bır nemrud
Transkript
bır nemrud
BİR NEMRUD, DARA VE AVA SIPİ TURU Munzur Çem Nemrud`a Yolculuk.. Minibüs, tam zamanında kaldığımız otelin kapısına geliyor ve yolculuk ta hemen başlıyor. Aracımız önce güney yönünde hareket ediyor, çok geçmeden yarım daire yaparak dönüyor ve yönünü batıya çeviriyor. Tam dönemeçte iken gözüm, sol tarafta bulunan Orduevi binasının duvarına asılı Mustafa Kemal portresi ile altındaki yazılara ilişiyor. Daha önce defalarca okumama rağmen, bir kez daha bu işi yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Mustafa Kemal, oraya alınmış sözleriyle, Diyarbakırlı`nın, Vanlı`nın, Erzurum`lunun, Trabzon`lunun, Trakya`lının, Makedonya ve Îstanbul`lunun vs. hep aynı damarın cevherleri ve aynı ırkın mensupları olduklarını ilan ediyor. İnsan bu tür komik şeyleri okuyunca gülmek mi yoksa ağlamak mı gerektiğini kestiremiyor doğrusu ama ben o an için gülümsüyorum. Hadi diyelim ki yaşamını balyozla ulus yaratmaya adamış Mustafa Kemal, 1930`ların şaha kalkmış ırkçı ortamında coştu da bu türden sözler sarf etti; peki aradan bunca zaman geçmesine rağmen, hala aynı komik şeyleri, her kesin görebileceği şekilde ilan edenlere ne demeli? Însan bir kez mürtleşmeye görsün, müritleşti mi kolay kolay iflah olmaz. Can çıkmayınca hu çıkmaz sözü tam Kemalist müritlere göre anlaşılan.. Alabildiğine büyüyerek Dicle`nin batısındaki ovaya yayılmış Diyarbekir`in kimi daracık kimi geniş sokak ve caddelerini aştıktan sonra düz arazide Sêwrege`ye doğru yola devam ediyoruz. Bazı yerlerde temizlenmiş olsa da ova çok taşlık. Bir görüşe göre bu taşlar, Karacadağ`da meydana gelen volkanik bir patlama sonucu buralara serpilmişler. Ancak Karacadağ boyutundaki bir dağda, bu kadar çok taşı bu ölçüde geniş bir alana püskürtebilecek kadar büyük bir patlamanın meydana gelmiş olabileceğine inanmak hiç te kolay değil ama yine de belli olmaz. Doğa`nın, zaman zaman bütün tahminleri alt-üst edebilecek sürpriz gelişmelere yol açabileceğini biliyoruz. Ve yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra nihayet Sêwrege`nin çok katlı modern apartmanları gözükmeye başlıyor. Yolculuğumuz Nemrud dağınadır, dolayısıyla da ilçeye girmeyen kuzeydeki yolu izlememiz gerekiyor ama biz böyle olmasını istemiyoruz. Gelmişken Sêwrege caddelerine uğramadan geçmek olmaz. Bu ilçeye girerken de aklım ister istemez gerilere gidiyor ve gördüklerimi, 1980 öncesinde bir kaç kez gördüğüm eski hali ile karşılaştırıyorum. O günküne göre çok gelişmiş modern görünümlü bir kent Sêwrege. O zaman, 1978`lerde PKK`nin M. Celal Bucak`ın konağına düzenlediği baskınla alevlenen Kürt-Kürt çatışması, Kürdistan`ın bu yöresini kan gölüne çevirmiş, derin bir kaosa sürüklemişti. Ardından, önce 12 Eylül faşizmi, arkasından da silahlı Kürt başkaldırısının başlaması ile yörede yaşananlar, korucubaşı olarak sahneye çıkan Sedat Bucak`ın kazandığı ve halen de devam etmekte olan etkinlik dönemi gelmişti. Sêwrege`nin, bu gün ekonomik olarak 1980 öncesinden daha ileri bir düzeyde olduğuna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Ya peki sosyal uyanış bakımından? Bu açıdan o günlerin ilerisinde olduğunu söylemek, ne yazık ki pek te kolay değil. Neyse, biz yine dönelim gezimize. Kentin ana caddelerinden birinde ilerlerken birden kavşakların birinde karşılaştığımız bir heykel, minibüsü tereddütsüz durdurmamıza neden oluyor. Minibüs durur durmaz, hep birlikte iniyoruz. Gözlerimiz heykelden ayrılmıyor. Hepimizin yakından tanıdığı Şivan Perwer`e ait heykel! Doğrusu bizi çok sevindiren bir sürpriz bu. Demek ki Sêwrege halkı ve belediyesi kendi hemşerileri olan bu büyük sanatçıyı unutmamışlar, heykelini dikecek kadar kendilerine yakın hissediyor, seviyorlar onu. Yaşayan bir sanatçi için de, halk için de hoş bir şey! Ne var ki kucağındaki sazı parçalanmış Şıvan`ın. Fotograf çekilirken bir yandan da sazın neden kırık olduğunu soracak birilerini arıyor gözlerim. O birilerini bulabilmem için ise fazla zaman geçmesi gerekmiyor. Bize doğru gelen şalvarlı iki kişinin karşısına geçip „Merhaba Pismam“ demem üzerine duraksıyor ve kullandığım sözcükle bana karşılık veriyorlar: „Merhaba!“ Daha önce Kurmancca konuştuklarını fark ettiğim için ben de sorumu onların kendi lehçelerinden soruyorum: „We peykerê Şîvan danîye, tiştek gelek baş e lê tembur şikestî ye, ma ew çî ye?“ (Şîvan Perwer`min heykelini dikmişsiniz güzel ama saz kırık, neyin nesidir? „Do şev hatîye şîkestin. Zarokan şîkestîne. Emê dîsa çêkin. Nav çend rojan de bibe wek berê“ (Dün gece kırılmış. Çocuklar kırmışlar. Yine yapacağız. Bir kaç güne kadar eski haline gelecek) diyorlar. Sazın çocuklar tarafından kırılması işi pek aklıma yatmıyor ama bir şey söylemeden minibüse binip yola devam ediyoruz. Bu arada Sêwrege`ye uğramışken, Berlin'i arayıp İsmet Siverekli`yi haberdar etmemek olmaz tabi. Telefon açıyorum meşgul, bir daha açıyorum yine meşgul fakat az sonra kendisi arıyor. Sêwrege`de olduğumu duyunca seviniyor. „Bizimkileri ariyayım, yemek hazırlasınlar, dönüşte yemeğinizi yeyin, öyle gidin“ diyor ama bu bana pek uygun gelmiyor. Hem sayı olarak kalabalığız, hem de dönüşü hangi saatte gerçekleştirebileceğimizden emin değilim, o yüzden teşekkür edip, bunun mümkün olmadığını söylüyorum. Düz arazi çok geçmeden bitiyor; yerini tümsekler, tepeler ve daha ileride ise dağlar alıyor. Virajları aşarak ilerlerken, Afrin`li diş doktoru Bahri`nin korkusunu gözlerinden okumak zor olmuyor. Zaten çok geçmeden, peşpeşe bir kaç kez yavaş gitmesi için şoföre uyarıda bulunuyor. Bu, sıra ile aracı kullanan o yolların kurdu sürücülerin pekte hoşuna gitmiyor ama yine de gelen isteğe uymaya çalışıyorlar. Derken, iniş aşağı sarkmakta olan sert virajlar, sonunda bizi Feribota ulaştırıyor. Sağ yanda, renkli plastik sandalyelerin süslediği bir kaç kahve ve restoran, yamaca sırtlarını dayamış, müşteri bekliyorlar. Ortalık alabildiğine tenha ve sessiz. Günün belli saatlerine özgü bir durum olmalı bu. Sol yanda sakin bir halde otlamakta olan bir at, daha ileride ise bir kaç keçi gözümüze ilişiyor. Onların yanından geçip bir az daha aşağıya inince, bu kez de, yan yana dizilmiş seyyar satıcılarla yüz yüze geliyoruz. Bağırıp çağırma yok, sadece bakmakla yetiniyorlar. Tablalarda yığınla nar var. Bunlar, yörenin kendi üretimidir. Isteyen alip kendisi soyuyor, isteyen satıcıya suyunun sıktırıyor. Gulistan`la birlikte bunlardan birine sokuluyoruz. Oraya gelen yabancılarla Türkçe konuşmak bir gelenek halini almış. Ama biz Kürtçe (Kurmancca lehçesini) konusunca, onlar da Kürtçeye dönüyorlar. O bölgede Kirmancca (Zazaca) konuşan Kürtlerin yaşadığını biliyorum. Bir kaç sorudan sonra bu kez bu lehçe ile konuşmaya başlıyor. Annesinden öğrendiği lehçe budur ama Kurmanccayı da bir Kurmancdan farksız iyi konuşuyor. Bu arada farklı büyüklükte ve siyaha yakın koyu kahverengi sıvı madenin ne olduğunu soruyorum; „nar ekşisi“ diyor. Nar suyumuzu içerken, Gülistan atın yanına gitmek istediğini söylüyor, „Dokunsam bir şey yapar mı acaba?“ diye soruyor. Bu isteme karşı çıkıyorum; atlar uysal hayvanlar ama yine de yanına sokulan yabancı birine karşı nasıl hareket edecekleri belli olmaz. Bu arada, yanı başımızda tek ayak üstünde beklemekte olan bir leylek dikkatimizi çekiyor. O kadar sakin bir duruşu var ki döne döne bakmamıza rağmen bir tek hareketini göremiyoruz. Sanki canlı değil de bir heykel. Seyyar satıcı ona olan ilgimizi fark edince; „Sakatlanmıştı, bir bacağını kullanamıyor. Getirdik, tedavi ettik, iyileşiyor. Yakında eski haline döner,“ diye hayvancağızın durumuna açıklık getiriyor. Köylülerin yaralı leyleğe gösterdikleri ilgi bizi sevindiriyor doğal olarak. Nemrud`un Eteklerindeyiz Yarım saatlik bir bekleyişten sonra limana yaklaşan ve hayli eski gözüken feribota önce araçlar alınıyor, sonra ise yolcular. Tıka-basa dolu araçta güvenlik ilgili herhangi bir önlem ya da açıklayıcı not göze çarpmıyor. Anlaşılan bu işi de Allah`a havale etmişler. Karşı kıyı artık Urfa değil, Adıyaman ilidir. Buraya, Nemruud dağının etekleri de diyebilirsiniz. Engebeli arazide bir süre daha batı yönünde yol aldıktan sonra birden sağ yaparak ilerliyoruz. Her geçen adım bizi daha yükseklere ulaştırıyor. Artan yükseklikte bizi daha uzak mesafeler, daha derin noktalarla tanıştırıyor. Hem yamaçlar artık geride bıraktığımız Diyarbekir-Sêwrege yöresi gibi ağaçsız da değil. Seyrek te olsa her yerde mesehe göze çarpıyor. Yamaçlara serpilmiş mezralar, yörenin tipik yerleşim birimleridir. Bazen tek, bazen bir kaç, bazen de on kadar evden oluşmuş mezraların bol meyveli olması dikkati çeken noktalardan bir diğeridir. Bu, tıpkı Dersim-Bingöl yöresinden tanıdık olduğum yerleşim tarzı.. O mezralardan özellikle de bazılarına bakınca, „Anlaşılan burada çok kar yağmıyor,“ diye geçiriyorum içimden. Çünkü kar çok olsa, çığ tehlikesi nedeniyle onlardan bazılarının olmaması gerekirdi. Sık sık karşılaştığımız keçi sürüleri, kışın hayvanlara yedirilmek üzere kesilip yığın halinde istiflenmiş yapraklı ince meşe dallarını (velg) görünce, sadece coğrafi olarak değil, geçim yöntemleri bakımından da buraların Dersim-Çewlig yöresi ile çok benzeştiğini anlıyorum. Giderek keskinleşen vadileri tırmandıkça acıktığımızı hissediyoruz. Ancak uğradığımız bir kaç yerde yemek bulmamız mümkün olmuyor. Turistlere yönelik olarak hizmet veren restoranlar, turizm mevsiminin geride kalmış olması nedeniyle çalışmalarını ya hepten durdurmuş ya da belli saatlerle sınırlamışlar. Bir şeyler hazırlamalarını istesek bir kaç saatimizi kaybetmiş olacağız. Dolayısıyla de tercihimiz aç kalmaktan yana oluyor ve tırmanış devam ediyor. Yamaçlar daha da dikleştikçe, bazen sol, bazen ise sağ yanımıza aldığımız uçurumlara bakmak artık bir ceset işi. Bu arada, kendisine ulaşmaya çalıştığımız Nemrud`un sivri zirvesi de bir gözüküyor, bir kayboluyor. Sanki saklambaç oynuyor bizimle. Fotoğraflardan tanış sayılsak ta, oraya ulaşmak, göz göze bakışmak, havasını teneffüs etmek ve dokunmak yine de müthiş heyecan verici gözüküyor. Derken minibüsümüz bir kez daha duruyor. Burası araçla gidebileceğimiz son noktadır. Ondan sonraki yaklaşık 450 m.lik yolu yaya olarak almamız gerekiyor. Kafeterya ile bir kaç seyyar satıcıyı geride bıraıkır bırakmaz, bizi zirveye ulaştıracak patika yolun ikiye ayrıldığını görüyoruz. Sol taraftaki „Batı Terase“, sağdaki ise „Doğu Terase“ye çıkıyor. Otomatike bağlanmış gibi hepimiz aynı anda „Doğu Terase“ye giden yolu alıyoruz. Bir süre sonra yokuş dikleşiyor ve artık merdivenler başlıyor. Çocukluğumuzda sık sık ziyaret edip çoğunlukla da gece konakladığımız ve kutsal bir mekan olarak kabul edilen Sulvis / Sulbis dağını düşünüyorum. Sulvis, Nemrud`a göre hem daha yüksek (2900 m.ye karşılık 2150 m.) hem de zirveye çıkış yolu daha dik. Yazın ortasında bile geceleri dondurucu bir soğuğu var. O nedenle de gecelemek üzere gidenler bunun hesabını yapıp hazırlıklı olmak zorundalar. Yamacın bir yerinde, yaşlı bir adam ve yine aynı yaşlarda bir kadın ile karşılaşıyoruz. Kendilerinden bir kaç metre ötede ise genç bir kız var. Kendi aralarında kırmancca (Zazaca) konuşuyorlar. Tam yanlarına sokulup selam verirken ayağa kalkıyor ve „Biz yeterince oturduk, gelin biraz da siz dinlenin“ diyor. Ben buna karşılık kırmancca konuşyuorum kendisi ile: „Zahmet meke deza, seba ma ki ca esto, seba şima kî.“ (Zahmet etme emioğlu, bize de yer var, size de“. Kırmancca konuşmam adamın hayli hoşuna gidiyor ki baskışlarından bunu anlamam zor olmuyor. „Pers te ayib çin o, şima ê kotî yê?“ (Sorması ayıb olmasın, nerelisiniz siz?) Gulîstanı göstererek: „Xanıme hemşerîya şima ya, ez ki dêsmij a“ (Hanım sizin hemşriniz, ben Dersimliyim) . Bu diyalogdan sonra soru sorma sırası bana geliyor: „Şima şarê kotî yê, Kahta ya kî zobîna ca ra? (Siz nerelisiniz Kahtalı mısınız yoksa başka yöreden mi?) „Nê ma ê Gahta nîyî, ma Gerger ra yê“ (Hayır biz Kahtalı değil, Gerger`liyiz). „Gerger`de şaro ke Zazakî qesey keno xeylê esto?“ (Gerger`de epey Zazaca konuşan var mı?) „Gerger pêro zaza yo. Zazayî Gahta de kî estê. Hama uca sey Gergerî nîyo. Gahta de Kurmanci estê. Çi kurmanc, çi zaza ferq nêkeno, temamê ma kurd ê.“ (Gergerin tamamı Zazadır. Zazalar Gahta`da da varlar. Ha Kurmanc ha Zaza farketmez, hepimiz kürdüz.) Adaman Kürtlük vurgusu hem hoşuma gidiyor hem de onun neden böyle bir vurguya gereksinme duyduğunu anlamaya çalışıyorum. Ben bunları düşünürken, karşımdaki bu kez de; „Gahta de tirkî kî estê hama zehf nîyê,“ (Gahta`da Türkler de var ama çok değiller) diye devam ediyor söze. „Cîranê ma yê, tawayê nêbeno“ (Komşuyuz, bir şey olmaz) Adam, başı ile de tasdik ederek „ya ya“ (evet, evet) diyor ve hatır isteyip uzaklaşıyor. Nihayet 2000 Yıl Öncesi Île Yüzyüzeyiz Doğu Terase`de önlü-arkalı heykellerle yüz yüze gelince bir an için insan kendisini 2000 yıl geriye gitmiş hissediyor. O günün giysileri içerisinde sizi karşılayan ev sahipleri ile konuşur gibiyim. Her biri birer sanat harikası olan heykelleri yapanların becerilerine hayranlık duymamak elde değil. Peki Komageneliler, Heykelleri ve ibadet yerlerini neden dağın doğu ve batı yakasında yaptılar? Bunun nedenini, güneşin, onların inanç ve kültürlerinde taşıdığı önemde aramak gerekir. Kutsal güneş, doğarken dua ile karşılanır, batarken yine dua ile uğurlanır. Bu gelenek bu gün halen de Alevi, Êzdî ve Kakayî Kürtler arasında aynen yaşanmıyor mu? Bu arada doğudaki terasında kenar uzunluğu 13.5m olan kare şeklindeki adak sunma yerinin heykellerden daha çok dikkatimi çektiğini söylersem durumu abartmış olmam. Öyledir, çünkü bu, içerisinde büyüdüğüm toplumun önemli bir geleneğini gözümün önüne getiriyor, bana yeniden çocukluğumu yaşatıyor. Komageneliler Nemrud ve benzeri dağlara ya da yüksek yerlere çıkarak adak adar, dua ederlerdi. Bizimkiler de Duzgin`e, Sulvis`a, Goşkar Bava`ya, Tujîk Bava`ya ya da Baxira Sipîye`ye çıkarak aynı şeyi yapıyorlar. Kakayî ve Êzdîdî Kürtler bakımından da durum farklı sayılmaz. Bu üç gruptakiler kadar güçlü olmasa bile, aynı geleneğin Müslüman Kürtler arasında da yaşandığını biliyoruz. Söz konusu Kürt grupları, tıpkı Komganelilerin yaptıkları gibi kurbanı doğan güneşe bakarak kesiyor, yüzünü ona çevirip dua ediyorlar. Komagenelilerin bu geleneği, Kürt olarak bizim atalarımızın da mensubu olduğu İrani halklardan aldıklarını düşünmek için yeterli neden var sanıyorum. Aslında, bu, tipik bir Zerdeşti ibadet geleneği değil mi? Ne var ki arkeolojik bilgiler, Komagenelilerin bize göre daha sık; yaz kış ayırımı olmaksızın ayda iki kez ziyaretgahlara gidip ibadet ettiklerini gösteriyor. Orada doyasıya çevreyi izliyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz. Şansımıza hava güneşli ve görüş mesafesi oldukça iyi. Güneyde ve batıda, Fırat üzerinde yapılmış baraj gölü, düzinelerle girinti-çıkıntı ile kuzey-güney yönünde uzayıp gidiyor. Eskiden, kız kardeşi Dicle ile birlikte Mezopotamya`ya analık Fırat, bazen coşkun, bazen de çok ağırbaşlı bir tempoda yol alıyordu. Şimdi ise onun yerini almış olan göl, dağ ile ovayı birbirinden ayıran tırtıllı bir hat şeklinde yayılmış vadiye. Bir ölü kadar hareketsiz, durgun! Gölün güneyi ile doğusu uçsuz-bucaksız düzlükler, kuzeyi ile kısmen batısı iç içe geçmiş dağlardan oluşuyor. Tanrı heykellerinin üzerlerine oturtuldukları tahtların arkasında bulunan kült yazıtlarda Komagene kral Antikos I, bu hierothesion`u yapmaktaki amacını şöyle açıklıyor: „...Bu hierothesion`u, kutsamalar arasında yaşlanan bedenim, ruhum onu terkederek Zeus-Oromasades`in gökyüzündeki ülkesine göçtüğü zaman, sonsuza kadar huzur içinde yatsın diye, tanrıların zamana meydan okuyan tahtlarının yanına inşa ettim...1. Ziyaret gününe kadar okuduklarımdan, Adıyaman heykelleri ile taçlanan uygarlığı bir Yunan uygarlığı olarak biliyordum. Heykelleri görüp, onlarla ilgili bilgilendirme broşürlerini okuyunca, bunun eksik bir bilgilenme olduğunu farkettim. Komagene`ye Yunan uygarlığı demek yeterli olmaz, o, tam anlamı ile Yunan-İran sentezidir. Heykelleri dikili bulunan tanrılar, giysiler, kurban kesme ve öteki törenler bunu çok açık olarak ortaya koyuyor. 1 Fatih Cimok, Komagene Nemrut, Akel Yayıncılık, s.7 Örneğin, doğu terasedeki heykellerin ait oldukları Tanrılar şunlar: 1. Hierothesion`u yaptıran Antiokos I (Antiochos I) 2. Komgene`yi temsil eden ve bu nedenle de Komagene olarak adlandırılan tanrıça, 3. Zeus-Oromasdes: Bilindiği gibi Zeus, Yunan Panteonunun baş tanrısı, Oromasdes ise Zerdüşt inancındaki en yüce tanrı olan Ahura Mazda`nın bir adıdır. 3. Apollon-Mitras: Apollon Yunan tanrılarından biri, Mitras (Mitra) ise zerdüşt inancındaki ışhık tanrısıdır. 4. Antiokos I ile Herakles-Artagnes-Ares: Herakles Yunan savaş tanrısı, Artegnes ise buna denk düşen İran tanrısıdır.2 Bu durum çok açık biçimde, Komagenelilerin Yunan tanrılarını, rolü itibariyle onlara denk düşen Îran tanrılarını bir ve aynı kabul ettiklerini ortaya koyuyor. Dağın Batı terasındaki heykeller de yine aynı tanrılara aitler ve aynı sırayı izliyorlar. Canımız pek istemese de bir süre sonra Nemrud`un zirvesini geride bırakıp aşağıya doğru inmeye başlıyoruz. Araçların park ettiği yerde kalabalık bir turist grubu var. Doğal olarak turistik eşya satılan bir yer burası. Bir yandan ufak-tefek şeyler satın alırken, bir yandan da arı gibi çalışan satıcılarla sohbet ediyoruz. Tabi sohbetimiz Kürtçe oluyor. Her nasılsa laf dönü dolaşıp Kürdistan`ın farklı parçlarına gelince, satıcılardan biri „Sonunda birleştireceğiz“ diyor aniden. Yüzüne büyük bir dikkatle bakıyorum; amacım bu sözü söylerken samimi olup olmadığını anlamaya çalışmaktır. Çünkü buralarda „görevli Kürtçü“lerin bulunmadığını düşünmek pek te gerçekçi olmaz. Ancak adamın iç dünyasını okumayı başaramıyorum. Zaman hızla geçiyor, daha gezilecek çok yer var. İnişte, insanın yüreğini ağzına getiren, keskin virajları peşpeşe geride bırakıp bir başka yoldan aşağıya doğru inişimizi sürdürüyoruz. Derken karşı yamaçların birinde, tek katlı bir binanın önünde duruyoruz. Burası Arsmeia On The Nymphaios`tur. Buranın, Antioks I`in ataları arasında adı geçen Arsames tarafından M. Ö. ikinci yüzyılın başlarında yapıldığı ve yazlık başkent olarak kullanıldığı sanılıyor. Eski Kale ve Yeni Kale olmak üzere iki kısmı var. Dikili taşlar, anıtlar, mezarlar, mağarlar birbirini izliyor. Eski Kale`deki Mithras (Mitra) heykeli tüm ihtişamı ile hala ayakta. Mağaralar, Mitra kültünün törenleri ile ilgililer. Bir taş kabartmada Antiokos I ile Herakles (Herkül) el sıkışmaktalar. Bu arada hayli acıktığımız için içimizden bazıları yemek yemeyi öne çıkarıyorlar. Yanı başımızdaki restorancı ile konuşuyoruz; hazırda yemek yok, bunun için yaklaşık iki saatlik zamanımızı harcamamız gerek. Aynı anda, yemek için Kahta`ya gitmemiz tavsiye edenler çıkıyor. Örneğin baraj gölü kıyısındaki Nevzat`ın Yeri`nde yerinde çok güzel balık pişiriliyormuş. Bu öneri aklımıza yattığı için Nymphaios`u geride bırakıp yola devam ediyoruz. Sağ taraftaki Kahta kalesine ancak uzaktan bakabiliyoruz. Şu sıralar geziye kapalıymış. Vadide ilerledikten kısa bir süre sonra bu kez de görkemli tarihi Pirê Cenderê (Cendere Köprüsü) çıkıyor karşımıza. Köprü, Romalılara ait bir eser. M. S. 198/200 yıllarında İmparator Septimius Severus döneminde, XVI. Roma Lejyonu tarafından inşa edilmiş. Genişliği 7, uzunluğu 120, yüksekliği ise 30 m. dir. 2 Tanrılarla ilgili bu bilgiler, Fatih Cimok`un yukarıda bahsi gecen eserinden alındı. Semsûr (Adıyaman) ve çevresi gerçek bir açık hava müzesi görünümündedir. Yörede o kadar çok tarihi yer mevcut ki tümün gezip görmek için günlerce zamana ihtiyaç var. Cendere Köprüsü, o gün görmek amacıyla durakladığımız son nokta oluyor. Oradan ayrılır ayrılmaz, Kahta`ya Nevzat`ın Yeri`ne yöneliyoruz. Artan açlık, başka bir şey yapmamıza izin vermiyor. Nevzat`ın Yeri, eskiden Fırat`ın bir kolu iken şimdi göl haline gelmiş suyun kenarında bir yer. Dış görünüşü, orta halli bir restoranı andırıyor. Park yerinde arabadan iner inmez, sol yanımızda yere uzanmış beyaz bir köpekle karşılaşıyoruz. Kendi aramızda Kangal mı, değil mi diye konuşurken, çalışanlardan biri olmadığını söylüyor ve aynı zamanda elini öteki tarafa uzatıp „şurada yatan Kangal,“ diye ekliyor. Gözlerimiz onun işaret ettiği tarafa dönüyor, beton zemine uzanmış beyaz Kangal`ı görüyoruz. Îlgi odağımız olduğunu fark fark edince başını söyle bir kaldırıp izliyor, sonra da gayet rahat şekilde öteki tarafa çeviriyor. Tehlikeli bir durum olmadığını anlamış olmalı.. Ardından, göl kıyısında gösterilen uzunca masaya oturuyoruz. Sürücülerle birlikte 10 kişiyiz ama o anki sayımız 9. Gülistan yok. Nerde olduğunu tahmin ediyorum ancak bir şey söylemiyorum. Çok geçmeden gözüküyor öteden. Kavuşmak istediği oyuncağı elde etmiş bir çocuk gibi sevinçli. Gözlerini bana çeviriyor, „Ez çum, min hez kir, çıqas xweşik e!“ (Yanına gittim, sevdim. Ne kadar da güzel!) diyor. Bahsettiği şey Kangal. Biz masaya yönelirken o hayvana sokulmuş, sevmiş. Zaten ben de böyle düşünmüştüm. Tahminim doğru çıkıyor anlıyacağınız. Yemek siparişini veriyoruz. Bu gölün kıyısında balıktan başka ne yenir! Biz de öyle yapıyoruz ama Dr. Şivan hariç. Romanyalı bir anne ile Kamışlı kürdü bir babanın oğlu olan Şivan balık yemiyor. Dolayısıyla de onun yemek siparişi bizden farklı oluyor. Servis başlıyor. Birbirinden lezzetli mezeler, peşpeşe masaya diziliyor. Tek garson bu işi o kadar seri ve düzenli bir şekilde yapıyor ki çalışma tarzına hayranlık duymamak elde değil. Bir bilgisayara programlanmış gibi. Alabalık tabaklarını aynı beceri ve çabuklukla masaya bırakırken: „Masî ê viran e bira?“ (Balıklara buranın mi?) diye soruyorum. „Ê vira jî henin lê îro na. Masîyên îro ji Meletîyê hatine“ (Buranın balıkları da var ama bu gün değil. Bu günküler Malatya`dan gelmişler,) karşılığını veriyor. Yemeği bitirip ayağa kalktıgımızda, orta yaşlarda bir adamın çalışanlarla iş hakkında konuşgtuğunu görüyoruz. Kendi kendime „sahibi olmalı“ diye düşünüyorum. Yanına yaklaştığımda „Nevzat tu yî pismam?“ (Nevzat sen misin?) soruma „Belê, ez im“ (Evet benim) karşılığını veriyor. „Gelek sipas, her tihst gelek baş bû“ (Çok teşekkürler, her şey çok iyiyidi). „Ser serê min, helal û xweş be!“ (Başım üzerine, afiyet olsun). Yola çıkış, Feribot`la yeniden baraj gölünü aşma ve Diyrbekir`e varış, gece saat 23.30 sıralarında tamamlanıyor. Semsûr`dan Sonra Mardin. Minibüs, ertesi gün yine sabah saat 8.30 dolayında Turistik Otel`in önüne geliyor. Ama bu bir önceki gün bindiğimiz minibüs değil. Araba değişmiş fakat ama şoförler aynı. Yola çıkışımız yaklaşık saat dokuzu buluyor. Bu kez Berlin`den yeni gelmiş olan Dr. Darius Dalmış, öteki adıyla Sêxmus ta bizimle birlikte. Üstelik Mardinli, yani bir bakıma ev sahibi olarak.. Buna karşılık Dr. Bahri, o gün geziye katılmamayı tercih ediyor. Dolayısıyla bir önceki güne göre sayımız da her hangi bir değişiklik yok. Güneye doğru bir tepsi kadar düz olan ova boyunca ilerleyip Diyarbekir`den sonra Çınar`ı da geride bırakıyoruz. Derken düzlük, yerini engebeli araziye bırakıyor. Sağlı-sollu yükseltiler seyrek meşe ağaçlarıyla nakışlanmış. Yer yer üzüm bağları, kaynak sularına sahip yerlerde kavaklıklar, küçük meyve bahçeleri ile bostanlar onlara eşlik ediyor. Kulağımız ise yine Kürtçe müzikte ama repertuar bir önceki günkü kadar zengin değil. O nedenle kimi parçaları defalarca döne döne zorunda kalıyoruz. Bu arada şoförlerin kaçamak yapıp arasıra bize Türkçe dinlettikleri de oluyor. Her ikisi de Liceli ve tabı Kürtler. Kürtçeleri güzel ve bizimle onu (Kurmanci) konuşuyorlar. Ama kendi aralarında konuştukları dil ağırlıkla Türkçe. Diyarbekir`in ünlü hastalığı onların da yakasını bırakmıyor. Sosyal uyanış bakımından, her yurtsever kürdü, her demokrat dostu gururlandıran Diyarbekir halkı, ana dilini konuşma konusunda maalesef çok kötü bir puana sahip. Diyarbekirlilerin bu konuda devrimci tarzda bir şoka, bir dönüşüme acil gereksinimi var. Sultan Sêxmus Ziyareti Mardin`e hayli yaklaştığımız bir noktada sağa dönüyor ve çok geçmeden tarihi bir alana giriyoruz. Burası Sultan Sêxmus ziyaretidir. Aslında bura ile tanışmak benim için yeni değil. Sultan Sêxmus`u, 1970`li yıllarda, bu ziyaretin Sêxî`nin ogulları olan dostlarım Kemal ve Alaettin Aras`lardan duymuştum. Sonraki dönemlerde, bu ziyaret hakkında anlatılan efsanevi bilgiler ile kendi yöremde bulunan ziyaretlerle ilgili olarak söylenenler arasındaki benzerlikler benim için çok dikkat çekici olmuştu. Sultan Sêxmus ziyaretine ait efsane, Dersim`deki Duzgı Bava ile Mizur Bava efsanelerinin bir bileşkesi gibi. Kendi yörem alevi, Sultan Sêxmus ziyaretinin bulunduğu Mazıdağı yöresi ise Sünni Müslüman. Buna rağmen, efsaneleri aşağı-yukarı aynı formattalar. Bu benzerlik, bazılarına tuhaf geliyor olabilir. Oysa bunda şaşılacak bir şey yok. Kürdistan`ın iki yöresinde yaşayan halk, aynı kaynaktan doğmadır; ortak bir geçmişi ve kültürü var. Bu nedenle de asıl olarak bu benzerlik olmasaydı şaşmak gerekirdi. Geçtiğimiz yıl, yine ekim ayında burayı ziyaret etmiştim. Bu, ikinci ziyaretim oluyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ziyaret alanı oldukça güzel bir görümüme sahip. Yapılar, ya restore edilmiş ya da yeniden inşaa edilmiş. Ayrıca ziyaret amacı ile gelenlerin oturup dinlendikleri, yemek yedikleri bir park mevcut. Ne var ki devlet bu işi yaparken alışık olduğumuz tarzda müdahalede bulunmayı da ihmal etmemiş. Sultan Sêxmus türbesinin bulunduğu bölüme girereken, kapının yan tarafında alt alta sıralanmış bir yasaklar listesi ile karşılaşıyorsunuz. Altında Diyanet işleri Başkanlığı imzası bulunan yasak listesi; aslında bir ziyaret yerinde geleneksel olarak yapılan ibadet türlerinin alt alta bir sıralanışıdır. Diyelim ki, yere eğilmek, yeri ya da eşiği öpmek, mum yakmak, adak sunmak ve daha başkaları.. Îşin gerçeği şu ki devlet oraya el atıp yeniden düzenlerken aynı zamanda geleneksel ziyaret tarzını yasaklamış, onu fiilen İslami bir mabete dönüştürmüş. Kaldı ki listenin altında yer alan ve „Dinimizce yasaklanmıştır,“ denilen şeylerin bir kısmı doğru da değiller. Örneğin müslümanlar yere eğilmiyorlar mı? Namaz sırf ayakta kalınarak mı kılınıyor? Yine Kur`an`ı öpüp başına koyma geleneği yok mu müslümanlarda? Beri taraftan orası bir ziyaret yeri, kutsal bir mekan. Halk, kendi inancına uygun tarzda burayı ziyaret eder ve geleneksel olarak devam ettirdiği davranışlarda bulunur. Diyelim ki mum yakar, duvarı ya da eşiği öper, adak sunar vs.. Bunları yasakladınız mı, o ziyareti ziyaret olmaktan fiilen çıkartmış olursunuz ki Diyanetin amacı da zaten bundan başka bir şey değil. Bu, her türden farklılığı reddeden, dil, din, kültür ve dini yönden tek tip toplum yaratmaya dayanan „Türk-İslam sentezi“ sahiplerinin, halkın inanç ve geleneklerine yaptığı haksız bir müdahale, faşistçe bir kendine uydurma örneğidir. Aynı şey Alevi ibadet yerleri ile ilgili olarak ta yapılmıyor mu? Ben bu yasaklar listesi ile meşgul olurken, bir kelebek gibi oradan oraya koşuşmakta olan Türkan, içeriye dalıyor ve ciddi ciddi dilekte bulunuyor. Grubumuz hayli renkli anlaşılan. Bizi geriden izleyerek gelen Dr. Gönül`ün Gulistan`a söylediklerinden, birine kızdığını anlıyorum. Meğer ziyaret alanının dışındaki seyyar satıcılardan biri ile tartışmış bizimkisi. Satıcı içeriye başı açık girmenin günah olduğunu söylemiş. Eh o bu şekilde müdahalede bulunur da Gönül altta kalır mı? Adama anlayacağı bir dille karşılık verip öyle gelmiş. „Adam espiri yapmış olmasın mı? diye lafa karışıyorum. „Hayır, hayır! Adam ciddi olarak cehennem ateşinde yanacağımızı falan söylüyor.“ „Tam Türk Diyanet işleri Başkanlığına göre desene,“ diye söyleniyor ve yasaklar listesini tamamlamak üzere not almaya devam ediyorum. Mardin, Sultan Sêxmus`a uzak değil. Bu nedenle de oraya ulaşmamız fazla sürmüyor. Dağın yamaçlarına serpilmiş modern binalara bakarak kente sokulurken, hemen girişte, sol tarafta Üniversite binası, görebildiğimiz ilk ilginç yapılardan biri oluyor. Bir üniversiteye göre oldukça küçük ama hayli güzel bir mimariye sahip. Onu ve daha başka yerleri geride bırakıp sonunda Mardin Müzesi`nin önünde duruyoruz. Çok güzel tarihi bir bina. Gulistan`la birlikte geçen yıl gezmiştik burayı. Ama yine de hiç tereddüt etmeden giriş merdivenlerini tırmanıyoruz, ilk elde bizi büyükçe bir teras karşılıyor. Mardin`in yamaçları ve dağın bittiği yerden başlayarak Suriye sınırına doğru uzanan dümdüz araziye bakarken, yörenin zengin tarihi ve kültürü insanı hiç yalnız bırakmıyor. Nereye baksanız tarihi eserlerle karşılaşıyorsunuz. Bu bakımdan aslında bir tek binaya Mardin Müzesi demek yanlış olur. Mardin`in kendisi, bölge olarak bütünüyle bir açık hava müzesi niteliğindedir. Sağ yanımızda, tepenin tam üstündeki kalenin görkemli bir duruşu var ama bir askeri birliğin işgali altındadır. Başka yer kalmamış gibi birliği götürüp kaleye konumlandırmışlar. Ne de olsa asker millettir Türkler! Hepimiz bir araya toplanınca, içeriye giriyoruz. Her şey çok ilginç! Milattan on-on iki bin yıl öncesine kadar uzanan eski tarihlere ait eşyalara bakmaktan daha ilginç bir şey düşünülebilir mi? Onlara baktıkça birden kendinizi kaybediyor ve zaman tunelinde yol almaya başlıyorsunuz. Yolculuğunuz sizi o kadar gerilere götürüyor ki, saşkınlığa uğramaktan alamıyorsunuz kendinizi. Hayalinizde canlandırabildiğiniz ölçüde o eski hayatın içerisindesiniz artık. Merdiven başlangıcında bize katılan 13-14 yaşlarındaki gönüllü genç rehberimiz fırsat buldukça ve bazen Kürtçe bazen Türkçe bilgi veriyor. Bu arada gruptaki arkadaşlardan kendisine soru yönetenler de çıkıyor ve o dabilebildiği kadarıyla yanıtlamaya çalışıyor. Müze gezimiz biter bitmez, hem başka tarihi binaları görmek ve hem de yine tarihi olan çarşıyı gezmek üzere dar sokaklara dalıyoruz. Çarşı turumuz hayli hareketli başlıyor. Tipi pek te Kürtlerinkine benzemeyen Şivan, elinde kamerası habire çekim yapıyor, ya da fotoğraf çekiyor. Onun, bu haliyle seyyar satıcıların çok dikkatini çektiğini söylemek gereksiz. Mesleği mühendislik olan Fikret, hiç değişmeyen ciddi hali ile bir matematik formülünü çözer gibi tane tane ve mantıklı yorumlarda bulunuyor. Dükkanlara bakarak yol alırken, kentin multi-kütürel yapısı hemen kendini gösteriyor. Bu manzarayı en başta konuşulmakta olan dillerden anlıyoruz. Geleneksel olarak Mardin çarşısında üç dil konuşulur. Kürtçe, Süryanice ve Arapça. Şimdi artık Türkçe de konuşulmaktadır. Eskiden, çarşı halkı birbirileriyle anlaşabilmek için her üç dili de biliyordu. Şimdi bu zenginlik giderek kayboluyor. Çünkü devlet gücünü arkasına alarak yöreye gelen Türkçe, her gün biraz daha artan ölçüde ortak dil haline geliyor. Daracık sokaklarda, 10 kişiyi aşan bir grup halinde dolaşmak zorluklara neden oluyor. Bu yüzden de doğal bir bölünme ile ikiye ayrılıyor ve az sonra da birbirimizi kaybediyoruz. Tesadüfen benim bulunduğum grupta üç tane hanım var. Böyle olunca da alış-veriş oldukça canlı geçiyor. Bana, hayatımda en sevmediğim bir kaç şeyin ne olduğu sorulursa, vitrinlere bakmak mutlaka ilk sıralarda yer alır. Kendim öyleyim ama kadınların bu konudaki sabırlarına ve nesneler hakkındaki bilgilerine duyduğum hayranlığı da itiraf etmek isterim. Normalde ben ve benim gibilerin göremedikleri şeyleri onlar çabucak görebiliyor, baktıkları eşyalar hakkında bilmediğimiz bir çok özelliği gözlerini kırpmadan sayabiliyorlar. Bunu, Mardin çarşısında birlikte olduğum bayan arkadaşlarda da görmek zor olmuyor. O kadar detayı nasıl biliyorlar, şaşırmamak elde değil. Bir dükkanın önünde, cıvıl-cıvıl haliyle salça, biber ve öteki baharat türleri arasında gidip gelen Gönül, bir ara dükkan sahibin yaklaşıyor ve „Salçanız güzel mi, biraz almak istiyorum,“ deyiveriyor. Onun bu sözleri, muzipliği üstündeki Gülistan`ın gözünden kaçmıyor tabi. Zaman yitirmeden kulağına eğiliyor Gönül`ün ve „Adam sana `salçam güzel değil alma mı diyecek?“ diyor. Bu kez birlikte gülüyorlar. Ama Gönül bununla da yetinmiyor, bu kez sokağın öteki yakasında, bulunduğumuz dükkanın tam karşısındaki bir diğer dükkana acele ile giriyor, yan yana dizili yiyecek dolu çuvallara şöyle bir göz attıktan sonra, bu kez de „Sizin cevizleriniz mi güzel, yoksa Diyarbaqırınkiler mi?“ diye sormasın mı? Gönül, Kürtler arasında çokça rastlanılan bir telaffuza ile Türkçede „k“ harfi ile ilan edilen sesi, Kürtçe'deki „q“ sesi şeklinde söylüyor. Biz yine gülümserken, adam ceviz dolu çuvalları gösteriyor, „Bunlar sizin Maraşınkiler, bunlar ise yabancı, dışardan geliyorlar. Maraş`in cevizleri çok güzel, al“ diyor. Meğer bu, Gönül`ün oraya ikinci girişi. Beş-on dakika önce girdiğinde, her nasılsa Maraşlılığını söylemiş, adam da bu yüzden oralı olduğunu biliyor. Az sonra, salca, biber-baharat satan dükkana geri dönüyoruz. Gönül bir kez daha salçaya bakıyor ve hiç duraksamadan „Ekmeğiniz var mı, biraz salça sürüp yemek istiyorum,“ diyor. Bu kadar rahat olmaya pes doğrusu. En az Gönül kadar güleç yüzlü olan dükkan sahibi „Biz de yok ama hemen getirtirim,“ diyor ve yanın daki çocuğu bir yerlere yolluyor. Gitmesi ile geri gelmesi bir oluyor çocuğun. Elinde ise taptaze bir pide. Gönül, ekmeğe salça sürüp yerken bir taraftan da „Bu alışkanlık, çocukluğumdan kalma,“ diye açıklamada bulunuyor. Bu atmosferde geçen çarşı gezimiz oldukça uzun sürüyor. Oysa önceden oraya bu kadar çok zaman ayırmayı düşünmemiştik. Bayan arkadaşları, pazardan uzaklaştırabilmenin olabilecek bütün güçlüklerini aştıktan sonra nihayet Müze önündeki meydana park etmiş olan minibüsümüzün yanına varabiliyoruz. Mardin`i geride bırakıp bir kaç kilometre ötedeki Süryani Kilisesi Deyr-ül Zafaran`a ulaştığımızda saat biri buluyor. Deyr-ül Zafaran bir dağın yamacına kurulmuş. Mimari olarak onun bir harika olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her yeri tertemiz, pırıl-pırıl. Çalışan personelin titizliği de yine çok dikkat çekici. Kapıdan içeriye adım atar atmaz, zengin bir tarih ve kültür tarafında kucaklandığınızı hissetmekte zorlanmıyorsunuz. Tablolara, çevreye baka baka bahçeden yukarıya doğru gidiyoruz. Sonra bir terase, merdivenler, ikinci terase ve yine merdivenler... Ovaya hakimiyeti ise Mardin Müzesininki gibi görkemli. Binayı gezerken, rehberimiz bizi bir merdivenden aşağıya indiriyor ve kapının tam karşısında küçük penceresi olan bir odaya giriyoruz. Rehber, buranın, Hristiyanlıktan daha eskilerde var olan bir inancın mensuplarına ait bir ibadet yeri olduğunu söylüyor ve onları „güneşe tapanlar“ olarak nitelendiriyor. Gerçekten de pencere doğuya, yani güneşin doğduğu yere bakıyor. Bu demektir ki güneşi kutsal olarak gören ve tapanlar, onun doğuşunu oradan izlemişler. O da ışıklarını oradan ibadethaneye yollamış. Kilise, daha sonraki yüzyıllarda bu ibadethane üzerinde yükselmiş. Tıpkı Müslümanların pek çok kiliseyi camiye çevirmeleri gibi.. „Güneşe Tapanlar“ olarak nitelendirilenlerin, Zerdeşti olduklarını tahmin etmek için yeterli neden var sanıyorum. Deyr-ül Zafaran, yüz yıllarca Süryani Ortodoks Kilisesinin merkezi olmuş. Bu demektir ki burası sadece Süryani toplumu bakımından değil, genel olarak yöre tarih ve kültüründe önemli bir rol oynamış. Bu bakımdan onu sadece bir ibadet yeri olarak görmemek gerekir. O aynı zamanda bir eğitim ve sosyal yardımlaşma kurumudur ki günümüzde küçük çaplı da olsa bu yöndeki rolümü oynamayı sürdürüyor. Kilisenin okulu var. Sayıları az da olsa, belli bir öğrenci grubu orada eğitiliyor. Ayrıca misafirhanesi de mevcut. Kimsesiz ve bakıma muhtaç durumda olan mensuplarına da yardım elin uzatıyor. Bölge Süryanilerinin şu anki temel sorununun göç olduğunu söylemek, yerinde olur. 20. Yüzyılın başlarındaki katliam ve sürgünler bir yana; özellikle de 1980 askeri darbesinden sonra Süryaniler kitlesel olarak göç ettiler ve çeşitli Avrupa ülkelerine dağıldılar. Bu göç sonucu, binlerce yıllık ata topraklarındaki varlıkları nerde ise sona erdi. Bu yüzden de Süryaniler bakımından durum oldukça kritiktir. Konuyu enine boyuna tartışmak ve acil bir dönüş projesini hayata geçirmek, kanımca sadece Süryaniler bakımından değil, bir bütün olarak Kürdistan halkı bakımından önemlidir. Çok eski ve zengin bir tarihin mirasçısı olan Süryani halkı, kültürel, demokratik ve siyasal haklara sahip olarak özgürce bir yaşama nasıl kavuşur, ülkesinde varlığını nasıl sürdürebilir; bu soruların yanıtını vermek te yine en başta bu halkın kendisine ait bir haktır. T.C. Devleti, ortaya çıkan sonucun birinci dereceden sorumlusu olarak üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür. BM başta olmak üzere, ilgili uluslararası kuruluşlar da gerekirse devreye girebilir, özel bir destekleme programı ortaya koyabilirler. Deyr-ül Zafaran`dan sonraki hedefimiz, grubumuzda bulunan Dr. Sêxmus`un ya da Darius Dalmış`ın doğup büyüdüğü köy olan „Dara“dır. Dara, sadece adı ile tarih değil, O, Roma dönemine ait bir kentin kalıntıları üzerinde oturan gerçek bir tarihi yerdir. Yörenin yeşile alerjili kıraç yamaçlarını habire geride bırakıp köye sokulurken, sol tarafta yer yer mağara ağızları, kaya oyukları göze çarpıyor. Biraz daha ileride ise sağ yanda, bir tümseğin üzerine kurulu modern bir yapı duruyor. Binada Türk Bayrağı dalgalandığına göre bir resmi kuruluş olmalı. Çok geçmeden öğreniyoruz; burası karakol binasıymış. Az sonra köyün batıya düşen mahallesindeyiz. Darius`un kardeşi, amcasıoğlu, iki genç ve bir kaç çocuk tarafından karşılanıyoruz. Hoş-beş`ten sonra hemen yanı başımızdaki kazı yerini geziyoruz. Etrafımız kaya oyukları ile dolu. Anlaşılan insanlar buralarda yaşamışlar. Daha ilerideki mezarlığa giriş ise yasak. Oysa geçen yıl aynı günlerde uğradığımda, bu bölümü görme şansını elde edebilmiştim. Mezarlık dediğimiz, yer altında inşa edilmiş büyük bir kemik deposu. Roma döneminde ölülerini buraya atıldığı anlaşılıyor. Ama kemik miktarı o kadar çok ki burası büyük bir ihtimalle askerlerin gömüldüğü bir yerdi. Bize aktarılan bilgileri bir araya getirdiğimizde, kazının rast gele ve bölük-pörçük yapıldığı izlenimini ediniyoruz. Kazıda iş makinelerinin kullanılması, ister istemez tahribata neden olmuş. Kazı anında ortaya çıkan mozaik ve öteki değerli eşyalar ise değişik müzelere yollanmış. Elbet bu olmaması gereken bir yöntem. Dara`da çıkan tarihi eserlerin bir arada tutulması, örneğin orada yapılacak bir müzede bir arada koruma altına alınması ve bir bütünsellik içerisinde ziyaretçilere sunulması en doğru olanıdır. Mezarlıktan sonra, Dara`daki ikinci uğrak yerimiz, yamaca yaslanmış köyün en yukarı kısmında yer alan tarihi su kemerleri. Romalılar, kentin su ihtiyacını karşılamak üzere suyu buraya toplamış, arıtıp temizlemiş ve kentlilerin hizmetine öyle sunmuşlar. Şêxmus, bura ile ilgili bilgi verirken, eskiden kemerde su bulunduğunu ve çocukken o suda yüzdüklerini söylüyor. Oysa şimdi bir damla bile su yok. Kürdistan`daki çölleşmenin tipik bir göstergesi. Dara`da üçüncü uğrak yerimiz „Zindan“ oluyor. Burası, yer altına inşa edilmiş, dik merdivenlerle inilen, tabanı ile tavanı sütunlarla birbirine bağlı sığınak gibi bir yer. Tam olarak hangi amaçla yapıldığı bilinmiyor. En güçlü ihtimal serinletici bir depo olarak kullanılmış olmasıdır. „Zindan“ adını, gerçek bir zindanı andırdığı için halk takmış. „Zindan“ın güney-batısında ve ona yaklaşık yüz metre uzakta ise kenti çevreleyen duvardan bir parça hala duruyor. Bura, aynı zamanda giriş kapılarından biri. Tarihi Dara kenti, aslında bir buzdağını andırıyor. Buzdağı, nasıl ki küçük bir parçasını dışarıya çıkartıp asıl gövdeyi su içerisinde gizli tutuyorsa, Dara kalıntıları da öyleler. Görebildiklerimiz antik kentin bazı küçük bölümlerdir; asıl gövde toprak altında saklı duruyor. Bina sayısı ve yayıldığı alana bakılırsa Dara hayli büyük bir köy. Ancak binalar oldukça eski, oldukça dökük. Gezdikçe de, evlerin büyük çoğunluğunun boş olduğunu görüyoruz. Halkın ezici çoğunluğu köyü terk etmiş. Nedenini sorduğumuzda Sêxmus, öteki adıyla Darius bunu iki nedenle açıklıyor: Nedenlerden bir tanesi buranın sit alanı olması ve dolayısıyla da her türden inşaat faaliyetinin yasak olmasıdır. „Bir yer bir tek çivi bile çakamıyorsunuz“ diyor durumu anlatırken. „Peki, köyü sit alanı ilan eden devlet, halkın bu nedenle ortaya çıkacak sıkıntılarını gidermek için her hangi bir önlem almadı mi?“ diye soruyorum. „Devlet neden bunu yapsın ki, onun amacı zaten halkın bölgeyi terk etmesidir,“ karşılığını veriyor. İkinci neden ise devletin, silahlı mücadeleye destek oluyorlar gerekçesi ile ya da sırf koruculuğu kabul etmedikleri için kimi aileleri köyü terk etmek zorunda bırakması, daha doğrusu sürmesidir. Sêxmus bu konuya örnek olarak amcasının nasıl sürüldüğünü anlatıyor. Bölgedeki askeri birliğin komutanı bir gün aniden amcasını yanına çağırıyor ve 3 gün içerisinde köyü terk etmeleri gerektiğini, bunu yapmamaları halinde olacaklardan kendilerinin sorumlu olduğunu söylüyor. Bu işin hazırlık yapmayı gerektirdiğini, verilen süre içerisinde bunu başarmanın olanaksızlığını anlatmaya çalışıyorlarsa da bir işe yaramıyor bu. Bunu üzerine hayvanlarını yok parasına elden çıkartıp apar-topar ata toprağını terk ediyorlar. Şimdi Îzmir`delermiş. Köyde okul, sağlık ocağı vb. olabilecek her hangi bir yapının olmaması dikkatimi çekiyor. Bunu sorduğumda, Darius`un kardeşinden köyde okul olmadığını öğreniyoruz. Çocuklar, okula gitmek üzere, her gün minibüsle Mardin`e gidip geliyorlarmış. Manzara, Kürdistan`ın kuzeyindeki genel duruma uygun. Insanlar sürülmüş, okul yok, sağlık tesisleri yok, öteki alanlarda hizmet yok ama karakol var. Kısa bir konuşmadan sonra Midyat üzeri Mardin`e oradan da Diyarbekir`e gitmeye karar veriyoruz. Sêxmus, bu arada bize yolumuzun üstündeki „Ava Sipî“nin güzelliğinden ve yemeklerinden övgü ile bahsediyor. O kadar acıkmışız ki onun bu tür övgüleri olmasa bile en kısa sürede durup bir şeyler yemeye kararlıyız. O yüzden de öneri oybirliği ile onaylanıyor. Türkiye-Suriye Sınırında Dümdüz bir arazide Nusaybin`e doğru hızla ilerliyoruz. Çok geçmeden de Sêxmus sağ tarafı işaret ederek Suriye sınırında olduğumuzu söylüyor. Zaten kısa bir süre önce cep telefonuma Suriye`den onların sahasına girdiğimize dair mesaj gelmişti. Gözlerimiz önce uzakta bir yerleri arıyor, fakat çok geçmeden çizginin tam üzerinde olduğumuzu fark ediyoruz. Beş-on metre ilerimizdeki dikenli telleri başta olmak üzere cins-cins geçiş engellerini ve tabi mayınlı araziyi izliyoruz. Yabancısı sayılmam bu manzaranın. Daha önce tanışmışlığım var. Mayın tarlalarının ötesi kamışlı. Önce köylerini görüyoruz bu ilçenin, sonra ise Nusaybin`in tam karşısında kendisini. Elimizi uzatsak, yakalayabileceğimiz kadar yakın duruyor. İster istemez aklım gerilere gidiyor ve son yüzyıldaki Kürt trajedisini düşünüyorum. 20 yüzyılın ilk çeyreğinde önce bu halk kendini tarihin en haksız ve gaddarca savaşlarından birinin içerisinde buldu. Oysa onun, ne yapılan kirli pazarlıklarla, ne oynanan öteki oyunlarla bir ilgisi vardı. Birinci Dünya Savaşı`nda, Osmanlının da aralarında bulunduğu açgözlü sömürgeciler, kirili çıkarları uğruna boğazlaşırlarken, Kürdistan yakılıp yıkıldı, yağmalandı. Soykırımlar dahil zulmün her türlüsünü yaşayan ülkemiz, baştan başa bir viraneye dönüştü. Bunu, Türk-Yunan Savaşı ve sömürgeci Lozan paylaşım antlaşması izledi. Elinde silahı olanlar, binlerce kilometre uzakta bir araya gelmiş ülkemizi bir kez daha parçalamış; Kürdistan halkı, bir sabah uyandığında, o güne kadar hiç görmediği sınır çizgileri ve yasaklarla karşılaşmıştı. Mezralar, köyler, ilçeler, bağ ve bahçeler bir çizgi ile birbirinden ayrılmış; anne ve babalar çocuklarına, kardeş kardeşe, komşu komşuya gidemez olmuştu. Kürdistan`ın, sınırın kuzeyindeki kısmına „Türk“, güneyine ise „Arap toprağı“ deniliyordu. Yüreği parçalanmış olan bu halk, bu rezilce ve barbarca duruma karşı sessiz kalabilir miydi? Elbette değil. Alınan tüm güvenlik önlemlerine karşın sınırlardan geliş-gidişler engellenemiyor, kurşun bile durduramıyordu insanları. Başka çare bulamayınca, 1950`lerde Türk sömürgecileri, Suriye ile olan yaklaşık 800 km.lik sınırı mayınlamaya karar verdiler. Demokrasi ve özgürlük üzerine çokça konuşanların bir organizasyonu olan NATO da bu işte yeni ortağına yardımcı oldu. Yıllarca, Berlin Duvarından ve onu geçmeye çalışırken yaşamını yitirenlerden çokça bahseden, bunu her fırsatta Sovyet Bloku`na karşı bir koz olarak kullananlar, kendilerine ait mayınlı alanlarında yaşamını yitiren ya da sakat kalan Kürtlerin çığlıklarını bir kez olsun duymak istemediler. Berlin Duvarını geçerken yaşamını yitirenlerin sayısı, yüzün altındadır. Oysa Türk sömürgecilerine ait mayınlı topraklarda yaşamını yitiren Kürdün hesabı bile bilinmiyor. Ama her halükarda, resmi kayıtlara geçmiş olanlar on bine yaklaşıyor. Sakat kalanlar ise bundan daha çok. Sınırın bu yakasında zulüm sınırsızdı da öteki tarafta durum farklı mıydı? Hayır, bu yönden araların da her hangi bir fark yoktu. Zulüm düzenine kuzeyde Kemalizm, güneyde ise Baasçılık deniliyordu, hepsi o kadar. Her iki taraf bakımından da Kürdün ülkesinin zenginliklerini yağmalamak yeterli değildi. Onların, Kürdün kimliği ile sorunu vardı. Hem de bu alandaki sorunların en büyüğüydü o. Bu yüzden de kuzeydekiler Kürdü Türk, güneydekiler ise Arap yapmak için her türlü zorbalığa başvurmaktan geri kalmıyor, gerektiğinde, en karanlık oyunları sahnelemekten kaçınmıyorlardı. Bütün bunları büyük bir yürek sızısı ile izlerken „Hiç bir şey, yola paralel şekilde uzayıp giden bu geçiş engelleri kadar sınırın her iki yakasında süregelen barbarlığın gerçek yüzünü açığa çıkartamaz. Ne var ki bütün bu olanlara rağmen zalimler başarıya ulaşamadılar. Bu halk çok zulüm gördü, çok acı çekti ama yılmadı, yıkılmadı. O hala dimdik ayaktadır,“ diye geçiriyorum içimden; haksız mıyım? Nusaybin`in hemen girişinde sola sapıyor ve çok geçmeden de yeşil bir vadiye giriyoruz. İlk durak noktası olarak belirlediğimiz „Ava Sipî“ye ulaşmak için acelemiz var ve öyle de gidiyoruz. Vadiye girdikten biraz sonra, üzerinde „Beyaz Su“ yazılı bir levha gözüme ilişiyor. Bu iki söz yörenin ismi olan „Ava Sipî“nin çevirisidir. Türk sömürgecileri hala Kürde ait olan hiç bir şeye tahammülkar değiller. Kendi ülkemizde bile halkımıza ait hiç bir iz bulunsun istemiyorlar. O nedenle de bu levha benim için şaşırtıcı olmuyor. Vadi boyunca gide gide sonunda suyun doğduğu yere, yani ana kaynağa varıyoruz. Çıplak dağların dibinde fışkıran sular, adeta doğanın en kötü halde bile yaşam olanaklarını sunma cömertliğini esirgemediğinin bir kanıtı gibi. Karşılıklı olarak dizilmiş restoranlardan birine oturuyoruz. Su, yaşamınızda duyabileceğiniz en güzel nağmeleri mırıldanarak ayaklarımızın dibinden akıp gidiyor. Berrak ve soğuk. Bir kez daha yola çıktığımızda, artık ortalık kararmıştı. Yolun sonraki bölümünü ve tabi bu arada Midyat`ı gece geçtiğimiz için görmüş sayılmayız. Oysa tarihi eserler bakımından zengin olan bu ilçeyi görmeyi çok istiyordum. Ne var ki istemek ile ona kavuşmak her zaman çakışmıyor. Bu yüzden bu işi gelecekteki bir başka gezinin üzerine atarak, Mardin`i solda bırakıp Diyarbekir`e doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Ertesi gün, yani 14 Ekim günü, Diyarbekir Kayapınar Belediyesi`ne ait Cîgerxwîn Kongre Salonunda, „İkinci Mezopotamya Tıp Günleri“ adı ile bilinen bilimsel bir kongre var. Bu Kongre hakkında „Rojên Tenduristîyê yên Mezopotamyayê Ser o Çend Çekuyî“ başlıklı, Kırmancca (Zazaca) kısa bir makale yazdığım için burada yeniden değinmeyi gerekli görmüyorum. Doktor arkadaşlar Kongre Salonundaki yerlerini alırlarken ben de Vate dergisi ile ilgili çalışmalar başta olmak üzere ilgi alanıma giren konularla bağlantılı görüşmelerde bulunmaya başlıyorum.. 2010/ www.gelawej.net 2006 Yazışma Adresi: info@gelawej.net