katılan Suriye ve İran Kürdleri bile Türkçe konuşur. Devlet birçok kentin yıkılması ardından, acil istimlaklara girişerek, yeniden güvenlikli mimarisi olan kentlerin inşasına başlayacağını ifade ediyor. Sokak aralarında panzerlerin dolaşabileceği geniş caddeler devletin evlerini yıktığı Kürdlerle ilişkisini onarabilecek mi? PKK hendek ve barikatlarla Kürd kentlerini hedef haline getirmeden önce, devletin buraları yıkıp, güvenlik anlayışı doğrultusunda yeniden dizayn gibi bir girişimi yoktu. Şüphesiz evleri yıkılan, göçe mecbur kalan Kürdler hem devlete hem de PKK’ye öfke duymaktadır. Ancak devletin de, 1990’ların anlayışı ile hareket etmediğini kabul etmemiz gerekir. Mesela Diyarbakır’ın Sur İlçesi’nin, Diyarbakır Belediyesi’nin 2012’de hazırladığı bir plana bağlı kalarak, UNESCO kriterleri esas alınarak yeniden imar edileceğinin söylenmesi önemlidir. Başbakan Ahmet Davutoğlu, yeniden imar sürecinde şehrin tarihi ve mimari realitesinin göz önünde bulundurulacağını Diyarbakır’da açıkladı. Bölgede 500 bin ile 1 milyon arasında insanın evinden barkından olduğu, bunlardan birçoğunun evlerinin yıkıldığı ve artık dönüş koşullarının kalmadığı biliniyor. Bu kısa sürede Türkiye’de politik koşullardan kaynaklı en büyük göç dalgası. Türkiye nüfusunun 70/1’nin, Kürdistan’da yaşayan her 12 kişiden birinin göçtüğü, yer değiştiği söylenebilir. Bunun yaratacağı sonuçları detaylandırırsak, ekonomik olarak nasıl bir manzara ortaya çıkıyor? Galiba bu yıkımın en tahrip edici tarafı, yaklaşık 650 bin civarında insanın yerinden olması ve çoğunun, artık başlarını koyacağı bir evlerinin olmamasıdır. Düşünün, bin bir zahmet ile bir ömür çalışıyor ve bir ev, bir yuva kuruyorsunuz ve bir gün ansızın o eviniz yıkılıyor. Binlerce insan, kendi toprakları üzerinde muhacirleşti. Garip, yoksul, perişan Kürd nereye gideceğini de bilemiyor. Bazen Batı’ya göç ediyor, tam yerleşip bir iş kurarken, birdenbire alevlenen ırkçı bir dalga ile geri geri kaçmak zorunda kalıyor. Daha geçen yıl yaşadığımız Antalya olaylarını düşünün. Bu göçün sosyal sonuçları da var, demografyanın değiştirilmek istendiğinden, Kürdlük refleksi güçlü nüfusun dağıtılmak istendiği iddialar var, bir yandan Suriyeli Arap göçmenlerin bölgeye yerleştirilme planları ve uygulamaları söz konusu? Bunu nasıl izah edersiniz? Dünyada nüfus mühendisliği konusunda Türkiye devletinin eline su dökecek başka bir ülke yok. Kürd kentlerinin orta yerine hendek kazıyıp özyönetim ilan edenler biraz da bu konuları düşünmeliydiler. PKK’nin Türkiye ile didişmesi, Kürdlerin Suriye ve Irak’taki kazanımlarını da tehlikeye attı. Göç sonucunda 300’e yakın sivil can kaybı, iki taraftan yüzlerce genç insanın katli, ekonomik yıkım, esnaf iflasları, eğitimde, sağlıkta, yerleşimde ve birçok boyutta mağduriyet yaşandı. Tüm bunların sonucu ne olacak? Kürdler kendi yaralarını kendi mi saracak, yoksa yeniden masaya dönüldüğünde bu insanların sorunlarının giderilmesi de konuşulacak maddelerden biri olabilecek mi? Maalesef can kayıpları çok yüksek; ‘ çatışmalar başladığında bu yana 4- 5 bin civarında can kaybı olduğu söyleniyor. Ekonomik kayıplar ve yıkımlar telafi edilebilir, ancak giden hiçbir can geri gelemez. Tabi yapılan bütün yanlışlar ve yitirilen bütün canlara rağmen, Kürd meselesinin çözüme kavuşturulacağı yer, bütün dünyada olduğu gibi, bir masa etrafında bir araya gelmekten geçiyor. Bir masanın yeniden nasıl kurulacağı az çok bellidir. Ancak eğer o masa bugün kurulamıyorsa da, PKK’nin yapacağı bir şey var: Derhal, kayıtsız ve şartsız olarak bu şiddetten, bu hendek ve barikatlardan vazgeçmeli, Türkiye’de silahlı eylemlerini durdurmalıdır. Ben şuna inanıyorum, eğer PKK Türkiye’de silahlı eylemlerine son verirse, Irak Kürdistanı bağımsızlığa bir adım daha yakın olacak, Suriye Kürdleri de daha rahat bir devletleşme şansını elde edecektir. Çünkü böyle bir durumda Türkiye, Suriye Kürdleri için engel çıkartmayacak, Suriye meselesinde de çözüm daha rahat olacaktır. Sykes Picot Antlaşması’ndan tam 100 yıl sonra Ortadoğu’da Kürdlerin devletleşme şansı ortaya çıktı; Çünkü Suriye ve Irak devletleri çöktü. Kim bilir, belki de PKK bütün bunları Kürdler devletleşmesin diye yapıyor. Devlet kurmayı hedefleyen ilkeli yurtseverliği “ilkel milliyetçilik“ olarak adlandıran, “ulus- devlet dönemi bitti“ deyip, ulusal devlet sınırları dahilindeki bir mahallede özyönetim ilan etmeye kalkışanların, sosyal ve siyasal realiteden kopuk bu vizyonlarını gözden geçirme zamanı gelmedi mi? Birileri Kandil’e hatırlatmalı: Beyler Soğuk Savaş dönemi 25 yıl önce bitti; zihniyeti ve temel aktörleri de tarih sahnesinden çekildi. Yine egemen devletlerin, uluslararası sistemin en önemli aktörleri olduğu çok kutuplu bir dünya var. Sosyalist ekonomik sistem, kapitalist ekonomik model karşısında iflas etti; Sovyetler çöktü; sosyalizm öldü, asla Kürdün davası olamaz. İnsanlık, mağara dönemi komünal hayata geri dönüş yapamaz. Kimsenin dört ayak üzerinde yürümeye niyeti yok! Eğer Komünist Çin, 1970’lerde kapitalizme, kapitalist ekonomik modele rücu etmemiş olsaydı, Sovyetler Birliği’nden önce darmadağın olmuştu. Sanki bilerek ve kasıtlı olarak, özellikle Kürdçe konuşulan, Kürd kültürünün taşıyıcısı niteliğindeki yerler hedef alındı. Kürd kültürü ve medeniyetinden söz edildiğinde, Silvan, Cizre, Hakkari, ve Diyarbakır’ın Sur ilçesi gibi yerleşim yerleri akla gelirdi. Kürdler öncelikle bu birikimlerinin ayakta durması ve yaşaması için çaba sarf etmeliydiler. Düşünsenize, bir zamanlar Silvan’da Kürd olup da esnafla Türkçe konuşmak alay konusu olurdu. Ama bugün sokaklardaki egemen dil Türkçe’dir. Eğer Kürdlerin illa da bir yönetime ihtiyaçları varsa, o da özyönetim değil, “dil yönetim” olmalıydı. ‘ 08 09 Yersizlik-yurtsuzlukla süren lânet FERHAT KENTEL Bizim memleketin ruh halinin en azından bir kısmını en iyi özetleyecek olan hissiyat insanların yersizlik ve yurtsuzluk duygusudur. Meselelerin kökeninde tabii ki çok fazla sebep vardır ama bu sebeplerin yarattığı en korkunç sonuçlardan biri yersizlik-yurtsuzluk duygusudur. ‘Sonuç olarak’ ortaya çıkmış ve ‘sonuç yaratan’ bir hal yani... Tabii ki herkesin değil, ama hatırı sayılır bir kesimin (mesela yüzde 40’lardan, 50’lerden başlayıp, yüzde 70’lere, hatta yüzde 80’lere varan oranlarda) farklı olan herkesle (Kürdler, şeriatçılar, Ermeniler, Yahudiler, ateistler, eşcinseller, vb.) arasına mesafe koymasının, korkmasının ya da güvenmemesinin sebeplerini belki bu alanda görebiliriz. İnsanların öfkesini, korkusunu, kendilerine ve başkalarına olan güvensizliğini, dünyanın en çirkin evlerini yapma özelliğini, tarihi anıtlara, eskiye, doğaya duyduğu saygısızlığın sebeplerini belki de bir türlü bir yere ‘yerleşememesinde’ aramak gerekir. Mesela 563 sene önce gerçekleşmiş bir fetih hareketini (yani başkalarının elindeki toprağa el konulmasını) her sene kutlamak nasıl bir ruh haline tekabül eder? Bunun simetrik karşıtlığını Miloseviç milliyetçiliğinde görebiliriz. Bosna’yı kana bulayan bu nasyonal-sosyalist adam, Yugoslavya parçalanırken, Sırp milliyetçiliğini yükseltmek için, o dönem itibariyle 600 yıl önce gerçekleşmiş olan Kosova Savaşı anması yapmış; savaş meydanında insanları toplayarak Türklerden alınacak intikamla karışık, yeniden şahlanma söylevleri çekmişti. Sırpların derdini Sırplara; ayrıca bizim memleketin ‘kahramanlıklar’ tarihini de bir kenara bırakıp, sıradan insanlıklarımızın tarihlerine bakarsak, bu topraklarda zulüm dendiğinde, neredeyse hiçbir kesimi es geçmeyen bir sürgün ve yerinden edilmeler tarihi çıkar karşımıza... Yerinden yurdundan olan insanların yaşadığı korkunç hikayeleri anlatan ciltler dolusu kitap vardır ve daha da ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir. Sovyet rejiminin, Çeçenler, Çerkesler, Ahıska Türkleri, Tatarlar gibi beğenmediği halkları ve rejim muhaliflerini ‘Sibirya’ya sürgün’ etmesi gibi, Osmanlı’dan devrolunan bir devlet geleneği olarak, Türkiye’de de ‘şarka sürülmek’ diye bir siyasal pratik var. Tuttuğunuz partinin liderlerinin, başbakanın asıldığı; derdinizi anlatmak için kurduğunuz partilerin kapatıldığı, oy verdiğiniz milletvekillerinin yaka paça Meclis’ten atıldığı; dolayısıyla partim diye özdeşleştiğiniz kurumların ve örgütlerin bile uzun süreli olarak aidiyet veremediği, bir türlü ‘yuva’duygusunun yerleşemediği bir ülke burası... Yakın tarihimiz itibariyle baktığımızda, 1864’te Çerkeslerin Rusya’dan sürgün edilmesi; Balkan savaşları boyunca Müslüman toplulukların Anadolu’ya sığınmaları; mübadeleyle Anadolulu Hıristiyanların Yunanistan’a, Yunanistanlı Müslümanların Türkiye’ye getirilmeleri ve 1915’te, bu toprakların asli unsurları olan (yani Malazgirt’ten önce de buralarda yaşayan) Ermenilerin yerlerinden edilmesiyle başlayan travmatik bir süreç söz konusu. Ve 1930’lardan beri, “isyan” gerekçeleriyle Kürdlerin darmadağın edilmesiyle devam eden bir hikaye var bu topraklarda. Bu hikaye çok uzaklarda kalmadı... 1990’lar daha dün sayılır... Yakılıp, yıkılıp, “Yarım saat sonra burayı boşaltacaksınız!” emriyle zorla boşaltılan köylerin insanlarının hikayeleri Diyarbakır’ın, İstanbul’un, İzmir’in, Adana’nın, Mersin’in gecekondu mahallelerinde devam etti... Şimdi “terörün temizlendiği” ve taş üstünde taş kalmayan ilçelerden, kasabalardan canlarını kurtaran insanların yaşadığı göçler, ‘yersizlik-yurtsuzluk’ halimize yeni boyutlar katacak... Kimsenin kendi yerinde oturamadığı, her an tekrar yollara düşmek zorunda kalacağı endişesiyle yaşadığı topraklarda ne kendine ne de başkasına güven duymak pek mümkün değil... Zihinleri tahrip olmuş insanların tahrip ettiği hayatlar döngüsündeyiz. Bu yüzden öfke ve nefretle süslenen bir ‘lânet’sürüyor. 10 ÇÖZÜM BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 BasHaber ÇÖZÜM 18 Nisan - 24 Nisan 2016 “Kürdleri birbirine düşürmek istiyorlar” Y Azad Celikanî üksekova, Şırnak gibi kentlerde sokağa çıkma yasakları, çatışma ve operasyonlar sürdürülürken, diğer yandan ölüm haberleri de gelmeye devam ediyor. Sivil toplum kuruluşlarının hazırladıkları raporlarda 2 bine yakın insanın yaşanan çatışmalar sonucu hayatını kaybettiğini, 1,5 milyon insanın bu savaştan etkilendiği görülüyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu, çözüm sürecine ilişkin olarak, “Halkın Çözüm Süreci’nden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir” dedi. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu’nun yeniden müzakerelerin başlaması sinyalini veren bu söylemlerine karşı “savaşa devam” mesajı verdi: “Operasyonların başladığı temmuz ayından bu yana 153 polisimizi şehit verdik. Ya baş eğeceksiniz ya baş vereceksiniz. Bu vatanda kimseye operasyon yaptırmayız.” Erdoğan ve Davutoğlu’nun zıt söylemlerini, yaşanan çatışmalı süreci, Kürd sorununun kalıcı çözümü konusunu ve Davutoğlu’nun “PKK, Erbil’i tehdit ederse bunu kendimize yönelmiş sayarız” şeklindeki sözlerini ana akım Kürd siyasi hareketi dışındaki Kürd partileri BasHaber’e değerlendirdi. PAK: Çözüm değil, çatışmasızlık sürecidir Partiya Azadiya Kurdistan (PAK) Genel Başkanı Mustafa Özçelik, hiçbir zaman gerçek anlamda Çözüm Süreci’ne geçilmediğini ifade ederek, PKK ile devlet arasında 3 yıl süren görüşmelerin, çatışmasızlık olduğunu dile getirerek, şöyle dedi: “Kan dökülmemesi anlamında olumluydu. Ama Kürd ve Kürdistan sorununun çözümü anlamında herhangi bir süreç yaşanmamıştır. Çatışmaların tekrar durdurulması elbette ki en temel talebimizdir ve mümkündür. Çözümün 3 tarafı vardır. Tüm Kürd partileri, Türk Devleti ve uluslararası garantörler. Gerçek anlamda bir çözüm sürecinin başla-ması için çatışmalara son verilmesi Sertaç Bucak Sivil toplum kuruluşlarının hazırladığı raporlarda 2 bine yakın insanın yaşanan çatışmalar sonucu hayatını kaybettiği, 1,5 milyon insanın da bu savaştan etkilendiği görülmekte. Başbakan’ın, çatışmaların son bulmasının; PKK’nin silahsızlanma sürecine geri dönmesiyle mümkün olabileceğini söylemesi üzerine oluşan, Çözüm Süreci’ne dönüş umudu, Cumhurbaşkanı’nın sert yanıtı ile dağıldı. Çözüm Süreci’ne dönüşün koşullarını Kürd siyasi parti temsilcilerine sorduk. ve bu 3 bileşenin muhatap olacağı, Kürd ve Kür-distan sorununun çözümü için kısa, orta ve uzun vadeli programların temel alındığı bir konseptte anlaşma sağlanması gerekir.” Devletin çözümü ölüm, yıkım ve şiddette değil siyasetle ve diyalogda bulması gerek-tiğini ifade eden Mustafa Özçelik, “PKK’nin de şiddetin bugün Kürdlere zarar verdiğini görmesi gerekir” dedi. Erdoğan’ın söylemlerini devlette egemen olma anlayışını yansıttığını dile getiren Özçelik şu ifadeleri kullandı: “Davutoğlu’nun bu konudaki vurguları, Erdoğan’ın balans ayarı ile esas mecrasına akıyor. Bunun çok derin bir ayrılık olmadığı da açıktır.” Davutoğlu’nun “PKK Erbil’i tehdit ederse bunu kendimize sayarız” sözlerini de değerlendiren Özçelik, Davutoğlu’nun bu söyleminin söylendiği anlamda ‘Erbil’i koruma’ amacından çok, Kürdler arası güvensizliği derinleştirme amacını taşıdığı tartışma götürmez. Türk Devleti’nin ‘Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’taki gibi sürecin yaşanmasını kabul edemeyiz’ yaklaşımı aslında KBY’deki federe devlet gerçekliğini de hazmedemediklerinin ifadesidir. KBY yönetiminin ‘kardeş kavgaları’ ve bölge devletlerinin fesat siyasetleri konusunda derin bir tecrübeye sahip olduğu dikkate alındığında, Davutoğlu’nun bu söylemlerinin bir etkisinin olmayacağını tahmin ede-biliriz” ifadelerini kullandı. T-KDP: Kürdleri birbirine düşürmek istiyorlar Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) Genel Başkanı Mehmet Emin Kardaş da, Çözüm Süreci’ne yeniden geri dönüleceğine inanmadığını ifade ederek, yaşanan can kayıplarına ve yıkımlara Mehmet Emin Kardaş dikkat çekti: “Bu kadar insan hayatını kaybetti, şehirler harabeye çevrildi, köyler viran oldu böyle bir ortamda nasıl barış sağlanabilir ki?” Davutoğlu’nun Erbil ile ilgili sözlerini eleştiren Kardaş, “Söylenilen açıklamanın Erbil’le hiçbir ilgisi yok, bu Kürdler arasında çelişkiyi derinleştirmek ve Kürdleri birbirine düşürmek için dile getirilmiştir. Bu açıklamaya çok da önem verilmemesi gerekiyor” dedi. Çözüm Süreci’nin hangi şartlarda yapıldığını, yapılan görüşmelerde nelerin konuşulduğu bilmediklerini ifade eden Kardaş, yine de insanların süreçten umutlu oldu-klarının altını çizerek, Çözüm Süreci’ne dair bugün söylenilen sözleri yorumladı: “Davutoğlu ile Erdoğan arasında ‘iyi polis kötü polis rolü’ oynanıyor. Onların arasında hiçbir fark ve çelişki yoktur. Mesele Kürdler olunca herkes ağız birliği yapmışçasına bir oluyor. Örneklerden birisi de MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin ‘baş üstünde baş, taş üstünde taş bırakılmasın’ sözleridir.” ÖSP: “Milli çıkar” ekseninde bütünleşiyorlar Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek ise, devletin tepesinde Kürd ve Kürdistan meselesine dair farklı bakış açılarının olduğunu, ancak yine de egemen sistemin farklı partileri arasında Kürd meselesi konusunda birliğin olduğunu ifade etti. Çiftyürek, bu farklı ideolojik yapıların “milli çıkar” ekseninde bütünleştiklerini ifade ederek, sözü Erdoğan ve Davutoğlu’nun söylemleri arasındaki farka getirdi: “Erdoğan’la Davutoğlu arasında bir kısım fark var, o bir parça bilinçli olarak oynanıyor. İyi polis-kötü polis meselesi oynanıyor. Başbakan’ın söylemi, Erdoğan’dan çok farklı değil. Davutoğ- Mustafa Özçelik Sinan Çiftyürek Dokunulmazlıklara dokunmak lu diyor ki, ‘PKK tüm silahlı güçleriyle sınır ötesine çıkmayı kabul ederse çözüme geri dönülür’, dolayısıyla Davutoğlu da yeni bir şey söylemiyor.” Davutoğlu’nun Erbil çıkışıyla ilgili ise “İran’a yönelik söylenmiştir” diyen Çiftyürek, KBY’nin bağımsızlık ilanına dikkat çekerek, Türkiye’nin İran’a bir mesaj vermek istediğini söyledi. HAK-PAR: Çözüm sürecine geri dönülmeli Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) Genel Başkan Yardımcısı Hasan Şeşeoğulları, PKK’nin silahları bırakmasının kendilerinin temel taleplerinden birisi olduğunu ifade ederek, işin başından beri şiddeti öngörmeyen bir süreç yürüdü, çözüm sürecinde bir nebze de olsa bunlar sağlandı. Başbakan’ın PKK’yle ilgili söylediklerinin önemli olduğunun altını çizen Şeşeoğulları, “Çözüm sürecine bir an önce geri dönülmesini istiyoruz. Bu işler ‘PKK silah bırakmalı’ demekle olmuyor, bunun alt yapısının oluşturulması lazım” dedi. Davutoğlu ile Erdoğan arasında bir sorun olduğunun ve her ikisinin söylemlerinin birbiriyle uyuşmadığını ifade eden Şeşeoğulları, “PKK Erbil’i tehdit ederse buna önce biz karşı çıkarız” ifadelerini kullandı. KDP-Bakur: Kürd sorunu bir şekilde çözüme ulacaktır Kürdistan Demokratlar Partisi – Bakur (KDP-Bakur) Başkanı Sertaç Bucak ise, şuan bulunduğumuz koşullarda çözüm sürecine geri dönüşün olanaksız olduğunu ifade ederek, bu sorunun ileriki tarihlerde çözüme kavuşacağını söyledi. Zaman konusuna değinen Bucak, “Savaşan taraflar adım atarlarsa silahlar susarsa o zaman çözüm yolu açılabilir” dedi. Kürsü dokunulmazlıklarının korunması gerektiğini dile getiren Bucak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Sadece siyasi nedenlerde değil, eğer kalkacaksa diğer tüm konularda dokunulmazlıkların kaldırılması lazım. Erbil’i tehdit etmek gibi bir şey söz konusu olursa, uluslararası koalisyon, demokratik ülkeler bu anlamda tavırlarını ortaya koyarlar. Erbil kendi kendisini müdafaa edecek güçtedir.” Hasan Şeşeoğulları 11 HAKAN TAHMAZ Nihat Ali Özcan Sibel Özbudun Oral Çalışlar Çözüm, çözümsüzlük olmamalı! B Eren Dinç aşbakan Ahmet Davutoğlu, müzakere sürecine ilişkin olarak, “Halkın Çözüm Sürecinden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayısı’na dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir” açıklamasının ardından gözler tekrar müzakere beklentilerine döndü. Devlet ile PKK arasında devam eden şiddetli çatışmalardan sonra 2012 yılının sonunda hükümet ile Öcalan arasında müzakereler başlamıştı. Görüşmelerin başlamasıyla birlikte şiddet büyük oranda biterken, Haziran 2015 seçimlerinden sonra çatışmalı süreç tekrar başladı. Akademisyen ve gazeteciler gelinen aşamada çatışmalı süreci ve yeniden masaya dönülmesi ihtimalini BasHaber’e değerlendirdi. alakalıdır. Çatışmaların boyutlarının da ne olacağı da önemlidir.” Çatışmalardan sonra koşullar olumlu olursa daha farklı formüller üretilerek farklı bir şekilde sürecin tekrar devam edilebileceğini söyleyen Özcan şunları söyledi: “Şu aşama da bu erken. Hem içerdeki gelişmelerle ilgili hem Suriye ile ilgilidir. Toplumun şu anda ne düşündüğü o kadar önemli değildir. Ama şu anda görüldüğü gibi bölgede yaşanan çatışmalar bir anlamda insanları mutsuz etti. Bu mutsuzluktan dolayı PKK’nın sorumluluğu var. Bütün bu olup bitenler de PKK’nın sorumluluğu da var. Ama PKK halkın mutsuz etmeye devam ediyor. Çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Yeniden düzeni kurulabilecek olan da devlettir. PKK’ya büyük bir tepki çıkar diye düşünüyorum. Batı da ise şimdilik tepkiler kontrol altında ama uzun vadede ne olur onu bilemeyiz.“ Özbudun: AKP masayı devirdi Akademisyen Sibel Özbudun ise Çözüm Süreci’nin tekrar Çalışlar: Kolaylaştırıcı bir dil gerek başlamasının zor olduğuna dikkat çekerek şunları belirtti: “Bu Gazeteci Oral Çalışlar, Çözüm Süreci’nin başlamasının eğer gündelik politika ile ilgili ise iktidar bunu bir dans, oyun PKK’nin sınır dışına çekilmesine bağlayarak, şunları söyolarak algılıyor. Ben bu saatten sonra Çözüm Süreci’ne dönülebiledi: “Mayıs 2013 şartlarına dönülürse masaya oturulabilir leceğini sanmıyorum. Zaten geçmiş dönemde bir süreç olduğu denildi. Ben bunun çok önemli olduğunu da tartışmalı. Örneğin Latin Amerika’da düşünüyorum. Bunu destekleyen bir yazı Kürd sorununa çözüm bulma taraflar masada oturur. Türkiye’de böyle bir şey yazdığım zaman beni kandırıyorlar gibi arayışlarını baltalayan devlet olmadı. Türkiye’de Çözüm Süreci varmış gibi tepkiler gösterdiler. Önemli olan olumlu oldu. AKP oy kaybettiğini gördüğünde masayı çatışmalar devam ederken devirdi. Bundan sonra AKP’ye nasıl güven olur olanı yakalamaktır.” Toplumun çatışmadan akademisyen ve gazeteciler- bilemiyorum. Çok ciddi suçlar işlendi çatışyana olmadığını söyleyen Çalışlar, kamuoyu den farklı yorumlar geliyor. malar sırasında. AKP iktidarında çözümün olabibaskısı, sivil toplum baskısı bir süre sonra hem siyasetçileri hem de PKK’yı değiştirebileceğine Kimilerinde sürecin tekrar leceğinin kanaatinde değilim. Ancak ve ancak dikkat çekerek şunları ifade etti: “Birinci aşama başlamasının zor olduğu gö- Türkiye’de bir iktidar değişikli ile olabilir. Kürdler PKK’nın Türkiye’ye yönelik silahlı mücadeleye, ve Türkler bu ülkede bizim anladığımız anlamda rüşü hâkim iken kimileri de kardeşlik yaşayacaklarsa bu ancak emekten yana Öcalan’ın dediği gibi ‘silahlı mücadele bitmiştir siyasi mücadele dönemi başlamıştır’ fikriyatına şartlar olgunlaştıktan sonra olan bir iktidarın olmasıyla olabilir.” gelmesi. PKK’nin de kabul ettiği bir argümandı yeniden Çözüm Süreci’ne döEmeğe dayalı bir iktidar ile Kürd sorunun bu söylem. Bu bir dönüm noktası olur. Ondan nelebileceğini ifade ediyor. çözüleceğini iddia eden Özbudun şöyle sonra Türk Devleti’nin yapması gereken şeyler devam etti: “Sosyalist veya sosyalizme de var. Dilini düzeltmesi gerekir. Kürdlerin onurunu zedelemeyakın bir iktidardan bahsediyorum. AKP, MHP’ye ve kısmen yecek bir yaklaşımla meseleyi ele alması gerekir. Hem devletin de CHP’ye oy veren insanlar havuz medyasının elinde esir hem de hükümetin dili çok sert. Bu dilden vazgeçilmesi gerekir. durumda. Toplum sadece kendisine gösterileni görüyor. Erdoğan’ın ‘son terörist temizlenene kadar bu iş devam edene Türkiye’de milliyetçi damar oldukça kuvvetlidir. Kürdlerin kadar’ söylemini bölgede yaşayan insanlar ‘benim çocuğum eşit haklara sahip bir özgür bir halk olarak birlikte yaşanabiölene kadar bu iş devam edecek mi’ şeklinde algılıyor. Bu tür leceği düşüncesine hazır değil. Adına Çözüm Süreci denilen ifadelerden kaçmak, çözümü kolaylaştıracak bir dil kullanmak sürecin sonunda AKP kan kaybetti. Çatışmaların yoğunlaşgerekiyor. Sıcak bir dil kullanmak gerekiyor.” masıyla birlikte AKP oylarını arttırdı. Halkın Kürdlerle eşit temelde birlikte yaşama hazır olmadığını veriyor bize. Bu Özcan: Koşullar oluşursa çözüme dönülebilir neden kaynaklanıyor? Ne yazık ki HDP sürecinde ve daha Milliyet gazetesi yazarı Nihat Ali Özcan ise Çözüm öncesinde yanlış bir politika izledik. Bizler emek ve Kürdlerin Süreci’ne tekrar dönülebileceğini belirterek, bunun hangi mücadelesini aynı potada yürütemedik. Bu ülkenin emekaşamada olacağını ise önümüzdeki sürecin belirleyeceğini çileri Kürdlerin mücadelesine yabancılaşmasını ve şovenizsöyledi. Özcan şöyle dedi: “Bu çatışmalar da bir süre daha minin etkisinin altına girmesini hızlandırdı. Bundan ders devam edecek gibi gözüküyor. Cumhurbaşkanı’nın söyledikçıkarmamız gerekiyor. Hem sosyalistler hem Kürdler bundan lerine de bakmak lazım. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’nın ders çıkarması gerekiyor. Eşit ve özgürlük bir birliktelik söyledikleri daha belirleyici gözüküyor. Bunun vaktinin olması gerekiyor. Bu da ancak Türkiye’de sosyalist bir iktidar geldiğini ise o verecek. Bu Başkanlık Sistemi ve Anayasa ile de değişimiyle mümkündür.” Türkiye HDP milletvekillerinin çoğunun dokunulmazlıklarını kaldırmaya hazırlanıyor. Hükümet partisi tarafından, Meclis’e sunulan anayasaya geçici madde eklenmesi teklifinin temel gayesinin bu olduğunu bütün dünya görüyor/biliyor. Bu ayan beyan açık durumun çeşitli bahanelerle üzerini örtmeye çalışan ana akım siyasetçiler, dünyada ender rastlanan bir algı operasyonu gayretkeşliği içine girdiler ve birbirlerini aratmayacak pespayeliklerini sergiliyorlar. Hatırlayalım, şimdiki Cumhurbaşkanı dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2012 yılında Şırnak Roboski yolunda gerillayla kucaklaştılar diye Gültan Kışanak ve arkadaşlarının dokunulmazlıklarını kaldırma girişiminde de bugünkü gibi çok fazla kükremişti. Ana akım siyasetçilerde bugün olduğu gibi peşine takılmışlardı. Bugün söylenenlerin neredeyse harfi harfine aynısı söyleniyordu, yapılan tartışmalar tıpa tıp aynısıydı. Sonra AK Parti, Bolu’da dokunulmazlıklarla ilgili özel grup toplantısı yaptı. Toplantının sonunda Meclis Başkanlığı’nda bekletilen yüzlerce dokunulmazlık dosyaları içinden BDP milletvekillerinin dosyalarının işleme konulmasının özel uygulama olacağı ve bunun da başta bölgede olmak üzere bütün ülkede AK Parti için sorun yaratacağı kanaatine varıldı. Hükümet bütün dokunulmazlıkları incelemek üzere bir komisyon kurarak sorunu buzdolabına kaldırdı. Daha sonra teröristle nasıl kucaklaşırlar diye dünyayı ayağa kaldırmaya çalışanlarda bir daha hiç ağızlarına dokunulmazlıkları almadı. Unuttular, unutturdular. Ta ki, AK Parti yeniden siyasal kırım hareketini uygulamaya koyuncaya kadar. Siyaset unuttu toplumda unuttu. Nasıl, neden böyle oluyor sorusuna yanıt vermeden bugünkü algı operasyonu kavramak mümkün olamaz. Bugün herşey egemen siyasetin emrinde. Bu gerçekle yüzleşmeden, yeni Türkiye iddiasının, eski Türkiye’nin ambalajının tozunun alınması olduğu gerçeği görülemez, anlaşılamaz. Neden Kürd meselesi söz konusu olduğunda sağlı, solu bütün partiler, her türden farklılıklarını bir kenara bırakarak, her defasında çok kolayca “milli” bir duruşta buluşuyorlar. Büyük milliyetçi mutabakatı gerçekleştirebiliyorlar. Bunun anlaşılabilmesinin yolu “terör” safsatasının büyük algı operasyonunun toplumsal kredisine dönüştüğü koşullarda “terör, terörist, bölünme korkusu” gibi toplumsal duyarlıklar ana akım siyasetin besin kaynağına dönüştürüldü. Adını koymak gerek, şiddetle, çatışmayla, terörle mücadele Türkiye siyaseti için araçsallaşmıştır. “Terörle mücadele” kutsallığı ve aldatmacasıyla her türden hukuksuzluk, yolsuzluk, kin ve düşmanlık meşrulaştı. MHP’nin “başka vakalarla, terör örgütünün uzantılarını” bir arada ele alınamaz itirazı, her şeyi sineye çekeriz ama Kürdlerin siyasal taleplerini, PKK’nin varlığını, Kürdlerin Kürd olarak var oluşlarını kabul etmeyiz” demektir. Hatta her türden kötülüğün ana kaynağını tamda bütün bunların varlığında görme zihniyetinin bir sonucudur. Keza CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “AK Parti’nin oyunu bozmak için getirilen yasa teklifine evet diyeceğiz” açıklaması biz bize benzeriz açıklamasıdır. CHP lideri Kılıçdaroğlu, yakaladığı her fırsatta ve platformda dile getirdiği “neden Kürdler bize oy vermiyor” sorusunun yanıtını bu siyasal tutumda aramalıdır. Kısa süre önce benzer bir biçimde AK Parti’nin yedeğinde Suriye tezkeresine evet oyu verdiğinde de aynı şeyi yapmıştı. Terörle mücadele dendiğinde CHP için akan sular durduğu sürece, CHP, Kürdlerden beklediği oyu alamaz. CHP’nin terör hassasiyeti “milli duruş” özelliğini aşamamıştır. CHP’nin bu yaklaşımını Kürdlerin, ezici çoğunluğu anti Kürd milli duruşu olarak değerlendiriliyor, algılanıyor. Ulusalcı oyları kaçırma korkusu onu AK Parti’nin yedeğine itiyor. Dokunulmazlıklara dokunma girişimi, Kürd savaşında derinleşen kırılmanın tamirini artık imkânsız noktaya varmasına yol açacak bir risk içeriyor. Bu riski göğüslemeye çalışan AK Parti’nin siyasal bir gelecek vizyonu, bunu gerçekleştirecek siyasal gücünün olduğu bir gerçek. Ya milli mutabakatın içinde yer alan diğer partiler Kürd düşmanlığına ve siyasal kırıma güç vermenin dışında ne yapmak istiyorlar. Bunun farkında olduklarını sanmıyorum. Cehenneme giden yolun taşlarının döşenmesinde AK Parti ile işbirliği yapmanın mutluluğuyla kendilerini avutabilirler. Ya sonrası! 12 SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan12 2016 BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 13 SÖYLEŞİ 70 yıllık selam 1914 - 1964 arası Rum Tehciri MEDYA Rojava Federasyonu’na karşı Cezayir süreci BİLAL SAMBUR Suriye savaşı, Türkiye’nin iç ve dış politikasını kökten değiştiren etkiler oluşturmaya devam etmektedir. Rusya ve Amerika ile yaşanan gerilimler, ÖSO başta olmak üzere muhalif grupların Türkiye tarafından desteklenmesi ve mülteci sorunu gibi olguları, Suriye savaşının neden olduğu gelişmeler olarak zikredebiliriz. Suriye savaşının ortaya çıkardığı en önemli gelişme Kürd sorunu bağlamında gerçekleşmiştir. Körfez savaşı, Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ortaya çıkmasına imkan sağladığı gibi, Suriye savaşı da Rojava olgusunun Ortadoğu ve dünyanın gündemine gelmesine neden olmuştur. DAİŞ’in Kobanê’yi işgal saldırısı, Kürdlerin insanlık onurunu ve değerlerini savunduğu bir savaşın gerçekleşmesine neden oldu. İlk defa KBY’ne bağlı Peşmerge güçleri, Rojava’ya geçip Kobanê’de DAİŞ çetelerine karşı verilen direnişe destek oldular. Peşmerge ve Amerika güçlerinin yardımıyla Kobanê’nin DAİŞ’in eline geçmesi engellendi. Kobanê direnişi ve GırêSpi’nin DAİŞ’in elinden kurtarılması sonucu Kürdler, dünyada DAİŞ’i durduran en etkili güç olarak tanınmaya başladılar. Peşmerge’nin Şengal başta olmak üzere birçok yeri DAİŞ’in elinden kurtarması, DAİŞ’e karşı dünyanın dayanabileceği ve güvenebileceği tek gücün Kürdler olduğu kanaatini geliştirdi. DAİŞ’e karşı etkili mücadele veren PYD - YPG - SDG ile Amerika ve Rusya arasındaki ilişkiler yoğunlaştı. SDG’nin Amerika ile yoğun ilişkiler kurmasından rahatsız olan Türkiye, Amerika’dan PYD - YPG’yi terör örgütü olarak tanımasını istedi. Bu talebe Amerika, PYD - YPG’nin DAİŞ’e karşı en etkili müttefiki olduklarını ve onları terör örgütü olarak tanımadıkları şeklinde karşılık verdi. Amerika, daha önce de Türkiye’nin Rojava’nın üçte birini kapsayan güvenlikli bölge kurma önerisine de olumlu bakmamıştı. Rusya ve Amerika’nın girişimleriyle başlayan Cenevre-3 görüşmelerine bütün gruplar katılmasına rağmen, Kürdleri temsil eden etkili bir güç bulunmamaktadır. Cenevre görüşmelerine katılımı engellenen SDG, Rojava’daki kanton yönetimleri ile birlikte federasyon ilan etmişlerdir. PYD, Suriye’de federasyon tezini savunmaktadır. KBY, Rojava’nın savunduğu federasyon tezini desteklemektedir. Esad Rejimi ve muhalifleri, federasyon dahil bütün tezlere karşı olduklarını ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduklarını Cenevre’de ifade etmişlerdir. İran, başından beri Rojava’nın bir statüye sahip olmasına ve federasyona karşıdır. İran’ın Ankara Büyükelçisi, Türkiye’nin PYD’yi durdurmak için Esad Rejimi ile ilişki kurması gerektiğini ifade etmiştir. İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’nde Ortadoğu’daki sınırların kutsal olduğu ve değiştirilmeyeceği ifade edilmiştir. İran İlam kanalının ve Cezayir’deki el-Vatan gazetesinin haberlerine göre, Cezayir’in arabuluculuğunda Türkiye ve Esad Rejimi arasında gizli görüşmeler yapılmaktadır. Yapılan gizli görüşmelerin amacının federasyon ilanını ve Rojava’da oluşturulmuş kantonal yapıları ortadan kaldırmak olduğu ifade edilmektedir. Bu haberlerin doğru olması halinde, Cenevre’de PYD’nin Esad’ın yanına oturmasını isteyen Türkiye’nin Cezayir’de Esad’ın yanına oturduğu gibi bir fotoğraf la dünyanın önüne çıkacağını söyleyebiliriz. Bazıları, sürdürülmekte olduğu öne sürülen Cezayir sürecini, Rojava’ya karşı İran – Türkiye - Suriye ittifak girişimi olarak değerlendirmektedirler. Rojava’nın federasyon ilanından sonra Türkiye için, Esad’ın gitmesi öncelik olmaktan çıkmıştır ve yeni dönem politikasını Esad Rejimi’nin kalması üzerine kurmaktadır. İran, Türkiye’nin PYD karşıtlığını kullanarak Suriye politikalarında Türkiye’yi yumuşatmaya ve yanına çekmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin, önümüzdeki süreçte federasyon sürecinin önünü kesmek için Rusya ile yakınlaşmaya çalışacağını, Türkmen ve muhalif gruplara olan desteğini daha yoğun arttıracağını kestirebiliriz. Türkiye’nin Rojava’nın federasyon ve KBY’nin bağımsızlık süreçlerini durdurmaya yönelik yoğun girişimlerinin olacağı günlere doğru ilerliyoruz. BasHaber Türkiye’nin tek Yahudi gazetesi T Diler Badikan ürkiye’de farklı etnik, dinsel gruba ait köklü gazeteler ekonomik zorlukların yanı sıra kültürel anlamda var olma sorunu yaşıyor. Gönüllü çalışanları ve yazarlarıyla 70 yıldır Yahudi toplumuna hitap eden Şalom gazetesi de bunlardan sadece biri. 20 sayfalık haftalık gazete olan Şalom 1947 yılında Avram Leyon tarafından kurulduğu zamanlarda ve 1980’lere kadar tamamen Ladino dilinde yayın yapıyordu. Devletin 1930’larda çıkardığı ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyasının mağdurlarından olan Şalom gazetesi daha sonra Ladino dilini konuşmayan genç Yahudi nesline de hitap edebilmek amacıyla Türkçe’ye geçti. Fakat bir sayfası hala İspanyolca’nın eski bir formu olan bu dilde basılıyor. Şalom aynı zamanda internet sitesinde yayın yapmaya devam ediyor. Şalom’un Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas, gazeteyi, geldiği aşamayı, toplumdan aldıkları tepkileri BasHaber’e anlattı. Gazetenin tarihçesi hakkında bilgi veren İvo Malinas, Şalom’un İbranice’de ‘Selam’ demek olduğunu fakat etimolojik kökeni itibariyle ‘barış’ anlamına geldiğini söyledi. Ladino dilinin kaybolmak üzere olduğuna dikkat çeken Molinas ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ dayatmasından en fazla Yahudilerin etkilendiğini ifade etti. Ladino dilini yaşatmak amacıyla gazetenin bir sayfasını bu dille bastıklarını dile getiren Molinas, yeni yetişen kuşağın bu dili bilmemesinden üzüntü duyduğunu belirtti. ‘Müslümanlar gazetemize gönüllü yazıyor’ Gazetenin Türkiye’nin tüm kesimlerince okunması için farklı vizyonlar geliştirdiklerinin altını çizen Molinas, toplumun farklı kesimlerinden oldukça olumlu tepkiler aldıklarını ifade etti. Gazetelerine gönüllü yazılar yazan Müslümanların olduğunu vurgulayan Molinas, şöyle konuştu: “Türk -Yahudi cemaatinin haberleriyle daha çok aktiviteleriyle gazetemizin oluşturmaya çalışıyoruz. Ama gerek ulusal sorunlardan yazdığımız yazılar, makaleler ve gerekse de Müslüman Türk arkadaşlarımızın yazdığı yazılarda artık bir gettodan çıkıp salt Yahudi cemaatine yönelik bir gazete olmaktan çıkıp yani hem cemaat hem ulusal bir gazete olma yoluna gidiyoruz. Bu evrimleşme süreci nereye kadar gidecek onu tabi zaman gösterecek buradaki tabi asıl amacımızı unutmamak gerekir ki Şalom Türk-Musevi toplumu için çıkan bir gazetedir.” Gazetenin tüzel kişilik olan Hahambaşı’na ait olduğunu belirten İvo Molinas, abonelik ve kısıtlı sayıda reklam gelirinden elde ettikleri gelirle gazetenin maliyetini karşıladıklarını ve ekonomik olarak hiçbir kuruma, şahsa bağlı olmadıklarını vurguladı. Ekonomik yetersizliklerden dolayı sıkıntılar yaşadıklarını belirten Molinas, “3000-3500 abonemiz ile aldığımız sınırlı sayıda reklam ile malum kıstaslardan dolayı Basın İlan Kurumu’ndan da reklam alamıyoruz. Bizim bu yazar kadrosuna herhangi bir bedel ödememiz durumunda yaşamamız mümkün değil. Dolayısıyla bu gönüllülük bizi ayakta tutuyor bu özellikle de bayrak yarışı olarak görülüyor” dedi. ‘Şalom antisemitizmle de mücadele ediyor’ Türkiye’deki Yahudi karşıtlığına değinen Molinas, şunları söyledi: “Türkiye’de çok ciddi bir anti-semitizm var. Maalesef son Ak Parti dönemi hükümetleri ile birlikte oluştu. Şuan kimi medya gruplarında ciddi bir antisemitizm var ve hiçbir şekilde yasada olmasına rağmen cezai müeyyideler uygulanmıyor. Bu tür söylemler nefret söylemidir. Bu tür söylemlere karşı herhangi bir cezai müeyyide uygulanmıyor. Tabi eskiye dönüp baktığımız zaman daha çok önyargılardan kaynaklanan bir Yahudi karşıtlığı var. Tanınmayan bir yabancıya karşı insanlar hem korkak hem de onun hakkında kötü söylenen düşüncelere hemen inanır. Bu yerleşmiş yani öğrenilmiş çaresizlik gibi öğrenilmiş önyargılardır bunlar. Bu ön yargılara karşı Yahudi toplumunun aslında kötü anlatıldığı gibi olmadığını da gazetemizle aktarmayı misyon edindik. Özellikle benim yayın yönetmenliği başladığından itibaren. Bu antisemitizmi bizim halletmemiz mümkün değil bu bir uzun soluklu süreç. Eğitimle olur veya ceza ile olur cezai tutumlar bir suçun azalması için yaptırım gücü doğrudur” ‘Bize ulaşanlar: Allah razı olsun iyi ki Şalom var’ Yahudi toplumuna önyargı ile yaklaşanların daha yakından tanıması için internet haberciliğini yaptıklarını ifade eden Molinas, kendilerine gösterilen tepkileri şöyle açıkladı: “İşte bunları kültürlerimizi, dilimizi, yaşam biçimleriniz anlatarak aşmaya çalışıyoruz. Bazı kesimler hayatta iflah olmayacak düzeyde antisemitik duygulara sahipler. Ama bizim gri alan dediğimiz bir alan var. Bu gri alana dokunarak bu gri alanın mümkün olduğu kadar beyazlaştırılmaya çalışıyoruz ve bazı olumlu sonuçlar alıyoruz. Bize ulaşanlar Allah razı olsun internet var ki bizde Şalom’u okuyoruz. Biz eskiden Şalom’u gördüğümüzde yırtıp atardık diyorlar. Yahudilerin sitesini nasıl okuruz diyen insanlar şuan internete girip Şalom’u bir parça okuduktan sonra, ‘sizde bizler gibisiniz. Bizler gibi üzülüyorsunuz, bizler gibi seviniyorsunuz, bizler gibi yaşamlarımız var etten kemiktensiniz. Dolayısıyla sizin de aslında bizden farkınız yok, bizi ayıran aslında bu duvarlar’ diyorlar. İşte Şalom bu duvarların birazcık yıkılmasından çok çatlamasına yarıyor.” ‘Hem övgü alıyoruz hem eleştiri’ Türkiye’deki basın özgürlüğünün geldiği durumu değerlendiren Molinas, “Doğruları yazmayan çalışan bir gazeteyiz. Fakat bu doğruları yazarken tahrik söylemleri ya ironik söylemlere kalkışmadan gerçekleri yazmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla belki bir anlamda oto sansür yapıyoruz Türkiye’nin bir doğal gelişim süreci olarak. Fakat bugüne kadar bir takım eleştiriler almışızdır. Devlet, hükümet, muhalefetten ve ya kendi cemaat yönetimimizden dolayısıyla her kesimden hem övgü hem eleştiri alıyoruz. Her kesimden hem övgü hem eleştiri aldığımız zaman doğruyu olduğumuzu düşünüyoruz. Türkiye’deki çatışmalı sürecin yerini sağduyuya bırakması gerektiğini belirten İvo Molinas, kaotik bir dönemden geçildiğinin altını çizerek, “İşte yaşam biçiminden de etnik kutuplaşmalar kültürel kutuplaşmalar var. Kısacası her yerde kutuplaşma yaşıyoruz. Hakikaten bu yorucu ve hani metal yorgunluğa gibi sosyolojik bir yorgunluk insanlar bıkkın, insanlar umutsuz. Ve bu kutuplaşmanın da tüneldeki ucunu göremiyoruz. Umarım sağduyu hakim gelecek ve kutuplaşma en aza da inip Türkiye hızla ilerlemesine devam edecek, etmeli de zaten yoksa kutuplaşmayla yaşayamayız. Türk Museviler olarak en azından Şalom olarak kendi adıma söylemeliyim ki Yahudi karşıtlığını görmek istemiyoruz. Sosyal medyada hiç görmek istemiyoruz, basında da görmek istemiyoruz. Umarız da bir daha görmeyiz” şeklinde konuştu. RUMLAR Rumlardan özür dilenmeli F 13 Zürafaya ‘sen tavşansın’ demek Adem Özgür arklı Rum ve Yunan kaynaklarına göre 1914-1923 arasında Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de baskı ve katliamlara maruz kalan 65 ila 300 bin arasında Pontuslu Rum hayatını kaybetti. Pontoslu Rumlar, maruz kaldıkları baskıların başladığı zaman dilimi üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, ilk kez Türkiye’de konuya dair bir panel düzenleyerek kamuoyunu o günlerde yaşananlara dair bilgilendirdi. Pontos halkına yönelik gerçekleştirilen tehcir ve katliama dair 9 Nisan günü Ankara’da gerçekleştirilen ”1. Dünya Savaşı ve Sonrası Trabzon Vilayeti ve Pontos Sorunu” başlıklı panel, Newroz Dergisi ve Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi tarafından düzenlendi. Panelin açılış konuşmalarını yazar Fikret Başkaya ile Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek yaptı. Başkaya ve Çiftyürek, devam eden çatışmalara da değinerek, katliam silsilesinin devam ettiğini ifade etti. Beşikçi: Kürdler ve Alevilere asimilasyon Panelin birinci bölümünde ilk konuşmayı yapan Sosyolog İsmail Beşikçi Beşikçi, İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlı devletini Türklük üzerinden yeniden inşa etmek gibi bir planı olduğunu söyledi ve “Bu planın sonucunda Ege, Kapadokya ve Pontus gibi bölgelerde yaşayan Rumlar sürgün edildi, Ermeniler tehcirle yok edilmek, nüfusu çürütülmek istendi. Kürdler Türk, Aleviler de Müslümanlığa asimile edilmek istendi. İkinci ayağında ise Rumlardan, Ermenilerden kalan mal varlıkları ile Osmanlı ekonomisi millileştirilecekti” dedi. “Pontos taraftarları ile bertaraf edilmiştir“ Panelin konuşmacılarından Ahmet Demirel ise, Pontos’ta Rumların katledildiği sıralarda 1. Meclis’te yapılan tartışmalara dikkat çekerek, 1. Meclis kararları ile Pontos’ta gerçekleşen katliamın devletin, hükümetin, Meclis’in kontrolünde olduğunu iddia etti. Konuşmasını Mustafa Kemal’in 2. Meclis’in açılışında Pontos’ta yaşananlar ile ilgili sarf ettiği şu sözlerini aktardı: “Karadeniz’in en güzel sahillerinde kurulmak istenen bir Pontos hükümeti, taraftarları ile bertaraf edilmiştir.” Atilla Tuygan: Türk tarihçileri militarist rejimleri izler Panelistlerden Attila Tuygan da, Pontos katliamı meselesinin çarpıtıldığını ifade ederek, birkaç istisna dışında Türk tarihçilerinin ülkelerinin militarist rejiminin çizgisini izlediğini ve çeteci gruplarla mücadele bahanesini ileri sürerek Rumlara yönelik yapılan soykırımı gizlemeye çalıştıklarını öne sürdü. Tuygun şöyle dedi: “Bu tarihsel yalanı desteklemek için de uluslararası dikkatleri çeteci bir hareketin varlığına ve bunun üzerine imparatorluğun başvurmak zorunda kaldığı misilleme eylemlerine çekmeye çalışırlar. Ancak, o çeteci grupların niye doğduğundan hiç söz etmez ve Rumların, Müslüman halkın şiddetinden ve devlet ötesi mekanizmadan kendilerini korumak için tek yollarının bu olduğunun üstünden atlarlar.” Yaylalı: Pontos’tan Karadeniz’e acılı bir hikaye “Karadeniz’den Pontos’a nasıl adım adım yok edildiğimizi burada bulunan değerli tarihçiler ve akademisyenler anlatsın” diyen barış aktivisti Yannis Vasilis Yaylalı “Benim ya da ailemin hikâyesine gelecek olursam, 1461’den Abdülhamit’e, İttihatçılardan Mustafa Kemal yönetimine kadar halkımızı nasıl bir kader karşıladıysa, biz de bu kaderden üzerimize düşen payı haylice aldık. Benim veya bizim gibilerin hikâyesi aslında Pontos’tan adım adım Karadeniz’e dönüştürülen yurdumuzun acılı hikâyesidir. Yukarıda belirttiğim gibi çok değerli akademisyenler ve tarihçi dostlarımız Pontos’un ve halkımızın adım adım nasıl yok edildiğini, Karadenizleşen Pontos’u anlata- ÖZTEKİN ÇAÇAN caklar. Ben de size yok edilen ülkemizden sonra bizlerin de ülkemiz ile nasıl aynı kaderi yaşadığımızı anlatmak istiyorum” dedi. Yaşamının, TSK’da askerlik yaparken PKK gerillalarına esir düşme sürecine kadar olan kısmını ‘yokluk’ olarak nitelendiren Yaylalı, yaşadıkları Samsun’un Bafra ilçesinde dışarıda bakıldığında çok sevimli olan çocukluklarında aslında sistem tarafından her birilerinin katil olarak yetiştirildiklerini ifade etti. Yaylalı, Kürd halkının tüm çabasına rağmen, yeterince destek verdiklerinin söylenemeyeceğini ifade ederek, şöyle dedi: “Daha önce birçok yerde söylediğimi bir kere daha burada söylemek istiyorum. Kürd halkı yenilirse hepimiz yenileceğiz bunu unutmayın.” Oran: Yunan ve Türk Devleti tepişirken halklar ezildi Panelde konuşan akademisyen Baskın Oran, 1923 ile başlayan Rum halkına uygulanan tehcirin 1964 yılında tamamlandığını ifade etti. Rum halkına uygulanan tehciri kronolojik olarak anlatan Oran, Lozan Antlaşması’nın daha mürekkebi kurumadan saldırıların hak ihlallerinin başladığını vurguladı. Oran, “İmparatorlukta, vergi vermek ve imparatorluğa bağlı olmak koşulu varken, ulus devlet anlayışında devletin bir ulustan oluştuğu kabul görür ve azınlıkların asimilasyonları söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet anlayışı ile göçmenleri, ulusal azınlıkları yaratmıştır” dedi. Müslümanların en büyük sermaye birikimini 1915 Ermeni Soykırımı ve 1945 Varlık vergisi ile sağladığını aktaran Oran, “Yunan ve Türk Devleti tepişirken halklar ezildi” diye konuştu. Oran, aynı zamanda tehlikeli adledilen Rumların 1964’teki sürgünü ile birlikte Türkiye’de sanayileşmesinin ve laikleşmenin de geciktiğini ifade etti. Kaya: Müslüman-Türk olduğumuz söyleniyordu Hacettepe Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümü master öğrencisi olan Mert Kaya da bir sunum gerçekleştirdi. Kendi ailesinin hikâyesinden yola çıkarak “1919-1925 yılları arasında Anadolu Rumlarının Müslümanlaştırılması” başlıklı tez çalışmasını devam ettiren Kaya’nın sunumunda şöyle dedi: “Küçük bir çocukken aile büyüklerimden birinin Yunanistan’a gitmesiyle başladı her şey diyebilirim. Döndüklerinde tüm çocukları odadan çıkartmış, videoya aldıkları yaşlı bir adamı izleyip ağlıyorlardı. Sorduğumda ise devletin resmi tarih yalanlarına benzer yalanlar uydurmuşlardı. Aslında Müslüman-Türk olduğumuzu, savaş zamanı askerlerin dedemizin kardeşini alıp Yunanistan’a kaçırdığını ve Hristiyan-Yunan yaptığından bahsetmişlerdi. Ulus-devlet yalanlarına yeni yeni aklım eriyor, bu hikayeyi kabullenemiyordum. Üniversite hayatım boyunca okuyup bu konular üzerine düşündüm ve hikayenin gerçeğini bulmak için çaba gösterdim. “ Gerçeklik algısı ile ilgili en derli toplu çalışmaları William Glasser yapmıştır. Glasserin 1967 yılında yayımladığı “Realitiy Therapy” adlı çalışması 1980’ler de geliştirdiği “kontrol” kuramıyla beraber düşünüldüğünde anlam kazanır. Glassner’e göre davranışlarımız bizim dışımızdaki uyaranlara verilmiş bir tepki değildir. Dış güçler bizi etkileseler bile belirli şekilde davranmamıza neden olmazlar. Ancak cansız nesneler dış güçler tarafından kontrol edilebilirler. Yaşayan canlılar olarak bizler sadece içimizdeki güçler tarafından harekete geçiriliriz. Ya da bir davranışı yapmaya güdüleniriz. Bu nedenle davranmayı ya da davranmamayı kendimiz seçeriz. Yapmayı seçtiğimiz şey doğru ya da yanlış acı ya da doyum veren etkili yada etkisiz olsun, o sırada içimizden gelen güçleri doyurmaktadır. Glasser’e göre beş temel, doyurulması gereken ihtiyacımız şöyle sıralanır. Hayatta kalma, ait olma, güç elde etme, özgür olma ve eğlenme. Özellikle “güç” meselesine dikkat çekmek istiyorum. Glasser’e göre herkes bu özelliğiyle, yaptığı şeylerle hem kendinin hem de başkalarının gözünde önemli ve güçlü biri olmak istemektedir. “Resim albümü” Glasser’e göre zihnimiz yukarıda sıraladığımız güç vb. ihtiyaçlarımızı hemen belirleyecek, onları giderecek resimlerle doludur. Örneğin bebekler açlık susuzluk gibi durumlarını gidermek için diğer insanları ağlayarak kontrol etmeyi öğrenir. Bebeğin yaptığı bu davranış ihtiyacını giderirse bebek buna ilişkin bir resmi zihninde depolar. Örneğin çikolatalı bir bisküvi onun açlığını giderirse bebek onun resmini zihninde depolar. Böylece ihtiyacını gideren her şeyden bir albüm oluşturur. Yani biz yaşamımız boyunca isteklerimize uygun resimlerle, kendi albümümüzü sürekli geliştirir ve yeni resimlerle doldururuz. Ve bu resimler bizim ideal dünyamızı oluşturur. William Glasser ‘herkesin albümü farklıdır’ der. Dünyada aynı albümü dimağında barındıran iki kişi yoktur. Başkalarıyla birlikte yaşayabilmek için onlarla ortak olan resimler bulmak zorundayız. Bu yüzden hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur diyebiliriz. Bunu yapamadığımız zaman yani hacılarla, hocalar birbirlerine kendilerini dayatmaya başladığında, bize acı ve üzüntüden başka bir şey yaşatmayan bir mücadeleye girişmiş oluruz. Yine Glasser’e göre bazı insanlar ‘güç ihtiyaçlarını’ gidermek için kişisel albümlerinde var olan kendi içsel dünyalarındaki resimlerle, gerçek dünyayı sürekli kontrol etmeye çalışırlar. İsteklerimiz yani içsel dünyamızdaki resimlerle, dış, gerçek dünya arasında bir hata oluşur. İşte gerçeklik algısı dediğimiz olay da tam bu noktada gelişir. Dimağımız bozulur meşhur fıkrada olduğu gibi zürafaya, ‘sen tavşansın’ demekten başka şansımız kalmaz. Gelelim kendi hallerimize.. Yukarıda ana başlıklarıyla, Sema Kaner’in konuyla ilgili bir çalışmasından ve çoğunlukla mealen alıntıladığımız William Glasser’e ait çalışmaları başka açıdan düşünelim. Geçmişten bize ne kalmış? Kişisel albümümüzde neler saklı? Dinlediğimiz bir sohbeti görüntüleriyle birlikte hatırlar, o görüntüleri yeniden, yeniden yorumlarız. Ve yaşadığımız yer, dokunduğumuz eşyalar, iletişim halinde bulunduğumuz insanlar bizim albümümüzü sürekli yenilememizi sağlar. Dolayısıyla dağların doruklarını mesken tutanlarla, gündelik yaşamı kotarmaya çalışanlar aynı albümü belleklerinde tutamaz. Çünkü yaşamları farklıdır. O yüzden birileri ‘hendek’ diye tutturduğunda diğerlerimiz yeter deriz. Sonra o hendek diye tutturanlar galiba ‘biz hata ettik’ derler. Ama o sırada bizden binlercesi göç etmiş ve yüzlercemiz de ölmüş olur. Sonuç ortada kimin ‘gerçeklik algısında’ problem var. Bize gücü dayatıp kitleleri hendeklerde ölmeye çağıranların mı? Yoksa öteden beri resme iyi bakın bu yanlıştır ‘insanlar size uymaz’ diyenlerin mi? Kim kimin sözüne geldi? Ya da geldi mi? 14 SİYASET BasHaber SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan14 2016 ANAYASA BasHaber 18 Nisan - 24 Nisan 2016 15 SÖYLEŞİ DBP’li belediyelerde kayyum endişesi Karwan Bakuri A Çiçek: Belediyelerimiz çalıştırılmıyor Geçtiğimiz gün DBP’ye yönelik Diyarbakır’da yapılan operasyonda tutuklanan DBP PM üyesi ve Yerel Yönetimlerden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Çimen Işık, tutuklanmadan önce AKP tarafından hazırlanan yasa tasarısı ile ilgili BasHaber’e konuştu. Çimen, yasa tasarısının içeriğinin henüz tam olarak bilinmediğine dikkat çekerek şöyle dedi: “106 belediyemiz var. Yapılan birçok işlem bir şekilde kayyum ataması gibidir. İşler yapılamıyor. Belediyelerimiz çalıştırılamıyor. Hizmetlerin yapılabilmesi için kaymakamlar da izin vermiyor. Bu ay iktisat komisyonu seçimleri vardı. Fakat birçok arkadaşımız bundan önce gözaltına alındı, tutuklandı. Pratikte aslında bunlar uygulanmaya başlandı.” Işık, “Mevcut anayasaya göre bir kayyum atamaları imkânsız. Ama bizler bunu yapacaklarını da biliyoruz. Bu aynı zamanda sivil iradeye bir darbedir. Bu halkın iradesine vurulan bir darbedir” dedi. 106 belediyenin 29 eş başkanın görevden uzaklaştırıldığını hatırlatan Işık, 19 eş başkanının ise tutuklandığını söyledi. Işık, son olarak Ergani Belediyesi Eş Başkanı’nın da tutuklandığını söyledi. Yüzlerce meclis üyelerinin gözaltına alındığını belirten Işık, yerel yönetimlerde çalışamaz duruma geldiklerini söyleyerek farklı yöntemler ile belediyelerine kayyum atamalarının başladığını söyledi: “Ama biz bunu kabul etmeyeceğiz. Bunun için hukuksal, toplumsal, siyasal mücadelemizi vereceğiz. Halkımız da bu konuda da tepkisini ortaya koyacaktır. Bu siyasal iradeye darbedir. Bu temelde mücadelemizi sürdüreceğiz.” Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Statükocu bir parti rejimi değiştirirken Kayyum hangi durumlarda atanır? KP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, geçtiğimiz günlerde Yerel Yönetimler Yasası tasarısıyla ilgili çalışmaların son aşamasına geldiğini belirterek, belediyelere kayyum atamasının yapılacağının sinyalini vermişti. AKP tarafından hazırlanan tasarı ile Demokratik Bölgeler Partisi’ne (DBP) bağlı belediyelerin başkanları görevden alınarak yerine yeni atamalar yapılacak. Özhaseki, görevden alınan belediye başkanı yerine gelecek ismin, belediye meclisi üyeleri arasından değil, kamu yöneticileri arasından atanacağını da belirtmişti. AKP’li Mehmet Özhaseki’nin belediyelere kayyum atamanmasına ilişkin açıklamalarının yankıları sürüyor. DBP’li yöneticiler ve belediye başkanları kayyum atanmasına ve yerel yönetimleri değiştirmeye yönelik yapılan çalışmalara tepki gösteriyor. “Müfettişler yolsuzluk, rant gibi bir şeye ulaşmadı” Çimen, tutuklama, gözaltı ve uzaklaştırma ile yapılamayanın bu yöntemle gerçekleştirmek istediğine dikkat çekerek, hükümetin anayasaya aykırı yöntemleri hayata geçirdiğini söyledi. Çimen, devam eden şiddet ve kayyum atanmasının bağlantılı olduğunu iddia ederek şunları söyledi: “Bölgede devam eden savaş ile kayyum meselesi birebir ile bağlantılı şeylerdir. 8 aydır bütün belediyemize müfettişler gönderildi. Gelen müfettişler teknik hatalar dışında herhangi bir yolsuzluk, rant vb hiçbir sonuca ulaşamadı. Müfettiş gönderme yöntemi de tutulmadı. Siyasal yöntemlerde denendi yine bir şey yapamadılar. Şimdi ise farklı bir yöntem ile bunu yapmaya çalışıyorlar. 8 aydır özellikle yandaş medya belediyelerimize her türlü iftirayı atıyor. Biz çoğunu muhatap bile görmüyoruz, cevap vermiyoruz.” Belediyelere kayyum atandığı zaman halkın buna karşı çıkacağını söyleyen Işık, bunu kabul etmeyeceklerini ifade ederek buna ilişkin tartışmalarının ve çalışmalarının olduğunu söylerek, hukuksal anlamda çalışma yürütmeye başladıklarını açıkladı: “Siyasal anlamda da tartışmalarımızı da sürdürüyoruz. Halk ile ortak tavrımızı, tepkimizi de ortaya koymak içinde tartışmalarımız da var. Hukuksal, toplumsal ve siyasal tepkilerimizi ortaya koyacağız. Şimdi yasaları inceliyoruz. Hem uluslaraarası anlamda hem de Türkiye’de yasaları inceliyoruz. Kayyum Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan, M. Salih Batırhan, M. Emin Kan, Çimen Gümüş, Dilan Almaz, Adem Özgür, Ercan Ekinci, Murat Özdemir, Eren Dinç İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal atanırsa hukuksal anlamda nasıl olacak diye bakıyoruz.“ Sakık: Kayyuma sessiz kalmayacağız Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık, ise kayyum atamasına tepki göstererek, şunları söyledi: “Eğer sorunlar bu şekilde çözülecekse kayyum da atasınlar vatandaşlıktan da çıkarsınlar. Dokunulmazlıklar, kayyum vb. şeyler daha önce de denenen şeylerdir. Şimdi bunlar yeniden uygulanmaya çalışılıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana uygulanan yol ve yöntemler bugün yeniden uygulanmaya çalışılıyor. Bu güne kadar sorunların çözülmemesinin nedeni de buna benzer politikaların tekrarlanmasından kaynaklanıyor. Çözümsüzlüğe davetiye çıkarmaktır. Bu tür uygulamalar ile Türkiye’nin sorunlarına çözüm değildir. Bununla kangren olan sorun çözülemez. O zaman niye seçim yaptılar? Seçim yapmasınlar.” Sakık, kayyum meselesine karşı sessiz kalmayacaklarını belirterek, bunun bir deli saçmalığı olduğunu söyledi. Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: bas-haber@bas-haber.com www.bas-haber.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. Hukuki anlamda bakıldığında kayyum, belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimsedir. Kayyumun atamış ise şu şekilde yapılıyor: Kayyum da vasi gibi vesayet organlarından birisidir. Ancak vasi vesayet altındaki kimsenin hem kendisini gözetlemek, hem de mal varlığını yönetmek ve hukuki işlemlerde onu temsil etmek üzere atandığı halde, kayyum sadece belirli işleri görmek veya mal varlığını yönetmek için görevlendirilir. Atanan kayyumun görevleri mahkeme tarafından belirlenir. Kayyumun görev yetkileri geçicidir. Kayyumun yetkileri atanmasına neden olan durumlarla sınırlıdır. Eğer kayyum atanması belli bir iş için istenirse, kayyumun görevi, yetkisi ve kalacağı süre, bu işe göre belirlenir. Kayyumun görevi, şirket ya da kuruluşun suç unsuru mahkeme kararıyla sabit olana kadar ya da söz konusu kuruluş, suçlamalardan aklanana kadar bulunduğu şirketi ve kurumu yönetmektir. Kayyum olan kişi, bu kapsamda her türlü kararı alarak uygulamaya geçirmek, yeni yönetimi belirlemek, suçlamalara konu olan faaliyetler varsa bunları sonlandırmakla görevlidir. 15 SENNUR BAYBUĞA Anayasa yeni olacak mı? U Kendal Şervan zun zamandan gündemde olan Anayasa taslağı hala netlik kazanmazken, hukukçular ve yurttaşlar tarafından dile getirilen “Nasıl bir Anayasa?” tartışması da devam ediyor. Anayasa Uzmanı Prof. Dr. Levent Köker, yapılması beklenen Anayasa tartışmalarına ilişkin BasHaber’e konuştu. Köker, AKP’nin 2007 yılından beridir yeni bir Anayasa çalışması olduğunu hatırlatarak, şunları dile getirdi: “2007 yılında AKP’nin bir taslak çalışması vardı. Ama sonrasında ise yeni bir çalışma yapmadı. AKP’nin her zaman yeni bir Anayasa söylemi vardı. 2012 yılında ise tekrar ‘yeni bir Anayasa çalışması yapalım’ dendi ama yine de bir şey çıkmadı. Bunun için komisyon bile kuruldu. Ama komisyon dağıldı. AKP 2012 Kasım ayında Meclis Başkanlığı’na sunulmak üzere Başkanlık Sistemi ile ilgili önerge verdi. Şimdi tekrar yeni Anayasa yapalım diye oturdular. AKP Başkanlık Sistemi istiyor gibi görünüyor. Bu konuda bir uzlaşma olmayacağı ortaya çıkınca AKP bir Anayasa önerisi sunmaya hazırlanıyor. Bu öneride Başkanlık Sistemi için çalışmalar yapılacak.” “Yeni bir Anayasa mı önerilecek bunu bilmiyoruz” Köker, Anayasa’nın sadece Başkanlık Sistemi’nden ibaret olmadığının altını çizerek, şöyle devam etti: “Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler, temel hak ve özgürlükler, yargı var. Bunları gibi daha birçok şey var. Bütün bunları kapsayacak yeni bir düzenleme mi yapılacak yoksa sadece Başkanlık Sistemi’ne endeksli bir Anayasa mı olacak bunu da bilmiyoruz. AKP yeni bir Anayasa mı önerecek bunu da bilmiyoruz. Yeni bir Anayasa’nın Meclis’te kabul edilmesi için 330 vekilin desteği lazım. Bunun desteğini alır mı almaz mı bunlar konuşuluyor.” “Bu Anayasa’yı niye değiştirmek istiyoruz?” “Bu Anayasa’yı niye değiştirmek istiyoruz onu da bilmiyoruz. Toplum bu konuyu da konuşmuyor” diyen Köker Kürd meselesinin varlığına dikkat çekerek, şunları vurguladı: “Diyanet ile, Alevilerle, ana dilde eğitim ile sorun var. AB’ye uyum için mi yeni bir Anayasa mı istiyoruz? AKP’nin nasıl bir Anayasa tasavvur ettiğini bilmiyoruz. Her seferinde yeni bir şey söyleniyor. Zamana yayılacağı söyleniyor. Bunun referandum süreci de olacak.” diye konuştu. AKP’nin 2015 seçim beyannamesinde Başkanlık Sistemi için önerileri olduğunu söyleyen Köker, “Beyanname açıklanmadan önce Başkanlık Sistemi’nin olduğunu söylemişlerdi. Ama okuduğumuzda ise Başkanlık ile ilgili hiçbir şey yoktu. Önümüze bir Anayasa taslağı koyulduktan sonra o zaman konuşulur. 10 senedir bir Anayasa taslağını toplumun önüne koyamayan bir iktidar partisi var. Nasıl bir Anayasa istiyorlarsa söylesinler. 10 yıldır hala nasıl bir Anayasa istediklerini hala öğrenemedik. 2002’den 2010 yılına kadar biz hiç Başkanlık tartışması yapmadık. Nerden çıktı bu nasıl bir şey istiyorlar biz de bilmiyoruz.” Dokunulmazlık tartışması sürüyor HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için AKP tarafından 316 milletvekilinin imzasıyla TBMM Başkanlığı’na sunulmasına HDP kanadından çok sert tepkiler gelirken, CHP ve MHP, hükümetin teklifine evet diyeceklerini beyan etmişlerdi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ”Anayasa’ya aykırı olmasına ve HDP’ye karşı getirildiğini bilmemize rağmen destek vereceğiz” açıklamasını yaparken, MHP ise daha öncesinden HDP’nin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fikrini beyan etmişti. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, AKP, CHP ve MHP’nin HDP’nin dokunulmazlıkları kaldırılması konusundaki tavırlarını sert bir dille eleştirerek, “Ana muhalefet partisinin bu basit ve ucuz tuzağı iyi hesaplaması gerek. Açık bir şekilde Anayasa’ya aykırı bir teklifin sorgusuz sualsiz destekleneceğini açıklamaları şaşırtıcıdır. 3 parti birleşip Anayasa’yı değiştirme kararı aldıktan sonra bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Yapacağımız tek şey, bu gerici siyasi intikam için Parlamento’da Anayasa değişikliğini göze alan anlayışa karşı dik durmadır” açıklamasını yaptı. Avukat Alataş: Bu Anayasa’ya aykırıdır” Avukat Yusuf Alataş, dokunulmazlıklarının kaldırılması ile ilgili AKP, CHP ve MHP’nin tavrının Anayasa’ya aykırı olduğuna dikkat çekerek, “Anayasa’nın eşitlik ilkesine ve 83. Maddesi’ne aykırıdır. Anayasa vekiller için bir yasama dokunulmazlığı olduğunu söylüyor. Tutuklama ve soruşturma olmadan vekiller yasama faaliyetlerini sürdürsünler. Dokunulmazlığın amacı bu. Eğer Meclis kararı ile kaldırılacaksa vekiller kendi özgür iradeleriyle karar versinler. Siyasi partiler bu konuda görüşme yapamasınlar. Tamamen vekillerin kendi vicdanlarıyla oy kullanmaları öngörülmüş. Bu tasarıdan da öte AKP’nin parti kararı doğrultusunda bir önerge ile gündeme geliyor. CHP’de parti kararı olarak destekleyeceğini beyan etmişti. MHP’nin düşüncesi ise net. Her üç parti Anayasa ve dokunulmazlık müessesine aykırı davranıyor” diye konuştu. “Siyaset yapanlar siyaset dışı bırakılıyor” Alataş, AKP’nin devletin bütün kurumlarına hâkim olduğunun altını çizerek, “Hedef olan HDP’dir. Neresinden bakarsanız bakın, bunun hukukla, adalet ve eşiklikle hiçbir ilgisi yok. Devlet bunu daha önce de denedi. Türkiye hem içte hem de dışta hukuki anlamda mahcup oldu. Sonunda bu insanlar yine Parlamento’ya geldiler. Eğer bir sorun varsa öncelikli olarak bunun çözümü TBMM’dir. Siyasi kararlar ile mesele çözülür. Baskı ve şiddetle bir çözüm mümkün değil. Türkiye’deki Kürd sorunu sadece Kürdleri değil Türkiye toplumunu da ilgilendiriyor. Tam anlamıyla demokratik bir ortama geçilmiyor. Sadece Kürdler zarar görmüyor, Türkiye toplumu zarar görüyor. Daha önce gelsinler siyaset yapsınlar dediler. Şimdi ise siyaset yapanları siyaset dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunun hiç kimseye ve hiçbir şeye katkısı olamaz. Sorunlar giderek derinleşir, ötekileştirme sürece düşmanlığa dönüşür” diye konuştu. İki gündür yine bizi derin hayal kırıklıklarına sürükleyen CHP’mize ağlamakla meşgulüz. Aşık kadın gibi, her seferinde aldatılıyor ama ilişkimizi bir türlü kesemiyoruz, uzaklaştırma kararı alamıyoruz, boşanamayoruz ve de yazık ki mutlu bir evlilik hayatı da sürdüremiyoruz. Cehaletle, siyasetle ve iktidar olamama hali ile açıklanamayacak bir durum var ortada. CHP devlettir. Cumhuriyetin değerleri soyut kavramının arkasında nasıl bir şuurla koştuğunu bilen sağ partiler akıllıca bu zaafından yararlanmayı da hep bildiler. ‘İlkesel’ ve ‘ülkesel’ siyaset yapınca da hepimize geçmiş olsun. CHP isimli bir parti daha kurup, hakikaten içindeki iyi insanları, ismine olan bağlılıkları ile birlikte oradan kurtarmak, başka türlü mümkün değil. Açıkça HDP’yi hedeflediği anlaşılan ve üç gün önce hazırlanarak Meclis‘e sunulan, vekil dokunulmazlıklarının kaldırılması ile ilgili Anayasal değişikliğe, Anayasa‘ya aykırı olsa bile evet diyeceğini açıkladı CHP. Anayasa‘nın mevcut 83. Maddesi; tümü ile vekilleri görevleri döneminde Meclis kürsüsünde yaptıkları konuşmalardan dolayı cezai sorumlulukları olmayacağı, yanında aynı zamanda vekillik görevleri süresinde hem infaz ve hem da yargılamanın ceza ile ilgili bölümü ile ilgili yasal bir engeli anlatmaktadır. Bu engelin vekillik görevi boyunca devam edeceği, görevi bittikten sonra ortadan kalkacağı açıktır. Bundan maksat da halkın oyları ve taktiri ile Meclis‘e gönderdiği temsilciyi Meclis‘te halk adına rahat bırakmak, çalışır halde tutmaktır. Bu değişiklik önerisi ile, Meclis 83. Madde‘yi ilga etmekte, ülkenin her yanında denetimi altında tuttuğu hakime savcıya, vekilleri, soruşturma, yakalama, tutuklama konusunda yetki ve serbestlik vermektedir. Anayasa’nın 83/2. Maddesi‘ne göre, “ağır cezayı gerektiren suçüstü hali”nde ve “seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. Maddesi‘ndeki durumlar bu hükmün dışındadır” ifadesinin de bulunduğunu hatırlatayım, anlayacağınız mevcut hali ile de kimse devletinizi bölemezdi zaten. Meclis‘te çoğunluğu zaten elinde bulunduran siyasi parti, yedekleri ile birlikte 85. Madde‘ye göre anayasal denetime tabi dokunulmazlığın kaldırılması hükümlerini bile yeterli görmeyerek yeni ve bu kez Anayasa Mahkemesi‘nine itiraz yolu da kapalı, yeni küçük bir anayasal değişik önerdi -geçici tabi- ve CHP de bu değişiklik Anayasa‘ya aykırı olsa bile evet oyu vereceğini söyledi. Siyasi iktidarın Anayasa Mahkemesi’nin yerindelik denetimine daha tahammülünün kalmadığı ‘Siyasi hedefleri’ zemininde, CHP’nin hangi siyasi akılla öneri karşısında direnç sergileyip seçmenini ve ülke geleceğini attığı tehlikeyi görmek yerine bu değişikliğe evet oyu vereceğini bilmiyorum. Meclis‘te halihazırda 122 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili dosya olduğu söyleniyor, bunlardan 43 tanesi HDP’li vekil. Yürütmenin hele ki son yıllarda mahkemeler ve hakimler üzerindeki etkisinin, hatta etki edemediği hakim ve savcıların da iki duruşma arası sanıklarla aynı cezaevlerine atıldığının görüldüğü ülkemizde, yasama dokunulmazlığının ne manaya geldiği daha açıkça anlaşılabilir. İktidarın atadığı ve yazık ki emir ve talimatı altında bulunan savcı ve hakimlerin, bu partinin vekillerini yargılayamayacağı geçmiş yıllarımızdaki pratiklerden açıkça anlaşıldığına göre, bu yasa hamlesinin tüm maksadı ortada. Vekillerin Meclis‘ten uzaklaştırılmasının yol açacağı sonuçlar, CHP‘nin Kürd fobisi yüzünden görmekten kaçındığı şey, bu ülkede bir gelecek hakkı olan milyonların otoriter bir rejimin son makyajlarının yapılmasına nasıl hizmet ettiğidir. Kısaca; Kürd fobisi varolsun, başkanımız hamdolsun. 16 MÜZİK BasHaber Taj: Defin heybetli sesine dokunan sanatçı T Jiyan Helîn aj kendi deyimiyle 4 yaşından beri sanat ile haşir neşir olmuş Doğu Kürdistanlı bir sanatçı. Çocukluğundan beri eline aldığı erbaneyi (def) hiç bırakmamış. Sine’den çıkıp eline aldığı erbaneyi hiç bırakmayarak Kürdlerin acılarına tanık olmuş ve bu acılara erbanesiyle tercüman olmaya çalışıyor. Kendisini şöyle tanıtıyor: “Asıl adım Kamili Seyyit Taceddin Hüseyni’dir. Ben sanatla uğraştıktan sonra bazı arkadaşlar bana Taj ismi ile seslendiler. Daha sonra ismim Taj Kurdistani oldu. Ailem Sine’de yaşıyor. Benden büyük 3 erkek kardeşim de def çalıyordu. Ben çocuk iken ailem Kadiri tarikatına mensup idi. Tasavvuf makamı için defin önemi büyüktü.” Yedi yaşında profesyonel yaşam! Kadiri dergahına gittiğini ve orada aldığı eğitimin ardından artık erbaneyi bırakmadığını söyleyen Taj şöyle devam ediyor: “Haci Seyyit İbrahim Kürdistani Dergâhı’nda def çalmaya başladım. Tahran’a gidip Bijen Kamkar’dan ders aldım. Özellikle Kamkar’a çok teşekkür ediyorum emekleri için. Yedi yaşında profesyonelliğe adım attım, festivallere katıldım. İran’da düzenlenen uluslararası festivallerde de def çaldım. 60 defa İran ve uluslararası festivallerde def çaldım. Sonra kendi def grubumu kurdum. Grubu kurduğumuz zaman 11 yaşındaydım. 4 kişiydik. 18 yaşında Sine’de 60 kişilik bir orkestra kurduk. İlk grubumun adı Niyam Taha idi. Sonra farklı isimlerde gruplar kurdum.” Kürdistan Okulu’nda eğitimi var Sine’de kurulan Kürdistan Okulu ise hem Taj için hem de erbane için bir dönüm noktası oluyor. O burada erbane sanatını daha da ileriye taşıyor. Sanatçı, okul için şunları söylüyor: “Defi profesyonel kullanan ilk Kürdistan Okulu’dur. Burada nota ile işler profesyonel olarak yürütülüyordu. Hem klasik hem de çağdaş müzik yapılıyordu. Kürdistan Okulu def için kurulmuş olup, resmi değildi. Orada nota ile def çaldım. Def ile ilgili bilgim arttıkça bu sefer kitap yazmaya karar verdim. Def tarihi ve ritmiyle ilgili 700 sayfalık kitap yazdım. Ayrıca kitabımda hem Kürdçe ritimlerle ilgili hem de Ortadoğu’nun ritimleri ile ilgili şeyler de yazdım.” Anavatanı Mezopotamya’dır Otuz yıldır erbane çaldığını söyleyen Taj, erbanenin tarihini de yakından biliyor. Erbanenin Kürdler açısından önemli olduğunu vurgulayarak şöyle devam ediyor: “İnsan sesiyle oynayarak müziği keşfetmiştir. Binlerce yıl önce insanlar defi bulmuşlardır. Sümer uygarlığı döneminde şimdiki def keşfedilmiştir. Sümerler döneminde def yuvarlak iken, onlardan önce ise kare, dikdörtgen şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Tarih de bunu diyor. Defin anavatanı Mezopotamya’dır diyebiliriz. “ Defin heybetli sesi Taj, Kürdlerin Mezopotamya’da yaşayan diğer halklara göre daha çok erbane çaldığını söylüyor. Kürdlerin tarih boyunca kendi devletlerini kurmak için mücadele verdiğini söyleyen sanatçı, erbanenin heybetinden şöyle bahsediyor: “Def marş gibi heyecanlıdır. Başkaldırı ve devrim gibidir. Örneğin Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan alırken, def çalarak cenge gitmiştir. Selahattin defin sesiyle düşmanını korkutuyordu. Çünkü defin heybetli bir sesi vardır. Selahattin, Endülüs döneminde defi İspanya’ya kadar götürmüştür. Avrupa’nın def ile tanışması Selahattin Eyyubi zamanında olmuştur. “ Erbaninin tasavvuf ile ilişkisi Erbanenin İslamiyet ve tasavvufla yakından ilişkili olduğunun altını çizen Taj, erbanenin bunu şöyle açıklıyor: “İslamiyet olmasaydı belki def bu zamana kadar güncel olmazdı. Ya da daha geride kalan enstrüman olurdu. İslamiyet’ten önce def sadece düğün ve eğlence yerlerinde çalınırdı. İslamiyet geldi, def canlandı. Hz. Muhammed Medine’ye giderken, def ile karşılanmıştır. İslamiyet’ten 400 yıl sonra def bu sefer tasavvuf ile kendini yenilemiştir. Abdulkadir Geylani bunu çok iyi kullanmıştır. Def, Geylani tarikatı zamanında Kürdistan’da çok yayıldı.” “Sine’den ustalar yetiştirmiştir” Taj, Sine şehrinin erbane için öneminden bahsederken, yine aynı şekilde dünyanın tanınmış birçok erbane sanatçısının da Sine’de çıktığını söyleyerek, buradan dünyaya yayılan isimleri ise şöyle sıralıyor: “Örneğin, Xelife Kerim, Xelife Mirza, Bijen Kamkar, Bahaddin Hüseyin gibi. Bunlar İran’da ve dünyada çok tanınan def sanatçılarıdır. Bijen Kamkar, özellikle def için nota yazmıştır. Bu önemli bir özelliktir.“ Parçalanmış ülkenin müziğe yansıması Kürdlerin parçalanmışlığı sanatlarına da yansımıştır. Taj, bu durumu, sanata ve dile yansımasını da şöyle yorumluyor: “Parçalanmışlık müziğe de yansımıştır. Nasıl ki dil asimile oluyorsa müzik de asimile oluyor. Örneğin Rojhilat’ta Kürd müziği İran’ın özelliklerini taşıyor. Eğer sanat korunmasa asimile olur. Bunun önüne geçmenin tek yolu sahiplenmektir. Kültürel saldırılara karşı kendinizi korumak zorundasınız. Kürd müziği İran müziğinden çok az etkilenmiştir. Bu Irak, Suriye, Türkiye için de geçerlidir. Kürdlerin müziği çok zengindir. Ayrıca Kürd müziğinin ritmi de çok zengindir. Kürd kültürü bu konuda çok zengindir. Fakat yine de Kürd kültürü hala bir tehlike karşısındadır. Eğer bizler kendi sanatımıza sahip çıkmasak bunu kaybederiz.” “Doğulu sanatçılar tanınmıyor“ Dengbêj Şakiro, Kawis Ağa, Eyşe Şan’nın Kürd müziği için çok önemli kişiler olduğuna dikkat çeken Taj, “Kürdlerin yaşadığı her yerde tanınıyorlar. Rojhilatlı bir SÖYLEŞİ 18 Nisan - 24 Nisan16 2016 “Def marş gibi heyecanlıdır. Başkaldırı ve devrim gibidir. Örneğin Selahattin Eyyubi Kudüs’ü Haçlılardan alırken, def çalarak cenge gitmiştir. Selahattin defin sesiyle düşmanını korkutuyordu. Çünkü defin heybetli bir sesi vardır.“ sanatçı diğer Kürdler tarafından çok tanınmıyor. Örneğin Şivan Perwer, Civan Haco, Xero Abbas’ı Rojhilatlılar iyi tanıyor. Ama Kuzey’de yaşayan Kürdler Rojhilatlı sanatçıları tanımıyor. Bu üzücü bir durumdur. Eli Merdan, Abbas Kemendi, Nasır Rezazi gibi sanatçılar var ama birçok Kürd bunları tanımıyor” diye sistemde bulundu. “Siyaset sanatın önüne geçmemeli” Doğu’da Kürdlerin daha çok sanatla ilgili olduğunu söyleyen Taj, Kuzey’de ise siyasetin sanatın öne geçtiğine dikkat çekiyor. Sanatçı bu duruma değinirken, Kermahşa kentinden örnek veriyor: “Kermanşa kentinde birçok Kürd siyasi partisi kuruldu. Birkaç yıl Kürd partiler Kermanşa üzerine çalışmalar yürüttü ama Kermanşa halkı bunlara kulak tıkadı. Kermanşa Kürdleri fazlasıyla asimile olmuştu. Sonra Nasır Rezazi, Kermanşa Kürdleri için Kelhori lehçesinde bir albüm yaptı. Bununla özlerine döndüler. Sanat ile insanların yüreğine işleyebilirsin. Kürd siyasi partilerin yapamadığın bir Kürdçe albüm yaptı. İnsanların yüreklerine hitap ederseniz insanlar peşinizden gelir. Çünkü sanat temizdir. Ama siyaset öyle değildir. Politika ile insanları çok rahatlıkla kandırabilirsiniz. Ben def çalıyorum örneğin. Amerika’daki bir kişi beni dinliyor. Bu sanatın gücüdür. Şimdi Şıvan Perver’in ‘Kîne Em’ parçasını Kürdler, Araplar, Türkler ezbere biliyor neredeyse. Belki birçok kişi Şivan’ı tanımıyor. Ama yaptığı müzik biliniyor. İşte sanat böyle bir şeydir. Sanatın hakikatine inan bir sanatçının sanatı kaybolmaz.“
Benzer belgeler
26.01.2015
Demografya, tarih, dil ve insan yıkımı Haziran seçimlerinden sonra başlayan şiddetin en büyük mağduru olan halkın çatışma alanlarından göçü tam bir toplumsal trajediye dönüştü. Sur, Cizre, Silopi, ...
Detaylı23.05.2016
SÖYLEŞİ gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var.
Detaylı10.08.2015
ise göç hareketliliğinin siyasal davranışa etki ettiğini ancak bölgede HDP’nin oyunun oransal olarak çok fazla değişmeyeceğini belirterek, “Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göç eden Kürdler...
Detaylı25.04.2016
SÖYLEŞİ gidilebilir. Şuan AK Parti içinde ya da CHP içinde Kürd var, yani hepsinde var.
Detaylı04.04.2016
so-runsuzluğun diğer ülkelerin de destek vermesinden kaynaklı olduğunu savundu. Irak’ta halkın kendi iradesini ortaya koyamadığını iddia eden Balayi, Kürdlerin olası referandumda bağımsızlığı onayl...
Detaylı