Ergenlik Üzerine Müphem Hatıralar ve Serbest Parçalar
Transkript
Ergenlik Üzerine Müphem Hatıralar ve Serbest Parçalar
Ergenlik Üzerine Müphem Hatıralar ve Serbest Parçalar Abi geçiim mi? Commodore 64 ve Amiga’yla biten çocukluğumun, ergenliğe geçiş yeriydi aşağı mahalledeki atari salonu. Sıvaları dökülmüş eski bir apartmanın bodrum katındaydı. Kokusu ekşi, havası karbondioksitli, ışığı loştu. Günde dört paket Maltepe içen, dişleri ve benzi sapsarı Kadir Amca girişteki muhasebeci masasında mütemadiyen bizi keserdi. Makinalara tel sokmayalım diye. Yoksa o teli bize sokacağını söylerdi. Bir ergen için yabana atılmayacak tehditti. Okuldan kaçıp kaçıp burada alıyorduk soluğu. Bizi çeken eğlence olduğu kadar StreetFighter’dakiChun-Li’ydide aynı zamanda. Mini eteği, başının üzerinde dönerek attığı tekmelerdeki seksiliği, oyundan hazza geçişimizi hızlandırıyordu. Ergenlik biçimsiz bir dönem. Ruhun medceziri. Hazırlıksız yakalanıyorsunuz her şeye. Bir anda ya sesiniz kalınlaşıyor ya tüyleriniz çıkıyor ya da âşık oluyorsunuz on piksel kadına. Bu az gelişmiş ortamın bonus’uise dokuz yaşındaki, çingene mahallesinden gelen PiçCivciv’di. Lakabı sarışınlığından, piçliği bütün oyunları tek jetonla geçmesinden geliyordu. Cidade de Deus (Tanrı Kent) filminde gettoda yaşayan çocuklarıanımsatırdı.Kavruk, bıçkın ve serseri. Üç jetonluk hayatlarımızı biraz daha uzatan kurtarıcı. Ne zaman Street Fighter yahut MortalKombat’ta geçemediğiniz bir round olsa hemen yanımıza gelir, sırıtarak, “Abi geçiim mi?” derdi. Verirdiniz geçerdi. Sonra biz hayatımıza kaldığımız yerden devam ederken, Civciv iki eli cebinde, sanki deniz kenarında yürüyor gibi rahat bir ifadeyle bizleri izleyerek aramızda sessizce dolaşırdı. Birkaç sene geçip atari salonlarından bilardo salonlarına transfer olduğumuzda Civciv’le bağımız kesildi. Ergenlik unutkanlığa teşne bir dönem. İki sene sonra belediyenin dozeri altında kalan barakalarını toplayıp, bilmediğimiz bir yere gittiler. Son hatırada böylece silinmiş oldu. Aradan seneler geçti. Sivilceli, kırmızı noktalı dönem bitti. Oyun salonları diğer anılarla birlikte hafızamın yazlık dolabınakaldırıldı. İşsizlikle, ayrılıklarla, gönül kırgınlıklarıyla adına yetişkinlik denilen yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönemde ne zaman başım sıkışsa ya da kötü bir olayla karşılaşsam aklıma hep Piç Civciv gelirdi. Solculuk yaptığım için babam evden kovduğunda, okul harçlığı için yazları fastfood restoranlarında çalışmak zorunda kaldığımdayahut âşık olduğum kadın başka bir şehre gittiğinde Civciv’in gelip hayatımın o bölümünü geçmesini isterdim. Üçüncü sınıf bir filme benzeyen hayatımın an’larına, iyimser bir makinist gibi başka parçalar yapıştırmasını dilerdim. Ama olmazdı. Yetişkinlik dediğiniz mevhumun bir diğer adı yalnızlıktı. On altı yaşındaki DonnieDarko’nun dediği gibi, bu dünyada herkes yalnız ölüyordu. Limon Çekirdekleri “Siz de gelir misiniz?” diyor Ela. Öylece bakıyorum suratına. Çok güzel. Lepiska saçları gün ışığı gibi omuzlarına dökülüyor. İsmiyle müsemma gözleri japon çizerlerin elinden çıkma. Büyük ve parlak. “Geliriz” diye cevap veriyor kan kardeşim Neco. “Bekliyorum” diyor. Saçlarını savura savura arkadaşlarının yanına gidiyor. En çok saçlarını savurmasını seviyorum. Kalbim gıdıklanıyor. “Oğlum mala bağladın yine” diyor Neco. “Niye konuşmuyorsun. Madem hoşlanıyorsun bir şeyler söyleseydin.” Söyleyemiyorum. Konuşamıyorum.Kaç haftadır bana bir haller oluyor.Mecnun’un, Ferhat’ın, Romeo’nun düştüğü kuyuya ben de paldır küldür yuvarlanıyorum. Çok şey istemiyorum. Kuyunun dibinde küçücük bir gökyüzü yetiyor bana. Cumartesi günü Neco’yla birlikte kapılarını çalıyoruz. Kalbim kapı tokmağı gibi çarpıyor. Birazdan Evimiz Hollywood’daki partilerden birine gireceğimizi sanıyoruz. Hayatımızdaki ilk doğumgünü partisi.Her şeyde olduğu gibi burada da kifayetsiziz. Son bir hazırlık. “Nasılım?” diye soruyor Neco kapının önünde. Limon sürdüğü saçlarını ortadan ikiye ayırmış. Boynunda pirinç kolye. Gömleğinin ön düğmesi açık. Altında sahte Lives 501. Annesi pazardan almış. “Ben nasılım?” Limon sürülmüş saçlarım ortadan ikiye ayrılmış. Boynumda farklı renkte pirinç kolye. Gömleğimin ön düğmesi açık.Altımda sahte Lives 501. Annem pazardan almış. Zile basıyor Neco. Bir kere. Üzerinde çiçekli elbiseyle Ela’yı beklerken döpiyesle annesi açıyor kapıyı. Neco annesine hemen âşık oluyor. İki âşıkheyecanla salona giriyoruz.Birden yüzümüz düşüyor, canımız sıkılıyor. Kızlar Atakan’ın etrafında toplanmış. Ela’ya aldığı hediyeye bakıyorlar. Atakan uzun boylu, zengin ve yakışıklı. Amerikan traşlı saçlarına briyantin sürüyor. Gerçek Lives 501 giyiyor. Boynundakialtın kolye avizenin ışığı altında parlıyor.Canım fena halde sıkılıyor. “Walkman almış lan Ela’ya” diyor Neco şaşkın bir ifadeyle. Ardından bir ergen ünlemi ekliyor. “Ohaa!” Ela Atakan’ın gözlerinin içine bakıyor. Benim ona baktığım gibi. Sanki içimde kızgın bir maşa dolaşıyor. Rakibinden ard arda aparkat yemiş bir boksör gibi köşeye çekiliyorum. Kızlar ve Atakan sever erkekler gülüşüyorlar. Bana gülüyorlar gibi geliyor. Öfkeleniyorum. Salondaki masanın üzerinde annesinin hazırladığı kurabiyelere bakıyorum. Annemin kurabiyelerini benzemiyor. Üzerlerinde çikolata damlacıkları var. Köşedeki televizyonda Kral TV açık. Burak Kut Benimle Oynama’yı söylüyor. Bir şey kırılmasın diye sehpalar televizyonun yanına çekilmiş. Bir sehpanın ayağı kısa. Eğik duruyor. “Saçında limon çekirdeği kalmış,” diyor Neco gülümseyerek. Neco’ya bakıyorum.Nefes alamıyorum. Karnım ağrıyor. Kaçmak istiyorum. Galiba aşk acısı böyle bir şey. On beş yaşındaki bir insanın kaldırabileceğinden fazla acı çekiyorum. Hediye paketini uzatıyorum. “Sen verirsin,” diyorum “Ben gidiyorum.” “Nereye?” “Eve” “Daha yeni geldik” “İşi varmış dersin.” Evden sokağa çıkınca biraz olsun rahatlıyorum. Fakat kalbimin bulantısı geçmiyor. Son kez evlerine bakıyorum. Yonca Evcimik, Bandıra Bandıra Ye Beni’yisöylüyor.Kurabiyeler üstüme üstüme geliyor. Dionysos’un ergenlik çağında şarabı bulup, içkiyi fazla kaçırdığı için Hera’nın hışmına uğrayarak delirdiği söylenir. Dionysos’u çok iyi anlıyorum. Aşkı fazla kaçırdığım için ben de dünyadan vazgeçiyorum. Hayatın hışmına uğruyorum. Üç gün sonra kendimi annemle birlikte,kapısında psikiyatrist yazan bir odanın karşısında otururken buluyorum. Temmuz 1993 On üç yaşındayım. Odada ve evrende yalnızım. Doğum günümde hediye edilen hatıra defterini dolduruyorum. Gördüğüm, düşündüğüm, hissettiğim her şeyi kâğıdın üzerine dökmek istiyorum. Kimsenin on üç yaşında bir çocuğun içinden geçenlerle ilgileneceğini sanmıyorum. Ben kendimin kâşifiyim. Yalnızlığı paylaşacak bir arkadaş bulmuşum. Dünya benim etrafımda dönüyor ve ben mutluyum. Birden kapı açılıyor. Kız kardeşim içeri giriyor. Hoşlandığım kıza yazdığım akrostişli şiiri hemen elimle kapatıyorum. Aniden odaya girdiği için kızmak istiyorum. Kızamıyorum. Korku dolu gözlerle bana bakıyor. “Ne oldu?” “Alevileri yakıyorlarmış!” diyor. “Annem ağlıyor.” Hiçbir şey anlamıyorum. Oruç tutmamamız, camiye gitmememiz, duvardaki Hz.Ali resmi dışında Alevilik hakkında pek fazla şey bilmiyorum. Aklıma Hz.Ali’nin yandığı geliyor. Kendi kendime ama Hz.Ali yanmaz ki diyorum. Salona koşuyorum. Babam dehşet içinde gözlerle, annem ağlayarak televizyonu izliyor. Ben de bakıyorum. Bir otelin önünde kalabalık bir grup bağırıyor. “Herkesi öldürecekler” diyor annem. Babam bir sigara yakıyor. Normalde evde sigara içmez. İçiyor. Kapı çalıyor. Dayım öfkeyle içeri giriyor. “Gördünüz mü?” diyor. “Yobazlar! Katiller!” Her şey o kadar hızlı oluyor ki şaşırıyorum. Kapı çalıyor. Telefon çalıyor. Birileri eve geliyor. Televizyondan dumanlar yükseliyor. Babam sigara üstüne sigara içiyor. Annem ağlıyor. Anneannem arıyor. Yan komşunun çocuğu da ordaymış diyor annem. Çocukluğunu bildiğini söylüyor. Dayımın arkadaşları geliyor. Hepsi sigara içiyor. Burun delikleri şişip şişip iniyor. Ben ve kızkardeşim ortada durmuş onları seyrediyoruz. Sesler yüzlere karışıyor. Sigara dumanından kimse gözükmüyor. “Hadi siz içeri gidin” diyor annem. İçeri giderken dayımın sesini duyuyorum. “Biz bu ülkenin Yahudisiyiz.” Aklımda o günden geriye bir tek o kelime kalıyor. Yahudi. İlk defa duyuyorum. Ne demek olduğunu bilmiyorum. Bir sene sonra Türkçe öğretmenim Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni dönem ödevi olarak verince anlıyorum her şeyi. Bir solukta okuyorum. Sonra bir daha. Sonra bir daha. İki sene boyunca saklandığı odada tuttuğu günce içimi yakıyor. Tesadüfler ikimizi birbirimize bağlıyor. Aynı gün doğmuşuz. Aynı yaşta hatıra defteri yazmaya başlamışız. Aynı kelimelerin şefkatine sığınmışız. Anne Frank, Bergen-Belsen toplama kampında ölmüş. Ben yaşıyorum. Bir gün bizi de toplama kampına gönderirler mi diye düşünüyorum. Çok korkuyorum. Geri dönüşü zor bir ergenlik travması. Kalbimizin içindekilerini dökmekten başka çaremizin kalmadığı bir hatıra defteri. Kaderlerimizin ve yazdıklarımızın tuhaf benzerliği. 20 Haziran 1942 Cumartesi “Hatıra defteri tutmak benim gibi biri için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç yazmadığımdan değil. İleride ben de dâhil hiç kimse on üç yaşında bir kızın içinden geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Ama aslında bunun hiçbir önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya dökmek istiyorum.” Ölümcül Ritüeller Mitler ve mitolojiyle ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Joseph Campbell Tanrının Maskeleri kitabında ergenin ilkel kabilelerde artan gücü ve cinsel isteğiyle topluluğun istikrarına yönelen bir tehdit olarak algılandığını söyler. “Ngatatara ve Arandalara göre eğer genç erkekler erginlenmeritinin disipliniyle eğitilmezlerse cin olabilirler ve göğe uçarlar; yaşlıları öldürür ve yerler. Onların uçmasını engellemek için yaşlı erkekler gençleri simgesel olarak öldürür ve yer. Hatta delikanlılar itaat etmezse gerçekten de öldürülebilirler.” Birçok kabilede ve ilkel toplumda yapılan ergenlik törenleri aslında ergenin düşlerinin simgeleştirilip bastırılmasıdır. Eğer bastırılmazsa toplum için tehlike arz eder. Ergenin kabına sığmaz enerjisi ritüellerleyıldırılır, evcilleştirilir, kamunun hizmetine sokulur. Bazı ilkel toplumlardaki bu ergenliğe geçiş törenleri ise ölümle sonuçlanabilecek kadar şiddet içerir. Liberal ve rekabetçi modern dünya ise bu törenlerin yerine başka törenler ve ritüeller icat etmiştir. Yeni pedagojik ilkelerle gençleri yeni kalıplara sokmaya çalışır. İlkel toplumda olduğu gibi ergenin yetişkine dönüşmesi için bu sınavlardan başarıyla geçmesi, sorumluluklarını yerine getirmesi beklenir. Toplum içinde itibarlı ve saygın olmanın, aile kurmanın başlangıcıdır. Ölümcül töreni başarıyla tamamlayanlar ödüllendirilir, alkışlanır, billboardlara resimleri asılır. Bazılarında ailelerde girer çerçeveye. Projelerini sunan bilim insanları gibi. Başaramayanlar genellikle bir sonraki töreni bekler ama bazıları hayatlarına son verir. İzmir’in Buca ilçesinde 14 yaşındaki Yalçın Gencay Öktem SBS’de düşük puan aldığı için, Kars’ta 19 yaşındaki Gürkan Karabağ YGS’de beklediği puanı alamayınca, Gaziantep’te 15 yaşındaki Suat Bulduk karnesindeki zayıflar nedeniyle bu ülkede intihar etmiştir. Çavdar Tarlasında Koşan Çocuklar Freud ergenliği, acı verici psikoseksüel çatışmaların yansıması diye tanımlıyor. William Shakespeare Kış Masalı’nda bir çobanın ağzından; “Keşke on’la yirmi üç arasında hiçbir yaş olmasa ya da gençler aradaki yılları uyuyarak geçirseler. Çünkü aradaki dönemde genç kadınları gebe bırakmak, aile büyükleriyle ters düşmek, hırsızlık ve kavgadan başka hiçbir şey yoktur” diyor. Bazı psikolog ve psikiyatristler ergenliği çözülmesi gereken bir sorun olarak görüyor. Raflarda dizili kitapların isimleri birbirine benziyor. Ergenlik Çağı’nda Ruhsal Sorunlar, Ergene Anne Baba Nasıl Davranmalı, Ergenlik Dönemi Yalnız, Hırçın ve Durgun Gençler… Çünkü bu dönemde ergen, öfke patlamaları, isyanı, kendini beğenmişliğiyleaile ve kamu düzenini bozuyor. Kimse düzen bozulmasın istiyor. Kendi küçük iktidar balonları, ergenin kafasında yarattığı evrende uçuşan meteorlar tarafından sürekli tehdit ediliyor. Hayal hakikati sorguluyor. Kaybettiği çocukluğuiçin yetişkinleri suçluyor. Bir şeye inanmak istiyor. Sağır taklidi yaparak yaşamayı umuyor. Salinger’in yarattığı, edebiyat tarihimizin en görkemli karakterlerinden birisi olan on yedi yaşındaki Holden Coulfield’inhayalini istiyor; hiçbir yetişkinin bulunmadığı büyük bir çavdar tarlasında koşup oynayan binlerce çocuk. “Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta - yetişkin hiçkimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum, nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim...” Kahrolsun Bağzı Yetişkinler Kim ne derse desin Gezi Parkı Direnişi’nin alametifarikası ergenlerdi. İsyanları sadece baba figürü olarak ortaya çıkan Tayyip Erdoğan’a ve onun nezdinde hükümete değil aynı zamanda solcu yetişkin’lere, epistomolojinin kibrini taşıyan entelektüellere, hız kasisleri ebeveynlerineydi. O zamana kadar alışıla gelmiş, birçoğu 1970’lere ait sloganlara, laflara ve grafiklere inat başka türlü bir dil, başka türlü bir mücadele mümkün’le girdiler direnişin içine. Niceliğin değil niteliğin, korkutmanın değil gülümsetmenin, sadece biz’in değil ben’in de önemli olduğunu gösterirken, eylemlerin dinamosu olduklarını ilk günden kanıtladılar. Kuru propaganda yapmaktan, kitlelere bilinç götürmekten ve kalabalıkların ellerine photoshopla pankartlarını yapıştırmaktan öteye geçemeyen bağzı fraksiyonların aksine keskin bir ironi ve kara mizahla hareket ettiler. Hayallerden bu kadar çok bahsederken ne manidardır ki kupkuru bir dil kuran sol’a inat ancak düşlerde görebileceğimiz yaratıcı eylemler yaptılar. (Hatırlayınız. Sisler içerisinde Boğaz Köprüsü’nden geçiş.) Bu yüzden devletin ürettiği gerçeklik onlara geldiğinde aynı şiddetle beysbol topuna vurur gibi değil de futboldaki gibi göğse alıp yumuşatarak şık bir vuruşla geri gönderdiler. Devlet bu şık plase karşısında ezberi bozulan bir kaleci gibi her defasında ya ebleh ebleh donup kaldı ya da bizi ele güne rezil ettin diyen baba gibi öfkelenip oyuncuları sakatlamaya çalıştı. Sakat bıraktıklarına ise tipik ebeveyn tavrıyla “Numara yapma bir şeyin yok” deyip, ardından “Ben sizin iyiliğinizi istiyorum” klişesine sığındı. Fakat artık ergen odasından kaçmışhr ve sokaklardaydı. Korku, bilinmezlik ve gizemden oluşan misafir odası apolitik denilen ergenlerin vicdanlarının çilingiriyle ardına kadar açıldı. Titizlikle örtülen masa örtüsüne kolalar döküldü, tozlanmasın diye çarşaflarla kaplanan koltuklar sigara yanıklarıyla beneklendi. Hüzündür en çok yakışan bize diyenlerin aksine gülmektir en çok yakışan bize dediler. Shelley’inTarla Kuşu gibi acıyı kahkahada, kederi tatlı şarkılarda erittiler.Polislerin karşısında birdirbir oynadılar, Tek Yol Devrim’in altına Dinimiz Amin yazdılar. Lenin’i, Marks’ı, Gramsci’yi umursamadan Kahrolsun Bağzı Şeyler dediler. Ve sabaha karşı birileri için bir şey yapmanın saadeti ve devrimi ucundan görmenin sarhoşluğuyla gizlice odalarına geri döndüler. Bize de yine onların yaptıklarını onlara anlatmak kaldı.